Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme-tekfir

M Çevrimdışı

muhsin_ensar06

Üye
İslam-TR Üyesi
Haksız Tekfir;
Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme
İtidal/Denge
İtidal, konu ne olursa olsun, herhangi bir şeyde ifrat veya tefrite düşmemek, vasat derecede olmaktır. İfrat ve tefrit denilen her iki aşırı ucun tanımlanmasında yarar vardır.
İfrat: Bir konuda ölçüyü aşma, ileri gitme, normali aşma, aşırılık, haddini aşma ve tâkatin üstünde üzerine iş alma demektir. İstenenden fazla yoğunlaşmayı da içerir. Kraldan fazla kralcı olma deyiminde anlatılmak istenen budur. Tefrit ise; Ortalamanın, yani vasatın çok altında olmak, geride kalmak, normalden aşağıda bulunmaktır.
Bu iki terimin iyi tanımlanması, itidali anlamamıza yardımcı olacaktır. İtidal, bir dengedir. İfrat ve tefrit, bu dengeyi bozan birbirine tamamen zıt iki ucu temsil eder. Buna en çarpıcı örnek, dini daraltanlara Peygamberimizin buyurduğu şu sözdür: “Aşırı gidenler helâk olmuştur” Rasûlullah (s.a.s.) bu hükmü üç kere tekrar eder. Yine O, dinde aşırılığın helâk sebebi olduğunu vurgular: "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular."

Dinde Aşırılık

Dinde Aşırılık
Kur'an, din bahsinde bir tehlikeye dikkat çekmektedir: Bu, dinde gulüvdür/aşırılıktır. Dinde gulüv: Azgınlık, doymazlık, haddi aşmak, dine ilâvelerde bulunmak demektir. Hz. Peygamber'in gulüv konusundaki beyanları bize gösteriyor ki, dinde gulüvün temelinde, birtakım insanların dinde olmayan bazı şeyleri Allah'a yaranmak adı altında dine yamatmaları ve esası kolaylık olan hak dini çekilmez hale getirmeleri vardır. Dinde aşırılık, âyetler çerçevesinde, öncelikle yanlış bir Allah inancında belirir. Daha sonra ise başkaldırma, aşırı gitme ve yapılan kötülükleri önleme çabasından yoksunluk olarak kendini gösterir.
Ehl-i kitapla ilgili bu aşırılık ve taşkınlığın yasaklanışı, dinlerin en ortayolcusu/dengeli olanı Hz. Muhammed'in dinine uymaya teşvik amacı taşır. Kur'an, hıristiyanlığın dinde gulüv yüzünden Hakk'a yüz çevirip hak dini dejenere ettiğini söylemektedir: “De ki: Ey kitap ehli, haksız/yanlış yere dininizde taşkınlık etmeyin, dininiz konusunda aşırı gitmeyin. Daha önce sapıtan, pek çok kişiyi saptıran ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin hevâsına/keyiflerine uymayın. İsrâil oğullarından inkâr edenler, Dâvud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlenmişlerdi. Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları kötülükleri önlemezlerdi. Yaptıkları ne kötüydü!”
Kur'an, dinde aşırılıktan şiddetle kaçındırmaktadır. ; "Kalbini Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz, keyfine uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme!" Bu âyet de, aşırılıktan kaçınmayı, aşırılara uymamayı emretmektedir. Çünkü dinde aşırılık, dini amacından saptırır. Allah'ın koymadığı hükümlerin konmasına, yasaklamadığı şeylerin yasaklanmasına yol açar. Bu da insanların hareket alanlarını daraltır. Dinin amacı, insanın elini kolunu bağlayıp onu vehimlerin tutsağı yapmak değil; hurâfelerden kurtarıp özgür, sadece Allah'a tertemiz kul yapmaktır. Din, ruhu bezeme yöntemidir.
Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyetine göre, üç sahâbe, mü’minlerin annelerine müracaat etmiş ve Rasûlullah (s.a.s.)’ın gizlice yaptığı ibâdetleri sormuşlardı. Aldıkları cevap kendilerini tatmin etmemiş ve “Biz nerede, Rasûl-i Ekrem nerede?! Allah, O’nun gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmiştir” diyerek, değişik bir yorumda bulunmuşlardı. Bu üç sahâbeden biri, “Ben geceleri hep namaz kılacağım”, diğeri “Ben hayatım boyunca ara vermeksizin oruç tutacağım”, öbürü de “Ben evlenmeyeceğim” taahhüdünde bulunmuştu. Bunu haber alan Peygamberimiz, onlara “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?” demiş ve “Vallahi, şunu iyi bilin ki, ben sizin Allah Teâlâ’dan en çok korkan ve sakınanızım. Fakat bazen nâfile oruç tutar, bazen tutmam. Bazen nâfile namaz kılar, bazen uyurum. Ben evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.” buyurmuştur. (Bu üç sahâbenin Hz. Ali (veya Ebû’d-Derdâ), Abdullah bin Amr bin Âs ve Osman bin Maz’un olduğu rivâyet edilir.) Bu hadis-i şerif, sünnete göre amel etmenin önemini açıklar; dünyadan el etek çekme gibi aşırılıkların yanlışlığını vurgular. Ölçüsüz bir şekilde dünyaya sarılmak kadar; bir tür ruhbanlık hayatına yönelmek de sünnet ölçülerine göre doğru bulunmamıştır.
Yüce Rasûl, burada, din adına dini daraltanları uyarmak istemiştir; bu, aslında bir ifrat halidir. Dini olduğundan fazla genişletenler de tefrit halindedir. İslâm, her konuda ifrat ve tefritten uzak olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı, dengeyi tavsiye eder. Hıristiyanlar ifrât yoluyla, Yahûdiler de tefrit yoluyla sırât-ı müstakîm olan dengeden uzaklaşmışlardır. O yüzden bu sapmalar, Hıristiyanlaşma ve Yahûdileşmeye giden yolu açar.

Taberânî ve Kurtubî’nin tâbiûn fakihlerinden Hz. İkrime’den rivâyet ettiğine göre; ashâb-ı kiramdan bazıları “cinsî duygularını köreltmek”, bazıları “et yememek”, bazıları da “şükrünü edâ edemeyecekleri nimetlerden uzak durmak” gibi taahhütlerde bulunmuşlardı. Bu aşırı taahhütler üzerine şu âyet nâzil olmuştur: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği şeyleri haram kılmayın, hudûdu aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.” Yani, aşırı gitmeyin, helâli haram ve haramı helâl saymayın denilmiştir.
“Kitab, mîzan/ölçü, demir (güç, yaptırım) ve takvâyı yoğurup adâleti (itidali) yerine getirmek ve toplumu, yönetimi İlâhî istikamet doğrultusunda değiştirmek için insanların kendi nefislerini değiştirmeleri gerekmektedir. Kargaşa ile nizamı, fesat ile salâhı, anarşi ile huzuru, terör ile cihadı, korkaklık ile sabrı, acelecilik ile tedrîcîliği, lüzumsuz bilgi ile ilmi, şekilcilik ile takvâyı, yıkıcılık ile yapıcılığı, propaganda ile tebliği, çığırtkanlık ile dâveti, delilik ile cesaret ve kahramanlığı, tedbir ile uyuşukluk ve korkaklığı, eylem ile amel-i sâlihi, geçici heyecan ile muhâkeme ve istikrarı, taklit ile tahkîki, işgal ile fethi, haksız tekfîr ve haksız teslîm ile, adâlet ve sorumluluk bilincini kuşanarak hüküm vermeyi, yani her türlü aşırılıkla dengeyi birbirinden ayırmayı, birbirine karıştırmamayı hem teoride kabullenmeli ve hem de pratikte ortaya koyabilmeliyiz.

Sırât-ı müstakîm üzere bir İlâhî yürüyüş programındaki ifrat ve tefritin ne büyük zararlar açtığını görmemek mümkün değildir. En temel konu olan tevhid akîdesini anlamaktan tutun da, İslâmî dâvet sürecinin içerdiği bütün konulara varıncaya kadar, tarih boyunca bu iki uç, kendini hissettirmiştir. Örneğin, ifrat ehli öyle bir tevhid tanımlaması yapar ki, muvahhid bir mü’min olmak, bu tanımlamaya göre (istisnalar dışında, hemen hemen) mümkün değildir. Tefrit ehli de, öyle bir tevhid tanımlaması yapar ki, küfürde ileri gitmiş aşağılık insanlar bile sanki tevhid ehli gibi görünür. Dâvet çalışmalarında da aynı probleme şahit olmaktayız: İfratçı dini tekeline alır, tüm muhâtaplarına en katı, en sert tanımlamaları getirir; tefritçi ise, doğruyu yanlıştan ayırt edemeyecek kadar ortamı ve ortalığı süt-liman görür. Burada, “denge”nin önemi ortaya çıkmaktadır. Her iki aşırılıktan korunmanın yolu, “delile dayalı bakış açısı”nın egemen kılınmasıdır. Deliller, bütün açıklığıyla ortaya konmalı, duygusallığa yer verilmeden ilmî bir etüd içinde konular irdelenmelidir.
İfrat ve tefrit, Kur’an ve Sünneti anlama yönteminde de tarih boyunca kendini hissettirmiştir. Kur’an’ı merkeze almayan ve O’ndan doğrudan yararlanılamayacağını öngören geleneksel yaklaşım ile, Kur’an’ı anlamanın göreceliğini veya tarihselciliği öngören modern yaklaşım, birbirine zıt iki ucu temsil ederler. Kur’an’ın anlaşılmasını ve belirleyiciliğini İslâm tarihi içinde “üretilmiş” kaynaklara bağlayan taklitçi ve gelenekçi anlayışlar ile; Kur’an’ın tarihî şartların bir ürünü olduğunu iddia eden oryantalist zihniyet, yani tarihselcilik, her ikisi de itidalden sapmadır. Bu uçlar, her ne kadar birbiriyle zıt olsalar da, ortaya çıkan sonuç bakımından aynı noktada birleşmektedir: Kur’an’ın hayatın içinden bir şekilde çekilip alınması.
Aynı şekilde bu iki uca kaymalar, Sünneti algılamada da kendini göstermektedir. Yalan-yanlış her türlü rivâyeti ilmî elemeye tâbi tutmadan, Hz. Peygamber’e mal eden aşırı gelenekçi ve taklitçi sünnet anlayışı ifrâtı temsil ederken; Hz. Peygamber’i bir postacı konumuna indirgeyen ve onun örnekliğinin ve önderliğinin kuşatıcılığını göremeyen modernist anlayış, tefriti temsil eder. Her iki uç da, yine aynı noktada, sonuç itibarıyla buluşmaktadır: Yüce Peygamber’in örnekliğinin hayatın içinden çekilip alınması. Dikkat edilirse, ifrat ve tefritin pratiği, sonuç itibarıyla, ortak bir noktada buluşmaktadır.
İfrat ve tefrit çizgisindeki savrulmalar, bu konuların dışında pek çok alanlarda da kendini göstermektedir. İslâm bilginlerini “yanılmazlık” mertebesine yükseltenler ifrâtı, onların ictihadlarını tahkir ya da tezyif edenler tefriti temsil ederler. Orta yol ise, onların görüş, ictihad ya da kanaatlerini sâlih gayretlerinden dolayı takdir etmek, duâ etmek, onlardan yararlanmak, ancak bu kanaat ya da ictihadları her dönemde ve her toplumda geçerli nass mertebesine yükseltmemektir. Toplumu değerlendirmede de vasatı temsil eden anlayışa ulaşmak için çaba göstermek gerekir. İçinde yaşadığımız ülke ne dâru’l-harptir, ne de dâru’l-İslâm. Toplumu değerlendirmede ölçülü olmak, dengeyi yakalamak, İslâmî anlayışve tevhidî yürüyüşün selâmeti açısından çok önemlidir.
Sâbiteler bağlamında her bireyin hassas olması esas olmakla birlikte; muvahhid Müslümanlar arasında bireysel hassâsiyetlerin varlığı anlayışla karşılanmalıdır. Sıklıkla karşılaştığımız hassâsiyetler: Kesilen hayvanların etleri, tâğûtî vasfa sahip olanlar hâricindeki devlet memurluğu, askerlik, çocukların okula gönderilmesi, vergi, emekli maaşı alma vb. konulardır. Buradaki mûtedil çözüm; hassâsiyetlerin, bir bireysel özellik olarak kabul edilmesi, ancak bunun çevremizdeki müslümanlara dayatılmaması, hassâsiyet sahibi mü’minlerin örnekliklerini dayatmadan sürdürmeleri, güçle ve ideal anlamda çözümünün ancak İslâm devletiyle ilintili bu tür fedâkârlıkları herkesten beklememeleridir. Hassâsiyetini tevhidî ilkelerin olmazsa olmaz bir gereği gibi görmemek, ancak bunları koruyarak örnek olmak, hassâsiyet sahibi mü’minlerin görevi iken; bu hassâsiyetlere katılmayan mü’minlerin görevi de kardeşlerini rencide etmemeleri, onları hoş karşılamalarıdır. Bu tür farklılıkların varlığı, bir zenginlik olarak kabul edilmelidir. Burada da her iki aşırı uca kaymadan, dengeli ve ölçülü hareket etmek esastır. Ancak, unutulmamalıdır ki, sâbiteler bağlamındaki hassâsiyetler, bu konunun dışındadır. Örneğin, tâğutları ve tâğûtî vasfa sahip kurumları birtakım maslahatlarla desteklemek, bireysel hassâsiyet değil, bir sapma olarak değerlendirilmelidir.
Toplumu dönüştürme çabalarında da her iki aşırı uç, yine boy göstermektedir. Toplumu şiddet yoluyla aceleci adımlarla dönüştürmek isteyen şiddet yanlıları ifrâtı temsil ederken; örnek Kur’an neslini oluşturmak yerine bireyci, mevziî kültürel ve eğitsel çalışmalarla yetinen ya da sadece bunları savunanlar tefriti temsil etmektedir. Yaşadığımız coğrafyada cami ve mescidleri topyekün mescid-i dırar ilan edenler ifrâtı, onları şimdiki konum ve kullanım şekliyle İslâm toplumunun emrinde ideal birer kurum olarak görenler de tefriti temsil etmektedir. Resmî otoritenin kurumlarında çalışan herkesi tekfir eden tekfirci anlayış ile, ayrım yapmadan hepsini olumlu sayan, tâğûtî kurumları güçlendiren kişi ve zihniyetleri tasvip eden gevşek anlayış, yine iki aşırı ucu temsil ederler. Mezhep bağnazlığı içinde olup mezheplere “dokunulmazlık” zırhı giydirenler ifrâtı, mezhep olgusunu yok sayan ya da görmezden gelenler ve mezhepsizliği, yani disiplinsizliği savunanlar ise tefriti temsil ederler. Muharref din kültürünün toplumumuzda hâkim olduğu bir gerçektir. Ancak bu kültürü temsil edenlere de ölçülü davranmak ve uygun bir dil geliştirmek gerekir. Bunu temsil eden grup ya da cemaatleri bir düşman gibi algılamak da, onları ümmetin onurlu birer temsilcisi gibi görmek de yanlıştır.
İtidalin yakalanmasında, Şeriatin maksat ve gayelerini anlamaya mâtuf bir ilmî disiplinin varlığı önem kazanmaktadır. Dengeyi (itidali) elde etmede; derinlikli, hikmetli ve kapsayıcı bir bakış açısı devreye konulmalıdır. Aşırılıkları tamponlayabilmek için, hakikatin derinliğine nüfuz etmede acele etmemek, her gruptan müslümanlarla ve farklı cemaatlerle diyalog ve karşılıklı fikir alışverişini önemsemek, hâdiselere çok yönlü ve geniş bakmaya gayret etmek, araştırmaya önem verip taklit ve donukluktan kurtulmak, ahlâken de sabırlı ve hoşgörülü olmak gerekir. Bu konularda, ilmî derinliği olan muttakî ve muvahhid ulemâya büyük görevler düşmektedir. Örnek ve öncü bir Kur’an neslinin motoru konumunda olması gereken ulemânın toplum içindeki savrulmaları murâkabe edecek ilmî bir ağırlığı ortaya koymaları, vazgeçilmez bir zorunluluktur. Vasat/dengeli bir temsiliyetin gerekliliği, ümmetin fertlerinin aşırı uçlara kaymasını önlemek açısından da bir kez daha net olarak ortaya çıkmaktadır.

Tekfir Konusunda Kurallar
1- Belli bir şahısla, grubu tekfir konusu farklıdır; hükümleri ayrı ayrıdır. Fiille fâil farklıdır.
2- Te’vil edilebilecek bir durum varsa, bu te’vil, bizim açımızdan geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez. Hâricîlerin tekfir edilmemesi örneğinde olduğu gibi.
3- Cehâlet, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı yerde, avam için mâzeret olabilir.
4- İctihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınılmalıdır. Suç, şüphe ile zâil olur; hadler şüphe durumunda düşer. Tekfir, had cezası gerektiren suçlardan daha büyük bir suçlamadır.
5- İnsan ne ile İslâm’a girerse, onlardan birini inkârla dinden çıkar. İnkâr edilen şeyin tevhid kelimesinin zarûrî ve kesin izahı veya zarûrât-ı diniyeden olması gerekir ki, tekfir edilebilsin.
6- Ehl-i kıble tekfir edilmez. Ehl-i kıble: Kıbleye, yani Kâbe’ye doğru yönelerek namaz kılmanın farz olduğuna inanan, ancak inanç esaslarını değişik şekillerde yorumlayan farklı mezheplere bağlı bütün Müslümanları ifade eder. Kelime-i şehâdeti söyleyip içeriğine iman eden, zarûrât-ı diniye adı verilen İslâm’ın temel hükümlerini kabul eden ve namaz kılan kimsenin tekfir edilmesine Ehl-i Sünnet karşıdır. Ehl-i kıble olan Müslümanların tekfir edilemeyeceği hususu, Ehl-i Sünnet’in genel prensipleri arasında yer almaktadır.
7- Berâat-ı zimmet asıldır. Fıkhın genel prensiplerinden biri de budur. Aksine bir hüküm veya delil bulunmadığı sürece, kişinin hukukî ve cezâî sorumluluğunun olmaması demektir. Bu prensibe göre, Allah’ın hükmü bulunmadan fert herhangi bir yükümlülükle mükellef tutulamaz. Aynı şekilde, aksine bir delil bulunmadıkça kişinin suçsuzluğu ve borçsuzluğu esastır. Mecelle’de: “Berâet-i zimmet asıldır” şeklinde küllî kaide olarak yer alır. Suçluluğu hükmen sâbit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.
8- Mü’minlere yönelik sûizan yasaklanmış; hüsn-i zan tavsiye edilmiştir. Kur’an, zanla hüküm verilemeyeceğini açıklar: “Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.” Yine Kur’an, sûi zandan, kötü sanıdan kaçınmayı emreder: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirip gıybet yapmasın…”
9- İhtiyatlı davranmak gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir.
10- Suç, şüphe ile sâkıt olur. Tekfir gibi büyük bir suç da şüphe ile düşmelidir. "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)"
11- Büyük günahlar imanı zedeler, zayıflatır, ama iptal etmez.
12- İman, bazen küfür, nifak veya câhiliye ile birlikte bulunabilir.
13- Naslarda ortaya çıkan küfür veya şirk büyük ve küçük küfür (veya şirk) diye ikiye ayrılır. Şirkin küçüğü, gizlisi vardır. Küfür de bazen nankörlük anlamında kullanılır; kâmil iman yokluğu gibi anlamlara gelebilir.
14- Kâfirde mü’min amelinden bazıları, onu mü’min yapmadığı gibi, bazen mü’minde de kâfir ameli bulunabilir; bu da mü’mini kâfir yapmaz.
15- Bazen bir fiil küfür olduğu halde, işleyen kâfir olmayabilir.
16- Bir kâfiri mü’min sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir.
17- Peygamberimiz, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ashâbına bildirmedi. Onlara Müslüman muâmelesi yapılmasına izin vermiş, hatta mecbur etmiş oldu. Ama, savaşta “lâ ilâhe illâllah” diyen birini öldürdü diye sahâbisi Üsâme’yi şiddetli şekilde azarladı.
18- Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır: “Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mü’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dünyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)”
19- Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner:
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).”
“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.”
20- Dinden çıkarmayan bazı günahlar hakkında “küfür” kelimesini kullanmak câizdir. Bu kullanış, tağlîz ve korkutma gayesini güder. Bu çeşit tağlîz, yani ağır sözlerle caydırma işi, hadislerde bazen imanın nefyedilmesi ile yapılmıştır. “… Ve tekfurne’l-aşîr (…Kocalarınıza karşı kâfir oluyorsunuz; yani nankörlük ediyorsunuz).”
21- Kelime-i şehâdet veya tevhid kelimesiyle İslâm’a girilir. Bu sözü söyleyen bir kimsenin müslümanlığını kabul etmeli; bu şehâdet veya tevhid kelimesine ters bir söz veya davranışta bulunan kimsenin niçin bu şehâdet ve tevhidi reddettiğini açıklaması istenmelidir.
22- Müslümanlık iddiası, şehâdet kelimesi gibi kişinin müslümanlığıyla ilgili söylediği söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çı¬kıncaya kadar hak ve doğru kabul edilir. Bir kimse hakkında şüphe ve zan ise, hakikati ve doğruluğu çıkıncaya kadar geçersizdir, yalan sayılır.

23- "Lüzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir." H. Karaman bu usûl kuralını şöyle açıklar: “Bir kimsenin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, "bunu ancak kâfir olan yapar, söyler" kanaatini veriyorsa buna "küfr-i lüzûmî" denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmiyor yahut bunu yaparken kâfir olmayı kast etmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı (davranışının) ve söylediğinin küfrü gerektirdiğini, müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da "küfr-i iltizâmî" denir.
Şimdi farklı düşünen, farklı davranışta bulunan iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe ve "birbirlerine karşı merhametlidirler" ferman-ı İlâhîsine uygun üslupta karşı fikir ileri sürmek, uyarmak... mümkündür, câizdir. Fakat onları tekfir etmek câiz değildir. Çünkü bir kimsenin kâfir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir), yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir te’vile ihtimal taşımamasıdır.
Bu kurala göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması, müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü (müslümanlığa sığmayan bir düşünce ve inancı) bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz (böyle bir kimse tekfir edilemez). Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatâlar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü'nün (s.a.s.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek, te’vil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Te’vîl, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu te’vil sahipleri ile birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez (Çünkü bunlar akaidî bir sapma içindedir). İhtilâf vahye öncelik vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikali; ki, bu ancak hadisler için söz konusudur), yahut usûlünce yorumdan kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve gereklidir.
Tekfir ve usulsüz tenkit... Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor.”
24- Şirke bulaşan veya akî¬de ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla "müş¬rik" diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve dav¬ranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak ka¬bul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.
Küfre girip kâfir oldukları halde Yahudi ve Hristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim'de müşrik lafzı kullanıl¬mayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kulla¬nılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan iliş¬kilerinden ayrı ele alınmıştır. "Allah'a şirk/ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin." diyen Kur’an’ımız Kitap ehlinden olan, İncil’e veya Tevrat’a inanmış bir kadınla müslüman bir erkeğin evlenmesine izin/ruhsat vermiştir. Ayrıca, Kur’an, ehl-i kitabın yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır. “Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahûdi ve hıristiyanların) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.”
Ancak, bütün bunlara rağmen Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi, onların da kadınla¬rıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi, asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onla¬ra Müslümanlarla aralarında eşit olan kelimeye, tevhid’e gelmeleri için çağrı yapılır: "Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da bir¬dir..."
Bunun aksine, Allah Teâlâ "müşrik" ıstılahını şir¬ki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullan¬mıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.s.) şöyle iti¬raz ediyorlardı: "Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler." Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: "Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "ha¬yır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler."
25- Te’vilsiz tekfir, şeksiz küfürdür. Muvahhid mü’minlerin görevi tebliğdir. Tebliğ, kesinlikle tekfirden üstündür. Müslümanların hedefi, kişiyi küfre teslim etmek değil; aksine küfrün pençesinden kurtarmaktır.
26- Tekfir kararı şahıslara bırakılmış değildir. Tekfire İslâm mahkemesi karar verir. İslâm devletinde bir müslümanın küfre girip girmediğine Ulu’l-emr veya nâibi; İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde ise, mür’minlerin kendi içlerinden seçtiği imam karar verir.
27- Mü’min süpürücü değildir. O, her şahıs hakkında özel hüküm vermenin gereğine inanır. Bilir ki, içinde doksan dokuz câninin yanında bir mâsum insan olan bir gemi varsa, aralarında tek bir mâsum olduğu için o geminin batırılması câiz olmaz. İçinde taş var diye pirinci atmadığı gibi, hatta taşların içinde pirinç varsa onu da ayıklar.
28- Tevhid konusunda aşırı hassâsiyet, tekfir konusunda da aşırı ihtiyat gerekir. Milyonda bir ihtimalle şirk kabul edilebilecek bir konuda kendimizi ısrarla korumak, yani böyle küçük çaplı da olsa riskli söz ve davranışlardan kaçınma duyarlılığı göstermek gerekir. Tekfir konusunda ise, bir söz veya davranış yüzde bir ihtimalle küfür sayılmayabilen bir şey ise, muhâtabı tekfir etmemek şiarımız olmalıdır.
İtici değil, çekici olmalıyız. Mıknatıs gibi olmalıyız; içinde az da olsa iman cevheri olan bize yaklaşmalı. Zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı; nefret ettiğirici değil, müjdeleyici olmalıyız. “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” Ağzından köpük saçarak kendi anlayışı dışındaki tüm Müslüman ve cemaatleri ağır ifadelerle suçlayıp eleştirerek hayırlı bir yere varılamaz. Kardeşlik ve ümmet hukukuna riâyet edilmeden Allah’ın râzı edilmesi mümkün değildir. Tek önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Nefsim yedinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” ; “(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.”

Tekfir ve Hak Edeni Tekfir Etme Gereği
Tekfir: Söylediği bir söz ya da sergilediği bir davranış nedeniyle, birinin İslâm Dini’nden çıktığını söylemeye ve bunu bir hüküm olarak kabul etmeye “tekfîr”denir.
Burada belirtilmesi gereken bir konu da, küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslâmî bir görüntü oluş¬turanlardan el çekmeli, dilimizi tutmalıyız. Bu gibi kimseler İslâm ör¬füne göre 'münâfık'tırlar. Dilleriyle iman ettik derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları söyledikleri¬ni tasdik etmez. Dış görünüşlerine bakılarak on¬lara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Ahirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i safiline yuvarlanırlar.
İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini fiil, söz veya inanç bağlamında terk etmesiyle gerçekleşir. Delinin, aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi geçerli değildir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar."
Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği davranışının dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu bilerek yapması gerekir. Hatta İmam Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek yapması da yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir. Çünkü ameller niyetlere göre değer kazanır.
Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış din anlayışının, medyada, okullarda, hatta nice câmide tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorgulanmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için onlara göre idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor. Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil; onları kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları öldürmüş gibi olur.

Bir Müslümanı Müşrik Yapan Tavırlar
Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.
Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek kişiyi İslâm’dan çıkarır, müşrik yapar.
İslâm’ın küfür dediği şeyler konusunda şüphe etmek de kürü gerektirir. İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir. Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Kapitalizm, Komünizm, Hinduizm, Hırıstiyanlık, Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).
Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak.
Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek.
İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.
Kesin deliller ile, ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.
Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir, onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın.
Ortam ve çevre şartları İslâmî değil; câhiliyye yapısı arzettiğinden, günümüzde insanlar, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama ve sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince sahip değildir. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen ve buna bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara bilinçsiz de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır günümüz insanı. Bunlardan bazısı, belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak durumda değilse de, bir kısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan farklı yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin mâzîsinde İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul etme ve yaşama gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu dinini değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik vuku bulmuş olur. Mü’min iken kişinin müşrik ve mürted olması sonucunu veren birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:
Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a ortak koşuyorum’ demesi, yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek, peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren -Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek, namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir hükmün farz olduğuna -meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak, peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul ediliyorsa, bu kimse mürted olur.
Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü İslâm dininde asıl olan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise haram olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet açık ve kesindir.
İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Yine onların ittifakına göre İslâm dışı hükümlere itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla mürted olur.
İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir kimse, bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve kabul etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü sahâbe-i kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak değerlendirmişlerdir. Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü teslimiyetle kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık hükmünü indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.”

Elfâz-ı Küfür
Elfâz'ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise "kefera" fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfâz-ı küfür" adı verilir.
Bir mü'mini küfre düşüren sözler beşe ayrılır. Bunlar: İstinkâr, istihlâl, istihzâ, istihfaf ve istihkardır. İtinkâr, bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek; istihlâl, Allah’ın haram kıldığı bir şeyin haramlığını, yasak olduğunu kabul etmemek (veya helâl kıldığını haram kabul etmek) demektir. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar ise, dinle ilgili temel esaslarına ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söylemek.
Allah'ın zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah'a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. "Allah ile, O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz."
Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar.
"Şüphe yok ki, Allah'a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır." ; "Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar. De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a da inanır, mü'minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah'ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azap vardır."
Hz. Peygamber'e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur'ân-ı Kerim'e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur'an'la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil'e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü'min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise bid'at ve sapıklıktır.
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile, öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır." Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.
Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah'ı sever gibi sevme ifadeleri müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah'a ait olan "en büyük" ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, Şîîrler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. "İşimiz Allah'a kaldı", "Allah'lık" gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrail'e kızılıp ileri geri sözler sarfedilebiliyor. Bir kıza "Melek" ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah'ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah'ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah'tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah'tan başkası adına yemin edilebiliyor. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.

Tekfirciliğin Sebepleri
Özellikle, düzenin din kurumu Diyanet’in ve liderleri dışarıda olan büyük cemaatlerin temsil ettiği ılımlı İslâm anlayışına ve televizyon müftülerine haklı olarak tepki gösteren bazı gençler, çözümü hakları olmadığı halde tekfircilikte aramaktalar. Tekfirciliğin birçok sebebi vardır. Bunlar içinde grup taassubu ve üstü örtülü olsa da kibir ön sırada yer alır. Sadece kendisinin ve içinde bulunduğu grubun cenneti hak ettiğini, kendini Müslüman sayma, diğer fertlerin ve cemaatlerin tümüyle bâtıl yolda olduğunu ve cehennemi hak ettiğini değerlendirme yatmaktadır haksız tekfirciliğin kökeninde. Sanki cennet çok küçüktür, başkaları da cennete gitse kendisine yer kalmayacaktır ve Allah’ın rahmetini sanki o dağıtmaktadır. Yetersiz Kitap-Sünnet bilgisi, İslâmî eserle¬rin, özellikle tevhidî mesaj veren yazarların yanlış yorumlanması ve yüzeysel değerlendirmeler de bu sebepler arasındadır.
Bir yanlışa karşı çıkmanın onlarca yolu vardır. İslâm’ın onaylamadığını düşündüğümüz bir bir söz ya da davranışın ve bunların sahibinin eleştirilmesi için tekfir dışında lügatlerde yüzlerce kelime bulunabilir. Kaba kuvvet nasıl acziyetin ve aşağılık duygusunun göstergesi ise, haksız tekfir de aynen öyledir. Fikre fikirle karşı çıkmak gerekirken, karşı tarafın delillerinin çok daha güçlü delillerle çürütülmesi gerektiği halde, damgalandırıp yargısız infaza başvurmayı tercih eder tekfirci. Haksız tekfir; ucuzculuktur, ithamdır, sûi zandır, önyargıdır, toptancılıktır, süpürücülüktür. Haksız tekfir taraftarının gözünde iki renk vardır: Beyaz ve siyah. Beyaz, üzerine hiç toz konmayan bembeyazdır; siyah da kapkaradır. Tekfircinin mantığı “ya hep ya hiç” şeklinde formüle edilebilecek kumarbaz mantığıdır. Tabii haksız tekfirin neticesi görevden kaçmadır, tekfir edilen grup ve şahıslarla bağları koparmak, onları aşağılayıp tebliğ ve dâveti onlara götürme ihtiyacı duymamaktır.
Cemaat ve cemiyetler, birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını önce kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir. Tevhide duyarlı cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Muvahhid mü’minler ve cemaatler, birbirine haksız olarak yönelttiği ağır eleştiri ve tekfir oklarını, grup farkı gözetmeksizin tüm mü’minlere düşmanlık yapan güçlere yöneltmelidir. Müslüman gruplar birbirlerini tekfir ederken, İsrail’i, Amerika’yı ve onların dostu konumundaki başlarındaki tâğutları, İslâm’a açıkça düşmanlık yapan egemen güçleri unuttuklarının farkında bile değiller. Kardeşliğin gereği, karşımızdakini yanlışlardan kurtarmaktır; tekfirciliğin gereği ise onu küfre nisbet edip onunla ilişkileri kesmek ve onu yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve hatalarının daha da keskinleşmesi için zemin hazırlamaktır. Haksız tekfir, en büyük iftiradır. Kul haklarının, hakkı gasbetmenin en büyüğüdür.
Açıkça küfrü ispatlanamayan kimselerin şahit olduğumuz itikadî yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine, onları bulundukları yanlışlarla baş başa bırakmak, hatta sert ithamlar ve yanlış damgalandırmalarla Müslümanların arasını bozmak, farkında olmadan ifsadçı olmaktır. Hâlbuki Kur’an, mü’minlerle ilgili bir haber geldiğinde onu hemen kabullenmemeyi, doğruluğunu tahkik edip araştırmayı emrediyor. Mü’minlerin arasını ıslah etmeyi emrediyor. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” ; “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşur savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun, umulur ki merhamete ulaşırsınız.”
İnanılıp kabul edilmesi gereken esaslar, Kur’an’ın inanç konusundaki kesin hükümleridir; kelâmî konular ve şahıslara, mezhep ve cemaatlere göre değişen yorumlar değildir. Reddedilmesi gereken esaslar, falan veya filan mezhebin ya da cemaatin tartışılabilecek görüşlerinden önce, “lâ” diye kestirilip atılması gereken tâğûtî anlayışlar, şirk ve küfür olduğu kesin olan görüş ve yaklaşımlardır. Tüm müslümanları bağlaması yönüyle iman ve küfür konuları (yani bir kimseyi mü’min kabul etmek veya onun müşrik olduğuna hükmetmek), beşerî görüşlere dayanmamalı, göreceli ve tartışmalı konulardan, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmelerden uzak olmalıdır. Vahye dayanan ve Kur’an ilkelerinin temel alındığı ilkelerdir bizim söylemek istediğimiz.
Bugün nice insan, cemaatinin, ağabeylerinin veya okuduğu kitapların etkisiyle farklı insanları kolayca tekfir edebiliyor. Bir kimse, Kur’an’ın kesin bir hükmünü yalanlamadığı müddetçe, inkâr etmediği veya Allah’a kesin şekilde şirk koşmadığı müddetçe o kimsenin tekfir edilmesi yanlıştır. Bir davranışın küfür olması, o işi yapan tüm insanların kâfir olmasını gerektirmez. Mesaj verme ve inanç konularına dikkat çekmeyi amaçlayan söz veya yazılardan yola çıkarak bir müslümanı tekfir etmek, kesinlikle yanlıştır. İslâm’ın kesin hükümlerinden (zarûrât-ı diniyeden) ya da Kur’an âyetlerinden birini inkâr eden bir kimse, kendisine bu hususlar tebliğ edildiği ve o kimsenin câhilliği giderildiği halde, bile bile inkâra devam ediyorsa ve bu inkâr ettiği husus, tartışmalı bir husus da değilse, ancak o kimseye “kâfir” denilebilir, o kimse tekfir edilebilir. Câhilliğin de İslâm’ın hâkim olmadığı ve insanlara doğru bir dinin anlatılmadığı toplumlarda mâzeret olabileceğini düşünüyorum. Yani, yeterince okumadığı için İslâm’ın bazı hassas konularını bilmediğinden yanlışlıkla, küfür olduğunu bilmeden bir söz söyleyen veya böyle bir davranışta bulunan insanın da tekfir edilmemesi gerekir. Böyle kimselere anlatabilme imkânımız varsa, doğru dini onlara anlatmak ve tüm şüphelerini gidermek gibi görevler yapıldıktan sonra, yine bile bile Kur’an’ın hükümlerinden birini reddediyorsa o kimseyi ancak o zaman tekfir edebiliriz. Şahsî yorumlarla iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile, bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıyız. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. İnanç esasları; kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir.
İslâm Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin şahsî yorum ve kanaatleri, hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler bile akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu vahyin hükümleridir.
Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir. Delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin hükümleri mutlak doğrulardır. Bu doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli, değişken beşerî doğrularla; yani zayıf delillerle hiçbir mü’min tekfir edilemez.
Halkın önemli bir kesiminin (namazla irtibâtını kesmeyenlerin) câhil de olsa, Allah’ı ve Rasûlünü seven, bildikleri kadar da yer yer müslümanca yaşayan, ama yeterince dini kendi öz kaynağından (Kur’an’dan) öğrenmediği için bazı yanlışları ve ihmalleri olan günahkâr Müslümanlar olduğunu ifade edebiliriz. Halka, özellikle kıble ehline, yani farklı yorumlara sahip namaz kılanlara açıkça bir küfür sözü ve davranışına şahit olmadığımız müddetçe hüsn-i zanla yaklaşmalıyız.
“Kim lâ ilâhe illâllah der ve Allah’tan başka mâbudları reddederse, Allah onun malını ve kanını haram kılar. (Samimi olup olmadığı) meselesi Alah’a aittir.” ; “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.”
Ama, konuyu sadece “Lâ ilâhe illâllah” diyen kimsenin Cennete gireceği”ni müjdeleyen bu tür hadis-i şeriflerle değerlendirmek de yanlıştır. Bu hadis sahihtir, sahihtir ama, bir hadis veya âyet, en doğru şekilde Kur’an bütünlüğü ve diğer sahih hadisler ışığında anlaşılabilir. Lâ ilâhe illâllah dediği halde, İslâm’a düşman olan, Kur’an’ın kesin hükümlerini bile bile inkâr eden, (sözgelimi hanımların tesettürüne düşmanca tavırlar takınan) nice insan, nice bilinçli kâfir vardır. Formalite icabı tevhid kelimesini söylemeleri, onları kurtarabilir mi? Putlara tapan, tâğutları bilinçli olarak destekleyen veya kendileri tâğutluğa soyunan şeriat düşmanlarının Müslüman olduğu iddia edilebilir mi; sadece lâ ilâhe illâllah diyecekler, ama her türlü küfrü benimseyecekler, gâvur gibi inanıp gâvur gibi, kâfir gibi yaşayacaklar, sadece bir sözle kurtulup cennete gidecekler… Bu iddia edilebilir mi? Bu takdirde Kur’an hükümleri boşuna, Müslümanların inançlarını korumak için bunca zahmetleri, ibâdet ve gayretleri gereksiz olmuş olmaz mı? Sadece bir kelimeyi söylemekle iş bitecekse, dünyada Müslüman sayılmak ve âhirette cennete gitmek mümkün olacaksa, Müslümanca inanıp yaşayanlar enayi olmuş olmazlar mı?
Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.
Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Günümüzde Batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur.

Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu belirtir:
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.”
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).”
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”
Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…” Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.
Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?” diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.
Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz. O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?
Bugün oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa, onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.
Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.
Demokrasiyi savunmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek küfür olduğu gibi, böyle tâğutları veya tâğut adaylarını desteklemek, küfrün kanunlarıyla hükmedeceği kesin olan kimselere oy vermek de küfürdür. Ama bu küfür (günümüz şartlarını ve dinin benzer konulardaki yaklaşımını hesaba kattığımızda) insanı kâfir etmeyen bir küfür olabilir (“olabilir” diyorum; yani olmayabilir de; iki yönden de ihtiyatlı hassâsiyetle yaklaşmak gerekir). Kişiyi küfre götürmeyen küfür (el-küfrü dûne’l-küfür), kişiyi müşrik yapmayan şirk de vardır. Riyanın şirk olduğu, fakat sahibini müşrik yapmadığı gibi.

Tekfir Hakkında
Tekfir ne demektir, hükmü nedir? Bu kararı kim verebilir, böyle bir suçu cezalandırma hakkı kime aittir? Bu konular müslümanca değerlendirilmeden, ulu orta isteyen kişi istediği kişileri rahatlıkla tekfir edebilmektedir.

Tekfîr suçlamasına sırf bilgisizlikten dolayı hedef olan kişiden ziyade, ehliyetsiz ve yetkisiz olarak genelleme yapmak sûretiyle isabetsiz tekfîr suçlamasında bulunan kişi veya kişilere sorumluluk yüklemek, ahlâkî bir davranış olarak şarttır. Tekfir aracını kullanan kişinin bilgi, yetki ve ehliyetine göre bu konuda her şeyin değişebileceğini ise hiç hatırdan çıkarmamak gerekir.

Bu meselede her iki tarafın da bilgili olma zorunluluğu vardır. Çünkü tekfîr gibi ağır bir suçlamaya hedef olan kişi, suçunu reddedip sırf Mü’min ve Müslim olduğunu savunması yeterli değildir. Kezâ onun tekfirciyi önemsememesi de yanlıştır. Bilakis en azından uğrayabileceği bir saldırıya karşı tedbirli olması bakımından bilgi büyük önem taşır.
Sebebine gelince; bu ülkede birçok kimse, şu veya bu gerekçe ile başkalarını İslâm’dan çıkmış olarak suçlayabilmekte, bunu bazen açıkça yaparken, bazen de kendi grupları veya fikirdaşları arasında gündeme getirmektedirler.
Bir kimse, -İslâmî anlamda- tekfîr ettiği kişiye karşı en azından şu çekincelere sahip olacaktır:

Evlenme teklifini reddedecektir,
Arkasında namaz kılmayacaktır,
Kestiğini yemeyecektir,
Ona borç vermeyecek, ona en ihtiyaç duyulan anlarında bile yardımda bulunmayacak, onunla hiçbir zaman herhangi bir işbirliğine girmeyecektir.
Bir toplumun çözülmesi ve erimesi için bunlardan daha tehlikeli sebepler bulunamaz. Türkiye’de birbirini kâfirlikle suçlayan şahıs ve gruplar o kadar çoğalmıştır ki, bunların sayısını bile tespit etmek güçtür.

Tekfîr sözcüğü, İslâm’da Fıkıh Ana Bilim dalına ait önemli bir terimdir. Ancak tartışmalara konu olduğu zaman bazen sadece birkaç kişiyi, bazen geniş bir çevreyi, bazen de tüm ülkeyi ilgilendireceği için İslâm’a mensup her insanın, bu kavram hakkında -çok geniş olmasa bile- doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Gerek Türkiye’de, gerekse Büyük İslâm Yurdu’nun başka bölgelerinde yaşayan sıradan “Müslümanlar”ın bu kavram hakkında lüzumu kadar bilgi sahibi olduklarını söylemek iyimserlik olur. Oysa bu kavram, özellikle günümüzde uyandırdığı etki bakımından büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla konuyu, fıkhî olduğu kadar sosyolojik bir yaklaşımla da irdelemek gerekir.

Halk tarafından çok açık ve yaygın biçimde bilinmiyor olsa da, bugün “İslâm Dünyası”ndaki kavgaların hemen hepsini azdıran zincirleme sorunlar, esas itibarıyla tekfîr suçlamasından kaynaklanmaktadır. Çünkü taraflardan biri, öbürünü kâfir diye damgalamaktadır. Karşı taraf, bu şekildeki suçlamaya önem versin ya da vermesin bu tabiri kullanarak suçlayan taraf çok ciddidir.

Hz. Peygamber’in, hayatı boyunca mü’min birine (hatta mü’minlik iddiasında bulunan münâfık birine): “Ey kâfir!” diye hitap ettiğine ilişkin hiçbir kanıt yoktur. O’nun bütün hadisleri arasında “tekfîr” kelimesi bir kez bile geçmemektedir. Bu sözcük, Kur’ân-ı Kerîm’in de hiçbir yerinde geçmemektedir. Şu halde tekfîr kelimesi söz ve kavram olarak temelde İslâm’a yabancıdır. Fıkıh ana bilim dalının terimleri arasında bu kelime bulunmamaktadır. Onun için İslâm fıkhında “Riddet” diye bir bap vardır, fakat “Tekfîr” adı altında bir bap yoktur. Şu var ki mürted olan kişi zaten tekfîr edilir. Yani kâfir olarak nitelenir. Öyle ise tekfîr, nedensel olarak söz konusu olabilir. Çünkü tekfîr suçlamaları Hz. Peygamber’in döneminde değil, Onun vefatından epeyce sonra Hz. Ali’nin devlet başkanlığı zamanında ortaya çıkmıştır. Bu suçlamalar, -bilindiği kadarıyla- hemen hemen ilk kez Hâricîler tarafından bizzat Hz. Ali’ye yöneltilmiştir. Böylece tekfîrin tarihsel süreci, Hâricîlik hareketiyle birlikte başladı diyebiliriz.
Bu iki tespite üçüncü birini de şöyle ekleyebiliriz: Ne Hz. Peygamber (s.a.s.), ne de ilk üç halife döneminde Ashabdan hiç biri tekfîr edilmemiştir. Örneğin Hz. Osman hâriç, genelde Ümeyyeoğulları ailesi -imanlarında samimi olmadıklarına ilişkin- şüphe uyandırıcı birçok davranışlarda bulunmalarına rağmen, ne Hz. Peygamber, ne de Ashabdan biri onları tekfîr etmiştir. Ayrıca, Hz. Peygamber döneminde, İslâm toplumu içinde sayıları üç yüz kadar olan münâfık bir grup bulunuyordu. Bunların başı olan Abdullah bin Ubey bin Selûl’un ve yandaşlarının münâfık olduklarını bizzat Hz. Peygamber kesin olarak biliyordu. Ashâbın büyükleri de güçlü ihtimalle bu gerçekten haberdar idiler. Buna rağmen hiç kimse münâfıkları tekfîr etmemiştir. Üstelik Hz. Peygamber (s.a.s.), Abdullah bin Ubey’in cenaze namazını bile kıldırmıştır. O Abdullah bin Ubey ki, Hz. Peygamber’e karşı işlediği ağır suçlara, tarih, belgesel boyutlarıyla çarpıcı şekilde tanıklık etmektedir!

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki “İslâm toplumunda” bir Müslümanı tekfîr etmek oldukça güçtür. Fakat bu noktada halkın gerçek anlamda bir “İslâm Toplumu” olup olmadığına dikkat etmek gerekir. Çağımızda, “İslâm Toplumu” olarak nitelenebilecek sosyal bir popülasyon, yapılanma bulunmadığına göre kapıların, haklı olarak sık sık tekfîr suçlamasına açılabileceğini de ihtimalden uzak görmemek lâzımdır.

Tekfîrin tarihçesine baktığımızda, daha çok fanatik tiplerin bu tür suçlamalarda bulunduğunu görüyoruz. Nitekim böyle bir suçlamanın ünlü hedeflerinden biri, (belki de ilki), Hz. Ali’dir. Evet, Tekfîrle belki de ilk kez suçlanmış ve bu gerekçe ile şehit edilmiş olan zat, Hz. Ali’dir.

Ama Alevîler de Sünnîler de bugün çok iyi bilmelidirler ki tekfîr gibi ağır bir suçlamaya hedef olan Hz. Ali, hiç de (kendisini tekfir eden Hâricîler gibi) fanatik değildi. Onun için, kendisi hiç kimseyi tekfîr etmedi. Fanatik bağnazlar İmam Ali’yi tekfir etmekle yetinmiyor, onu kâfir olarak suçlamayanın da kâfir olduğunu ileri sürüyorlardı. Hatta bununla da kalmıyor, Hz. Ali’nin yandaşlarından kimi bulurlarsa onu ve (kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeden) bütün aile halkını da öldürüyorlardı. İşte bunlara “Haricîler” denilmiştir. Hâricîlik, serkeşlik, itaatsizlik, disiplin dışına çıkma anlamlarını taşır. Bu hareket, şu veya bu isim altında günümüze kadar devam etmiştir.

Hâricîler, oldukça fanatik insanlardı. Beyinleri yıkanmıştı. Yanılgıya düşmelerindeki en önemli etken, onların aşırı tutucu olmalarından kaynaklanıyordu. Bunun bir sebebi de onlardaki bedevîlik ruhuydu. Yaşadıkları yalın hayat, kültür kıtlığı ve nasların zâhirine göre hüküm vermek de bu taassubun nedenleri arasında sayılabilir. Hâricîlerdeki ahlâkî davranışları belirleyen iki önemli özellik vardı; Takvâ ve Cesaret. O kadar çok namaz kılarlardı ki alınları, dizleri ve dirsekleri nasır tutmuştu. Ölümden de asla korkmazlardı.

Her dönemde ve her toplumda ortaya çıkabilen hâricî ruhlu insanlar, birbirlerini bularak zaman zaman yeniden organize olurlar. Bunların hepsinin de psikolojik durumları ve yetiştikleri şartlar birbirine oldukça benzemektedir. Bastırılmış duygular, doyumsuzluk, belli bir yaştan sonra İslâm’ı tanımak, yarı okumuşluk bunların başlıca ortak özellikleridir. Müsait bir ortam ve beyin yıkayıcı bir öncü bulduklarında her biri, din adına kanlı birer cellâda dönüşebilirler. Bunların ilmî olarak ciddî dayanakları, malzemeleri yoktur. Buna rağmen saatlerce sert tartışmalara girerler ve hep haklı olduklarına inanırlar.

Tarihte tekfîri bir silâh olarak kullananlar sadece Hâricîler değildir. Mu’tezilîler de yaygın bir tekfîrde bulunmuşlardır. Ancak bunlar, rasyonalist oldukları için tekfîrde akılcı yorumlar yapıyor, Hâricîler gibi sert davranmıyorlardı. Bunlara göre (alkol kullanmak, zina etmek, adam öldürmek, hırsızlık yapmak ve faiz alıp vermek gibi) İslâm’da büyük günah, yani ağır sayılan suçlardan birini işleyen kişi, dinden çıkmış sayılırdı. Bununla birlikte onu yine de kâfir saymazlardı. Bilakis din ile küfür arasında bir durum içinde olduğunu ileri sürerlerdi. Bu kanaat Mu’tezilî diyalektiğinde (menzile beyne’l-menzileteyn) olarak geçmektedir. Keza tarihte Hanbelîlerle Eş’arîler, Eş’arîlerle Mu’tezilîler de birbirlerini karşılıklı olarak tekfîr etmişlerdir.

Şîîler de tarih boyunca günümüze kadar Hz. Ali’den önceki üç halifeyi (Hz. Ebûbekir’i, Hz. Ömer’i ve Hz. Osman’ı), devlet başkanlığı makamını zorla ele geçirdikleri suçlamasıyla zâlim saymaktadırlar. Bu üç şahsiyete samimiyetle bey’at ederek onları devlet başkanı seçen ashâbın hepsini (Şîîlerin çoğu) kâfir saymaktadırlar.

Ancak Hâricîler de zaman zaman yeni isimler altında varlık göstermiş ve tekfîr mekanizmasını işletmeye çalışmışlardır. Çağımızda Hâricîlik geleneğini daha çok Vahhâbîler sürdürmektedirler. Çoğunlukla Vahhâbî olduklarını kabul etmeyip kendilerini Selefî olarak vasıflarlar. Bunlar, “İslâm Dünyası”nın birçok yerinde elemanları vasıtasıyla görüşlerini yaymaya çalışırlar.

Tekfîr; -başka bir ifadeyle-, aynı inancı paylaşan kişi ya da gruplardan birinin öbürü üzerinde giriştiği vicdan baskısına karşı bir savunma sistemidir. Her insan, inandığı ve kutsal saydığı şeyleri küçümseyen ve aşağılayan kimselere karşı tepki gösterir. Tepkisinde aşırılığa kaçıp haddi aşmadıkça çoğu kez bu tepkisinde de haklıdır.

Tekfîrcinin, muhâtabına karşı girişebileceği en hafif yaptırım ise ondan ilişiğini tamamen kesmektir. Onun zihnindeki çözüm budur. fetvâsını da çoğu kez kendisi verir, kendisi uygular. Bazen de beyin yıkayıcı bir “Âbi”nin tâlimatıyla infazı gerçekleştirir! Oysa bu davranış genel olarak hem çözüm olmaktan uzaktır, hem de adına İşlendiği İslâm’ın hükmünden uzaktır. Fakat tekfîrci, (bilerek veya bilmeyerek, ortak kutsal değerleri pervasızca çiğneyen bir çoğunluğun içinde) vicdanî bakımdan linç edilmiştir. Maddeten olmasa da mânen ezilmiştir, psikolojisi korkunç bir bombardımana uğramıştır. Bu yüzden bazen yalnızlığa mahkûm edilir ya da bizzat kendisi çevreden soyutlanmak zorunda kalır. Çünkü tekfîrin nedenleri böyle bir çevrede sürekli olarak mevcuttur. Böyle bir çevre içinde ne kadar sabırlı olursa olsun, samimi bir mü’minin yaşaması gerçekten imkânsız gibidir. Ortam onun için tam anlamıyla bir cehennemdir. Böyle konumda değil fanatik tipler, en sabırlı mü’minler bile çılgına dönebilir.

Örneğin bir komşu düşünün ki, her gün şu veya bu bahane ile Allah, peygamber, kitap, din iman demeden kutsal değerlere söver durur. Ilımlı ve sabırlı dindar bile olsa, kim böyle birinin komşuluğuna dayanabilir; hiç bir madddî zarara sebep olmasa bile, onunla komşuluğunu sürdürebilir? Bir mü’min şöyle dursun dindar bir Hıristiyan veya Yahudi bile böyle birinin komşuluğunu ne kadar çekebilir? Kaldı ki tekfîre neden olan tek şey, kutsal değerlere sövmekten ibaret de değildir. Tekfîrin sayılamayacak kadar çeşitli nedenleri vardır.

İslâm’a mensup birini -herhangi bir sebeple- kâfir diye nitelemek, oldukça önemli bir meseledir. Çünkü bu, ağır bir suçlamadır.

Kendini müslim sanan, -ancak İslâm’a bağlılık derecesi, bu konuya karşı herhangi bir ilgi uyandıramayacak kadar zayıflamış ya da tamamen yok olmuş- kimselere gelince, bunlar müslüman bir çoğunluk içinde yaşadıkları sürece, -örf âdet ve inançları hesaba katmadan- istedikleri tutumu sergileme hakkına sahip değildir. Özellikle “Müslümanlar” arasında İslâm’ın sınırlarını zorlayamazlar. Aksi halde, İslâm’ı çağrıştıran her konu gibi tekfîr suçu onları da kapsayabilir. Bu nedenle “Müslümanlar”ın çoğunluk olarak yaşadıkları coğrafyalarda, formalite gereği de olsa İslâm’a mensubiyeti olan herkesin -bütün İslâmî meseleler hakkında olduğu kadar- tekfîr sorunu hakkında da bilgi sahibi olmaları lüzumludur. Bu nokta, toplum sosyolojisinin ve genel ahlâkın da bir bakıma zorunlu kıldığı bir durumdur. Şu var ki bu önemli mesele hakkında ancak ilmî ehliyete sahip kimseler gerekli açıklamaları yapabilirler. Aslında doğru olan şey, İslâm âlimlerinden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından bu sorunun tartışılarak sonuca bağlanmasıdır.

Günümüzde “İslâm dünyası” tam anlamıyla bir din anarşisi içinde yüzdüğünden, böyle bir komisyonun şimdilik kurulabileceğini beklemek gerçekçi değildir. Fakat her önüne gelenin tekfîr konusu gibi çok önemli meselelerde fetvâ vermeye ve ahkâm kesmeye kalkışması bu anarşiyi daha azdıracağından hiç değilse ortalık sükûnet buluncaya kadar hem radikal kişi ve çevreleri uyarmak, hem de en azından tekfîr sorunu hakkında kitleleri ansiklopedik sınırlarda aydınlatmak, ilmî sorumluluğun gereğidir.

Kimin, hangi gerekçe ile tekfîr edilebileceği, hangi inanışın, hangi söz ve davranışın müslim bir kişiyi İslâm dairesinin dışına çıkarabileceği meselesi, “tekfîr” adı altında, tarih boyunca tartışıla gelmiştir. Bu tartışmalar, geçmişte ilmî forumlarda çok yönlü olarak ele alınmıştır. Onun için Tekfîr, İslâm’da hem akaid, hem de fıkıh ana bilim dallarının konusudur.

Hemen vurgulamak gerekir ki tekfirci akımın müslim insan fiili hakkındaki görüşü “Vasat Ümmet” yaklaşımından oldukça farklı ve uzaktır. Her şeyden önce Kur’ân’da öğütlenen tolerans hâricîlikte ve tekfirci akımlarda yoktur. Onun için bu radikal akımın günümüzdeki temsilcilerinin bütün tavırları, tutumları, konuşma şekilleri ilkel ve iticidir. Çağrı şekilleri şu âyette tavsiye edilen hikmetli üslûba tamamen aykırıdır: “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et/çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Rabbin, Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir.”

Hâricîlere göre, kebâirden birini işleyen kâfirdir. Alkol kullananlar, zina edenler, adam öldürenler, hırsızlık yapanlar ve faiz alıp verenler şöyle dursun, çağdaş hâricîliğin temsilcileri, son yıllarda dünyanın yuvarlak olduğuna inanan ya da çanak anten kullanan kimsenin de, Allah’ın gökte olduğunu kabul etmeyenlerin de kâfir olduğuna hükmetmişlerdir.

Bu özet açıklamadan da anlaşıldığı gibi, hem Hâricîler, hem de Şîîler, kendileri gibi inanmayan bütün “Müslümanları” en azından tekfîr etmeye eğilimlidirler.

Mu’tezile ve Cehmiyye mezheplerinin izleri günümüzde çok silik olduğu için tekfîr konusunda bu gruplara ait görüşleri ortaya koymanın yararı bulunmamaktadır.
İslâm dinine -gerçek anlamda veya formalite gereği- mensup iken, bu dini (Allah korusun!) bilinçli olarak terk ettiğini, (ister başka bir dine girsin, ister girmesin) İslâm’dan çıktığını açıkça ifade eden kişiye “mürted” denir. Böyle bir kimsenin, ayrıca tekfîrle suçlanması Şer’î usûlden değildir. Çünkü bu kimse mürted olmakla zaten kendi ikrarı ile kâfir olmuştur. Ona ayrıca -münferit olarak- “sen kâfirsin” ya da “sen küfre girdin” demenin bir mantığı yoktur. Dolayısıyla mürted kişi ile tekfîr suçuna muhatap olan kişi hakkındaki şer’î hükümler farklıdır. İlk önce bu iki şeyi birbirinden böylece ayırmak gerekir.

Mürted kişi; (genelde din değiştirerek) küfrün herhangi bir şeklini kendi hür iradesiyle seçip İslâm’dan çıktığını açıkça ilân eden kimsedir.

Tekfîre muhatap olan kişi ise, böyle bir tercihi ve bu yönde herhangi bir girişimi yokken, aynı zamanda İslâmî kimliği örfen devam ediyorken -herhangi bir söz veya davranışı yüzünden- kâfirlikle suçlanan kimsedir. Buradan da anlaşıldığı gibi, bu iki kişi arasında çok büyük fark vardır. Bunun içindir ki (nifak, dolaylı şirk ve zendeka/zındıklık) gibi yorumlanabilecek küfür şekillerinden biri ile İslâm’dan çıkan kimseye mürted denmez. Bunlar, -yerine ve şartlarına göre- tekfîr edilir ve kâfir sayılırlar.

Bilindiği üzere, başka dinlerde olduğu gibi İslâm’da “aforoz” diye bir kurum yoktur. Yani hiçbir kimse ve hiçbir makam, müslim bir kişiyi İslâm dininden çıkarmaya yetkili değildir. Ancak, -ister gerçek anlamda olsun, ister formalite gereği olsun- İslâmî kişilik ve kimliğine sahip bulunan bir kimse, üç ana başlık altında sıralanabilecek ağır suçlardan birini eğer İslâm’a karşı açıkça işleyecek olursa İslâm devlet makamları, ya da İslâm âlimleri tarafından kâfirlik suçuyla sorgulanabilir. Bu üç ana başlık şunlardır:

Allah Teâlâ’yı (hâşâ!) inkâr etmek, yani Allah’ı yok saymak veya O’na dil uzatmak, veya Sadece O’na gösterilebilecek bir saygı şekliyle başka bir şeye de saygı göstermek ya da O’na doğrudan ortak koşmak,
Âhiret gününü inkâr etmek,
İslâm’ın bütünlüğünü inkâr edici herhangi bir söz veya davranışta bulunmak...

Bunlar ana başlıklardır. Yukarıdaki her başlığın altına giren birçok ağır suç vardır. Bunlar Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Sünneti esas alınarak özellikle bazı akaid kitaplarında ayrıntılarıyla sıralanmışlardır. İslâm hukuk kaynaklarında da bu konuda geniş açıklamalar mevcuttur. Toplumun önemli bir kesimi, yaygın bilgisizlik yüzünden bu suçlardan haberdar bulunmamaktadır. Bu ise mevcut din anarşisini azdırmaktadır. Dolayısıyla önce toplumu, inançla ilgili tehlikeler hakkında bilgilendirmek gerekir. Çünkü Müslüman bir kişi bu suçlardan birini işlediği zaman İslâm’dan çıkmakla büyük maddî ve mânevî zararlara uğrayabilmekte, ortalığın karışmasına, hatta bazen büyük olayların patlamasına neden olabilmektedir.

Ne yazık ki eğitimsiz sürüler şöyle dursun, yüksek öğrenim görmüş birçok kimse bile bu bilgilere ulaşamamış, ya da ulaşmak istememiştir. Oysa bir toplumun içinde huzurlu yaşayabilmek için bireyin, (içtenlikle inanmasa ve bağlanmasa bile) halka ait genel inanış ve kabulleri çok iyi bilmesi gerekir. Aksi halde bu inanış ve kabullere ters düşerek yıkıcı gelişmelere neden olabilir. Önemle vurgulamak gerekir ki, bu durum, aynı zamanda ehl-i tevhid olan mü’minler için de söz konusudur. Laikçiler, sosyete kesimi, tarikatçılar ve alevîler gibi çeşitli inanç grupları, yaygın din olan İslâm’ın kitabî kurallarını, nasıl ki kendi güvenlikleri ve mutlulukları açısından bilmek zorunda iseler, azınlıktaki mü’minlerin de “Popüler Türk Müslümanlığı”, Alevîlik ve “Milli Türk Dini” hakkında geniş bilgilere sahip olmaları gerekir. Takiyye yaparak (ya da yapmak zorunda kalarak) iki dinli yaşamak şüphesiz çok büyük sıkıntılara neden olur. Ayrıca bu üç dinin, (yani popüler Türk Müslümanlığının, Aleviliğin ve Milli Türk Dini’nin) çatışma alanlarına girmemek için, Türkiye’de yaşayan mü’minler, kısa zamanda kendilerini yetiştirerek din sosyolojisi konusunda çok geniş bilgilere sahip olmalıdırlar. Aksi halde bu üç dinin her birine göre küfür suçunu işlemek ve kâfirlikle suçlanmak gibi tehlikelerle karşılaşmaları mümkündür.

Bu tehlike mü’minler için çok büyüktür! Çünkü Türkiye’de devlet, Milli Türk Dini’ne bağlı lâikçi fanatiklerin tekelindedir. Bunlar kendi dinlerine göre bir mü’mini en ufak bir gaflet halinde (vatan haini, devrim düşmanı, gerici, yobaz, çağ dışı, radikal, fundamentalist, köktenci, el-kaideci ve Hizbullahçı) diye suçlayabilir, onu en ağır cezaya çarptırabilirler. Onlara göre bu nitelikler birer küfürdür, dolayısıyla gerçek bir mü’min onların dinine göre kâfirdir!

Fakat şunu da hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak lâzımdır: Gerek mistik anlayış sahipleri, gerekse lâikçiler, daima İslâm’ın mensupları olarak gözükürler ve gözükmeye çalışacaklardır. Mistik inançlılar zaten bunda bilinçli olarak ısrar etmektedirler. Laikçiler ise özellikle sıkıştıkları zaman kimliklerindeki İslâm kelimesine sığınırlar. Nitekim nüfus kimliğinde “İslâm” yazılı hemen hiçbir mason, hiçbir komünist, hiçbir Mooncu, hiçbir laikçi, hiçbir Satanist, Hiçbir Evranosçu, hiçbir Alevî ve hiçbir mitüdist (yani Milli Türk dini bağlısı), “ben Müslüman değilim” demez. Bu gruplar her zaman takiyye yaparak yaşarlar ve Müslüman gözükürler.

Sosyolojik manzaranın, görünürde bile bu kadar karmaşık ve tehlikelerle dolu olduğu Türkiye gibi bir ülkede küfür suçları elbette ki çok yaygın biçimde işlenmektedir.

Tekfîr Konusunda Yetkili Merci
Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, kuşkusuz İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Müslim iken, gerek irtidad gerekse başka şekillerle küfür suçu işleyen kişi hakkında işlem yapmak ve suçluyu cezalandırmak yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir. Bu yetkiyi şahıslar kullanamazlar. Günümüz dünyasında bir İslâm devleti bulunmadığına göre bu konuda fazla bir şey söylemek gereksizdir.

Ancak irtidad veya küfrün herhangi bir şekliyle İslâm’dan çıkmış olan kimse, Kur’ân’ın ve İslâm’ın bütünlüğüne inanan her mü’min için büyük risk taşır. Bu nedenle Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan (mü’min) kişinin böyle bir toplum içinde çok dikkatli yaşaması gerekmektedir. Şu var ki, mü’min insan, ne kadar dikkatli yaşamaya özen gösterirse göstersin, böyle bir ortamda, içinden çıkamayacağı sorunlarla karşılaşabilir ve fiilen karşılaşmaktadır. İşte tekfîr suçlaması, dâru’l-harp anlayışı ve Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı tartışmaları bu sorunun sonuçlarındandır.

Çünkü bu sorunlar, esasen, -Türkiye’de yaygınlaşan- üç yapay din ile İslâm arasındaki çatışmalardan kaynaklanmaktadır. Bu üç din, tekrar edelim ki, Popüler Türk Müslümanlığı, Alevilik ve İdeolojik Milli Türk Dini’dir. Mü’min kişi, İslâm ile bu üç yapay dinin çatışma ortamında âdeta kilitlenmektedir. O kadar ki mü’min ile bu üç dinin bağlıları zaman zaman birbirlerini hiç anlayamayacak kadar sıkıntı çekerler. Örneğin, “helâl, haram, farz, vâcip, sünnet, gayb, vahy, tâğut, şirk, küfür, ilhâd, nifak, irtidâd, zendeka ve bid’at” gibi kavramlar hakkında bir laikçi, bir komünist, bir mitüdist, bir Alevi, bir mistik ne bilir? Türkilye’deki sayıları bugün elli altmış milyonu aşan bu insanlar, yaşamları boyunca İslâm’a ait bu gibi terimleri doğru tanımlarıyla birlikte bir kez bile duymamış olabilirler. Bu ihtimal çok büyüktür. Üstelik bu ülkede devleti hep bu câhiller yönetmektedir. Hâlbuki mü’min kişi bunların din ve düşünceleri hakkında ister istemez epeyce bilgilere sahiptir. Çünkü bu bilgilerin çoğu zararlı olmasına rağmen okullarda zorla okutulmakta ve mü’min ailelerin çocukları bu zararlı bilgileri not ve diploma için öğrenmek mecburiyetinde bırakılmaktadırlar! Mü’minler, bu büyük riske karşı önlem alabilmek kaygısıyla da olsa sözü edilen üç din hakkında ister istemez bilgi sahibi olmaktadırlar. Dünyanın başka yerlerinde de mü’minler bu kaygı ile hareket ettikleri için o bölgelerdeki sapkın inanışlar zamanla büsbütün ayrışarak bağımsız birer din haline gelmişlerdir. Nitekim Dürzülük, Nusayrîlik, İsmailîlik, Babîlik, Kadyanîlik ve Bahaîlik bu sayede İslâm’dan ayrı birer din olduklarını zamanla ilân etmek zorunda kalmışlardır.

Bilgisiz sürüler tarafından İslâm’la karıştırılabilen bu yapay dinlerin kalabalık bağlıları arasında, mü’min kişi şu üç şeyden birini seçmek zorundadır:
a) Takiyye yaparak iki veya üç dinli yaşamayı kabul edecektir ve bu suretle İslâm’dan çıkacaktır,
b) Toplumdan tamamen soyutlanacaktır,
c) Diğer dinlerin baskısı altında kalan inançlarını ve İslâm’ın değerlerini savunmak zorunda kalacaktır.
Üstelik bu üç tercihten hiç biri, mü’min kişinin sıkıntılarını ve sorumluluklarını ortadan kaldırmamakta, onu siyasal ve ideolojik tehlikelere karşı koruyamamaktadır.

Bu nedenle şirk suçunun çok yaygın biçimde işlendiği Türkiye gibi ülkelerde “mü’min kişi nasıl yaşamalıdır, ne yapmalıdır, küfre düşmemek için nasıl korunmalıdır ve onu bunu sık sık kâfirlikle suçlamaması için nasıl bir çözüm bulunmalıdır?” gibi sorular oldukça büyük önem taşımaktadır. Çünkü insanlar pervasızca İslâmî değerleri çiğneyerek dinden çıkarken, başkalarını da ilgilendiren hukukî birçok sorunun ortaya çıkmasına da neden olmaktadırlar. Yani çok açık şekilde başkalarının haklarını çiğnemektedirler. Bu gibi durumlarda, “herkes inancında serbesttir, devlet laiktir, hiç kimse başka birine dinî baskıda bulunamaz, bakın işte camiler açık, herkes serbestçe ibâdetini yapıyor” gibi istismara ve kandırmaya yönelik sloganlardan yola çıkıp sanal mâzeretlere sığınarak kimse mevcut tecavüzleri örtbas edemez. TC yasaları da bu konularda mü’minlerin uğradığı haksızlıkları önlemekten son derece uzaktır. Hatta bu yasalar, mü’minlere ait hakların açıkça çiğnenmesini özendiren veya en azından kolaylaştıran bir zihniyetle hazırlanmışlardır. Bu gerçeği karşılaştırmalı çarpıcı örneklerle kanıtlamak mümkündür.

Ancak bu konudaki örnekleri kavrayabilmek için öncelikle İslâm’ın hak ile bâtılı, haram/yasaklı ile mubah/yasal olanı birbirinden ayırırken nasıl bir hüküm verdiğini ve mü’min kişiye nasıl bir sorumluk yüklediğini bilmek ön koşuldur. Türkiye toplumu, bu ince noktadan tamamen habersizdir denebilir. Sorunların büyük kısmı da işte buradan kaynaklanmaktadır.

Meselâ İslâm, alkollü içki içmeyi ağır suçlardan saymış ve yasaklamıştır. Bununla birlikte bu suçu işleyen kimseyi kâfir olmakla, dinden çıkmakla suçlamamıştır. Buna karşın, “alkollü içki içmek suç değildir” diyen kimse (hayatında hiç alkol kullanmamış olsa bile) İslâm’a göre derhal kâfir olur, bu dinle hiçbir ilişkisi kalmaz. Ne var ki mesele bununla da bitmemektedir. Konunun ayrıca sosyolojik bir boyutu daha vardır ve aslında büyük sorun buradan kaynaklanmaktadır. Örneğin bir “vatandaş” mevcut kanunlardan cesaret aldığı için, bu konuda sahip bulunduğu sözde özgürlüğünü, Müslümanlara karşı, rahatça bir baskı aracı olarak kullanabilir ve herkes tarafından duyulacak şekilde hiçbir neden yokken, şu hakaretleri pervasızca savurabilir: “Ben özgürüm, burası Türkiye! Alkollü içki içmek neden yasak olsun, kim bunları söylüyor?! Bunlar gerici ve yobazdır, bu örümcek kafaları ezmek lâzım! Bunlar hangi çağda yaşıyor?...”

Bilindiği üzere, adam öldürmek, zina işlemek, hırsızlık yapmak, leş, kan ve domuz eti yemek, alkollü içki içmek, faizli muâmelede bulunmak, israf etmek, kâfir kişi ile samimi olmak (örneğin, kendisine oy vermek, düşünce ve kanaatinde onu desteklemek), namaz kılmamak, Ramazan orucunu mâzeretsiz tutmamak, farz olmuşken zekât vermemek ve hacca gitmemek gibi daha birçok fiil, İslâm’da yasaklanmış ve ağır suçlardan sayılmıştır. Şu var ki, (küfre götüren suçlar hâriç) bunların herhangi birini veya birkaçını işlemekle Müslüman kimse (genel kanaate göre) dininden çıkmış olmaz. Fakat Müslüman kişi bu suçlardan hiç birini bir kerecik işlemese bile bunlardan birinin İslâm’da haram ve yasak olmadığını eğer inanarak söylerse İslâm dini ile hiçbir ilişkisi kalmaz.

Bugün, Türkiyeli insanın, sonunu ve sonucunu hiç düşünmeden sarf ettiği o kadar çok yakışıksız söz, sergilediği o kadar çok çarpık davranış vardır ki, bunlar, aynı zamanda İslâm’a ve Müslümanlara karşı ağır hakaret suçları oluşturmaktadır. Bu suçlardan ise hukukî sonuçlar doğmaktadır. Üstelik tâğûtî yasalar bu sözleri ve davranışları suç saymamaktadır. Peki, böyle bir toplumda Müslüman kişi kendini nasıl savunabilecek, nasıl koruyabilecektir? Binlerce insan tarafından hemen her gün sıkça tekrarlanan o kadar çeşitli sorgulama, eleştiri, demeç ve açıklamalar vardır ki, bunlar İslâm’a ve Müslümanlara büyük hakaretler içermektedir. Meselâ aşağıdaki örnekler çok çarpıcıdır:
Türkiye toplumu, son yıllarda çeşitli dinsel ve ideolojik doğrultularda belirgin gruplara ve kamplara ayrışmıştır. Bu kamplar arasında Türkçe konuşmaktan başka hemen hemen hiçbir ortak payda bulunmamaktadır. Bu kamplar her ne kadar sayıca çok iseler de, genelde dört dinsel kesim olarak belirgin çizgilerle birbirlerinden ayrılmışlardır. Bunlar:
1) Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’minler,
2) Popülist Müslümanlar (bütün tarikatçılar),
3) Aleviler,
4) Mitüdistler (Milli Türk dininin bağlıları).

Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’min bir kişi; -bu gibi sözleri sarf eden veya Allah’a, Peygambere, Kur’ân’a dil uzatan ya da Kur’ân’ın içeriği üzerinde spekülasyon yapan ya da helâl şeyi haram, haramı da helâl diye niteleyen- bir kimseyi asla Müslüman sayamaz. Çünkü İslâm dini adına onun böyle bir yetkisi yoktur. Dolayısıyla (İslâm devlet mekanizması bulunmadığına göre) kişisel olarak elverdiği kadar (kendi özgürlüğü ve güvenliği açısından) mü’min kişi, şu önlemleri almak durumundadır:

1) Eşi ise, bu olaydan sonra nikâhının çözüldüğüne inanmak zorundadır. Onunla artık karı-koca ilişkisini sürdüremez (Eşi yeniden İslâm’a dönerse, nikâhını yenilemelidir),
2) Velisi ise, üzerindeki velâyet hakkı düşmüş olur,
3) Mü’min kişi, -böyle bir kimse ile herhangi bir bağı bulunsun veya bulunmasın- onun kestiği hayvanın etini yiyemez,
4) Onunla herhangi bir ortaklık kuramaz,
5) Şahitliğini kabul edemez,
6) Vasiyetini yerine getiremez,
7) Günahlarının bağışlanması için Allah’a duâ edemez,
8) Cenazesini İslâmî usûllere göre teşyî edemez,
9) Onun mal varlığına vâris olup olmayacağı ise oldukça ihtilâflıdır. Bu konuda uzmanlardan bilgi almak zorundadır.

Bir insanın, görüldüğü üzere, ağzından sorumsuzca savuracağı birkaç söz ya da sergileyeceği bir davranış biçimi, inançlar açısından başkalarına bu derece ağır yükler getirebilmektedir.
Bu sorun, en kısa tâbirle şudur: Kendini Müslüman sanan milyonlarca insan, bu ülkede Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan bir azınlığı mutlaka ezip yok etmek için dinsel değerleri istedikleri gibi yorumlamaya, çarpıtmaya, onlara saygısızlık etmeye çalışmaktadır. Üstelik bu insanlar bununla da yetinmemektedirler. Halktan bazılarının da desteğini aldıklarından, hem sayıca ezici bir çoğunluğa sahip bulundukları için, hem siyasal, sosyal ve ekonomik bakımdan egemen ve üstün konumda oldukları için bu azınlığı kasıtlı şekilde tahrik etmeye de çalışmaktadırlar. İşte tekfîrciliğin Türkiye’de hortlamasının temel nedeni budur. Çünkü, (popülist Türk muhafazakârlar, mistikler, ırkçılar, aleviler ve laikçi mitüdistler) eğer mü’minleri kışkırtarak, suç imal ederek onları haksız çıkarmayı başarabilirlerse hem içeride, hem de dış dünyaya karşı haklı olduklarını kanıtlayabileceklerdir. İşte bu nedenle Türkiye’de, son yıllarda çok tehlikeli terör projeleri ve komplo teorileri hazırlanmış ve uygulanmıştır. Hizbullah senaryosu gibi... Öyle gözüküyor ki bundan sonra da bu denemeler devam edecektir. Bahane ve suç adları da hazırdır: “Tekfîrci, terörist, Hizbullahçı, el-Kaideci...”

Bu gerçekler, hemen herkesin, aklını başına devşirmesini gerektirmektedir. Eğer bu noktadan yola çıkılırsa vicdan sorumluluğu bakımından herkese yöneltilecek insanî birtakım mesajlar bulunmaktadır. Şimdi de bu mesajları “Tekfirin Şartları” kapsamında iletmek gerekmektedir.

Tekfirin Şartları
Burada, önce ilgili taraflara önemli mesajlar yöneltilmiştir. Bu mesajlar, tekfîr sorununa bağlı olarak her iki karşıt kampa yöneliktir. Bunlardan biri, tekfîrci azınlıktır; ikincisi ise onların karşısında yer alan karma çoğunluktur. Bu çoğunluğu oluşturan kampları şöyle sıralamak mümkündür. (Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan, fakat strateji ve mücadele metodu bakımından tekfîrcilerden ayrılan mü’min azınlık, bütün mistikler, popülist Türk muhafazakârlar, aleviler ve laikçi mitüdistler...)

Müslüman olduğunu sanan (veya ileri süren) bir insanı, şer’î bir nedenle kâfir diye suçlamak ve onun İslâm’dan çıktığına hükmedebilmek için, kişide sekiz niteliğin bulunuyor olması şarttır. Bunlar; akıl, bülûğ, iman, ilim, basîret, ahlâk, yetki ve yöntembilimdir.

Bu vasıflardan yoksun bulunan insanın, çeşitli nedenlerle onu bunu rasgele kâfirlikle suçlaması çok yanlıştır ve büyük sorunlar doğurabilir. Bu nedenle kendisi de dâhil olmak üzere, birçok mâsum insan, sebepsiz yere zarar görebilir. Böyle bir karanlık yolu seçmeye ve zaten karışık olan ortamı daha çok karıştırmaya ise hiç kimsenin hakkı yoktur. Çünkü aslında birilerinin çıkıp din adına ahkâm keserek ortaya bir kıvılcım atmasını altın bir fırsat olarak bekleyen milyonlarca insan bu ülkede yaşamaktadır. Üstelik çoğunluktaki bu kalabalıktan her kişi, mistik ya da ideolojik başka bir kampa bağlı olmasına rağmen bu amacı öbür insanlarla paylaşmaktadır. Bütün mistikler, ırkçı muhafazakârlar, aleviler ve lâikçi mitüdistler bu amaçta ortaktırlar.

Tekfîrciler, her şeyden önce bu dev cephe karşısında hangi bilgi, hangi yetki ve hangi güçle herkese kâfirlik suçunu yapıştırabileceklerini çok iyi düşünmelidir.

Görüldüğü üzere bu noktada, tekfîrciler tamamen haklı bile olsalar, yapabilecekleri hemen hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla bu küçük azınlık, önce haklı olup olmadığını aşağıdaki şartları inceleyerek sabırla kendine bir test uygulamalıdır. Bu şartları özet olarak şöyle sıralamak mümkündür:
İlim:
Başkasını tekfîr edebilmek için, önemli şartlardan biri ilimdir. Bir mü’min, imanında ne kadar samimi olursa olsun, eğer yeterli uzmanlık bilgilerinden yoksun ise, insanları söz ve davranışlarından dolayı isabetle teşhis edemez. Bu nedenle tekfîr suçlamasını yöneltecek kişinin en azından aşağıdaki ihtisas alanlarında çok iyi bir öğrenim görmüş ve kendini kanıtlamış olması gerekir:

Arap dili ve Edebiyatı,
Tefsir ve Kur’an ilimleri,
Akaid ve Kelâm,
Felsefe ve Diyalektik,
Tasavvuf ve Tarikatlar,
Sünnet, Hadis ve Senet,
Mukayeseli Fıkıh,
Usûl ve Mantık,
Sosyoloji,
Tarih, Siyer ve Megâzî,
Psikoloji ve Davranış Bilimi.

Bütün bunlara ek olarak, geniş kültür, insan ilişkilerinde deneyim ve İslâm hukukunda ihtisas da şarttır.
Basîret
Böyle bir ülkede kişinin işgal ettiği mevkie, sahibi bulunduğu servetlere ve elde ettiği kariyerlere bakarak ona bilgili, bilinçli, ahlâklı ve sağlıklı bir insanmış gibi sorumluluk yüklemek sadece insafsızlık değil, aynı zamanda basiretsizlik de sayılır. Kaldı ki bir toplumu tümüyle sorumlu tutarak hepsine birden kâfir diyebilmek için o toplumun her şeyden önce reşit olup olmadığını çok iyi tespit etmiş olmak gerekir.

Ahlâk
Çok küçük tekfîrci grupları istisnâ ederek, dünya Müslümanlarının tümünü veya Türkiye halkının hepsini birden kâfir ya da müşrik olarak görmek, büyük bir cehâletin, karanlık bir görüşün ya da psikolojik bir rahatsızlığın sonucu olabilir. Bu, eğer kasıtla ve inatla yapılırsa bir ahlâk kusurudur.

Genellemeler, çoğu kez bir kaçışın, bir korku ve paniğin habercisidirler. İlginçtir ki lâikçiler ve mistikler de aynen çağdaş hâricîler gibi genellemecidirler. Bu fanatik grupların hepsi de dışlayıcı, bölücü ve ayırımcıdırlar. Bu tutum elbette ki etik değildir. Farklı argümanlar kullansalar bile bu grupların hepsi de bir tür tekfîrcidirler. Diyalog kurmayı, soğukkanlılıkla ve önyargısız tartışmayı beceremeyenler, kurtuluşu inatlaşmada ve acımasızca suçlamada ararlar. Bu ise ahlâka aykırıdır.

Şu halde İslâm’ı tebliğ eden, İslâm’a çağrı görevini üstlenen insan, bilgi ve basiretle birlikte, aynı zamanda ahlâklı olmalıdır. Toplumdan koparak (hicret adı altında) çöllere çekilen, büyük şehirlerde ise gruplaşarak belli sitelerde yuvalanan insanlar, daima Hâricîlere benzetileceklerdir. Hâricîler ise Hz. Aliy'e “kâfir” diyebilecek ve onu şehid edebilecek kadar ahlâksız idiler.

Hakkı ve haklıyı savunurken inat ve suçlamaya başvurmak kendinden emin olmamak anlamına gelir. Bu da bir kişilik kusurudur. Bir yanlışı düzeltmeye çalışırken yanlış yapmak ve kötü örnek vermek hedefe giden yolu kapatır.

Hz. Peygamberin savaşım metodunda, (hâşâ) böyle bir kusur/yanlış yoktur. O, büyük hedefin gerçekleşmesi için önce bütün barışçıl yolları kullanmış, müşriklerle yüz yüze gelmiş, büyük bir soğukkanlılıkla dâvâsını her münasebette ve her platformda anlatmaya çalışmış, buna rağmen çok kere saygısızlığa ve komplolara hedef olmuştur. Bu durumlarda bile “Allahumme’ğfir li-kavmî feinnehum lâ ya’lemûn (Allah’ım, halkımın kusurunu bağışla, onlar gerçeği bilmiyorlar!)” diye Rabb’ine yakararak, büyük bir âlicenaplık örneği vermiştir. Müşriklerin ahlâksız muâmelelerine karşı aynı davranışlarla misillemede bulunmamıştır. Şu halde tekfîre başvurmak zorunda kalabilecek olan mü’min kişi, karşısındaki kâfir ve müşrik cepheye (barış günlerinde) şantaj yapamaz. Dâru’l-harp’de, Dâru’r-ridde de ve Dâru’ş-şirk’te yaşıyorsa, bu alanlara özgü, İslâm Hukuku çerçevesinde hayat mücadelesini sürdürür. İslâm’da çareler tükenmez!

Yetki
İslâm, İâhî bir disiplin rejimidir. Onun için her önüne gelen, istediği konuda ahkâm kesemez, fetvâ veremez, ictihadda bulunamaz, hüküm infaz edemez. Yetkiler İslâm Hukukunda belirlenmiştir. Ancak bu yetkiler, günümüz koşullarında kullanılamamaktadır. Hiç kimse İslâm ve ümmet adına bu boşluktan yararlanamaz! Dünya mü’minlerinin büyük bir kaos içinde dağınık ve korkunç tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu günümüz ortamında hiç kimse (yığınlarla kitap okuduğu gerekçesiyle!) hele tekfîr gibi çok duyarlı bir konuda fetvâ vermeye kalkışmamalıdır. Zaten münferit fetvâların umûma dönük hiçbir hükmü yoktur. Selef döneminden günümüze kadar ictihadlarda, daima cumhurun görüşü aranmıştır. Saltanat dönemlerinde şeyhülislâmların çok âcil durumlarda, ânî ve genel olarak siyasî amaçlarla verdikleri fetvâlar, tüm ümmeti bağlayıcı değildir. Bunlar günlük ihtiyaçlar için, birer karar onayı niteliğinde düzenlenmişlerdir.

Günümüzde dünya mü’minlerinin hepsini bağlayacak İslâmî kararlar, mutlaka ümmetin yetkilendirdiği “Şûrâ” tarafından düzenlenmeli ve onaylanmalıdır. Bugünkü İslâm Konferansı Teşkilâtı, Ümmetin seçtiği bir heyet olmadığına göre bu tür örgütlerin kararları ümmeti bağlayıcı olamaz. Çünkü günümüzde Yüksek Ümmet Şûrâsı mevcut değildir. Yüksek Ümmet Şûrâsı ve onun yetkilendirdiği heyetler dışında hiç kimse, geneli bağlayacak bir tekfîr kararı çıkaramaz.

Münferit olaylarda ise, çevresinde ve ailesi içinde küfür zulmüne uğramış bulunan mü’min kişi, âlim bir şahsiyetin onayını almak sûretiyle (eşi, çocuğu, anası, babası, kardeşi ve yakınları hakkında) tekfîrde bulunarak (hiç kimseye maddî ve mânevî bir zarar vermeden) imanını, canı ve malını kurtarmaya çalışabilir.

Yöntem
Tekfîrde izlenecek yöntemin, her yönüyle İslâm hukukuna uyması şarttır. Hukuka aykırı tekfîr hem geçersiz, hem de tehlikelidir. Ayrıca tekfîr yöntemi, tekfîr hak ve yetkisine bağlı olarak değişir. Her hâlükârda, bilgi, yetki, tespit ve kanıtlama şartlarına bağlı olarak tekfîr hakkı doğar. Tekfîr yönteminin kuralları da bu dört şartın ayrıntıları olarak uygulanırlar. Onun için bu dört şarttan herhangi birinin eksikliği tekfîr dâvâsını geçersiz kılar.

Ayrıca usûl yönünden, kişi adına ve kamu adına olmak üzere, tekfîr suçlaması iki farklı dâvâya konu olabilir. Gerek kamu, gerekse kişi adına açılacak hukukî mâhiyetteki tekfîr dâvâsına bakmaya, (inceleme yapmaya, soruşturma açmaya, karar vermeye ve hükmü infaz etmeye) yalnızca İslâm Devlet organları yetkilidir. İrtidad veya benzeri küfür suçlarından birini işleyerek yakınlarına, muhâtap ve komşularına karşı zararlı bir unsur haline gelmiş olan kâfir kişiye karşı ise (sadece tek taraflı pasif savunma yöntemiyle) mü’minin kendisi, belli şartlar çerçevesinde tekfîre yetkili olabilir. Muhâtabının İslâm’dan çıkmış ve küfre girmiş olduğuna ilişkin kesin kararını verinceye dek mü’min kişinin izleyeceği kurallar, bu ikinci şık için yöntemin birinci aşamasını oluşturur. İkinci aşama ise; -muhâtabından her türlü ilişkisini kesmek üzere (taşınmak, alacaklarını tahsil etmek, işten ayrılmak, işçisini çıkarmak, borçlarını tasfiye etmek ve ortaklığını feshetmek gibi)- işlemlerin, tekfîr eden şahısça yapılmasından ve sonuçlandırılmasından ibârettir.

Tekfîr konusunda, yöntem bakımından dikkat edilmesi gereken önemli noktaları da şöyle sıralamak mümkündür:

1) Gerçek anlamda bir İslâm Ümmeti ve İslâm Devleti bulunmadığına göre çağımızda tekfîr konusunda verilecek bütün kararlar kişiseldir. Bir kişinin ya da grubun tekfîr kararı (tamamen doğru ve isabetli olsa bile), o kişi ve gruptan başka hiç kimseyi bağlayıcı değildir.

2) Bir mü’min, (kararında isabetli bile olsa), tekfîr ettiği kişi hakkında (ne kendi adına, ne de ümmet adına) hüküm infaz edemez, sadece tek taraflı pasif savunmada bulunabilir.

3) İslâm Ümmeti fiilen yapılanıp kendini dünyaya resmen ilân etmeden önce, -ilmî derecesi ve sosyal konumu ne olursa olsun- hiçbir şahıs veya grup ne tekfîr konusunda, ne de herhangi bir fıkhî konuda kendini müctehid olarak sunamaz. Âlimlerin fetvâları sadece kendilerini ve onlardan fetvâ isteyenleri bağlar.

4) Yeryüzünde Dâru’l-İslâm olarak kesin şekilde tanımlanabilecek belli bir coğrafyanın bulunup bulunmadığı konusunda dünyadaki bütün ehl-i tevhid ve onların güvenini kazanmış âlimler, az çok ihtilâf içindedirler. Bu da, dünya İslâm birliğinin ve Ümmetin, gerçek anlamda mevcut bulunmadığını kanıtlamaktadır. Söz konusu belirsizliğin doğurduğu bu kesin sonuç, ikinci derecede birtakım sonuçlar daha doğurmuş ve doğurmaktadır. Bunlar da yöntem bakımından özet olarak şöyle açıklanabilir:

a) Ümmet (fiilen) yoktur diye bütün dünya müslümanları tekfîr edilemez. Buna rağmen, kuşku yoktur ki, bütün müslümanlar Ümmetin yeniden yapılandırılmasından sorumludurlar ve (bir çeşit “gebermek” anlamına gelen) câhiliye ölümüyle ölebilecekleri tehdidi altındadırlar “Kim boynunda (ülü'l-emr'e) bey'at olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölmüş olur." Ancak bu tehdit, onların tümünün kâfir olduğu anlamına gelmez.

b) Bir mü’minin, ailesi ve yakın çevresi içindeki kimselerden birini tekfîr etme sorumluluğu, öncelikle o mü’minin kendisine aittir. Müctehid sıfatına hâiz uzmanlar dışında kalan üçüncü şahısların ona yönelik yapacakları uyarılar kesin birer tekfîr kararı sayılamaz.

c) Tekfîr kararı (delilleriyle birlikte) tebliğ edildikten sonra muhâtap eğer küfründe ısrar edecek olursa ancak o zaman tekfîr geçerli sayılır.

d) Şâhitsiz ve belgesiz tekfîr edilen kişi eğer yanlış anlaşıldığını ileri sürerek bilinçli şekilde hiç küfre girmediği yolunda kendini savunacak olursa, bunu kanıtlaması için kendisinden ayrıca delil istenemez. Aksine onu tekfîr eden kişinin pişmanlık duyması, ondan özür dilemesi ve tevbe etmesi gerekir.

e) Mü’min iken küfre açıkça girmiş olsa bile mürtedin ve mürted hükmündeki kişinin, İslâm hukukunda ön görülen cezası, hiçbir kişi ve örgüt tarafından infaz edilemez. Bu yetki sadece ve sadece İslâm Ümmeti adına İslâm Devleti organlarına aittir. Hatta bizzat devlet başkanının, (Halifenin, Cumhurbaşkanının...) ve Şûrâ meclisinin onayı şarttır.

f) Dünya müslümanlarının günümüzde uğradığı soykırım, cinâyet, işgal ve tecavüzleri içeride kolaylaştıran iktidarlara, ordulara ve örgütlere karşı savaş kapsamında verilecek tekfîr kararları, bütün tevhid ehlinin geçici şûrâsı tarafından onaylanınca meşrûluk kazanır. Bu gibi olağanüstü ortamlarda İslâm mücâhidleri, gerilla birlikleri ancak aralarındaki âlimlere danışarak tekfîr kararları alabilirler.

g) Gerek İslâm devletinin organları, gerekse münferit olarak kişiler, hiç kimse hakkında Allah adına tekfîr kararı alamazlar. İslâm Devleti, Ümmet adına tekfîr kararı verebilir ve infaz eder. Kişiler de sadece kendi adlarına tekfîr kararı verebilir ve sadece (pasif savunmada bulunabilirler), hiçbir sûrette infaza yetkileri yoktur!

h) Tekfîr, İslâm’da bazen sırf siyasî, bazen sırf hukukî, bazen de hem siyasî hem hukukî mâhiyeti olan çok yönlü bir meseledir. Tekfîr kararı asla bir aforoz değildir.

Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu ve Tekfîr
Tekfîr, bir müslümanı veya müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nisbet etmek; küfre girdiğini söylemek anlamına gelen dinî bir kavramdır.
Küfür içerisinde olan bir kişi bu durumdan kurtulup müslüman olabileceği gibi; müslüman olan bir kişi de dinden dönerek küfre girebilir. Ancak müslüman olan bir kimsenin hangi durumlarda küfre girebileceği; küfür ile iman arasındaki sınırın tayini tarih boyunca mezhepler arasında ihtilâf konusu olmuştur. Hatta aynı mezhebe bağlı âlimler bile bazen farklı görüşler ileri sürebilmektedir. Bu konudaki tartışma, Hâricîlerin ortaya çıkışıyla, yani Hz. Ali'nin hilâfeti döneminden günümüze kadar devam ede gelmektedir.
Hz. Ali ile Muâviye arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için hakeme gidilmesini isteyen, sonra hakem olayının arzu edilen şekilde sonuçlanmaması üzerine daha önce Hz. Ali ordusunda bulunan, hatta hakemi kabul etmesi için ısrarda bulunanlardan bir gurup başkaldırmış ve Hz. Ali'yi, Allah'ın hükmünü bırakarak beşerin hakemliğine başvurmakla itham etmiş ve Hz. Ali ile hâlâ ona taraftarlık yapanların küfre girdiklerini ileri sürmüşlerdi. Hâricî olarak adlandırılan bu grubun bu davranışlarıyla İslâm tarihinde tekfir meselesi gündeme gelmiş, bilâhare çeşitli nedenlerle bazen haklı ve bazen haksız olarak tekfir daima müslümanların gündemini işgal etmeye devam etmiştir.
Hâricîlerin bu şekilde davranmaları onların sert mizaçlı, müsamahasız ve nassların anlattığı incelikleri anlamaktan uzak kimseler olduklarını ortaya koymaktadır.
Amel-iman ilişkisine dair belli başlı mezheplerin görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
a) Hâricîler
Değişik fırkalara bölünmüş olan Hâricîler, büyük günah işleyen ve tevbe etmeden ölen kişinin ebedî olarak cehennemde kalacağına dair ittifak etmişlerdir. Ancak böyle bir günah işleyen kimse, müşrik anlamında bir kâfir midir, değil midir? Bu konuda aralarında ihtilâf vardır. Bazılarına göre, bu kimse mü’min değildir, ama muvahhiddir. Küfre girmiştir, ama onun küfrü, küfrân-ı nimet kabilinden bir küfürdür. Tevbe etmeden öldüğü takdirde cehennemde ebedî olarak kalacaktır.
Hâricîler, büyük günah işleyen kimseyi tekfir ederken, şeytanın, Hz. Âdem'e secde etmemesinden dolayı küfre girdiğini bildiren şu âyeti delil olarak zikrederler; "Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere); ‘Adem'e secde edin’ dedik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." Onlara göre şeytan Allah'a itaatkâr ve O'nu bilen biriydi. Hz. Âdem'e secde etmekten kaçınarak büyük günah işlemişti. Bu nedenle kâfir olarak lânetlenmiş ve cehennemde ebedî olarak kalacağına hükmolunmuştur. Böylece onlara göre her büyük günah işleyen kişi, Allah'a başkaldırma ve O'na isyan etme kasdıyla günah işlemektedir ve bu nedenle de imandan çıkmış, küfre girmiştir.
b) Mu’tezile
Onlara göre müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir edilemez, ama bu kimse mü’min de değildir. İki makam arasında bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır. Tevbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacaktır.
Mü’min, övgüye lâyık bir kimsedir. Oysa büyük günah işleyen kişi, Kur'an'da kötülenmekte ve aşağılanmaktadır. Bu durumda olan kişi kâfir de değildir. Bu konuda delil olarak ileri sürdükleri âyetler:
"Mü’min olan, hiç fâsık gibi olur mu? Onlar elbette bir olamazlar."
"Hayır, her kim bir kötülük işler de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar."
"Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası ebedî kalmak üzere cehennemdir."
Mu’tezile, bu ve benzeri âyetlere dayanarak büyük günah işleyenin mü’min olmaktan çıktığını ve fâsık olduğunu, cehennemde de ebedî olarak kalacağını iddia etmektedir. Hadislerden getirdikleri deliller ise; "Emanete riâyet etmeyen kimsenin imanı yoktur" hadisiyle, benzeri hadislerdir.
Mu’tezile'nin görüşleri şöylece özetlenebilir: Kişi, ya hep günah işleyen biridir veya hep iyilik. Yahut iyiliğin yanında kötülük de işlemektedir. Sadece iyilik işliyorsa mü’mindir ve kurtuluşa ermiştir. Sırf kötülük işliyorsa, o zaman tâati yok demektir ve kâfirdir. Ama hem iyilik ve hem de kötülük işliyorsa, böyle bir kimsenin iyilikleriyle kötülüklerinin eşit olması düşünülemez. Ya iyiliği, yani tâati fazladır veya kötülüğü, yani günahı fazladır. Hangisi fazla ise, kişi ona nisbet edilir. İyiliği fazla olan kurtuluşa erer, kötülüğü fazla olan ise küfre nisbet edilir ve amellerinin boşa gittiğine hükmolunur.
c) Mürcie
Hâricîlerin aksine, tekfir konusunda fırkalar arasında en yumuşak davranan fırka Mürcie'dir. Onlara göre amelin iman üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. İman, Allah ve Rasûlünü bilmektir. Küfür ise, onlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamaktır. Sevap işlemenin bir kâfire faydası olmadığı gibi, büyük günah işlemenin de mü’mine bir zararı yoktur.
d) Ehl-i Sünnet
İnsanı günah işlemeye sürükleyen birtakım etkenler vardır. Günah işlemenin sebebi, küfür olabileceği gibi hevâ ve şehevî arzular da olabilir. Kişi, şehevî arzularını tatmin için günah işler. İşlediği günah büyük de olabilir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet, günah işlemiş olmasından dolayı kişiyi tekfir etmez. Ama sırf Allah'ın emirlerine karşı gelmek için günah işliyorsa, elbette ki böyle biri mü’min değil, kâfirdir.
Bununla birlikte amelin iman ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Selef, kalp ile tasdik ve dil ile ikrarı imanın temel direği, tâatleri de (Allah'ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından sakınmayı da) imanın dalları olarak değerlendirmişlerdir. İman ağacı ancak temel direk ve dallardan meydana gelir. Hiç dalı bulunmayan bir ağaç düşünülemez, ama birkaç dalı eksik olan ağaç ise ağaç olmaktan çıkmaz. Eksik bir ağaçtır sadece. Selef, “iman eksilir ve artar” derken dallar mesâbesinde olan tâatlerin eksilip artabileceğini kastederler. Böylece tâatleri de imandan sayarlar. Yani amel imanın bir cüz'üdür. Ancak bu cüz'den bir şeylerin eksilmesiyle iman ortadan kalkmaz. İmam Eş'arî (ö. 324/936) Ehl-i Sünnet âlimlerinin, imanın eksilme ve artmayı kabul ettiği görüşünde olduklarını belirtir.
Kalp ile tasdik ve dil ile ikrar kişiyi küfürden çıkarıp iman dairesine sokar. Buradaki iman, küfrün karşıtı olan imandır, kâmil bir iman değildir. Kâmil iman, Allah'ın emirlerine riâyet ve yasaklarından sakınmakla gerçekleşir. Küfür nasıl kademe kademe ise, iman da öyledir. Her ne kadar bu derecelerin tamamı tek isim altında; iman ismi altında toplanıyorsa da dereceler birbirlerinden farklıdır.
Günah işleyen kimsenin (şirkten kaçındığı müddetçe) küfre girmeyeceği âyetlerle de sâbittir. Adam öldürmek büyük günahlardandır. Bununla birlikte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, adam öldürmek hususunda üzerinize kısas farz kılındı." Âyetin devamında da şöyle buyurulmaktadır: “Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse, o zaman kısas düşer.” Görüldüğü gibi âyet katili, öldürülenin velîsinin kardeşi olarak nitelemektedir ki, buradaki kardeşlik ile iman kardeşliğinin kastedildiği apaçıktır. Yüce Allah, yine şöyle buyurmaktadır: “Mü’minlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını bulunuz.” Bu âyette de Allah, birbirleriyle savaşan iki grubu da mü’min olarak nitelemektedir.
Ehl-i Kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesin olarak bilinen kimselerin tevbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının kılınacağı, onlar için duâ edilerek affedilmelerinin istenebileceği konusunda, Peygamber (s.a.s) asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmetin kesintisiz icmâı vardır. Hâlbuki bu gibi şeylerin mü’minden başkası için câiz olmadığı meselesinde ümmet yine ittifak halindedir.
Ehl-i Sünnet, Mu’tezile tarafından delil olarak ileri sürülen âyetlerde kastedilenlerin, mü’min oldukları halde o günahları işleyen ve böylece küfre girenler olmayıp daha önce de kâfir olanlar olduklarını söylemektedir.

Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
Mü’minin, görünürdeki gerçeklerden hareket ederek toplumda farklı davranış ve kanaatlere sahip insanlar hakkında varabileceği yargı, en çok dört şekilden biri olabilir. Bunlar: Tahsin, te’vil, tefsîk ve tekfir’dir. Bunların da anlamı şudur:
Tahsin
Tahsin: Bir şeyi uygun, normal, ya da güzel görmek demektir. Bu fikrî değerlendirme, İslâm’ın emir ve yasaklarından hiçbirini açıkça çiğnemeyen kimsenin dengeli, mubah ya da takdir toplayıcı olan davranışlarına ilişkin hüsn-i zandır, olumlu kanaattir. Bu kanaat, ya tarafsızca olur, ya da bir beğeni duygusu olarak kalben yaşanır. Mü’min kişi, bu çizgideki kimselerin sadece dış görünüşlerine bakarak bu yargıya varmak durumundadır.
Te’vil
Yorumlamak, daha doğrusu şüpheli bir durumu kasıtlı yorumlamaktan kaçınmaktır. Örneğin bir Müslüman, eğer İslâm’ın ölçülerine aykırı bir düşünce ve inanca saptığını, şüpheli kişi ve çevrelerle ilişki içinde olduğunu ya da suç ve günahlardan birini işlediğini açıkça ortaya koymamışsa, yalnızca söylentilere dayanılarak veya ihtimallerden hareket ederek onun aleyhinde bir değerlendirme yapılamaz. Aksine bilgisizliğin, duygusallığın ya da çeşitli yanlışlıkların, bu gibi söylentilere yol açmış olabileceğine ilişkin yorumlarda bulunmak, daha doğru olur. İşte buna “te’vil” denir.
İslâm tecessüsü yasaklamıştır. Mü’min kişi, mü’min kardeşinin özel hayatını araştıramaz, araştırmayı bile düşünemez. Kişinin suçu gizli kaldığı sürece o, yalnızca Allah’a (c.c.) karşı suçludur. Şu var ki, bir müslümanın şüpheli durumu eğer başka bir müslamanın, ya da İslâm ümmetinin hayatı, sağlığı, mutluluk ve başarısı ya da maddî ve mânevî çıkarları açısından herhangi bir tehlikeyi dâvet edici edici ihtimallerden biri olarak görünürse te’vil yolu burada tıkanır ve bu ihtimal ciddi bir sorun olarak İslâm Fıkhı’nın birinci derecede konusu olur.
Tefsîk
Tefsîk: Fâsıklıkla suçlamak demektir. Fâsıklığın anlamı şudur: Müslüman kişinin, küfür ve şirk gibi İslâm’dan çıkmayı neticelendiren ağır suçlar hâriç, diğer bütün günah, yasak ve çirkin iş ve eylemlerden en az birini kanıtlanabilir şekilde işlemekle uğradığı sâbıkalılık durumuna “fısk” ya da “fâsıklık” denir. Kur’ân-ı Kerim’de münâfıklar ve kâfirler de fâsıklıkla nitelenmişlerdir. Ancak fâsık, daha çok bir fıkıh terimi olarak sâbıkalı Müslümanlar hakkında kullanılmıştır.
Mü’min kişi, fâsık ya da (yaklaşık olarak) aynı anlama gelen “fâcir” müslümanı içinden dışlayamaz. Onunla ilişkilerinin nasıl olacağını ise İslâm fıkhı belirler.
Tekfîr
Tekfîr: Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. İslâm âlimlerinin, çok dikkatli olunması uyarısında bulundukları hususlardan biridir. Bu nedenle büyüklerden birçok zevat: “Günah işleyen hiç kimseyi kâfir diye suçlamayız” dememişlerse de, “her günah işleyeni kâfirlikle suçlamayız” demişlerdir. Bunun anlamı şudur: Müslüman kişi, işlediği hemen her günah sebebiyle kâfir olmaz. Ama öyle günahlar, öyle suçlar vardır ki işlendiği zaman (Allah korusun) İslâm Dininden çıkmak için yeterli bir neden oluşturabilir. Bunların başında ise Kur’ân-ı Kerim’i bir bütün olarak kabul etmemek, nass’la yasaklanmış olan bir şeyin yasaklağını tanımamak ya da yasak olmayan bir şeyi yasak kabul etmek gibi durumlar gelir.
Küfür çok ağır bir suç olduğu için mü’min kişi bu suçu işleyen kimse hakkında kesin yargıya varmadan önce bu durumdaki insanın gerçekten kâfir olup olmadığı hakkında duyduklarını ya da gördüklerini tekrar tekrar gözden geçirmeli, gerekirse âlimlere danıştıktan sonra bu konuda karara varmalıdır. Çünkü özellikle mü’min kişi eğer babası, oğlu, karısı ya da kardeşi gibi yakınlarından birini (sonradan) bu ağır suçun içinde görüyorsa İslâm Fıkhı’na konu olan çok büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyor demektir.

Tekfire Sebep Olan Hususlar
Allah'ın varlığını inkâr etmek, ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde O'na ortak koşmak, Kur'an'da zikredilen isim ve sıfatlarını inkâr etmek insanı küfre düşürür. Mu’tezile ve müteahhir Ehl-i Sünnet kelâmcılarının, bazı sıfatları te'vil etmeleri her ne kadar sağlıklı bir yol değilse de küfre sebep değildir. Allah'a, sıfatlarının zıddını isnâd etmek, meselâ âciz olduğunu söylemek ya da eksiklik ifade eden sıfatlarla O'nu nitelemek, eşyaya hulûl ettiğini iddia etmek yine küfürdür.
Peygamber ve peygamberlik kurumu konusunda küfre götüren hususların belli başlı olanları ise şunlardır: Peygamberlik müessesesini inkâr etmek, Kur'an'da ismi geçen peygamberlerden birini veya bazısını inkâr etmek, peygamberlerden birine ulûhiyet isnâd etmek, peygamberleri veya onlardan birini tahkir ederek onlarla alay etmek, evliyânın peygamberlerden üstün olduklarını iddia etmek küfürdür.
Kur'ân-ı Kerim'in tamamını veya bir kısmını inkâr etmek, Kur'an'da zikredilen şeylerin varlığına inanmamak, Kur'an'dan olmayan bir şeyi Kur'an'a ilâve etmek. (Kur'an'ın mahlûk olup olmadığı meselesi Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile arasında tartışma konusu olmuş ve bundan dolayı taraflardan bazıları birbirlerini tekfir etmiş iseler de böyle bir meseleden dolayı tekfir doğru değildir.)
Allah'ın indirdiğinden başkasını Kur’an’a üstün tutan ya da başka bir düzeni benimseyen, İslâmî emir ve hükümlerin devrinin geçtiğini savunan kişinin küfre girdiğinde şüphe yoktur. Ehl-i Sünnet'in mûtemet kaynaklarından biri olarak kabul edilen "Şerhu'l-Akaidi't-Tahâviyye" isimli eserde hükümle ilgili olarak şöyle denilmektedir: İster yönetici olsun, ister idare edilen halktan herhangi biri olsun, her kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmenin gerekli olmadığını, kişilerin onları uygulayıp uygulamamakta serbest olduklarını iddia eder ya da bu konudaki Allah'ın emirlerini küçümseyecek olursa yine küfre girmiş olur. Ama Allah'ın emirlerinin üstünlüğüne ve bu hükümlere uymadığı takdirde âhirette cezaya çarptırılacağına inandığı halde bu emirleri uygulamıyorsa küfre girmez.
İslâm inancında, bir kimseyi haksız olarak tekfir etmek son derece tehlikeli, son derece büyük vebâli olan bir davranıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse; küfür, ithâm edene döner." Bu hadiste dile getirilen tehdîdin ciddiyetini belirtmek için şunu kaydedelim ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat dışında kalan mezheplerden Hâricîler'in tekfîr edilip edilemeyeceği münâkaşasında bâzıları, bir Müslümanı tekfir etmenin mesûliyetinin büyüklüğünü göz önüne alarak, ortadaki mübhemiyet sebebiyle, müsbet veya menfî hiçbir şey söylememeyi tercih ederken, tekfîr edilmeleri gerektiğine kaail olanlardan bir kısmı da görüşlerine delil olarak yukarıdaki hadis-i şerifi zikretmişler ve: "Onlar İslâm ümmetini tekfir ettiklerine göre kendileri kâfir olmuştur" demişlerdir. Bu düşüncede olan Kadı İyaz eş-Şifâ'da aynen şunları söyler: "Ümmeti, dalâlet ve bütün Ashâb'ı küfürle ithama müncer olan herhangi bir söz sarfeden herkesin kesinlikle küfrüne hükmediyoruz."
Burada kaydı gereken bir başka mühim hadis, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) İslâm ümmetinin 73 fırkaya ayrılıp bunlardan sadece birinin fırka-ı nâciye (yâni kurtuluşa erecek olan hak yoldaki fırka) olacağını haber verdiği rivâyettir. Değişik rivâyet yollarıyla gelmiş olan hadisin bir vechinde, hidâyet üzere olup kurtuluşa erecek bu grubun kimler olduğunu, dinleyenlerden bazıları sorunca şu cevap verilmiştir: "Onlar, benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde cidal ve münâkaşaya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhîd ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir."
Özetle, İslâm âlimlerinin, ittifakla Muhammed ümmetinin dikkatlerini çektikleri bir husus, tekfir meselesi olmuştur. Buradaki titizliği Gazâlî'nin şu sözleriyle hülâsa edelim: "İmkân nisbetinde bir Müslümanı kâfirlikle ithamdan (tekfîrden) kaçınmak gerek... Zira, tevhîd'i (Allah'ın bir olduğunu) ikrâr eden musallî (namaz kılan) kimselerin kanını helâl saymak hatâdır. Hatâen bir Müslümanın kanını dökmektense hatâen bir kâfire hayat hakkı tanımak evlâdır."

İslâm’ın Hâkim Olmadığı Yerlerde Müslümanlar ve İslâmî Duruş
Yaşadığımız dönemde müslümanların (çoğunluk itibarıyla) durumu içler acısıdır. Bu konudaki problemleri maddeler halinde saymaya çalışalım:
1. Müslümanlar İslâm'ı bilmiyor; ilimden uzaklar; ilimden, yani mutlak hakikat olan İlâhî vahiyden mahrum, Kur'an'dan kopuk yaşadıkları için, Allah'ın Kitabından, birinci elden dini öğrenmiyorlar.
2. Bilmemekten daha kötüsü; İslâm'ı yanlış biliyorlar. Ölçü yanlış. Kur'an terazisiyle tartılıp ölçülmüyor bilinenler.
3. Kur'an'a dayalı iman esaslarını dosdoğru şekilde bilmiyorlar. Dosdoğru inanmıyor ve yaşamıyorlar.
4. İnanç ve amellerine birçok şirk, hurâfe ve bid'at karışmış. Kimi bilinçli-bilinçsiz irtidat etmiş, kimi Allah'a endâd/eşler edinmiş, kimi de küfür içinde bir hayat sürüyorlar. "Onların çoğu Allah'a şirk koşmadan iman etmezler."
5. İsyan ve itaat bilinci yok. "Lâ ilâhe" deyip reddetmesi gerekenleri bilmiyor; "illâ" diye teslim olması gereken zât belli değil.
6. Siyasî bilinç yok. Tâğutlara sevgi içinde ve onlara destek ve yardımcı olma sözkonusu.
7. Cihad ruhu yok; kardeşlik ve vahdet anlayışından uzak, ümmet bilincinden mahrum bir anlayış ve yaşayış.
8. Tebliğ (emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker) terk edilmiş. Bedenin ihtiyacı olan gıdaların alınıp uygun şekilde çıkarılamayınca ne tür hastalık oluyorsa; okunan, duyulan, sohbet ve derslerde öğrenilen hakikatlerin uygun şekilde dille veya elle yazılarak dışarıya çıkarılamaması da fikrî kabızlığa sebep oluyor.
9. Câhiliyeyi yıkmak için mücadele edecekleri yerde, dinlerini müdâfaa bile edemiyorlar.
10. Yanlış hizmet anlayışı; haramlarla, Batılı tarzda ve sadece aklî ya da pragmatizm ölçülerinde hizmet anlayışı. Rabbânî tarzda ve nebevî ölçülerde, kulluğun içine girecek şekilde hizmet değil.
11. Müslümanların kahir çoğunluğu dünyevîleşti, kapitalistleşti. Dünyaya aşırı meyil, malın kulu, paranın nesnesi olma, lüks, israf, eşya tutkunluğu herkesi ve her yeri kuşattı.
12. Âhirete (cennet ve cehenneme)yakînî iman ve âhireti öncelikleyip oraya hazır olmak yok. Bu toplumun fertleri tek kanatlı kuş gibiler, iki dünyalı değiller. Dünyalarını âhiret açısından değerlendirmeyiş sözkonusu.
13. Ulusçuluk, vatancılık, ırkçılık, hemşehricilik, düzencilik (devletçi çizgi),
14. Atalar dinine sarılma, gelenek ve âdetleri kutsama ve mutlak doğru kabul etme.
15. Modernizm çizgisinde müsteşrike benzer din anlayışı; ılıman İslâm denen, içi boşaltılmış ve çağdaş câhiliye değer(sizlik)leriyle doldurulmuş yapay din anlayışı
16. Geçim uğraşısından başka bir şeyi görmeyiş veya zengin olma hayalleri içinde Karun gibi olmak için ne gerekirse yapmaya hazır olma.
17. Futbol hastalığı, müzik tutkunluğu, TV. ve özellikle dizi bağımlılığı, internet düşkünlüğü ve bilgi kirliliğine muhâtap olma.
18. Demokrasi ile işlerin düzeleceğini sanıyorlar. "Oyu ver, koyuver" anlayışı. Aslında ülkeyi kimlerin yönettiğini görmek için çok zeki olmaya gerek yok. Ülkenin derin devlet denilen, başta yattığı yerden Atatürk (onun laiklik gibi ilkeleri) olmak üzere, silâhlı kuvvetler; Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar, para ve TÜSİAD gibi para babaları, Amerika, Batı ve onların prensipleri yönetiyor. Halkın seçtikleri en son sırada. Onlar sekreter ve piyon durumunda. Halk bunun farkında değil. Kendi tâğutunu seçme telâşında. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri velî (dost ve yönetici) kabul etmekte.
19. Sünnetullah'ı bilmiyorlar. Allah'ın değişmez yasalarına ters düşen tavırlar sergiliyorlar. Sıkıntıyla, zorluklarla, korkuyla, cihadla, açlıkla sınanmadan kurtuluş bekliyorlar. Rahat ve keyifleri (hevâlarını tanrı edinme) öne çıkıyor. Üzerine düşen görevleri yapmadan sadece dille duâ sâyesinde netice isteniyor.
20. Din'in “asl”ında tenzilât, “ayrıntılarda” ilâvelerde bulunma şeklinde beliren yanlış dindarlık ve yanlış takvâ anlayışı, gerçek Müslümanlık kabul ediliyor. İnsanlar şirkten sakınmadan nâfile ibâdetlerle dindar olabileceklerini sanıyor. Mistisizm; pasif din ve dindarlık anlayışı yaygın.
21. Bilinçli-bilinçsiz tevhidî İslâm'a ve muvahhid Müslümanlara düşmanlık.
22. İbâdetlere önem verilmiyor; tâğutlara, putlara, bâtıla farkında olmadan da olsa ibâdet ediliyor. Haram-helâl, farz-vâcip önemsenmiyor.
23. Her çeşit ahlâk krizi; Zulme râzı, edilgen, rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa onun götürdüğü yere sürüklenen nesneleşmiş insanlar.
24. Mürcie düşüncesi: “İman ayrı, amel ayrı” diyerek amellere önem vermeden cenneti garanti gören zavallı anlayış.
25. Çevre şartlarına teslimiyet: Medya, düzen, okullar, moda, çılgınca tüketim, reklâmların etkisinde kalma, yaşama biçimi yönüyle kâfirlere benzeyen ve onlara tavır al(a)mayan bir yaklaşım.
26. Kimlik problemi: a- Kimliksizlik (ne Müslüman olduğu belli, ne gâvur olduğu) b- Çok kimliklilik (Her boyaya giren, her inanca uygun davranan, aslında hiçbirinde samimi olmayan münâfık tipli iki yüzlülük, iki yüz yüzlülük.
27. Laiklik: Camide veya namazda başka İlâha; sokakta, işyerinde başka ilâha uyma. Tanrının hakkını (sadece ibâdet gibi hususlarda) Tanrıya, Sezar'ın (devletin) hakkını (olmayan hakkını) Sezar'a verme; böylece çok tanrı edinme anlamında laiklik uygulaması.
28. Aynı Allah'a, aynı Peygamber'e, aynı Kitab'a inanmıyor insanlar. Herkesin kendine göre farklı bir Allah, Peygamber ve Kitab anlayışı var. Kur'an'ın tanıttığı şekilde özellikleri olan Allah, Nebî ve Kur'an anlayışı yok; kargaşa var bu konuda, her Kur’an kavramıyla ilgili hususlarda.
29. Vahyin ışığında aklı kullanmamak, akletmemek, düşünmemek, tefekkürden uzak yaşamak; buna rağmen din hakkında ahkâm kesmek, bilgiçlik taslamak, nutuk atmak.
30. Bütün bunların hem sebebi ve hem sonucu olarak izzet ve onurlarını kaybettiler, zillete mahkûm yaşıyorlar. Zaten izzeti yanlış yerde arıyorlar. Mü’minlere karşı aziz/sert, kâfirlere karşı ise zillet/alçak gönüllü davranış.

Günümüzde Tevhid Problemi ve Sebepleri
Halkın Sahih İnançtan Tâviz Verme Nedenleri
1- Cehâlet: Halk dini, hurâfeler ve dâvetçilerin uyarısının yetersizliği, ihmal, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker eksikliği. Trafik polisi yok yolda, hız düşkünü hırslı kimselere, acemi şoförlere ve câhillere uygun ortam.
2- Siyâsî baskı ve dayatmalar, yönlendirmeler, tâğûtî tavır; devlet dini, resmî din teşkilatları, Bel’amlar, irtica/gericilik yaygaraları ve laiklik. Derin devletin psikolojik ve her çeşit baskı ve sindirmesi. Resmî din anlayışı: “Lâ”sı olmayan bir din, redsiz akaid(!) Hâlbuki insanın kurtulması için kutsal küfür olan “tâğutu inkâr etmek, ona küfretmek” , varsa iyi taraflarını örtmek ve kabul etmemek gerekli idi. Bu kutsal küfrün yanında, çirkin iman da vardır; imana şirk karıştırmak gibi: “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.” ; Yine imanın yanlış yere yöneldiğinin örneği olarak şöyle buyruluyor: “(Ehl-i kitap) tâğuta ve cibte (bâtıl tanrılara) iman ediyorlar…”
İslâm’ın hâkim olmadığı rejimlerde tâğûtî düzenin tüm kurum ve kuruluşları müşrik vatandaş yetiştirmek için bütün güçlerini sarfederler.
3- Rubûbiyet tevhidini yeterli görmek, Allah’ın varlığının isbat ve kabulünü merkeze almak: Ateizm, komünizm, Darvinizm karşıtlığını yeterli görmek. Çiçek ve böcekle, arı peteğindeki Allah yazısı ile tatmin olmak ve bunları aşırı önemsemek.
4- Mürcie düşüncesi ve haksız teslîm (insanları İslâm’a nisbet): Ameli imandan ayrı kabul ederek ittibâ yoluyla şirki fark etmemek. Mistisizm felsefesi, Kur’an kavramlarını te’vil, tahrif ve dejenere etmek. Tasavvufî yaşayış; pasif tepki, kabuğuna çekilme, kendilerine karşı cihad edilecek şahısları ve zihniyetleri kendi hallerine terk edip sadece nefsiyle uğraşmak. Felsefî veya kelâmî tartışmalar, cedel. Eski Türk dinlerinin kalıntısı ve geleneğin (atalar dininin) mirası.
5- Haksız tekfîr; antitez akaidi, mezhepçilik, grupçuluk, bağnazlık.
6- Egemen güçlerin yönlendirmesi, özendirmesi: Sağcı, muhâfazakâr, demokratik İslâm anlayışları. Amerikancı, düzenci din yaklaşımı, ılıman İslâm, BOP vb. yaklaşımların çekim alanına girmek. Kafaların ve gönüllerin işgali, sömürü ve köleleştirmenin kurbanları.
7- Dünyevîleşme, lüks, israf, şükürsüzlük ya da geçim sıkıntısı. Cihadın terki ve eylemsizlik. İlâhî emir ve tekliflerden kaçınma, kâfirlere özenme ve benzeme.
8- Çevre şartları: Medya (özellikle TV), okullar (özel olduğu iddia edilen ve hatta din öğreten okullar ve kurslar), yaşama biçimleri, reklâm, dostluk ilişkileri… Kimlik problemi: Kimliksizlik ya da çok kimliklilik.
9- Aşağılık duygusu, kendi dinine, müslümanlara ve kendine güvensizlik, aşırı eleştiri.
10- Kibir, gurur, istiğnâ.
11- Dâvetçilerin örnek yaşayış sahibi olamayışları, sadece laf üretmeleri, tevhidin sadece siyasî yönünden bahsedilmesi.
12- Bilgi kirliliği, gereksiz konular ve konuşmalar. Endâd edinme; futbol, TV. internet, müzik gibi uyutucu ve uyuşturucuların etkisi.
13- Laiklik: İki veya çok dinlilik. Câmideki veya namaz kılarkenki İlâh’la; sokaktaki, okul, iş yeri, mahkeme ve meclisteki… ilâhın farklılığı. Allah’ın sadece göklerin (tabiat güçlerinin) hâkimi olduğu anlayışı.
Ne Yapmalı? Kur’an ve Peygamber ne yaptı, nereden başladı ve hangi şeye en çok önem verdi ise biz de öyle yapmalıyız. Her konuyu “tevhid”le bağlantılı anlatmalıyız. “Tevhid”i sadece siyasî çıkarım ve yorumlarla bağlantılı gündeme getirmek yerine; onu parçalamamalı ve kendimiz de “tevhid ahlâkı”na uymalı, hal dilimizle, her an ve herkese tebliğ edebilmeliyiz.
Bu problemlere Kur'an'ın çözüm olarak sunduğu İslâmî Duruş
1- İman, 2- Sâlih amel, 3-Hicret, 4- Cihad, 5- Sabır, 6- Tebliğ, 7- Aklı kullanmak, tefekkür, 8- İlim, 9- Kur'an'ı okuyup anlama, yaşama ve yaşatmaya çabalama, 10- Takvâ, 11- Tâğutu reddetme.

İslâm Akaidine Giren Yanlışlar ve Nedenleri

1- KUR’AN’A BAKIŞ: Kur’an’ın anlaşılmaz olduğu anlayışı. Sadece sevaba girmek için Arapça metnini okumakla yetinmek. “Kur’an akaidi”, “İslâm akaidi” anlayışının olmaması. Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, Bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, bir konunun Kur’an’la sağlamasının yapılmaması. İmanın artıp eksilmesi, nebî-Rasûl ayrımı, suhuf, hayrihî ve şerrihî mina’llah örneklerinde olduğu gibi.
2- GÜNCEL İTİKADÎ PROBLEM VE SAPMALARA YETERLİ ŞEKİLDE DEĞİNİLMEMESİ: Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen düzenler, tâğutlar, putlar, vahyi reddeden eğitim ve benzeri kurumlar…
3- PARÇACI YAKLAŞIM: Kur’an bütünlüğünde bir kavramın nasıl kullanıldığını önemsememek, Kur’an’ın en doğru tefsirinin yine Kur’an olduğunu unutmak. Kader konusunda tarihteki ifrat ve tefriti savunan mezhepler örneğinde olduğu gibi.
4- HADİSLER KONUSUNDA İFRAT VE TEFRİT: İfrat, her rivâyetin sahih kabulü ve Kur’an’a ters düşen zayıf rivâyetlerin bile akaidde temel ölçü kabul edilmesi. Yine bunun tam aksine, tefrit olarak; Peygamber’e akaidle ilgili Kur’an’da bahsedilen konuları açıklama hakkının bile verilmemesi.
5- ÖNCEKİ ÂLİMLERİN HER DEDİKLERİNİN MUTLAK DOĞRU OLDUĞU ANLAYIŞI: Eski âlimler eleştirilemez, “onların vardır bir bildiği” denilir, anlamaya çalışılır, te’vil edilir, tasdik edilir, şerh edilir. Ama Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaz.
6- BEŞERÎ YORUM VE DÜŞÜNCELERİN TEMEL AKAİD İLKESİ GİBİ KABULÜ: İman ilkeleri mutlak hakikate dayanmalıdır. Yorumlar, ictihadî, beşerî ve zannî doğrular akaidde ümmeti bağlamaz ve delil olmaz. Yorumlara tüm müslümanların katılması beklenmemeli, bu yorumlara uymadığı gerekçesiyle mü’minler tekfir edilmemeli. Seyyid Kutub’un, Mevdûdî ve benzeri âlimlerin akaidle ilgili, sosyal yapı, siyaset ve tâğutla ilgili yorumları, ya da Akaid hoca(ları)mızın yorumlarını doğru kabul etmek başka, o yorumlardan yola çıkarak farklı te’vil ve yorumlara sahip olanları tekfir etmek başkadır.
7- SADECE KABULÜN YETERLİ GÖRÜLÜP REDDEDİLMESİ GEREKEN ESASLARIN OLMADIĞI İNTİBÂSI: Din “lâ ilâhe…” ile başlıyor. Reddedilmesi gereken hususlar, falan mezhebin veya cemaatin görüşü değil; kesin küfür olan şeyler olarak gösterilmeli.

8- HAKSIZ TEKFİR VE HAKSIZ TESLÎM: Hâricî veya Mürcie mantığı/mirası.

9- İSRÂİLİYAT, ESKİ CÂHİLİYE İNANÇLARININ İSLÂM’A TAŞINMASI.
10- HURÂFE VE BÂTIL İNANIŞLAR: Geleneksel ve modern yatır tapımı, bazı insanların, simge ve soyut kavramların putlaştırılması, Kemalizm inancı, resmî programlarda ve okullardaki âyin şeklinde törenler, “Allah devlete zeval vermesin” gibi yanlış duâlar ve yanlış siyasî tavır veya tavırsızlık…
11- TEVHİDİN GÖLGELENMESİ: Tevhide yeterli önem verilmemesi. Tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esaslardan hemen hiç bahsedilmemesi. Hâlbuki tevhid tüm peygamberlerin ilk ve en önemli mesajı idi. Kur’an’ın da ilk ve en önemli mesajıdır.
12- TEMEL İTİKAD ESASLARININ BİR BÜTÜN OLDUĞU VE BÖLÜNME KABUL ETMEDİĞİNİN GÖZARDI EDİLMESİ.
13- TASAVVUFÎ BAKIŞ AÇISI: Hiçbir muvahhid müslümanın kabul etmemesi gereken ve ancak şirkle bağlantısı olan tasavvufî bazı kavramları savunan ve Kur’an’a bu tahrif edilmiş kavramlarla bakan anlayış: Vahdet-i Vücud, Fenâ fillâh ve “Ene’l-Hak” gibi sapık görüşler, tevhide tümüyle zıt şathiyeler, tasarruf, istimdâd (medet umma), evliyâ, yatır, gavs, kutup, üçler, dörtler, yediler, kırklar anlayışı. Dünya-âhiret ikilemi, yanlış zühd ve takvâ tanımı, İslâm’ın siyaset anlayışını terk edip tâğutlara ve küfür rejimlerine rızâ, kendisiyle (nefsiyle) uğraşmanın esas/büyük cihad olduğu, ilmin önemsenmemesi gibi anlayış(sızlık)lar, ciddi sapmalara yol açan problemlerdir. Yine, Kur’an’a ters şefaat, vesile, velî, kerâmet, bid’at zikir ve râbıta anlayışlarının asırlardır Akaidi olumsuz etkilediği bir vâkıadır.

14- KUR’AN VE AKAİD KAVRAMLARININ İÇİNİN BOŞALTILMASI VE BAŞKA ŞEYLERLE DOLDURULMASI: Tarihsel süreç içinde Kur’an kavramlarının çoğunun içinin boşaltıldığına ve başka şeylerle doldurulduğuna şâhit oluyoruz: Tevhid, şirk, tâğut, (İlmini dünya karşılığı satan Kitap yüklü eşeğe benzetilen kötü âlimler için -Kur’an’da geçmemesine rağmen- bu şekilde kavramlaştırılan) bel’am gibi sayıları çoğaltılabilecek Kur’an kavramlarının anlamının unutturulduğu ve güncel hayatla bağlantısının koparıldığı bir vâkıadır. Yine zikir, ibâdet, imam, nefis, zulüm gibi kavramların anlamının daraltıldığını, yanlış veya eksik anlaşıldığını görüyoruz. Cihad, vesile, duâ, şefaat, velî-evliyâ, halife gibi kavramların tahrif edilip saptırıldığını müşâhede ediyoruz. Bu, ihânet derecesindeki çarpık kabullerin tarihte kaldığını, günümüzde en azından âlim ve kanaat önderi geçinenlerin bu saplantı ve yanlışlardan kurtulduğunu iddia etmek çok zor.

Tekfir Konusunda Belli Bir Şahıs ile Grup Birbirinden Ayrı Değerlendirilmelidir
Akaid konusunda uzman araştırmacı âlimler, tekfir konusunda şahıs ile grubu birbirinden ayrı değerlendirmenin gerekli olduğunu vurgularlar.
Bunun mânâsı şudur: Biz meselâ materyalistler, komünistler kâfirdir veya İslâm şeriatının hükümlerini reddeden laik dev¬let adamları kâfirdir veya kim şöyle derse yahut şuna davet ederse kâfirdir demeliyiz. Çünkü bütün bunlar nevi (toplu¬luk, grup) üzerine hüküm vermek demektir. Fakat bu saydı¬ğımız gruplara mensup olan belli bir şahsa iş taalluk ettiğinde, o zaman onun gerçek konumunu tahkik ve tesbit etmek için orda durmak ve onu sorgulamak, onunla tartışmak gere¬kir. Ta ki onu tekfir edebilmemiz için onun aleyhine deliller ortaya çıksın, onun hakkındaki şüpheler giderilsin ve onun ileri sürdüğü mâzeretler yok olsun...
Bu konuda Şeyhü'l İslâm İbn Teymiyye şöyle demekte¬dir: "Şüphesiz ki bazen belli bir söz küfür olur. Bu sebeple söyleyen tekfir edilir ve "kim şöyle derse kâfir olur" denilir. Fakat böyle bir sözü söyleyen belirli bir şahsın aleyhinde terk eden kişiyi kâfir kılan delil, tam olarak ortaya çıkmadıkça o şahsın kâfir olduğuna hükmedilmez. İşte bu, kâfirleri tehdit eden vaid âyetlerindeki hüküm gi¬bidir: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldur¬muş olurlar. Onlar, çilgm bir ateşe gireceklerdir."
Bu ve benzeri vaid âyetleri haktır. Fakat muayyen bir şahıs aleyhine azâba müstahak olduğuna dair şahâdet edilmez, ehl-i kıbleden belirli birinin cehenneme gireceği söylene¬mez. Çünkü bu vaid nassları ona ulaşmamış olabilir, tahrim âyetleri ona iletilmemiş olabilir ve işlemiş olduğu haramdan dolayı tevbe etmiş olabilir... Veya onun işlediği haram fiilin cezasını silecek büyük iyilikleri olabilir ya da işlediği suça keffâret olarak başına birtakım musîbetler gelmiş olabilir.
Söyleyeni küfre sokan sözleri dillendiren adama belki haki¬kati bildiren nasslar tebliğ edilmemiş olabilir. Veya ona ulaş¬mış da, ona göre sâbit olmamış (hadisi sahih kabul etmemiş) veya onu iyice anlamamış olabilir. Bazen de Allah Teâlâ'nın affettiği şüpheler ona ârız olmuş olabilir..."
Daha sonra şöyle demektedir: "İşte müctehid imamların mezhepleri, zikretmiş olduğumuz bu tafsilâtta olduğu gibi belli bir şahıs ile grubu birbirinden ayırt etme üzerine binâ edilmiştir."
Bunlardan da anlaşıldığı gibi, küfür olan bir fiili veya şirk olma ihtimali olan bir davranışı açıkça ortaya ko¬yanlar hakkında böyle ihtiyatla davranmak gerektiğine göre, nasıl olur da bir müslüman "Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah" diyerek Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna şahâdet eden ço¬ğunlukları, sâlih amelleriyle kötü fiilleri birbiriyle karıştırsalar bile, tekfir etmeye cür’et edebilir?
Hâlbuki insanların şehâdeteyni ikrar etmeleri, hak ve hu¬kukları müstesnâ olmak üzere, onların canlarının ve malları¬nın korunmuş olmasını sağlar. Onların hesapları ise Allah’a (c.c.) aittir. Biz ise, zâhire göre hükmetmekle emrolunduk. Kişinin gizli olan sırlarını sadece Allah (c.c.) bilir.
Rasûlullah (s.a.s.)'den sahih, hatta bazı âlimlere göre mütevâtir olarak şu hadis rivâyet edilmiştir: "Ben, insanlar Lâ ilâhe illâllah (Allah'tan başka ilâh yoktur) deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri takdirde, hak ettikleri hâriç, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesabını görmek ise Allah'a kalmıştır."

İnsan Ne ile İslâm'a Girer?
Birinci hakikat ve kural: Şüphesiz insan İslâm'a iki şehâdet cümlesinden ibaret olan kelime-i şehâdetle girer. Kim bu iki şehâdet cümlesini dili ile ikrar ederse İslâm’a girmiş olur ve kalben kâfir olsa bile onun hakkında müslümanlara uygula¬nan hükümler câri olur. Çünkü biz zâhire göre hüküm vermek¬le ve kişinin sırlarını ise Allah'a (c.c.) havâle etmekle emrolunmuşuz. Bu hakikatle ilgili göstereceğimiz deliller ise şunlardır:
1. Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.s) şehâdeteyni ikrar ede¬nin müslümanlığını kabul eder ve onun müslüman olduğuna hükmetmek için meselâ namazın vaktinin girmesini, zekâtın havlini veya Ramazan farzını edâ etmesini beklemezdi. Sade¬ce onun şehâdeteyne iman etmesi ve bunu açıkça inkâr etme¬mesi ile yetinirdi.
2. Buhârî ve diğer bazı hadis imamlarının rivâyet ettiği Üsâme bin Zeyd (r.a.) ile ilgili hadiste belirtildiğine göre, Üsâme bir adama kılıç çek¬miş, o da "Lâ ilâhe illâllah" demişti. Fakat Üsâme buna rağmen onu öldürmüştü. Hz. Peygamber bunu duyunca, çok şiddetli bir şekilde kızdı ve Üsâme'ye şöyle buyurdu:
“Sen onu "Lâ ilâhe illâllah" dedikten sonra mı öldürdün?” Bunun üzerine Üsame şöyle dedi:
“O, kılıçtan kurtulmak için onu söylemiştir!” Hz. Peygamber de ona dedi ki:
“Sen onun kalbini mi yarıp baktın?”
Başka bazı rivâyetlere göre şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet günü (onun söylediği) lâ ilâhe illâllah’ı ne yapacaksın? (O söze karşı kendini nasıl savunacaksın?)” dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.
3. Ebû Hüreyre şu hadisi rivâyet etmiştir: "Ben, insanlar Lâ ilâhe illâllah (Allah'tan başka ilâh yoktur) deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri takdirde, hak ettikleri hâriç, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesabını görmek ise Allah'a kalmıştır."
Bizim burada delilimiz şudur: Şüphesiz Arap müşrikleri, canlarını ve mallarını koruduklarını belirten ibarenin delâletiy¬le, lâ ilâhe illâllah dedikleri zaman, onunla İslâm’a girmiş olur¬lar.
Hafız es-Suyûtî "el-Câmiu’s-Sağîr" isimli kitabında, "bu hadis mütevâtir bir hadistir" demiştir. Bu kitabın şârihi olan el-Münâvî de şöyle demiştir: "Çünkü bu hadisi on beş sahâbi ri-vâyet etmiştir."
Allâme İbn Receb el-Hanbelî "Camiu'1-Ulum ve'l-Hikem" isimli kitabında şunu söylemektedir: "Zarûri olarak bilinenlerdendir ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) İslâm’a girmek için kendisine gelenlerin hepsinden sadece şehâdeteyni söyle¬mesini kabul ederdi. Böylece o, İslâm’a girmiş ve canını kur¬tarmış olurdu. O. Üsame b. Zeyd'e, kılıcını kaldırdığında "lailâhe illallah" diyen kişiyi öldürdüğü için çok sert bir şekilde kızmıştı. Hz. Peygamber İslâm'a girmek isteyenlere namaz ve zekâta iltizam etmelerini şart koşmuyordu. Aksine Hz. Peygamber'in zekât vermemek şartıyla müslüman olmak isteyen bir kavmin müslümanlığını kabul ettiği rivâyet edilmektedir.
İmam Ahmed'in "Müsned"inde Cabir (r.a.)'den rivâyet ettiğine göre, o, şöyle demiştir: "Sakif kabilesi Rasûlullah’a (s.a.s.) sadaka vermemek ve cihad etmemek üzere şart koş¬tular. Rasûlullah (s.a.s.) ise (şartlarını kabul ettikten sonra) şöyle buyurdu: "Onlar daha sonra sadaka da verecekler, cihad da edecekler."
Yine Ahmed bin Hanbel’in Müsned'inde Nasr b. Asım el-Leysi'den rivâyet ettiğine göre, onlardan bir adam Peygamber'e gelip iki vakit namazdan başka namaz kılmamak şartıyla müs¬lüman oldu. Peygamber de onun müslümanlığını kabul etti."
İbn Recep diyor ki: İmam Ahmed bu hadisleri delil alarak şöyle demiştir: "Fâsid şart üzere müslüman olmak sahih olur. Fakat müslüman olduktan sonra İslâm’ın bütün kanunlarını yerine getirmek gerekir." Bu nakillerde bizi ilgilendiren iki husus vardır:
a. Şüphesiz İslâm'a girmek, şehâdeteyn ile gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki bazı Selef âlimlerinden şu söz nakle¬dilmiştir: "İslâm kelimedir." Yani İslâm, kelime-i şehâdet ile gerçekleşir.
b. İbn Receb'in zikrettiği ve İmamu's-Sünne Ahmed b.Hanbel'in rivâyet ettiği hoşgörüyü ve geniş ufukluluğu ifa¬de eden hadislere gelince... Rasûlullah (s.a.s.) özellikle yeni İslâm'a girmiş olanlara bu tavrı göstererek, bununla insanları çeşitli durumlarına ve konumlarına göre tedavi ediyordu.
Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.s.) bazıları için reddettiği şartları, diğer bazıları için kabul etmişti. Beşir b. el-Hassasiye'den gelen hadise göre, o sadaka vermemek ve cihad etme¬mek şartıyla müslüman olmak üzere Hz. Peygamber (s.a.s.)'e biat etmek istemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) on¬dan elini çekerek şöyle buyurmuştur: "Ey Beşir! Cihad yok, sadaka yok. Peki o zaman ne ile cennete gireceksin?!"
Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.) Sakif kabilesinden bu şartı kabul etti ve onlara bu konum üzere donup kalmayacaklarını ve müslümanlıkları ilerleyince diğer müslümanların yaptıkla¬rı her şeyi yapacaklarını da bildirdi: İşte bunun için onlara güvenerek şöyle buyurmuştur: "Onlar gelecekte sadaka da verecekler ve cihad da edecekler."

Tevhid Üzere Ölen Kimse Cenneti Hak Eder
Tevhid inancı üzere, yani Allah'tan başka ilâh olmadığına inanarak ölenler Allah (c.c.) katında iki şeyle ödüllendirilir:
1. Ateşte daimi olarak kalmaktan kurtulur, ister içki gibi Al¬lah'ın hakkına taalluk etsin, isterse hırsızlık gibi kulların hakları¬na taalluk etsin, ne kadar günah işlerse işlesin durum değişmez. Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunduğu müddetçe, günah¬ları sebebiyle cehenneme girse bile, mutlaka oradan çıkacaktır.
2. Ne kadar gecikirse geciksin, mutlaka cennete girecektir, işleyip de tevbe etmediği ve herhangi bir sebeple keffaretini ödeyemediği günahları sebebiyle cehennemde azabını çeke-ceğinden dolayı, ilk önce cennete girenlerle beraber olmasa da cezasını çektikten sonra mutlaka girecektir.
Buna gösterdiğimiz deliller Buhârî ve Müslim ile diğer hadis kaynaklarında geçen sahih ve meşhur hadislerdir. Bunlardan birkaçını aşağıya alıyoruz:
Ubâde b. es-Sâbit’ten rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Her kim ki Allah'tan başka ilâh olmadığına, onun bir olduğuna ve şeriki olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna, İsa'nın da O'nun kulu, Rasûlü ve Mer¬yem'e ilka etmiş olduğu kelimesi ve kendi katından bir ruh oldu¬ğuna, cennetin ve cehennemin hak olduğuna şehâdet ederse, hangi amel üzere olursa olsun, Allah (c.c.) onu cennete koyacaktır."
Ebû Zerr (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: Ben Rasûlullah’ın (s.a.s) yanına geldim. Bana şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur diyen ve sonra bu inanç üzere ölen hiçbir kul yoktur ki cennete girmesin."
Başka bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Lâ ilâhe illâllah Muhammedun rasûlullah deyip Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır."
"Allah'a iman edip O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir."
“…Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.”
Yine Enes (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygam¬ber şöyle buyurmuştur: "Kalbinde zerre kadar hayır (iman) bulunduğu halde "lailâhe illallah" diyen bir kimse (bile) ce-hennemden çıkacaktır."
Bu hadislerin hepsinde Buhârî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Yine Buhârî ve Müslim, Ebû Zer'den rivâyet ediyor:
Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız) sırasında: "Lâ ilâhe illâllah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider" buyurdu. (Hayretle) sordum:
"Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?" Cevâben:
"Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!" dedi. (Ben hayretimi yenemeyerek yine) sordum:
"Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?" Rasûlullah (s.a.s.) yine:
"(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da" cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine:
"Evet, Ebû Zerr'in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu..."
İşte bu zikrettiğimiz hadisler gibi daha birçok hadis var¬dır ki hepsi de sarâhaten ve açıkça kelime-i şehâdetin cennete girmeyi ve ateşten kurtulmayı gerektirdiğine delâlet etmekte¬dir. Burada "cennete girmek"ten maksat, günahlarından do¬layı belirli bir zaman cehennemde hak etmiş oldu¬ğu cezayı çektikten sonra, eninde sonunda cennete girmektir. Yine burada "cehennemden kurtulmak"tan maksat, ta¬hakkuk eden cezayı çektikten sonra kurtulmaktır.
İşte biz bütün bunları, bu hadisler ile bazı günahları irtikâp edenlere cehennemin gerektiğini ve cennetin haram olduğunu belirten diğer bazı hadisler arasında cem' yapmak (uzlaştırmak) için söylüyoruz. Çünkü bizim bazı nassları di¬ğer bazılarına zıt olarak göstermemiz câiz olmaz.

Şirkten Başka Her Şey Affedilme İmkânına Sahiptir
Bu kaide, bir önceki kaideyi te'kid eder. Buna göre affedilmeyen tek günah Allah Teâlâ'ya şirk koş¬maktır. Bundan başka diğer günahlar, ister büyük isterse kü¬çük olsun, Allah'ın dilemesine bağlıdır; dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Bu konuda Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışla¬maz. Bunun dışındaki (günah)ları ise dilediği kimse için ba¬ğışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır."
Bu ve buna benzer âyetlerde geçen "şirk"ten maksat, bü¬yük şirk (şirk-i ekber)dir. Bu ise, Allah Teâlâ ile beraber bir veya birçok ilâh edinmektir. İşte bu âyette geçen "şirk" laf-zından mutlak olarak kastedilen böyle bir şirk koşmadır.
“…Kim Bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım."

"Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hâriç, Allah bütün günahları affedebilir." Bu hadis, uzunca bir rivâyetten bir parçadır. Hadisin zâhiri, bir mü'mini meşrû bir sebep olmadan taammüden (bile bile, kasden) öldüren kimsenin mağfirete mazhar olamayacağını ifade etmektedir. Nitekim bu ma'nâyı teyid eden âyet-i kerime de var: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse onun cezası ebedî kalacağı cehennemdir." İşte bu, İbn Abbâs'ın görüşüdür. Ancak selefin cumhuru ve Ehl-i Sünnetin tamamı âyette gelen hükmü tağlize hamlettiler ve katilin tevbesinin de diğer günahkârların tevbesi gibi sahih olacağını söylediler. Ve dediler ki: "Cezası cehennemdir" sözünün ma'nâsı, "Hak Teâlâ'nın "Allah kendisine şirk koşanı affetmez, bunun dışında dilediğini affeder" âyetine temessüken (uyarak), dilerse onu mükâfatlandırır" demektir. Bu hususa delil doksandokuz kişiyi öldürüp sonra tevbe için râhibe gelince, "Bunun tevbesi yok" cevabı üzerine onu da öldürüp yüze tamamlayan İsrailoğullarından katildir. Bu durum, bu ümmetten öncekiler için sâbit olursa, kendinden önce mevcut olan birçok ağır teklifler üzerinden kaldırılmış olan bu ümmet için evleviyetle mevcuttur." Yani, âlimler getirdikleri açıklamalara dayanarak bu hadisin zâhiriyle amel etmezler, te’viliyle amel ederler.

Bazı İman Şubelerinin Küfür, Nifak veya Câhiliye Şubelerinden Bazıları ile Beraber Olması
Şüphesiz iman, küfür, câhiliyye veya ni¬fak şubelerinden bir veya birçoğunu kapsayabilir. Bu hükmü çoğu insanın bilmediği anlaşılıyor. Bu se¬beple insanın ya tam bir mü'min veya tam bir kâfir olduğu¬nu, bu ikisi arasında bir makamın bulunmadığını ve insanın saf bir muhlis (ihlâslı, takvâlı mü’min) veya saf bir münâfık olduğunu zannetmişler¬dir. Bazılarının dediği şu yanlış söz de buna yakındır: “Ya hâlis/tam bir müslüman ya da hâlis bir kâfir olunmalıdır, bunun üçüncü şıkkı yoktur!” Bu yönteme sıkça başvuruluyor. Tüm dikkatlerini her iki tarafa çekip, orta mertebeye iltifat etmiyorlar. Onlara göre bir şey ya beyaz, ya da siyahtır. Hâlbuki saf beyaz ve saf siyahtan başka veya ikisi arasında birçok rengin varlığı mâlûmdur.
Bizim, insanlardan bir grubun fertleri veya toplulukları kâmil imanın sıfatlarını gerçekleştiremeyip, içlerinde bazı münâfıklık özelliklerini, küfür şubelerini veya câhiliye ahlâkını gördüğümüzde hemen onlara mutlak küfür, hakiki münâfık (nifak-i ekber) veya küfre düşüren câhiliye hükmünü vermemiz doğru olmaz. Böyle yapanlar, imanın, küfürden ve¬ya nifaktan bir özellikle hiçbir zaman bir araya gelemeyeceği¬ne, İslâm ile câhiliyenin bir arada bulunmayan iki zıt kutup olduğuna inanırlar.
Bu inanç, mutlak yani kâmil iman ile mutlak küfür veya İslâm ile hakiki câhiliye açısından doğrudur. Ancak bazen mutlak iman ile küfür ya da mutlak iman ile nifak yahut mut¬lak İslâm ile câhiliye bir araya gelebilir.
Sahih-i Buhârî'de Hz. Peygamber'in Ebû Zerr (r.a.)'a şöyle dediği geçmektedir: "Sende câhiliyye bulunmaktadır." Bu sözü de Ebû Zerr daha cihad ve sıdk bakımından yeni müslüman iken ona söylemişti.
Yine Buhârî'de şu hadis de geçmektedir: "Kim ki (Al¬lah yolunda) gazâ (cihad) etmeden ve cihada/gazâya gitmeyi gönlünden geçirmeden, ona niyetlenme¬den ölürse, o nifaktan bir şube üzere ölmüştür."
Ebû Davud'un Huzeyfe b. el-Yeman’dan rivâyet ettiğine göre o, şöyle demiştir: "Kalpler dört çeşittir: Kılıflı ve kilit kalp ki, bu, kâfirin kalbidir. Ters yüz olan kalp ki, bu da mü-nafığın kalbidir. Pürüzsüz ve içinde parlak bir kandil bulu¬nan kalp ki, bu da mü’minin kalbidir. Diğer kalp de içinde hem iman hem de nifak bulunan kalptir. Kalbin içindeki iman temiz su ile beslenen ağaç gibidir. Kalbin içindeki nifak da kan ve irin akıtan yara gibidir. İki maddeden hangisi diğe¬rine gâlip olursa, o hâkim olur." Bu hadis imam Ahmed'in Müsned'inde merfu bir hadis olarak rivâyet edilmiştir.
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye şöyle der: "Huzeyfe'nin söylediği bu söze, Allah Teâlâ'nın şu sözüne de delâlet etmekte¬dir: "O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar." Bu olaydan önce onlarda mağlup olmuş bir nifak vardı. An¬cak Uhud savaşı olunca, onların nifağı gâlip oldu ve onlar küfre daha yakın oldular.
Abdullah bin el-Mübarek -kendi senediyle- Hz. Ali bin Ebî Tâlib'den rivâyet ettiğine göre, Hz. Ali şöyle demiştir: "İman kalpte bir beyaz nokta olarak zuhur eder. Kulun imanı ne ka¬dar artarsa, onun kalbindeki beyazlık da o kadar artar. Ta ki iman kâmil olunca, kalbin tamamı bembeyaz olur. Nifak da kalpte siyah bir nokta (leke) olarak zuhur eder. Kulun nifâkı ne kadar artarsa kalbindeki siyahlık da o kadar artar. Ta ki kulun nifağı kâmil olunca, kalbi de kapkara olur. Allah'a ye¬min ederim ki, şayet siz mü'minin kalbini açarsanız, onun beyaz olduğunu göreceksiniz. Şayet kâfirin kalbini de açarsa¬nız, onun da kara olduğunu göreceksiniz." İbn Mes'ud (r.a.) da demiştir ki: "Zenginlik, suyun bakla¬yı yeşertmesi gibi kalbte nifakı yeşertir."
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye devamla şunları söyler: "İşte Selefin kelâmından, bu mânâda bir kalpte imanın da nifâkın da (aynı anda) bulunabileceğine dair sözler çoktur. Kitab ve Sünnet de buna delâlet etmektedir. Meselâ, Hz. Peygamber (s.a.s.) imanın ve nifakın şubelerini zikrederken şöyle buyur¬muştur: "Kimde bu nifak şubelerinden biri bulunursa, onda terk ettiği zamana kadar nifaktan bir şube bulunmuş olur." İş¬te bu şube, birçok iman şubesi ile beraber bulunur. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyur¬muştur: "Kalbinde zerre kadar iman bulunan herkes cehennemden çıkacaktır."
Böylece kendisinde azın en azı kadar bile iman bulunan kimsenin cehennemde ebedi olarak kalmaya¬cağı, kendisinde nifaktan çok miktar bulunanın da, kendisinde bulunduğu kadar azap çekeceği ve daha sonra cehennemden çıkacağı anlaşılmaktadır. Yüce Allah'ın bedeviler hakkındaki şu sözü de bu mânâdadır: "Bedeviler, dedi ki: "İman ettik." De ki: "Siz iman et¬mediniz, ancak "teslim (müslüman) olduk deyin, iman he¬nüz kalplerinize girmiş değildir..."
Âyet imanın onların kalbine girdiğini nefyediyor. Bu ise onların kalplerinde iman¬dan bir şubenin bulunmasına mani değildir. Nitekim bu mânâda Hz. Peygamber (s.a.s.) de "zina eden, hırsızlık yapan, kendisi için sevdiğini kardeşi sevmeyen, komşusunun şerrin¬den emin olmadığı kimse ve daha birçok kimseden de imanı nefyetmiştir. Şüphesiz Kur'an ve Sünnet'te bazı vâcipleri terk ettiğinden dolayı insanlardan imanı nefyeden nasslar çok¬tur."
İbn Teymiye başka bir yerde de bu konuya değine¬rek şöyle demektedir: "Mü'minlerin en hayırlı olanları cennetin en üst derecelerinde olacaktır. Münâfıklar ise gerçi dünyada zâhiren müslüman görünseler ve haklarında zâhiren müslümanlara uygulanan hükümler cereyan etse de cehennemin en alt tabakalarında kalacaklar¬dır. Kalbinde hem iman, hem de nifak bulunup müslüman olarak tanınanlar ise hâlis münâfık değildirler. Bu durumda olanlar, şayet nifakları imanlarına gâlip ise mü'min ismini hak etmezler, aksine münâfık ismi onlara daha lâyıktır. Çünkü onda beyaz ve siyah renk beraber bulunmakta, ancak siyahlığı beyazlığından daha çok olduğundan, siyah ismi ona beyaz isminden daha lâyık düşer. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar o gün imandan çok küfre daha yakın idiler."
Ancak onun imanı daha gâlip olmakla beraber, yanında nifak da bulunsa, o zaman cehennemle tehdit edilmeye lâyık¬tır. Bu da şefaat edilmediğinde veya Allah (c.c.) onu affetme¬diğinde azâbını çektikten sonra hak etse bile, cennete önce¬likle girecek olanlardan olmaz.
İbn Teymiye devamla şöyle demektedir: "Ehl-i hevâdan olan Hâricîler, Mûtezile, Cehmiye ve Mürcie taifeleri, bir kul¬da iman ile nifağın bir arada bulunmadığını söylerler. Onlar¬dan bazıları da bu hususta icma olduğunu iddia ederler. Hâlbuki onlar bu konuda hataya düşmüşlerdir ve Kitab, Sünnet ve sahâbe ile onlara iyilikle tâbi olan Tabiûn'dan gelen rivâyetle¬re açıkça anlaşılabilir şekilde muhâlefet etmişlerdir.
Hâricîler ve Mûtezile bu fâsid esası öne sürerek, bir şahıs¬ta, onun kendisiyle sevabı hak ettiği bir tâat ile, cezayı hak¬ ettiği bir masiyetin bir arada bulunmayacağını söylemişler¬dir. Yani onlara göre bir şahıs bir açıdan övülmüş, diğer bir açıdan kınanmış, bir açıdan kendisine dua edilecek şekilde sevilmiş, diğer bir açıdan lânet edilecek şekilde gazaplanmış olamaz ve bir şahsın hem cennete hem de cehenneme girece¬ği tasavvur edilemez. Aksine onlara göre bir kişi cennet veya cehennemden birisine girerse artık diğerine giremez. Bu se¬beple onlar cehennemde olan birisinin oradan çıkmasını ve¬ya şefaat edilmesini inkâr ederler.
Mürcie'nin aşırı olanlarından da buna benzer görüş nakle¬dilir: Onlar da bu hususta Mûtezile ve Hâricîlere muvâfakat ederler. Fakat onların tersine şöyle derler: "Şüphesiz büyük gü¬nah işleyenler cennete girecekler, cehenneme girmeyecekler." Hâlbuki sahih hadislerin haber verdiği gibi, bir şahsı Allah Teâlâ cehennemde azâba çektikten sonra cennete koyacaktır. Diyelim ki bir şahsın günahları var, bu durumda o şa¬hıs günahları sebebiyle azap çekecektir. İyiliği var, iyilikleri sebebiyle cennete girecektir. Bu durumda onun hem itaati, hem de masiyeti vardır. Yukarıdaki gruplar böyle birisinin hükmü hakkında değil, ismi hakkında tartışmışlardır.
Mürcie mezhebinin görüşü şudur: "Böyle birisi, imanı kâmil olan bir mü'mindir." Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e göre ise, böyle birisi, imanı noksan olan bir mü'mindir. Şayet imanı noksan olmasaydı azap görmezdi. Nitekim müslümanların ittifakına göre böyle bir insan iyilik ve takvâ bakımından da eksiktir. Peki, bu durumda ona "mü'min" ismi verilebilir mi? Bu konuda iki görüş vardır ki, en doğrusu açıkladığımız şekilde Ehl-i Sünnet'in görüşüdür.
Böyle bir insanın keffâret için köle âzâd etmesi gibi dün¬ya hükümleri hakkında sorulursa, bir görüşe göre onun mü'min olduğu belirtilmektedir. Aynen bunun gibi o, Allah Teâlâ'nın "Ey iman edenler!" hitabının kapsamına giren mü'minlerden sayılır. Âhiretle ilgili hükmüne gelince, böyle birisi cennetle vaad edilmiş mü’minlerden değildir. Aksine ondaki iman, onun cehennemde ebedî olarak kalmasına mâ¬ni olmaktadır. Yine bu imanı sebebiyle, şayet Allah (c.c.) onun günahlarını affetmezse, cehennemde cezasını çektikten sona cennete girecektir. Bundan dolayıdır ki şöyle denilmiş¬tir: "O, imanı sebebiyle mü'min, büyük günahları sebebiyle fâsıktır. Veya o, imanı noksan olan bir mü'mindir."
Ehl-i Sünnet'ten ve Mu'tezile'den böylelerini mü'min ola¬rak isimlendirmeyenler diyorlar ki, Allah Teâlâ'nın, "İman¬dan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir." kavlinden dolayı onların fâsıklık ismi, iman ismini kendilerinden nefyetmek¬tedir. Yine onlar, "Mü'min olan, kimse fâsık olan kimse gibi midir?" âyetine de dayanıyorlar. Ancak buna rağmen, bazı insanlarda küfür şubelerinden biri bulunmakla beraber, aynı zamanda iman şubeleri de bulunabilir. İşte bu mânâda, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) birçok günahları, o günahları işleyenlerde zerre miskalinden fazla iman bulunduğu halde, küfür olarak isimlendiren hadisler vârid olmuştur. Bu günahları işleyenler de cehennemde ebedî kalmazlar. Bu tür hadislerden bazıları da "Müslümana söv¬mek fâsıklık; onu öldürmek kâfirliktir." hadisi ile "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın." gibi ha¬dislerdir.
İşte bu (son) hadis, sahih hadis kitaplarında birçok vecihten meşhur olmuştur. Çünkü bu "Vedâ Haccı"nda insan¬lar arasında ilân edilmesi emredilen bir hadistir. Burada Hz. Peygamber (s.a.s.) haksız yere birbirlerinin boyunlarını vu¬ranları kâfir saymış, böyle bir işi de küfür olarak isimlen¬dirmiştir. Bununla beraber Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer mü'minlerden iki tâife birbiriyle savaşırlarsa, aralarını bulup düzeltin." Daha sonra şöyle buyurmuştur: "Şüp¬hesiz ancak mü'minler kardeştir."
Böylece bu günahları işleyenlerin tamamıyla imandan çıkmadıklarını, fakat bun¬larla beraber küfür özelliklerinin de kendilerinde bulunduğu¬nu belirtmiştir, işte bu haslet sahâbeden bazılarının "Küfrün dûne küfrin" (gerçek küfür olmayan, insanı dinden çıkarma¬yan küfür) ismini verdikleri bir haslettir.

Nasslarda Vârid Olan Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür
Şüphesiz Kur'an ve sünnet terminoloji¬sinde “küfür” kelimesi kullanılırken, dünya hükümlerine nispetle insanı dinden çıkaran ve âhiret hükümlerine nispetle cehennemde ebedî kalmasını gerektiren küfr-i ekber (büyük küfür) kastedilir. Ancak bazen de kişinin cehennemde ebedî kalmasını değil, cehennem ile tehdit edilmesini gerektiren ve onu İslâm dininden çıkarmayan küfr-i asgar (küçük küfür) kastedilir. Bu küfür çeşidi ancak kişinin fâsıklık ve isyankâr¬lıkla damgalanmasına sebep olur.
Birinci anlamıyla küfür (yani küfr-i ekber), Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu dinden zarûri olarak bilinen her şeyi veya bunların bazısını kasden inkâr etmek ve reddetmek demektir. İkinci anlamıyla küfür (küfr-i asgar) ise Allah'ın emrine muhâlefet sayılan, yahut onun nehyettiği yasakları işlemek suretiyle gerçekleşen diğer günahları kapsamaktadır. İşte bu küfür çeşidi hakkında şu hadisler gibi birçok hadis bize ulaş¬mıştır:
a- "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse küfretmiş olur." veya "şirk koşmuş olur."
b- "Müslümana sövmek fâsıklık, onu öldürmek ise kü¬fürdür."
c- "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler ol¬mayın"
d- "Babalarınızı reddetmeyin. Çünkü babalarınızı red¬detmeniz sizi küfre götürür."
Bizim bu tür hadisler hakkındaki değerlendirmemiz şöy¬ledir: Bu ve benzeri nasslarda vârid olan küfür, diğer bazı de¬lillerden dolayı, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Çünkü ashâb da birbiriyle savaşmıştı. Ama onlardan bazısı diğer bazısını tekfir etmiyordu. Emiru'l-Mü'minin Ali bin Ebî Tâlib'den yakın olarak bize ulaşmıştır ki, o, Cemel ve Sıffîn savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etmiyordu. Sadece on¬ları bağî/âsî sayıyordu. Şüphesiz Hz. Peygamber'in Ammar'a söylediği şu hadis sahihtir: "Seni bağî bir topluluk öldürecek¬tir."
Yine Hâricîler hakkındaki şu hadis de sahihtir: "Onlarla iki tâifeden hakka yakın olanı savaşacaktır." Gerçekten de on¬larla Hz. Ali ve beraberindekiler savaşmıştı.
Yine Kur'ân-ı Kerim de birbiriyle savaşan iki taifenin mü'min olabileceğini isbat etmiştir: "Mü'minlerden iki tâife birbiriyle savaşırsa..." Ayrıca onlar arasında din kardeşliğinin devam ettiğini de isbat etmiştir: "Şüphesiz mü'minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin."
Şu hadis de bu hususu belirtiyor: "Kim (müslüman) kardeşine kâfir derse..." İşte bu hadiste birbirlerine kâfir diyen iki müslümanın kardeş olduğunu ve bu olayın müslüman ile kâfir arasında olmadığını belirtiyor. Böylece de kar¬deşine kâfir diyenin bu sözüyle İslâm dairesinden dışarı çık¬madığına delâlet etmektedir.
"Kim Allah'tan başkasına yemin ederse, şüphesiz küfretmiştir." veya "şirk koşmuştur" hadisi ile "kim bir arrâfa veya kâhine gider de onun dediğini tasdik ederse, şüphesiz o, Allah'ın Muhammed (s.a.s.)'e gönderdiğini inkâr etmiştir" şek¬lindeki hadis ve buna benzer hadisler de yukarıdaki gerçeği ifade etmektedirler.
Geçmiş asırlar boyunca müslüman âlimlerden hiçbiri yukarıdaki fiilleri dinden çıkaran ve İslâm'dan döndüren fiiller olarak saymamıştır. Şüphesiz ki insanlar daima çeşitli zamanlarda Allah'tan başkasına yemin ediyorlar, falcıları ve kâhinleri tasdik ediyorlardı. Bu tür hareketleri yüzünden ilim ve din adamları onları yadırgıyorlar, onların sapık ve fâsık olduklarını söylüyorlardı. Fakat onların mürted olduklarına hüküm vermiyorlar, onları eşlerinden ayırmıyorlar, onların cenazeleri üzerine namaz kılınmamasını veya müslümanların kabristanında defnedilmesini nehyetmiyorlar. Bu ümme¬tin, dalâlet üzere icma yapmayacakları bize merfu bir hadis ile ulaşmıştır.
İşte bu sebeple, İbn Kayyım bazı günahlara küfür itlak eden birçok hadisi zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Burada kastedilen şudur: Bütün günahlar küfr-i asgar nevindendir. Bu ise tâat ile amel etmek olan şükrün zıddıdır. Çalışma (sa'y) ya şükürdür ya da küfürdür (nankörlüktür). Üçüncü bir çalışma türü ne bundandır ne de şundan."
İkinci mânâdaki küfre, yani küfr-i asgara gelince, onun zıddı da şükürdür. İnsan ya bir nimet için şükredici olur ya da hakkını yerine getirmeyerek nankör olur. Allah Teâlâ insanın bu vasfı hak¬kında şöyle buyurur: "Şüphesiz Biz ona yolu gösterdik. Artık o ya şükredici olur, ya da kâfir (nankör) olur." Başka bir âyet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kim şükrederse, o ancak kendisi lehine şükretmiştir. Kim de küfrederse (nankörlük yaparsa), şüphesiz benim Rabbim müstağnîdir ve kerimdir..."
Sahih-i Buhârî'de kadınların cehenneme girmelerinin se¬bebi hakkındaki hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz onlar inkâr ediyorlar (nankörlük ediyorlar)." Bunun üzerine sahâbe dedi ki: "Allah'ı mı inkâr ediyorlar?" Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: "Onlar dostluğa ve iyiliğe küfür (küfrân-ı ni'met) ediyorlar."
Hâfız İbn Hacer Askalani, Kurtubi'nin şu sözünü nakletmiştir: "Şâri’in (Şeriat koyucunun) lisanında küfür, İslâm dininden olan şer'î hu¬suslarla ilgili zarûrâtı bilerek inkâr etmek mânâsında kullanılmıştır." Daha sonra İbn Hacer şunları belirtmiştir: "Ancak bazen de şeriatta küfür, nimete karşı nankörlük, nimeti veren zâta şükretmeyi terk etmek ve nimetin hakkını vermemek mânâsında kullanılmıştır. Bu hususta Sahih-i Buhârî'nin "İman kitabı"nın "Kocaya nankörlük" ve "Küfür fiilini işlediği halde kâfir olmama" bölümle¬rinde, büyük günah işleyenleri kâfir sayan Hâricîlerin fikrini çürütücü hadisler mevcuttur. Buhârî'nin "Kitabu'l-İman" bölümündeki "küfr dûne küfr" (küfür olmayan küfür/nankörlük) babındaki Ebû Said (r.a.)'ın rivâyet ettiği "onlar iyiliği inkâr ediyorlar..." şeklindeki hadis de bu hususu anlatmaktadır."
Bundan dolayıdır ki İmam Buhârî Sahih'inde "Kitabu'l-İman" bölümünde, büyük günahları işlemeleri sebebiyle müslümanları tekfir eden Hâricîler’i reddetmek için birçok "bab"lar koymuştur. İşte bu "bab"lardan biri de "Bâbu Küfrâni'l-Aşîri" ve "Küfrun Dûne Küfrin" bahsidir. "Küfrun dûne küfr" ("Küfür işlediği halde kâfir olmama") ibâresi, Allah Teâlâ'nın "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler var ya, işte onla kâfirlerin ta kendileridir" kavl-i şerifinin tefsiri hakkında İbn Abbas ve bazı tâbiînden rivâyet edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır. Bu taksimat selef âlimleri tarafın¬dan yapılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Aynı taksimat şirk, fisk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir. Yani şirk, fisk, zulüm ve nifak da ara¬larında büyük ve küçük diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennemde ebedi kalmayı gerektirirken küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez.
Bu konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye şöyle diyor: "Kitap ve Sünnetin delâletiyle Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'in görüşü şu şekilde kesinleşmiştir. Ehl-i Sünnet, kıble ehlinden hiçbir kimse¬yi bir günah sebebiyle tekfir etmez. Yine işlediği bir amel sebebiyle kişiyi İslâm'ın dışına atmazlar. Ne var ki; o amel içki içme, çalma ve zina gibi yasaklanmış bir fiil olmalı ve imanın terkini içermemeli... Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilme gibi Allah'ın inanılmasını emrettiği şeyleri terk etmek, kişiyi küfre sokar. Tevâtür yoluyla sâbit olan apaçık farzların farziyetine inanmamak ve yine tevâtür yoluyla sâbit olan ha-ramların helâllığına inanmak sebebiyle kişi küfre gi¬rer. Eğer sen günahlar, emredileni terketmek yasak¬lananı da yapmak şeklinde iki kısma ayrılır dersen cevabım şu olur: Kul kendisine emredileni terkettiği takdirde, ya emredilenin farz olduğuna inanır veya inanmaz. Eğer farziyetine inanır, yapmayı terkederse farzın tümünü terketmemiş olur. Aksine bir kısmını yerine getirmiş olur ki, o da inanmasıdır. Bir kısmını da terk etmiş olur ki, o da amelidir. Haram kılınan şey de böyledir. Kişi haramı işlediği vakit ya onun haramlığma inanır veya inanmaz. Eğer haramlığına inanarak işlerse, farzı yapmak ve haramı işlemek gi¬bi ikisini bir araya getirmiş olur ve böylece hem iyi¬liği hem de kötülüğü olur. Söz, ancak tevâtür yoluyla sübut bulmuş şeylerin haramlığına ve farziyetine inanmayı terketmek sûretiyle mâzur sayılmayacak konular hakkındadır. Bir özrü sebebiyle bilmediği veya te’vil etmesi yüzünden terkettiği ya da işlediği fiile gelince, bunu işleyen kişi kâfir olmaz. Hükümle¬re inanmamanın küfür olduğuna ve sadece haramı işlemenin küfür sayılmayacağına gelince, bu kendi mevzûsunda karar bağlanmıştır. Allah'ın kitabında¬ki şu âyet-i kerime buna delil teşkil etmektedir; "...Eğer onlar tevbe eder, namazlarını kılar ve zekâtı verirlerse sizin din kardeşlerinizdir..."
Günahlara gelince, Kur’an'da hırsızın elinin kesilmesi, zânînin sopalan¬ması cezası vardır. Kur'an, onların küfrüne hükmetmemiştir. İki gruptan biri diğerine saldırmakla bir¬likte birbirlerini öldürmeleri de aynı şekildedir. Fa¬kat iman ve kardeşlik her iki grup için de geçerlidir. Cana kıydığından ötürü kendisine kısas gereken ka¬tili de Kur'an "kardeş" olarak nitelendirmektedir. Cenâb-ı Hak katili (kardeş) olarak isimlendirdi.
Buhârî ve Müslim'de Ebû Zer hadisi yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ona Cebrail'den naklen şöyle buyurdu: "Lâ ilâhe illâllah diyen cennete girer. Zina etse de, çalsa da ve şarab içse de... Hem de Ebû Zerr'in burnu yerde sürtülse de..." Yine bir hadis-i şerif şöyledir: "Kimin kal¬binde zerre ağırlığınca iman varsa, kimin kalbinde zerre ağırlığınca iman varsa ateşten çıkar."
Yukarıdan beri zikrettiğimiz bu naslar imanla birlikte büyük günah işleyenin küfre girmeyeceğine delil teşkil ettiği gibi, Hâricîlerden bir grup bid'atçinin düşüncelerinin aksine şefaat sayesinde cehen¬nemden çıkacağına, delâlet etmektedir. Mûtezile şe¬faat konusunda ihtilâf halindedir. Yine bu naslar, büyük günah işleyenleri cehennemden çıkaran ima¬nın emredilen hasene (iyilik) olduğuna ve hiçbir gü¬nahın ona engel olmayacağına delâlet etmektedir."
Başka bir yerde İbn Teymiyye şöyle diyor: "Bun¬dan dolayı selef ulemâsı, ‘itikad kitaplarında; biz kıble ehlinden hiçbir kimseyi günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. Yine hiçbir kişiyi amelinden dolayı İslâm'dan çıkarmayız’ diyor." Tekfirci gençlerin düştüğü hatalardan biri de iki küfrü birbirine karşıtırmaktır. Aynı şekilde onlar, küçük günah olan fısk ile küfrü, zulüm ile küfrü birbirine karıştırıyorlar. Onlar, bunların tümüne "şirk" mânâ¬sını veya benzerini vermekteler.
Fakat Kur'an ve Sünneti inceleyenler böyle olma¬dığını görürler. Tekfircilerin sözlerinden bir örnek: Zu¬lüm de küfür demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "...Kâfirler zâlimlerin ta kendileri¬dir." Hiç kimse, kâfirin küfrü sebebiyle kendi nefsine zulmettiği hususunda kuşkuya kapılamaz. Fakat her zâlim kâfir midir? Kesinlikle hayır. Çünkü Kur'an'da Hz. Yûnus şöyle duâ ediyor; "Senden baş¬ka ilâh yoktur. Seni tesbih ederim. Çünkü ben zâlim¬lerden oldum."
Küfür ile fıskı birbirine karıştırma konusuna ge¬lince gençler buna şu âyeti delil getiriyorlar; “Biz sa¬na apaçık âyetler indirmişiz. Onları sadece fâsıklar inkâr ederler." Füsûk (fâsıklık) kelimesi küçük günahlar ve küfür için de kullanılmıştır. Bunun için her kâfir aynı zaman¬da fâsıktır; fakat her fâsık kâfir değildir. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor: "...Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir..." Hiç kötü lakaplarla çağırmak küfrü ge¬rektiren şeylerden olur mu? Bunu kim söyleyebilir?
Fısk ve zulüm kelimeleri hatta bazen "küfür" ke¬limesi, Kur'ân-ı Kerim'de kâfir için de müslüman için de kullanılıyor. Bundan dolayı tedbirli davran¬mak ve acele etmemek gerekir. Buradaki küfür sözü, sahibini dinden çıkarmayan küçük küfürdür. Zira büyük küfür, sahibini din¬den çıkarır. Her kâfir hem zâlim, hem de fâsıktır. Fa¬kat her zâlim veya fâsık, kâfir değildir.
"El-Kevâşiful-Celiyye an Meâniyi'l-Vâsıtıyye" ad¬lı kitapta şöyle denilmektedir: "Fısk kelimesi, sözlük anlamı bakımından istikametten çıkmak ve sapmak anlamına gelir. Bu sebepten dolayı sapmış kişiye fâsık denildi. Şeriat bakımından fâsık, büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişi anlamı¬na gelir. Fâsıklık iki kısımdır. Biri itikadî, diğeri amelîdir. Zina, adam öldürmek ve livata gibi... İslâm milletine bir lütuf olarak uzun süre müslümanlar küfrü gerektirecek masiyetleri işlemediler. Ehl-i sünnet ve'1-Cemaat "büyük günah" işleyenin kâfir ol¬madığını ve İslâm dininden çıkmadığı görüşü üzerin¬de ittifak etmişlerdir. İslâm'dan ve imandan çıkma¬yacağı, küfre girmeyeceği üzerinde de ittifak sağlamışlardır."
Şeyhül İslâm İbn Teymiyye, müslümanların fâsıklarından bahsederken şöyle diyor: "Ehl-i sünnet ve'1-Cemaat, müslümanların fâsıklarının, imanın kökünün ve bir kısmının kendileriyle beraber oldu¬ğuna, imanın tümünün bulunmadığına inanırlar. Bu iman sayesinde onlar cennete girmeyi hakederler. Yine Ehl-i Sünnet, fâsık müslümanların cehennem¬de ebedî kalmayacakları, bilakis kalbinde buğday tanesi veya hardal tanesi kadar iman bulunan kişi¬nin cehennemden çıkacağı kanaatindedirler."
Diğer birçok âlim-yazar gibi Samarraî'de câhiliye, itikadî şirk, amelî şirk... gibi kavramların tekfir¬de aşırı gidenlerce nasıl yanlış ve yüzeysel değerlen¬dirildiğini ortaya koymuştur. Câhiliye hakkında şöy¬le der: "Câhiliyet hakkında vârid olan hadislere geç¬meden önce şunu söylemek istiyorum: 'Gerçekten câhiliyet Allah'ın şeriatının tatbiki ile ilgili bir durum, bir nitelik olunca bazen küfür ifade eder... Yönetici¬lerden kim, beşerî kanunu Allah'ın düzeninden üs¬tün tutarak onu reddederse bundan ötürü kâfir olur. Çünkü o, Allah'ın indirdiğinde, başkası ile hükmedi¬yor ve Allah'ın kanununa dil uzatıyor. Câhiliyet, câhiliyet açılıp saçılması, câhiliyet taassubu gibi adet ve geleneklerle ilgili bir durum olduğu vakit bu, Al¬lah'ın şeriatına tercih edilmedikçe bazen masiyet (günah) veya fısk ifade eder."
Tekfirde aşırı giden grubun gençleriyle çok sık karşılaştığını ifade eden Samarraî kitabının bir ye¬rinde şunları anlatıyor: "Gençlere; ümmeti tümüyle dininden çıkarıp kü¬für girdabına atan bu önemli konuyu sorduğumuzda, müslümanların küfre girdiklerini söylediler. Müslümanlar şehâdet kelimesini dilleriyle söyleyip, anlamını bilmiyorlar ve içeriğiyle amel etmiyorlar" diyorlar. Gençlerden biri: Şeker kutusu tuz ile doldurulsa ve üzerine şeker yazılsa, bu işlem onun tuz olma ger¬çeğini değiştirir mi? Bir adama ilaç yazılsa; fakat adam almasa hatta yalan olduğunu iddia etse bu gerçeği değiştirebilir mi?
Ey ateşli gençler bize daha fazla bilgi veriniz, de¬diğimizde, onlar dediler ki, Peygamber zamanındaki bir müslüman, câhili toplumdan İslâmi topluma ge¬çen bir adamdı. Ama şehâdet kelimesini diliyle söy¬leyip, hicret etmeden yerinde kalan kişi müslüman değildir. Yukarıda söylenenlere göre topluluklar bu haliy¬le İslâm'a göre hareket etmiyor. O toplumun amelle¬ri, tutumları, iktisadi metodları ve siyaseti tümüyle İslâm dışı olunca; o toplum da câhilî toplum demek¬tir. O toplumun tüm fertleri; bizce delil ve burhan ile aksi sâbit olmadıkça küfre girmişlerdir.
Kahire'nin "Medinetü'lmühendisin" semtinde sohbet ettiğim gençlere dediğimi burada zikrediyo¬rum. Gençlere dedim ki: "Sizler Hz. Muhammed (s.a.s.)'in getirdiği Allah'ın şeriatına mı uyuyorsunuz, yoksa Yunanlı kâfir Aristo'nun mantığına mı?" Bu sözün üzerine gençler, tedirgin oldular ve: "Allah'a sığınırız, bu ne biçim söz?" dediler. O vakit ben de: "Öyleyse bana cevap veriniz... Ya¬nımıza bir Yahudi, bir Hristiyan veya bir müşrik genç girse ve: Aklım İslâm'a ve onun getirdiklerine yattı, ben müslüman olmak istiyorum, ne yapayım dese, ne cevap veririz?"
Gençlerden bazısı, ona şehâdet kelimesini söyle¬mesini telkin ederiz, dedi. Ben de: Bunu söylese ve şehâdet getirse, o sırada gence bir kalb nöbeti gelse ve oturduğu yerde ölse, hükmü nedir? diye sordum. Dediler ki: O müslümandır. Ben de onlara: Fakat siz tuzu keşfetmemiştiniz, onun tuz mu yoksa şeker mi olduğunu öğrenmemiştiniz? dedim. Bu sefer genç¬ler: Şehâdet getirmekle İslâm'a girdi:" dediler. Ben de: Bu iyi. Fakat siz onu denemediniz. Bakalım ki o şehâdetin manasını anlıyor mu, anlamıyor mu? O, İslâm'a ait hiç bir hükmü yerine getirmedi... dedim.
Gençler: Biz ona mühlet verir, toplumun fertleri gibi olacak mı, onların hükmünü alacak mı diye ba¬karız. Veya ayrıcalık gösterir ve gerçekten müslüman olur, dediler. Ben, bu kadarı bana yeter dedim. Zira o genç müslüman olmuş ve şehâdet getirmekle müslümanlığını ilan etmiş oldu. Bundan başkası olamaz. Rasûlullah (s.a.s.) döneminden günümüze kadar müslümanların bildikleri de bu zaten. Bundan fazlası ka¬bul değil. Şehâdet getiren bu adamdan küfrünü ifade eden birşey zuhur ederse, biz bu noktada, onun küf¬rüne ve dinden dönmesine hükmederiz, dedim.
Nihâyet üzerinde şeker yazan kutuyu gören kişi, kutunun içinde tuz olduğu kanaati kesinleşinceye kadar, onun şeker olduğuna inanacak. Aynı şekilde şehâdet getirip, müslüman olduğunu ilan eden kişi, İslâm'dan ayrıldığı kesinleşinceye kadar müslüman¬dır, aksi değil. Yani İslâm sâbit olduğu sürece küfür asıl olamaz. Çünkü asıl bulunduğu hal üzere kalır. Müslüman, dinden döndüğü sâbit oluncaya kadar müslümanlık üzerine kalır. Fukaha bundan daha da ötede bir görüşe sahip. Onlar diyorlar ki; Halk bir müslümanın küfrünü gerektiren bir durumuna şahit olsa, fakat adam bunu inkâr etse, adamın sözü ge¬çerlidir, onların sözü değil. Fukahadan bazısı, "Kur'an'ın eksik olduğunu" söylemekle itham edilen kişi gibi, O da hakkında yapılan ithamlarla bir ilişki¬si bulunmadığını söylemesini şart koşarlar. Yani bu ithamı yalanlaması gerekir, derler. Bu konuda bu kadarı yeter..."
Küfür ülkesinde yaşayan müslümanların tâğûtî hükümlerle muhâtap olmaları durumunda onların itikadına nasıl bir zarar gelebilir? Eserinin bir bölü¬münde de bu sorunun cevabını ortaya koyan A. Samarraî konuyla ilgili olarak İmam Teymiyye'den gö¬rüşler aktarıyor. Buna göre Firavun'un karısı, Yusuf (a.s.), Necaşî gibi fert ya da az bir grupla müslüman olan kişiler küfür ülkesinde yaşayıp bazen de küfür hükümlerine muhâtap olmuşlardır. Ve bu durum da onların itikadına zarar vermemiştir. Hatta buna ek bir örnek olarak -yine İbn Teymiyye'den aktarma yapılarak- Tatarlar arasında müslümanların hâkim¬lik veya imamlık görevinde bulunduğu da kaydedil¬mektedir. Samarraî bu son örneği de İbn Teymiyye'nin Mecmu'ul-Fetevâ’sından aldığını kaydediyor.
Tekfirde aşı¬rı gidenler, bazı büyük günah sahiplerini tekfir et¬mektedirler. İtikadî şirk ile amelî şirki ayırmamak¬tadırlar. Bu da Hâricîlerde bulunan bir özelliktir.

Büyük ve Küçük Şirk; Açık Şirk ve Gizli Şirk
Şirki İslâm âlimleri şu şekilde de ayırmışlardır. a- Büyük Şirk: Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki bu, en büyük inkâr ve küfürdür. b-Küçük Şirk: Bazı amelleri yaparken Allah’ın dışında başkalarının da rızâsını hesaba katmaktır. Böyle bir tavır riyâ ve amelî münâfıklıktır. Şirkle ilgili yukarıdaki tasniflerin yanında, şirk; açık şirk ve gizli şirk olmak üzere de ikiye ayrılmıştır.
Açık şirk: Allah’ın zatında, sıfatlarında ve isimlerinde ortak tanımaktır. Bu şirkin tesbiti kolaydır. Fakat gizli şirk öyle değildir.
Gizli şirk: Allah’ın tasarruflarına (isteklerine) kafa tutmak ve Allah’tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemektir. Bu şirkin farkına varmak zordur, kişi çoğu zaman bu şirke düştüğünün farkına bile varmayabilir. Maalesef, günümüzde dinini tam olarak bilmeyen bazı müslümanlar gizli şirke bulaşmaktadırlar. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bu hususta müslümanları uyarmaktadır. Riyâ, gizli şirklerin başında gelir. Meselâ, bir insan Allah'a ibâdet ederken insanların gözüne girmeyi, onların yardımlarından faydalanmayı amaç edinirse, şirk koşmuş olur. Buna gizli şirk denir. Çağımızda bir hastalık derecesine varan, aşırı mal-mülk sevgisi, aşırı para ve servet hırsı, aşırı şöhret sevdası gibi kötü duygular da gizli şirk sayılmışlardır. Bunlar için delicesine çalışılırsa, bu çok tehlikelidir. Farkına varmadan insanı şirke götürebilir. Çünkü İslâm’da ibâdet, sadece Allah’ın rızâsı için yapılır; hayatın amacı sadece Allah olmalıdır.
“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler” Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman: ‘Dünyada kendilerine riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin” buyurdu.
Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Yâ Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.” Âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a duâ etmiştir.
Allah’a kulluğun gereği, itikadı ve imanı sağlamlaştırmaktır. Kimin itikadında/inancında hafif de olsa sapma olur ve imanı bozulursa, onun ibâdetleri ve amelleri Allah katında kabul olmaz. İtikadı düzgün, imanı sahih ve sağlam insanın ise, az ibâdeti (meselâ farzlarla yetinmesi) bile Allah katında çok ibâdet yerine geçer. Düşüncelerimiz, okuduklarımız, yaşadıklarımız ve eylemlerimizin amacı itikadımızı sağlamlaştırmak olmalı, duâlarımızda da Allah’tan bunu istemeliyiz.
Küçük Şirk
Kebâirden, (büyük günahlardan) daha büyük, ebedî cehennemlik yapan şirkten daha küçük olan şirk unsurları, küçük şirk diye adlandırılır. Günümüzde de her yerde görülebilen küçük şirke bazı örnekler verelim:
1- Riyâ (Allah rızâsı için yapılması gereken bir ibâdeti Allah'tan başkası için yapmak anlamında).
2- Allah'tan başkası adına yemin etmek (Allah'ın dışında yemin edilecek kutsal bir varlık kabulü anlamında).
3- Mavi boncuk, nazar boncuğu takmak (zarardan uzaklaştırmak için mâanevî sığınak olarak Allah'ın dışında bir şey kabulü anlamında).
4- Sihir/büyü ve üfürükçülük, kâhinlik, medyumluk, arraflık: “...Süleyman kâfir olmadı (büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri öğretiyorlardı...”
5- Gelecekten haber vermek ve bu haberlere inanmak veya mutlak gaybı bildiğini iddia etmek (Yıldızlardan ve burçlardan yola çıkarak, her çeşit fal bakarak, cinlerden öğrendiğini iddia ederek gelecekle ilgili bilgiler vermek ve bu yalanlara inanmak; kendisinin veya başkasının geleceği, mutlak gaybı bildiğini iddia etmek anlamında).
6- Allah'tan başkası adına adak adamak veya kurban kesmek, muskacılık, cincilik yapmak
7- Uğursuzluk görüşü.

İslâm ile Çelişen Tutumlar
Muhakkak ki insan şehâdeteyni ikrar et¬mekle İslâm'a girdikten sonra, müslüman olmasının gereği olarak, İslâm'ın bütün hükümlerine bağlanmış olur. Bağlılık ise, Kitab ve Sünnet'le sâbit olan, sarih ve mükemmel hü¬kümlerin, âdil ve kudsî olduğuna inanmak, teslim olmak ve gerekleriyle amel etmek demektir. Bu hükümlere karşı herhangi bir müslüman için, reddet¬me veya kabul etme, alma veya terk etme şeklinde hiçbir mu¬hayyerlik hakkı yoktur. Aksine onlara, râzı olmuş bir müslü¬man olarak boyun eğmesi, helâlini helâl ve haramını haram bilmesi, vâcip olanların vücûbuna, mubah olanların da mübahlığına itikad etmesi gerekir.
Burada bilmemiz gereken önemli hususlardan biri de şu¬dur: Şüphesiz İslâm'ın hükümlerinden kat'i olarak sâbit olup yakînî ahkâmdan olan teşriattan vâcipler, haramlar, cezalar (ukubat) ve diğer birçok konu ile ilgili hükümler vardır ki, bunların Allah'ın (c.c.) dininden ve şeriatından olduğu hak¬kında hiçbir şek ve şüphe ihtimali söz konusu değildir. İslâm âlimleri bunlara “zarûrât-ı diniye”, yani “dinden zarûri olduğu bilinenler” ismini takmışlardır...
Bu hükümlerin alâmeti, havas ve avamın hepsinin de on¬ları bilmesi ve isbat etmek için araştırma ve istidlâle ihtiyaç duymamasıdır. Bu hükümler İslâm'ın rükünlerinden olan namazın, zekâtın ve diğer rükünlerin farziyyeti, kebairden olan katil, zina, faiz yemek, içki içmek ve diğer büyük günah¬lar ve evlilik, talak, miras, hudud, kısas ve bunlara benzer ko¬nularla ilgili hükümlerdir.
İşte kim bu saydığımız "dinden zarûri olarak bilinen" hü¬kümlerden birisini inkâr ederse veya istihfaf ederse ve alaya alırsa, hiç şüphesiz açık bir küfür ile kâfir olur ve onun İslâm'dan çıkan bir mürted olduğuna hükmedilir. Onun kâfir olması şundandır: Bu hükümler sarih olan âyetlerle sâbit ol¬muş, onlar hakkındaki sahih hadisler tevâtür derecesine er¬miş ve ümmetin nesilleri peyderpey bu hükümler üzerinde icma etmiştir. Bu sebeple kim bunları tekzib ederse, şüphesiz Kur'an ve Sünnet nasslarını tekzib etmiş olur. Bu ise küfür¬dür.
Ama yoruma dayalı hususları veya bizim için geçersiz de olsa te’vil edilebilecek bir hususu te’vil ederek farklı yorum sahiplerini tekfir etme hakkımız yoktur.
İnsan, şehâdet kelimesini getire¬rek İslâm’a girdikten sonra, müslümanlığının gereği olarak İslâmın hükümlerine boyun eğmek mecburi¬yetindedir. Bu boyun eğiş, İslâm’ın âdil ve kutsal bir din olduğuna, ona karşı boyun büküp teslim olmanın gerektiğine, şartlarına göre amel etmenin zorunlu oluşuna iman etmeyi icab ettirir. Yani bir insan müslüman olduktan sonra, kitap ve sünnetin sarih naslarına göre hareket etmekle yükümlü olur.
Bu hükümleri kabul edip etmeme, benimseyip benimsememe hürriyetine sahip değildir. O rıza gös¬teren her müslümanın yaptığı gibi İslâm’ın hükümle¬rine boyun eğer, helâli helâl bilir haramı haram. Kendisine gerekli olan hükümlerin vâcip, bazı hü¬kümlerin de müstehap kılındığına inanarak dinini yaşar.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Allah ve Rasûlü bir şeye hükmettiği zaman, ina¬nan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seç¬mek yaraşmaz."
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve peygambere çağrıldıkları vakit; 'işittik, itaat ettik' demek, ancak mü'minlerin sözüdür."
"Hayır; Rabb'ine and olsun ki, aralarında çekiş¬tikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan ta¬mamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar."
Önemli olan şunu bilmektir; İslâm'ın; farzlar, ha¬ramlar ve cezalarla ilgili hükümleriyle bunların dı¬şında kalan şeriat hükümleri, kati ve kesin şekliyle belirlenmiş hükümlerdir. Bu hükümlerde herhangi bir şüphe duyulması söz konusu değildir. Hepsi Al¬lah'ın dininden ve koyduğu şeriatinin çerçevesindedirler. İslâm âlimleri bu hükümleri fıkıh diliyle şu şekilde izah etmişlerdir: “Zârûrât-ı diniye” yani “İslâm'da bilinmesi zarûri olan şeyler.”
İslâm’ın hükümlerini, avam da, havas da böyle bi¬liyor. Varlıklarını ispatlamak için deliller getirmeye veya tartışmalar düzenlemeye gerek yok. Bu konu¬da; namaz ve zekât gibi İslâm'ın şartlarından olan farz ibâdetleri, adam öldürmek, zina etmek, faiz ye¬mek ve şarap içmek gibi büyük günahları, son olarak da evlilik, boşanma, miras, hadler ve kısas vb. kati hükümleri misal olarak verebiliriz.
Zarûrât-ı diniyyeden olan hükümleri inkâr eden¬ler ya da onları hafife alıp alay edenler kesinlikle kâfir olurlar. Onlara mürted damgası vurulur. Bu hü¬kümler açık âyetlerle ve sarih hadislerle tesbit edil¬miş ve bildirilmiş hükümlerdir. Çeşitli asırlarda ya¬şayan İslâm ulemâsı bu hükümler üzerinde icma et¬mişlerdir. Kim bunlardan birini yalanlarsa Kur'an ve Sünnet'i yalanlamış demektir. Bu da küfürdür.
Bunlardan ancak İslâm’la yeni tanışıp da İslâm’ın hükümlerinin neler olduğunu bilmeyen, İslâm’ın kaynaklarından uzakta bir yerde yaşamış olanlar, is¬tisna tutulabilirler. Onlar zarûrât-ı diniyyeden birini inkâr ettiklerinde durumları kendileri için bir maze¬ret teşkil edebilir. Ama bu, Allah'ın dinini öğreninceye kadar geçerlidir, öğrendikten sonra da diğer müslümanlar için geçerli olan hükümler bu tür kimseler için de geçerli olur.

Ümmetin Tâat Hususunda Farklı Mertebelerde Olması
Şüphesiz insanların, Allah Teâlâ'nın emrini yerine getirmede ve nehyinden uzaklaşmadaki mertebeleri ayrı ayrı¬dır. Bu sebeple de onların imanları ve Allah Teâlâ’ya olan yakınlıkları da farklı derecelerdedir. Burada ümmetin selefi imanın artıp eksildiğini takrir etmiştir. Kitap ve Sünnet de buna delâlet etmektedir. Bundan dolayı bütün insanları, kendisinden yaratılmış oldukları ve kendilerini yeryüzüne şiddetle bağlı kılan çamursal unsuru unutarak, günahsız ve hatasız melekler şeklinde tasavvur etmek açık bir yanlıştır.
İşte bu, insanların Allah'a itaat ve iman etme hususunda¬ki farklılığı hakikati Kur’ân-ı Kerim'in takrir ettiği ve Rasûlullah (s.a.s.)'in sünnetinin te'kid ettiği bir hakikattir.

İnanarak Lâ İlâhe İllâllah Diyen Müslümanlığa Girmiştir
İslâm; Allah'ın tevhididir, “Lâ ilâhe illâllah”tır. Allah kulunu bununla mükellef kılmıştır; "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım." Allah kuluna peygamberler gönde¬rerek bu hakikati onlara söylemektedir. "Senden önce hiçbir peygamber göndermiş değiliz ki ancak O'na benden başka ilâh yoktur ve bana ibâdet edin diye vahyetmiş olmayalım." “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi İslâm'ın tümünü içer¬mektedir. Bu kelime ile İslâm’a girildiği gibi bu keli¬menin aksi ise İslâm’dan çıkarır. “Lâ ilâhe”, yani "hiç¬bir ilâh yoktur" demekle tüm küfürden sıyrılıyor da¬ha sonra “illâllah” kelimesiyle, dine girilip usûl ve teferruatı ispat edilmiş olunuyor.
Tevhid kelimesi, İslâm'ın kemaline tam uymanın tek şartıdır. Yani tevhidin tek rüknüdür. Tevhid keli¬mesinin dışında kalan rükünler ise amelî esaslar olup o amelin zaman ve mekânıyla kayıtlı kı¬lınmıştır. Meselâ namaz ibâdeti, vakti gelince farz¬dır. Hacc ibâdeti, vakti gelince farzdır. Hacc ibâdeti ise belirli bir zamanda ve belirli bir mekânda farz kı¬lınmıştır. Farz olan Ramazan Orucu ise, gücü yeten için ve Ramazan ayın¬da tutulması şarttır. Şayet bu ke-limenin mefhumu/anlamı, İslâm ile aynı ise bu kelimeyi söyleyen zarûri olarak müslümandır. Bu insan İslâm’ın en ednâ/alt sınırında olsa bile yine zâhiri yönüyle müslümandır.
Bu konuda İbn Teymiyye şöyle söylemekte¬dir: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) dininde ve ümmetin üzerin¬de ittifak ettiği bilinen bir şey vardır ki, o da: İslâm’ın ilk aslı ve insanların ilk emrolundukları şey: Al¬lah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmek ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) O'nun peygamberi olduğuna şehâdettir. İşte bu kelimeyle kâfir, müslüman olur. Düşman dost olur. Kanı ve malı mubah olanın malı ve kanı haram olur. Bu kimse bu şehâdeti diliyle söylediği gibi bunu kalbiyle tasdik ederse, bu kimse imana gir¬miş olur. Şayet bunu diliyle söyleyip kalbiyle iman etmi¬yorsa bu kimse zâhirî yönden müslüman olup, bâtın¬da ise imandan yoksundur.
İbn Teymiyye'nin sözünden şu anlaşılmaktadır. Madem ki tevhîd kelimesi İslâm’ı içine almaktadır; o zaman tevhid kelimesini telaffuz eden kişiye İslâm ile hüküm etmemiz vâciptir. Nasıl ki küfür kelimesi¬ni söyleyen bir insana "kâfir" dememiz vâcip olduğu gibi. Yani ilk şahsı doğruladık (tevhid kelimesini söy¬lediğinden) ve İslâm’la ona hüküm verdik. İkinci şah¬sı da doğruladık (küfür söyleyen) ve ona da "kâfir" hükmünü verdik. İki sınıf arasında bir sınıf olmaz, aynısının aynısıyla hüküm verdik.
Açıklama Mezhebi
İltibası (karışıklığı) iki kısma ayırmamız gerekiyor; çünkü hükmü genelleştiren bir kavmin (fırkanın) hatasını beyan et¬mek zorundayız. Bu kısımlandırma ise "tebeyyün" (açık-lama) dediğimiz şeyin makbul şer’î olan ile makbul ve şer’î olmayan açıklamayı bildirmektedir. Açıklanması meşrû olmayan şeyleri müslümanlığı iddia edenden açıklamasını istemek, söz söyleyenden doğruluğunu açıklamasını beklemek, mechûlu’l-hal (hali bilinmeyen) bir insandan ilmî açıklamalar bekle¬mek, kötülükleri aramakta açıklama beklemek, iste¬mek... Böyle yapmak büyük bir hatadır ve yeryüzün¬de fesattır.
Şer’î (yani şeriat kanunlarına uygun) ve makbul olan açıklama ise; küfre benzeyen birisinden açıkla¬ma istemek, aynı zamanda yalancı ve câhilden açık¬lama istemek, bu kimselerden açıklama (beyan) ta¬lep etmek makbul olup (yani kabul edilmiş olup) mutlak mânâda da meşrû değildir. Bilakis birtakım şartları vardır. Aynı zamanda bu özelliğe sahip olan¬lardan açıklama istemek Veliyyü'l-emrin işidir, her¬kese meşrû değildir.
Ayakların kaymasından ve fâsit anlayışlardan Allah'a sığınırız.

Sakınılması Gereken Şeyler
1- Eşya ve şahıslar için fıtratta karar kılmış esas¬lara muhâlefet etmekten sakınmak, örneğin, sözde (konuşmada) asıl olan şey sözün doğru ve hak olma¬sıdır. Ta ki o sözün yalanlığı ve bâtıl olduğu ortaya çıkıncaya kadar. Aynı zamanda kişide (şahıslarda) asıl olan şey, kişinin emin ve kötülüklerden uzak ol¬masıdır. Ancak o kişide kötülük ve hıyânet sâbit (ke¬sin) olursa durum değişir.Ve bu gerçeğe dayanarak müslümanlığı iddia eden birisinde asıl olan bu iddiasını ve çağrısını İslâm’a muhâlif bir şey ispat edilinceye kadar kabul etmektir. Yahut iddia ettiği gibi İslâm'ın bâtıl olduğu zâhir olana kadar İslâm’ını ispat et¬mek gerekir.
2- Bundan dolayıdır ki Allah'ın bütün Rasûlleri -ki Kur’ân’ı Kerim buna delildir- insanlardan tevhid keli¬mesini getirmelerini mükellef kılmışlardır. Hiçbir peygamber, beyanı (açıklamayı) ne İslâm’ın bir rüknü, ne tarzı ne de şartı kılmıştır.
3- Allahu Teâlâ, son peygamberinden, Bedevî Arapların müslümanlığını kabul etmesini istemiş¬tir. Oysa ki o bedevilerin yalancı ve câhil olmaları da söz konusu idi.
4- Yine bu gerçeklerden birisi de, Allah'ın Rasûlü'nün Medine’li münâfıkların tevhid kelimesini ka¬bul etmiş olması ve onların ashâbından saymasıdır.
Durum bundan ibaret iken, kim dilini yahut elini fıtrat kalbine uzatabilir? Bilakis kim Allah'ın emirle¬riyle şarta girer ve kim Allah Rasûlünün hükümleştirdiği bir şeyde onunla iddiaya girer? "Ey iman edenler, Allah'ın Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin, Allah'tan korkun."
Gelin beraber Allah'ın kitabıyla hüküm verelim (görüş kaynağımız O olsun). Şayet bir şey (bir doğru) üzerinde olduğunuzu söylüyorsanız delillerinizi geti¬rin. Ama taşıdığınız deliller de sizin lehinize değil aleyhinizedir. Maksadı ve muradı sadece hayır dile¬mek olan kişileri de dinleyin.
Bu özelliklere sahip olan fırkanın delillendirmeye çalıştıkları başka bir mesele ise şudur: Câhilî bir toplumda iş yapmak. Bu konuda delil getirerek ge¬rekli açıklamalara giderek câhilî toplumda çalışan birisinin İslâm’dan çıktığına hüküm veriyorlar.
Onlara bu konuda şöyle cevap verebiliriz; mesele, işvereninin duru¬mundan ibaret değildir (yani mesele kimin işveren olduğu değildir). Asıl mesele, işin, çalışma¬nın ne tür bir iş olduğudur. Çalışılan iş haram ise o haramlık daima vardır. Şayet haram değilse o za¬man ne o iş, ne de o işte çalışma haram değildir. Kü¬für de böyledir. Bunların iddiaları akıl ve nakilden uzaktır.
Soru sormakla açıklamayı isteyen bu fırkanın ba¬zen de fâsit (yanlış) delillerle ve bâtıl delillerle açık¬lamasını gerekli olduğunu söylediklerini görüyoruz, örneğin Hz. Ömer'in, bir kişinin ölümü olayında Huzeyfe'yi takip etmesi şayet Huzeyfe cenaze namazına iştirak ederse onun da iştirak etmesi, iştirak etmi¬yorsa onun da etmemesi konusu. Çünkü Huzeyfe va¬hiy kâtibi olup münâfıkların adını biliyordu. Bu olay ve konuyla ilgili olarak onlara şöyle cevap veriyoruz: Şayet, açıklama (tebeyyün) dinden olmuş olsaydı bu yalnızca Huzeyfe'ye has kılınmazdı. Ve Huzeyfe'nin bunu Ömer ve Ömer'den daha düşük tabakadakilerden saklaması câiz olmazdı. Ömer'in bu fiilinde onlara herhangi bir delil yoktur. Çünkü Ömer'den daha hayırlı olan Hz. Peygamber onların cenaze namazını kı¬lıyordu ve mü’minlere "arkadaşımızın üzerine namaz kılın" diyordu.
Yukarıda anlatılanlardan şu sonuçlara varabiliriz.
1- Tevhîd kelimesi ile hem dine girilir ve hem de dinden çıkılır. Tevhid kelimesinin menfi yönündeki hareketleri, insanı dinden çıkarır.
2- Tevhîd kelimesi kulun kendine ve çevresine ikrârıdır (ya¬ni kimliğinin göstergesidir) ve aynı zamanda tevhîd kelimesi kulun Rabbine olan imanının, teslimiyeti¬nin ve Rabbiyle olan ilişkisinin bildirgesidir.
3- Olumluluk üzerine yapılan ikrar ispatı ge¬rektirir. Ama olumsuzluk üzerine yapılan şehâdet ise açıklamayı gerektirir (yani tevhîd kelimesini söy¬leyen birisinden tevhidini kabul, reddeden birisin¬den ise ne için redd ettiğini açıklaması istenebilir).
4- Şer’î hükümlerin delâlet ettiği mânâ ve ihtivâ ettiği mânâları muhâfaza etmek gerekir.
5- Zarûri olarak bilinmiş olan şeylerden korun¬mak. Örneğin; müslüman birisinin müslümanlığında dur¬mak ve kâfir birisinin de küfründe durmak gibi.
6- Zâtın beraati ve zâhirin kabul edilmesinde ke¬sinlikle belli olan usûlleri yok etmekten kaçınmak.
7- Söylenilen söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çı¬kıncaya kadar hak ve doğrudur. Zan ise hakikati ve doğruluğu çıkmayana kadar yalandır.
8- Allah’ın dininde cürüm işlemek ve ilimsiz olarak delillere saldırmaktan sakınmak gerekir. Zira böyle yapmak dinin gitmesine delillerin yok olması¬na sebep olmaktadır.
9- Şiddetten ve şiddetli olmaktan kaçınmak, yü¬kümlülükten sıyrılmak gerekir. Buna karşılık ise hikmetle kuşanmak, dâvâda güzel sabırlı olarak davranmak, Hakka tâbi olunsun diye hakkı açıkla¬mak ve bâtıldan uzaklaşmak için de bâtılı açıklamak gerekir."
Müslüman zümreden birçoğunun iman ve küfür konularından bahsedilirken "İtikadî küfür, amelî küfür" gibi ayırımları duyduklarında bu ayırımları kabul etmediklerini görebiliyoruz. Oysa bu bir ger¬çektir Yani her şirk ve her küfür, sahibini kâfir yap¬mayabilir. Şimdi İbn Kayyım El-Cezvî'den yaptığı¬mız alıntıyı dikkatle takip edelim:

Kâfir Zannedilene Kâfir Demeyeni Kâfir Kabul Etmemek; İki Müslüman, Üçüncü Bir Kişinin Şüpheli Durumundan Dolayı Biribirlerini Tekfir Etmemelidir
Günümüzde şöyle bir durumla karşılaşılıyorsu¬nuz: Bir insan, toplumda başka bir insanı tekfir ediyor ve onu kâfir-müşrik ilan ediyor. Bunu yapar¬ken de te’vile-yoruma başvuruyor. Siz de o kişinin müslüman olduğuna inanıyorsunuz. Yani karşınız¬daki kişi, üçüncü bir kişiyi kendi yorumuyla kâfir sayarken siz de kendi yorumunuzla o üçüncü kişiyi kâfir saymıyorsunuz. Bu defa karşınızdaki kişi sizi de kâfir sayıyor. Sebebi de -ona göre- "kâfire, kâfir" dememeniz, işte böyle zincirleme bir metotla bir ki¬şiden hareketle bazen yüzlerce ve binlerce kişi kâfir sayılabilmekte bugün. Şimdi konuyu İslâm tari¬hinden bazı olaylarla, te’vile-yoruma başvurmadan nakledelim: Müctehid imamlarımızdan İbn Teymiyye'nin de bu mevzuları anlatırken zikrettiği olaydır ki, ashabdan Hatıb Bin Ebi Belta, Mekke fethedileceği sırada, Mekke'deki müşrik akrabalarını korumak amacıyla onlara haber gön¬dermek ister. Bu niyetini de gerçekleştirir. Ne var ki Hatıb Bin Ebi Belta'nın müslümanlar aleyhine Mekke'ye gönderdiği casus kadın yakalanır ve pey¬gamber’in huzuruna getirilir. O sırada Hz. Ömer oradadır. Hz. Ömer, Hatib'e çok kızar ve onun münâfık olduğuna inandığını söyler. Hz. Peygamber ise Hatıb'ı savunur ve onu koruyarak: "Hayır, o münâfık değildir. O, Bedir ehlindendir." der. Bu olaydan anlıyoruz ki iki Müslüman, üçüncü bir kişinin tekfir edilmesi konusunda farklı görüşlere varabilirler. Bu da insanların algılayış ve tefakkuh durumuna bağlı olup normaldir. İbn Teymiyye bu olaydan dersler çıkararak iki müslümanın, üçüncü bir kişinin şüpheli durumundan dolayı biribirlerini tekfir etmeyebileceğini beyan ediyor.
Evet bu tespiti yapan İbn Teymiyye gibi sert üslûplu biri. Di¬ğer ulemâda zaten daha esnek üslûplar mevcuttur.

Tekfirde Aşırılığın Getirdiği Çelişkiler
İslâm tarihi eserlerinde, hemen her tarih eserinde mevcut olduğu ve gerçek olduğu bilinen bir du¬rum da ashâb-ı kiram arasındaki savaşlardır. Dilimi¬zin konuşmaktan, kalemlerimizin yazmaktan çekin¬diği bu olaylar "takdir-i İlâhî" ile meydana gelmiş ve tüm müslümanları üzmüş ve zor durumda bırakmış¬tır. Hz. Ali, Hz. Aişe'yle karşı karşıya gelmiştir. Hz. Ali, Muaviye'yle karşı karşıya gelmiştir. Hani, Hz. Peygamber "biribirine kılıç çeken müslüman değil¬dir" buyurmamış mıydı? Ama gel gör ki müslümanlar hem de sahâbiler biribirine kılıç çekmiştir. Fakat bu kılıç çekmeye rağmen hangi âlim, hangi fakih, hangi yazar, bu biribirine kılıç çeken ashâbı tek¬fir etmiştir? Bu tekfiri ancak Hâricîler yapmışlardır. Onlar da "hakem" meselesini çıkış noktası yapmış¬lardır. Bu meseleyi: "Efendim onlar ashabdı. Onların savaşını yorumlamayalım" diye mi geçiştireceğiz?
Yine, Hüseyin Yunus diyor ki: “Tekfirde aşırı giden kesimlerin gündeme -sürekli- getirdikleri bir başka konu da kendileri dışındaki müslümanları aynı zamanda korkaklıkla itham etmeleridir. Onlara göre "toplumu tekfir etmek bir cesaret işidir. Aileleri kâfir saymak zor iştir. Bundan dolayı, kendini tevhide nispet eden¬ler topluma ve ailelerine '"kâfir" diyemiyorlar!" Yine, onlar çok iyi biliyorlar ki bugün tâğut mahkâmelerinde yargılanan, işkence gören şehid olan tevhidi müslümanların sayısı oldukça fazladır, Tek¬firde aşırı gidenlerin -ise- seslerine sadece tekfir ola¬yında şahid olmaktayız. Şu zaman sürecinde sayıca birden kalabalıklaşmaya doğru gitmeleri de onları ayrıca şımartmış ve metodlarmm bile değişmesine yol açmıştır. Kaldı ki sayısal çoğunluk hiç önemli değildir. Nuh (a.s.) yalnızdı, Lut yalnızdı, İbrahim yalnızdı. Ayrıca tekfir düşüncesinin son yıllarda Özellikle bazı bölgelerde sürekli yayılması biraz da ulusal ve uluslararası konjoktürle de ilgilidir. Meselâ bu hareketin -tekfir- hareketinin büyük provakasyonlara âlet olması hiç de akla muhâlif değildir. Neden mi? Çünkü düşünün bir kere. Sizin bir gru¬bunuz var. Teşkilatlı bir yapınız yok ama güçlü(!) bir fikir yapınız var. Bu fikirlerle kendiniz dışındaki her müslümanı kâfir sayıyorsunuz, ömrünüz müslümanların hatalarını araştırmakla geçiyor. Rakibi¬niz, düşmanınız ya bir tevhidi müslüman ya da tev¬hidi bir başka gruptur. Şimdi sizin bu düşünce ve hareket tarzınızdan Suudî-Amerikalar yararlanma¬ya çalışmaz mı? Yararlanmıyor mu?”

Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmenin Gerekliliği
Burada belirtilmesi gereken bir konu da küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslâmî bir görüntü oluş¬turanlardan el çekmeliyiz. Bu gibi kimseler İslâm ör¬füne göre 'münâfık'tırlar. Dilleriyle “iman ettik” derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları, söyledikleri¬ni tasdik etmez. Zâhirî görünüşlerine bakılarak on¬lara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Âhirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i sâfilîne yuvarlanırlar.
Aşağıdaki sınıflar, aldatma ve gizleme olmaksızın küfre nisbet edilmeleri gereken gruplardandır:
1. İslâm akîdesi, şeriatı ve değerlerine açıkça zıt olduğu halde komünizmin bir dünya görüşü ve hayat düzeni olduğuna, bütün dinlerin milletlerin afyonu olduğuna inanan, genel olarak tüm dinlere, özel olarak da kâmil bir inanç, ol¬gun bir hayat nizamı ve yeterli bir medeniyet olduğu için İslâm dînine daha fazla intikam ve düşmanlık hissi ile düşman¬lık yapan ve komünizm üzerine ısrar eden komünistler ve İslâm düşmanı beşerî düzenler, ideolojiler.
2. Açıkça Allah'ın şeriatını reddeden, dinin hiçbir şekilde devlete karışmaması gerektiğini haykıran, Allah'ın ve Rasûlunun hükümlerine davet edildiklerinde karşı çıkan, hatta bundan daha fazla olarak Allah'ın şeriatı ile hükmetme¬ye ve İslâm'a dönmeye davet edenlerle çok şiddetli bir savaş ile savaşan laik devlet adamları ve laik partilerin siyaset adamları apaçık kâfirdir. Kendilerinin laik ve demokrat olduğunu belirtenler, Atatürkçü zihniyetler ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyip başka yönetim tarzlarının daha üstün olduğunu kabul ederek beşerî ilke ve hükümlerle insanları yöneten tâğutlar tekfir edilmelidir.

Müslümanı Kâfirlik, Münâfıklık ve Benzeri Tâbirlerle İtham Edemeyiz
Dinin herhangi bir hükmünü reddetmeyen kimse kelime-i şehâdeti ikrar ettiği müddetçe, farzları yerine getirmese de, diğer bir kısım günahlara batmış olsa da hiç kimsenin onu, din nâmına tekfire hakkı yoktur.

Akaid âlimleri; "Bir kimse kalbiyle inanmasa bile, diliyle imanı ikrar ettikten sonra kendisine Müslüman muâmelesi yapılacağını" ittifakla söylerler.
Bu hususla ilgili olarak, Hz. Üsâme'nin hâdisesi meşhurdur. Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye sordu. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin ya! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" dedi ve bu sözü çokça tekrarladı. Hz. Peygamber: "Kelime-i tevhîdi getireni niye öldürdün ey Üsâme?" diye o kadar çok tekrar ediyor ki, Hz. Üsâme üzüntüsünün büyüklüğünden: "Keşke o güne kadar İslâmiyet'e girmemiş olsaydım da böyle bir cinâyeti işlemekten uzak kalsaydım" temennisinde bulunur. Ashâbdan Sâ'd’ın (r.a.): "Üsâme öldürmedikçe, ben bir Müslümanı öldürmem" sözü, bu hâdisenin hem Üsâme (r.a.), hem de diğer sahâbîler üzerindeki etkisini ve önemini gösterir.
Bu mânâyı te'yid eden daha enteresan bir rivâyet Mikdâd İbnu'l-Esved'den gelmektedir. Der ki: "Hz. Peygamber’e (s.a.s.): “Bir kâfirle karşılaşsam, onunla mukatele etsem, vuruşma sırasında kolumun birini kılıcıyla kesip atsa, arkadan da mağlûp düşse ve benden aman dileyerek ‘Müslüman oldum’ dese, ey Allah'ın Rasûlü ben onu öldürebir miyim?” dedim. "Hayır, öldürme" dedi. Ben tekrar: "İyi ama ey Allah'ın Rasûlü, o benim bir kolumu kestikten sonra bu ikrarda bulundu" dedim. Cevâben: "Hayır öldüremezsin, eğer öldürecek olursan o, sen onu öldürmezden önceki senin durumuna geçer, sen de, onun kelime-i şehâdeti söylemeden önceki durumuna geçersin (kâfir olursun)" cevabını verdi.
Kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdeti ikrâr etmenin, Müslüman vicdanda hâsıl etmesi gereken hürmetle ilgili bir başka misâle göre, böylelerine münâfık demek de kesinlikle yasaktır. Başta Buhârî olmak üzere siyer ve hadis kitaplarında geldiğine göre, bir sohbet sırasında (Müslümanlara çokça eziyet vermiş olan) Mâlik İbnu Duhayşin'in adı geçer. Ashâb'tan biri: "O, bir münâfıktır, Allah ve Rasûlünü sevmez" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) söze karışarak: "Böyle söyleme, görmüyor musun, lâ ilâhe illâllah dedi ve bununla da Allah'ın rızâsını taleb etmektedir" buyurur. Öbürü tekrar: "Fakat biz onu daha ziyâde münâfıklara dönük ve onlarla iyi ilişkiler içinde görüyoruz" derse de Hz. Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın rızâsını kazanmak arzusuyla lâ ilâhe illâllah diyeni Cenâb-ı Hak ateşe haram kılmıştır" cevabını verir.
Rasûlullah bir gün taşradan gelen zekât malını, İslâm hesabına kalpleri kazanılması icap eden dört kişi arasında pay eder. Bu dağıtımdan hisse alamayanlardan bazıları memnuniyetsizliklerini izhâr ederler. Bunlardan bir tanesi haddi de aşarak: "Yâ Rasûlallah Allah’tan kork, âdil ol!" der. Hz. Peygamber bu ifade karşısında ziyâdesiyle gazaba geliyorsa da: "Yazık sana, yeryüzünde Allah'tan en çok korkan benden başka kim var?" demekle yetiniyor. Rasûlullah'ın üzüldüğünü gören Hâlid İbn Velîd (veya Hz. Ömer) yanaşarak: "Yâ Rasûlallah müsâade buyur, kellesini uçurayım" der. Hz. Peygamber: "Hayır, belki o namaz kılacak (ve böylece Allah onu affedecek)" buyurur. Hz. Hâlid: "Diliyle söylediği kalbindekine hiç uymayan ne kadar çok namaz kılan var" karşılığında bulunur. Hz. Peygamberimiz’in, bu söz üzerine Hz. Hâlid'e verdiği cevap, tekfircilik illetine en faydalı bir reçete olarak altın harflerle yazılmaya değer: “Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi.”

Bu hadislerin ışığı altında, herhangi bir Müslümanın tenkidi yapılırken: "Onun kıldığı namaza bakma, riyâdan ibâret", "O, elâlemi aldatmak için sakal bırakmış" gibi sözlerin dînen ne büyük ölçüsüzlük ve cinâyet olduğu anlaşılır. Kur'ân-ı Kerîm'in nassına göre, değil namaz kılıp oruç tutan, İslâm âdâbına uygun selâm veren bir kimseyi bile Müslüman kabul edip öyle muâmele etmek gerekmektedir: "Ey iman edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız zaman (meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size (Müslümanca) selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatlerini arayarak: ‘Sen mü'min değilsin’ demeyin."
Âyetin sebeb-i nüzulü, konumuz yönünden oldukça enteresan: Kaynaklarımızın -bizim için pek önemli olmayan- farklı rivâyetlerine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından belli bir vazifenin ifâsı için yollanan askerî bir birlik -veya seferde olan bir Müslüman grup- Batn-ı İdam denilen meskûn mahalle varınca, bütün halk önlerinden kaçıyor, sadece bir zengin (veya çoban) mallarının başında kalarak Müslümanlara yaklaşıp "müslümanca selâm" veriyor. Fakat Muhallem İbn Gassam onu öldürerek mallarına el koyuyor. Sefer dönüşü, hâdise, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e rapor edilince, yukarıdaki âyet nâzil oluyor. Hadis ve siyer kitaplarında gelen açıklamaya göre olayın fâili kısa bir müddet sonra ölüyor. Cenâzesi toprağa verilince yerin cesedini kabul etmediği, üç sefer gömüldüğü halde her defasında dışarı atıldığı belirtilir. Durum Hz. Peygamber (s.a.s.)'e haber verilince: "Arz, aslında bundan daha şerîrlerini de kabul eder. Fakat Allah size, "lâ ilâhe illâllah" cümlesine hürmetin ehemmiyetini göstermek istedi" der.
Yukarıda zikredilen âyetin harp gibi en kritik bir anda dahi "müslümanca selâm" verene Müslüman muâmelesi yapılmasını emretmesi karşısında, Müslüman olduğunu her şeyiyle ilân eden, hatta İslâm'a hizmeti kendine şiar edinen kimseleri, cemaat ve grubu farklı olduğu için kırıcı sözlerle ithâm etmenin, daha kötüsü onu haksız yere tekfir etmenin İslâmî ölçülere ne derece uygun düştüğünü sorgulamak zorundayız.

Düşülen Önemli Hata: Zamanımızda etrafındaki Müslümanları, bazı kusurları sebebiyle, tekfire kadar varan aşırı ithamlarla karalayan kimselere sıkça rastlamaktayız. Bu kimselerin niyetlerini münâkaşa edecek değiliz. Niyetleri Allah bilir. Tamamen hüsn-i niyetle dine hizmet maksadıyla hareket ettiklerini kabul etsek bile, tefrika ve hizipleşmeleri artırdıkları, husûmeti katılaştırdıkları için, netice itibarıyla niyetlerine ters düşerek zararlı olduklarını, kaş yapmak isterken göz çıkardıklarını söyleyebiliriz.
Böylelerinin hatası, dinî bilgilerinin sığlığından ve sathîliğinden ileri gelmektedir. Muhâtaplarını itham ederken dayandıkları delil sâbit ve kat’î olmakla beraber, verdikleri hükme delâletleri zannîdir ve yaptıkları kıyas fâsiddir. Söylediğimiz bu hususu açıklama sadedinde, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in küfre nisbet ettiği bazı fiilleri işleyenler hakkında âlimlerin yaptığı değerlendirmeleri ve sundukları açıklamaları zikredebiliriz:
Rasûlullah (s.a.s.) bir hadislerinde: "Zânî (zinâ yapan) bir kimse, zinâ yaptığı sırada mü'min olarak zinâ yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mü'min olarak hırsızlık yapmaz, içkici, içki içtiği sırada mü'min olduğu halde içki içmez; insanların, onun yüzünden gözlerini kendine kaldıracakları kadar nazarlarında kıymetli olan bir şeyi mü'min olarak yağmalamaz." buyurur.
Bir diğer hadiste: "İslâm'da bir kimse asıl baba varken bir başkasının babası olduğunu söylerse ve bu iddiasını da o kimsenin babası olmadığını bilerek yaparsa, cennet ona haramdır." Başka bir hadiste de: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” buyurur. Bir diğer hadis de şöyledir: "Sünnetimden yüz çeviren bizden değildir" buyurur.
Örnekle çoktur. Âlimlerimizin açıklamasına göre, Rasûlullah (s.a.s.) bu çeşit ifâdelerinde mutlak mânâda imanın yokluğunu murat etmemiştir, kâmil mânada imanın yokluğunu murad etmiştir. Sözgelimi, içki içen kimse imânını kaybetmemiştir, fakat kemâl mertebedeki imandan mahrumdur. Kendisi için istediğini kardeşi için istemeyen kıskanç ve bencil kişi de böyle, mutlak mânada kâfir demek değildir, belki kâmil bir iman sâhibi değildir demektir. Keza babasını inkâr edip bir başkasına baba diye iddiaya kalkan kimse de kâfir değildir.
Hülâsa bu çeşit hadisler: "Tam ve mükemmel bir imana sâhip olan kişi, zina yapmaz, içki içmez, hırsızlıkta bulunmaz, babasını inkâr etmez, başkası hakkında dâima hayırhâh olur, sünnete uyar..." demek istemekte, bu fiillerin imanı zedeleyip derecesini düşüreceğine Müslümanın dikkatini çekmektedir.
Bazı âlimler de bu ifâde şeklinden maksadın, bu günahların büyüklüğüne dikkat çekmek, bunlardan şiddet ve büyük bir tehdîd yoluyla men etmek olduğunu söylemişlerdir ki, bizim için her iki izâh da yerindedir ve doğrudur.
Yeri gelmişken Müslümanların, yukarıdaki anlattığımız sığlık ve sathîlik sebebiyle en çok hataya düştükleri bir başka grup hadislere de dikkat çekmek istiyoruz. Bunlar münâfıklığın alâmetleriyle ilgili hadislerdir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Dört şey kimde bulunursa hâlis/tam münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır."
Bu hadislere dayanarak, hadiste söz konusu edilen sıfatlardan birini herhangi bir Müslümanda görünce, onu, "diliyle mü'min, ameliyle Müslüman görünmekle berâber kalbiyle Allah'ın varlığı ve birliğine inanmayan, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini reddeden ve Allah nazarında kâfirden de beter olduğuna inanılan" gerçek mânada "münâfık"lıkla itham etmek, gerçekten din nâmına işlenen bir cinâyet, affı zor bir hatadır; içinde yüzülen katmerli bir cehâletin tezâhürüdür.
Dikkatle bakılınca görülür ki, Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde, bir kısım huyların Müslümana asla yakışmadığını, İslâm'ın şiddetle reddettiğini ifade etmektedir. Hadiste yer alan "Kimde bunlardan biri varsa onu terk edinceye kadar kendinde münâfıklığa has bir haslet vardır" meâlindeki cümle söylediğimiz husûsu te'yid eder. Nitekim Nevevî, "Kim cihad etmeksizin ve içinden cihâd etme hususunda bir arzu da geçirmeksizin ölürse nifâktan bir şube üzerine ölmüştür" hadisini açıklarken aynen şunları söyler: "Hadisten murad şudur: Kim böyle yaparsa, bu vasıfta (uydurma bahanelerle evde kalıp) cihada katılmayan münâfıklara benzemiş olur. Zira cihâdı terk, nifâkın şubelerinden biridir" der.
Öyle ise, Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hadisleriyle mezkûr sıfatlardan birini kimde görürseniz onu, münâfıklıkla itham edin, münâfıklara yapılması gereken muâmeleyi yapın, her çeşit selâm ve teması kesin, demek istemiyor. Aksine "beşerî münâsebetlerinizde bu sıfatlara yer vermeyin, kim kendisinde bu huylardan, bu hasletlerden birini görür veya hissederse çabuk ondan kurtulmaya çalışsın, nefsinde bir mü'mine yaraşmayan, ancak münâfıklara yaraşan sıfatlara yer vermesin" demek istemektedir.
Bir başka ifadeyle, bu hadislerden anlıyoruz ki, insanda bulunması muhtemel sıfatların bir kısmı güzeldir, hoştur, diğer bir kısmı çirkindir, kötüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.) Müslüman ve mü'min kişiyi iyi sıfatların kazanılmasına teşvik ederken, kötü sıfatlardan da men etmiştir. Arzu edileni ve ideal olanı mü'minde hiçbir kötü sıfatın bulunmaması, hep iyi sıfatların, güzel huyların yâni "Müslüman olan" vasıfların bulunmasıdır.
Ancak fiiliyatta durum öyle değil. Kâfir ve münâfıkta, iyi ve hoş olan "Müslüman sıfatlar" bulunduğu gibi mü'minde de iyi ve hoş olmayan "kâfir ve münâfık sıfatlar" bulunabilmektedir. Nasıl ki, Allah'ın varlığını ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini dili ile söyleyip kalbi ile de tasdîk etmeyen bir kimse ne kadar iyi huylar, güzel ahlâklar, "Müslüman sıfatlar" taşısa dahi biz ona yine de, -kendisinde bulunan bu Müslüman sıfatlara bakarak- "müslüman" diyemiyorsak, kelime-i şehâdeti ikrar eden bir Müslümana da kendisinde bulunan gayr-ı müslim bir vasfı, kâfir bir ahlâkı sebebiyle kâfir damgasını vuramayız. Ondan tekfirini gerektiren söz ve fiillerin sudûru başka meseledir.
Meselâ, en önemli İslâmî sıfatlardan biri, cömertliktir. Herhangi bir menfaat beklemeksizin başkalarının faydalanmaları için yapılacak bağışlar, sadakalar, iyilikler dinimizde çok övülmüş ve bunlara teşvik de edilmiştir. Fakat bir kâfir, yeryüzünü dolduracak kadar bağış ve sadakada da bulunsa biz ona yine Müslüman nazarıyla bakamayız. Zira Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır: "Hakikat, küfrededenler ve kendileri kâfir olarak ölenler (yok mu?) onlardan hiçbirinin (bilfarz) yeryüzünü dolduracak miktarda altını dahi -onu fedâ etse- kat'iyyen makbul olmaz. İşte onlar; pek acıklı bir azap onların (hakkı)dır. Kendilerinin hiçbir yardımcıları da yoktur."
Bu âyet, kâfirde bulunan cömertlik gibi "Müslüman bir sıfat"ın hükmünü belirtmektedir. Aynı hükmü diğer güzel sıfatlara da teşmil etmemize bir mâni yoktur. Nitekim bir başka âyette: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan (bu dîn) kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır" denmektedir.
Müslümanda bulunan gayr-i müslim sıfatların -ki hadislerde bunlar küfür ve nifaka nisbet edilmişlerdir- hükmünü anlamada Ebû Zer hazretlerinden (r.a.) gelen şu rivâyete bakalım: Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız) sırasında: "Lâ ilâhe illâllah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider" buyurdu. (Hayretle) sordum:
"Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?" Cevâben:
"Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!" dedi. (Ben hayretimi yenemeyerek yine) sordum:
"Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?" Rasûlullah (s.a.s.) yine:
"(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da" cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine,
"Evet, Ebû Zerr'in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu..."
Hâlbuki az yukarıda bu iki sıfatın bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından küfre nisbet edildiğini görmüştük. Demek oluyor ki tek bir hadis veya tek bir âyete bakıp hüküm yürütmek bizi hataya sürüklemektedir.
Âyet-i kerîmede günahlar konusunda: "Allah (celle celâluhu) kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder" buyurmaktadır. İslâmî ölçü budur. Allah'a ve âhirete inanan kişi bu ölçülerin dışına çıkmaz.
Yine Müslüman kişi bilir ki, tek bir hadis veya tek bir âyete bakarak hüküm yürütülmez. Bu davranış kişiyi çoğunlukla hataya sevkeder. Âyet ve hadislerin mücmel ve âm olanları vardır. İlmî seviyesi yeterli olmayan kişilerin okuduğu bir âyet veya hadisten hemen hüküm çıkartıp ahkâm kesmesi İslâmî ölçülere terstir. Tekfir hükmü, öncelikle âlimlerin hakkı ve görevidir. İlmî seviyesi sınırlı olan mü'minlere düşen, müttakî ve muvahhid âlimlerin yolunu tâkip etmektir. Bu davranış tarzı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'in yolu, İslâm ümmetinin cadde-i kübrasıdır.
Bir müslüman nasıl tekfir edilebilir? Zira Rasûlullah (s.a.s.); "Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir" ; "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır" buyurmaktadır. Burada tekfir edilmesi câiz olmayan müslüman, muvahhid olup, İslâm'a aykırı olan şeylerden kaçınan kimsedir. O, tevhid üzere olan kişidir. İşte Allah Teâlâ bu gibi kimseler üzerine ateşi; kendisine şirk koşanlara ise Cennet'i haram kılmıştır. Nitekim, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a inanıp O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir." Bunun içindir ki ashâb, Müseylemetü'l-Kezzab ve Esvedü'l-Ansî'nin nübüvvetine iman edenleri ve ayrıca zekât vermek istemeyenleri tekfir ederek, onların mürted olduklarına hükmetmiş ve onlarla savaşmışlardı.

Kur'an ve Sünnete Müracaat Etmenin Gerekliliği
Yine burada Allah'ın dini ile ve insanların hayatı ile ilgili olan bu tehlikeli konuda ve buna benzer diğer birçok konu¬da Kur'an ve Sünnet'in nasslarına müracaat etmemiz ve bu nasslar ışığında hakem olarak kabul edilmesi gereken şer'î ka¬ideleri ve hakikatleri tesbit etmemiz gerekmektedir.
Bizim genel itimadımız, ancak ve ancak Allah'ın kitabında ve Rasûlünün sünnetinde bulunan her türlü hatadan korun¬muş olan sâbit nasslaradır. Çünkü sadece bu nasslar tartışma¬sız hüccet ve dayanaktırlar.
Ancak bazı zamanlarda kimi âlimlerin sözlerini şahid olarak göstermemiz, onların sözlerinin bizatihi hüccet oldu¬ğundan dolayı değildir. Belki biz, onların anlayışından yarar-lanarak bu nassları daha iyi kavrayabilmek için onların sözle¬rini şahid olarak gösteriyoruz. Ta ki müteşâbihat hakkında şaşırıp kalmayalım veya âyet ve hadisleri birbirleriyle çarpıştırmayalım. Yine burada şu esası da te'kid etmeliyiz: Şüphesiz bu ümmetin selefi olan sahabiler ile onlara iyilikle uyan tabi¬iler, ümmetin en çok hidâyet yolunda olanı, en sahih anlayış¬lısı, en sağlam metoda sahip olanı, İslâm'ın ruhunu en çok kavrayanı ve İslâm'a uymada en fazla haris olanıdır. Onların yanında herhangi bir konuda, bilinen bir hidâyeti gördüğü¬müzde, artık onu bırakıp da onlardan sonra gelenlerin bid'atlerine meyletmeyiz. Çünkü onlar Rasûlullah'ın (s.a.s.) şehâdetiyle nesillerin en hayırlısıdırlar.
Bazı âlim ve yazarların görüşlerinden alıntılar yapmamız, onların Kur’an ve Sünnete rağmen ölçü kabul edildiği için değil; Kur’an ve Sünnette açık bir hükmün bulunmadığı ve bu iki kaynağın daha doğru açıklanması konusunda bu zâtların görüşlerinin aktarılmasında fayda umulduğu içindir. Yoksa, her yazar ve her âlim, eleştirilebilir, görüşlerine itiraz edilebilir. Ama onların Kur’an ve Sünnetten sağlam delil getirdikleri ve onları çürüten daha ciddi deliller olmadığı müddetçe onların görüşlerini nazara almak kaçınılmaz bir tavır olmalıdır diye düşünüyoruz. Bu değerlendirme ile, aşağıda bazı âlimlerin görüşlerinden alıntılar yapacağız.

Bazı Âlimlerin Tekfirle İlgili Görüşleri
Hasan el-Hudaybî ve Tekfir
Mânâlarını Bilmediği Halde Şehâdet Keli¬mesini Söyleyen Kişinin Müslüman Olmadığını Söylemenin Yanlışlığı
Şimdi de günümüzde şehâdet kelimesini söyledi¬ği halde; bu kelimenin Rasûlullah’ın peygamber olarak gönderildiği sıradaki anlamının değişmiş ve artık bunların gerçek mânâlarının kalmamış olduğunu gerekçe göstererek; onların müslüman olmadıkları¬na hüküm veren kimselerin sözünü ele almak istiyor ve onlara şöyle diyoruz: Kelime-i şehâdet'in anlamı, hâ¬lâ insanlar arasında yaygın şekilde mevcuttur; hatta Kur'ân-ı Kerim'in inişinden öncekinden daha açık ve yaygın bir şekilde bilinmektedir. Aynı zamanda ulûhiyet ve rubûbiyet kelimelerinin mânâlarının, insanlar arasında yaygınlık kazanmış olması ile onlardan "Lâ ilâhe illâllah, Muhammedun Rasûlullah" şehâdetini yapa¬cak olan bir kimsenin şehâdetinin kabul edilmesi için, bu şehâdet kelimesini bu şekilde bilmesi gerek¬tiğini ve ancak o takdirde müslüman olacağına hü¬küm verilebileceğini belirten ve bunlar arasında bağlantı kuran şer’î bir şartın varlığı söz konusu de¬ğildir. Böyle bir şartı ortaya koymak, şeriata yeni bir şey ilâve etmektir. Bunu söyleyen kişinin bu iddiası¬nın kabul edilebilmesi için, bu konuda Allah'ın kitabı'ndan ve Rasûlü'nün sünnetinden delil getirmesi gerekir.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözleri ve davranışları şer'an uyulması gerekli olan hususlardır. İşte onun söz ve davranışları sonradan ortaya konulmuş bulunan ve fazladan olan bu ilâve, şeraite ters görüş ortaya koy¬maktadır: Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) Yüce Allah'ın dini¬ne, ister Araplardan, ister sonradan Araplaşmış olanlardan, isterse başka yerlerden getirilmiş olan kölelerden dalga dalga Allah'ın dinine girmiş olanla¬rın Müslümanlığını kabul etmiş olduğu gibi, onun döneminde ülkeleri fethedilen Hîre ve Yemen halk¬larının da İslâm'a girişlerini kabul etmiş ve bu konuda onlardan her birisinden şehâdet kelimesini iyice an¬ladıklarını ortaya koyacak, onların belirli mânâyı anlamış olduklarını kesin olarak açığa çıkartarak herhangi bir uygulamaya girişmemiş yahut da onla¬rın kendi aralarında bu şehâdete yaygın olarak veri¬len belirli bir muayyen mânâların ne olduğu üzerin¬de durmamıştır. Hatta Hz. Peygamber'in huzurunda Araplardan olan bazı kişilerin birtakım sözlerin mânâlarını bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Az önce sunmuş olduğumuz Adiy b. Hatem'in durumu buna örnektir. Hz. Peygamber'in İslâm'a girişle¬rini kabul etmiş olduğu bazı kimselerin, Allah'tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetlerinde, birtakım anlamları bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Nitekim "sen de bize onların silâh astıkları ağaçları olduğu gibi, silâhlarımızı asacağımız bir ağaç yap!" diyen kimselerin durumu böyledir. Hz. Peygamber’in bu uygulaması bizlere şunu gösteriyor: Kelime-i Şehâdet'i söyleyen bir kimsenin bu söylemesi, onun ulûhiyyet, rubûbiyyet, ibâdet, din, Kelime-i Şehâdet'in mefhumu ve benzeri diğer şer’î hükümleri bilmeyişi, müslümanlığına zarar vermez. Müslüman olduğuna hüküm vermeye engel teşkil etmez. Şer’î hükümler diğer müslümanlara nasıl uygulanıyorsa, ona da öy¬lece uygulanır. İşte bu -hadiste tevâtür olarak bili-nen ve bir haberin doğruluğunu ispat etmek, bilginin kesinliğini ortaya koymak açısından en sağlam tevâtür çeşitlerinden bir tanesi olan- herkesin herkesten bize kadar naklede geldiği bir delildir.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendisi de Arap olsun ya da ol¬masın bütün insanlara peygamber olarak gönderildi¬ğini biliyordu. Şu hadis-i şerif de onundur: "Ben, in¬sanlarla Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik edinceye, bana ve benim getirdiklerime iman edince¬ye kadar savaşmakla emrolundum..."
Evet, istisnasız olarak bütün insanlar arasında hiç bir ayırım gözetmeden, Arap'la Arap olmayan arasında fark gözetmeden, Arapça konuşsun veya konuşmasın ayırım sözkonusu olmaksızın bütün insanlar hakkında Allah'ın hükmü budur. Emîn Rasûlün söylediği, yaptığı ve uyguladığı da bundan ibarettir. Eğer şehâdet kelimesini söylemek açısın¬dan Arapça konuşanlarla konuşmayanların hükmü farklı olsaydı yahut da Arapça konuşanlarla konuşmayanlara farklı uygulamalar ve bağlayıcılık söz konusu olsaydı ve ancak bundan sonra kişilerin müslümanlığı hakkında hüküm vermek mümkün olsaydı, Rasûlullah (s.a.s.) bunu açıklamadan etmezdi. Diğer taraftan Yüce Rasûl bu fazladan öngörülen şarta geçerlilik kazandırmamazlık ve uygulamamazlık etmezdi. "Rabbin unutkan değildir."
Bu ayrımı, fark gözetmeyi ortaya ko¬yanlar ve bu fazladan şartı öngörenler Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadisine, onun sâbit uygulaması¬na ve hiçbir hilaf söz konusu olmaksızın gelen şeri¬at hükümlerine muhâlefet etmiş ve Allah'ın şeriatı¬nın dışında ve ne Kitap'ta, ne de Sünnette onu belge¬leyecek nassın varlığı söz konusu olmaksızın dine yeni bir şey eklemiş olur.
Diğer taraftan müslümanlar hem sahâbe döne¬minde, hem de Tabiîn döneminde Şam (bugünkü Su¬riye) bölgesini, İran'ı, Irak'ı, Mısır'ı, Kuzey Afrika'yı, Sudan'ı, Endülüs'ü, Türkiye'yi, Balkanlar'ın bir kısmı¬nı, Hindistan'ı ve bazı yerleri de fethettiler. Bunların hepsi Arapça bilmeyen insanların yaşadıkları ülke¬lerdi. Bugüne kadar bize herkesin herkesten yapmış olduğu nakilden de anladığımıza göre, Sahâbe ve Tâbiîn bu ülkelerde yaşayan insanların müslüman ol¬maları için Kelime-i Şehâdeti (yani Allah'tan başka hiç bir ilâh bulunmadığını ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunu kabul edip dilleriyle) söylemelerini yeterli görmüşler ve bu konuda icmâ' etmişlerdir. Bu şehâdeti söyleyen kimseler bu şehâdeti söylemekle kanlarını ve mallarını korumuşlar, onlara İslâm Şe¬riatının hükümleri uygulanmıştır. Bunlar daha son¬ra İslâm Şeriatının bilmedikleri diğer hükümlerini yavaş yavaş öğrenmeye başlamışlardır. Hiçbir kim¬se kalkıp da dilleriyle söylemiş oldukları "şehâdet kelimesinden sonra bir şart veya fazladan herhangi bir durumun gerçekleşmesi söz konusu olmadığı sü¬rece İslâm'a girişlerinin kabul edilemeyeceği" kana¬atine varmamıştır. Diğer taraftan, ulûhiyyet ve rubûbiyyet kelimelerinin taşıdıkları mânâları, câhiliye dönemi Arapları arasında yaygın olduğu şekliyle Arapça'yı bilmeyen bu toplumlar arasında, şu anda bizim aramızdakinden daha fazla yaygın olduğunu ileri sürmek aklen mümkün olan bir şey değildir."
Hudaybî nasslardan hareketle oluşturduğu red¬diye sürecinde tekfirde aşırı gidenlerin birçok iddi¬alarına cevap vermektedir. Meselâ iman ettiği halde kendisine bazı hükümler ulaşmayan kişiler hakkın¬da şu görüşleri serdetmektedir:
İki kişinin bile -hatta yalnız müslümanlar ara¬sında değil, bütün din mensupları dâhil olmak üze¬re- ihtilâf etmedikleri bir konu vardır, ki o da şudur: Rasûlullah (s.a.s.), kendisinin insanlara getirmiş oldu¬ğu dinin dışında herhangi bir dine bağlı kalan her¬kesin kâfir olduğunu, kesin olarak belirtmiştir. Bu bakımdan bizler de bu noktada duruyor ve onun söy¬lediğini söylüyor; vermiş olduğu hükmü veriyoruz.
Yine iki kişinin ihtilâf etmediği diğer bir konu şu¬dur: Hz. Peygamber kendisine tabi olan, getirmiş ol¬duğu şeylerin tümünü tasdîk eden ve bunların dışın¬da kalan bütün dinlerden uzaklaşan herkese iman sıfatını kesin olarak vermiş bulunuyor. Biz de bura¬da duruyor ve buna herhangi bir şey eklemiyoruz.
İman ettikten sonra Yüce Allah'ın dilediği her¬hangi bir mezhebe göre itikad eder yahut da her¬hangi bir fetvâya bağlanır ya da Allah'ın dilediği herhangi bir ameli işlerse ve bu konularda Peygam¬ber’den (s.a.s.) kendisine inandığının, amel ettiğinin ya¬hut da söylediğinin hilâfına herhangi bir hüküm ulaşmamış ise, böyle bir kimsenin sorumlu tutulaca¬ğı hiç bir şey yoktur. Peygamber’in (s.a.s.) o konularda¬ki hükmü kendisine ulaşmadığı sürece bu böyledir.
Bir şey hakkında bir inanca sahip olan yahut onun hakkında bir şey söyleyen yahut da amelde bulunan bir kimse, o şey hakkında hüküm veriyor demektir. Şayet ameliyle hakka karşı inatlaşarak muhâlefet ederse ve fakat amelinin aksine itikad ediyor ise böyle bir kimse fâsık bir mü'mindir. Eğer sözüyle, ya da kalbiyle kendine ulaşmış olan hakka muhâlefet ediyorsa o takdirde o kâfirdir, müş¬riktir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'ın hakemliğini kabul et¬memiş ve onun verdiği hükme teslimiyetle bağlan¬mamıştır. Söz konusu bu hüküm genel olup bütün itikad ve ahkâm ile ilgilidir; ibâdetlerle, fetvâlarla ilgili konu¬ları tümüyle kapsar."
Hudaybi, Tekfir Cemaatinin Kur'ân'daki, tâğutlara uyma ile ilgili âyetleri yüzeysel değerlendiren ve sonuçta herkesi kâfir sayan yaklaşımlarına ise şöyle izah ve düzeltmede bulunmaktadır:
"Tâğut'a ittiba eden (tâbi olan, uyan) kâfirdir" de¬meye gelince, bu cümlenin yorumlanması ve açıklan¬ması gerekir... Eğer ittiba Allah'tan başkasına mut¬lak olarak inkıyad edip bağlanmak ve ona itaat et¬mek anlamında olursa, bu mânâda tâbi olan kimse tartışmasız olarak kâfir olur. Ama bu tâbi oluş yalnız¬ca amel ile olup mutlak olarak bağlanmanın zarûretine itikad etmek sözkonusu olmazsa... Bu mânâda tâbi olan ve itaat eden kimse sadece âsîdir, kâfir de¬ğildir. İşleyen kişiyi kâfir yaptığına ve sadece ameli dolayısıyla bile olsa, ondan iman sıfatını kaldırdığı¬na dair nass vârid olan hususlar ise bundan müstes¬nâdır."
Hudaybî'nin bu sözleri aslında kitabın değişik yerlerinde devamlı vurgulanan diğer birçok âlimin görüşlerinin benzerinden başka birşey değildir. Onun tekfir cemaatine yönelik eleştirilerinden birisi de Kur’an âyetleriyle muhâtap oluşlarındaki yanlış yöntemdir. Bu konuyu da şöyle izah ediyor: "Yüce Allah dilemiş olsaydı, bütün ahkâmı yal¬nızca Kur’ân-ı Kerim'de yahut da sadece hadîs-i şeriflerde toplayabilirdi. Yine Yüce Allah dilemiş olsay¬dı her bir mesele ile ilgili hükmü bizâtihî bir tek âyet¬te nassa bağlar, yahut da bir tek hadiste hükme bağ-lardı. Ve bunlar da bu hükmü anlamak konusunda iki kişi arasında bile farklı görüş ortaya çıkmazdı. Elbette ki Yüce Allah, hiç bir şeyden acze düş¬mez. Fakat O'nun irâdesi bundan başkasını murad etmiştir: "O, yaptığından sorulmaz. Fakat onlar soru¬lurlar."
Örnek olarak şunu verelim: Kur’ân-ı Kerim'in ikinci sûresi olan Bakara Sûresi, talâk (boşanma) ile ilgili birtakım hükümler ihtivâ etmektedir. Kur'an tertibinin son üçte biri arasında yer alan Ahzab Sûresi'nde de yine talâk ile ilgili başka âyetler buluyo¬ruz. Bundan sonra Kur’ân-ı Kerim'in son tarafların¬da yer alan Talâk Sûresi'nde de talâk ile ilgili pek çok hükmün bulunduğunu görüyoruz. Bütün bunlardan ayrı olarak sahîh ve Rasûlullah’a (s.a.s.) kadar senedi ulaşan ve aynı konu ile ilgili hadisler de buluyoruz. O halde bizim yapmamız gereken şudur: Yüce Allah'ın bizden ne istediğini bilmemiz, onun istediği hükmün ne olduğunu anlayıp ona itikad edip uygulamamız için bütün bunları bir araya getirmemiz, toplamamız gerekir. Şayet bizler birtakım âyetleri bırakıp başka¬larıyla amel edecek olursak yahut birtakım hadisle¬ri bırakıp sadece diğer birtakım hadislerle amel edersek ya da hadisi bırakıp âyetlerle yahut âyetleri bırakıp hadislerle amel edecek olursak, -terkettiğimiz ve gereğince amel etmediğimiz için- asî olmuş, günah kazanmış oluruz. Üstelik Yüce Allah'ın hükmünü kasdî olarak değiştir-meye ve sözleri yerinden oynatıp tahrif etmeye, Yüce Allah'a yalan iftirada bulunmaya da kalkışmış oluruz. Çünkü sözün bir kısmını nakledip bir kısmı¬nı nakletmeyen kimse, o sözü yerinden oynatıp tahrif etmiş, değiştirmiş olur.
Rasûlullah (s.a.s.) bizlere, âyetlerle hadîsleri bir ara¬da değerlendirmeyi, onlar arasında karşılaştırma yapmayı, bunların hangisinin has, hangisinin âmm olduğunu bilmeyi, bundan sonra da kendisiyle amel etmemiz vâcip olan şer'î hükmü çıkartmayı öğretmiş bulunuyor.
Meselâ, sahih olarak sâbit olduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) namaz kılmakta olan bir kişiye ses¬lenmiş, o da: "Namazla meşgul olurken başka birşeyle uğraşmamak gerekir" şeklindeki umûmî (âmm) emirle ve namazda herhangi bir şekilde konuşmak ve başka zamanlarda câiz olan işleri yapmak sahih/doğru değildir, hükmüyle amel ederek ona cevap yermedi. Namaz kılan namazını bitirince Hz. Peygamber, ses¬lendiği zaman kendisine cevap vermekten neyin alı¬koyduğunu sormuş, onun namaz ile meşgul ol¬duğunu bildirmesi üzerine, Hz. Peygamber ona Yüce Allah'ın şu buyruğunu hatırlatıp görüşüne karşı çık¬mıştı; "Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına koşun."
Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi ameli ve sahâbîlerin bu konudaki uygulamaları ile ilgili örnekler pek çoktur. Bundan önce Hz. Osman'ın altı ay hamilelik döneminden sonra doğum yapan kadının recm edilmesine dair olan emrini, buna karşılık Hz. Ali’nin (r.a.) ona Yüce Allah'ın; "Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü." buyruğu ile birlikte; "Anneler çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak iste¬yen kimse için- tam iki yıl emzirirler." ile birlikte ha¬tırlattı ve bu iki âyetin beraber ele alındığı takdirde, onlardan çıkartılacak şer'î hüküm olan hamilelik sü¬resinin bazen altı ay olabileceğine dikkatini çekti. Bu sefer Hz. Osman kadının recm edilmesi emrinden vazgeçti. Bu şekilde âyet ve hadisler arasında karşı¬laştırma yapıp birlikte mütâlaa etmek, sonradan uy¬durulmuş bir bid'at değildir.
Kur’ân-ı Kerîm ile direkt olarak ilişki kurmanın zorunluluğuna dair söylenen söze gelince; Allah'ın yardımını isteyerek konu ile ilgili şu açıklamayı ya¬pıyoruz:
Yüce Allah kendisinden başka ve Rasûlü'nden başka herhangi bir kimseye tâbi olunmasını emret¬miş değildir. Bu bakımdan müslümana farz olan şer'î hükmün ne olduğunu bilmek üzere imkânı nisbetinde Allah'ın Kitabı'na ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) sahîh ve sâbit olan hadislerinde yer alan delillere tâbi' olmaya çalışmasıdır. Şayet bundan âciz olduğunda, bu hükümleri başkasından alacak olursa, böyle bir kimse¬nin yapması gereken şudur: O onlardan başka her¬hangi bir kimsenin emrini değil de Yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünü uygulamakta olduğuna kesin olarak itikad etmelidir.
Kur’ân-ı Kerim ile alâka kurmak ve O'nun âyet¬lerinden Allah'ın uyulması gereken hükmünün hangisi olduğuna dair deliller çıkartmak üzere bu âyetlerden hüküm çıkarmak için ictihad etmeye ça¬lışırken bunu yalnızca Kur'an'ın çerçevesinde bı¬rakmak hakkı hiç kimsede yoktur.
"Fetvâ verenler mutlaka şu üç kısımdan birisidir:
1- Gerekli incelemeyi ve yapması gereken bütün araştırmaları sonuna kadar yaptıktan sonra, kendi¬sine ulaşmış olan naslara uygun olarak fetvâ veren âlim kişi. Bu kimse, ister hata etsin, ister isâbet etsin ecir kazanır. Böyle bir kimsenin bilmiş olduğu şeye göre fetvâ vermesi de vâciptir.
2- Vâcip olmadığı halde fetvâ vermekte olduğunu bilerek, uygun gördüğü şekilde fetvâ veren fâsık kişi.
3- Zayıf akıllı bir kişi olup, kesin ilme sahip olma¬dan fetvâsını veren, bununla birlikte isâbet ettiğini de zanneden, fakat gerektiği gibi araştırmasını yap¬mayan, câhil olduğunu bilen ve yapmaması gereken bu işi yapmaktan uzak kalan kişi."
Bir şey bilmekle birlikte pek çok şey bilmeyen fakîh çoktur. Dininin her¬hangi bir meselesini bilen herkesin o mesele hakkın¬da fetvâ vermesi câizdir. Onun bilmemiş olduğu diğer meseleler, bilmiş olduğu konuda fetvâ vermesine engel değildir. Nitekim onun herhangi bir şeyi bilmiş olması bilmediği şeyler hakkında fetvâ vermesini de mubah kılmaz.
Kendisini tetkik etmeye, ictihad etmeye, deliller¬den hüküm çıkartıp fetvâ vermeye, yani varmış ol¬duğu kanaate göre âlemlerin Rabbi'nin buyruğu hakkında söz söylemeye ehil kılan bu özelliklerin kendisinde toplandığı bir kişi, kalkıp da kendisini parlak ve coşkun zekânın, kendilerinin Allah'ın di¬ninde sabır ve sebat ettiklerine dair şehâdet edilen, takva ve vera’, büyük gayretin ve azimetin, Yüce Al¬lah'ın dinini iktidar yapan güçlü azimetlerin sahibi olan, kendilerini hak davanın zaferi için adayan ve bu konuda nefislerini satan kimselerin, yani salih selefin görüşlerinden oluşan büyük bir birikimden mahrum eden kimse; kendisini çok büyük bir hayır¬dan mahrum kılmış, çıkış noktası olarak da kendisi¬ne çok yanlış bir yol seçmiş olur.”
Tekfir cemaatinin görüşlerine reddiye hazırlayıp cevap veren yalnızca Hudaybî değildir. Kitabımızın daha önceki bölümlerinde Seyyid Kutub'un, Mevdûdî'nin, Yusuf el-Karadavi’nin, Muhammed Kutub'un ve geçmiş ulemânın "tekfîrci görüşü" reddeden fikir¬lerini anlatmış ve alıntılar yapmıştık. Tekfirci görü¬şe reddiye olarak yazılan ve geniş yankılar uyandı-ran bir başka eserden daha sözetmek istiyoruz. Bu eser ele alınış amacıyla Hudaybî'nin eserine benze¬mekle beraber daha güncel olmasıyla ondan ayrıl¬maktadır. Evet, Abdurrezzak Samarrai’nin "Dünden Bugüne Tekfir Olayı" kitabından bahsediyoruz. Adı geçen eserinde bugün tekfîrci olarak bilinen grubun, aslında bilerek-bilmeyerek geçmişte yaşamış bazı fırkaların görüşlerini tekrar ettiklerini ispat eden Samarraî tekfirci görüşün iddialarını da bir bir ce¬vaplamaktadır. Çağımızda yaşayan bir âlim olması iyi ve kolay anlaşılan bir üslup kullanmasına sebep olmuştur. Şimdi bu eserden bazı görüşleri özetleyelim:

Abdurrezzak Samarraî ve Tekfir
Te’vil Ve Tekfir
Te’vil-Yorum Yaparak Tekfir Etmek: İslâm âlimlerinin Kitap ve Sünnetten aldıkları deliller ışığında bâriz olarak belirtilen konulardan birisi de "insanı küfre düşüren haller" konusudur. İslâm yayılıp-geliştikçe, medeniyetler peşisıra değiştikçe, in¬sanlık tarihi çok değişik fikirlerle karşılaşıyordu. Meselâ insanlık tarihinde devamlı değişiklik arzeden durumlardan birisi yönetim meselesiydi. Öncele¬ri monarşi, oligarşi, şimdi demokrasi, laiklik, cum¬huriyet ve bunların diğer benzer çeşitleri. İşte tüm bu değişken fikirler ve yönetim biçimleriyle müslümanların muhâtap olması aynı olmadı. Zaman za¬man İslâm'dan bazı özellikleri bu düşünceler içinde var zannedip bu düşüncelere kapılanlar oldu. Bazı¬ları da bu düşünceler ve bu yönetim biçimleriyle İslâm arasında kesinlikle uzlaşma sağlamaya çalıştı. Bunların ötesinde bir de avam tabakası vardı. Ava¬mın çoğu demokrasinin ne olduğunu gerçek anlamda anlayabilmek için belki ömrünü tüketmesi gereki¬yordu. Cumhuriyet ile İslâmî yönetim arasındaki irtibatları incelemek için de kendisinde yeterli tahkik kudreti azdı. Aslında İslâm'ın ne olduğu belli küfür ve şirk yönetimlerinin ne olduğu bellidir. Fakat ka¬bul edilmeli ki özellikle çağımızda küfre ve şirke gö¬türen yollar biraz karmaşık durumda. Yani bir kişi, hâkimiyeti Allah'tan başkasına tanıdığında bu kişi¬nin küfründe şüphe etmemek gerekiyor. Fakat bir kişi kesinlikle İslâm'ı yaşıyor ve hâkimiyetin Al¬lah'ta olmasını istiyor ve bununla beraber örneğin demokrasi, cumhuriyet veya laiklik gibi beşerî ide¬olojilere bilmeden ya da te’vil yoluyla bir bağlantı kurma içinde olursa bu kişinin tekfir edilmesi te’vil yoluyla olabilir.
Tekfirci gençlerin tekfir konusunda yaymaya çalıştığı çağdaş sorunlar ve konular üzerinde ittifak sağlanamamıştır. Bunun için Şevkâni'ye ait bir görüşü ele alalım. O şöyle diyor: "Üçüncü kısım; te’vil ile kâfir ve fâsık olarak itham etme hakkındadır. Çünkü bu, ancak zan ifade eder. Tev’il ile tekfir etme hakkında dört görüş vardır:
a- Te’vil ile küfür olmaz.
b- Te’vil sebebiyle kâfir olur... Fakat ona dünyada kâfirlere uygulanan hükümler uygulanmaz.
c- Onların işi, ahkâm konusunda imama (devlet reisine) kalmıştır, tasrih ile küfür gibidir. Te’vil ile tekfir edilenlerin kimler olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Bu konuda dört görüş vardır:
1- Ehl-i kıble olanlar,
2- Bir görüşe sahip olanlardır ki, dinî bir delâlet sebebiyle bâtıl olduğunu bildiği bir şüphe ile o görüş¬te hatalıdırlar. Hâlbuki hakikat bunun hilâfınadır.
3- Bir şüphe sebebiyle yanlış kanaate sahib olan¬lar, Hâlbuki zâhir bunun hilafindadır.
4- Rasûlullah’dan (s.a.s.) kâfir olduğu hakkında ri¬vâyet bulunanlar.
Bil ki küfrün aslı, Allah Teâlâ'nın kitaplarından bilinen bir şeyi veya peygamberlerinden birini ya da onların getirdiklerinden bir hususu yalanlamaktır. Bu yalanlanan konu, zarûrât-ı diniyye olarak bili¬nen bir şey ise, bunun küfür olduğunda ihtilâf yok¬tur. Bu yalanlama kimden zuhur ederse, o kâfir olur. Ancak bu kişi zorlanmamış ve akıl sağlığı bozulma¬mış, bağımsız ve mükellef olduğu takdirde böyledir. Herkes tarafından zarûrât-ı diniyye olarak bilinen şeyleri inkâr eden ve te'vili mümkün olmayan konuda te’vil adı altında gizlenen kişinin küfründe de ay¬nı şekilde ihtilâf yoktur. Ateistlerin esmâ-i hüsnâda, Kur'an ahkâmının tümünde, cennet, cehennem, kı¬yâmet ve dirilme gibi âhiretle ilgili hususlarda te’vil yaptıkları gibi... İslâm'ın beş rüknünü yerine getiren kişinin, zarûrât-ı diniyye olarak bilinen şeylere muhâlefet edip, te’vil yaptığını ve ahvâlinden onun tek¬zibi kasdetmediğini veya onun hakkında yanıldığı¬mızı öğrendiğimiz vakit; itikadî konuda fâhiş hatasıy¬la ve aklî-naklî apaçık delillere muhâlefetiyle bera¬ber ilâhi kitaplara ve bütün peygamberlere inandığını ve dindar olduğunu izhar edince tekfiri konusunda problem çıkmıştır. Fakat bu kişi zındıklar mertebesi¬ne henüz ulaşmamıştır.
Şevkani’nin müslüman halk tabakalarını tekfir eden kişiler hakkındaki görüşünü de aktaralım. O şöyle di¬yor: "Kelâmcıların şartlarına göre kesin delil ile Al¬lah'ı bilmedikleri için müslüman halk tabakalarını kâfir sayma konusuna gelince; bu durum onları tek¬fir edenin küfrünü artırır. Çünkü halkın müslüman olduğuna hükmetmek, zarûrât-ı diniyye olarak bilinir. Onları tekfir etmek ise zarûrât-ı diniyyeyi inkâr etmek olur. Kur’ân-ı Kerim onların müslümanlığının sıhhatine delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak buyuruyor: "Bedeviler ‘iman ettik’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "İslâm olduk" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi..."

Ümmetin cumhurunun, yöneticiye sükût ettiğini ileri sürerek veya zannî bir delil ve uzak bir te’vil sebebiyle kişiyi tekfir etmediği için ümmeti tekfir etmek doğru olmadığı gibi, kabul edilir bir şey de değildir. Bu görüşü benimseyenler şer’î ve güvenilir bir dayanak bulamazlar. Hatta meşhur haberler tamamen bunun aksinedir..."

Mevdûdi ve Tekfir
Mevdudî, bakı¬nız Meseleler ve Çözümleri adlı eserinde neler söyle¬mektedir:
"Ben yazılarımda birkaç yerde insanların aşağı¬daki gibi dört bölüme ayrıldığını yazmıştım:
a- Mü’min bilgayr ve müslim lilgayr: Al¬lah'tan başkasına inanan ve ondan başkasına teslim olan. Yani Allah'tan başkasına gerçek mânâda itaat edilmesi gerektiğini kabul eden ve inanç olarak da onu emir ve hüküm kaynağı kabul eden kimse de¬mektir. Bu eksiksiz, tam bir kâfirdir.
b- Mü’min bilgayr ve müslim lillâh: Allah'tan başkasına inanan ve Allah'a teslim olan. Yani Al¬lah'tan başkasına inandığı halde, Allah'ın kanunları¬na itaati kabul eden kişidir ki, bunlar İslâm devleti idaresi altında yaşayan zümreler ve münâfıklardır.
c- Mü’min billâh ve müslim lilgayr: Allah'a iman eden fakat Allah'tan başkasına teslim olan. Yani Allah'a inandığı halde başkasına kulluk ve itaat gös¬teren kimsedir. Kâfir bir düzen altında onların emrine uyarak yaşayan müslümanlar bu durumdadır. Eğer müslüman böyle bir duruma düşmüşse içinden buna rıza göstermemesi, bundan hoşlanmaması lâ¬zımdır. Bilakis, ya böyle bir düzeni değiştirmeli (değiştirmeye çalışmalı) ya oradan hicret etmelidir.
d- Mü’min billâh ve müslim lillâh: Allah'a iman eden ve Allah'a teslim olan. Yani Allah'a iman ettiği gibi O’nun emir ve kanunlarına kendini teslim eden kimse demektir ki, bu müslümanların asıl içinde bu¬lunmaları gereken haldir.
Kur'an bütün insanları böyle bir hali seçip be¬nimsemeye çağırmaktadır. Bu haldeki hiç kimse İslâm dışı bir düzende uğrayacağı sıkıntılara düşmez. Müslümanların Mekke dönemindeki halleri ve müş¬riklere esir düşen birçok sahâbinin uğradığı eziyet¬ler yahut Peygamberlerin çoğunun kâfirler arasın¬da doğup büyümekten dolayı çektikleri gibi eziyetle¬re ve sıkıntılara da düşmezler. Bu şekildeki elde ol¬mayan durumlar Allah'tan başkasına teslim olma maddesine girmez. Çünkü her şeyden önce bu onla¬rın kendi elinde, kendilerinin tercih ettiği bir şey değil, aksine üzerlerine musallat olan, kurtulama¬dıkları bir durumdur. Ayrıca bir dâvâ adamı kimliğiyle gücü ölçü¬sünde Allah'a teslim olmaya, O’ndan başkasına ita¬ate karşı çıkmaya gayret edip eksiksiz çaba harcamaktaysa bu kimseye "Allah'tan başkasına teslim olmuştur" denmez. Hatta (c) grubunda olanların du¬rumu bile (a) ve (b) grubundakilerin durumundan tamamen farklıdır. Allah'a iman edip de Allah'tan başkasına teslim olan asla müşrik ve kâfir olamaz.
Ama o kimse bu durumundan memnunsa veya im¬kân ölçüsünde bundan kurtulmak için bir gayret göstermiyorsa çok büyük günahkârdır. Bütün haya¬tı günahtan ibaret kalacak kadar günahkâr."
Mevdudî, tekfir konusunda en çok başvurulan âlimlerden birisidir. Tabii burada Mevdudî'nin kim¬seyi tekfir etmediğini, müşrik düzenlere karşı gel¬mediğini söylemiyoruz. Mevdudî, böyle bir taviz, ılımlılık ve cehâlet içinde değildir, ama o bütün in¬sanların tekfirine karşıdır. Bakınız bir başka eserin¬de bu meselelerle ilgili olarak neler söylüyor:
"Kur'ân-ı Kerim'i okuyup araştırdığım kadarıyla bu konuda şunu diyebilirim: Şirke bulaşan veya akî¬de ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla "müş¬rik" diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve dav¬ranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak ka¬bul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.
Buna delil olarak şu âyetleri gösterebiliriz. Kur’ân-ı Kerim'de Allah Teâlâ Yahudi ve Hristiyanların şirke düşüşlerini şöyle anlatıyor:
"Yahudiler, 'Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: 'Mesih Allah'ın oğludur’ dediler."
"Andolsun, 'Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır."; "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kâfir olmuşlardır."
Ancak, bütün bunlara rağmen Yahudi ve Hristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim'de müşrik lafzı kullanıl¬mayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kulla¬nılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan iliş¬kilerinden ayrı ele alınmıştır. Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi: "Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin." âyetine göre onların da kadınla¬rıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Ancak, Allah Teâlâ Kitap Ehli'nin kadınlarıyla evlenme hükmünü müşrik kadınlardan tamamen ayrı tut¬muş ve müslümanların onlarla evlenmesine cevaz vermiştir. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onla¬ra şöyle bir çağrıda bulunulmuştur:
"De ki, "Ey Kitap Ehli, aramızda ortaklaşa (ölçü ve âdil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin: (O da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiç bir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı rab edinmememizdir."
"Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da bir¬dir..."
Bunun aksine, Allah Teâlâ "müşrik" ıstılahını şir¬ki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullan¬mıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.s.) şöyle iti¬raz ediyorlardı: "Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler."
Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: "Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "ha¬yır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler."
Allah Teâlâ bu gibi kimseler için "müşrik" keli¬mesini kullanmakla iktifa etmemiş, iman ehlinin on¬larla olan ilişkilerini Ehl-i Kitap'tan farklı tutmuş¬tur.
Bu gerçekler gözümün önünde olduğu için, kelime-i tevhid'e inanan kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır cinsten muâmeleye tâbi tutul¬masını katiyetle câiz görmüyorum. Kitabullah'ı delil ve hüccet olarak kabul eden, dinin gereklerini inkâr etmeyen, şirki asıl din olarak benimsemek şurda dursun, kendisine şirk nispet edilmesini en kötü kü¬für olarak gören, ancak, te'vil ve yorumlama hatası dolayısıyla herhangi bir müşrikçe inanç ve davranış içerisine düşen kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır bir cinsten muâmeleye tâbi tutulmasını kesinlikle câiz görmüyorum. Söz konusu kim¬seler, şirki şirk bilerek böyle bir duruma düşmekten öte; bu inanç ve davranışlarının yanılgısı içerisine düşmüşlerdir. Bu yüzden bizim, bu gibi kimselere kötü lakaplar takacak yerde; hikmet, güzel öğüt ve delillere onların bu yanılgısını izâle etme yolunda çaba sarfetmemiz lâzımdır.
Şimdi siz kendiniz düşünün: Bu gibi kimselerle münakaşa ederken, onların inanç ya da davranışla¬rının tevhid inancının hilâfına olduğunu ispatlamak için Kur'an ve Hadis'ten deliller getirirken onların Kur'an ve Hadis'i delil ve hüccet olarak kabul ettiklerinden hareket etmiyor musunuz? Acaba siz bu de¬lilleri herhangi bir Hindu, Sih ya da Hristiyana kar¬şı da kullanıyor musunuz? Yine siz söz konusu kim¬selere; "bakınız, şöyle bir inanç taşımak şirktir, bun¬dan kaçınmak lâzımdır" derken, onların şirki büyük günah olarak gördükleri düşüncesini taşımıyor mu¬sunuz? Eğer böyle bir şey söz konusu olmasaydı sizin onları şirkten sakındırma kaygısına düşmenize ne gerek vardı ki?"

Seyyid Kutub ve Tekfir
Seyyid Kutub'u iyi anlamanın yollarından birisi de onu yakından tanıyanlara başvurmaktır. Onu en iyi tanıyanlardan birisi olan ve kendisi de değerli bir âlim olan kardeşi Muhammed Kutub, Seyyid Kutub’un tekfir konusunda yanlış anlaşıldığını çeşitli eserlerinde vurgulamıştır. Yine onu yakından izlemiş olan Muhammed Berekât bu konuyla ilgili özel bir eser kaleme almıştır. Şimdi Muhammed Berekât'ın görüşlerine bakalım:
Müslümanları Tekfir Ettiği İthamı
Hakkında çokça söz söylenmiş bir ithamdır bu. Bu ithamın yapıldığı ilk kişi Merhum Seyyid Kutub da değildir. Ancak, bu itham dolayısıyla Seyyid Kutub'un gördüğü zarar çağdaş diğer müslüman yazar¬ların gördüklerine kıyas edilecek olursa, kat kat faz¬la olduğu görülür. Önce Seyyid Kutub'un ne söyledi¬ğine bir bakalım; ikinci olarak onun ileri sürdüğü de¬lillere, üçüncü olarak da bizzat kendisi ileri sürme¬miş olmakla birlikte lehine sürülebilecek delillere bakalım; ondan sonra da onun lehine veya aleyhine hüküm verelim.
1- Tekfîr edilen kim?
Merhum şöyle demektedir: "Fakat bugün gerçek İslâmî hareketlerin karşı karşıya kalmış olduğu en büyük zorluk bunlarla ilgili değildir... Bu zorluk, bir zamanlar Allah'ın dininin kabul gördüğü, Dâru'1-İslâm olan topraklar üzerinde müslüman soydan gelen birtakım kimselerin varlığında müşahhas olarak or¬taya çıkmaktadır. Bir de bakmışsınız ki bu bir zamanların Dâru'l-İslâm olan topraklar üzerinde yaşa¬yan bu kimseler, gerçekte İslâm'dan uzaklaşmış ve yalnızca ona ismen bağlılığını açıklamaya koyulmuş¬tur. Gerçekte bunlar, İslâm'ın temel esaslarını, itikadda ve vâkıada kabul etmeyip tanımamakta, bu¬nunla birlikte itikaden İslâm'a bağlı olduklarını san¬makta bulunuyor."
"Bugün yeryüzünde adı müslüman adı olan, müslüman soyundan gelen bazı insanlar vardır. Vak¬tiyle İslâm Yurdu olan birtakım vatanlar vardır. Fa¬kat bugün ne o topluluklar bu anlamı ile Allah'tan başka ilâh olmadığına şâhitlik etmekte, ne de bugün o vatanlar bu anlamın kapsadığı gerçeklere uygun olarak Allah'ın dinine boyun eğmektedir."
2- 0nun kullandığı ifade ile tevhid şehâdetini ge¬tirmeyen bu tekfir edilen kimselerin niteliği nedir? Şöyle demektedir: "İslâm, Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet etmektir. Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet etmek ise, bu kâinatı yaratan ve onda dilediği gibi tasarrufta bulunan bi¬ricik yaratıcının Allah olduğuna, kulların ibâdet şe¬killerini ve bütün faâliyetlerini ibâdet olarak kendisi¬ne sunacakları biricik varlığın, kulların şer’î hükümleri kendisinden alacakları, kendisine boyun eğecek¬leri yegâne varlığın yalnızca Allah'ın kendisi olduğu¬na itikad etmekte müşahhas ifadesini bulur. Her¬hangi bir kimse Allah'tan başka ilâh olmadığına bu kapsam çerçevesi içerisinde şehâdet etmeyecek olur¬sa, gerçekte o şehâdet getirmemiş ve henüz İslâm'a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa ol¬sun, değişen birşey olmaz. Eğer herhangi bir toprak parçası üzerinde bu kapsamı ile Allah'tan başka ilâh olmadığı şehâdeti gerçekleşmeyecek olursa, orası Al¬lah'ın dinine göre yönetilen bir toprak parçası değil¬dir."
Müslümanların tanıyageldikleri kâfirlerin çeşit¬lerine ek olarak Seyyid Kutub, müslümana bir tanım getirmektedir. Öyle bir tanımdır ki bu; bu tanımın kendisine uymadığı her bir kimse aynı şekilde kâfir¬dir. Böyle bir tanımı sınırlandıran, belirleyen aşağı¬daki dikkat çekici hususlardır:
a- Yüce Allah'ın vahdâniyet, yaratıcılık, kâinatın her türlü işlerinin yöneticiliği (kayyûmiyet) gibi sı¬fatlarına iman etmek gerekir.
b- Namaz ve zikir gibi ibâdet çeşitlerinin Al¬lah'tan başkasına takdim edilmesi küfürdür. Müslü¬man kimse, bu gibi ibâdet çeşitlerini Allah'tan baş¬kasına sunamaz. Helâl ve haram ile ilgili konularda Allah'ın hükümlerinden başkasına boyun eğemez.
c- Helâl ve haram ile ilgili hükümleri Allah'tan başkasından almak küfürdür. Müslüman bir kimse ancak Allah'ın helâl kıldığını helâl ve ancak Allah'ın haram kıldığını haram kabul eder ve şerayi' diye ifa¬de edilen helâl haram hükümleri ile ilgili olarak O'nun hükümlerinden başkasına asla boyun eğmez.
İşte bu üç husus "Lâ ilâhe illâllah"ın kapsadığı anlamın çerçevesine direkt olarak girer. O halde bunlar tevhidin şartıdır ve ancak bunlarla birlikte kişi muvahhid olabilir, değilse olamaz.
Buna göre açıkça ortaya çıkıyor ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir müslümanı tefkir etmiyor. Aksine o, çoğu kimsenin kâfir olduklarını fark edemediği bir kısım insan türünün kâfir olduklarına dikkat çeki¬yor, o kadar. Açıkça görüldüğü gibi, anlaşmazlık ilk iki şart çerçevesinde olmayıp, -şayet söz konusu olursa- üçüncü şart ile ilgilidir. O da teşriin kendisinden alı¬nacağı makamın yalnızca Allah olduğuna itikad et¬mektir. Peki, teşrîi ibâdet şekilleri ile eşit değerde kabul ederken onun ileri sürmüş olduğu deliller ne¬lerdir?
Seyyid Ku¬tub'un fikirlerine göre, toplumda her ferdi tekfir et¬mek yanlış bir metottur. Seyyid Kutub'la ilgili olarak yanlış anlaşı¬lan en önemli mesele, yani herkesi tekfir etme konusuyla ilgili bir alıntı yapalım:
"... Biz insanları tekfir etmiyoruz. Biz diyoruz ki, insanlar, inanç sisteminin hakikatini bilmeleri, onun gerçek¬ten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslâmî yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, câhiliyye toplumunun durumunu andırır bir hale gelmiştir. Bu yüzden hareketin başlangıç noktası, İslâm nizamının kurulması tezi değil; İslâm inanç ve ahlâkının yeniden filizlenmesi olmalıdır. Yani sorun, insanlar hakkında bir hüküm vermekten zi¬yade, İslâmî Hareketin metoduyla ilgilidir."
Bu alıntı Seyyid Kutub'un son konuşmalarını içe¬ren eserinden yapılmıştır. Merhum şehidimiz İhvân-ı Müslimîn’den ayrıldığı dönemlerde ve yeni bir metod izlemeye çalıştığı süreçte yukardaki görüşleri açıkla¬mıştır.
Birçok insanın Kur'an'ın hak sözlerini bâtıla âlet ettiklerini tarihten öğreniyoruz. Bu durum bugün de gerçekleşmektedir. Hatta bu "hak ile bâtılı birbirine karıştırma" meselesi Kitap ve Sünnet üzerinde sınır¬lı kalmayıp âlimlerin görüşleri üzerinde de yapılmış¬tır. Bazı âlim ve yazarlarımızın hoşa giden, kendilerini destekler gibi görünen makaleleri alınmakta, ama aynı âlimlerin diğer görüşleri değerlendirme dışı bırakıl¬maktadır. Evet, nasıl ki Kur'an âyetlerinden bir kıs¬mını alıp diğerlerini gözardı ediyorlarsa aynı şeyi âlimlere de uyguluyorlar. Sözü tekrar Mevdudî'ye getirmek istiyoruz. Bazı görüşleri tekfire mesned yapılan Mevdudî bakınız içinde yaşadığı toplumunun in¬sanlarıyla nasıl konuşuyor:
"Sevgili kardeşlerim! Müslümanlara kâfir dam¬gasını vurduğumu asla düşünmeyin. Amacım bu de¬ğil…"

İbn Teymiye ve Tekfir
Tekfir konusunda adından özellikle sözedilen muvahhid âlimlerden birisi de İbn Teymiyye'dir. Ünlü eseri Mecmûu’l Fetevâ’da şunları ifade eder:
"Bütün bunlarla birlikte -benimle beraberliği olanlar da bilir ki- herhangi bir kişiyi tekfir etmek¬ten, fâsık ve isyankâr saymaktan (kâfir, fâsık ve âsî damgası vurmaktan) en çok sakındıran biri olmu¬şumdur. Ancak karşı çıkanın ya kâfir, ya fâsık veya âsî olacağı peygamberî bir delilin aleyhine sâbit ol¬duğu bilinirse o başka. Ben, Allah'ın bu ümmetin hatasını bağışlamış olduğunu ikrar ediyorum. Bu af, hem haberî, kavlî mes'elelerde, hem de amelî mes'elelerde sözkonusudur.
Şer, selef arasında savaşmaya kadar varmıştı, ama Ehl-i Sünnet her iki tarafın da mü'min olduğun¬da ittifak halindedir. Şunda da ittifak etmişlerdir ki, bu savaşlar onların adâletine (iman ve güvenilirliklerine) engel değildir. Çünkü savaşan, her ne kadar haddi aşmış ise de, kendine göre bir te'vili vardır, müteevvildir. Te'vil ise fıska mânidir (İctihadın sürüklediği hata itaatsizlik sayılmaz).
Onlara şunu da açıklıyorum: Yine seleften nakle¬dildiği üzere belli bir kişiyi kasdetmeksizin “kim şöy¬le şöyle derse kâfir olur” şeklindeki mutlak ifadeleri de aynı şekilde haktır. Ancak mutlak ifade (ıtlak) ile, ta'yin etmeyi (belirlemeyi) birbirinden ayırmak gere¬kir. Bu mes'ele, yani "vaîd" (yani azapla tehdit) mes'elesi, ümmetin ihtilâf ettiği büyük mes'elelerin ilkidir. Çünkü Kur'an'ın vaîd (tehdit) konusundaki âyetleri geneldir. Meselâ buyrulur ki: "Zulm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir." "Şöyle şöyle yapana, şu şu vardır" şeklindeki âyetler de aynı şekilde mutlak ve geneldir.
Bu âyetler selefin "Kim şöyle derse o şudur" şek¬lindeki genelleyici sözleri mesabesindedir. Şu da var ki, belirli bir kimseden, tevbesi, yok edici iyilikleri, keffaret olucu musibetler veya makbul bir şefaat gi¬bi şeylerle hakkındaki vaîd'in hükmü kalkar.
Tekfir de, vaîd kabilindendir. Çünkü her ne ka¬dar bir sözü Rasûlullah’ın (s.a.s.) söylediğini yalanla¬ma anlamı taşıyorsa da, kişi daha yeni müslüman ol¬muş veya uzak bir çölde yetişmiş olabilir. Aleyhine delil ve gerekçe bulunmadıkça böylelerinin bir şeyi inkâr etmesi tekfirlerini gerektirmez. Kişi bu nassları işitmemiş veya işitip de kendisince sâbit olmamış, veya elinde başka bir delil var da bunu te'vil durumunda kalmış -hata da etse bu durumda kalmış- olabilir.
İbn Teymiyye aynı eserinde "müslümanın tekfir edilmesi câiz midir?" sorusuna cevap olarak da şun¬ları söylüyor: "Bir müslümanı işlediği bir günah ve yaptığı bir hata sebebiyle tekfir etmek câiz değildir. Nitekim kıble ehli olan müslümanların ihtilâf ettikleri mes'elelerde durum böyledir.
Vaktiyle, Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz kendi¬leriyle savaşılmasını emrettiği, haktan uzak¬laşmış bulunan Hâricîler ile râşid halifelerden birisi olan mü'minlerin emiri Hz. Ali bin Ebî Tâlib muhâre¬be etmişti. Bu kimselerle çarpışmak gerektiği husu¬sunda, gerek ashâb ve tabiûn'un ileri gelenleri, ge¬rekse daha sonraki nesillerin imamları ittifak etmiş¬lerdir. Ama bu Hâricîleri ne Ali bin Ebî Tâlib, ne Sa'd bin Ebî Vakkas, ne de bir başka sahabî tekfir etmiş, bilakis kendileriyle çarpışmış olmakla beraber onla¬rı müslüman saymışlardır. Ayrıca Hz. Ali onlarla an¬cak haksız yere kan dökmeye ve müslümanların mallarını yağmalamaya başladıkları zaman savaşmıştır. Onları kâfir saydığı için değil, zulümle¬rini ve azgınlıklarını ortadan kaldırmak için çarpış¬mıştır. Bu sebeple de o, Hâricîlerin esir edilen kadın¬larına câriye, ele geçirilen mallarına da ganimet muâamelesi yapmamıştı.
Sapık oldukları nass ve icmâ ile sâbit bulunan bu kimseler, Allah ve Rasûlü kendileriyle çarpışılmasını emretmiş olmasına rağmen tekfir edilmediklerine göre, kendilerinden daha bilgili kimselerin dahi ha¬taya düşebildikleri bazı mes'elelerde hakka isâbet edememiş muhtelif gruplar nasıl kâfir sayılabilir¬ler?! Bu gruplardan herhangi birisinin bir diğer gru¬bu kâfir ilan etmesi, kanını ve malını helâl sayması kesinlikle câiz değildir. Kâfir sayılan bu grup arasın¬da kesinkes bid'atler bulunsa bile, durum aynıdır. Ama aksine bunlara küfür damgasını vuran fırka da bizzat bir bid'atçi ise bu takdirde ne demeli?! Hatta bazen bu damgacıların bid'ati daha da beter olabil¬mektedir. Genellikle bu fırkaların tamamı, üzerinde ihtilâf ettikleri hususların gerçek yönünü bilmemek¬tedirler.
Bir müslüman, bir diğerini tekfir etme ve¬ya onunla çarpışma konusunda bir te'vilden hareket ediyorsa bu takdirde kendisi tekfir olunmaz. Nite¬kim Ömer bin el-Hattab, ashabdan Hatıb b. Ebî Belta için: "Yâ Rasûlallah! Müsaade et de şu münafığın boynunu vurayım" demiş, Peygamber Efendimiz ise şöyle buyurmuşlardı: "Hatıb, Bedir Harbine katıldı. Sen nereden bileceksin ki, Cenâb-ı Hak Bedir ehli¬nin durumlarına muttalîdir ve onlar hakkında: ‘Di-lediğinizi yapın. Ben sizi bağışladım’ buyurmuştur." Bu hadis Buhârî ve Müslim'de mevcuttur. Buhârî ve Müslim'de İfk hâdisesiyle ilgili olarak şu rivâyet de yer alır: Üseyd b. El-Hudayr, Sa'd b. Ubâde'ye: "Sen bir münâfıksın!" diyenler bulunuyordu ve Hz. Pey¬gamber bunlardan hiçbirini kâfir saymıyor, aksine hepsinin de cennetlik olduğuna şehâdet ediyordu.
Aynı şekilde Buhârî ve Müslim’de Üsâme b. Zeyd'den ri¬vâyet olunduğuna göre, Usâme (harb sırasında) bir adamı "La ilâhe illallah" dedikten sonra (onun ölüm¬den kurtulmak için böyle dediğini düşünerek) öldür¬müştü. Buna çok kızan Hz. Peygamber, Usâme'ye ne kısas, ne diyet, ne de keffaret tatbikini gerekli görmüştür. Çünkü Usâme bir te'vilde bulunmuş, kelime-i tevhid getiren adamı bunu ancak ölümden kurtulmak üzere söyle¬diğini zannettiği için öldürmesinin câiz olduğunu sanmıştı.
Cemel, Sıffîn ve benzeri hâdiselerde bulunmuş selef-i sâlihîn birbirleriyle çarpışmışlardı ve bunların tamamı da mü'mindi, müslümandı. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur: "Eğer mü’minlerden iki grup savaşırlarsa onların arasını düzeltin. Şayet bi¬ri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adâletle onların arasını düzeltin ve (her hususta) âdil olun. Allah adâlet(le hareket) edenleri sever." Böylece Cenâb-ı Hak birbirleriyle çarpışmaları ve birbirlerine karşı azgınlık yapmalarına rağmen bunların mü'min ve kardeş olduklarını beyan etmiş ve aralarının adâletle düzeltilmesini emretmiştir."
Merhum İbn Teymiyye'nin aşağıdaki sözlerini de okuyacak olanlar belki daha da şaşıracaklardır:
“Nasıl olur da Muhammed (s.a.s.) Efendimizin ümmeti için, Allah'tan hiçbir delil olmaksızın, sırf zan ve hevâya göre bir şahıs ve bir grubu dost bilip, diğer bir gruba düşmanlık besleyecek kadar tefrika ve ayrılığa düşmesi câiz olabilir? Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem'ini böylesi kimselerden berî kılmıştır. Böyle bir şey, kendilerine muhâlefet edenlerin kanını helâl sayan ve müslümanların cemaatinden ayrılıp çıkan Hâricîler gibi, bid'at sahiplerinin yaptığı bir şeydir.
Ehl-i sünnet ve'1-cemaat ise, Allah'ın ipine sarıl¬mıştır. Grubçuluğun asgarî sınırı, kişinin hevasına uyan birini, ondan daha muttakî olsa bile bir başka¬sından daha üstün görmesidir.
Şu halde bize gerekli olan, Allah ve Rasûlünün takdim edip öne geçirdiklerini öne geçirmek onların geri bıraktıklarını geri bırakmak, Allah’ın ve Rasûlü’nün sevdiklerini sevmek, onların buğzettiklerine buğzetmek, Allah'ın Rasûlünün nehyettiklerini yasaklamak, onların rıza gösterdiklerine râzı olmaktır. Müslümanların tek bir el halini almalarıdır. Şimdi durum bazı kimselerde, haklı ve isâbetli olup Kitap ve Sunnet'e muvâfık da olduğu halde başkalarını sapık görüp kâfir saymaya kadar varınca acaba hâlimiz nasıl olur?! Kaldı ki bu kişilerin bir müslüman kardeşi, dinî mes'elelerden herhangi birisinde hata et¬miş bile olsa, her hata eden kişi kâfir ya da fâsık ola¬cak değil ya!.. Hak Teâlâ bu ümmet için hatayı ve unutmayı affetmiştir. Cenâb-ı Hak, Kitab-ı Mübîn'inde, Hz. Peygamberin ve mü'minlerin duâsını naklederken buyurmaktadır: "Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!" Sahih bir hadis¬te, bu duâya mukabil Cenâb-ı Hakk'ın: "Kabul et¬tim!" buyurduğu ifade olunmuştur.
Özellikle şunu belirteyim: Bazen size uygun olan bir kişi İslâm'dan daha özel bir çerçevede bulunur. Meselâ sizinle aynı mezhebe bile bağlıdır. Ama buna rağmen bir mes'elede size muhâlefet eder ve olur ki o isâbetli ve haklıdır. Şimdi, Cenâb-ı Hak, müslümanların ve mü'minlerin hak ve hukuklarını da belirtmişken nasıl olur da bu kişinin ırzı, malı ve kanı helâl sayılabilir?! Ve nasıl olur da, ne Allah'ın kitabında, ne Rasûlü'nün Sünnet'inde aslı esası olmayan uydurma, bid'at bazı isimler sebebiyle bu ümmetin parça par¬ça edilmesi câiz olabilir?!
Bu ümmet arasında cereyan eden âlimlerini ve ileri gelen zevâtını parça ve gruplara ayırma; evet, işte bu husus, düşmanların bu ümmete musallat olmasını gerektiren husustur. Ve bu durum onların başına, Allah ve Rasûlüne itaatla amel etmeyi terketmeleri yüzünden gelmiştir. Nite¬kim Hak Teâlâ şöyle buyurur: '"Biz Hristiyanız" di¬yenlerden de söz almıştık, ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden kıyâmet günü¬ne kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık."
İşte böylece insanlar ne zaman Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine emrettiklerinin bir kısmını terketmişlerse, aralarında düşmanlık ve kin zuhur etmiş, halk parçalara ayrıldığı zaman fesâda düşmüş ve helâke uğramışlardır. Ama birleşip beraber oldukları za¬man, durumlar düzelmiş ve hâkimiyet sağlamışlar¬dır. Çünkü cemaat rahmettir; ayrılık ise azaptır.
Bütün bu hususların düğüm noktası, emr-i bil-ma'rûf, nehy-i ani'l-münker (iyiliği emredip, kötü¬lükten sakındırmadadır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Ey inananlar, Allah'tan size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Al¬lah) kalblerinizi birleştirdi, O'nun nimetiyle kardeş¬ler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarın¬da bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Al¬lah size âyetlerini böyle açıklıyor ki yola gelesiniz, içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men'eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir." Birlik ve beraberbliği emretmek, emr-i bi'1-ma'rûf cümlesindedir; ayrılık ve tefrikadan sakındırmak ve Allah'ın Şeriatından çıkanlara hadleri tatbik etmek de nehy-i anil-münker'dendir."
Ayrıca, İbn Teymiye, Minhâcu’s-Sünne adlı eserinde: “Mü’minin tekfiri küfürdür” der.

Seyfuddin el-Muvahhid ve Tekfir
Daha önce birçok insanın hakkı bâtıl ile karıştır¬dığını söylemiştik. Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşle¬rini yaymak için okunmasını şiddetle tavsiye ettikleri bir eser olan Ş. Seyfuddin el-Muvahhid'in "İman" adlı eserine bakalım:
"Fakat herkes tarafından açık bir şekilde bilin¬meyen bir küfrü olan kişileri, o küfrünü bilmediğin¬den dolayı tekfir etmeyen küfre rızâ göstermiş ol¬maz. Meselâ: Kişi demokrasiye inanıyordur. Demokra¬siye inanmak ise küfürdür. Çünkü demokraside hâ¬kimiyet halka verilmiştir. İslâm'da ise hâkimiyet yalnızca Allah'a aittir. Kişi demokrasinin bu mânâya geldiğini bilmeyebilir. Bu kişiye önce bu durum izah edilir. Eğer düşüncesinde ısrar ederse tekfir edilir.
Tekfir edilecek kişinin küfründe bütün âlimlerin icmâ etmiş olmaları gerekir. Bazı âlimler tekfir et¬mesine rağmen bazıları etmemişse bu kişiyi tekfir etmeyen kişi tekfir edilmez. Meselâ: Hâricîleri ve namazı inkâr etmeden terkeden kişileri tekfir etmeyenleri tekfir etmemek gibi. Allah Teâlâ imanı ve küfrü Kur'ân-ı Kerim'de açık bir şekilde belirtmiş ve Rasûlullah da (s.a.s.) sa¬hih hadis-i şeriflerinde bunları bize açıklamıştır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim ve sahih sünnete açık küfür olan bir şeyi yapan kişi kâfir olarak isimlendirilir. Kâfir olan bu kişiyi tekfir etmeyen de Allah'ın hük¬müne karşı gelip başka bir hüküm verdiğinden dola¬yı kâfir olmuş olur.
Belli Bir Şahsın Tekfir Edilmesi: Bazı sözler ve ameller vardır ki bunların yapıl¬ması küfürdür. Fakat şahıslara indirgendiğinde du¬rum değişir. Bazı ameller küfür olduğu halde, bunla¬rı yapan kişiler duruma göre kâfir olabilir veya ol¬mayabilir. Fakat bazı ameller de vardır ki, bunları yapan kişi, durumu ne olursa olsun kâfirdir. Örneğin, bir adamın Kur'an parçalarını pisliğe at¬tığını gördük. Yaptığı bu amel küfürdür. Fakat bu kişi¬yi tekfir etmeden önce onun durumunu araştırmak gerekir. Bu kişi hakkında şunları bilmek gerekir: Bu kişi attığı her şeyin Kur'an olduğunu ve necasete at¬tığını biliyor mu? Çünkü şahıs okuma yazma bilmi¬yorsa attığı şeyin Kur'an olduğunu bilmeyebilir. Eğer kişi attığı şeyin Kur'an olduğunu biliyorsa onu tekfir edebiliriz. Aynı şekilde Kur'an'a basan kişiyi gördüğü¬müzde, yaptığı amel küfür olmasına rağmen tekfir etmeden önce onun durumunu araştırırız. Belki bu kişi kördür ve üzerine bastığı şeyin Kur'an olduğunu bilmiyordur.
Fakat bazı ameller ve sözler vardır ki kişinin ni¬yetine bakmadan, araştırmadan tekfir etmeyi gerek¬tirir. Bu, küfrünü gördüğümüz veya fâsık olmayan ve doğru söylediğinden emin olduğumuz bir kimseden duyduğumuz ki¬şi içindir. Örneğin bildiği bir dille Allah'a, Rasûlüne söven kişi, eğer deli değilse ve baskı altında değilse niyetine bakmadan tekfir edilir. Allah'ın kanunlarını bir tarafa bırakıp insanların koyduğu kanunlarla hükmeden hâkim, niyeti ne olursa olsun tekfir edilir. Bunu tekfir etmeyen kişi de açık küfrü olan birisini tekfir etmediği için tekfir edilir.
İnsanlar hakkında zâhire göre hüküm verilir. Al¬lah imanı ve küfrü açık bir şekilde bildirmiştir: Bir müslümandan küfrü gerektiren bir söz veya amel sâ¬dır olursa, zâhiren kâfir olduğuna hükmederiz ve dünyada hak ettiği cezayı ve hükümleri veririz. Fa¬kat uhrevî durumu Allah'a aittir. Çünkü biz insanın kalbinden geçeni bilmediğimizden zâhire göre hü¬küm veririz. Allah ise kalbe göre hüküm verir. Bizim zâhirine bakarak müslüman zannettiğimiz bir kişi Allah katında kâfir olabilir; kâfir zannetiğimiz de Allah ka¬tında müslüman olabilir.
Abdullah b. Utbe b. Mes'ud (r.a.)'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Ömer (r.a.)'den işittim. O şöyle diyordu: "Rasûlullah'ın vefatı ile vahiy kesilmiştir. Bugün sizi, gördüğümüz amellerinizden dolayı sorumlu tutarız. Bu yüzden kim bize hayır ve adâlet gösterirse, onu emin sayar ve güvenilir kabul ederiz. Onların gizli hallerini araştırmak bize düşmez. Gizli hallerinin hesabını da Allah görür: Bize zâhiren fena hal gösterenlerden de emin olamayız. Niyetinin iyi olduğunu söylese bile ona inanmayız."

Muhammed Kutub ve Tekfir
Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşlerini çarpıttıkları ve kendilerine uyan görüşlerini aldıkları diğer bir âlim Muhammed Kutub bakın neler söylemektedir:
"Bütün durumlarda imanın hâkimiyeti sıfır de¬ğildir. İnsanın İslâm’ın amellerinden hiçbirini yap¬maması şeklinde varlığı ve yokluğu denk olmaz. Masiyet ulemânın icmâı ile insanı İslâm'dan çıkart¬maz."
"Muâsır, günümüz müslümanının hali budur. Lâ ilâhe illâllah bütün muhteva gereklerinden tecrid edildi..." "Evet... Bu düşük derecede de olsa, İslâm daire¬sinde olan müslümanların bulunması, büyük kap¬samlı hakikatinden uzaklaştırılmalarına rağmen gerçeğe yeniden dönmelerine karşı güven vermiyor¬du..."
"Sözü bu noktaya getirdik ki kimileri mevcut ne¬sillere kâfir oldukları hükmünü vereceğimizi tasav¬vur ediyorlar... Diğer kitaplarda sorunumuzun, in¬sanlara hüküm çıkarmak olmadığını yazdık. Bu¬gün İslâm topraklarında yaşayan insanlara İslâm veya küfür hükmü vermemiz onları cehenneme ya da cennete koyacak değildir... Bugün İslâm toprakların¬da yaşayan toplumlara "câhiliye toplumları" dediğimizde bununla ehlinin müslüman olmadığını, onların kâfir olduğunu kast ettiğimizi zannedenlere de burada diyoruz ki; topluma verilen bir hüküm şahıs¬lara münsarif (tek tek bireyler için) değildir. Bugün İslâm toprağın¬da yaşayan insanlar karmaşık bir yapı gösteriyorlar, tek bir hükme girmezler. Şüphesiz içlerinde müslümanlar vardır. Bunu zâhire göre söylüyoruz. Çünkü lâ ilâhe illâllah diyor, ibâdet edip câhiliyeyi reddede¬rek Allah'ın dinini arzu ediyorlar. İçlerinde şüphesiz kâfirler de vardır. Çünkü lâ ilâhe illâllah deseler de Allah'ın dininin üstünlüğünü reddediyorlar...”
"İnsanlar günümüzde bu durumun İslâm’dan kop¬mak olduğunu ve imanın aslını yıkacağını bilmiyor olabilirler. Bu insanlar hakkında hüküm verme problemine dalmak istemiyoruz; onlar bu cehâletle¬rinde mâzur mudurlar, değil midirler? Burada o ko¬nuya değinmeyeceğiz..."
"İbâdetin tek başına şekil olarak edâsı, dünya ha¬yatı için "İslâmî kişilik" verebilir ve yapana da müs¬lüman ahkâmını tatbik ettirir..." "Müslümanlar şu anda çağdaş câhiliyeyi, ilmi, maddî, teknolojik ve örgütsel kalkınmada geçeme¬mişlerdir. Ama yine de câhiliyenin bugün, yarın ve hiçbir zaman sahip olamayacağına sahiptirler; Sahih bir akîde ve sahih bir metodun sahibidirler..."

İbn Kayyim el-Cevziyye ve Tekfir
Îman ve Küfrün Mâhiyeti
Küfür ile iman biribirlerine karşıt olan iki şeydir. Birisinin yok olması diğerinin var olması demektir. İmanın çeşitli şubeleri bulunmaktadır. Her şubesine de iman denilmektedir. Namaz ve oruç da imandan sayılır. Bâtınî amellerden olan hayâ, tevek¬kül, Allah'tan korkma ve O’na yönelme de imandan¬dır. Bu saydıklarımız ve daha niceleri imanın bir şubesidir. Bu şubeler "yolda bulunan eziyet verici bir şeyi yoldan kaldırmak'la son bulur. Bunu yap¬mak da imanın şubelerinden bir şubedir. Bu şubele¬rin içerisinde imanın yok olmasıyla ilgili şubeler de vardır. Örneğin şehâdet şubesi gibi. (Tevhid kelimesini terketmek) ve aynı zamanda terkedilmesiyle birlikte imanın var olmasını gerektiren şubeler de vardır. Örneğin, yolda eziyet veren bir şeyi kaldırmamak. Bu iki şube, yani (en yüksek şube olan şehâdet ve en son olan eziyet veren şeyi kaldırmak) arasında birbi¬rinden ayrı ve büyük şubeler bulunmaktadır. Bunla-rın bir kısmı şehâdet şubesiyle ilgilidir ve ona daha da yakındır. Bu şubelerden bir kısmı da yolda eziyet veren bir şeyi kaldırmakla ilgilidir ve ona daha yakındır.
İmanda olduğu gibi küfür de şubelere sahiptir. Nasıl ki imanın şubeleri imansa, küfrün şubeleri de küfürdür. Hayâ iman şubelerinden bir şube olduğu gibi, hayâsızlık da küfür şubelerinden bir şubedir. Doğruluk imanın kısımlarından olduğu gibi, yalan da küfrün kısımlarındandır. Nasıl ki namaz, zekât, hacc ve oruç imanın şubelerinden olduğu gibi, bunları terketmek de küfrün şubelerin¬den bir şubedir.
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek imanın şube¬lerindendir. Allah’ın indirdikleriyle hüküm etmemek de küf¬rün şubelerindendir. İtaatin tümü imanın şubelerinden birisi olduğu gibi, âsîliğin tümü de küfrün şubelerindendir.
İmanın şubeleri iki kısma ayrılır:
1- Kavlî (sözle ilgili),
2- Fiilî (amelle ilgili) kısımdır.
Aynı zamanda küfrün şubeleri de:
1- Kavlî (sözle ilgili)
2- Fiilî olmak üzere iki kısımdır.
İmanın kavlî kıs¬mının yok olmasıyla imanın yok olmasını gerektiren şubeleri vardır. Aynı şekilde, imanın fiilî kısmının yok olmasıy¬la da imanın yok olmasını gerektiren şubeler vardır.
Küfrün, kavlî ve fiilî kısımları da imanın kısımları gibidir. Yani sözlü olarak ve isteyerek küfür kelimesini söylemek küfür şubelerinden bir şubedir. Aynı zamanda fiilî olarak da küfrü ge¬rektiren bir şey yapmak küfrün şubelerindendir. Meselâ puta tapma, Kur'an'la alay etme gibi.
Başka bir esas daha vardır, o da imanın hakika¬tinin kavil (söz) ve amelden müteşekkil olmasıdır. Kavlî iman iki kısma ayrılır. Dilin kavli ki bu da İslâm kelimesiyle konuşmaktır. Amelî iman da niyet ve ihlâstır. İkinci kısım da uzuvların amelidir. Şayet bu dört nitelik bir kimsede yok olursa o kimsede imanın tamamı yok olur. Bu dört şey de şunlardır:
1- Kavli’l-kalb,
2- Kavli'l-lisan,
3- Ameli'l-kalb,
4- Ameli'l-Cevârih.
Şayet kalbin tasdiği yok olursa, diğer parça¬lar hiçbir fayda vermez. Çünkü kalbin tasdiği itika¬dın olması için şarttır. Bu olduktan sonra faydalı bir iman olur. Sâdık bir itikadla birlikle kalbin amelinin yok olma hali konusunda mürcie mezhebi ile ehl-i sünnet arasında olan bir savaş (mücâdele) söz konu¬sudur. Çünkü ehl-i sünnet, kalbin amelinin yok olma¬sı halinde tasdiğin hiçbir faydasının olmadığı ve imanın yok olduğu görüşünde toplanmışlardır.
İman yalnızca tas¬dikten ibaret bir şey değildir. Oysaki iman (aynı za¬manda) bağlanma ve itaat için lâzım olan şeyleri tas¬dikten de ibarettir.
Hidâyet yalnızca Hakk'ı bilmekten ibaret değil¬dir. Oysaki hidâyet vâcip olan bilinenlerle amel edil¬mesi ve lâzım olan şeylere tâbi olunmasının bilinme¬sidir.
Şayet ilk tarife hidâyet denilirse bu tam bir hidâyet olmuş olmaz. Nasıl ki itikadın tasdiğine hidâyet denmezse bu tasdik de iman için lâzım olan tasdik değildir. Müslümanın bu esasları, iyi bilmesi gerekir. Başka bir esas daha vardır o da küfrün iki çeşit olmasıdır:
1- Amelî küfür,
2- İnkârî ve inadî küfür.
İnkârî küfür Allah Teâlâ tarafından Rasûle gönderilmiş olduğu bilinen bir şeyde, inkâr ve inad edilmesidir. Meselâ Rabbin hükümlerini, fiillerini, sıfatlarını ve isimlerini inkâr etmek gibi. Bu çeşit küfür bütün yönleriyle imana zıttır.
Fakat amelî küfür ise imana zıt olan ve imana zıt olmayan küfür olarak ikiye ayrılır. Amelî küfürden olup imana da zıt olan şeylerden bazılarını şöyle zikredebiliriz: Puta tapma, Kur'an’la alay, peygamber öldürmek ve ona sövmek imanın zıddı olan amellerdir.
Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemek, yine na¬mazı terketmek kesin olarak amelî küfürden sayılır¬lar. Allah ve Rasûlü buna küfür ismini verdikten sonra bunlardan küfür ismini kaldırmak mümkün de¬ğildir. Allah'ın indirdikleriyle gelen hadislere dayanıldığında (da yine) namaz kılmayan bir kimse kâfir¬dir. Fakat bu küfür şekli itikadî bir küfür olmayıp amelî bir küfürdür (yani insanı İslâm dininden çı¬karan mutlak anlamdaki küfür değildir.)
Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen birisi¬ni Allah kâfir olarak vasıflandırdıktan, kâfir olarak isimlendirdikten sonra, onlara bu ismi vermemek mümkün değildir. (Kesinlikle bu isim¬le anılmalıdırlar). Rasûlullah (s.a.s.) komşusunun kendisinden emin olmadığı kimseden, içki içen kimseden, zina ya¬pan kimseden imanı zaîl kılmış, yok saymıştır. Bu kimselerden imanın izâle edilmesi, bunların amel yönünden kâfir olduklarını göstermektedir; yoksa (onların bu durumu) itikad ve inkâr küfrü olarak gösterilmemiştir (yani bu ameller inkârî kü¬für değildirler).
Ve nitekim de Rasûlullah (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Bazılarınızı bazılarınızın boynunu vurup da kâfir olarak bana dönmeyin."
İşte buradaki küfür amelî küfürdür. Başka bir hadiste ise; "Kim, kâhini (falcıyı) doğrular ve kadına arkadan yaklaşırsa, o Muhammed'e küfretmiştir.", yani inkâr etmiştir.
Diğer bir hadiste ise; "Şayet bir adam kardeşine "sen kâfirsin" derse bu söz ikisinden birisini küfre götürür."
Başka bir hadiste; "Hile yapan, bizi aldatan bizden değildir.” buyurmuştur.
Yine bir hadisinde; “Kendi nefsi için istediğini din kardeşi için de istemeyen iman etmiş olmaz.” buyurur.
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîmde kitabının bazılarıyla amel edeni mü’min kitabın bazısını terkedeni de kâfir olarak göstermiştir. Şu âyet-i kerime bize ışık tutmaktadır: "Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız!’ diye sizden söz almıştık. Göz göre göre biribirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz, onla-ra karşı günah ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz. Onları, çıkarmak size yasaklanmışken (çıkarı¬yorsunuz sonra da) esir olarak geldiklerinde fidyele¬rini verip kurtarıyorsunuz. Yoksa siz, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir."
Allah Teâlâ bu âyette kendilerine emretmiş ol¬duğu ve uymalarını istemiş olduğu sözden bahset¬mektedir. Bu söz alma onların bunu tasdik ettikleri¬ne delâlet etmektedir ki onlar biribirlerini öldürme¬yeceklerine ve biribirlerini yurtlarından çıkarmaya¬caklarına dair söz vermişlerdi Daha sonra Allah Teâlâ onların bu emre karşı geldiklerini ve onlardan bazılarının bazılarını öldürdüğünü ve onları kendi yurtlarından çıkardıklarını haber vermektedir. Bu, onların kitapta kendilerinin işledikleri kü¬fürleridir. Daha sonra aynı fırka (yani yurtlarından kendileri tarafından çıkarılmış kimseler) esir olarak geldiklerinde fidyelerini verip onları kurtarıyor. Bu da onların kitapta kendilerine haber verilen imanla¬rıdır: Onlar söz verdikleri şeyleri yerine getirmekle mü’min, o söz verdiklerini terketmiş olduklarından dolayı kâfirdirler.
Amelî imanın karşıtı amelî küfürdür. İtikadî imanın zıddı ise ıtikadî küfürdür. Rasûlullah (s.a.s.) bu söylediğimiz şeyleri sahih olan hadisinde ilân etmektedir: “Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.”
Rasûlullah bu hadiste sövmeyle öldürmeyi biribirinden ayırmıştır. İkisinden birisini (sövmeyi) fâsıklık olarak nitelendirmiştir ki, bununla da kâfir ol¬maz. Diğerini de (yani öldürmeyi) küfür olarak nite¬lendirmiştir ki buradaki küfür amelî bir küfür olup itikadî bir küfür olmadığı mâlûmdur ve bu küfür, in¬sanı İslâm dairesinden tümüyle çıkarmaz. Nasıl ki zina yapan, hırsızlık yapan ve içki içen biri¬si İslâm dairesinden çıkmıyorsa, bu işleri yapan da İslâm dairesinden çıkmaz.
Bu açıkladığımız şeyler İslâm ve küfrün gerekle¬rini ve kitabı bütün ümmetten daha iyi bilen ashâbın sözüdür. Bu meseleler ancak ve ancak onlardan alınır. Müteahhirinler (İlk üç nesilden sonra yaşayan âlimler) ashâbın buradaki muradını anlamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Bunlardan bir kısmı büyük günahlarla insanları İslâm dairesinden çıkardılar ve bunu yapanın ebedî olarak ateşte kalacağına hükmettiler. İkinci grup ise, bu özellikte olan insanları mü’min olarak değerlendirdiler. Birinci kısım Gulat (aşırı olanlar)dır. İkinci kısım ise hakikatten uzaklaşan¬lardır. Allah Teâlâ, ehl-i sünnete orta sözü söyledi¬ği (vasat olduğu) ve örnek bir yol tuttuğu için onlara hidâyetini bahşetti.
İşte burada küfrün dışında başka bir küfür, nifa¬kın dışında başka bir nifak, şirkin dışında başka bir şirk, fâsıklığın dışında başka bir fâsıklık ve zulmün dışında başka bir zulüm olduğu ortadadır.
“Kim Allah’ın hükmüyle hükmetmezse, işte onlar kâfirle¬rin ta kendileridirler” âyetinin tefsirinde İbn Abbas'ın “bu küfür, insanları İslâm’dan çıkaran bir küfür değildir (yani mutlak, gerçek mânâdaki küfür değildir) dediği rivâyet edilmiştir. Bu konuda diğer rivâyet de şöyledir: Abdurrezzak der ki: M'amer İbn Tâvus bize ha¬ber verdi ki, o da babasından duymuştur ki: İbn Abbas'a “Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendisidir” âyeti soruldu. İbn Abbas dedi ki: Onların böyle olmaları küfürdür. Yalnız bu küfür, Allah'ı, melekleri, kitaplarını ve peygamberlerini inkâr edenin küfrü gibi bir küfür değildir. Tâvus da bu âyet-i kerimenin hükmü için; "Bu kü¬für insanı İslâm milletinden çıkartan bir küfür değildir" demiştir. Vakî'nin Süfyan'dan aldığı rivâyete gö¬re Atâ şöyle demiştir: "Küfrün dışında bir küfür, zulmün dışında bir zu¬lüm, fâsıklığın dışında başka bir fâsıklıktır." Atâ'nın söylemiş olduğu bu şeyi anlayan kimse için Kur’ân-ı Kerim'deki âyetler açık bir burhan olarak ye¬ter. Şöyle ki:
Allah Teâlâ, Allah'ın indirdikleriyle hüküm etmeyeni Kur’an’da kâfirlikle vasıflandırmıştır. Aynı zamanda Rasûlüne ineni inkâr eden kimseyi de kâfirlikle isimlendirmiştir. Bu iki küfür şekli eşit dü¬zeyde değildir. Allah başka bir âyette “kâfirler, zâlim¬dir” buyurmuştur. Nikâhta, talâkta, ücret vererek karısını boşamakta ve boşandıktan sonra karısını reddetmekte Allah'ın sınırını aşanı zâlim olarak Allah Teâlâ şu âyette isimlendirmiştir: “Kim Al¬lah'ın sınırlarını aşarsa kendi nefsine zulmetmiş olur.” Ve Allah'ın peygamberi olan Yûnus (a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Senden başka ilâh yok¬tur. Sen eksiklerden uzaksın, yücesin. Ben zâlimler¬den oldum.” Âdem (a.s.) ise; “Ey Rabbimiz nefsimize zulmettik.” Mûsâ ise; “Ey Rabbim kendi nefsime zulmettim, beni bağışla.” Bu âyet¬te geçen zulüm, “kâfirler zâlimlerin ta kendileridir” âyetindeki zulüm gibi değildir.
Allah Teâlâ başka bir âyette kâfiri fâsık olarak isimlendirmiştir: “Onunla ancak fâsıkları saptırır, onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a ver¬dikleri sözü bozarlar.”
Başka bir âyette ise; “Andolsun sana apaçık âyet¬ler indirdik. Onları fâsıklardân başkası inkâr etmez.” Buna benzer âyetler Kur'ân'da çoktur.
Yüce Allah başka bir âyette ise müslümanı fâsık olarak isimlendirmektedir: “Ey iman edenler, size fâsık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın yoksa bilmeyerek bir toplulu¬ğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza piş¬man olursunuz.” Bu âyet-i ke¬rime İbn Ebî Âs'ın hükmü hakkında inmiştir. Bu¬radaki fâsıklık diğer fâsıklık gibi değildir.
Nur sûresinin 4. âyetinde; "Namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şâhitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir." Bu âyet¬le ilgili olarak İbn Abbas der ki: "Rabbinin emrinde fâsık oldu."
Yine Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kim o aylarda haccı (kendisine) farz ederse bil¬sin ki haccda kadına yaklaşmak, günah işlemek yok¬tur." Buradaki fâsıklık da diğer fâsıklıklar gibi değildir. Küfür iki çeşittir. Zulüm de, fâsıklık da aynı za¬man da cehâlet de iki çeşittir.
1- Küfür halinde, küfür şeklinde olan cehâlet. Şu âyette olduğu gibi: "Affı tut, iyiliği emret, câhillere al¬dırış etme."
2- Küfür olmayan cehâlet. O da şu âyette olduğu gibidir: "Allah'a göre şu kimselerin tevbesi makbuldür ki câhillikle bir kötülük yapıp hemen ardından tevbe edenler."
Aynı zamanda şirk de iki çeşittir. Birincisi; in¬sanı İslâm dairesinden çıkartan büyük şirk. İkincisi de; insanı İslâm dairesinden çıkartma¬yan küçük şirk. Bu küçük şirk, amelî şirk olan riyâ¬kârlık gibidir.
Allah Teâlâ büyük şirk için şöyle buyuruyor; "Kim Allah'a şirk koşarsa Allah onun cennete girme¬sini haram kılar ve onun gideceği yer ateştir." Diğer bir âyet ise şöyledir: "Kim Allah'a ortak koşar¬sa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgar onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir."
Küçük şirk olan riya hakkında ise Allah şöyle bu¬yurmaktadır: "Kim Allah'a kavuşmak istiyorsa sâlih bir amel işlesin ve ibâdetinde Rabbine hiç kimseyi şirk koş¬masın." Yine bu tür küçük şirk hakkında Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu hadisleri vardır: "Kim Allah'tan başka bir şeye yemin ederse muhakkak ki şirk koşmuştur yahut küfretmiştir."
Bu hadisi Müslim, Ebû Davud ve başkaları rivâyet etmiştir. Bi¬linmektedir ki kim Allah'tan başkasına yemin eder¬se İslâm dairesinden çıkmaz ve ona kâfirlik hükmü verilmez. Yine Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu sözleri de ay¬nı mâhiyeti taşımaktadır: “Gizli şirk bu ümmette karıncanın ayak sesinden daha da hafiftir (gizli ve sessizdir).” buyurdu.
Bakın, nasıl ki küfür, şirk, fısk, zulüm ve cehâlet kısımlara ayrılıyor ve insanı İslâm dairesinden çıka¬ran küfür ile İslâm dairesinden çıkarmayan küfür diye ikiye ayrılıyorsa, bu kavramlar gibi nifak kavra¬mı da iki çeşittir. İtikadî nifak ve amelî nifak:
İtikadî nifakla Allah, Kur’ân-ı Kerimde münâfık¬ların inkârlarını belirtmiş ve onlara cehennemin en alt tabakasını vâcip kılmıştır. Amelî nifak ise Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu hadisinde geldiği gibidir: "Münâfığın alâmeti üçtür. Konuştuğunda ya¬lan konuşur. Söz verdiğinde sözünde durmaz ve ema¬nete hiyanet eder." Başka bir sahih hadiste: "Dört şey vardır ki kimde bulunursa saf münâfıktır. Kim¬de bu dört hasletten (meziyetten) bir tanesi bulunur¬sa o kimsede münâfıklıktan bir haslet bulunmuştur. Ta ki bu hasletini terketmeyene kadar. Konuştuğunda yalan konuşur. Söz verdiğinde yerine getirmez. Düşmanlık yaptığında yalan söyler kendisine birşey emanet edildiğinde ihanet eder." İşte (böylece) amelî nifakla imanın aslının bir arada bulunması müm¬kündür. Şayet bu özelliklerden bulunursa ve ısrar edip devam ederse her ne kadar namaz kılıp oruç tutsa ve müslüman olduğunu iddia etse bile bu kim¬se İslâmdan tümüyle çıkmış olur. Çünkü "iman" mü’minlerden bu gibi şeyleri terketmelerini istiyor. Şayet bir kulda iman kâmil olursa ve onu nehyeden sözlerden terketmeye engel olmazsa bu kişi hâlis/tam münâfık olur. İmam Ahmed bin Hanbel'in şu sözü de buna delâlet etmektedir:
İsmail bin Said, Ahmed bin Hanbel'e: "Büyük gü¬nah işlemede ısrarlı olan ve onu kendi gücüyle iste¬yen bir kimse bu büyük günaha rağmen namaz, zekât ve orucu bırakmıyorsa bu ısrar edenin hali bu şe¬kilde mi olur?" diye sordum, Ahmed bin Hanbel dedi ki; ‘Bu kimsenin durumu Rasûlullah’ın söylemiş olduğu şu hadisteki kimsenin durumu gibidir: ‘Zina eden kimse zina yaptığında mü’min olarak zina yapmaz’ yani imandan çıkar, İslâm'a dâhil olur.” Peygambe¬rimiz (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "İçki içen kimse mü’min olarak içki içmez. Bir şeyi çalan kimse çaldığı zaman mü'min olarak çal¬maz." İbn Abbas'ın da şu âyetteki tefsiri “Allah'ın indirdikleriyle hüküm etmeyenler kâfirlerin ta ken¬dileridirler.” Bu âyetin içindeki "küfür" sorulunca İbn Abbas: “Bu küfür insanı dinden çıkartan bir kü¬für değildir", dedi. İmanın dışında bir iman olduğu gibi küfrün dışında bir küfürdür. Bu durum bunun dışında bir emir (durum) gelmeyinceye kadar devam eder."
İman ve küfür bir arada bulunabilir mi? Şüphe¬siz hayır! İman ve küfür bir arada bulunamaz; ancak bu, mutlak anlamda bir arada bulunmama olayıdır. Yani itikadî anlamda küfür ile itikadî anlamda iman bir arada bulunamaz. Fakat bir kişide iman olduğu halde, amelinde küfür bulunabilir. Bu durumu İbn Kay¬yım şöyle açıklıyor:
"Burada açıklanması gereken bir gerçek daha vardır, o da bir kişide iman ve küfrün bir arada bu¬lunmasıdır. Aynı zamanda şirk ve tevhid; takvâ ile fâcirlik (fücûr); nifak ile iman bir arada bulunabilir. Bu kaide ehl-i sünnette bulunan en büyük temeldir.”
Bu konuda Hâricîye, Mûtezile ve Kaderiye mezhepleri, Ehl-i sünnete muhâlefet etmektedirler. Büyük günah işle¬yenlerin cehennemde kalmaları ve cehennemden çıkmaları meselesi de bu esas üzerine açıklanır. Bu esasa Kur’ân-ı Kerim, sünnet, fıtrat ve icma-i sahâbe delâlet etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır; "Onların çoğu Allah'a şirk/ortak koşmadan inanmazlar." Allah Teâlâ bu âyette iman ile şirkin bir arada olduğunu ve kendisine imanla birlikte on¬ların şirkli durumda olduklarını ispat ediyor. Başka bir âyette ise şöyle buyurmaktadır; "Bedeviler (çölde yaşayan köy¬lüler) "iman ettik" dediler. De ki; "Siz mü’min olmadınız" fa¬kat "İslâm olduk" deyin. Fakat henüz İslâm kalbinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz Allah yaptıklarınızdan hiçbir şey eksiltmez. Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir." Bu âyet-i kerime Bedevîlerin imanının izâle edilmesiyle birlikte, onlara İslâm’ı/müslümanlığı ve Allah Rasûlüne itaati nispet etmiştir. Bu iman ise mutlak olan imandır.
İmam Ahmed der ki: "Kim bu dört hasleti ya da onlara benzer yahut onlardan daha çok (şey) yapar¬sa, getirirse -ki bu dört haslet de zina, hırsızlık, içki içmek ve zorla yağmalamaktır- bu kimse müslümandır; bu kimseye mü’min ismi verilmez. Kim ki bunların dışında bir şey yaparsa, yani bu büyük günahların daha da aşağısını yaparsa bu kimseye noksan imanlı kimse denir. Rasûlullah’ın şu hadisi de buna delâlet etmek¬tedir; "Kimde bunlardan bir haslet olursa onda nifak¬tan bir haslet vardır.” Bu da kişide nifakla İslâm’ın bir arada bulunmasının mümkün olacağına delâlet¬tir. Ve riya da böyledir. Şayet bir insanın amelinde ri¬ya olursa bu kimsede şirkle (riya ile) Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse yahut Rasûlullah’ın küfür olarak isimlendirdiği bir şeyi yaparsa ve bu kimse buna rağ¬men İslâm kanunlarına uyup riâyet ediyorsa bunda küfürle İslâm bir arada bulunmuştur, demektir.
Daha önce açıkladığımız gibi isyan sayılan davranışların (yani günahların) her birisi küfür şubelerinden bir şu¬be teşkil etmektedir. Aynı zamanda itaatin tümü de imanın şubelerinden birer şubeyi teşkil etmektedir. Kul, imanın bir veya daha çok şubesini yerine getirmekle bu şubele¬ri (kısımları) kabul ettiğinden dolayı "mü’min" olarak adlandırılır yahut (küfür şubeleri daha ağır basar da) mü’min olarak isimlendirilmez.
Aynı durum küfür için de geçerlidir. Nasıl ki küfrün şubelerinden bir şubeyi yapmakla "kâfir" olarak isimleniyorsa aynı zamanda bir şubeyi yapmakla kâfir olarak isimlendirilmeyebilir de. Burada iki emir (iki durum) vardır:
1- Lafzî ve ismî durum,
2- Mânevî ve hükmî durum.
Mânevî halde bu haslet küfür müdür, yoksa değil midir? Lafzî halde ise bu hasleti yapan kimse kâfirlikle isimlendirilir mi, yoksa müslüman mı denmelidir? Birin¬ci durum hâlis bir şer’î durumdur. İkinci durum ise lügavî (terimsel) ve şer’î bir durumdur. Başka bir esas daha vadır. O da kulun iman şu¬belerinden bir şubesini yapmakla, her ne kadar yaptığı şey iman isede ona, mü’min ismi verilmeye¬ceğidir.
Aynı zamanda küfrün bir şubesini yapan birisine de kâfir ismi verilmez. Her ne kadar yaptığı şey kü¬für olsa bile. Nasıl ki ilmin bir parçasını yerine geti¬rene "âlim" denilmediği gibi, aynı zamanda fikıh ve¬ya tıbbın bazı meselelerini bilen bir kimseye de fakîh veya doktor denilmez. Buna karşılık olarak da iman şubesine de "iman" ismi vermenin hiçbir engeli yoktur. Bununla da fiil itlak olunur. Rasûlullah'ın na¬maz hadisinde olduğu gibi; "Kim namazı terk ederse kâfir olur." Müslim’in Sahih’inde rivâyet etmiş olduğu; "Kim Allah'ın dışında bir şeye yemin ederse kâfir olur." Kimde küfür şubelerinden bir şube bulu¬nursa o kimse kâfir olarak isimlendirilmez. Aynen bunun gibi, kim ki haramı gerektiren bir şey işlerse o kimse fâsıklık olan bir amel işlemiştir. Yani fâsıklığı bu haram olan ameli yapmış olmasındandır. Yok¬sa ona fâsıklık ismini (devamlı) vermek doğru olmaz.
Aynı zamanda zina eden, içki içen, hırsızlık ya¬pan ve zorla insanın malını elinden alana mü’min de¬nilmez her ne kadar bunları yapan kişide iman bu¬lunsa bile. Aynı zamanda bunları yapan kimseye kâfir ismi de verilmez. Her ne kadar yaptıkları küfür şubeleri olsa bile."

A- Kelâmcılar ve Tekfir
Eş'arîlere ve Diğer Mütekellimlere Göre Tekfir
Adudu'd-Din el-İci’nin "el-Mevâkıf" isimli kitabında ve Seyyid Şerif el-Cürcani'nin Eş'arilerden müteahhirunun ana kaynağı sayılan "Şerhu'1-Mevakıf"ta şöyle denilmektedir:
"Kelâmcıların ve fukahânın cumhuruna göre kıble ehlin¬den olan hiç kimse tekfir edilmez.
İmam Şafii şöyle demiştir: Ben ehl-i hevâ ve bid'atten hiçbir şahsın şehâdetini reddetmem.
"el-Muhtasar" kitabının müellifi, "el-Münteka" isimli kitapta Ebû Hanife’nin, ehl-i kıbleden hiç kimseyi tekfir etmediğini nakletmektedir.
İmam Gazali, Mûtezile, Müşebbihe ve din hususunda bi¬d’atlere sahip olan ve te'vilde hataya düşen diğer fırkaların ictihad konularında yanıldıklarını söyledikten sonra şöyle demiştir: "Araştırmacının meyletmesi gereken, hak gördüğü yoldan onları tekfir etmemesidir. Çünkü açık¬ça "lâ ilâhe illâllah" diyerek kıbleye yönelip namaz kılanların canlarının ve mallarının mubah olduğunu söylemek hatadır. Bin kâfirin hayatta kalmasında hataya düşmek, bir müslümanın kanından bir şişe akıtma hatasını işlemekten daha ehven¬dir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur: "Ben in¬sanlar "Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun Rasûlüdür" deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Şayet onlar böyle deseler, hak ettikleri müstesna, benden canla¬rını ve mallarını korumuş olurlar."
Yine İmam Gazzali şöyle demektedir: "Te'vil hususunda hataya düşmenin tekfiri gerektirdiği hakkında bize hiçbir nass sâbit olmamıştır. Bu sebeple, böyle bir iddiada bulunanın delil getirmesi gerekir. Hâlbuki bize "lâ ilâhe illâllah" de¬mekle kesin olarak can ve malın korunmasının sağlanacağı hakkında nasslar sâbit olmuştur. Ancak bu husus yol kesiciler hakkında geçerli değildir... İşte bu kadarı da delilsiz olarak insanları tekfir etmede mübâlağa eden kimsenin aşırıya gitti¬ğini tenbih etmek hususunda yeterlidir. Delil ise ya asıldır ve¬ya asl üzerine kıyastır. Asıl da açık şekilde (dini) tekzib et¬mektir. (Dinî hakikatleri) tekzib etmeyen kimse hiçbir zaman tekzib edenlerin kapsamına alınmaz. Ve o, kelime-i şehâdeti söylemekle ismetin (canını ve malını korumanın) kapsamı altında kalmaya devam eder."

B. Fukahânın Görüşleri
1. Hanefilerden Nakiller
Hanefi mezhebinin kitaplarından "Câmiu'l Fusuleyn"de şu ibare geçmektedir: "et-Tahâvi ashâbımızdan rivâyet etmiştir ki: Bir kişiyi müslüman eden şeyleri, bilerek inkâr etmesinden başka bir şey imandan çıkarmaz. Sonra bilinmelidir ki, riddet olduğu yakîn olarak (kesin bir şekilde) bilinen bir şey yapıldığı zaman birisinin mürted olduğuna hükmedilir. Riddet olup olmadığında şüphe bulu¬nan şeyler sebebiyle ise bu hüküm verilemez. Çünkü İslâm sâbit olan bir şeydir ki, şüphe ile zâil olmaz. Aynı zamanda İslâm üstündür, (başka bir şey ona üstün olamaz). Bir âlime bu konu getirildiği zaman, ehl-i İslâm'ı tekfir etmeye acele et-memelidir.
"el-Fetâvâs-Suğra" isimli kitapta şöyle denilmektedir: "Tekfire gelince: Tek bir yorum vechi bile kişinin tekfir edil¬mesine mâni olmaktadır. Fetvâ verilen (müftâ bih) görüşe göre, kişinin herhangi bir rivâyete meyletmesi, onun tekfir edilme¬mesini sağlar."
"el-Hulâsa" ve diğer kitaplarda da şu ibâre geçmektedir: "Şayet bir meselede tekfiri gerektiren birçok vecihler yani ih¬timaller varsa, buna karşılık, tek bir vecih bile tekfire mâni olur. Müftâ bih görüşe göre, müslüman hakkında hüsn-i zanda bulunmanın gerekliliğinden dolayı, onun tekfire mâni olan bir veche yönelmesi, kendisini tekfirden kurtarır."
"el-Fetâvâ'1-Hayriyye"de şu sual vardır: Kadı bir adama "şeriate râzı ol" dediği zaman, o da "kabul etmem!" dedi. Bu sebeple bir müfti onun kâfir olduğuna ve karısının kendisin¬den ayrılmış olduğuna fetvâ verdi. Acaba bununla onun kâfir olduğu sâbit olur mu?
Bu soruya, âlimin ehl-i İslâm'ı tekfir etmeye acele dav¬ranmaması gerektiği ve o adamın ta’zir edilmesi ve cezalandı¬rılması gerektiği cevabı verilmiştir. Burada bu çirkin kelimeye benzer kelimeleri söyleyenlerin kâfir olduğu hükmü verilme¬miştir. Çünkü onun bu sözü, şeriate karşı kibirlenerek veya onu kerih görerek değil, hasmına karşı aşırı şekilde gazaplanarak söylemiş olabileceği ihtimali vardır.
"el-Fetâvâ't-Tatarhaniye" de ise şöyle denilmektedir: "(Bir Müslüman,) ihtimal sebebiyle tekfir edilmez. Çünkü küfür ukûbetin son de¬recesidir. Bu sebeple cinâyetin son derecesini gerektirir. İhtimalin yanında ise böyle bir derece söz konusu değildir."
"el-Bahr" isimli kitapta bu nakillerden sonra şöyle denilmektedir: "Tespit edilen gerçek şudur ki, zayıf bir rivâyet bile olsa, bir kişinin kâfir olduğu hakkında ihtilâf olduğu zaman, onun sözünün güzel bir ihtimale hamledilmesinin mümkün olması durumunda hiçbir müslüman o kişinin kâfir olduğu¬na fetvâ veremez. Buna rağmen, küfür lafızlarının bir çoğu sebebiyle tekfir fetvâsı verilmektedir. An¬cak ben kendi kendime, böyle bir fetvâyı vermemeyi gerekli kıldım."
İbn Âbidin de "Reddu'l-Muhtar"da el-Hayr er-Remli'nin; "el-Bahr" isimli kitabın müellifinin bu sözünün ardından şöyle dediğini nakleder: Velev ki bu rivâyet zayıf da olsa." Yi¬ne İbn Âbidin der ki: Ben de derim ki: Velev ki bu rivâyet mezhep mensuplarından başkalarına ait de olsa, küfrü gerek¬tiren hususun, üzerinde icmâ gerçekleşmiş şeylerden olması-nın şart koşulması da buna delâlet etmektedir." Mezheb(imiz)e mensub olanların sözlerine göre birçok kişinin tekfir edilmesi söz konusu olmaktadır. Fakat bu tür sözler müctehid olan fakihlerin sözleri değildir. Aksine başkalarının sözüdür. Fakih olmayanlara da itibar edilmez.
Yine, İbn Âbidin şöyle der: “Bir müslümanın kâfir olduğuna dair doksan dokuz, Müslüman olduğuna dair de bir delil bulunsa, müftünün veya kadı’nın Müslüman olduğuna delâlet eden delil ile hükmetmesi daha uygundur.”

2. Şâfiîlerden Nakiller
Daha önceki bölümlerde Şâfii mezhebinin ve Eş'arîlerin imamından olan Ebû Hamid el-Gazali'nin bu konudaki gö¬rüşlerini nakletmiştik. Burada bu mezhebin diğer bazı âlim¬lerinin konu ile ilgili görüşlerini nakledeceğiz.
İmam Nevevi "Şerhu Müslim" isimli kitabında şunları söylemektedir: "Bil ki, hak mezhep mensuplarına göre, herhangi bir günah sebebiyle hiç kimse tekfir edilmez. Yine ehl-i heva ve bidatten olan Hâricîler, Mûtezililer, Râfizîler ve diğer fırka mensupları da tekfir edilmezler. Fakat bir kimse İslâm dini açısından zarûrât olarak kabul edilen şeyleri bilerek inkâr ederse, onun mürted oldu¬ğuna ve küfre girdiğine hükmedilir. Ancak daha yeni müslüman olmuşsa veya İslâm'dan habersiz uzak bir yerde (çölde) yaşıyor¬sa veya bunun gibi gerçeğin kendisine gizli kaldığı bir kimse ise, tekfir edilmez. Eğer bu kişi zarûrâtı inkâr etmenin küfür ol¬duğunu öğrenip, bunları inkâr etmeye devam ederse, o zaman kâfir olduğuna hükmedilir. Bunun gibi, zinayı, içkiyi, katli ve bunlar gibi haram olduğu zarûrî olarak bilinen diğer haramları helâl kılanın da kâfir olduğuna hükmedilir."
İbn Hacer el-Heysemi de "et-Tuhfe" isimle eserinde şöy¬le demektedir: "Bir müftünün, tehlikesinin büyüklüğü ve ki¬şinin kasdını aşarak söylemesi sebebiyle, özellikle de avam hakkında tekfir hükmünü verme hususunda ihtiyatlı davran¬ması gerekir. Bizim (Şafii) imamlarımız, geçmişte ve günümüzde bu tavır üzerindedirler. Ancak Hanefi'ler küfre düşü¬rücü birçok sebepten dolayı, bunlar te'vil edilebilir olmasına, hatta acele etmeme gerekliliğine rağmen, küfür hükmünü vermekte biraz geniş davranmışlardır. Ben bu konuyu ez-Zerkeşi'ye sorduğumda, Hanefılerin gösterdiği bu gevşekliğin sebebini şöyle açıkladı: Bu tür hükümlerin çoğu mezheb bü¬yüklerinden nakledilen "Fetâvâ" kitaplarında geçer. Müteahhir Hanefilerden verâ (takvâ) sahibi olanlar ise bunların ço¬ğunu reddedip onlara muhâlefet ediyorlar ve şöyle diyorlar: Bunların taklid edilmesi câiz değildir. Çünkü bunlar müctehid olmakla tanınmamışlardır ve bu tür fetvâları İmam Ebû Hanife'nin usûlü üzere istihrac etmemişlerdir. Zira (onun mezhebinden sayılan) bu tür fetvâlar imamın akidesine ters¬tir. Çünkü o şöyle demiştir: Bizim yanımızda kati olarak ger¬çekleşmiş bir asıl vardır ki, o da imandır. Biz yakîn olarak bil¬medikçe onun kalktığını iddia edemeyiz."
"Bizden (Şafiilerden) ve onlardan (Hanefilerden) bu me¬seleler hususunda insanları tekfir etmekte acele davrananlar artık uyanıp sakınsınlar ve kendilerinin tekfir edilmeyi hak ettiklerinden korksunlar. Çünkü onlar, bir müslümanı tekfir etmektedirler."
Yine İbn Hacer şöyle der: “Kim, bir müslümanı te’vilsiz olarak günahı için tekfir ederse küfre girer.”
3. Mâlikîlerden Nakiller
Mâlikîlerin bu konudaki görüşleri için İmam-ı Şâtıbî'nin şu tahkikiyle yetiniyoruz: İmam Şatıbî "el-İ'tisam" isimli ese¬rinde Hâricîler ve diğer ehl-i hevâ ve'1-bid'attan İslâm ümmetine muhâlefet edenlerden bahsederken şunları söyler: "Şüphesiz ümmetin âlimleri şu "büyük bidatlere" sahip olan fırkaları tekfir etme hususunda ihtilâfa düşmüştür. Fakat dikkatli düşünüldüğünde ve rivâyetler göz önüne alındı¬ğında onların kesinlikle tekfir edilmemesi görüşü ağır basar. Bu husustaki delil ise, Selef-i Salihin'in onlar hakkındaki uy¬gulamasıdır. Şeriate göre inat ve küfre saparak İslâm'ın muhkemâtını reddetmedikçe hiç kimse kâfir olmaz.

4. Hanbelîlerden Nakiller
Biz burada Hanbelîlerden insanların bidatçilere ve din¬den çıkmış olanlara karşı en sert davrananlardan olan İmam İbn Teymiye'nin sözüyle yetineceğiz.
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye "Mecmuâtu'r-Resâil ve'1-Mesâil" kitabının 5. cildinin 199-201 sayfalarında şunları belirtmekte¬dir: "Hiçbir müslümanı işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i kıble¬nin hakkında münakaşa ettiği meseleler gibi herhangi bir mese¬lede düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kendileriyle savaşılmasını emrettiği, Raşid Halifelerden biri olan mü'minlerin emiri Hz. Ali b. Ebi Talib'in savaştığı ve sahâbe, tâbiîn onlardan sonraki din büyük¬lerinin kendileriyle savaşılmasının gerekliliği hususunda ittifak ettikleri Haricileri, Hz. Ali, Sa'd b. Ebi Vakkas ve diğer sâhabiler tekfir etmediler. Aksine, onlarla savaşmalarına rağmen onları müslümanlardan saydılar. Hz. Ali onlar haram olan kanı akıtmadıkça ve müslümanların mallarına baskın yapmadıkça on¬larla savaşmadı. Hz. Ali, onlar kâfir oldukları için değil, onların zulümlerini ve taşkınlıklarını defetmek için onlarla savaştı. Bu sebeple de onların ailelerine el atmadı ve mallarını ganimet ola¬rak almadı. Peki, bu sapıklıkları nass ve icma ile sâbit olanlar, Allah (c.c.) ve Rasûlü'nün onlarla savaş yapılması emrine rağ¬men tekfir edilmiyorsa, nasıl olur da onlardan en âlim olanları¬nın bile hakkında yanıldıkları meseleler hususunda hakkı şaşı¬ran çeşitli taifeler tekfir edilebilir? Bu taifelerden hiçbirinin di¬ğer bir taifeyi tekfir etmesi helâl değildir. Çünkü Haricilerin bid'atleri, daha büyük bid'atlerdir. Gerçek şudur ki, onların hepsi ihtilâfa düştükleri meselelerin hakikatini bilmiyorlardı.
"Aslolan, müslümanların kanlarının, canlarının ve na¬muslarının birbirlerine haram olduğudur. Bunlar ancak Allah'ın ve Rasûlü'nün izni ile helâl olabilir." "Eğer bir müslüman savaş veya tekfir hususunda te'vil edilebilir bir konuma sahip ise, o zaman tekfir edilmez."

5. Diğer Bazı Âlimlerden Nakiller
İmam Şevkânî diyor ki: es-Seyid Sıddık Hasan Han "er-Ravdatu'n-Nediyye" isim¬li eserinde Allame eş-Şevkânî'nin "es-Seylu'l-Cerrar" eserin¬deki şu sözünü nakletmiştir:
"Bil ki, bir müslümanın İslâm dininden çıktığına ve küfre girdiğine hükmetmeye yönelmek gündüzün güneşinden da¬ha açık bir delil olmadıkça, Allah'a ve ahiret gününe iman et¬miş olan hiçbir müslüman için gerekli değildir. Çünkü sahâbeden bir grubun tarikiyle rivâyet edilmiş sahih birçok ha¬dislerde, "Her kim kardeşine "ey kâfir" derse, mutlaka ikisinden biri bunu hak eder.” ibâresi sâbit olmuştur.
"Sahih-i Buhârî'de hadis böyledir. Sahihayn ve diğer ha¬dis kitaplarında şu ibare de geçmektedir: "Her kim bir adamı küfür ile çağırırsa veya ona "ey Allah'ın düşmanı derse", o adam da böyle değilse, mutlaka ikisinden biri kâfir olur." "Bu hadiste ve bu husus üzerine vârid olan diğer hadis¬lerde tekfirde acele etmede çok müthiş bir tehdit ve çok bü¬yük bir öğüt vardır. Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur: "Kal¬bi imanla tatmin olduğu halde baskı halinde zorlanan hariç, kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkâra sapıp da göğsünü küfre açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır."
Buna göre (birisini tekfir etmek için) göğsün küfre açılma¬sı, kalbin küfürle tatmin olması ve nefsin onunla teskin olması gerekmektedir. Bu sebeple sahibinin kendisiyle İslâm dininden çıkıp küfür dinine girmeyi irâde etmediği şirk yollarından bi¬riyle vâki olan düşüncelere, ondan sâdır olan küfri davranışla¬ra ve müslümanın ağzıyla söylemiş olduğu fakat mânâsına inanmadığı lafızlara, özellikle de bunların İslâm yoluna muhâ¬lif olunduğunun bilinmemesi durumunda itibar edilmez."

Haksız Tekfirin Tehlikesi
Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek gerçekten de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü onun tekfir edilmesi halinde şu son derece tehlikeli etkiler terettüb etmektedir:
1. Kestiği yenmez, onunla samimiyet kurulmaz, sır verilmez, velî/dost, yardımcı ve yönetici kabul edilmez. Nikâhlı karısının onunla beraber kalması helâl olmaz ve bu sebeple ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü müslüman bir kadının bir kâfire zevce olmasının sahih olma¬dığı yakin olarak bilinen icma ile sâbittir.
2. Onun çocuklarının, onun idaresinde kalmaları câiz de¬ğildir. Çünkü bu durumda onlar hakkında emin olunmaz ve onun küfrünün çocuklarına tesir etmesinden korkulur. Özel¬likle onun çocuklarını yumuşaklıkla ve şefkatle ziyaret etme¬si, bu etkiyi artırır. Bundan dolayı onlar İslâm toplumuna mensub olan herkesin boynuna emanettirler.
3. Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden çık¬tıktan sonra İslâm toplumu üzerinde borç olan velâyet ve yardım hakkını kaybeder. Bu sebeple de kendi kendisi uyanıp geri dönene kadar ve tekrar hidâyete erişinceye kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve toplumdan ona en yakın sığınağın ka¬patılması gerekir.
4. Onun, tevbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin giderilmeye çalışılması ve ona delillerin ikame edilmesinden sonra hakkında mürted hükmünün infaz edilmesi için İslâm mahkemesi önünde muhakeme edilmesi gerekir.
5. O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde icra edilen hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi yıkan¬maz, üzerine namaz kılınmaz, müslümanların kabristanında defnedilmez ve bir murisi öldüğünde ona vâris olmadığı gibi, başkası da ona varis olamaz.
6. Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah'ın (c.c.) lâ¬netini, rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı hak eder.
İşte bu hükümler, Allah'ın kullarından birisinin hakkında tekfir hükmünü veren kişinin, bu dediğini söylemeden evvel birçok kez irkilip geriye çekilmesini gerektirir.

Şirk ve Küfürden Korunma Yolları
Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.” Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak Yüce Allah’a herhangi bir şeklide herhangi bir şeyi, bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir. Kim de Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir.
Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak, şirk ve irtidaddan korunmak, küfre yaklaşmamak için gerekli olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:
1. Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,
2. Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret harcamak,
3. Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
4. Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
5. Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak, bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,
6. Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve herşeyden çok sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların rızâlarını esas almak,
7. Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,
8. İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,
9. Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah (s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister; her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten ve kabir azâbından”, “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı. Hz. Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Bile bile şirk koşmaktan Allah’a sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim.”

Sonuç
Hiç şüphesiz tekfir bir müslümanın ne bayraklaştırması gereken bir konu ne de tamamen ilgisiz kalması gereken bir mevzûdur. Bu konu ilk dönem¬lerden günümüze kimi zaman kötü niyetlilerin önünde korkunç bir silâh kimi zaman da iyi niyetli¬lerin önünde masum bir fikir yöntemi olarak kulla¬nılmıştır. İnsanları tahkir ve tekfir ederek dâvet yapılmama¬sı ve tüm toplumu "kardeş" görerek de davranılmaması gerektiğine inanıyoruz. Yani "ne ifrat, ne de tefrit" diyoruz. Amacımız "vasat ümmet" olmaktır. Ge¬lenek ve geçmiş kültür, doğrusu ve yanlışıyla değerlendirilmelidir. Allah'ın günleri devirler arasında dönüp durmaktır. Bunun için kendimizin de gelecekte "eski ümmetlerden" sayılacağını unutmamalıyız. Gelecek kuşakların bizleri daha çok, iyi yanlarımızla anmala¬rını istiyorsak bugün bizim de geçmiş müslümanlara ve ulemâya aynı gözle bakmamız gerekiyor.
Niyetimiz kesinlikle içinde yaşadığı¬mız bu câhilî toplumu temize çıkarmak değildir. Bu¬nunla beraber bizler, toplumu "câhilî toplum" olarak görmemize rağmen bu toplumda yaşayan her ferdi tekfir etmemekteyiz. Aynı zamanda "câhiliye" kavra¬mının da her zaman "küfür" anlamında olmadığı, yukarıda delilleriyle izah edildi. Yine şunu ümid ediyoruz ki inşaallah tekfirde aşırı olanlar kendileri dışında da müslümanların varlığını kabul ederler ve oturup hakkı konuşurlar.
Hak/gerçek, kimsenin tekelinde olmadığı gibi; din de Al¬lah ve Rasûlünün getirdiğinin dışında birşey değil¬dir. Tekfirde aşırı olanlar çok iyi bilmektedir ki, on¬ların dışında kalan muvahhid müslümanlar tâğûtî düzenler¬den de tâğûtî düzenlerle uzlaşanlardan da berîdir¬ler. Tekfirde aşırı gidenlerin "kendini tevhide nisbet edenler" yaklaşımıyla âdeta aşağıladığı diğer müs¬lümanlar şu kadar yıldır demokrasiye, uzlaşmaya, tasavvufun saptırılmış unsurlarına, İslâmî görünen birçok kitleye karşı çıkmış, onlardan berî olduğunu ilân etmiş ve Rabbânî yolda karar kılmış ise ve bu karar zâhiren ortada ise, o halde tekfir cemaatinin bu diğer müslümanları aşağılamaya ne hakkı var¬dır? Kur’ân ve onun tebliğcisi bize her çeşit insana "iyilikle" konuşmamızı em¬retmektedir.
Doğruyu bulma adına araştırma yapan, Allah'ın her türlü âyeti üzerinde düşünen kimseler, samimi olanlar, her zaman başka fikirlere de açık kapı bı¬rakmalıdırlar. Bu kapıyı açık bırakma konusu taviz¬le, ılımlılıkla ilgili değildir.
Bu ifadeleri okuyan hiç kimse müşrik düzenlere ve itikaden onlara tâbi olanlara, Allah'ın bizim için belirlediği bakış açısı dışında baktığımız vehmine de kapılmamalıdır.
"Doğrusu, birçokları bilmeden hevâ ve hevesleri¬ne uyarak halkı dalâlete/sapıklığa düşürüyorlar."

Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa veya sefere çıktığınız zaman iyi dinleyip anlayın. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin…”
"Çok yemin edene, haysiyetsiz kimseye, kusur arayana, söz taşıyana, hayırdan alıkoyana, haddini aşana, çok günahkâr olana... iltifat etme!"
"Yazıklar olsun arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı kaş göz işaretiyle eğlenip ayıplamayı âdet edinene"
"Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırıp tecessüs etmeyin, kimse kimseyi gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır...?"
"Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”
"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düş¬meyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sab¬redin, şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir."
"Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder"
“…Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez."
"De ki: 'Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim ümit keser."
"De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe düşmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir."

"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır."
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.”
"Allah'a inanıp O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir."
“…Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.”
“Ölen bir kimse (ölüm ânında) Allah’ın bir ve benim Allah elçisi olduğuma şehâdet (tanıklık) eder ve kalbi de bu işi tasdik ederse, Allah onu mutlaka mağfiret eder.”
“Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o, müslümandır.”
“Bir kimsenin mescide alâkasını görürseniz, onun mü’min olduğuna şehâdet edin. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: ‘Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman edenler imar eder.”
"Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar."
“Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeylerden sorumluluğu kaldırmıştır.”
"Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hâriç, Allah bütün günahları affedebilir."
“Üç şey vardır ki imanın aslındandır: 1- Lâ ilâhe illâllah diyene saldırmamak; İşlediği herhangi bir günah sebebiyle bu kimseyi tekfir etmemek, herhangi bir ameli sebebiyle de İslâm’dan dışarı atmamak, 2- Cihad, bu Allah’ın beni peygamber olarak gönderdiği günden, bu ümmetin Deccâl’e karşı savaşacak en son ferdine kadar cereyan edecektir. Onu, ne imamın zâlim olması, ne de âdil olması ortadan kaldıramayacaktır, 3- Kadere iman.
"Kalbinde zerre kadar hayır (iman) bulunduğu halde "lâ ilâhe illâllah" diyen bir kimse (bile) ce¬hennemden çıkacaktır."
Ebû Zer (r.a.) rivâyet ediyor:
Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız) sırasında: "Lâ ilâhe illâllah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider" buyurdu. (Hayretle) sordum:
"Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?" Cevâben:
"Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!" dedi. (Ben hayretimi yenemeyerek yine) sordum:
"Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?" Rasûlullah (s.a.s.) yine:
"(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da" cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine,
"Evet, Ebû Zerr'in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu..."
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.”
Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye sordu. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin ya! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" dedi ve bu sözü çokça tekrarladı. Hz. Peygamber: "Kelime-i tevhîdi getireni niye öldürdün ey Üsâme?" diye o kadar çok tekrar ediyor ki, Hz. Üsâme üzüntüsünün büyüklüğünden: "Keşke o güne kadar İslâmiyet'e girmemiş olsaydım da böyle bir cinâyeti işlemekten uzak kalsaydım" temennisinde bulunur. Ashâbdan Sâ'd’ın (r.a.): "Üsâme öldürmedikçe, ben bir Müslümanı öldürmem" sözü, bu hâdisenin hem Üsâme (r.a.), hem de diğer sahâbîler üzerindeki etkisini ve önemini gösterir.
“Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi.”
“Bir kimse diğerine (din kardeşine), ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer itham edilen kâfir değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).”
“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.”
“Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür.”
“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner.”
"Kim bir mü'mini bir münâfığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse, Allah da onun için, Kıyâmet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya kadar hapseder."
"Kim din kardeşinin ırzını/nâmusunu onun gıyâbında müdâfaa ederse, Allah, kı¬yâmet günü onu cehennem ateşinden uzaklaştırır."
"Bana kimse ashâbımın birinden (canımı sıkacak bir) şey getirmesin (söylemesin). Zira ben, sizin karşınıza, içimde hiç bir şey olmadığı halde çıkmak istiyorum."
"Hayır, ben ashâbımı öldürmem!"
“Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular.”
"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar/aşırı gidenler (Sözde ve işte ince eleyip sık dokuyan, haddi aşan kimseler) helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi.
“Dinle yarışa giren her insan, mutlaka yere serilir.”
“Şüphesiz ki bu din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.”
“Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.”
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.”
"Din kolaylıktır."
“Kul, Rabbinin affını nasıl seviyorsa, Allah da koyduğu kolaylığın uygulanmasını öyle sever.”
Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.”
"Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi helâk eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı."
"Mü’minler Allah'ın azap ve azâbının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet'i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O'nun rahmetinden ümit kesmezdi."
“Allah Teâlâ buyurdu ki: ‘Şüphesiz rahmetim gazâbımdan öne geçmiştir.”
“Allah, insanların şekillerine (ve mallarına) değil, gönüllerine ve niyetlerine (ve amellerine) bakar.”
Rasûl-i Ekrem (ashâbına): "Sizce pehlivanlık nedir" di¬ye sordu. Onlar da “Adamların güreşte yenemedikleri kimse¬dir” dediler. Rasûl-i Ekrem bunun üzerine şöyle buyurdu: "Hayır, gerçek pehlivanlık, kızgınlık ânında nefsine hâkim ol¬maktır."
“Kim, yerine getirmeye gücü yettiği halde öfkesini yenerse, kıyâmet günü bütün mahlûkatın önünde Allah onu çağıracak ve sonunda onu cennet kızlarından dilediğinde (istediğini almakta) muhayyer kılacaktır.”
“Allah rızâsını dileyerek öfke yudumunu yutan bir kulun yudumundan sevabça daha büyük (ve faziletli) bir yudum Allah katında yoktur.”
“Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, demişler. Bunun üzerine: “Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan kimsedir. Amma şuna sövmüş, buna zinâ isnâdında bulunmuş (fâhişe, namussuz demiş), şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecektir. ve buna hasenâtından, şuna hasenâtından verilecektir. Şayet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınacak, bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır.”
"Kattat (söz taşıyan) cennete girmeyecektir." Müslim'in rivâyetinde "nemmâm cennete girmeyecektir" şeklinde gelmiştir.
"Ey diliyle müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münâfık)lar! Müslümanlara ezâ vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira, kim bir müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay/kepaze eder."
“Kim bir ayıp görür de onu örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.”
"Bir kul dünyada bir kulu örterse, Allah Kıyâmet günü onu mutlaka örter."
“Sakın (sebepsiz ve kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.”
"Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim de (bir müslüman) ile, nizâya, husûmete girerse Allah da onunla husûmete girer."
“Enes (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla mı (din ve akîde konularında münâkaşa ile mi) emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” ‘Bu kurtulan kısmın kimler olduğu’ sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: "Benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir."
“Eğer sen, insanların ayıplarını araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsad etmeye ramak kalırsın.”
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa, Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.”
“Kardeşinin derdine sevinip gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin başına verir.”
“Kim bir mü'mini, bir münafığın şerrinden korursa, Allah (c.c.), ona bir melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem ateşinden korur. Kim bir müslümanı kötülemek isteyerek ona söz (iftira) atarsa, söylediği sözü isâbet edip içinden çıkana kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.”
Abdullah İbn Utbe (r.a.), şöyle demiştir: Ben, Ömer İbn Hattab’dan (r.a.) işittim. O, şöyle diyordu: Bazı insanlar Rasûlullah (s.a.s.) zamanında vahy ile (sırları meydana çıkar da) yakalanırlardı. Şimdi ise, vahy kesilmiştir. Biz, şimdi ancak sizleri amellerinizden bize açıklanan suçlar sebebiyle yakalarız. Böyle olunca kim bize bir hayır hali meydana korsa, biz onu emin kılarız ve onu kendimize yakınlaştırırız. Onun gizli işlerinden hiç bir şey (i araştırmak) bize ait değildir. Gizli işleri hususunda onu, Allah hesaba çeker. Kim de bize bir kötülük ve şer ortaya koyarsa, o, gizli işlerinin güzel olduğunu söylese de, biz, onu bir emin saymaz ve onu doğrulayıp tasdik etmeyiz.”
"Mü'min; insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse değildir."
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emin olduğu kişidir. Muhâcir de Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.”
“Koğuculuk yapan cennete giremez.”
“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki budu arasındaki (üreme) organını koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.”

“Kim (din) kardeşinin ırz ve nâmusunu onu gıybet edene karşı savunursa, Allah da kıyâmet günü o kimseyi cehennemden korur.”
"Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi?" "Evet (Ey Allah'ın Rasûlü, söyleyin!)" dediler. "İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk (dini) kazır." Tirmizî'de şu ziyade gelmiştir: "Ben saçı kazır demiyorum, velâkin dini kazır (diyorum)."
“Enes (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla (din ve akîde konularında münâkaşa ile) mı emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” Bu kurtulan kısmın kimler olduğu sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: "Benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir."
“İsrâiloğulları yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. İsa’nın ümmeti yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri ateştedir.”
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.”
“Şeytan, Kıbleye dönen (mü'minlerin artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir).”

"İslâm'da bir kimse asıl baba varken bir başkasının babası olduğunu söylerse ve bu iddiasını da o kimsenin babası olmadığını bilerek yaparsa, cennet ona haramdır."
“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin, doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.”
“Kul, Allah’ın râzı/hoşnut olduğu bir sözü önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onun derecesini yüceltir. Yine bir kul Allah’ın gazabını gerektiren bir sözü hiç önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onu bu sözü sebebiyle cehennemin dibine atar.”
“İnsan sabahlayınca, bütün organları dil’e başvurur ve (âdeta ona) şöyle derler: ‘Bizim haklarımızı korumakta Allah’tan kork. Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.”
“... İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir.”
“Her duyduğunu nakletmesi, kişiye yalan olarak yeter.”
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.”
"Zinâ eden, zinâ ettiği anda mü'min değildir. Hırsızlık eden, çaldığı anda mü'min değildir. Şarap içen, içtiği anda mü'min değildir."
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin” buyurdu.

Tekfir Konusunda Yararlanılabilecek Kitaplar
1. Tekfir Meselesi, Hüseyin Yunus, Ahenk Y.
2. Tekfirde Aşırılık, Yusuf el-Karadavi, Şûrâ Y.
3. Dünden Bugüne Tekfir Olayı, Abdurrezzak Samarraî, Vahdet Y.
4. Çağdaş Hâricîlik Düşüncesi Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi, BeyanY.
5. Tekfirle İlgili 30 Risale, Ebû Muhammed Âsım el-Makdisî
6. Haricî Edebiyatı, Yasin Kahyaoğlu, Uysal Kitabevi Y.
7. Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Ferid Aydın, Basılmamış Çalışma
8. Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Es-Samerraî, Sönmez Y., s. 124-127
9. İrtidat ve Mürtedin Hükmü, Abdülhak el-Heytemî, Hak Y.
10. Çağdaş Meselelere Fetvâlar, Yusuf el-Karadavi, Ravza Y., c. 1, s. 159-198
11. Fetvâlar, Mevdudi, Nehir Y., II/126-129
12. Davetçiyiz Yargılayıcı Değil, Hasan el-Hudaybî, İnkılab Y.
13. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y., s. 122, 144, 146
14. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV. Y., s. 74-88
15. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., s. 41-48
16. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y.
17. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y., s. 286-305
18. Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Faruk Beşer, Nûn Y., I/21-26
19. Tarihte ve Günümüzde Bağnazlık ve Yobazlık, Mustafa Özçelik, Şahsi Y.
20. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y.
21. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y., s. 190-195
22. Küfür Sözler Bid’at ve Hurâfeler, Abdullah Osmanoğlu, Yasin Y.
23. Elfâz-ı Küfür Küfür Sözler, Hüseyin Âşık, İlim Y. /Demir Y.
24. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 457-459; 640-641
25. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şamil Y., c. 3, s. 175-176; c. 4, s. 369-372; Ömer Tellioğlu, c. 5, s. 262-267; Ahmed Özalp, c. 2, s. 232-233
26. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y., s. 214
27. Mecmuâtu Buhûsin Fıkhiyye, Abdülkerim Zeydan, Beyrut 1407/1986, s. 415-416
28. en-Nizâmu's-Siyâsî fi'l-İslâm, Abdülkerim Osman, s. 66-67
29. Kur'an'ın Aktüel değeri Üzerine, Hikmet Zeyveli, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 289, 293
30. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 10, s. 170-172
31. Tefhimu'l Kur'an, Mevdûdi, İnsan Y., c. 2, s. 340
32. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y., s. 98
33. 1. Kur'an Sempozyumu, Mehmet Aydın, s. 353
34. 1. Kur'an Sempozyumu, S. Ateş, Bilgi Vakfı Y. s. 382-383
35. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat, s. 72-73
36. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y., s. 213-216
37. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
38. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk (et- Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî), Abdülkadir Udeh, Beyrut, 2/708-710
39. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y., s. 351-354
40. Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y., s. 101-129
41. İstismar Edilen Kavramlar, Abdullah Palevi, Şahsi Y., s. 49-60, 271-280,339-350
42. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
43. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 11-104
44. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 339-352
45. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 40-63
46. İman; Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. s. 249-265 (Küfre rıza)
47. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tûba Y., c. 2, s. 28-35
48. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 95
49. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İzutsu, Pınar Y. s. 11-48
50. Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, İzutsu, Pınar Y. s. 165-237
51. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 339-354
52. Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 196-207
53. Kur'an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 14-33
54. Kur'an Okulu Cüz Cüz Kur'an, Hanif Yay. Küfr-Kâfir: 4, 186-190
55. Kur'an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. s. 210-211
56. İslâm Akaidi, Şerafettin Gölcük, Esra Y. s. 50-54
57. İslâm'ın Temelleri, Mevdudi, El-Ummah Neşriyat, s. 14-20
58. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 170-196
59. Kurtulan Toplum (Fırka-i Naciye), Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y. s. 80-86
60. Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 81-91
61. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min-Kâfir-Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
62. Konularına Göre Âyetler -4- İman ve Küfür, Abdurrahim Ali Ural, Şule Y.
63. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
64. Küfür Tek Millettir, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
65. Kur'an ve Hadis'e Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nedim Macit, Ribat Y.
66. İmam Gazali ve İman Küfür Sınırı, Süleyman Dünya, Risale Y.
67. Sorumsuzca Söylenen Sözler 1-4, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
68. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
69. Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
70. Vela, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
71. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
72. "İslâm'ı Yıkın, Müslümanları Mahvedin", Celalü'l-Alem, Nizam Y.
73. Câhiliye Toplumunu Reddetmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
74. Âlim ve Tâğut, Yusuf Kardavi, İslâmoğlu Y.
75. Akide Yetimleri, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
76. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 149-150
77. İslâm Hukuku Açısından Cehalet, Ebû Yusf Midhat b. el-Hasan Ali Ferrac, Kayıhan Y. s. 231-347
78. Din Değiştirme, Ali Osman Kurt, Gökkubbe Y.
79. İslâm'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus Vehbi Yavuz, Sahaflar Kitap Sarayı Y.
80. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
81. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.
82. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
83. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
84. İslâm Siyasi düşüncesinde Muhâlefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
85. Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
86. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
87. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
88. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
89. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
90. 20. Asrın Câhiliyeti, Muhammed Kutub, Hilal Y.
91. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
92. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
93. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
94. Kur’an’’a Göre Müşrikler ve Putperestler, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Temmuz, 1986
95. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
96. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
97. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
98. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
99. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
100. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
101. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
102. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
103. Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
104. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. Surti, Akabe Y.
105. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
106. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
107. Kur’an ve Hadislere Göreş Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat BasımY.
108. Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
109. Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. 1-9; 281-385
110. www.cehaletmazeretdegil.com
111. www.mucadelemİslâm.com
112. www.tagutured.com

Ve’l hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn.
 
Üst Ana Sayfa Alt