Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Abdullah Bin Zubeyr (r.anh)

E Çevrimdışı

Ebu Bekir

Üye
İslam-TR Üyesi
Hicret'ten sonra, 622 milâdî yılında, Medine yakınındaki Kûba'da doğdu. Babası Zübeyr b. Avvâm, Cennetle müjdelenen on kişiden (Aşere-i Mübeşşere*) biridir. Annesi, Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ'dır. Teyzesi, Mü'minlerin annesi Hz. Âîşe'dir. Babası tarafından babaannesi Safiyye, Rasûlullah'ın halasıdır.



Medine'de muhâcirlerden ilk doğan çocuk Abdullah b. Zübeyr'dir. Bu doğuma muhâcirler bir hayli sevinmişti. Çünkü Medine Yahûdileri "Muhâcirlere sihir yaptık, çocukları olmayacak" diye ortaya fesat saçıyorlardı. Abdullah doğunca Yahûdilerin yalanı ortaya çıktı. Doğumu Rasûlullah Efendimiz haber aldı. Dua edip, adını Abdullah, künyesini Ebû Bekir koydular. Ayrıca Ebû Hubeyb diye diğer bir künye ile de tanınır.Yedi yaşında iken babası tarafından Peygamber Efendimize getirilerek O'na bey'at etme şerefine kavuştu. Hz. Ebû Bekir devrinde çocukluğunu atlattıktan sonra Hz. Ömer devrinde henüz oniki yaşlarında iken babası ile Yermük Savaşı'na gitti. Muharebe yerinde babası O'nu sahâbeden birine emânet ederek savaşa katıldı. Abdullah b. Zübeyr de, babasını at üzerinde savaşırken seyretti. Dört yıl sonra da (M. 639) babası ile birlikte Amr İbn el-Âs kumandanlığında Mısır fethine katıldı. M. 649 senesinde Afrika'da Abdullah b. Sa'd ile Tunus fethine gitti. Bu savaşta üstün Bizans kuvvetleri karşısında kahramanca savaşıp Roma bölge valisi Gregor'u öldürerek zaferin kazanılmasında büyük rol oynadı.



Otuz yaşında, Saîd İbn el-Âs kumandasındaki orduyla Horasan seferinde bulundu. Aynı yıl içinde Hz. Osman tarafından Kur'ân-ı Kerim'in çoğaltılması için toplanan ilmî heyete katıldı. Hz. Osman şehid edildiği gün, âsilere karşı gayretle müdâfaa edenlerden idi.



Abdullah b. Zübeyr, Hz. Muâviye'nin vefatından (M.680) sonra yerine geçen oğlu Yezid'e bey'at etmedi. Hz. Hüseyin ile birlikte Mekke'ye geldi. Bu arada Yezid tarafını tutan baba bir kardeşi Amr b. Zübeyr'in kumanda ettiği bir ordu Mekke'ye hücum etti. Abdullah bu orduyu mağlup etti. Ordu kumandanlarının çoğunu esir aldı. Yezid'le rekâbetten çekindiği için Hz. Hüseyin'e, Kûfe'ye gitmesini tavsiye etti. Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid olduğunu işitince Yezid'in adamlarını Hicaz'dan çıkararak hilâfetini ilân etti. Mekke ve Medine, Hicaz halkı kendisine bey'at etti.İki yıl sonra Yezid'in adamları Medine-i Münevvere'yi ele geçirdiler ve Mekke'yi muhasara ettilerse de tam bu sırada Yezid'in ölümüyle taraftarları Şam'a döndüler.



Mısır ve Şam dışında İslâm devletinin diğer bölgeleri olan Hicaz, Yemen, İran, Irak ve Horasan halkı Abdullah b. Zübeyr'e bey'at etti. Hz. Abdullah dokuz yıl Mekke'de halifelik makamında bulundu. Hilâfeti zamanında Emeviler ateşe verilen Kâ'be-i Muazzama'yı yeniden yaptırdı. Hacerü'l-Esved'in kırılan parçalarını toplatıp bir gümüş çerçeve içerisine yerleştirerek Kâ'be'nin içine aldırttı.



Daha sonra Emevî hükümdarı Abdülmelik b. Mervan, Kâ'be'nin bir duvarını yıktırarak yeniden yaptırdığı ve Hacerü'l-Esved'i eski yerine koyduğu için bugünkü Kâ'be'nin üç duvarı Abdullah b. Zübeyr'in, bir duvarı da Abdülmelik b. Mervan'ın yapısıdır.Mîlâdî 684'te Abdülmelik b. Mervan Emevîlerin başına geçince Abdullah'ın kardeşini Irak'ta öldürttü. Haccac kumandasında bir orduyu Mekke'ye gönderdi ve Mekke'yi kuşatıp tahrib etti. Muhasara altı aydan fazla sürdü. Abdullah'ın yiğitçe müdâfaasına rağmen iki oğlu ve yakınları Haccac'a teslim oldular. Abdullah'ın taraftarları dağıldı. Uzun muhâsaranın sonlarında tavsiye ve duasını almak için annesini ziyarete gelen Abdullah'a annesi: "Savaşa devam et, ya şehid olursun, ya zafer kazanırsın. Ben de acın olursa sabreder, zaferin olursa sevinirim" diye dua etti. Bir gün sonra İbn Zübeyr "Makam" denilen yerde iki rekat namaz kıldıktan sonra yeniden harbe girdi. Mancınıktan atılan bir taşla yaralandı. Kanlar içinde kıvranırken Abdülmelik İbn Mervan'ın adamları üzerine atılarak onu şehid ettiler.



Şehid olduğunda yetmişüç yaşındaydı.Abdullah b. Zübeyr, Ashâb-ı Kiram'ın tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerinden ve "Abâdile" dendir. Küçük yaşından beri Peygamber efendimizin dualarıyla yetişen ve Cennet'le müjdelenen babasının yanında cihada katılan Abdullah b. Zübeyr, kahramanlık ve cesaretiyle birlikte çok ibâdet ederdi. Gündüzlerini oruçla, gecelerini ibâdetle geçirirdi. Namazda o kadar çok vecd ile huzura dalardı ki 'kıyam'da uzun müddet kalır, secdeye dalıp giderdi.



Babası Zübeyr b. Avvam, onun hakkında: "İnsanların arasında Ebû Bekir es-Sıddîk'a en çok benzeyendir." demişti. O, sağlam karakterli, dürüst, cesaretli, engin iman sahibi biri idi. Her girdiği muharebede cihad inancıyla kahramanlık gösterip başarıya ve zafere ulaşmıştır.



Peygamber efendimiz, Habeşistan hükümdarı Necâşi'nin kendisine hediye ettiği 'harbe'yi (kısa mızrak) her zaman komutan âsâsı gibi yanında taşır, namaz kılarken sütre olarak önüne koyardı. Dört halife de bu 'harbe'yi yanlarında taşıdılar. Daha sonra bu harbe Hz. Peygamber'in emaneti olarak Abdullah b. Zübeyr'in eline geçti ve şehid oluncaya kadar onu yanından ayırmadı.



Hz. Osman zamanında Kur'ân-ı Kerim'in tanzim ve çoğaltılması için kurulan heyette gayretle ve başarıyla çalışmıştır. Abdullah b. Zübeyr hilâfeti zamanında, Mekke-i Mükerreme'de, İslâmî devrin; bir yüzünde "Allah, vefâkâr ve adâletli olmayı emretti", diğer yüzünde "Muhammedü'r Rasûlullah" yazılı yuvarlak ve gümüş bir para bastırdı.Abdullah b. Zübeyr, Peygamber efendimizden doğrudan doğruya hadis rivâyet etmiştir. Ayrıca babasından, dört halifeden, Âişe'den, Süfyan b. Ebû Züheyr es-Sakafit'den hadis nakletmiştir.



Kendisinden de kardeşi Urve, Ebû Ziban, Atâ, Tâvus, Amr b. Dinar ve birçok değerli İslâm âlimleri hadis rivâyet etmişlerdir. Onun tarafından rivâyet olunan ve "Sahihayn" diye anılan Buhârî ve Müslim'de otuzüç hadis-i şerif mevcuttur. Ayrıca, bu otuzüç hadis tümüyle Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde mevcuttur
 
A Çevrimdışı

Abdullah Yusuf

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
ABDULLAH b. ZÜBEYR


Ne Güzel insan, Ne Yüce Şehid
Daha doğmadan, daha annesinin karnındayken mübarek bir çocuktu. Annesi büyük hicrette Mekke’den ayrılıp, karnı burnunda bir hamile olarak, kızgın çölleri aşmış ve Medine’ye varmıştı.

İşte Allah Teâlâ daha dünyaya gelmeden Abdullah’a hicreti nasip etmişti.

Annesi Esmâ, Medine’ye oldukça yakın mesafedeki Kubâ mevkiine ulaşmıştı ki, doğum sancıları başladı. Resûlullah’ın hicret eden ashabı Medine’ye varırken, bu muhacir çocuk da anne karnından yeryüzüne iniyordu.

Hicretin bu ilk çocuğunu hemen Medine’ye götürüp Resûlullah’ın mübarek kucağına verdiler. Rahmet Peygamber’i onu öptü ve bir hurmayı güzelce çiğneyip, onunla çocuğun ağzını tatlandırdı. İşte Abdullah’ın vücuduna giren ilk dünya nimeti Resûlullah’ın bu mübarek tükrüğü olmuştu.

Medine halkı İbn Zübeyr’in doğumu münasebetiyle bir meydanda toplandılar. Onu beşiğine koyup, sonra da Medine sokaklarında dolaşmaya ve tezahürat yapmaya başladılar. Tekbirlerle, tahlillerle yeri göğü inlettiler.

Zira, Abdullah’ın doğumu onları sevince boğmuştu. Çünkü bu olay, yahudilerin heveslerini kursaklarında bırakmıştı. Nitekim Resûlullah ve muhacirler Medine’ye yerleşince yahudiler kinleri alevlenmiş, müslüman-lara karşı soğuk savaş başlatmışlardı. Bunun için kamuoyuna şu yalanı yaymaya çalışıyorlardı: Güya yahudi kâhinleri müslümanlara büyü yapmışlar, onları kısırlaştırmışlardı. Artık Medine şehri hiçbir müslüman çocuğu görmeyecekti.

İşte Abdullah’ın gayb âleminden dünyaya gelişi, yahudilerin yalan ve iftirasını boşa çıkarıyor, hilelerini iptal ediyordu.

Hiç şüphesiz Abdullah, Resûlullah hayattayken, henüz olgunluk yaşına ulaşmış değildi. Fakat o, hem devrin atmosferinden, hem de bizzat Resûlullah’ın kendisinden, kişiliğinin hammaddesini ve hayatına yön verecek temel prensiplerini elde etmişti.

Büyüdü ve olgunlaştı. Fevkalade canlı, dinamik ve müthiş güçlü oldu.

Gençliğini tertemiz yaşadı. Her anını iffetle, ibadetle ve kahramanlıkla geçirdi.

Günler geçiyor, her şey değişiyordu. Ama onun ne ahlâkı, ne de ideali hiç değişmiyordu. Yolunu ve gayesini çok iyi bilen, sağlam imanlı, kesin kararlı bir şahsiyetti… Rotasında sapma yoktu…

* * *

Henüz yirmi yedi yaşını doldurmadığı hâlde Afrika’nın, Endülüs’ün fethine ve İstanbul seferine katılmış, oralarda kahramanlık destanları yazmıştı.

Mesela, Kuzey Afrika’nın fethinde, yirmi bin müslüman askeri, tam yüz yirmi bin askerden oluşan düşman ordusuyla karşı karşıyaydı..

Kıran kırana bir savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu... Müslümanlar vahim bir tehlike çemberindeydiler.

Vaziyet bu hâldeyken Abdullah b. Zübeyr, düşman kuvvetlerini dikkatlice şöyle bir taradı. Ve onların üstünlüklerinin gerçek kaynağını keşfetti. Bu güç kaynağı, orduyu sevk ve idare eden Berberî Sultanı’ndan başkası değildi.. Bağıran, çağıran, sağa sola komutlar veren ve şaşırtıcı bir üslupla askerlerini savaşa, ölüme teşvik eden komutan...

Abdullah durumu anladı ve kendi kendine “bu kanlı savaşı ancak tek bir şey durdurabilir, o da bu azgın kumandanı öldürmek” diye söylendi.

Fakat bu iş o kadar kolay değildi. Zira önünde, dalgalanan, köpüren ve kasırga gibi savaşan bir deniz vardı.

İbn Zübeyr’in cesaret ve atılganlığı şu anda imkansız gibi görünen bir işin muhasebesini yapacak durumda değildir.

Derhal harekete geçer. Yakınında bulunan birkaç arkadaşına seslenir:

“Beni koruyun ve peşimden hemen saldırın.!”

Göğüs göğüse vuruşarak, kıran kırana savaşarak, geçit vermez safları bir ok gibi yararak düşman kumandanına ulaşır. Rüzgar gibi atılır üzerine. Oracıkta işini bitirir. Sonra yardımına gelen arkadaşlarıyla beraber Sultan’ın muhafızlarına yönelirler ve onların da hakkından gelirler. Bu arada gür sesleri yeri göğü inletmektedir: “Allahu Ekber..! Allahu Ekber..!”

Mücahidler bakarlar ki, kendi sancakları orada, düşman kumandanının karargahında dalgalanıyor. Evet, bu bir zafer, onların zaferi... Moralleri düzeliyor, azimleri bileniyor. Sırt sırta veriyorlar, omuz omuza oluyorlar. Dişlerini tırnaklarına takıyorlar ve zafer meşalesini İslâm için yakıyorlar...

Savaş müslümanların, zaferiyle sona erdikten sonra İslâm ordusunun kumandanı Abdullah b. Ebû Serh, İbn Zübeyr’in savaşta yaptığı büyük kahramanlığı öğreniyor ve onu zafer müjdecisi olarak Medine’ye Halife Hz. Osman’a gönderiyor. Böylece onu mükâfatlandırmış oluyor...

* * *

Evet, İbn Zübeyr savaş meydanlarında işte böyleydi. Fakat savaştaki bu üstün ve eşsiz kahramanlığı, ibadetteki kahramanlığı yanında yine de cılız ve sönük kalıyordu.

Bu kadar güçlü, bu kadar yetenekli bir insanın büyüklenmesi, gurura kapılması anormal bir durum olmazdı aslında. Ya da bütün ilgi ve dikkatimiz onun bu meziyetlerine yönelebilir, böylece onun dindarlığı, ibadete düşkünlüğü gözümüzden kaçabilir, gölgede kalabilirdi...

Hayır, hayır… Onun ne şanı, ne şöhreti, ne gençliği, ne kuvveti, ne malı, ne de makamı… hiçbir şey ama hiçbir şey Allah ile arasına girememiştir. Hiçbirşey orucuna, hiçbir şey namazına, hiçbir şey zikrine mani olamamıştır. Hiçbir şey..!

Bir gün Ömer b. Abdülaziz, Ebû Müleyke’nin oğlundan rica eder:

“Bana biraz İbn Zübeyr’i anlatsana…”

O da anlatır:

“Yemin ederim ki, ben böyle fevkalade bir insan daha görmedim.

Namaza başladığında sanki maddî ve dünyevî her şey ondan ayrılırdı.

Rükû ederken, secde ederken, sırtına, omuzlarına serçeler konardı da duymazdı bile. Rükû ederken, secde ederken onu cansız bir duvar sanırdın ya da bir kenara atılmış bir elbise. Bu esnada öylesine ilgisiz, öylesine duyarsızdı dış dünyaya...

Bir keresinde namaz kılarken bir mancınık kurşunu tam çenesinin dibinden geçmişti de kılı bile kıpırdamamıştı. Ne kıraatını kesmiş, ne de hızlandırmıştı. Duymamıştı sanki...”

Onu anlatan gerçek rivayetler, haberler, kıssalar âdeta birer efsane gibidir.

Namazında da, orucunda da, haccında da, himmetinin yüceliğinde de biricikti o, eşsizdi...

Büyük bir mücahiddi, müthiş bir kahramandı. Hem nefsine, hem düşmanlarına karşı... Güçlü, kesin ve mükemmel bir imanı vardı. Zerre zerre bütün benliğini Allah korkusu sarmıştı... Emsalsizdi, bir taneydi.

İbn Abbas’a: “İbn Zübeyr’i nasıl bilirsin?” dediler. Aralarındaki anlaşmazlığa rağmen şöyle cevap verdi:

“Allah’ın kitabını çokça okuyan, Resûlullah’ın sünnetine tastamam bağlı kalan, ibadet yoluna canını koyan, yaz kış, soğuk sıcak demeden oruçlu olan bir kimse idi. Resûlullah’ın en yakın dostlarından birinin oğlu idi. Annesi Esmâ, es-Sıddîk’ın kızı idi. Halası Aişe, Resûlullah’ın zevcesi, mü’minlerin annesi idi. Onun faziletini onun hakkını ancak Allah’ın kör ettiği gözler inkar edebilir!..”

* * *

Onun kuvvetli ahlâkı, sağlam karakteri, ulu dağları gölgede bırakırdı. Açıktı, içtendi, şerefliydi, güçlüydü, fevkalade yetenekliydi. Ömrünü doğruluk, dürüstlük ve gerçeklik uğruna adamıştı. Eğrilik büğrülük bilmezdi. Hep dobra dobraydı...

Emevîlerle olan anlaşmazlığı ve mücadeleleri sırasında İbn Zübeyr’in başını çektiği ayaklanmayı bastırmak üzere Emevî halifesi Yezid’in Mekke’ye sevk ettiği kuvvetlerin komutanı Husayn b. Nemîr onun ziyaretine gelmişti.

Bu ziyaret, Yezid’in ölüm haberinin Mekke’ye ulaştığı bir zamana tesadüf etmişti.

Husayn ona kendisiyle Şam’a gelmesini ve İbn Zübeyr adına biat almasını teklif etti. Bu konuda sahip olduğu büyük ve etkili nüfûzunu da onun hizmetine sunacağına dair söz verdi.

Fakat Abdullah bir daha ele geçmeyecek fırsatı elinin tersiyle geri çevirdi. Zira o, kesin olarak şu kanaate varmıştı:

Emevî hanedanının habis arzularına hizmet için Resûlullah’ın mübarek şehrine savaş açıp, zalimce ve çirkince cinayetler işleyen Şam ordusundan yaptıklarının hesabı sorulmalı, cezaları verilmeliydi.

Onun bu katı tutumunu yadırgayabilir, hatta eleştirebiliriz. Keşke barışı ve hoşgörüyü benimseseydi de bu nadir fırsatı değerlendirseydi diyebiliriz. Ama yine de bir insanın kesin inandığı bir davadan hiç taviz vermemesi, yalancılık ve aldatmaya karşı bu denli amansız olması, saygı ve hayranlığa değer...

Zalim Haccac, ordusuyla Mekke’yi kuşatmış ve İbn Zübeyr taraftarlarına karşı hücum emri vermişti. Çetin ve acımasız bir kuşatma aldındaydılar. İbn Zübeyr’in ordusunda keskin nişancı ve yetenekli savaşçılardan oluşan Habeşli bir tabur vardı.

Bir ara Abdullah, onların Hz. Osman hakkında atıp tuttuklarını, ileri geri laf ettiklerini işitti. Derhal müdahale etti: “Allah’a yemin ederim ki, Osman’a kin besleyen birinin, düşmanıma karşı bana yardım etmesini kesinlikle istemem!...”

Sonra onlardan yüz çevirerek kendilerini gönderdi. O sıkıntılı, o meşakkatli anlarda... Yardıma bu denli muhtaçken…

Evet, kendisiyle tutarlı, inanç ve prensiplerine sımsıkı bağlı bir insan için, dininden ve kişiliğinden emin olmadığı iki yüz keskin nişancıyı kaybetmenin hiç önemi yoktu. İsterse bu, savaşın tam ortasında, son derece kritik bir anda olsun. Oysa ki böyle durumlarda çoğunlukla insan güçlü ve yetenekli savaşçıların hiç olmazsa bir süre kendi safında kalmasını ister, bunun için de birçok şeye göz yumar. Ama Abdullah’ın seçkin kişiliği bu iki yüzlülüğü kaldıramazdı.

* * *

Muaviye ve oğlu Yezid karşısında sergilediği cesaret ve metaneti de gerçekten olağanüstü bir kahramanlıktı.

Ona göre; Yezid, müslümanlara halife olabilecek belki de en son kişiydi. Tabi ona da layıksa...

Abdullah haklıydı. Çünkü Yezid’in tutulacak bir tarafı yoktu. Hiçbir fazileti yoktu ki, bu faziletleri suçlarını ve günahlarını örtsün. Tarih buna şahittir.

İbn Zübeyr, ona nasıl biat etsin..?

Muaviye hayattayken, ona itirazı nasıl sert ve acımasız olduysa, oğlu Yezid’e karşı da aynı tavrı, aynı üslupla tekrarladı.

Nitekim Yezid halife olunca, İbn Zübeyr’e temsilcisini göndermiş, tehditler savurarak ondan kendisine biat almak istemişti.

İbn Zübeyir’in bu temsilciye cevabı şöyle oldu:

“Şunu iyice kafana yerleştir ki, ben bir alkoliğe asla biat etmem!...”

Sora şu beyti okudu:



Hayatım boyunca peşinden koştuğum hakikatten

Başka hiçbirşey karşısında yumuşak olamam

Her şeyi çiğneyip ezen azı dişine karşı

Taş parçasının yumuşak olmadığı gibi

* * *

İbn Zübeyr, Mü’minlerin emiri olmuş ve Mekke-i Mükerreme’yi başkent edinmişti. Hicaz, Yemen, Basra, Kûfe, Horasan ve Dımaşk hariç Suriye’nin tamamı biat ederek onun hakimiyetine girmişti.

Fakat Emevîler onun emirliğini tanımadılar. Onları hiç rahat bırakmadılar. Onlara karşı sayısız savaş açtılar. Ama bunların çoğunluğunda hezimete ve yenilgiye uğradılar.

Sonunda Abdulmelik b. Mervan, Emevî halifesi oldu. Ve insanoğlunun en sapık, en azgın ve en acımasızını Abdullah’ın üzerine gönderdi.

Bu Şahıs Haccac es-Sakafî’den başkası değildi. Onun için Adil İmam Ömer b. Abdülaziz şu nitemeyi yapar:

“Ümmetin günahını terazinin bir kefesine, Haccac’ın günahını da diğer kefesine koysalar, muhakkak Haccac’ın tarafı daha ağır basar.!

* * *

Zalim Haccac, ordusunun ve paralı askerlerinin başında Mekke’ye, İbn Zübeyr’in başkentine gitti. Amacı burasını almak ve halkına zorla boyun eğdirmekti. Mekke’yi kuşattı ve yaklaşık altı ay kuşatma altında tuttu. Şehre giriş ve çıkışları kontrol etti. Halkın ihtiyacı olup, su ve erzak girişine engel oluyordu. Maksadı açıktı: Halkı zorda bırakacak, onlar da çaresiz kalıp Abdullah’ı tek başına, ordusuz ve yardımcısız bırakacaktı.

Nitekim istediği gibi de oldu. Açlık ve susuzluğun öldürücü baskısı, çoğu kimselere havlu attırmıştı. Hemen hemen hepsi teslim olmuş, Abdullah’ı yalnız bırakmışlardı. Aslında canını kurtarmak için hâlâ fırsatı vardı. Ama o, yüklendiği sorumluluğu sonuna kadar götürmeye kararlıydı. Olağanüstü bir cesaretle tek başına savaşmaya başladı. Halbuki o sırada yetmiş yaşını aşkındı..!

Onun bu acıklı hâlini, yalnızlığını ve çaresizliğini, o kritik anlarda annesiyle aralarındada geçen şu konuşma çok güzel anlatmaktadır:

Çevresindekiler kendisini terk edince annesine gitti... Şerefli, iffetli, temiz annesine... Ebû Bekir’in kızı Esmâ’ya... Durumunu arz etti. Bütün nezaketi ve vehametiyle... Tabii ki, kendisini bekleyen kaçınılmaz sonu da söyledi...

Esmâ ona şunu söyledi:

“Ey oğlum! Kendini en iyi sen tanırsın. Gerçekten hak üzere olduğuna ve hakka çağırdığına inanıyorsan, hak uğrunda ölünceye kadar sebat et. Hatta Ümeyye oğullarının çömezlerinin buyruğuna girmektense, ölümü tercih et, daha iyi...

Ama eğer maksadın dünyalık ise, vay hâline! Bu durumda ne kötü, ne aşağılık birisi olduğunu sen takdir et. Zira hem kendini, hem de kendi safında çarpışanları mahvediyorsun demektir!”

Abdullah annesine şöyle karşılık verdi:

“Canım anneciğim! Şundan kesinlikle emin olabilirsin ki, ben bu dava için meydana çıkarken hiçbir zaman dünyalık düşünmedim, en küçük bir menfaat düşlemedim!

Ben Allah’ın hükmünden zerrece ayrılmadım. Kimseye asla zulmetmedim, ihanet etmedim!”

Bu sözler annesinin yüreğine su serpmişti. Esmâ dedi ki:

“Şayet benden önce rahmet-i Rahman’a kavuşursan, Allah’tan bana sabır ihsan eylemesini diliyorum! Ben senden önce gidersem, şimdiden şöyle dua ediyorum:

“Allah’ım! Oğluma rahmet et! Allah’ım! Gece boyu uzun uzun kıyamı hürmetine, hararetli günlerde çektiği susuzluk hürmetine, anne babasına iyiliği, saygısı hürmetine ona acı, merhamet et Allah’ım!

Ey yüce Rabbim! Onu senin rızan için, senin davan için feda ediyorum. Senin takdirine razı oldum. Bana sabır ver, bana merhamet ver. Beni sabredenlerden, şükredenlerden eyle Allah’ım!..”

Sonra ana oğul birbirlerine sarıldılar. Vedalaştılar, selâmlaştılar.

Az bir zaman sonra bu acı savaş sona erecekti. O büyük şehid, ölüm darbesini yemişti. Zalim Haccac, yeryüzünün en çirkin, en lanetli cinayetini işliyordu. Bu da yetmezmiş gibi onun cansız naaşını asıyordu. Güya kendince onu aşağılamak, intikam almak istiyordu.

* * *

Bir müddet sonra, doksan yedi yaşındaki annesi, oğlunun asılmış cesedini görmeye gitti…

Ulu bir dağ gibi dimdik duruyordu, hiç sarsılmadan... Zalim Haccac, süklüm püklüm yanına yaklaştı. Son derece saygı ve nezaketle:

“Anacağım! Mü’minlerin emiri Abdülmelik b. Mervan sana iyi davranmamı öğütledi. Bir ihtiyacın var mı?” dedi.

Kinle baktı ona ve suratına haykırdı:

“Ben senin annen değilim...

Ben ancak şu yukarıda asılı duranın annesiyim...

Benim sizin gibilere asla ihtiyacım yoktur... Ama ben sana, Resû- lullah’tan işittiğim şu hadisi hatırlatmak istiyorum: “Bir gün gelecek, Sakîf kabilesinden kezzab ve lanetli birileri çıkacak.”

Kezzab kimdir biliyoruz; çünkü onu gördük. Lanetli ise, inanıyorum ki, senden başkası değildir!”

Bu sırada Abdullah b. Ömer geldi. Esmâ’ya taziyede bulundu, sabır diledi. Ona şu karşılığı verdi:

“Hiç sabretmez miyim? Bu olay sadece benim başıma gelmedi ki, Yahya b. Zekeriya’nın mübarek başı da Benî İsrail’in bir azgınına hediye edilmemiş miydi?”

Şu yüceliğe, şu olgunluğa bakın… Ne büyüksün ey Sıddîk’ın kızı…!

Bundan daha parlak, daha yerinde bir söz olamazdı. Abdullah’ın başını bedeninden ayırıp, sonra ağaca asanlara bundan daha güzel cevap olamazdı…

Evet, İbn Zübeyr’in başı zalim Haccac’a ve zalim Abdülmelik’e sunulmuştu. Ama ondan önce bir yüce peygamberin, Yahya (a.s.)’ın başı Benî İsrail’in en aşağılık adamı, azgını Sâlûmî’ye sunulmuştu.

Ne uygun benzetme, ne doğru söz...!

* * *

İşte böyle bir anneden süt emmiş, böyle bir insandan, Abdullah b. Zübeyr’den de ancak böyle güzel, böyle şerefli, böyle seviyeli bir hayat beklenirdi…

Selâm olsun ona...

Selâm olsun annesi Esmâ’ya...

Selâm olsun o ikisine ölümsüz şehidler içinde...

Selâm olsun bu iki salih, bu müttaki insana...

Selâm olsun...
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin

ALLAH YOLUNDA BİR KURBAN: ABDULLAH BİN ZUBEYR (radıyallahu anh)
“Oğlum, ben senin ya zafere kavuşup Müslümanları kurtardığını, yahut da inandığın dâvâda şehid olduğunu işitmek istiyorum!” (Annesi)

Tarihte kimi insanlar vardır ki; “yaşatmak için yaşamak” uğruna kendilerini Allah yolunda “kurban” ederler. Onlar aslında tüm insanlığın huzur ve mutluluğu için zalimin karşısına çıkar ve yaptıkları zulümlere dur demek ve durdurmak için kendi canlarını “kurban” ederler.

Bu insan ve insanların yanında bazen az bazen çok kişi kümelenir ancak maalesef zorluk karşısında adeta onu yanlızlığa mahkum ederler. Onların davalarına inancı tam olduğundan davalarından bir an olsun geri durmazlar.

Kendi canlarını davaları uğruna “kurban” vermeyi göze almış bu yiğit insanlar, tarihe adlarını altın harflerle yazıp unutulmayanlar arasında yerlerini aldılar.

Aslında İslam’ın ilk dönemlerinden günümüze baktığımızda İslam davasında şöyle bir gerçeğe şahit oluruz: “İSLAM; KURBAN OLMAK VE KURBAN VERMEK “ demektir.
Ne mutlu “kurban” olanlara.

İşte Abdullah b. Zübeyir (radıallahuanh) de İslam’a kurban olanlardan sadece biri…

Hayatı (622 – 692)

Medine’ye hicretten 20 ay veya birinci senede muhacirlerden “İlk önce dünyaya gelen çocuk” olan Abdullah b. Zübeyir’in annesi de babası da sahabedir. Babası Aşere-i Mübeşere’den Zübeyr bin Avvâm (radıallahuanh), annesi Hz. Ebû Bekir (radıallahuanh)’in kızı Esmâ’dır.

Babası onun hakkında; “İnsanların Ebû Bekr-i Sıddîk’a en çok benzeyeni” demiştir.

Hazret-i Ömer (radıallahuanh) zamanında gençlik yıllarına giren Abdullah (radıallahuanh) , H.14 (M. 638) senesinde on iki yaşlarında iken babası ile Yermük savaşına katıldı.
Yine dört sene sonra H.18 (M. 639) de babası ile birlikte Amr b. As (radıallahuanh)’ın komutanlığında Mısır’ın fethine katıldı.

H.29(M. 649) senesinde Afrika’da Abdullah bin Sa’d ile Tunus harbine katıldı. Bu savaşta 120.000 kişilik Bizans ordusuna karşılık, müslümanların sayısı 20.000 kişiydi. Abdullah b. Zübeyir (radıallahuanh) bu savaşta birkaç mücahid arkadaşı ile Bizans ordusu kumandanı Roma asilzadesi Gregor’u öldürdü. Gregor’un öldürülmesinden sonra düşman kuvvetleri bozularak Müslümanların zafer kazanmasında büyük rol oynadı.

Abdullah Afrikıyye’nin Fethini Anlatıyor

Abdullah bin Zübeyr, Afrikıyye’nin fethinden döndükten sonra Hz.Osman’ın huzûruna gidip ona fethin nasıl gerçekleştiğini anlattı. Hazret-i Osman mescidde kalkıp, cemaate şöyle hitâb etti:

“Ey mü’minler! Allah-u Teâlâ Afrikıyye’nin fethini nasîb ve müyesser eyledi. İşte bu Abdullah bin Zübeyr’dir. Şimdi size Afrikıyye’nin fethini anlatacaktır. Bunun üzerine Abdullah bin Zübeyr, minberin yanında olduğu yerden ayağa kalkıp, cemâ’ate, Afrikıyye’nin fethinin nasıl gerçekleştiğini anlatmaya başladı:

“Ey mü’minler! Kalblerimizi birleştiren, birbirimizi sevdiren ve ni’metleri aslâ inkâr olunamayan, Allah-u Teâlâ’ya, bildirdiği şekilde hamdolsun. Yine Allah-u Teâlâ’ya hamdolsun ki, Muhammed aleyhisselâmı seçip, vahyini Ona emânet etti. Kur’ân-ı kerîmi gönderdi…

Ey insanlar! Allah-u Teâlâ size merhamet eylesin! Biz, bildiğiniz ve anlattığım bu maksatla cihâda çıkmıştık. Emîr-el-mü’minîn’in tavsiyelerine ve emîrlerine titizlik ile uyan bir vâli ile beraber idik. Sabah-akşam o da bizimle beraber yürüyor, öğle vaktinde bizimle konaklıyordu. Geceleyin yola devam edip, kurak yerlerde durmadan acele geçiyor, bereketli ve bolluk yerlerde oldukça fazla kalıyorduk.

Afrikıyye’ye varıncaya kadar, Rabbimizin ihsân buyurduğu en güzel hal üzere yolumuza devam ettik. Nihâyet at kişnemelerini, deve böğürtülerini düşmanlarımızın duyacağı bir yere konduk. Birkaç gün orada ikâmet ettik. Bu sırada, atlarımızı istirahata bıraktık. Silâhlarımızı harbe hazırladık. Sonra Afrikıyyelileri İslâma da’vet ettik. Fakat onlar Müslüman olmaya yanaşmadılar. Bunun üzerine, sulh ve zillet içinde kalmaları için onlardan cizye istedik. Bu teklîfimize ise hiç yanaşmadılar.

Onların karşısında on üç gece bekledik. Bu arada, elçilerimiz gidip geldi. Nihâyet teklîflerimizi kabûl etmeyeceklerine iyice kanâat getirince, komutanımız kalkıp, Allah-u Teâlâ’ya hamd ve senâ etti. Sonra cihâdın fazîletini anlattı. Sabredip Allah için cihâd edenlerin kavuşacakları sevâbdan bahsetti. Sonra hep birden düşman üzerine hücûm edip, savaşa başladık.
Düşmanla karşılaştığımız ilk gün pek şiddetli bir muhârebe oldu. İki taraf da çok çetin savaştı. Düşmandan pek çok kimse öldüğü gibi, bizden de pek çok kimse şehîd düştü. O gece, her iki taraf da savaş meydanında geceledi.

Biz Müslümanların bulunduğu yerden, Kur’ân-ı kerîm okuyanların sesleri yükseliyordu. Düşman ise, içki içerek ve eğlence içinde geceyi geçirdi. Sabah olunca, biz önceki günkü gibi yerlerimizi aldık ve düşman üzerine hücûm ettik.

Allah-u Teâlâ bize sabır, yardım ve zafer ihsân etti. İkinci gün akşama doğru Allah-u Teâlâ bize Afrikıyye’yi fethetmek nasîb eyledi. Pek çok ganîmet elde ettik.

Ey Allahın kulları! Verdiği ni’metlerden dolayı ve düşmanlarımıza indirdiği azâbdan dolayı, Allah-u Teâlâ’ya hamdederiz.”

Emeviler Dönemi ve Hilafet İlanı

Abdullah bin Zübeyr, Yezid’e (1) biat etmeyen Hz. Hüseyin’in Kerbela’da aile efradı ile birlikte öldürülmesi ve Yezid b. Muaviye’ye biat konusu umuma arzedildiği zaman bazı sahabeler gibi tepki gösteriyor “dini ifsad eden, masiyet işleyen” birine itaat edilemeyeceğini belirtiyordu.

Bundan dolayı Mekke ve Medine’den halkın onu desteklemesi sonucu “Emirü’l-müminin” unvanıyla “hilafetini” duyurdu. Kendisine Mekke, Medine ve Hicaz halkı tarafından biat edildi.
Daha sonra hilafet alanını Arabistan’ın güneyi, Irak, Suriye’nin büyük kısmı, Mısır’ın bir kısmı olmak üzere genişletti.

Bunun üstüne Yezid, 10.000 kişilik Suriyelilerden oluşan bir orduyu Müslim bin Ukbe El-Murri komutasında Mekke ve Medine üstüne bir ordu gönderdi. Bu ordu ile Abdullah bin Zübeyr’i ordusu Medine’nin kuzeydoğusunda bulunan El-Harre’de muharebeye giriştiler. HARRE OLAYI olarak bilinen bu savaş kısa ve çok kanlı oldu. Medineli bazı sahabeler bu muharebede öldürüldü.

Sonunda Medineliler yenilip şehirlerine çekildiler. Yezid’in gönderdiği ordu Medine’ye girip şehir ahalisine zulmettiler ve üç gün şehri yağmaladılar.

Suriye ordusu komutanı Müslim bin Ukbe al-Murri bu arada hastalanıp öldü. Onun yerine ordusunun başına Hüseyin bin Numeir es Sakuni, Mekke şehrini kuşatma altına aldı. Üç ay kadar süren bu kuşatma sırasında şehri çevreleyen tepelerden mancınıklar kullanarak şehre büyük taşlar atmaya başladılar;Kabe’ye bile zarar verdiler ve Kabe’nin örtüsünü yaktılar. Tam bu sırada Yezid’in ölüm haberi gelince de Emevi askeri kuvvetleri kuşatmayı kaldırarak Şam’a dönmek durumunda kaldı.

I. Yezid’ten sonra tahta geçen II. Muaviye sadece 40 gün hükümdarlık yaptıktan sonra hükümdarlık yapmayacağını söyleyerek bu işten feragat etti.

II. Muaviye’den sonra Emeviler hükümdarlığı Mervan›ın soyuyla devam etmiştir. Başa geçen I. Mervan hüküm sürdüğü kısa dönemde (684-685) Mısır ve Suriye›yi hakimiyeti altına aldı.

Abdullah b. Zübeyir (radıallahuanh)’ı destekleyen Hariciler’in de bu dönemde, Abdullah b. Zübeyir (radıallahuanh)’ın hakimiyetinden ayrılarak Basra’da isyan çıkarmaları ile birlikte,

Abdullah’ın hakimiyeti Hicaz bölgesine sıkıştı.

Şehadeti

685 senesinde tahta geçen Abdülmelik bin Mervan ile Abdullah(radıallahuanh) arasında 7 yıl süren mücadelenin ardından Abdülmelik, Haccac bin Yusuf es-Sakafi’yi 22000 kişilik bir orduyla Mekke üzerine gönderdi. (Ocak 692) Haccac, 5000 kişilik destek gücünü de alarak 7000 kişilik orduyla Mekke’ye saldırdı. Hac ayları geldiği için İslam ülkesinin her tarafından Mekke’ye hacı adayları gelmeye başladı. Haccac Müslümanları Mekke’ye sokmadığı için, o sene Müslümanlar hac yapamadı. Hac mevsiminde Kâbe’yi mancınıklarla taşa tutturdu. Kuşatma uzayınca Abdullah b. Zübeyr ve taraftarları yiyecek sıkıntısıyla karşılaştı. Bunun üzerine Haccac, teslim olanlara eman vereceğini söyledi. Taraftarlarından çoğu onu yalnız bıraktı. Azalan ordusu ile mücadeleye devam etti.

Haccac, kurdurduğu mancılıklarla Mekke’yi ateş ve taş yağmuruna tuttu. Atılan ateşlerden biri Kâbe’ye isabet etti ve Kâbe yanmaya başladı. Bu sırada Cenab-ı Hak tarafından yağan yağmur ateşi söndürdü. Bu olayı gören Haccacın askerleri Kur’anın “Fil Suresini” hatırlayıp muhasaradan vazgeçmek istediler idiyse de Haccac buna musade etmedi.
Bir ara Abdullah, annesinin yanına uğradı. Annesi: “Savaşa devam et; ya şehid olursun, ya zafer kazanırsın. Ben de acın olursa sabreder, zaferin olursa sevinirim” diye dua etti.
Bir gün sonra İbn Zübeyr “Makam” denilen yerde iki rekat namaz kıldıktan sonra yeniden harbe girdi. Mancınıktan atılan bir taşla yaralandı. Kanlar içinde kıvranırken Abdülmelik İbn Mervan’ın adamları üzerine atılarak onu şehid ettiler. Şehid ettikten sonra da başını kestiler. (1 Ekim 692)

9 yıl süren halifeliği şehadetiyle sona erdi. Haccac, şehid edildikten sonra Abdullah’ın kesik başını Mekke’de günlerce teşhir etmiştir.

Abdullah b. Zübeyr, sahabenin tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerindendir. Küçük yaşından beri cennetle müjdelenen babasının yanında cihada katılan Abdullah b. Zübeyr, kahramanlık ve cesaretiyle birlikte ibadete düşkünlüğü ile bilinirdi.

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a Habeşistan hükümdarı Necâşi’nin hediye ettiği

‘harbe’ (kısa mızrak), Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın vefatından sonra dört halifeye daha sonra Abdullah b. Zübeyr’in eline geçti. Abdullah, bu ‘harbe’yi (kısa mızrak) her zaman komutan âsâsı gibi yanında taşır, namaz kılarken sütre olarak önüne koyardı. Şehid oluncaya kadar onu yanından ayırmadı.

Şehadetten 10 Gün Önce Muharebe Sırasında Anneden Oğluna Nasihat

Bir ara âmâ olan annesini ziyaret edip, duasını almak kasdı ile annesinin huzuruna giren Abdullah, helâllaşmak istediği annesi ile şöyle bir diyalog geçer:

“Oğlum, ben senin ya zafere kavuşup Müslümanları kurtardığını yahut da inandığın dâvâda şehid olduğunu işitmek istiyorum! Sen hak yolunda şehid olmalısın yahut da dâvânı zafere ulaştırıncaya kadar devam etmelisin. Huzur-u İlâhi de bir mücahid annesi olmakla iftihar etmeliyim…”

Abdulah annesine söz vererek Mekke civarındaki karargâhına döndüğü sırada ordusunun dağıldığını, Zübeyr adındaki bir oğlundan başka kimsenin kalmadığını gördü…

Tekrar validesinin yanına gelen Abdullah bin Zübeyr, şöyle konuştu :

“Anneciğim! Ordum dağıldı, yanımda sebat edip kalanların da bir saatlik dayanma kuvveti kaldı. Bununla beraber düşmana teslim olursam, istediğim kadar dünyalık verilecek ve serbest bırakılacağım. Bu hususta reyin (görüşün) nedir?”

Hz. Ebu Bekir’in kızı Esmâ (radıallahuanha) bu sözler karşısında oğluna şöyle dedi:

“Oğlum, senin için düşünülecek tek nokta vardır:’Sen Hakta mısın bâtılda mısın?’ Mühim olan budur! Hakka hizmet ettiğine inanıyorsan, tereddüt ve vesveseleri bir tarafa iterek bütün himmetinle (gayretinle) yoluna devam et.

Eğer şimdiye kadar olan mücadelende dünyayı kasdetmiş isen, senden fena bir evlâd, benden de bedbaht bir anne yok demektir. O takdirde hem kendini, hem de seninle çarpışan bunca şehidleri heder etmişsin (boşa öldürtmüşsün) demektir. “

Hz.Esmâ (radıauanhallah), daha sonra şöyle dedi:

“Eğer arkadaşların çekildiği için sana da dâvâdan vazgeçip teslim olma fikri geliyorsa, şunu iyi bil ki, Ebu Bekir’in kızı böyle düşünen bir Müslüman gencin annesi olmakla utanır, bir mücahide de bu fikri yakıştırmaz…”

Abdullah bin Zübeyr:

“Anneciğim, beni yakaladıktan sonra müsle(kulak, burun kesmek) yapacaklar.”demesi üzerine Hz. Esmâ, oğluna şu tarihi nasihatları verdi:

“Evlâdım, kesilen koyun asılmakla, soyulmakla ızdırap duymaz. İzzetle mücadele ederek mâruz kalacağın kılıç darbesi, zilletle yaşamak için mâruz kalacağın bir kamçı darbesinden daha hayırlıdır. Sakın ölümden korkup da sana zillet verecek bir şekle razı olma!”

Abdullah, annesinin sözlerine olduğu gibi itaat edip şehid oluncaya kadar mücadele edeceğine söz vererek, vedalaşmak üzere âmâ annesini kucaklarken sırtındaki zırhın dikenlerine elleri dokunan Esma: “Bu ne hal?… Bu senin istediğini isteyenin hali değil” diye çıkıştı.

Abdullah ise:

“Bugün benim son günümdür. Sana metanet-i kalb vermek için giymiştim bu zırhı” dediğinde “Hayır, böylesi şey bana metanet vermez.” diye itiraz etmesi üzerine, onu da çıkararak, o gün şehid oluncaya kadar Haccac askerlerine karşı savaştı,fakat teslim olmadı.”

Bir gün Hz. Esma’nın yanına gelen Haccac: “Abdullah’ı nasıl mağlup ettim, gördünüz mü?” diye, istihza yollu (alaylı) bir sual sorması üzerine Hz. Esmâ :

“Hayır, vallahi mağlup olan o değil, sensin. Sen onun dünyasını kaybettirdin, o da senin âhiretini. Ben Resülüllah’dan Sakîf kabilesinden iki şerir (çok kötü) adamın çıkacağını işitmiştim. Yalancı olanın Muhtar-ı Sakafi olduğunu gördük. Müfsid (fesatçı) olanın da sen olduğundan artık şüphem kalmadı” dedi.

Hariciler İle Tartışması

Bir gün hak yoldan ayrılan hâricîlerden bir grup, Abdullah bin Zübeyr hazretlerinin huzûruna giderek dediler ki: “Senin görüşünü öğrenmek için geldik. Eğer doğru, ya’nî bizim gibi düşünüyorsan, seninle birlikte oluruz. Yoksa, seni bu i’tikâdını bırakmaya da’vet ederiz.”

Sonra da şöyle sordular: “Şeyhayn, ya’nî Hz.Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkında ne dersin?

Abdullah bin Zübeyr:”Onlar hakkında sâdece hayır söylerim.”

Hâricîler bunun üzerine, “Peki Osman hakkında ne diyorsun?” diye sordular. Sonra da Hz. Osman’ın şânına lâyık olmayan ithâmlarda bulundular. Daha sonra babası Zübeyr ve Talha hakkında da ileri geri konuştular.

Onların bu konuşmaları üzerine, Abdullah bin Zübeyr dedi ki: “Sizin o büyükler hakkında böyle konuşmanız,aslâ doğru değildir.Çünkü Allah-u Teâlâ,Mûsâ aleyhisselâm ile kardeşi Hârûn’u, en azılı kâfirlerden olup ilâhlık dâvâsında bulunan Fir’avn’a gönderirken, gâyet yumuşak konuşmalarını emretti.”

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ta bir hadiste şöyle buyurmaktadır: “Ölmüş kimselere sövmek veya dil uzatmak sûretiyle dirilere eziyet etmeyiniz!”
Bunun için Resûlullah efendimiz, İkrime bin Ebî Cehil’e eziyet vermemek, onu üzmemek için babası Ebû Cehil’e sövmeyi, la’net etmeyi yasaklamıştır. Hâlbuki, Ebû Cehil, Allah-u Teâlânın ve Resûlünün düşmanı idi. Hicretten önce, Resûlullah efendimize buğz ve düşmanlık etmiş, hicretten sonra da savaşta bulunmuştu.

Hepsi bir tarafa, azılı bir müşrik olması günâh olarak ona kâfi idi. Kâfir olduğu hâlde, la’netlenmesine izin verilmemesi; babama, arkadaşı Hazret-i Talha’ya ve diğer Eshâba söylediğiniz sözlerden vazgeçmeniz için yeterli bir sebeptir.

(Bu ma’kûl sözlere verecek cevap bulamayan Hâricîler yanından ayrıldılar.)

Hâricîler, ertesi gün tekrar geldiler. Abdullah bin Zübeyr gelip, yüksekçe bir yere oturdu.

Allah-u Teâlâ’ya hamd ve Resûlüne salât ve selâm getirdi. Sonra Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’den çok güzel bahsetti. Hazret-i Osman’ın hilâfetiyle ilgili olarak da şunları söyledi:
“Hazret-i Osman bin Affân’ın durumunu bugün benden daha iyi bilen hiç kimse yoktur. Hakem bin Âs’ı Resûlullah efendimizin mübârek izinleri ile Medîne-i münevvereye kabûl etmiştir. Yaptığı işlerde faydalar var idi.

Daha sonra Abdullah bin Zübeyr, Mısırlıların ele geçirip getirdiği, içinde ba’zı kimselerin öldürülmesi emredilen mektubu,onun yazmadığını belirtip şöyle dedi: “Bunu Hz. Osman yazmadı. Dilerseniz, onun yazdığına dâir delîlinizi getiriniz, delîliniz yoksa ben size onun yazmadığına yemîn edeyim…

Hz. Osman, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi mü’minlerin emîridir.Ben onu sevenin dostu, ona düşman olanın düşmanıyım. Babam (Zübeyir) ve arkadaşı Hz.Talha, Resûlullah efendimizin iki sahâbîsidir.

Hz.Talha’nın Uhud muhârebesinde parmağı kopunca, Resûlullah efendimiz; (Parmağı Talha’dan önce Cennet’e girdi) ve (Talha, Cennet’e girmesine vesîle olacak bir iş yaptı) buyurdu…
Babam Zübeyr bin Avvâm’a gelince, O Resûlullah efendimizin havârîsidir. Resûlullah efendimiz onu bu sıfatla zikretmişler, Talha ile beraber Cennetlik olduğunu bildirmişlerdir. Nitekim Allah-u Teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurdu: “Sana, ağaç altında ellerini uzatarak söz verenlerden Allah-u Teâlâ râzı oldu. Hepsini sevdi.” (Feth: 18)

Ayrıca, onların, Allah Teâla’nın ve Resulü’nün gazabına uğradıklarına dâir bir haber bize ulaşmadı.”dedi.

————————-

1. İçki içen ilk halife olması dolayısıyla “el-humûr” (sarhoş) lakabıyla anılan Yezîd kendi döneminde gerçekleşen ve etkileri günümüze kadar gelen Kerbelâ Vak‘ası, Harre Savaşı ve Mekke kuşatması gibi icraatları yüzünden müslümanların hâfızasında İslâm tarihinin en kötü isimlerinden biri olarak yer etmiştir.
2. Emevîlere sadâkatinden dolayı kendisine “Küleyb (Köpek Yavrusu)”, uygulamalarındaki acımasız tavırlarından dolayı da “Zâlim” sıfatıyla verilmiştir. Onun zalimliğine Kufe’de yaptığı şu hutbede söyledikleri de şahitlik eder: “ … Karşımda; kesim ve devşirme zamanı gelmiş olgun başlar görüyorum, kanlara bulanacak sarık ve sakallara bakıyorum…
Ey Irak halkı! Sözüme inanın, doğru yolda yürüyün! Size aşağılanma tadını tattırırım, derinizi yüzerim, sizi odun gibi keserim, ben dediğimi yaparım!…”

http://dergi.nebevihayatyayinlari.com/allah-yolunda-bir-kurban-abdullah-bin-zubeyr-radiyallahu-anh/
 
Üst Ana Sayfa Alt