Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Allah Nerede ? - Rahman Arş'a İstiva Etti ! (kitap)

T Çevrimdışı

Tarık Yıldız

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Alparslan Kuytul hoca bu videoda ise Arş'tan sonra zaman ve mekan yoktur diyerek Allah'ın arş'ın üstünde olduğunu söylüyor.Yani ona göre Allah mekansızdır ve "Arş" mekan olmayan bir ortamdır.


sadece bilmemiz gereken Yüce Rabbimiz zamandan,mekandan münezzehtir..yarattığı hiç bir varlıklada kıyaslanamaz,yarattığı bir varlığın üstündedir demek Rabbimize mekan isnat etmektir..ve buda küfürdür..

İmam Ebu Hanife'nin -ve zannedersem Kütüb-i sittedede var- rivayet ettiği hadiste efendimiz(sas) "Allah gökte" diyen kadına "O müminedir" diyor.Yani bu sözün küfür olduğuna dair bir delilin var mı?Allah zamana ve mekana hapis değildir.Bunu bizde biliriz ancak Allah dilediğini yapar ve Kur'an'a göre arş'a istiva etmiştir.Yukardaki videoda Alparslan kuytul bunu açıklıyor.Arş'ın zaman ve mekan olmayan bir yer olduğunu söylüyor.
 
E Çevrimdışı

ENSARİ

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
benim anlamadığım Kuytul hoca efendi orada güzel açıklıyor,birde niye illede Yaradana bir mekan yer aramakta ısrar ediyoruzki.. bazılarının dediği bazı ayetlerde tevil yoktur gibi..söylemleri cahilhanedir..zira o şekilde anlaşılırsaki o zaman diğer ayetlerle çelişki oluşur..nasılki Haşa Allah göktedir..diye anlarsak,diğer ayettede Yerdedir haşa anlamamız lazım..ama ne hikmetse göklerdedir kabul ediliyor ama yerdedir ifadesi yakıştırılmıyor..oysa orada kuytul hocaefendi bunun diğer aytlerle çelişki teşkil etmemesi içinde mevcut ayetleri Allah göklerinde ,yerlerinde Rabbidir..manasına yorumlama yaparak yine Rabbimizi mekandan münezzeh tutuyor ve diğer ayetlerlede bir çelişki arz etmiyor..
 
T Çevrimdışı

Tarık Yıldız

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Ensari kardeşim,
Arapça işte böyle bir dil ayette diyor ki "Hüve'allahu fissemavati vel ard"
Buna "Allah yerdedir ve göktedir" diye bir mana nasıl verilir.Ancak verilecek yeğane mana "O yerdede göktede Allah'tır" yani yerdede gökte kendisine ibadet edilen ilahtır.Bundan Allah'ın ne yerde olduğu çıkar nede gökte olduğu çıkar sadece yerdekilerin ve göktekilerin ona taptığı çıkabilir.Ancak diğer ayetlerde niçin özellikle "Arş" seçiliyor?Ve hatta hepsindede "Allah yeri ve göğü yarattı,sonra Arş'a istiva etti" deniliyor?İstiva nasıl tevil edilir.işte sorun orada.Eğer istivayı tevil edersek yani tevilide"Egemenlik kurmak,hükmüne almak" diye yapılıyor.İşte o zaman çelişki ortaya çıkıyor.O halde Allah yeri ve göğü yaratmadan önce Arş'a egemen değil miydi?Hatta Allah bir şeyi "Egemenliğine,hükmüne" nasıl alabilir?Zaten yarattığı anda her şey onun hükmünde değil midir?
 
E Çevrimdışı

ENSARİ

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
"Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş üzerine hükümran oldu (istiva etti). O, geceyi durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir. İyi biliniz ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir." (Araf, 7/54)

İSTİVÂ: Râğıb der ki: " (istevâ) fiilinin kullanılışı iki şekildedir. Birisi iki veya daha çok fâile isnad olunur. (...) denilir ki "Zeyd ve Amr eşit oldu." demektir. Nitekim "Bunlar, Allah katında eşit olmazlar." (Tevbe, 9/19), "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/9) buyurulmuştur. Diğeri de bir şeyin kendi zâtında doğru ve ölçülü olmasına denilir. "Üstün akla sahip (olan melek) doğruldu." (Necm, 53/6) gibi ki, "Onların sırtına binip kurulmanız için" (Zuhruf, 43/13), "Sen ve yanında bulunanlar, gemiye yerleştiğiniz zaman" (Müminûn, 23/28), "Gövdesinin üstüne dikildi."(Feth, 48/29) aynı şekilde Arap kelâmında "filanın işi mutedil oldu", "filan işçilerini idare etti" gibi ifadeler hep bu kabildendir. (ilâ) ile müteaddî olmasında bir istîlâ mânâsını gerektirir. (alâ) ile müteaddi olmasında da bizzat veya tedbirle son bulma mânâsını gerektirir. Bu şekilde istivâ lugatte, bir düze olmak, istikrar etmek yani karar kılmak veya kararını bulmak, ulûvvve isti'lâ yani yükselmek veya yüksek olmak, diğer deyimle üstün olmak, bir düze kurulmak, eşit veya benzer veya denk olmak, dosdoğru varmak veya kasdetmek, isti'lâ etmek mânâlarına gelir.

ARŞ , esas itibariyle "sakf" demektir ki, bir binanın veya yerin yüksek muhîtini teşkil eder. Bir eve nisbette tavanı, tavanına nisbette üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü, tahtaboşu, cihannüması (terası) hep Arş mânâsına dahildir. Buna ilave olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye de denir. Bu şekilde Arş anlayışının en kesin gereği ulvilik ve üstünlük mânâsıdır. Bundan dolayıdır ki arş, hükümdarların oturdukları "taht" anlamında meşhur olmuş ve tahtın gereği olan mülkten, izzet ve saltanattan kinaye de yapılmıştır. (...) denilir ki, mülkün istilâ edildi, yıkıldı, bozuldu demektir. Mülkü kıvamında ve işi yolunda, emri muntazam ve ahenkli olduğu zaman da "Arşına hâkim oldu, mülkünün tahtına yerleşti." denilir. Bunlardan başka bir işi ayakta tutan şeye, bir şeyin esasına ve bir toplumun işlerini idare eden başkanlarına ve "avvâ' " denilen kuzey tarafın alt yanında Acûzü'l-Esed (arslan burcunun ucundaki takım yıldızları) ve Avşü's-Simâk (biri kuzey, diğeri güneyde iki parlak yıldız) da denilen dört küçükyıldıza, tabuta ve kuyunun dibinden adam boyu kadar taşla örüldükten sonra ağzına kadar yukarısına yaptıkları ahşaba, ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki yumruca tümseğe ve kuşun yuvasına da denilir. Ve birçok mânâlarda masdar da olur.

Âyetü'l-Kürsî'de açıklandığı üzere bazıları, "O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır." (Bakara, 2/255) âyetindeki Kürsî ile Arş'ın bir şey olduğunu kabul etmişlerdir ki, ikisini de "taht" mânâsından alınmış olarak düşünmüşler demektir. Fakat çoğunlukla nakledildiğine göre Arş, Kürsî'nin de üstündedir. Bu şekilde Kürsî, taht mânâsıyla düşünülürse Arş onu kaplayan saray ve sarayın tavanı gibi veya bütün memleketin muhîti gibi düşünülür Ve Kürsî, "Mevzii Kademi'l-Arş" (Arş'ın ayağının yeri) olduğu rivayetine göre "başşehir" mânâsıyla düşünülürse, Arş da "taht" mefhûmuyla düşünülür. Ve bu iki mânâ düşüncesiyle Arş, şeriat dilinde âlemin hepsini saran, sınırlamanın ve beşer aklının takdirinin dışında, hakikati Allah'ın ilmine bırakılmış bulunan yüksek bir muhît olmak üzere yaygın olmuştur ki gökler, cennet, sidre, Kürsî hep bunun altında tasavvur edilir. Bu bir sondur ki, âlem tasavvuru burada biter. Fakat Hakk'ın varlığı bitmez ve Sidre-i müntehâ geçilmeden Hak Teâlâ'nın cemalinin müşahedesine erilmez. Nitekim Resulullah (s.a.v) Mi'rac'da Sidre-i münteha'yı geçmişti. Birinci düşünceye göre Arş'ın ihatasının, mekâna ait bir ihata; ikinci düşünceye göre de manevî bir ihata (kuşatma) kabilinden olması gerekir.

Burada önce şunları dikkatnazarından uzak tutmamak gerekir

1. Bilinen mânâsıyla "taht", bir hükümdarın, hükumeti icra ederken üzerine kurulduğu özel, mahdûd bir cisimdir. Fakat asıl önemi, cisimliğinde değil, gereği olan hüküm, izzet ve saltanatındadır.

2. Bütün göklerin üstünde ve bütün âlemi çevreleyen Arş'ın bilinen mahdut "taht" mânâsına, tamamen hakiki lugat mânâsı olarak uyuşmuş olamayacağı şüphesizdir. Bundan dolayı bunda muhakkak mecazî ve kinayî bir mânânın bulunması ve daha doğrusu Arş ve taht cins ismi iken (el-Arş)'ın şer'î konumla bir özel isim gibi düşünülmesi gerekir. Ve o halde bu Arş'da cisim olma zarureti de iddia edilemez.

3. Arş bir cism-i küll olsun, fakat yön ve cisimliğin hepsi bunda son bulacağından, bunun üstünde cisim, mekân, yön tasavvuru çelişkili olur. Burada "Sidretü'l- müntehâ" anlayışını iyi düşünmek gerekir.

4. (Alâ) kelimesinin hakiki mânâsında ne mekâna, ne zamânâ ait bir zarflık yoktur. Bu bir isti'lâ ifade eder. Gerçi ulûv (yükseklik) ve fevkiyyet (üstlük, üstte olmak) bir yön anlatır. Fakat (el-Arş) anlayışı, bütün mekân ve yönleri kapladığından, bu isti'lâda yön de düşünülmüş olamaz. Ve bundan dolayı "Arş üzerine", mekân üstü ve yön üstü, çok yüksek bir yükseklik ile isti'lâ ifade eder ki, asıl gerçek isti'lâ (Yükseliş) da budur. Bu, bütün izafetleri altına alan öyle bir isti'lâdır ki, hiç bir kayıt ve nicelikle şartlanmış olmadığından ihata mümkün değildir. Biz bu yüksekliğin ifade ettiği mâlûlûn izâfetini illet (sebeb)e, mahkûmun hâkime, netice itibariyle bütün varlığı mümkün olanların, varlığı vacib olana, bütün yaratıkların yaratana olan etkilenme ve muhtaç olma nisbeti olmak üzere kendi izafetimizle düşünebiliriz.

5. İstivâ gerçekte sırf cismanî bir anlam değildir. Bunun cismanî olup olmadığına, isnad olunduğu fâili veya medhûlü (dahil olduğu kelime) de bir karîne olur. Mesela "işine hâkim oldu" denildiği zaman bu istivânın cismanî olmadığında şüphe yoktur. Aynı şekilde "filan işine hâkim oldu" denildiği zaman da böyledir. Burada ise fâil, "Kendisinin hiç bir benzeri olmayan" (Şûrâ, 42/11) Allah Teâlâ'dır. Şu halde Arş üzerinde ilâhî istivâyı Allah ile Arş'ın gerisindeki yaratıklar arasında bir uzaklık, bir mekânî aralığı gerektiren cismanî bir mânâ ile düşünmeye imkân yoktur. Zira "Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz."(Vâkıa, 56/85).

6. Bir hükümdarın tahtına oturup kurulması anlamında bile asıl kastedilen mânâ, cismanî bir oturuş değil, hükümdarlık sıfatıyla nitelenmesidir. Bu öyle bir mânâdır ki, hükümdarın taht sayesinde değil, tahtın hükümdar sayesinde ayakta durmasını ifade eder. Ve bir hükümdarın tahtında devamlılığı, cismen taht üzerinde oturup kalması değil, hâkimiyetinde devamlılığı ve bâki olması demek olur. Fakat bu mânâ diğer hükümdarlarda ve tahtlarda tam, mutlak ve hakiki değil, geçici, nisbî ve ârızîdır. Bunun mutlak hakikati ancak Allah Teâlâ'ya mahsustur. Şu halde istivâdan bu mânânın Allah'da zâtî, tam ve hatta tamın üstü mutlak ve hatta mutlak üstü ve hakiki yani cismaniyet ve rûhâniyet gibi imkanî bir vücud ile değil, zarurî bir vücûd ile oluşmuş olduğunu anlamak gerekir. Bunu anlayabilmek için de varlığın gerçeğinin yalnız cisim ve cismaniyete mahsus olmadığını ve hatta cisimliğin gelip geçici ve izafî bir varlıktan ibaret bulunduğunu ve Hakk'ı bilmek için cisim ve ruhun üstüne geçilmek gerektiğini sezmek şarttır. Bunun içindir ki, cisimden başka varlık, cismanî yükseklikten başka yükseklik duyamayanlar, bu konuda şer'an bir dereceye kadar özürlü sayılırlar.

7. İstivâ bir fâile isnat edilmiş ve Arş'a da (âlâ) cer harfi ile bağlanmış bulunduğu için, bunda Allah Teâlâ'nın Arş seviyesi ile eşitlik veya birliğine değil, tersine Arş'tan üstün yükseklik ve mutlak büyüklüğüne delalet vardır. Yani "Arş ile beraber istivâ etti" değil, "Arz üzerine istivâ etti"dir. Bu ise Allah'ı, âlemin kendisi ile birleştiren hulûl veya ittihat görüşlerini red ve iptal ile "her şeye şahittir", "her şeyi kuşatıcıdır", "onun hiç benzeri yoktur" mânâlarının sonsuzluğunu hatırlatan nezih bir tevhid ispat eder. Şu halde bunda bir teşbihi (benzetme) değil, pek yüksek bir tenzihi tasdik etmek gerekir.

Bunun için bu meselede büyük âlimler şu iki mezhepten biri üzerindedirler:Birincisi Selef mezhebidir ki, Allah Teâlâ'nın mekân ve yönden yüksek olduğunu kesin bir şekilde tasdik etmekle beraber Arş üzerine istivâsı sıfatına da -Allah'ın irade ettiği şekilde- iman etmek ve tafsilatıyla te'viline dalmayıp, "Onun açıklamasını ancak Allah bilir." (Âl-i İmran, 3/7) âyetinin delaleti üzere hakikatini Allah'ın ilmine bırakmaktır. Ehl-i Sünnetçe asıl tercih ve itimad edilmiş olan da budur:

"Ey dayımın oğlu, Arş'ın Rabb'ı, Arşın üstündedir, fakat yerleşme vasfı olmaksızın."

İmam Mâlik b. Enes hazretlerine bir gün bir adam "İstivâ nasıldır?" diye bu âyetteki istivânın nasıl olduğunu sormuş ve İmam Mâlik de biraz başını eğip murakabeye daldıktan sonra vücûdundan şiddetli bir ter boşanmış ve demiştir ki:"İstivâ malûm; keyf (nasıl), makul değil; buna inanmak vacib ve bu soru bid'attır. Sanıyorum ki sen sapık bir adamsın." Bundan sonra emretmiş, o adamı huzurundan çıkarmışlar. Aynı mânâ selefin daha birçoğundan nakledilmiştir. Bizim Hanefilere göre asıl rivayet edilen de, "Arş üzerine istivâ, Allah Teâlâ'nın keyfiyetsiz bir sıfatı" olduğudur.

İkincisi, sonradan ortaya çıkıp istivâdan tecsîm (cisimlendirme) veya ittihat (birleşme) şüphesi çıkarmaya çalışan ve selefin sözlerini bu konuda bir çeşit kapalılığa sevketmeye kalkışan nefsine düşkün kimselere karşı müteahhirîn (sonra gelen âlimler)in tercih ettikleri doğru te'vil mezhebidir ki, aklî ve naklî delillere göre Allah Teâlâ'ya nisbeti caiz olmayan bâtıl ihtimalleri atarak caiz olduğunda şüphe edilemeyecek doğru bir meâl araştırmaya girişmektir. Bunda başlıca üç, dört görüş hasıl olmuştur:

1) Yukarıda gösterildiği üzere lisan örfünde "Arş'ı hükmüne aldı", "mülkünün tahtına yerleşti" deyimleri, tam sahip olmakla işin intizamından kinâye olarak kullanılır ki, "mülkü bozuldu"nun zıddıdır. Şu halde "sonra Arş üzerine hükümrân oldu" âyetinde de en açık ve en olumlu mânâ "bütün yaratıkları üzerinde devamlı emrini yürütmek ve muntazam bir şekilde hükümleri icra etmek sûretiyle eksiksiz kudretin nüfuzu ve iradenin cereyan etmesinden" kinaye olmasıdır. Bu mânânın gerçekte hakikatı şüphesiz olduğu gibi devamında

"O, geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir." aynı şekilde Yûnûs Sûresinde

"Sonra arş üzerine hükümrân oldu, işleri nizama koyar."(Yûnûs, 10/3)

buyurulması buna bir karine veya tefsirdir. Hasan-ı Basrî hazretleri bunu "işine hâkim oldu" diye ifade etmiştir ki, aynı mânâyı mecazî isnat şeklinde göstermiş demektir. Yani istivânın Allah'ın zâtına nisbeti hakikatte fiil ve emrinin vasfı olması itibariyledir. "Sonra" buyurulması da buna bir karine gibidir. İlk yaratma lahza (an)ları mukayesesi mümkün hiç bir denk ve misal ile geçmemiş olan ve hiç bir tekrarlama ve benzeme devamını içine almayan çeşitli yaratıklarını yeniden yeniye yaratılmaları ile cereyan ettiği, diğer deyişle altı gün henüz tekrar etme devrine girmemiş bulunduğu için ilk önce yaratma hiç bir devamlılığı içine almış olmayacağından o demlerde istivâ düşünülemez. O vakitler rabbânî tecellîler

"Onun Arş'ı su üzerinde idi." (Hûd, 11/7)

âyetinin delaleti üzere hiç bir seviyede durmayan çeşitli bir cereyanı ifade eder. Mesela bir bulut, bir duman, ondan bir göksel cisim, ondan ateş, ondan toprak, ondan su, ondan bitki ve hayvan yaratılır giderken bu fiilde henüz bir âdet, bir devamlılık, bir istivâ yoktur. Hepsi olağanüstü, hepsi çeşitlidir. Fakat yaratma böyle soyut bir fark ve değişim cereyanından ibaret kalmamış, değişim içinde az çok bir benzeme ile bir düze tekrar ve devam etmiş, genel bir değişim ile değişen ve içerikleri başka başka bulunan yaratıklardan sonra cüz'î değişim ile çeşitli müttefik ve benzer yaratıklar da yaratılmış, yaratılanlar değiştirilmeye ve düzeltilmeye, sonradan olma ve yok olma devam etmeye, mesela buluttan ateş ve su, su ile topraktan hayat bir defa değil birçok defalar yaratılmaya ve giderek bitki bitkiden, hayvan hayvandan, insan insandan yapılmaya başlamış ve artık o zamandan itibaren zamanda bir devir, çeşitli işlerde bir tertip ve devamlılık tecelli etmiştir ki, buna "sünnetullah" (Allah'ın sünneti), "âdetullah" (Allah'ın âdeti) denilir. Bu istivâ vasfı bundan itibaren düşünülebilir. İşte "yarattı, sonra istivâ etti" terâhî (gecikme)si de buna işaret eder. Hasılı istivâ, ne bir fiil, ne de sırf değişme ile değil, bir tekrarlama ve benzeyiş nisbeti ile düşünülebilir. Bu ise zatında çoğalmadan, artmadan, değişmeden münezzeh olan Allah Teâlâ'nın ancak fiilleri arasındaki uyuşma nisbeti itibariyle bir fiilî sıfatı demek olur. Nitekim Süfyân-ı Sevrî hazretleri bunu: "Arş'da bir iş yaptı ki, ona istivâ ismi verdi." diye ifade etmiştir. Diğer bazı âlimler de: Yani hepsi Allah Teâlâ'nın

"Sonra göğe yöneldi ve onları düzenledi." (Bakara, 2/29)

âyetinde açıklanan düzenlenmesiyle muradı üzere istikamet aldı demiştir ki, bu da kinâyede anılan işin intizamı ile devamı, iradenin cereyanı mânâsının diğer bir ifadesi olarak fiil sıfatına işaret demektir. Ancak bunda istivânın esas itibariyle yaratıkların vasfı olması hususunu tercih şüphesi vardır. Halbuki âyet bu istivâyı Arş'ın da üzerine geçirmiş olmak itibariyle Allah'a tahsis eylemiş yani mahkûmun mahkûmiyete istivâsını değil, yalnız hâkimin hâkimiyette istivâsını anlatmıştır.

2) İstivânın, istilâ mânâsına olmasıdır ki, "Yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galibiyeti, velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu."demek olur. Bunun "Her şeyi kuşatıcıdır." (Secde, 41/54) mânâsıyla münasebeti açıktır. Bununla beraber istilâ, ihatadan daha şûmullüdür. Gerçi İbnü Arabî, "biz istilâ mânâsına bir istivâ bilmiyoruz" demiş ise de şâirin:

"Bişr, kılıçsız ve kan dökmeden Irak'ı istîlâ etti."

beytiyle şahit getirilerek buna cevap verildiği meşhurdur.

3) Arş'ın, mülk ve memleket; istivânın, istîlâ mânâsına olmasıdır. Bu da öbür mânâlarla yakından ilişkili olmakla beraber, ayrıca bazı faydalara da işaret etmektedir. Birincisi: nın mânâsına özellikle bir dikkat nazarını celbedicidir. İkincisi: Allah Teâlâ'nın, kendilerini mutlak hâkim gibi sayan beşerî saltanatlar üstündeki yüksek hakimiyetine öbür mânâlardan daha çok bir hatırlatmayı içine alır. Üçüncüsü: Allah Teâlâ'nın yalnız fiilî sıfatı itibariyle değil, bütün zâtî sıfatıyla yüce ve mutlak kemâlinde ısrar eder. Ve bu bakış açısından (sonra) nin mânâsındaki gecikme, yaratma ve istivâ arasında değil, beyan mertebesine ait rütbeyle ilgili bir gecikme olur.

4) Bir de şöyle, "Arş'ı istivâ etti", yani Allah'a nisbette her şey eşittir. Hiç bir şey ona diğer bir şeyden daha yakın değildir. Çünkü Allah Teâlâ bir mekânı bırakıp da, diğer mekâna giren cisimler gibi değildir" diye de tefsir edilmiştir ki, ilâhî nisbette, mesafeyi reddetme ve adaletin ispatı açısından bilhassa dikkate şâyân bir mânâdır. Yani Allah Arş üzerine öyle bir istilâ ile istivâ etmiştir ki, gökler ve göklerde bulunanlar ona daha yakın, yer ve yerde bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesafede değil, hepsi eşit bir nisbettedirler. Bundan istivânın eşitlik mânâsına alındığı sanılmamalıdır. Zira maksat, eşitliğin lüzumu veya gereği olan zâtî veya nisbî bir vasıftır. Nitekim istivânın diğer mânâları da eşitlikten vazgeçmekle düşünülür. Bu mânânın mekânlıkta düşünebileceğiniz misali, eşit iki taraf arasındaki ortanın ve dairenin çemberine göre merkez konumundaki istivâ ve ortada olmaktır ki, bunda eşitlik oranı iki taraf veya çember noktalarına ait olur. Ve orta ve merkezde ancak bunlara bir kararda nisbet edilmiş olarak mânâsı düşünülür. Bu şekilde Arş ve Taht anlamı, çevreleyen mânâsından başka, bir de merkezcilik fikrini telkin eder. Fakat unutmamak gerekir ki, muhît (çevreleyen)in gerisinde olan çeşitli noktaların merkeze oranı eşit değil, farklı uzaklıktadır. Halbuki

"O, gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır." (Zuhruf, 43/84)

âyeti delaletince ilâhî nisbette böyle bir farklılık da düşünülemeyeceğinden bu tefsir, ilâhî istivânın bu geometrik mânâya da ölçü olamayacağını ve bunu anlamak için bütün uzaklık ve mesafe kaydının da kaldırılması gerekeceğini özellikle anlatmıştır. Ve gerçekte mekan ve yön, uzaklık ve mesafe anlayışları da Arş'ın altındadır, "Arş'ın üzerinde" değildir. Allah, her şey üzerine bidüziye hazır ve nâzırdır. Onun tıpkısına benzer hiç bir şey yoktur. Şu halde istivâsı da, mahiyeti belli olan hiç bir istivâ ile kıyas kabul etmez. İlâhî zatı ve sıfatı hakkında varid olan kelimelerin, yalnızca lugata ait gerçeklerin mânâlarıyla değil, birer şer'î hakikat olarak düşünülmesi gerekir. Bunun için burada Arş ve Taht'ın ulvî gerekleri olan hüküm ve saltanatın intizam, emir ve iradenin yerine getirilmesi, istilâ (zaptetme) ve isti'lâ (yükselme)'yı, gücün sınırını ve tam adaleti unutup da istivâ kelimesinin lisanda oturma veya ayakta durma ve korunma ile istikrarda da kulanıldığından dolayı, Allah tıpkı bir taht, bir sandalye veya dam üstünde duran bir şahıs vaziyetinde Arş'a dayanmış bidüziye oturuyor veya dikiliyor veya yatıyor gibi bir düşünceye sahip olmak, aklen ve şer'an pek büyük bir cahillik olur. Böyle bir mânâya lafzın lugat bakımından müsaadesi varsa da şer'an ve aklen yoktur. Ve işte yukarda açıklanan mânâlar bilhassa bunu anlatmak ve öyle vehmi defetmek içindir ki, her biri doğru bir mânâdır. Yüksek nazmın da hepsine hem dil, hem din ve hem akıl yönünden ihtimali ve müsaadesi vardır. Bununla beraber en doğrusu bunları bütünüyle düşünmek ve ihatası mümkün olmayan ilâhî istivânın hakikatinde durmak lazım gelir. Çünkü yaratma, gökler ve yer, altı gün, Arş mefhumlarında bile, idrakimizi aşan bir esası vardır. O halde bütün bunların üzerine taallûk eden istivânın hakikati, idrak seviyemizden pek yüksek olduğunu itiraf etmelidir. Bu bakımdan iman edilecek tefsir Selef'in çoğunluğunun mezhebine göre tefsirdir ki şudur: Allah, gökleri ve yeri özel vakitlerde yarattı, sonra da hudûs (sonradan olma) ve yok olma, bir yer tutma ve yön şüphelerinden münezzeh olarak murad ettiği mânâ ile Arş üzerine istivâ eyledi". Fakat böyle demek, bu yüksek nazımda bizim anlayabileceğimiz hiç bir mânâ yoktur demek olmadığından da gaflet edilmemek gerekir ki, bu âyetin devamı açıklayıp izah edecektir.

Baksanıza: Geceyi gündüze bürüyor. İsti'lâ ve hâkimiyetin en geniş görünümlerinden olan bu iki zıt yaratığın birini diğerine ard arda kaplayıp duruyor. Âlemin idaresinde ışığı karanlığa giydirip örttürdükten sonra, bir de çevirip karanlığı ışığa giydiriyor. Onu ona örtü yapıp sardırıyor. Burada hem

"Geceyi gündüzün üzerine doluyor." (Zümer, 39/5) hem

"Gündüzü de gecenin üzerine doluyor." (Zümer, 39/5)

kavramlarına, biri ibaresiyle biri de işaretiyle olmak üzere delalet vardır. Iğşâ, babından olmak ve bunda birinci mef'ûlün mânâ bakımından fâil olması asıl bulunmak hasebiyle gecenin gündüzü gaşyetme (örtme)si yani "Geceyi, gündüzün üzerine doluyor." (Zümer, 39/5) kavramı ibaresiyle olması açıktır. Yani her akşam görülüyor ki, Allah Teâlâ âlemde ruhları ve nefisleri (objeleri ve subjeleri) isti'lâ etmiş mulût-ı küll (her şeyi kuşatan) ve hâkim-i küll (herşeye hâkim) gibi görünen gündüz yaratılışının; mekân ve zamana bağlı yayılma ve devamıyla aydınlık hissini, hem göz gündüzünü, hem öz gündüzünü bir akşam emriyle dürüp karanlığın, karanlık hissinin içine sokar, gece yaratılışının isti'lası altına verir. Gün ufuk ve histen kaybolur, karanlık içinde his altında bir âleme girer, cihan başka bir cihan olur. Parlayanlar söner, sönenler döner, renkler ve şekiller siyahlar giyer, yayılan mekânlar dürülür bükülür, durmaz zamanlar tutulur geçilir, gözler kararır, gönüller daralır ve siz artık gündüzü ve onun emrindeki her şeyi ve kendinizi gece içinde, bir hayal altında sinmiş, gizlenmiş, mağlub, mahkûm, hapsedilmiş bulursunuz. Ve hatta öyle kendinizden geçer, uyur, yokluk karanlığına gömülürsünüz. Hem ne halde kendinizden geçirttirir? Bu, onu aceleci bir şekilde isterken, yani gündüz geceyi veya aksi takdirde gece gündüzü teşvik ile kandırılmış, heyecanlandırılmış bir tâlib gibi bütün sürat ve hızıyle aralıksız takip edip kovalarken, Allah teâlâ gündüzün bu aceleci isteğinin zıddına o mağlub ve mahkum geceyi getirir bir anda tepesine geçirir, bir anda gâlibi mağlub, mağluba gâlip kılar. Ve bu örtmeyi dilediği kadar devam ettirir, bir kerre değil devamlı yapar. İşte bunu yapan Allah'tır. Bu örtmede ilk ânı itibariyle bir yaratma müşahedesi ve bunun devam ve tekrarında bir ilâhî istivâ delili vardır. Bu şekilde ne gündüz geceyi geçip tamamen mağlub edebiliyor, ne de gece gündüzü

"Ne de gece gündüzü geçer." (Yâsîn, 36/40)

böyle bir dönme hareketinin devam etmesiyle disiplinli bir idare altında alt, üst, iç, dış olarak döner döner giderler, bir düziye Allah'ın saltanatını ilan ederler. Gerek mekân ve gerek zaman, gerek âfâk (objeler) ve gerek enfüs (subjeler) açısından âlem ne yalnız bir gündüz devleti olur, ne de yalnız gece. Aynı şekilde bunlar âlemin bir kısmında daima biri, bir kısmında da daima diğer biri sabit ve devamlı olmak üzere iki bağımsız devlet de teşkil edemezler. Her biri, her an nöbetleşe karşılıklı olarak bir istivâ noktasından geçer, üst ve adaletli bir idarenin hüküm ve nüfuzu altında değişimle biri diğerini örtüp ve kaplayıp emri altına alarak devrederler. Öyle bir idare ile devrederler ki, yalnız takip etme ve birleşme ile kalmaz, karşılıklı olarak biri diğerini örtmekle birbiri içine de girerler. Gündüz gecenin ardında, önünde, halef ve selefi (kendisinden sonra ve önce geleni) olduktan başka, altında veya üstünde, içinde veya dışında memuru ve tâbii de olur. Dünkü gündüz, hem bu gecenin önüne geçmiştir, hem de içinde ve altında gizlenmiştir. Bununla beraber ne gündüz geceye döndürülür, ne de gece gündüze: Görünümleri saklı, değişimleri mazbut, fakat isti'lâları denk olarak ve nöbetleşe altı üstüne getirilmiş ve kararlı. Halbuki gündüzün tabiatına ve aceleci talebine bakılınca, bir kerre nûr (ışık) karanlığı çiğnedikten, gündüz geceyi örttükten sonra bir daha bırakmaması, daima geceye hâkim kalması, istîlâ ettiği yerde sönmemesi, yani istivâsına mutlak bir şekilde sahip olması gerekirdi. Aynı şekilde gecenin tabiatına bakılınca da gündüzün asla meydana çıkmaması, gecenin Arş'ın istivâsına sahip olması gerekirdi. İkisine birden bakılınca da aralarında ne bir devir, ne bir hareket bulunmaması, her birinin diğerini eşit olarak durdurup faaliyetini engellemesi gerekirdi. Demek ki gece ve gündüzün talebi gibi yaratıklara nisbet olunacak bir devamlılık, bir tabiat yok değildir. Herhangi bir şey soyut olarak kendine ve kendi haline göre düşünüldüğü takdirde bir devamlılık vasfını kazanır ki, buna onun tabiatı veya zâtının gereği denilir. Fakat tabiat, kendi kendine etkileyici ve hâkim değildir. Nitekim gece ve gündüzü, tabiatlarının gerektirdiğinin tersine mahkûm eden bu iş, her ikisinin ve tabiatın üstünde bir iştir. Şu halde hakiki gereklik (icâb) de icat gibi tabiat üstüdür. Mesela tabiat açısından bakıldığı zaman harekete getirilen her hangi bir cismin uzayda sonsuza kadar doğru hareket ile hareket edip gideceği düşünülür ki, buna atalet (tembellik) veya istishâb denir. Gerçekte bütün aklî hareketlerin mantıkî gibi tasavvur olunan ve tabiat gereği denilen ıttırat (birbirini takip etme) kanununun hükmü budur. Halbuki incelendiği zaman âlemde böyle bir hareket yoktur. Bir zıddının karşı koymasına maruz olmayan ve tabiat gereği durdurulamayan ve değiştirilemeyen hiç bir şey bulunmuyor. İşte bu öyle bir noktadır ki, bize eşyanın tabiatının hâkim değil, mahkûm olduğunu gösterir. Olayları tayin ve icab eden gerekli sebebin tabiat üstü olduğunu ve istishâbın ispat edici bir delil olmadığını ortaya çıkarır.

Şimdi bütün âlemin mekân ve zamanda, görünür ve görünmezde gece ve gündüz hükmünün dışına çıkmadığı, âlemin tamamen veya kısmen gündüz veya gece içinde bulunduğu, yani zaman zarfı, mekân zarfından daha geniş olup, mekân zarfının, ya gece veya gündüz halinde bir zaman zarfı ânına sığdığı, ışık ve karanlığın uzamasıyla gece ve gündüzün de zaman zarfı tabiatının iki karşıt sınırını çizdiği düşünülünce, ikisi bütün âlemi kaplayan ışık ve karanlığı, gece ve gündüzü birbirine katan ve yaratılışlar üzerinde etkili olan bu örtme ve idare emri bütün âlemin üstünde Yaratıcı Allah'ın

"O, her gün (her an) bir iştedir." (Rahmân, 55/29)

âyeti delaletince doğrudan doğruya, bir emir ve tasarrufun ve Arş üzerine rabbanî istivânın her gün tecelli eden görünen bir delili olduğu derhal idrak olunur. Aynı hüküm ve tasarruf, aynı idare, aynı delil, çekme ve itme, hareket ve sükûn, sıcak ve soğuk, yaş ve kuru, hayat ve ölüm, gam ve sevinç.. gibi bütün çift zıtların karşılıklı ve nöbetleşe dönme ve hükümlerinde artı ve eksi elektrik gibi bütün çeşitli tabiatların çift oluşlarında ve hatta tek tabiatın şekillenmesinde bile cereyan eder. Bütün anlaşanların ayrılıkları, ayrıların birleşmeleri, zıtların dönme ve nöbetleşmeleri doğrudan doğruya yaratıcı Allah'ın yaratıkların tabiatı üzerinde hâkim olan istivâsını gösteren birer şahittirler. Fakat gece ve gündüz bunların hepsini içine aldığından "gece ve gündüzün örtünmesi" tabiatlar üzerindeki bütün bu tasarrufların görünenlerde ve görünmezlerde en genel ve en açık bir resmî tebliği: "bu, onu aceleci bir şekilde isterken" âyetindeki zıt ilişkinin içine almış olduğu bütün karşıt münasebetleri hatırlatmakla bu örtme ânında değişim mukadderatına uğrayan iki zıddın tabiat bakış açısından bulundukları hallerini tasvir etmek ve bu hali tersine çeviren ve değiştiren örtme emrinin tabiat üstü olan ve doğru istivâyı gösteren karakterini açıklamak ve ortaya çıkarmaktır.

(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, ilgili ayetin tefsiri)
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
"Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş üzerine hükümran oldu (istiva etti). O, geceyi durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir. İyi biliniz ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir." (Araf, 7/54)

ALLAH (c.c.) hiç bir şeye benzemez olduğu için istivasının keyfiyeti bilinmez diyoruz. İmam Malik te böyle demektedir. İstiva mâlum , Arab dilindeki anlamı bellidir , yâni yukarıda ki ayetlerde de gördüğümüz gibi İSTİVA nettir.
İstivaya hüküm anlamı verenler , hüküm ayetlerine ne mana vereceklerdir ?
Aşağıdaki ayetlerdeki İSTİVA geçen kelimelere işlerine gelmediği için İstivanın gerçek manasını saptırmadan vermektedirler.



Şimdi de Kur'an'da HÜKÜM ve İHATA (KUŞATMA) anlamı verilen ayetlerin orjinal yazımlarını bir görelim.

Hüküm:

وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

Maide 44 Kim ALLAH'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir

إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ أَمَرَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَـكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ

Yusuf 40 Hüküm ancak ALLAH'a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

İhata - Kuşatma:

أَوْ كَصَيِّبٍ مِّنَ السَّمَاءِ فِيهِ
ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِهِم مِّنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ واللّهُ
مُحِيطٌ بِالْكافِرِينَ

Yahut (onların durumu), gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek(ler) bulunan bir yağmur(a tutulmuşun hali) gibidir. Yıldırımlardan ölmek korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa ALLAH, inkârcıları tamamen kuşatmıştır. (Bakara 19)

وَللّهِ مَافِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَانَ اللّهُ بِكُلِّشَيْءٍ مُّحِيطاً

Göklerde ve yerde olanların hepsi ALLAH'ındır. ALLAH, her şeyi kuşatıcıdır. (Nisa 126)



İstiva :

ثُمَّ تَذْكُرُوا نِعْمَةَ رَبِّكُمْإِذَا اسْتَوَيْتُمْ عَلَيْهِ وَتَقُولُوا سُبْحانَ
الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ


- Siz onların sırtına binip üzerlerine yerleştiğiniz (isteveytum) zaman, Rabbinizin nimetini anarak şöyle diyesiniz: "Bunları bizim hizmetimize veren ALLAH'ı tenzih ve tesbih ederiz. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi." (Zuhruf suresi 13)

فَإِذَااسْتَوَيْتَ أَنتَ وَمَن مَّعَكَ عَلَى الْفُلْكِ فَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي نَجَّانَا
مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

- Sen, yanındakilerle beraber gemiye yerleştiğinde (isteveyte) : "Bizi zalimler topluluğundan kurtaran ALLAH'a hamdolsun" de. (Mu'minun suresi 28)

İSTİVA AYRI YAZIM VE MANA , İHATA / KUŞATMA (hakimiyeti altına alma) AYRI BİR YAZIM VE MANA , HÜKMETME - HÜKMÜ ALTINA ALMA AYRI YAZIM VE MANADIR.

İstiva yazan ayeti ihata , hüküm diye okumaya ve anlamaya çalışanlar , ihata ve hüküm yazan ayetleri de İSTİVA diye anlayamadıkları sürece tevilleri geçersizdir !

----------------------

إِنَّ رَبَّكُمُاللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ
أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثاً
وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ
وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ


Şubhesiz Rabbiniz ALLAH, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş üzerine istiva etti. O, geceyi durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir. İyi biliniz ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan ALLAH ne yücedir. (Âraf 54)

Bu ayetlerdeki istivayı nasıl hükmetme veya kuşatma hakimiyeti altına alma diye çeşit çeşit tevil edildiklerini görmüş olduk . Bir üst mesajda örneklerde orjinal yazımlarıyla ispat edildi.

Mavi renkli yazan kısımda KURANDA İSTİVA diye geçerken nasıl olurda bunu مُحِيطٌ veya حُكْمُ diye yazmış gibi anlamaya çalışmak ALLAH'ın ne anlamda buyurduğunu kendisine öğretmektir. Rabbim مُحِيطٌ veya حُكْمُ buyurmak istediği zaman zaten bu sıfatları kullanmış başka ayetlerinde.
Böyle yapanlar Kur'anı muharref hale getirmeye çalıştıklarının farkında değiller. imam Malik gibi istiva malum keyfiyeti meçhul demek sıhhatli olan izahattır.

Not :
İstiva malum derseniz , ALLAHı insan gibi oturup , yükselip karar kılmış olmazsanız .

ALLAH kendi şanına layık bir şekilde keyfiyeti bizce meçhul olarak Arşa istiva etmiştir !
------------------------

ALLAH c.c. zatı her yerdedir diyene (Cehmiye'ye) sorular

Bir Cehmiye'nin:
"ALLAH her yerdedir, bir yerde olurken başka bir yerde olmaması söz konusu değildir", dediğinde, aslında yalan söylediğini anlamak istersen, ona şu soruyu sor:

Hiçbir şey yok iken ALLAH var değil miydi?
Evet, diyecektir. O zaman şunu sor:


ALLAH mahlûkatı yaratırken, onları kendi içinde mi yarattı, yoksa kendi dışında mı?

Bu sorunun cevabı bağlamında üç görüş belirginleşecektir.
Bu görüşlerden biri:

1 - ALLAH mahlûkatı kendi içinde yarattı, demektir. Bu cevabı verecek olsa, küfre sapmış olur.
Çünkü insanların, cinlerin ve şeytanların ALLAH’ın içinde olduklarını iddia etmiş olur. Şayet:


2 - Onları kendi dışında yarattı, sonra kendisi onların içine girdi, dese, bu sefer de küfre sapmış olur.
Çünkü ALLAH’ın, kirli, pis bir mekana girdiğini iddia etmiş olur. Eğer:

3 - ALLAH mahlukatı kendisinin dışında yarattı, ama onların içine girmedi, şeklinde bir cevap verse, diğer bütün yanlış görüşlerinden dönmüş olur. Ehl-i sünnetin görüşü de budur. (Er Reddu ala Cehmiyye ve'z- Zenadika , 14. bab)

7. Bölüm

https://www.islam-tr.org/konu/allah-nerede-rahman-arsa-istiva-etti-kitap.8000/
 
E Çevrimdışı

ENSARİ

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Muâviye İbnu'l-Hakem es-Sülemî anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelip:

"Bir cariyem var, çoban olarak çalıştırıyor, koyunlarımı otlatıyordum. Yakınlarda bir koyunumu yitirdi. 'Ne oldu?' diye sorunca, kurt kaptı dedi. Koyunun kaybolmasına üzüldüm. İnsanlığım icabı câriyenin suratına bir tokat vurdum. Bu davranışımın kefareti olarak bir köle azad etmeyi adadım. Onu âzad edebilir miyim?"

diye sordum. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) cariyeye:

'Allah nerede?' diye sordu O:

'Göktedir.' deyince,

'Pekâlâ ben kimim?' dedi. Cariye:

'Sen Allah'ın Resûlüsün.' cevabını verince, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bana yönelerek:

'Bunu âzad et, zira mü'minedir.' buyurdu.
" [Müslim, Mesâcid 33, (537); Muvatta, Itk 8, (2, 776); Nesâî, Sehv 20 (3, 18); Ebu Dâvud, Eymân 19 (3282)].

Hattâbî, Mâlik de şu açıklamayı yapar:

"Resûlullah'ın: "Onu âzad et, çünkü o mü'minedir." sözü şayân-ı dikkattir, zira Efendimize (asm) câriyeden, onun imanına işaret anlamında, suallerine aldığı cevaplardan başka hiçbir şey açıkça belli olmamıştır. Resûlullah: "Allah nerede?" demiş; o: "Gökte!" diye cevap vermiştir, keza: "Ben kimim?" diye sormuş, "Resûlullah'sın!" diye cevaplamıştır. Bu sualler imanın emarelerine ve varlığına bir işarettir.

Nevevî de şu açıklamayı yapar:

"Bu, sıfat hadislerindendir. Bu hadisler hakkında iki görüş vardır:

1. Manâsına hiç girmeden -Allah'ın hiçbir benzeri olmadığına, O'nun mahlukâta ait özelliklerden münezzeh olduğuna itikad ile birlikte- îman etmek.

2. Hadîse, olduğu gibi değil, (iman esaslarına) uygun şekilde te'vil ederek iman etmek. Kim bu şekilde söylerse konumuzla ilgili hadis hakkında şunu demiş olur: "Bundan maksat câriyeyi imtihandır. Bu câriye tevhid akidesinde midir, yaratıcı, tedbir edici olan tek bir Allah'a olan inancı kabul ediyor mu? Bu ilah, duâ eden kimsenin, semâya yöneldiği zaman müracaat ettiği ilah mıdır? Bu yöneliş, O'nun için namaz kılan kimsenin de Ka'beye yönelmesi gibi midir? Aslında bu yöneliş, O'nun semâda olmasından ileri gelmez, aynen Ka'be cihetine yönelmesi de Allah'ın o yönde bulunmasından ileri gelmediği gibi. Böyle yapılması, göğün duâ edenlerin kıblesi olmasındandır, tıpkı Kabe'nin de namaz kılanların kıblesi olması gibi."

Sindî'nin kaydettiği te'vil şöyle: "Allah nerede?"nin ma'nâsı hakkında âlimler şöyle demiştir: "Allah'a yönelenler hangi yöne yönelirler?" Semâ'da sözü de şu ma'nâyı ifade eder: "(Allah'a yönelenler) semâ cihetine yönelirler." Bu sorudan maksad câriye'nin Allah'ın varlığını kabul etmesidir, Allah hakkında bir mekan veya yerin varlığını isbat etmek değildir." (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, IX/11-12)

Mutim b. Adî anlatıyor: “Resulullah’a (a.s.m) bedevî bir adam geldi ve şöyle dedi: ‘Ya Resulallah! Canlar sıkıntıda, çoluk-çocuk ziyan olmakta, mallar perişan, davarlar mahv olmaktadır. Allah’tan bize yağmur yağdırması için talepte bulun. Seni Allah’a şefaatçi , Allah’ı da sana şefaatçi yapmak istiyoruz.’ Resulullah, ‘Yazıklar olsun sana, sen dediğinin farkında mısın?’ dedi ve bir süre Allah’ı tespih edip durdu. Öyle ki Peygamberimizin bu telaşlı hali, arkadaşlarının yüzlerine de aksetti (onlar da bu durum karşısında üzüldüler). Sonra şöyle devam etti ‘Yazıklar olsun sana! Allah hiçbir mahluku için şefaatçi kılınmaz. O böyle (aracı) olmaktan çok daha büyüktür. Sen Allah’ın kim olduğunu bilir misin? Onun Arşı göklerinin üzerinde şöyledir (deyip iki elinin parmaklarıyla bir kubbe/bir halka yaptı). Ve şöyle devam etti: ‘muhakkak ki, Arş Ondan ötürü –binicisinden ötürü binitin sırtının gıcırdaması gibi- gıcırdar.(Ebu Davud, Sünnet, 19).

Hattabî,Ebu Davud’un söz konusu rivayetinde yer alan “istiva anındaki arşın dayanıksızlığını” seslendiren ifadelerin müteşabih olduğunu, manasının derin olduğunu, zahiri manasının kast edilmediğini, bu ifadenin Allah’ın azametini ifade etmek üzere kullanıldığını, o andaki muhatabı olan bedevî arabın basit zihninin nazara alındığını ifade etmiştir.(bk. Avnu’l-Mabud, ilgili hadisin şerhi).


İşte Efendimizin (a.s.m) Allah hakkında yanlış ifade kullanan bir bedevi’ye cevap verirken, Allah’ın büyüklüğünü böyle bir tasvirle göstermeye çalışıyor. Hakikatten habersiz, manaların derinliklerine nüfuz etmekten mahrum, cahil bir bedeviye şok etkisi yapacak bir tasvir ancak böyle olur.(krş. Avnu’l-Mabud, ilgili hadisin şerhi).

İmam Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ebsat’ta şöyle diyor: “Rabbimin gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum diyen kimse kâfir olur. Aynı şekilde, “Allah Teala Arş’ın üzerindedir; Arş’ın gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum” diyenin durumu da böyledir.”

Yani kim Allahın gökte yahut yerde olduğunu söylerse kafir olacağını söylemiştir.

Burada İmam, Allah Teala’nın gökte veya yerde olduğunu söylemekle O’na bir mekân isnad edilmiş olacağını vurgulamaktadır. Buradaki tekfirin anlamı budur.
 
T Çevrimdışı

Tarık Yıldız

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
İmam Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ebsat’ta şöyle diyor: “Rabbimin gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum diyen kimse kâfir olur. Aynı şekilde, “Allah Teala Arş’ın üzerindedir; Arş’ın gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum” diyenin durumu da böyledir.”

Bazıları imam-ı azam'ın sözlerini şöyle çevirir:
İmam Ebu Hanife Allah ona rahmet etsin şöyle buyurmuştur: “Her kim, Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olur.”
Yine: ‘O, arşının üzerindedir. Fakat arş gökte midir, yerde midir bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur.”

bunlar öyle çevrilmiş kelimeler ki kah senin kah benim dediğim manaya çıkabilirler.O yüzden başka alimlere bakalım:

Şeyh Abdülkadir Geylani der ki:
Yüce Allah için:"her yerdedir" demek caiz değildir.
Şöyle denilebilir:"O semanın üstünde arştadır"

Nitekim bu manada Allah teala şöyle buyurdu:"Rahman arşı sardı"(20/5).

Bir başka ayeti kerimede ise şöyle buyurdu:"İşi yönetmek üzere arşı kuşatmıştır."(10/3)
"Güzel cümle ona ulaşır,yararlı iş de onu yükseltir"(35/10)
Bu manadan olarak resulullah (s.a.v) efendimizin bir hükmünüde burda anlatabiliriz.Resulullah (s.a.v) bir kadına sordu:
"Allah nerede" o da şöyle bir işarette bulundu;Semada
Resulullah s.a.v efendimiz onun Müslümanlığı şanında hüküm verdi.

(Günyetü't Talibin sf 169-170)

Tabiin'in büyüklerinden Abdullah bin mübarek der ki:
“Rabbimizin yarattıklarından uzak olarak yedi kat göklerin üstündeki Arş’a istiva ettiğini bilir, kabul ederiz.” er-Reddü ale’l Cehmiyye, s.67.

Peygamber (as) der ki:
Gökte olanın emini olduğum halde bana güvenmeyecek misiniz? Bana göğün haberleri sabah akşam gelir.”
Buhari- megazim 61 ,Müslim- zekat
(Herhalde Cebrailin emini değil de mi?)

Peygamber as der ki:
“Ey gökte olan Allah, Ey Rabbim, ismin mukaddestir. Emrin ve işin gökte ve yerdedir.Rahmetin göktedir. Onu yere lütfet, günahlarımızı, hatalarımızı bağışla. Sen iyilerin Rabbi; rahmetinden bir rahmet indir. Bu ağrıya şifalardan bir şifa indir.”
Ebu Davut – tıp , Ahmed 4/21

İmam ebu hanife dedi ki:

“Allah Teâlâ göktedir, yerde değil.”

Kendisine: “O sizinle beraberdir” (Hadid Sûresi: 4) âyetini hatırlatan adama:

Bu, senin bir adama mektup yazıp onunla beraber olduğunu söylemen gibidir. Halbuki sen onun yanında değilsin.” dedi.
(El-esme ve sıfat)

Imam Mâlik Allah ona rahmet etsin şöyle buyurmuştur: “Allah semâdadır. İlmi ise her yerde’ derdi.” (Kaynak Ebu davud diye verilmiş)

Imam Şafii Allah ona rahmet etsin şöyle buyurmuştur:

“İmam Mâlik, Süfyan ve onlardan başka Ehli Sünnet önderlerinden gördüğüm ve benim de üzerinde olduğum hak olan söz şudur; Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed sallallahu aleyhi vessellem’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet edip, Allah Teâlâ’nın da semâsında arşının üzerinde olduğunu, istediği gibi kullarına yaklaşıp ve istediği gibi de dünya semâsına indiğini ikrar etmektir.”
ZEHEBI-ULUV


-Sevri, Malik, ibn uyeyne, Hammad ibn Selame, Hammad ibn Zeyd, Ibnü’l Mübarek, Fudayl ibn Iyad, Ahmad, Ishak, Abdulkadir el cili, Şeyhül Islam el-Ensari Ebu’l Abbas et-Turuki ve sayısını ancak Allah’ın bildiği bir çok Islam alimi ve imamı yüce Allah’ın bizâtihi arş’ı üstünde ve ilminin her yerde olduğunda görüş birliği etmişlerdir.
istiva risalesi -191- Ibn Teymiyye

 
M Çevrimdışı

Muvahhid Mücahid

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Hanefi mezhebinin imamı Ebû Hanife (öl. 150/766) de ayni görüştedir. O şöyle demektedir:
"Bilmiyorum, Rabbim gökte midir, yerde midir" diyen kâfir olur. "ALLAH Arş'ın üzerindedir ama Arş gökte midir, yoksa yerde midir, onu bilmiyorum" diyen de kâfir olur. ALLAH'a dua ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyyet vasfıyla hiçbir ilgisi yoktur.


Ensari İmam Ebu Hanife'nin sözünün tamamını niye aktarmıyorsun?
ALLAH'a dua ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyyet vasfıyla hiçbir ilgisi yoktur.
Eğer dediğin gibi olsaydı sözün devamında bu cümleyi kullanmazdı.İmamların sözlerini kelime oyunlarıyla açık anlamlarından kopartmaya çalışıyorsunuz.Zira hadislerde de bunu yapıyorsunuz.
 
B Çevrimdışı

bilinmeyen0754

Üye
İslam-TR Üyesi
Sanirim bazi arkadaslar Allah in arsa istiva ettigini soyledigimiz zaman hasa bir padisah gibi tahtinda oturduğunu dusunuyormusuz gibi dusnuyorlar.Boyle birsey tabiki yok.Nasil Allahin sifatlarindan mesela semi:herseyi duyan, isiten sifatini biz hasa Allahin bizim gibi 2 kulağı vardir bizim gibi isitme fonksiyonlari vardir demiyorsak allahin arsa istiva ettiginide ayni sekilde.yorumlamiyoriz.Keyfiyetini bilemeyiz.Nasil duydugni nasil gördüğünün keyfiyetini bilemedigimz gibi.Ozellikle ekstra ayet hadis yazmiyorum.Allah razi olsun arkadaslar gereken aciklamayi yapmışlar. Sadece ben Allah mekandan munezzehtir diyen arkadaslrin yanlis anladigini dusundugim icin aciklama yapma gereksinimi duydum.
ALLAHA EMANET...
 
E Çevrimdışı

ENSARİ

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Sözün bittiği noktadayız..öyle Kur'an Ayetleri ve Hadisler vardırki avam tabakası tarafından doğru şekilde anlaşılamazki bunuda ancak ilim erbabı alimler tartışır ve yorumlarlar..biz sadece onlara tabi oluruz velevki kader,imanı bazı hakikatler kişileri Allah korusun tartışmak dinden çıkarabilirki..bu tip konularla uğraşmakta biz avam tabakası içinde lüzumlu değildir..zira şeytan hep neden ve niçin soruları ile insanları doğru yoldan saptırmakla uğraşmaktadır.bu tip soruların ardı arkası sıra sıra hep gelir durmaz.zira şeytan mü'minleri şek ve şüpheye düşürmekle yükümlüdür..
 
A Çevrimdışı

Allah de!

Üye
İslam-TR Üyesi
Kimi sözlerini eksik, kimini değiştirerek verip kafamı karıştırdığınız İmam KEVSERİ hakkındaki ithamlarınızın cevabı, sitesinde internet atılan İftiralara Dair başlıklı makalede ,orjinal arapça fotoğrafları ile, mevcut.
Zahid el kevseri kimdir

(Ehli Hadis düşmanı el-Kevseri’nin gerçek yüzü hakkında küçük bir uyarı)

Dini Islah Davasında Bir Din Tahripçisi

Bismillahirrahmanirrahim

BİR MÜRCİ/CEHMİ BOZUNTUSU : ZAHİD EL KEVSERİ

Muhammed Zahid Kevseri isimli zındığın türkçeye terceme edilmiş eseri olmasa da, ehli sünnete aykırı, bozuk akidesi, eserlerinin içeriği başta Ebu Bekir Sefil olmak üzere çeşitli mukallidleri tarafından takdim edilmektedir. Maalesef sahabelerin Kuran ve Sünnet hakkındaki menheclerini bilmeyen taklitçiler, kendisini ehli sünnettenmiş gibi maskeleyen bu zındığın fitnesine düçar olmakta, sinsice kurulmuş tuzaklarını fark etmemektedirler.

Ebu Ahmed Abdurrahman kardeşimizin Kevseri’ye reddiye hazırlamakla meşgul olduğundan haberdar olunca, kendisinden bu konuda bazı notlarını göndermesini, sitemde yayınlamak üzere rica ettim. Onun çalışması şuan bitmemiş halde olup devam etmektedir. Mezkur çalışması için derlediği bazı notlarını bana gönderdi ve ben de şimdi yayınlıyorum. Allah Ebu Ahmed’e hayırlı karşılıklar versin, faydalı eserlerinde muvaffakiyet versin ve çalışmasını müslümanlara bereketli kılsın.

KEVSERİ’NİN EBU HANİFE İLE BİR İLGİSİ VAR MI?

Ebu Hanife'nin adını kullanıp, onunla alakası olmayanlara;

Bugün kendilerini imam ebu hanife'ye nisbet edenler, biz Ebu Hanife’ye uyuyoruz diyenler, aslında sadece onun adını kullanıyorlar ve onunla hiç alakaları yoktur. Bugün hanefi olanlar aslında Muhammed Zahid el-Kevseri'nin mezhebine uyuyorlar. Maturidilik mezhebi tarih boyunca dört merhale geçirmistir. Son merhalenin basinda ise Muhammed Zahid el-Kevseri vardir. Kevseri, son merhalenin en önemli sahsiyetidir. bugün Hanefi-Maturidi veya Eş'ari-Şafii olup kevseri'den etkilenmeyen, ondan beslenmeyen hiçbir kimse yoktur. ama bunu hanefilerin avam tabakası bilmez, bunu sadece ilimle ugraşanları bilir. bugun hanefiyiz diyenler aslında kevseri'nin mezhebine mensubdurlar, ama Ebu Hanife'nin, imam Şafii'nin adını kullanırlar.

Oysa Kevseri, Ebu Hanife'nin ve Şafii'nin tam zıttıdır. hem akidede, hem mezhebde hem de meşrebde...Kevseri, sahabelere hakaret eden, selef imamlarına sapık diyen, sahih buhari'de ve sahih muslim’deki bir çok sahih hadisi inkar eden, imam ahmed'e dil uzatan, cehmiyye mezhebinin kurucularını mudafaa eden, sapık birisidir.

Bugün Türkiye’de ve hatta bütün dünyada, imam ebu hanefi'ye uyduklarını iddia edenler, hanefi mezhebi mensubları, akidede ise ebu mansur el-maturidinin mezhebine uyarlar. maturidilik mezhebi ise tarih boyunca dört merhale geçirmistir. son merhalenin başında muhammed zahid el-kevseri vardır. bugün akidede maturidi olanlar, hatta şafii olup, akidede eş'ari olanlar, zahid el-kevseri'den mutlaka istifade etmiş, ondan beslenmişlerdir. yani günümüzde, hanefi ve safii olduğunu iddia edenler, aslında, muhammed zahid el-kevseri'nin mezhebine, görüşlerine uymaktadırlar, ebu hanife'nin ve şafii'nin adları kullanılmaktadır sadece. Çünkü kevseri, ebu hanife'nin, şafii'nin ve diğer selef imamlarının yolundan ayrılmış birisidir. kevseri'nin birçok görüşleri, ebu hanife'nin ve diger selef imamlarinin görüşlerine tamamen zıttır. Ebu hanife ve ebu mansur el-maturidi tarikat ehli olmamalarına rağmen, kevseri, tasavvufun sapık görüşlerini de hanefi-maturidiliğe sokmuştur.

SAHABEYE, ÜMMETİN SELEFİNE HAKARETLER SAVURAN KEVSERİ !!!

el-kevseri, peygamber sav'in sahabelerine dil uzatan hakaret eden birisidir; buyuk sahabi enes ibni malik(ra)'a “bunak” diyor. buyuk sahabi enes'in fıkıh bilmediğini, fakih olmadığını iddia ediyor (et-Te'nib,s.117; et-Terhib, s.332)

Peygamber sav, medine'ye hicret ettiğinde, Enes ra. on yaşındaydı. annesi elinden tutup onu peygamber sav'e getirdi. onun hizmetine onu verdi. enes gece gündüz tam on yıl peygambere hizmet etti. ona (sav) en yakın ve en büyük sahaberlerden biriydi. eğer Enes fakih değilse daha fakih olan bir kimse yok yeryüzünde! peygamber sav., enes'in bereketine dua etti. herkesin bahcesi yılda bir kere ürün verirdi, enes’in bahçesi iki kere. herkesin hanımı yılda bir kere doğum yapardı, enes'in hanımları yılda iki kere. kuraklık zamanı bir bulut gelir yalnızca enes'in bahçesini sulardı. taun salgını geldiğinde enes, kendi eliyle 120 tane evladını defnetti. bayram namazına yetişemezse, enes, bayram namazını kendi çocukları ile kılardı, yani Allah ona o kadar bereket bolluk vermişti, hem dinde hem de dunyalıkda. enes, en çok hadis rivayet eden sahabelerdendir. en alim ve en fakih olan sahabelerdendir. bütün ümmet bunda ittifak etmistir. oysa Kevseri kalkmış enes'e “bunak” diyor. “fakih değildi” diyor. selef imamlari da der ki; eğer sahabelere dil uzatan birini görürseniz bilin ki, o, bid'at ehlidir, sapıktır. Allah rasulu de sahabelere dil uzatanlara la'net ediyor,(sav.)

kevseri, büyük sahabi, Mu'aviye ibni ebi'l Hakem (ra) da dil uzatır, o'na hakaret eder. bu sahabi için, o'nun fakih olmadığını söyler, o'nun namazda konuşacak kadar (cahil) olduğunu(!) söyler, belasını bulmuş biriydi, kafayı yemiş, hadisleri ma'na ile rivayet ederdi, der (ta'likat, s.421; tebdid ez-zalam, s.94; makalat, s.349).

bütün bunları onun rivayet ettiği muslim hadisini inkar etmek için yapar. Çünkü Mu'aviye ibni ebi'l hakem, muslim'de gelen cariye hadisinin sahibidir. bu hadiste, cariye, Allah'ın gökte olduğunu söyler ve Allah rasulu sav onu tasdik eder. o cariye icin "bu, mu'minedir" der. (sahih muslim, kitab'ul mesacid)biz kuranı, kuranın anlayışını, hadisleri, hadislerin anlayışını, dini, sahabelerden aldık. sahabelere dil uzatıp, onların dokunulmazlığına dokunanlar, dini yıkmak isteyen zındıklardır.bugün hanefi-maturidi-sofi olanların, ibni teymiye'ye ve ibni kayyim'a kafir demeleri de, kevseri'nin papağanlığını yapmalarından dolayıdır. Kevseri'nin, ibni teymiye'ye kafir demesi, sahabelere dil uzatması cürmünün yanında nedir ki?!!!

KEVSERİ HADİSÇİLERİ DÜŞMAN BELLEDİ, SAHABEYİ FIKIHTAN ANLAMAMAKLA İTHAM ETTİ.

el-kevseri, ebu hureyre gibi, enes gibi bazı büyük sahabelerden hadis almaz. onların fakih olmadığı, sadece muhaddis olduğu gerekçesi ile (et-te'nib, s.223). oysa bu usul, dinde büyük bir çatlak meydana getirir. fakih değil diye bazı hadisleri redd ederseniz, sizin dininiz eksik kalır. ondan sonra bu eksikliği gidermek için içtihad eder kıyas yaparsınız sonra da sünnete ters düşersiniz, sonra da size sahih hadis getirirler, mezhebe uymuyor diye redd edersiniz. boylece dinde olmayan yeni hükümler doğar.

imam ebu hanife rh der ki; eger bir hadis sahihse, benim mezhebim işte o'dur

DECCAL KEVSERİ SELEF İMAMLARINI MÜCESSİME OlMAKLA SUÇLADI

el-kevseri, selef imamlarına ve onların kitaplarına da dil uzatır, onları sapık olmak, mücessime olmakla suçlar. bunlardan bazıları şunlardır;

1-imam ahmed'in oğlu abdullah, babasına sorular sorar, bu soruları ve aldığı cevapları bir kitapta toplar. bu kitabın adı "es-Sunne"dir. bu kitab, akide ve menhecde, ehli sunnetin temel kaynaklarındandır. kevseri, bu kitabın, sapıklığın, mucessime'nin ve muşebbihe'nin kitabı olduğunu söyler. bu kitapta yazılanların, putçuluğun satırları olduğunu söyler. (makalat, s.320, 324, 301, 307, 325, 329, 332, 338)

2-yine el-kevseri, buyuk imam ibni huzeyme'nin, "et-tevhid" adlı kitabına dil uzatır. oysa bu kitap da ehli sünnetin akide ve tevhidde en büyük kaynak kitaplarındandır. hep hadislerle yazılmıştır. kevseri, bu kitabın, tevhid kitabı değil, bilakis şirk-Allah'a ortak koşmanın kitabı olduğunu soyler. bu kitabda yazılanların, putçuluğun görüşleri olduğunu söyler. (makalat, s.330) ve kevseri, kelamcı-felsefeci Razi'nin bu kitab için, şirk'in kitabı, dediğini nakleder. (et-te'nib, s.108). kevseri, ibni huzeyme'yicahil olmakla suçlar, bu cehaleti ile böyle bir kitab yazmaması gerektiğini söyler. (ta'likat, s.267)

kevseri, selefin büyük imamlarından olan, abdurrahman ibni ebi hatim er-razi'ye de dil uzatır. ibni ebi hatim'in, cehmiyye mezhebini ve sapık görüşlerini redd etmek için yazdığı kitabı (er-redd ala'l-cehmiyye), akılsızca yazdığını, ibn ebi hatim'in aklının bu konulara ermediğini, söyler. (ta'likat, s.269)

yine kevseri, büyük imam muhaddis ibn ebi şeybe'yi, "el-arş" adlı kitabından dolayı, yalancı-kezzab, olmakla suçlar. (et-te'nib, s.110)

KEVSERİ EHLİ SÜNNET DÜŞMANI CEHMİYYE FIRKASININ KURUCULARINI ÖVE ÖVE BİTİREMİYOR

kevseri, selef imamlarına, ehli sünnetin büyüklerine böyle hücum ederken, diğer yandan da, sapik cehmiyye mezhebinin kurucuları olan, ca'd ibni dirhem ve cehm ibni safvan'ı över ve müdafaa eder ve onların hakkıyla anlaşılamadığını söyler. (bir iftiracının yalanını beyan adlı eserinin mukaddimesinde, s.12; et-te'nib, s.91)

muhammed zahid el-kevseri'ye reddiye olarak yazılmış, tek kitap olarak yazılmış kitablar, risaleler var. ayrıca bazı internet sitelerinde de ilim ehli olan insanların hazırladıkları çeşitli yazılar vardır. ama bildiğim kadarıyla bunların hiç biri türkceye tercüme edilmiş değildir. arabcadır. ayrıca el-kevseri'nin eserleri de arabca olup türkceye tercüme edilmediğini biliyorum. el-mu'allimi'nin, "et-tenkil" isimli eseri bu konuda en onemli eserlerdendir. Dr. muhammed ibni abdurrahman el-humeyyis'in, "kevseri'nin selef akidesine muhalefeti" isimli eseri önemlidir. el-gumari ise kevseri'nin kitablarındaki çelişkili-birbirine tam zıt olan ifadeleri karşılaştırmıştır. bir kitabında söylediklerini başka kitablarında zıttını söylemiş. bu eserin adı da, "bir iftiracinin telbisini beyan yada kevseri'nin kevseri'ye reddiyyesi"dir. bunların hiçbiri turkceye tercume edilmedi biliyorum. ayrica bazı alimlerin, kaset olarak yapmış oldukları reddiyyeler de vardır. arabçadır.

NEKROFİLİST RUH HALİ İLE ETRAFA SALDIRAN BİR MEZARPEREST

1-el-kevseri,kabirlerin üzerine mescid yapmanın caiz olduğunu söyler. (makalat, s.156-157)

2-el-kevseri, kabirlere, mum yakmanın , kandil koymanın caiz olduğunu söyler. (makalat, s.158)

3-el-kevseri, bir kabrin üzerine yapılmış olan mescidde, namaz kılmanın caiz olduğunu söyler. (makalat, s.156-157)

4-el-kevseri, salih kişilerin ruhlarından isti'ane, istimdad, yardım dileme, sığınmanın caiz olduğunu söyler. (makalat, s.358; tebdid ez-zalam, s.162)

5-salih kişilerin ruhlarının kainatta mutlak tasarruf sahibi olduğunu, kainatı idare ettiklerini söyler. (tebdid ez-zalam, s.61 ve 382)

6-evliyaların kabirlerini ziyaret etmenin, ziyaret edenlere feyiz kaynağı olacağını söyler. (makalat, s.386; tebdid ez-zalam, s.162)

7-salihler vefat edip, ruhları bedenden ayrıldığında, artık gaybi bilirler, herşeyi bilirler, örtü onlardan kalkar. (makalat, s,383)

8-peygamber sav'e, bela anında ona sığınmak, ondan yardım istemek caizdir ve onun zatı ile tevessül caizdir der. (makalat, s.389-391)

9-vahdeti vucudcu olan ibni arabi'yi ve ibni farid'i mudafaa eder savunur. (makalat, s.340-341; munye isimli kitabin mukaddimesi, s.7)

zahid el-kevseri olmeden once tevbe etmedi. etmis olsa bile ne fark eder. tevbe etmiş olsa kendine. ama açmış olduğu bu bid'at yolunda onu takip edenler çoktur. bugun hanefi veya şafii olduğunu iddia edip, aslında imam ebu hanife ve imam safii ile hiçbir alakası olmayan ne kadar muteassıb mezheb ehli varsa hepsi el-kevseri'nin izindedir. ibni teymiyye'yi ve ibni kayyim'i kafirlikle suçlamaları da oradan geliyor. kevseri mezhebinde oldukları, o'nun taklitçileri olduklarından dolayıdır.

(alıntı)
[FONT=&amp]
"Eger isterse kudreti ve Rububiyyeti ile bir sinegin kanadina bile istikrar edebilir. Peki eger boyle ise cok yuce olan bir Ars'in uzerine nasil olmasin ki?(yani nasil Ars'in uzerine istikrar edemesin ki? Allah'in her seye kudreti yetmezmi?) "

bu sözde imam darimi'ye aittir..ibn teymiyye onun bu sözünü açıklamış..
 
T Çevrimdışı

Tarık Yıldız

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Kimi sözlerini eksik, kimini değiştirerek verip kafamı karıştırdığınız İmam KEVSERİ hakkındaki ithamlarınızın cevabı, sitesinde internet atılan İftiralara Dair başlıklı makalede ,orjinal arapça fotoğrafları ile, mevcut.

قال الكوثري - قاتله الله - واصفاً "ابن القيم" رحمه الله بـ: "الكفر"، "الزندقة"، "ضال مضل"، "زائغ"، "مبتدع"، "وقح"، "كذاب"، "بليد"، "خارجي"، "تيس"، "حمار"، "ملعون"، "من إخوان اليهود والنصارى"، "منحل من الدين والعقل"... الخ. أ.ه‍ ‍ (ص22، 24، 28...)

1)-Kevseri , İbn Kayyim'i (rahimehullah) "İnkarcı","Zındık","Yanıltıcı/saptırıcı","Uzaklaşan","Yenilikçi","Utanmaz","Yalancı","Ahmak","Harici","Mecnun","Eşek","Mel'un/lanetli","Yahudi ve Hristiyanların kardeşlerinden","Aklı ve dini gevşemiş" diyerek vasıfladı (Makalat,22,24,28)

sadece bunları söyleyecek kadar cüretkar olması bile yeter.
 
T Çevrimdışı

Tarık Yıldız

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
(وقال عن "الإمام الشوكاني" رحمه الله...إنه يهوديٌّ مندسٌّ بين المسلمين لإفساد دينهم...(ص418

2)İmam Şevkani rahimehullah için dedi ki: Muhakkak o yahudilerin fitnecisidir ve Müslümanların arasına dinlerini ifsad etmek için yollanmıştır.(Makalat 418)
 
T Çevrimdışı

Tarık Yıldız

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
)-Ebu Naim için;
Ebu Naim (يستبيح الإساءة بدل هذا الإحسان) ve yalan haberler zikretmiştir.Ve o onun yalan olduğunu biliyordu...(El te'tib,28)
3)-[El Te'tib'in 7. sayfasında İbn Hacer El Askalani'nin cehaletinden bahsediyor.]
4)-Darekutni'nin kör,inançta saptırıcı ve heva ehli olduğunu söylüyor.(Te'tib,244)
5)-(Osman) İbn Ebi Şeybe(Musannefin müellifi) hakkında sırf İmam Ebu hanife'yi eleştirdiği için,
"Onun şeyhi Muhammed bin Osman yalancı bir mücessimdir" diyor.(Te'tib,215)
6)-Ahmed Bin Hanbel Hakkında:
"Göz önündeki fakihlerin Sözleri tedvini hiç memnun edici değildir.Muhakkak o hukukçuluk(Fakihlik) yapmadı ve Fakihlerin hukukunda ölçülü görünmedi (yani fakihlere göre ölçüsüz bir insanmış)"(Te'tib,206)
7)-İbn Kesir'in tevessül ve ziyareti inkar eden bir yenilikçi olduğunu söylüyor.(Makalat,428)
8)-İmam Zehebi ve Darimi hakkında diyor ki:
"Darimi Zehebi'yi taklid ederek Mücessim oldu.Zehebi ise Haşeviyye'nin benzerlerindendir."(Te'tib,318)


9)-Darimi için Kıtlık sahibi/kıt akıllı diyor. (Te'tib,318/19)

http://www.islamicweb.com/arabic/sunni/Kauthari.htm
bu siteden çevrilmişti ama kapanmış,yine de başka bir benzer bir site hala var:
http://www.sahab.net/forums/index.php?showtopic=71087
 
Ahadun Ahad Çevrimdışı

Ahadun Ahad

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
İmam Malik dedi ki;
"Allah semadadır. İlmi ise heryerdedir. Hiç birşey ilminin dışında değildir."
{Abdullah b. Ahmed, Sunne :532 }

farklı lafız olarak şöyle zikrediliyor.

İmam Malik dedi ki;
"Allah semadadır, İlmi ise her yerdedir. İlminden de hiçbir şey gizli kalamaz."
{Ebu Davud, Mesail :263}

bunun aksi görüş (Allah subhanehu ve teala'nın arşta olmadığı görüşü) sapkın cehmilerin sapkın bir görüşüdür. Allah subhanehu ve teala'yı semada kabul etmeyen kişi nasslara muhalefet etmiş ve ehli sünnet'in akidede belirlemiş olduğu icma'ya da muhalefet edip ehli sünnet'in dışına çıkmıştır.
 
Ahadun Ahad Çevrimdışı

Ahadun Ahad

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
İmam Buhari'nin hocası Muhammed bin Yusuf (el Firyabi) dedi ki:

"Kim "Allah arşın üzerinde değildir" derse, işte o kafirdir. Kim de Allah'ın Musa ile konuşmadığını iddia ederse o da kafirdir."

{Buhari, Halku Efalil Ibad ver Reddu ala Cehmiyye ve Ashabi't Tatil; 36. Sy. Daru’l Mearif Bsk.}

ehli sünnet ulema bu konuya çok önem vermiştir. bu yüzden alt alta aklıma geldikçe nakil yapıyorum.
 
Üst Ana Sayfa Alt