Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Abdullah Bin Abbas (r.a)

E Çevrimdışı

Ebu Bekir

Üye
İslam-TR Üyesi
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in amcası Abbâs (r.a.)'ın oğlu. Kesin olarak ne zaman doğduğu bilinmemekle birlikte onun Hicret'ten üç yıl kadar önce, Müslümanlar Mekke'de Şi'b-i Ebi Tâlib'te ekonomik ve sosyal kuşatma ve baskı altındayken doğduğu bilinmektedir. Annesi Ümmü'l-Fadl Lübabe binti el-Haris olup Mü'minlerin annesi Meymune'nin kız kardeşidir. Ümmü'l-Fadl, kadınlar arasında Hz. Hadîce'den sonra İslâm'a girenlerdendir.



Babası Hz. Abbâs, Abdullah doğar doğmaz onu Hz. Peygambere götürmüş, Rasûlullah (s.a.s.) de onu kucağına alarak: "Allahım! Onu dinde fakîh kıl. Kitabın açıklamasını ona öğret" diye dua etmişti. İslâm'ın yayıldığı ve hâkim olduğu Medine toplumunda büyüyen Abdullah tam bir İslâmî terbiye ve bilgi almıştı. Abdest almayı ve namaz kılmayı bizzat Hz. Peygamberden öğrenmişti. Gençliğinde de Peygamber efendimiz tarafından birkaç kez başı okşanarak: "Allah'ım! bütün ilim ve hikmeti bu başa ver, ona te'vil ve tefsir'i öğret. Allah'ım!: İnsanoğluna verdiğin her ilim ve hikmeti bunun göğsünde topla" (Buhâri, Vudû, 10; Müslim, Fadailu's-Sahâbe, 138). diye dua etmiştir. Abdullah sürekli olarak Rasûlullah'ın yanında bulunmuş ve ondan büyük ölçüde feyz ve bilgi almıştır.



Hz. Abdullah Hicretin sekizinci yılına kadar ailesiyle birlikte Mekke'de kalmıştı. Mekke fethi gününde, Huneyn ve Tâif gazvelerinde ve Vedâ Haccı'nda Rasûlullah ile birlikte bulunmuştu. Mekke fethinden sonra o da ailesiyle birlikte Medine'ye hicret etmişti. Birinci Halîfe Hz. Ebu Bekr'in ve ondan sonra Hz. Ömer'in sohbetlerinde bulunmuş ve birçok sahâbeden ders ve bilgi almıştı. Üçüncü Halîfe Hz. Osman'ın şahsına çok bağlı olup onun zamanında devlet kademelerinde görev almış, Abdullah İbn Ebi's-Serh ile birlikte Afrika seferine ve daha sonra da doğuda yapılan Taberistan fethine katılmıştı. Hicretin 35. yılında Hacc emirliği yapmıştı. Hz. Osman'ın şehâdetinden önce evinin etrafında nöbet bekleyen büyük sahâbelerin çocuklarıyla birlikte bulunmuş ve Halîfe'yi isyancılara karşı korumaya çalışmıştı. Daha sonra Hz. Ali'nin hilâfeti sırasında da aynı şekilde devlet kademelerinin önemli mevkilerinde bulunmuştu. Cemel ve Sıffin savaşlarında Hz. Ali'nin yanında yer alan İbn Abbas, Hakem Olayı'nda da Ebu Musa el-Eş'arî (r.a.) ile birlikte Hz. Ali'yi temsil etmişti. Hz. Ali onu birkaç defa elçi olarak görevlendirmiş ve 'Hakem Olayı'ndan sonra da Basra Valiliğinde bulunmuştu. Bu sırada bölgede isyan eden Hâricîlerin bu isyanını bastırmış ve asayişi korumuştu. Basra valiliği sırasında kendisine atılan bir iftiraya dayanamayıp görevinden ayrılarak Mekke'ye gitmiş ve ömrünün sonuna kadar burada ilimle uğraşmıştır.



Hz. Muaviye'nin vefatından sonra Hz. Ali ve oğlu Hz. Hüseyin'in taraftarları tarafından Kûfe'ye davet edilince kendi gitmediği gibi, bu davete icabet etmek isteyen Hz. Hüseyin'i de ikaz ederek gitmekten alıkoymaya çalıştı, fakat bunda bir türlü başarılı olamadı. Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye gitmek üzere yola çıkıp Kerbelâ'da şehid edilmesi Abdullah b. Abbâs'ı bir hayli üzdü ve üzüntüsünden gözlerini kaybetti. Nihayet 68/687 yılında Taif'te yetmiş yaşındayken vefat etti.



Abdullah İbn Abbas (r.a.) İslâm tarihinde siyâsî faaliyetlerinden çok, ilmî ve sağlam şahsiyeti ile tanınır. Asr-ı Saadette yaşının küçük olmasından dolayı Rasûlullah'ın evine ve özellikle teyzesi olan Hz. Meymune'nin hücresine rahatça girip çıkar, diğer ashabın bilmediği ve ilk anda öğrenme imkânı bulamadığı konuları öğrenirdi. Bunun için o naklettiği hadis, tefsir, ve fıkıh ilmine vukufu ile tanınır. Kur'ân, tefsir, fıkıh'ın yanı sıra Arap edebiyatı sahasında geniş bir bilgiye sahipti. Abdullah İbn Mes'ud, Onun için: "O, Kur'ân-ı Kerim'in tercümanıdır, müfessirlerin sultanıdır" demiştir. İlminin genişliğinden dolayı zamanında o, "Ümmetin âlimi, ilim deryası" gibi lâkaplarla anılırdı. Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği bir hadiste Hz. Peygamberin İbn Abbas'ın ilmini övdüğü ifade edilir.



Abdullah İbn Ömer (r.a.) kendisine sorulup da bilemediklerinin İbn Abbas'tan sorulmasını ve cevabın kendisine de bildirilmesini isterdi. Verdiği fetva ve cevaplarından dolayı onu daima takdir ederdi.



Abdullah İbn Abbas İslâmî anlayış ve edebinden dolayı yaşlı sahâbelerin bulunduğu toplantı yerlerinde onlar konuşup bir konuda fikir belirtmeden o asla konuşmaz ve söz almayı pek uygun görmezdi. Yaşının küçüklüğünü ileri sürüp yaşlı sahâbelerle bir arada bulunmasını güzel bir davranış olarak görmeyenlere karşı Hz. Ömer (r.a.) bir gün onu da çağırmış ve Nasr sûresinin tefsiri konusunda neler düşündüğünü sormuştu. Abdullah'ın yaşının küçüklüğünden dolayı bu gibi meclislere katılmasını uygun görmeyenlerin Nasr sûresinin tefsiri konusunda herhangi bir düşünceleri olmayınca Abdullah İbn Abbas bu sûrede Rasûlullah (s.a.s.)'ın ecelinin yaklaştığını işaret eden ifadelerin olduğunu söylemiş ve Hz. Ömer de onu tasdik etmişti. Ashab yanında yaşının küçüklüğünden dolayı İbn Abbas'ın konuşmaktan çekindiğini hisseden Hz. Ömer ona şöyle demişti: "Yaşının küçük oluşu konuşmana engel olmasın, haydi konuş dinleyelim." Böylece Abdullah İbn Abbas yaşlı ve ileri gelen sahâbelerle hep bir arada oturup kalkmış ve onlardan çok şey öğrenmişti.



Abdullah İbn Abbas (r.a.) kendisine sorulan sorular için önce Kur'an-ı Kerim'e bakar cevap bulamazsa Rasûlullah'tan bu konuda bir bilginin olup olmadığını araştırır, sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in içtihadlarına ve açıklamalarına bakıp onları esas alır, aksi halde kendi içtihadıyla meseleye çözüm getirirdi. İbn Abbas Hz. Peygamberden, sahâbeden gelen ve kendi içtihadıyla oluşan tefsir bilgilerini bir kitap haline getirmiş değildir. Bize kadar intikâl etmiş bulunan ve İbn Abbas'a ait olduğu söylenen "Tenviru'l-Mikbâs min Tefsîr İbn Abbas" isimli tefsirin ona ait olup olmadığı araştırılması gereken bir konudur. Abdullah İbn Abbas'ın tefsîr'e dair rivayetleri ilim adamlarımızdan Firûzâbâdî tarafından derlenip bir araya getirilmiş ve yukarıdaki isimle yayınlanmıştır .



İbn Abbas'ın son derece disiplinli ve muntazam çalışma sistemi vardı. İşlerini titizlikle belli bir plan dahilinde düzenlerdi. Bu planına önce kendi aynen uyardı. Haftanın belirli günlerinde geniş halk kitlesine dînî ilimlerle ilgili dersler, dînî ilimler dışında Arap dili, şiiri ve edebiyatı üzerinde etraflı konuşmalar yapardı.



Hz. Osman devrinde yaptığı ilmî çalışmaların yanında Afrika seferine, İslâm ordusu adına elçilik vazifesiyle katılmıştır. Afrika'daki Bizans genel valisi Georgios ve adamlarıyla ilmî tartışmalar yapmıştır. Georgios ve etrafındakiler O'nun akıl, zeka, fikir kuvvetini ve ilim kudretini görerek: "Bu insan Arapların en derin âlimidir." sonucuna varmışlardır.



Komutan, elçilik ve valilik gibi devletin üst düzey siyasi görevlerinin yanında ilminin üstünlüğü ve derinliğiyle Ashab-ı Kiram, Hz. Ömer ve Hz. Osman tarafından çok iltifat gördü. O bu iltifatlar karşısında daima tevazu gösterdi. Çok övüldüğü zamanlarda alçak gönüllülüğü elden bırakmaz ve: "Bana bu nimeti ihsan eden Allah'tır. Rasûlullah (s.a.s.) benim için dua ederek ilim ve hikmet niyazında bulunmuşlardır" diye konuşurdu.



İslâm tarihinde, Garibü'l-Kur'ân (Arap diliyle nazil olan Kur'ân-ı Kerim'deki Arapça olmayan, Araplarca duyulmamış, bilinmeyen, civar dillerden alınan kelimeler) hakkında açıklamalar, bunlar hakkında en sahih rivayetler İbn Abbâs'a dayanır. Müşkilü'l-Kur'ân (Kur'ân-ı Kerim'in derinliklerine inme, bulma, çözme ve güçlükleri giderme) konusunu da ilk ele alan yine İbn Abbâs'tır. Peygamber Efendimiz'den 1660 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Fıkıh ilminin temelini oluşturan kişilerdendir; ciltler dolduran fetvaları fıkıh ilminin en kuvvetli temellerindendir.



Mekke'de yetişen birçok fakîh onun vasıtasıyla yetişmiştir. Bu sebepten "Mekke Tefsir Mektebi"nin kurucusu İbn Abbas'tır denilir.



Tabiinden Ebû Sâlih (r.a.): "İbn Abbâs'ın ilim meclisi ile bütün Kureyş iftihar etse değer" dediği ve onun derslerinde tefsir, hadis, fıkıh, lisan, şiir, edebiyat, takrir gibi konularda herkesi doyuracak cevaplar verildiği kendinden sonra da kabul edilmektedir. Kendi zamanında ünü devlet sınırlarını aşmıştı.



İbn Abbâs'tan ilim öğrenen, Hadîs rivayet eden pekçok âlim yetişmiştir. Başta kendi oğulları, Muhammed İbn Abdullah, Ali İbn Abdullah, yeğeni Abdullah İbn Ubeydullah ve Abdullah İbn Ma'bed, Abdullah İbn Ömer, Şa'be İbn Hakem, Merved İbn Mahreme, Ebu't Tufeyl, Ebû İmâme İbn Sehl, Said İbn el-Müseyyeb vs. Kendisi de yüce peygamberimizden, Hz. Abbas'tan, annesi Lübâbe'den, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.)'den, Hazreti Abdurrahman İbn Avf'den, Hz. Muaz İbn Cebel'den, Hz. Ebû Zerr el-Gifârî'den bizzat işiterek hadis-i şerif rivayet etmiştir. Rivayetleri; Kütüb-ü Sitte'de yer almaktadır.



Abdullah İbn. Abbas'ın rivayet ettiği bazı hadis-i şerifler:



"Kur'ân-ı Kerim'e saygı göstermek, besmele okuyarak başlamakla olur, Kur'ân-ı Kerim'in anahtarı besmeledir."



"Öğretiniz, müjdeleyiniz, güçleştirmeyiniz."



"Allah'u Teâlâ'nın size verdiği sayısız nimetler için O'nu seviniz. Beni de Allah'u Teâlâ'yı sevdiğiniz için seviniz."



"Ümmetimden iki sınıf düzgün olursa bütün insanlar düzgün olur. Bunlar bozulursa insanlar da bozulur. Bu iki sınıf âmirler ve âlimlerdir."



"Kur'ân-ı Kerim'i kendi arzusuna (görüşüne) göre tefsir eden Cehennem'deki yerine hazırlansın."



"Tevbe ve istiğfara devam eden kimseye Allah'u Teâlâ her sıkıntıdan bir kurtuluş ve her darlıktan bir genişlik verir ve ummadığı yerden kendisini rızıklandırır."



"Sirkenin balı bozduğu gibi kötü ahlâk da ameli bozar."



"Kızdığın zaman sükût et."



"İşitmek görmek gibi değildir."



"Beş şeyden önce beş şeyi fırsat ve ganimet bil. İhtiyarlık gelmeden gençliği, hastalık gelmeden sıhhati, yokluk gelmeden zenginliği, meşguliyet gelmeden rahatı ve ölüm gelmeden hayatı ganimet bil."



"Bid'at sahibi bid'at işlemekten vazgeçmedikçe Allah'u Teâlâ onun hiçbir ibadetini kabul etmez."



"İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa üçüncüsünü ister. Karnını ancak bir avuç toprak doldurur. Allah'u Teâlâ tevbe edenlerin tevbesini kabul eder."



"Ölünün mezardaki hâli, imdat diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duayı gözler. Kendisine bir dua gelince dünyanın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allah'u Teâlâ, yaşayanların duaları sebebiyle, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyesi onlar için duâ ve istiğfar etmektir."



Abdullah İbn Abbâs (r.a.) buyurdular ki:



"Kur'ân okuyan kimse hata etse, "lahin" (telaffuzda yanlışlık) yapsa veya acemi olsa bile, melek o kıraati indirdiği gibi yazar."



"Çocuklarınızın ilk sözü "Lâ ilâhe illallah" olsun. Ölümlerinde de "Lâ ilâhe illallah"ı telkin edin. Böyle olursa bin senede yaşasa Allah ondan bir günah sormaz."



"Her binanın bir temeli vardır. İslâm binasının temeli de güzel ahlâktır."



"Gece ile gündüz birer binektir. Ahirete iletme vasıtası olarak bunlara bininiz (ömrünüzden istifade edin). Zinhar tevbeyi geciktirmekten sakının."



"Gizli sadaka Rabbin gazabını söndürür. Sıla-i rahim ömrü uzatır. Hayır yapan fena ölümden kurtulur. "Lâ ilâhe illallah " sözü doksandokuz belayı defeder ki en aşağısı tasa (gam) 'dır.



"Kişinin kardeşine söylediği güzel bir söz sadakadır. Keza kişinin bir hususta kardeşine yardımı sadakadır. İçirdiği bir içim su sadakadır. Yol üzerinde eza verecek bir şeyin giderilmesi de sadakadır."



"Güzel ahlâk hatâları eritir. Suyun buzu erittiği gibi."



"İçki bütün fuhuşları doğurur. Günahların en büyüğüdür."



"Bir kulun cildi, Allah'tan haşyeti dolayısıyla ürperir ve tüyleri diken diken olursa o kulun hataları kurumuş ağaç yapraklarının dökülmesi gibi, üzerinden dökülür."



"Siz Cennet bahçelerine rastladığınızda faydalanınız. Dediler ki: "Ya Rasûlullah Cennet bahçeleri nedir?" Buyurdu ki: "İlim meclisleridir."



"Sana hakkı getirenden hakkı kabul et. Küçük, büyük veya hoşuna gitmeyen birinden de olsa. Ve bâtılı da reddet, küçük, büyük veya hoşlandığın bir adamdan da olsa."



"Allah bir kulu sevdiğinde, mescide kayyum eder. Sevmezse hamama hizmetçi eder."



"Allah (c.c.) zekâtı, malınızın geri kalanının güzelleşmesi ve temizlenmesi için, farz kıldı. Mirası da sizden sonrakiler için."



"Bak sana haber vereyim; en iyi hazine saliha kadındır. Kocası yüzüne bakınca, içi açılır, bir şey emretti mi yerine getirir ve kocasının gıyabında onun ırzını ve malını korur."



"Sözün içinde, büyü hükmünde sözler vardır. Şiirlerin içinde de hikmet vardır."



"Duâ rahmetin anahtarıdır. Abdest namazın anahtarıdır. Namaz da Cennetin anahtarıdır."



"Allah (c.c.) imânı müsamaha ve hayâ içinde yarattı. Küfrü de hasislik ve amel içinde yarattı."



"Kendisi doyup da komşusu aç olan kimse mü'min değildir."



"Ulemâ ile oturmak ibadettir."



"Bir kimse ümmetime ya bir sünnet ifası veya bid'atın izalesi için bir hadis ulaştırırsa onun makamı Cennettir."



"Bir kimse kardeşinin yazısına izinsiz bakarsa sanki ateşe batmış olur."



"Her hadisi herkese söylemeyin, aklı alacak adama söyleyin."
 
Muaz ibni Cebel Çevrimdışı

Muaz ibni Cebel

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
ABDULLAH b. ABBAS

Bu Ümmetin Âlimi


İbn Abbas, biraz Abdullah b. Zübeyr’e benzer. Zira o da henüz çocuk yaştayken Resûlullah’a yetişmiş ve ona asırdaş olmuştur. Daha büluğa ermeden de Resûlullah vefat etmişti.
O da İbn Zübeyr gibi daha çocukluğunda Resûlullah’tan kişiliğinin hammaddesiyle, hayatının prensiplerini elde etmişti. Çünkü yetişmeleriyle bizzat Resûlullah ilgilenmiş, onlara katıksız hikmeti öğretmişti.
Abdullah b. Abbas, kuvvetli inancı, güzel ahlâkı ve engin ilmi sayesinde Resûlullah’ın çevresini kuşatan seçkin insanlar arasında oldukça yüksek bir mevki edinmişti.
* * *

Adı, Abdullah b. Abbas b. Abdülmuttalib b. Hâşim… Resûlullah’ın amcası Abbas’ın oğlu...
Lakabı, “Âlim” “Bu ümme’tin âlimi, en bilgini, en bilge kişisi”... Keskin zekası, berrak düşüncesi ve geniş bilgisi, ona bu lakabı, bu sevgiyi hazırlamıştı.
İbn Abbas hayatının yolunu, metodunu daha ilk günlerinde öğrenmişti. Ve bu bilgisini günbegün arttırmış, geliştirmişti. Çünkü o küçücük bir çocukken Resûlullah onu tutuyor, mübarek omuzlarına alıyor ve ona şöyle duada bulunuyordu.
Allah’ım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona tevili öğret!
Sonraları çeşitli vesilelerle Resûlullah, amcasının oğlu İbn Abbas için bu duayı defalarca tekrar etmiştir. İşte o zaman İbn Abbas, kendisinin ilim için, marifet için yaratıldığını anladı.
Aklî yeteneği ister istemez onu bu yola sevkediyordu. Resûlullah o henüz on üç yaşındayken dar-ı bekaya göçmüştü. Fakat kendini bildi bileli Resûlullah’ın bir gün bile sohbetini kaçırmamış, ondan hadis öğrenmediği hiçbir gün geçirmemişti.
Resûlullah ebedî âleme irtihal ettikten sonra ondan dinleyemediklerini, öğrenemediklerini, büyük sahâbeden içinde olağanüstü bir hırs ve çaba göstermişti.
Doyumsuz bir öğrenme aşkı vardı. Zihni daima soru işaretleri ile doluydu. Biri bir şey mi biliyor veya bir kimse bir hadis mi öğrenmiş, hemen koşar ve ondan onu öğrenirdi.
Aynı zamanda o, tenkitçi ve ayıklayıcı bir kafa yapısına sahipti. Duyduklarını, öğrendiklerini mutlaka tenkit süzgecinden geçirir, kaynağını iyice araştırırdı. Zihnini ve hafızasını, gelişi güzel bilgi yığınlarıyla dolduramazdı.
Bu özelliğini kendisi şöyle ifade eder:
“İmkânım olsa, tek bir meseleyi otuz sahâbîye sorar, araştırırdım.”
Onun ilme ve irfana olan aşırı düşkünlüğüne bir örnek olarak kendisi şu olayı anlatır:
“Resûlullah ebedî âleme göçtüğü gün ensârdan bir arkadaşıma dedim ki: “Haydi ashaba bazı sorular yönetelim. Zira bugün bir hayli kalabalıklar, bu fırsat bir daha ele geçmez.”
Arkadaşım bana şu cevabı verdi: “Sana hayret ediyorum doğrusu. Aralarında bu kadar sahâbî varken, insanların sana muhtaç olacaklarını mı sanıyorsun?”
Dolayısıyla bu teklifime katılmadı. Bunun üzerine ben, bazı meseleleri sormak için yalnız başıma gittim. Birisinde hadis olduğunu işittiğimde hemen koşar, kapısını çalardım. Gittiğim şahıs, çoğunlukla öğle uykusunda olurdu. Ben de üzerimden cübbemi çıkarır, başıma yastık yapar ve eşiğinin dibine uzanırdım. Sürekli esen rüzgar, üstümü başımı toza toprağa katardı. Derken uykusundan uyanır, dışarı çıkar, beni görür ve derdi ki: Ey Resûlullah’ın amcasının oğlu! Buraya kadar niye zahmet ettin, birisiyle haber salsaydın, ben gelirdim.” Ben de derdim ki: “Hayır, bu doğru değil. Sen ayağına gidilmeye daha layıksın.” Sonra ondan sorar ve öğrenirdim.”
İşte bu azimli genç böylece soruyor, soruyor, sormaya doymuyordu. Sonra aldığı cevapları dikkatlice gözden geçiriyor, cesurca tenkit ediyordu.
Bilgisi günden güne artıyor, anlama ve kavrama yeteneği hızla gelişiyordu. Bu yüzden daha bıyıkları terlememiş taze bir genç iken yaşlı ve olgun insanların ilmine, hilmine, anlayış ve vakarına sahip olmuştu. Öyle ki Mü’minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.) önemli devlet işlerinin görüldüğü “Şûra” meclislerinde onun da hazır bulunmasına özellikle dikkat ederdi. Hatta kendisine “İhtiyarların Genci” lakabını takmıştı.
Bir gün İbn Abbas’a soruyorlar: “Bu kadar ilmi nasıl öğrendin?” Şöyle cevap veriyor:
“Bıkmadan soran bir dil, durmadan işleyen bir akıl sayesinde... Evet, aralıksız soran bir dil, sürekli araştıran bir akıl, hudutsuz bir tevazu, uysal ve ağırbaşlı bir kişilik... Ve işte “Ümmetin Bilgesi” İbn Abbas...
Sa’d b. Ebû Vakkâs da onu şöyle tavsif ediyor:
“İbn Abbas’tan daha anlayışlı, daha akıllı, daha bilgili, daha ahlâklı hiçbir kimse görmedim.
Hz. Ömer, onu çağırır, zor konularda onunla istişare ederdi. Çevresinde ensâr ve muhacirden, Bedir savaşına katılmış onca seçkin sahâbî olmasına rağmen daha çocuk sayılan İbn Abbas, mecliste uzun uzun konuşurdu da Ömer onun sözünü asla kesmezdi...
Ubeydullah b. Utbe ise İbn Abbas’ı şöyle anlatır:
“Resûlullah’ın hadislerini, Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın verdiği hükümleri İbn Abbas’tan daha iyi bilen kimseyi görmedim.
Ondan daha ince, daha isabetli görüş ortaya koyanı bilmiyorum!
Arap dilini, Arap şiirini, Kur’ân ve tefsirini, matematik ve feraiz ilmini ondan daha iyi bilene rastlamadım.
Her gün ayrı bir ilim dalı öğreniyordu. Bir gün fıkıh, bir gün tevil, bir gün megazi, bir gün şiir, bir diğer gün Arapların önemli günleri, önemli olayları...
İlim için önüne kim oturursa hemen eğilir, kim bir soru sorsa mutlaka cevap alırdı. Böylesini hiç görmedim.”
* * *

İbn Abbas, bir ara Basra valiliği yapmıştı. Halktan biri Hz. Ali’ye onu şöyle anlattı:
“Kanaatimce şu özellikler onun kişiliğini özetler: Üç şeyi alır, üç şeyi terk ederdi:
Konuştuğu zaman herkesin gönlünü alırdı... Konuşanı güzelce dinler, sevgisini kazanırdı… Çeşitli seçeneklerden en kolayını tercih ederdi.
Bunlara karşılık, anlamsız tartışmalardan, kınanılacak davranışlardan ve özür dilemeyi gerektirecek her türlü hareketten titizlikle kaçınırdı.”
* * *

Engin ve çok yönlü kültürü, hayranlık veren geniş bilgisi ile o, bütün ilimlerde, Fıkıhta, Tefsirde, Tarihte, Arap Dili ve Edebiyatı’nda bir otorite, bir uzman ve bir üstad idi. Bu yüzden her araştırmacı için daima müracaat kaynağı olmuştur... İslâm ülkesinin dört bir yanından akın akın insanlar gelir, ondan hadis alırlar, ilminden, irfanından bir şeyler kapmak isterlerdi.
Dostlarından birisi onu şöyle anlatıyor:
“İbn Abbas’ın öyle meclisleri olurdu ki, bütün Kureyş halkı “orada ben de bulundum” diye övünmek istese, mutlaka bir gerçeklik payı vardı.
Bütün halk onun kapısına yığılır, izdihamdan hareket zorlaşırdı. Öyle ki, birisi gelmek veya gitmek istese, bunu başarmakta bir hayli güçlük çekerdi.
Bir gün huzuruna çıkmış ve kapısındaki izdihamı dile getirmiştim. “Bana müsade et, bir abdest alayım.” dedi. Abdest alıp, yerine oturdu. Sonra bana “Dışarı çıkıp sesleniver de Kur’ân ve tevili hakkında sorusu olanlar gelsin.” dedi. Çıktım ve onları içeri aldım. Kalabalıktan evde iğne atsak yer kalmamıştı. Soruları sordular ve tatminkâr cevaplarını hatta fazlasıyla aldılar...
Sonra onlardan rica etti: “Artık müsade edin de diğer kardeşleriniz gelsinler.” Çıktılar ve diğerlerine yer açtılar...
İbn Abbas bana döndü: “Dışarıdakilere haber ver de helal ve harama dair sorusu olan gelsin.” dedi.
Çıktım ve seslendim. Evin içi yine tıklım tıklımdı. Sordular, sordular... O da cevapladı, cevapladı…
Sonra: “Siz çıkın da başkaları gelsinler.” dedi.
Onlar çıkınca bana yine seslendi: “Seslen de feraiz hakkında sorusu olanlar gelsinler.”
Seslendim, içerisi yine tıklım tıklım doldu. Herkes sorusunu sordu, öğrenmek istediğini fazlasıyla öğrendi. Bu grup da çıkınca bana tekrar döndü: “Arapça ve şiir hakkında soru sormak isteyenler gelsinler.”dedi.
Ben onları da içeri aldım. Evi yine doldurmuşlardı. Hepsi de sorusunu sordu ve cevabını fazlasıyla aldı.”
İbn Abbas, kuvvetli zekası ve olağanüstü hafızası yanında son derece keskin ve işleyen bir zekaya sahipti.
Söz gelişi, birisiyle bir konuyu tartışırken, ileri sürdüğü mantıkî deliller, güneş ışığı kadar parlak ve açık olurdu. Meseleleri ele alışı ve delillendirişi karşısında hasımı hemen ikna olur, tartışmayı bırakırdı. Üstelik onun bu mantık gücüne, tartışma inceliğine de hayranlık duyar, gıpta ederdi.
Bu geniş ilmine, kesin deliline rağmen o, konuşma ve tartışmayı bir zeka gösterisi, kuru bir fikir mücadelesi olarak görmez, bunu bir övünç vesilesi yapmaz, hasmımı yendim diye gurura kapılmazdı. Aksine tartışmayı, sadece doğru ve isabetli görüşün ortaya çıkması için faydalı bir metod olarak görürdü.
Nitekim Hâricîler bile onun bu dengeli, isabetli mantığından etkilenmişlerdir. Şöyle ki:
Bir gün Ali, İbn Abbas’ı bir grup Hâricî’nin yanına göndermişti. Aralarında son derece güzel bir tartışma meydana geldi. Bu tartışmada ortaya koyduğu hadisler ve delillerle herkesi büyüledi.
Oldukça uzun sayılabilecek bu konuşmadan bir kesit aktarmakla yetinelim:
İbn Abbas, Hâricîlere şunu sordu:
“Hz. Ali’nin neyini beğenmiyorsunuz?” Şöyle cevap verdiler:
“Ali’yi üç yönden tenkit ediyoruz:
Birincisi: O Allah’ın dininde hakem tayin etmiştir. Oysa hüküm tamamen Allah’a aittir.
İkincisi: Bilindiği gibi o, birileriyle savaşıyor. Fakat savaştığı kimselerden ne esir, ne de ganimet almıyor. Şayet bunlar kâfir iseler, mallarının helal olması gerekir, yok eğer mü’min iseler, bu takdirde zaten kanları da haramdır.
Üçüncüsü: Hakem olayında düşman tarafın isteği üzerine, kendisinden “Mü’minlerin emiri” sıfatını kaldırmıştır. Mü’minlerin emiri değilse, kâfirlerin emiri demektir.
İbn Abbas, bu görüşleri teker teker çürütmeye başladı:
“Birinci iddianızı ele alalım. Bence Allah’ın dininde insanları hakem kılmanın hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü Allah bir âyette şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! İhramda iken avı öldürmeyin. Sizden bile bile onu öldürene, sizden iki adil kimsenin kararıyla, öldürdüğü hayvanın misli olduğuna hükmedilen bir hayvanı kurban kesmesi gerekir.” (Mâide, 95)
Şimdi Allah aşkına söyleyin bana, hakemlik insanların kanının akıtılması hakkında mı daha önemli, yoksa üç kuruşluk bir tavşan hakkında mı?
Bu keskin ve büyüleyici mantık karşısında adamlar afalladılar.
Ümmetin bilgini sözüne devam etti.
“Diyorsunuz ki, Ali savaşıyor; ama ne esir ne de ganimet almıyor. Soruyorum size, Allah için cevap verin: Hangi biriniz Resûlullah’ın pak zevcesi, Mü’minlerin annesi Aişe’yi esir almak ister, hanginiz onun malını ganimet edinir?”
Bu sefer adamların yüzleri mahcubiyetten sapsarı oldu. Yüzlerindeki utanç ifadelerini gizlemek için ellerini siper yaptılar. Bu arada İbn Abbas üçüncü meseleye geçmişti.
“Üçüncü meseleye gelince; Ali’nin, hakemlik sona erinceye kadar “Mü’minlerin emiri” sıfatını kendisinden atmaya razı olduğu gerçekten doğru. Şu var ki, bence bu davranışı dahi dine muhalif değildir. İsterseniz Hudeybiye günü Resûlullah’ın uygulamasına bir bakalım. O gün Resûlullah müşriklerle anlaşma yapmıştı. Ve bu anlaşma yazıya geçiriliyordu. Resûlullah anlaşmayı yazacak katibe: “Bu Allah’ın Resûlü Muhammed tarafından akdedilen anlaşmadır” şeklinde yaz deyince, Kureyş heyeti hemen itiraz etmiş ve “Senin Allah’ın Resûlü olduğunu kabul etseydik, zaten Beytullah’a girmene engel olmaz ve sana savaş açmazdık.” demişlerdi. Öyle değil de “Bu Abdullah’ın oğlu Muhammed’in akdettiği anlaşmadır” şeklinde yazılmasını istemişlerdi. Bunun üzerine “Siz kabul etmeseniz de ben Allah’ın Resûlü’yüm” diye cevap veren Resûlullah, katibe dönüp, “İstediklerini yap, bu “Abdullah’ın oğlu Muhammed’in akdettiği anlaşmadır” şeklinde yaz.” dedi.
İbn Abbas ile Hâricîler arasındaki tartışma bu minvâl üzere sürüp gitmişti. Tartışma sona erdiğinde tam yirmi bin Hâricî kalkmış, ikna olduklarını ilan etmişti. Tabi ki Hz. Ali’ye düşmanlık beslemekten vazgeçtiklerini de…
* * *

İbn Abbas, yalnızca bu büyük ilim servetine sahip değildi. Aynı zamanda bir başka büyük serveti de vardı: İlim ahlâkı, âlim ahlâkı...
Cömertlikte en öndeydi, semboldü…
Akıtırdı insanlara nesi varsa. Tıpkı ilmini akıttığı gibi...
Akranları anlatıyor:
“Biz, İbn Abbas’ın evinden daha çok yiyeceği, daha çok içeceği, daha çok meyvesi ve daha çok ilmi olan bir başka ev görmedik!”
Gönlü tertemizdi, nezihti; kimseye kin tutmaz, düşmanlık beslemez-di.
Tanısın tanımasın, her gördüğüne hayır dilerdi. Bu onun için doyumsuz bir hazdı. Bu fazilet timsali insan, kendisini şöyle anlatıyor:
“Zaman zaman bazı Kur’ân âyetlerine rastlıyorum ve kendi kendime, keşke bütün insanlar bu âyeti benim bildiğim gibi bilseler, keşke benim gibi anlayabilseler diyordum.
Aynı şekilde, bir müslümanın bahçesine bereketli bir yağmur yağdığını işitsem, içim sevinçle dolardı. Oysa o bahçede benim otlayacak bir hayvanım bile yoktu.
Bir hakim duysam ki, müslüman, adaletle ve doğrulukla hükmediyor; sevinçten uçardım ve ona dua ederdim. Benim davama bakmasa bile…”
Allah’a bolca ibadet ve çokça tövbe ederdi. Bir an bile Allah’a itaattan ayrılmazdı. Geceler boyu namaz kılar, gündüzleri hep oruçla geçirirdi. Namaz kılarken, Kur’ân okurken gözlerinden yaşlar boşanır, yanaklan ıslak ıslak olurdu.
Yasak ve tehdit ifade eden ve ölümü hatırlatan âyetleri okudukça boğuk boğuk ağlar, titremeye başlardı.
* * *

Bütün bu meziyetlerle beraber aynı zamanda o son derece cesurdu, güvenilirdi, sağlam görüşlüydü. Nitekim Hz. Ali ile Muaviye arasındaki sürtüşmede ileri sürdüğü görüşler, onun zekasını ve anlayışını, pratik çözüm yeteneğini açıkça ortaya koymaktadır.
O daima barışı savaşa, yumuşaklığı şiddete, mantıklı davranışı zor kullanmaya tercih etmiştir.
Nitekim Hz. Hüseyin, Yezid ve Ziyad ile savaşmak üzere Irak’a gitmeye karar verdiğinde onu bu niyetinden vazgeçirmek için az uğraşmamış, az dil dökmemişti. Daha sonra Hüseyin’in şehâdet haberi ona ulaşınca öyle sarsılmıştı ki, üzüntüsünden evine kapanmış ve dışarı çıkmaz olmuştu.
Bunun gibi, iki müslüman arasında çıkan bütün anlaşmazlıklarda da onu daima barış, anlaşma ve yumuşaklık sancağını taşırken görürdünüz.
Şunu da belirtmeliyiz ki, İbn Abbas’ın Muaviye’ye karşı Hz. Ali’nin safında savaştığı doğrudur. Ne var ki, bunu biraz da mecbûren yapmıştı. Çünkü bu savaş başlangıçta, dinin ve müslümanların birlik ve bütünlüğünü tehdit eden korkunç bir bölünme, parçalanma hareketini sonlandırmaya yönelikti.
* * *

İşte böyle…
İbn Abbas, bütün dünyası ilim ve hikmetle dopdolu olarak yaşamış, güzel kokusu, ince takvası, cümle âleme yayılmıştır.
Ve nihayet saat gelmiş, yetmiş birinci senesindeyken Yüce Rabbine kavuşma davetiyesi çıkmıştır.
O gün Taif şehri büyük bir kalabalık gördü. Müthiş bir topluluk… Bu cemaat bir mü’min için toplanmıştı… Cennete uçan bir mü’min için...
Mübarek naaşı kabrine, ebedî karargahına konulurken, ufuklar sanki şu gerçek vaadin ilâhî sadası ile inliyordu:
Ey huzur içinde olan nefis...
Sen Rabbinden razı, Rabbin de senden razı olarak O’na dön.
Salih kullarımın içine karış...
Cennetime gir…!” (Fecr, 27-30)


 
Üst Ana Sayfa Alt