Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Cehalet Mazeret mi?

T Çevrimdışı

Tevhidi Yaşayan Garip

Hak Geldi, Bâtıl Yok Oldu!
İslam-TR Üyesi
“Görülen hal odur ki, insanların çoğu kötülüklerden, emir ve yasaklardan habersiz halde yaşamaktadırlar, farkında olarak veya olmayarak, kendilerini tehlikeye atmaktadırlar. Onun içindir ki, bir mümin için cehalet mazeret değildir.” Ebu Yusuf Mihdat B. El-Hasan Ali Ferrac’ın İslam Hukuku Açısından Cehalet adlı eserinden esinlenerek hazırlanan bir kısım özettir.

1. Bölüm:

NEBEVİ HÜCCETİN İKAMESİNDEN ÖNCE CEHALET DURUMUNA RAĞMEN ŞİRK SIFATININ GEÇERLİ OLDUĞUNA DAİR DELİLER

1. Delil şu ayetten alınır:
“Eğer Müşriklerden biri senden eman dilerse, Allah’ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona eman ver, sonra (Müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte böyle (kafirlikte ısrar etmeleri) onların bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.” (Tevbe 6)
İmam Taberi, Beğavi, Şevkani, Nevevi gibi alimler bu ayetin tefsirinde Allah’u Teala’nın müşrik olarak vasıflandırdığı kişileri; şeriatın izlerinin yok olduğu ve doğru yolun izlerinin silindiği bir vakitte, cehalet ve fitne ortamında, yaşadıkları hayatın kendilerine sevap veya ikap (ceza) olarak neyi gerektirdiğini bilmeyen insanlar olarak tanımlıyorlar. Bu alimlerin tefsirleri ışığında bu ayet-i kerimeden, cehalet vasfının hakim olması ve şeriatların izinin olmadığı fetret bir dönemde dahi şirk koşan kişiler üzerinden müşrik vasfının kalkmadığını anlıyoruz.
Bu konuda müşrik olarak vasıflandırılan insanlardan o zamanı tarif ederken İbni Teymiye şunları söylüyor:
“…ehli kitabın dışındaki Arabıyla Acemiyle bütün halkı, nefretine müstehak bir şekilde Allah’ın gazabına maruz kalmış bir haldeydi.”
Ve bu dönemdeki insanlar şu iki konumdan birindeydi:
1- İzleri kaybolmuş mechul hale gelmiş veya terk edilmiş dinlere tabi olan ve tahrif edilmiş veya neshedilmiş kitaplara sarılmış olan ehli kitaptan insanlar.
2- Arabıyla Acemiyle (İranlılar) okuma yazma bilmeyenlerden oluşan topluluk. Bunlarda yıldız, heykel, kabir, anıt ve sağir hoşlarına giden veya kendilerin yarar sağlayacağına inandıkları şeylere tapan insanlar.
Ne var ki bu insanların tümü koyu bir cahiliye içinde bulunuyorlardı. Bu derin bilgisizlik içinde esasen koyu bir cehalet örneği olan birtakım sözleri ilim, sırf fesat olan birtakım davranışları ise güzel ve Salih amel sanıyorlardı.”
İşte ne var ki Allah’u Teala alimlerin açıkladığı cehalet durumuna rağmen ayeti kerimesinde onları müşrik olarak vasıflandırmıştır.
2. Delil şu ayetten alınır:
“Apaçık delil kendilerine gelinceye kadar kitap ehlinden ve müşriklerden inkarcılar küfürden ayrılacak değillerdi.” (Beyine 1)
Yine İbni Teymiye bu ayetin açıklamasında şunları söylüyor:
“Onlar beyine gelinceye kadar küfür ve şirklerinden ayrılacak değillerdi. Bu ayetin lafzı geleceğe manası ise geçmişe dağir anlatımdır. Ve buradaki “beyyine (delil)” ise Hz. Muhammed’dir. (s.a.v.)”
Beğavi ve Şevkani’nin ifadelerinden anladığımız gibi; Yani beyyine kelimesiyle açıklanan Rasulullah kendilerine Kur’an ile gelip onlara cehalet ve dalaletlerini açıklayarak onları imana çağırıncaya kadar onların küfür ve şirklerine son vermeyeceklerini haber vermektedir.
Bu iki ayet delil olarak Muhammed aleyhisselamın gönderilişinden ve Kur’anî delillerin indirilişinden önce cehalet ve fetret bir dönemde olmasına rağmen şirk ve küfür vasfının insanlar için geçerli olduğuna dair açık bir şekilde delalet (delillik) etmektedir.
Aslında o insanların cehalet ve gaflet vasfına çok yerde değinilmiştir. Aynen şu ayeti kerimede olduğu gibi:
“Çünkü ümmiler arasında kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Halbuki onlar önceden apaçık bir sapıklık (dalal) içindeydiler.”(Cuma 2)
İşte bu ayetin tefsirinde bakın İbni Kesir o müşriklerin içinde bulunduğu zamanı nasıl açıklıyor:
“Hamdolsun O’na ki Nebi’yi gönderdi. Çünkü elçilerin arası kesilmiş, doğru yolun izleri kaybolmuş ve onlara şiddetle ihtiyaç olmuştu. Dahası Allah ehli kitaptan bir kısmı dışında Arabı olsun Acemi olsun hepsine gazap etmişti.”
İşte bu noktada insanların kendi cahillikleriyle ilişkilendirdikleri fetret ehlini tanımamız gerekiyor. Şimdi o zaman fetret konusunu inceleyelim.

A- PEYGAMBERLERİN GÖNDERİLİŞİNDEN ÖNCE RİSALETLER KESİNTİYE UĞRAMIŞTI

Fetret ehliyle alakalı 1. ayet-i kerime şudur:
“Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada size elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor ki (kıyamette): Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz. İşte size müjdeci ve uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” (Maide 19)
Kurtubi şöyle demektedir: “Elçilerin arasının kesilmiş olduğu bir dönemde” Bu fetret yani durmak demektir. “Fetret üzere” bu ifadenin “iki nebi arasındaki kopukluk üzere” anlamında olduğu söylenmiştir.
İbni Kesir şunları söylemiştir: Şüphesiz Allah Muhammed aleyhisselamı elçilerin arasının kesilmiş olduğu ve doğru yolun izlerinin kaybolmuş olduğu bir dönemde gönderdi. Üstelik bu dönemde dinler bozulmuş, putlara, ateş ve haça ibadet çoğalmıştı. Fesad, tuğyan ve cehalet bütün beldere yayılmıştı. Ve Allah’ın elçi göndermesi onlar için en iyi nimet idi.
Rasulün gönderilişindeki amaçlardan biride şu 2. ayet-i kerimede açıklanmaktadır:
“Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde, Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, ayetlerine uysak ve müminlerden olsaydık! Diyecek olmasalardı (seni göndermezdik)” (Kasas 47)
Yani şöyle demektedir: Rasulün gönderilişinden önce rablerini inkar, günah işlemeleri ve pisliğe dalmaları sebebiyle o kimselere sıkıntı verip azabımızı tattıracak olsaydık ve onlarda ‘Rabbimiz bize gazabın hak olup azabın da inmeden önce bize bir rasul gönderseydin de, delillerine ve beraberinde getirdiği kitabın ayetlerine tabi olsak, itaat etsek, onu tasdik etseydik.’ Demeyecek olsalardı seni göndermezdik ve işledikleri şirk yüzünden işlerini çabuklaştırır, azaba uğratırdık.
Bu aynı şu ayetteki gibidir:
“(Yerine göre) müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların, peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın!” (Nisa 165)
Şimdi bu iki noktada şu anlaşılıyor: Şayet Mevla o insanlara, peygamberlerin gönderilişinden önce şirlerine ve işledikleri günahlara karşılık ceza vermekte acele edecek olsaydı onlar, Resullerin olmadığı bir dönemde yaşadıklarını, kendilerine, hayır ile müjdeleyecek şerden sakındıracak bir elçinin gelmediğini öne sürebilirlerdi. Bu yüzden Allah (c.c.) onların azaba dair bu özürlerini kesmek için Muhammed aleyhisselamı gönderdi.
Bununla beraber selef onların (fetret ehlinin) gayri Müslim, müşrik kafirler olduğunda ittifak etmiştir. Ne var ki onlar ancak nebevi hüccetin yani mesajın ulaşmasından sonra azaba uğratılırlar. Ki sadece bu son hususta ulema arasında ihtilaf vardır.
Şimdi o insanlar Rasullerden uzak (fetret) bir dönemde yaşıyorlardı. Bu arada koyu bir cehaletin de içindeydiler. Buna rağmen onlar yine de müşrik idiler.

B- ŞİRK VE CEHALET SIFATLARININ BİRBİRİNDEN AYRILMAZLIĞI

Şu gayet açık bir şekilde biliniyor ki dininden habersiz insanlar hiçbir delile dayanmadan, sadece zanla hareket ederek, şirk noktasında kendilerini fetret ehli gibi görerek dahası, fetret ehli insanların da müşrik ve kafir sıfatıyla adlandırılamayacağını düşünerek hareket etmekteler. Bunlar hakkında ise yukarıdaki ayet ve alimlerin görüşleri yeterlidir.
Bu noktada şu konuyuda vurgulamak gerekmektedir. Oda şudur: İslamda şirk ve cehalet sıfatları birbirinden ayrılmayıp beraber bulunan unsurlar olarak beyan edilmiştir.
Bilinmelidir ki şirk, cehaletin eşidir. Tevhid ise ilmin ayrılmaz dostudur.
“İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf 40)
“De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah’a mahsustur. Ama onların çoğu bilmezler.” (Lokman 25)
“Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (Duhan 39)
İşte Allah o çoğunluğun müşrikler olduğunu da bildiriyor:
“Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a iman ederler.” (Yusuf 106)
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar (işlerinde) zanna tabi olur ve yalan söylerler.” (Enam 116)
Nitekim İbni Abbas’ın da, Nuh aleyhisselam zamanında şirkin başlamasını tahlil ederken bunun, ilmin yok olmasıyla başladığını belirttiği, anlayışının böyle olduğu malumdur.
İbni Teymiye birçok yerde kesin olarak şirkin herhangi bir çeşidini işleyen tekfir edilir diye belirtmiştir.
Ayrıca buna dair Müslümanların icmaını naklettiği halde bundan cahil vesaireyi de ayırt etmemiştir. Yani müşriğin tanımı içerisinde cahillerin bu sıfattan beri olacağına dair herhangi bir ibare yoktur.
Artık kim bu müşrik tanımını yalnızca kendisine tebliğ ulaşıpta inat eden kişiye has kılar ve bundan cahil, tevilci ve taklitçi kişileri hariç tutarsa şüphesiz Allah ve rasulüne muhalefet etmiş olacağı gibi müminlerin yolundan da ayrılmış olacaktır.
Bundan sonra söylenecek şey: Allah’a dair ilim, iman; O’nun hakkındaki cehalet ise küfür demektir.
Ve şüphesiz müşrik ismi, mesajın ulaşmasından önce (cehalete ve fetret dönemine rağmen) sabittir. Lakin azap ise iki dünyada da ancak mesajın ulaşmasından sonra olur.
Bu noktada delil olan ayetlerden biriside şudur:
“Durum şu ki: İçinde yaşayanlar gafil oldukları halde senin rabbin bir zulüm ve haksızlık ile ülkeleri helak eden değildir (helake sebep kendileridir).” (Enam 131)
Kurtubi ayet hakkında şöyle diyor: Yani şirkleri sebebiyle onlara elçi göndermeden önce. Ki onlar da, bize ne bir beşir ve ne de bir nezir geldi demesinler.

2. Bölüm

MESAJIN ULAŞMASINDAN ÖNCE ŞİRK VASFININ SABİT OLMASININ NEDENLERİ

1. MİSAK BAŞLI BAŞINA BİR DELİLDİR


“Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şahid tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da) evet (rabbimiz olduğuna) şahid olduk dediler.
Yahut (ne yapalım) daha önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onun için biz de onların izinden gittik. Ahdi) iptal edenlerin yüzünden bizi helak edecek misin?
İşte böylece (kafirlikten) dönmeleri için ayetleri açıklıyoruz” (Araf 172-173-174)
Şekanî’nin izahı şöyledir: Bunu yaptık ki mazeret olarak gafleti öne sürmeyesiniz, yahut şirki kendiniz yerine atalarınıza nisbet edip bunlardan biri yahut ikisiyle kendinizi mazur görmeye çalışmayasınız.
Allahu Teala insanlardan böylesi geçersiz bir özre bağlanıp mazeret beyan etmesinler diye söz almıştır.
Ve Kurtubî Tartuşî’den şunu naklediyor: Şüphesiz insanlar bu anlaşmadan sorumludur. Her ne kadar bu hayatta onu hatırlamıyorlarsa da…
Aslında Rasulullah’ın onu haber vermiş olması onun meydana gelmiş olmasına inanmak için kafidir. Zaten Allah Teala onları bu fıtratta yaratmış ve bu yapıyla donatmıştır. Bu yüzden Seleften bazıları bu şahit tutmayı tevhid fıtratı üzere yaratılma olarak vasıflandırmışlardır.
Biz bu ayetten şunu da anladık ki insanlar arasında dalaletin başlıca iki sebebi vardır bunlar:
1- Haktan yana gafil olmak,
2- Dalalet ehlini taklit etmek.
İşte bu misak (söz alma) ile Allahu Teala, burada bu ilmin fıtri ve zaruri olduğunu ve her insanın onu tanıması gerektiğini beyan edtiyor. Bu başıboşluğun geçersizliğine dair bir hüccettir.
Ve şirk koşanlar atalarımızdı. Biz ise bundan dolayı mazuruz diyecekler için onların fıtratında Allah’ın evet sadece O’nun kendilerinin rabbi olduğuna dair şehadet ettikleri bu bilgi mevcut olduğuna göre şu halde kendilerine şirkin geçersizliğini beyan edecek bir şey varmış demektir. Buda kendi aleylerine şehadet ettikleri tevhiddir.
Bu dahi Allah’ın şu sözüyle çelişmez.
“Biz rasul göndermedikçe kimseye azap edici değiliz.” (İsra 15)
Çünkü Biliyoruz ki Allah hüccetleri ortaya koymadan kullara azab etmez. BirincisiAllah Teala kendisinin rabbi, meliki ve yaratıcısı olduğunu, O’nun kendisi üzerinde hakkının bulunduğunu ikrar etmeyi içeren yapı ve yatkınlıkta yaratmış olması veikincisi ona elçiler göndermesidir. Bu elçiler bunu (misakı) açıklamakta takrir edip tamamlamaktadırlar.
Müfessirler bu ayetin, şirk hükmü konusunda müstakil bir delil olduğunda ittifak etmişlerdir. Sözgelimi Kurtubî, mukallit için tevhid noktasında hiçbir özür yoktur diyor. Taberî ise müşriklerin gaflet ve körü körüne taklit ile kendilerini savunmalarını, misakın delil oluşu iptal etmektedir diyor.
Bu noktada Allah’ın kulları İslam fıtratı üzerine yaratması konusunu inceleyelim.

KULLAR SADECE ALLAH’A TESLİM OLACAK FITRATTA YARATILMIŞLARDIR.

İbni Teymiye şöyle demiştir: Allah’a hamdolsun. Rasulün şu sözüne gelince:
“Her çocuk fıtrat üzere doğar. Onun ebeveyni onu Yahudi, Nasrani veya Mecusi yapar.”
Doğru olan bu fıtratın Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrat olmasıdır. Bu da İslam fıtratıdır. Yani insanların şöyle dediği günde üzerinde yarattığı fıtrat: “Ben sizin rabbiniz değimliyim. Onlar da evet dediler.”
Sahih-i Müslim’de İyaz bin Hımar’dan gelen Kutsi hadiste Rasulullah şöyle buyuruyor:
“Ben kullarımı hanifler olarak yarattım. Fakat şeytanlar onlara dolandı ve onlara helal kıldığım şeyleri haram kıldı. Onlara, benim hakkında hiçbir delil indirmediğim şeyleri bana ortak koşmayı emretti.”
Bu insanları Allah’ın islam demek olan hak için kalp selameti ve onu kabul ve irade edecek fıtratta yaratmış olması demektir. Müfessirler de fıtratın İslam demek olduğunda icma etişlerdir.

Şimdi misak ayetindeki şahit tutma insanların gaflet, cehalet ve ataları taklitetmeye dayalı kanıtlarını açık delillerle iptal etmektedir. Ve Şüphesiz bu şahit tutma uluhiyete değil rububiyete dair idi. Dolayısıyla bu ilahlık değil rablıkla ilgili olan şirk hakkında bir hüccettir.
Fakat ne varki bu uluhiyet ve rububiyet tevhidi konusundaki tevhid birlikteliğini şimdiki konuda ele alacağız.

2. RUBUBİYET TEVHİDİ ULUHİYET TEVHİDİNİ GEREKTİRİR. BU DA AYRI BİR DELİLDİR

Şu mesele aşikâr ki Kur’an’ı anlayan bir kişi kesinlikle rububiyet tevhidinin uluhiyet tevhidini gerektirdiğini keza Kur’an’ın müşrikleri, onlara rububiyete dair delilleri ikame ederek, uluhiyet tevhidine davet ettiğini gayet iyi bilir.
Allahu Teala buyuruyor ki: “Şüphesiz bu Kur’an, en doğru yola iletir” (İsra 9) O halde Kur’an ayetlerini incelediğimizde anlarız ki: Onların, yalnızca Allah’ın rab olduğunu itiraf etmelerine rağmen O’ndan başkasını O’na ortak koşmalarından dolayı kınamaktadır. Çünkü kim sadece Allah’ın rab olduğunu itiraf ederse aynı zamanda ibadet edilmeye müstahak olanın yalnızca O olduğunu da itiraf etmesi lazımdır.
Bunun örnekleri Kur’an-ı Kerimde çoktur. Sadece bir örnek vermekle yetineceğiz, şöyle ki:
“De ki: Göklerin ve yerin rabbi kimdir? De ki Allah’tır.” Onlar bunu itiraf edince onları şirklerinden dolayı şu ifadeyle kınamıştır. “O halde, O’nu bırakıp da bizzat kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?” (Rad 16)
Şunu unutmamalıyız ki; Şüphesiz ibadeti rabbimiz Allah’a hası kılmamızın delili O’nun yaratmada ortağının bulunmamasıdır. Keza O’nun yalnızca kendisinin her şeyin tek yaratıcısı olmasıdır.
İbni Kesir bu minvalde şu ayet hakkında diyor ki:
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet (kulluk) ediniz. Umulur ki böylece korunmuş (Allah’ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz.
O rab ki, yeri sizin için bir zemin (döşek) göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten size bir su indirdi. O su sebebiyle türlü meyvelerden (ve ekinlerden) size bir rızık (beslenme) çıkardı. Bunları bilerek sakın Allah’a ortaklar koşmayınız.” (Bakara 21-22) Bunun anlamı, O yaratıcı ve rızık verendir. Yeryüzünün maliki, sahibi ve onları rızıklandırandır. Bu nedenle ibadete başkası kendisine ortak koşulmaksızın sadece O, müstehaktır. [6]
Böylece sözlük manasındaki rab olarak tanımlanacak her varlığa ilahlıkta verilemeyeceğini öğrenmiş olduk.
Ve yukarıda açıklanan şekildeki bir rabbi ilahlıkta da (uluhiyet) birlememiz, tevhid etmemiz gerekmektedir. Ve İbni Teymiye şöyle diyor: “Uluhiyet tevhidi, muvahhidlerle müşrikler arasındaki alameti farikadır.”
İbni Kayyım da: “Uluhiyet, rasullerin milletlerini rablık tevhidi ile davet ettikleri husustur” diyor. [7]
Ulemanın ifadelerinin hepside rububiyet (rablık) tevhidinin uluhiyet (ilahlık) tevhidini gerektirdiğini söylüyor.

3- MİSAK, ŞİRKİN BATIL OLDUĞUNA DAİR BİR DELİLDİR. BUNUN GEREĞİ OLAN AZAP İSE MESAJIN ULAŞMASINDAN (NEBEVİ HÜCCETTEN) SONRADIR.

Şimdi bundan sonra şirk vasfını cehalet, gaflet veya taklit ile dahi şirk işleyen herkesin kazandığını ve bunun nedenlerinin de; misak, fıtrat ve rububiyet tevhidinin gereği olduğunu öğrendik. Ancak şu varki bu kişilere dünya ve ahirette azap ancak kendilerine hüccetin ulaşmasından sonradır.
Ayette şöyle denilmektedir: “Biz azap edici değiliz” Yani yanlış anlaşılmasın. Burada onlara müşrik sıfatının verilmeyeceği çıkmaz. Ve bu “Bir rasul göndermedikçe şirk ile hükmedici değiliz” demek değildir.
Çünkü daha öncede zikrettiğimiz gibi; kendilerine risalet ve Kur’an ulaşmadan cahiliye üzere ölen fetret ehlinin Müslüman olarak isimlendirilemeyeceğinde icma vardır. Şüphesiz ulema bunların hüccetten öncede azap görüp görmeyeceğinde ihtilaf etmiştir.
“Bir rasul göndermedikçe hiç kimseye azap edici değiliz.” (İsra 15)
“Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların, peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri kalmasın” (Nisa 165)
İşte Kur’an’ın zikrettiğimiz bu ve benzeri ayetlerinden yola çıkarak yukarıda belirttiğimiz ihtilaflarda alimlerin bir kısmı, fetret ehlinin onlara uyarıcı gelmemiş olması hasebiyle bunlar, küfür üzere ölseler bile azab konusunda mazur olduklarını gösteriyor demiştir.
Diğer bir kısmı ise, küfür ve şirk üzere ölen herkes kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olsa bile cehennemdedir. Bunu Allah’ın kitabındaki ayet ve peygamberin hadislerinin zahirinden çıkarmışlardır. Zira kafir ve müşrik olarak ölenlerin cennete asla giremeyeceği ve onların cehennemlikler olduğunu zikreden ayetler malumdur.
Bu noktada Mukayyıd şöyle demektedir: “‘Bu müşrikler fetret sebebiyle mazur mudurlar değil midirler?’ meselesinde doğru olanın şu olduğu anlaşılıyor: Onlar fetretten dolayı dünyada mazurdurlar. Kıyamette ise Allah onları ateş ile imtihan eder. Ona girmelerini emreder. Bu esnada kim girdiyse cennete girer ki esasen o şayet dünyada kendisine rasul gelmiş olsaydı onu tasdik ederdi demektir. Kim de girmekten kaçınırsa cehenneme girer ve orada azap görür. Bu kişi de aslında dünyada şayet kendisine elçi gelmiş olsaydı onu yalanlardı demektir. Çünkü Allah eğer kendilerine elçi gelmiş olsaydı ne yapacaklarını bilmektedir.”
İbni Teymiye şunları söylemektedir: “Günahı olmayan cehenneme girmez. Allah kendisine elçi göndermeden kimseye azap da etmez. Kime de elçinin daveti ulaşmamışsa mesela çocuk, deli ve sırf fetret dönemde olan bir dönemde ölmüş biri gibi, bunlar ahirette imtihan edilirler. Nitekim naslar buna işaret etmektedir.” [8]
Evet o fetret dönemi ki: Doğru yolun izleri kaybolmuş cehalet yayılmış ve ilim kaldırılmıştır. Bunun yanında önemlisi başvuracakları semavi bir kitap ya da kendisinden tevhidi öğrenecekleri bir kitapta yoktur.
Peki son rasul Hz. Muhammed aleyhisselamın gönderilişinden sonra şirke düşen kişilerin durumu nasıl olacak? O rasulün bütün anlattıkları ortada, mahfuz (saklanmış) olmasına rağmen. Dahası Allah’ın ayetleri ve elçisinin hadisleri gece gündüz kendilerine okunmaktadır. Ve hem de her tarafta din anlatan, dini bilen insanlar olduğu halde.
Şimdi buraya kadar öğrendiklerimizi maddelendirmemiz gerekirse:
1- Şüphesiz şahit tutma (misak) kendisi aleyhine hüccet olmak üzere uluhiyet tevhidini de gerektiren bir tarzda rububiyet tevhidi bağlamında bütün insanlardan alınmıştır.
2- Şüphesiz misak ayeti şirk hakkında müstakil bir delildir. Ancak azap hakkında müstakil bir delil sayılmaz.
3- Şüphesiz şirk hükmü, risaletten önce de sabittir, vardır. Bunun yanında şirk zaten çirkin, kötü ve kınanmış olup, şayet şirk işleyen nebevi hüccetten sonra da onu işlemekte ısrar ederse dünya ve ahirette azap ile tehdit edilmiştir.
4- Ulema Allah’tan başkasına ibadet eden fetret ehlinin müşrik olduğunda ve Müslüman olmadıklarında ittifak etmiştir.
5- Azabın uygulanması ve şirkin hükmü arasında bir irtibat yoktur. Bu bağlamda olmak üzere her müşrik azap görmez. Ta ki hüccet kaim oluncaya (mesaj ulaşıncaya) kadar.
Bundan sonra şu noktayıda eksik bırakmayarak İmamların fiillerin iyi veya kötü oluşları ve bunlara gereken cezanın uygulanması noktasındaki görüşlerini şirk hükmü ve cezası ile irtibatlandıralım.
4- FİİLLERİN –İLGİLİ HÜKÜMLER GELMEDEN ÖNCE DE- AKLEN İYİ VEYA KÖTÜ SIFATINI ALACAĞI KESİNDİR
Bu noktada iki uç nokta ve birde orta yol olmak üzere üç görüş vardır.
1- Muhakkak ki fiillerin güzel ve çirkin vasıfları sabit olup, bunlara risaletten önce de ceza ve sevap terettüp eder (gerekir).
2- Şüphesiz fiillerin güzel ve çirkinlik vasıfları sabit değildir. Buna hükümlerin inişinden önce sevap ve ikab (ceza) terettüp etmez.
3- Bu da ehli sünnetin ve cumhurun görüşü olarak şöyledir: Şüphesiz fiiller hükümlerin inişinden önce de çirkinlik ve güzellik ile nitelenir. Fakat ceza ancak hüccetin ikamesinden sonra olabilir.
Şimdi bu konuya değinilmesinin sebebi ve pratik olarak çıkacak sonuç; ehli sünnetin fiillerin, hükümlerin inişinden önce güzellik ve çirkinlikleriyle alakalı bu hükmün şirk noktasında failine uygulanması ve hükmün (hüccetin) inmesinden öncede şirk hükmünün varid olmasıdır.
Şöyle ki cumhurun görüşü şudur: Kişinin rasulün gelişinden önce yaptıkları kötü, çirkin ve şer idi. Lakin onlar hakkında hüccet, ancak rasul ile kaim olabilir. Ve azap ancak rasulün gelişi ile müstahak olur. Bu Müslümanların ekserisinin görüşüdür.
Zaten eğer ki yapılan kötü fiiller eşit seviyede mübah ve çocuk ve delinin yaptığı gibi affedilmiş şeyler olsaydı, bunlardan istiğfar ve tevbeyi emretmezdi. Şu ayette olduğu gibi:
“Bil ki: Allah’tan başka ilah yoktur. (Ey Muhammed) hem kendinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının bağışlanmasını dile.” (Muhammed 19)
Burada müminler islamdan önce Allah’ı tevhid etmek ve O’na ibadet etmek hususunda terk etmiş oldukları şeylerden dolayı istiğfar etmektedirler. Her ne kadar terk etmiş oldukları bu konuyla ilgili bir elçi gelmemiş idiyse de. Zaten Allahu Teala birçok ayette de onların yaptıklarından dolayı musibete uğradığını belirtiyor. Hal böyleyken bu fiillerin kötülüğü olmasaydı; musibete gerekçe olmazdı.
Esasen Kur’an’ı Kerim’in birçok yerinde onların üzerinde bulunduğu şirk vesair hallerin kötülüğü hem de birçok akli delil serdedilmek suretiyle vurgulanmaktadır.
Bu noktada akaiddeki fiillerin iyi ve kötü sıfatlarını barındırması konusundan konumuz olan şirk meselesine sonuç çıkartmak istersek:
a- Şüphesiz bunların fiilleri ve şirkleri risaletten önce de kötü bir zulümdür.
b- Ancak, Allah bunları peygamber göndermeden cezalandırmaz. Sonuçları çıkar.
Kur’an ayetleri şirk ve fuhşiyatın batıl oluşuna dair akli misallerle doludur. Bu misallerle Allah Teala kulların aklını kullanarak bu kötülük ve zulmü fark edebilecekleri veya anlayabilecekleri manasında uyarmaktadır.
Buda gösteriyor ki Allah’tan başkasına ibadetin kötülüğü akıl ve fıtratta sabittir. Nebevi mesaj ise akıllara, bunların kötülüğüne dair kendisine yerleştirilmiş bilgiyi hatırlatıp ona yöneltiyor.
Örnek vermek gerekirse:
“Eğer, yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki arşın rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (Enbiya 22)
İlah, kulluk edilen mabud demektir. Bu ise Allah’ın kendisinden başka ibadet edilmesine kesinlikle müsaade etmeyeceğini, bunun aklen imkansız olduğunu gösterir. Ki O’nun yanında başka mabud olsaydı yer ve gök ifsat olurdu. (bozulurdu)
Şirke bulaşmış insanın mazeretli olduğu ve olmadığı durumlar:
Kendilerine hüccet kaim oluncaya kadar dünya ve ahirette azab noktasında mazurdurlar. Bu ise Allah’ın rahmet ve fazlındandır.
Şirke bulaşmış olmaları ve bunun üzerine bina edilen hükümlerde ise mazur yani mazeretli değildirler. Mesela onlar Müslüman kabristanına defnedilemezler. Üzerlerine namaz kılınmaz. Kabirleri başında durulmaz ve onlara istiğfar edilmez. Kestikleri yenmez, kadınlarıyla evlenilmez ve en önemlisi cennete giremezler.
Hücceti ikamenin sonuçları:
İbni Teymiye şöyle diyor: Mutlak olarak umuma hatırlatmakta fayda vardır. Kimileri dinler fayda görür. Başkaları ise dinler inad eder ve kendilerine azap hak olur. Dolayısıyla dışındakilere ibret kaynağı olur. Hatırlatmayla birlikte hüccet kaim olur ve cihad vesair ile cezalandırılmalarıda caiz olur. [9]
Konuyu İbni Teymiye’nin bir cümlesiyle bitiriyoruz.
“Kur’an da akla ve hisse muhalif bir şeyin bulunması mümkün değildir. Ancak şu varki bazen bazı mekan ve zamanlarda risaletin ürünleri gizli kalmış olabilir. Öyle ki Rasulün getirdiklerini bilemez olurlar. Bu, ya lafzı bilmemek veya lafzı bilmekle beraber manasını bilmemekle olabilir. Bu durumda nübüvvet ışığının olmayışı sebebiyle cahiliyeye (cahil hayatın bir ferdi olmaya) dönüşürler. İşte bu ortamda şirk meydana gelir, din parça parça olur. Sözgelimi kılıçları kuşattıran fitne gibi.” [10]
[1] İktidau Sırat’ıl-Müstakim, Sıratı Müstakim Terc. 1/9-10
[2] Mecmu’ul-Feteva, 16/483-486
[3] İbni Kesir Terc., 14/7879
[4] İbni Kesir Terc., 5/2186
[5] Feteva, 4/245, Külliyat, 4/220
[6] İbni Kesir Terc., 2/209
[7] İğaset’ul-Lühefan, 2/135
[8] Feteva, 14/477
[9] Feteva, 16/162
[10] Feteva, 17/307-308
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
“Görülen hal odur ki, insanların çoğu kötülüklerden, emir ve yasaklardan habersiz halde yaşamaktadırlar, farkında olarak veya olmayarak, kendilerini tehlikeye atmaktadırlar. Onun içindir ki, bir mümin için cehalet mazeret değildir.” Ebu Yusuf Mihdat B. El-Hasan Ali Ferrac’ın İslam Hukuku Açısından Cehalet adlı eserinden esinlenerek hazırlanan bir kısım özettir.

Bu kitaba ve yazarına göre Türkiye halkının ve üyesi olduğun bu forumdakilerin (kitabdan nakillerle) hükmü nedir?



Büyük Şirkte Cehâlet Mâzeret midir?

https://www.islam-tr.org/konu/buyuk-sirkte-cehalet-mazeret-midir.33870/

Şeyh Makdisi : Cehaletin Mazeret Olduğu Durumlar
https://www.islam-tr.org/konu/seyh-makdisi-cehaletin-mazeret-oldugu-durumlar.9574/


Şeyh Makdisi : Tekfirin Şartları, Engelleri ve Sebebleri
https://www.islam-tr.org/konu/seyh-makdisi-tekfirin-sartlari-engelleri-ve-sebepleri.12127/




 
Üst Ana Sayfa Alt