Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
"Kardeşim Zünnûn'un duası:
لَّا إِلَهَ إِلَّا أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
"Senden başka ibadete layık ilâh yoktur; senin şanın yücedir; ben zalimlerden oldum" (Enbiya, 21/87) ayetidir.
Sıkıntıya düşmüş her kim bu dua ile dua ederse, mutlaka Allah o kimseyi sıkıntıdan kurtarır.
(Ahmed, Müsned, c. 1, s. 170; Tirmizî, c. 5, s. 529; En-Nesâî, Amel'ül-yevm vel-Leyle, s. 656; Hâkim, El-Müstedrek, c. 1, s. 505, c. 2, s. 383-Sa'd b. Ebi Vakkas'tan; Ayrıca, Beyhakî, Şu'abül' İmân,H. No: 606)
Bu hadisle alakalı şu sorular sorulmuş İbn Teymiyeye:
1 - Bu duanın manası nedir?
2 - Bu duâ niçin sıkıntıları gideren bir duadır?
3 - Bu duada geçen sözleri söyleme sırasında batınî bir Şartın bulunması gerekli midir?
4 - Zorluğu gidermeyi gerekli kılması için, kalbin itikadı, duanın anlamıyla uyumu nasıl olmalıdır?
5 - Duada geçen " إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ innî küntü minezzalimîn -ben zalimlerden oldum" bölümünün zikredilmesinin, zorluğu gidermeyi gerekli kılan tevhidle münasebeti nedir?
6 - Bu duayı okuyan kimsenin, sadece zalim olduğunu söyleyerek suçunu itiraf etmesi yeterli midir, yoksa gelecekte karar verip tevbe etmesi kaçınılmaz bir gereklilik midir?
7 - Sıkıntının giderilmesi ve kaldırılmasının, insanın yaratıklardan ve yaratıklarla alakalı olan her şeyden umudunu kesmeye bağlı olmasının sırrı nedir?
8 - Kalbin yaratıklardan ve onlarla alakalı olan şeylerden bir şey ummaktan tamamen vazgeçip bütün varlığı ile Allah'a bağlanması, tamamen O'na yönelmesi ve her şeyi O'ndan ummasının aslî ve belirgin sebebi nedir?
Duanın Manası
"Duâ ve davet" sözü Kur'an'da iki anlam içerir:
1 - İbadet duası (İbadet amacıyla yapılan duâ)
2 - Dilek duası (Allah'tan birşey dilemek için yapılan duâ)
Şu âyetler bu tanımlara örnektir:
"Allah'la beraber başka bir ilâha duâ (ibâdet) etme, sonra azab edilenlerden olursun." (Şuarâ, 26/213)
"Kim, Allah'la beraber varlığını ispatlayacak hiçbir delil bulunmayan bir ilâha ibâdet (duâ) ederse, onun hesabı Rabbinin yanındadır. Kuşkusuz kâfirler kurtulamaz." (Mü'minûn, 23/117).
"Allah'la beraber başka bir ilâha duâ etme, O'ndan başka ibadete layık ilâh yoktur." (Kasas, 27/88).
"Allah'ın kulu Muhammed O'na ibâdet (duâ) etmek için kalkınca, neredeyse çevresinde birbirlerine kenetlenerek keçeleşirlerdi." (Cin, 72/19).
"Onlar Allah'ı bırakıp dişilere duâ (ibâdet) ediyorlar ve yalnız başkaldıran şeytandan başkasına ibâdet etmiyorlardı." (Nisa, 4/117)
"Hak duâ Allah'a yapılır; ondan başka duâ ettikleri, kendilerine hiçbir cevap veremez. Bunlar suyun ağzına gelmesi için avuçlarını suya açan kimseye benzerler. Hiçbir zaman su ağzına ulaşmaz." (Râd, 13/14)
"Onlar ki Allah ile beraber başka bir ilâha duâ etmezler. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler, ve zina etmezler." (Furkân, 25/68)
"Ey Muhammed, de ki: "Duanız (ibâdetiniz) olmasa Rabbim sizi ne yapsın (ne diye size değer versin?) Yalanladığınızdan ötürü azaba çarptırılmanız gerekecek." (Furkân, 25/77)
Âyetin yorumu ile ilgili olarak şöyle denildi:
"Eğer sizin O'na duanız olmasa; onun duası size olmasa..."
Buradaki mastar bazen özne ile bazen de nesne ile tamlanmaktadır. Ancak özne ile tamlanma olasılığı daha güçlüdür. Çünkü o duayı yapan bir öznenin olması mutlak gereklidir. Bu nedenle iki görüşten en güçlüsü budur. Bu durumda âyette şöyle denilmektedir:
"Şayet O'na duâ etmiyor, O'na ibâdet etmiyor ve O'ndan dilekte bulunmuyorsanız Rabbim sizi ne yapsın ? (ne diye size kıymet verip dikkate alsın?)
Dua ve Namaz
"Salat" kavramı lugatta "duâ" anlamındadır.
Salat'a duâ denilmesi ibâdet ve dilemek olan duâ mânâsını içermesinden dolayıdır. Sözgelişi:
"Bana duâ edin, duanızı kabul edeyim." (Mü'min 40/60) âyeti iki biçimde tefsir edilmiştir:
1 - Bana ibâdet edin ve emrime uyun ki duanızı kabul edeyim.
Şu âyette buyurulduğu gibi:
"İman eden ve sahih amel işleyenlerin dualarını kabul eder." (Şûra, 42/66)
2 - Benden isteyin, size vereyim.
Buhârî ve Müslim'de konu ile ilgili olarak şu hadis yer almıştır:
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
"Her gece, gecenin son üçte bir kısmı kalınca Rabbimiz dünya göğüne iner ve şöyle buyurur:
"Benden dileyen yok mu, dilediğini vereyim, bana istiğfar eden yok mu, kendisini mağfiret edeyim"
(Buhârî, Teheccüd babı, c. 2, s. 47, Da'avat b. c. 7, s. 149; Tevhid, c. 8, s. 197; Müslim: Misafirlerin namazı b. c. 1, s. 521; H. no 758; Ebu Hüreyre'den; ayrıca Buhârî, El-Edeb ül-Müfred, s. 196. Ebû Davud, Tatavvu, c. 2, s. 77, h. no 1315; Es Sünne, c. 5, s. 100-102, H. c. 5, s. 526, H. No 3498; İbn Mâce, el-İkâme b. c. 1, s. 435, H. No 1366 ed-Dârimî, s. 347; Mâlik, el-Muvatta, s. 314; Ahmed, el-Müsned, c. 2, s. 264; Beyhâkî, Sünen, c. 3, s. 2; El-Esma Ves-Sıfat, s. 565; El-İtikad, s. 56)
Hadiste öncelikle duâ kelimesi, ardından sual (dilek) ve istiğfar kelimeleri zikredildi.
Dileyen aynı zamanda duâ eden olduğu gibi istiğfar eden de aynı zamanda dileyendir. Ne var ki "sâil" kelimesinin kullanılması hayrı taleb eden dilekçiden sonra gelecek şerri gidermek içindir. Her ikisinin birlikte duâ eden (dâî)kelimesinden sonra zikredilmesi, bu kelimenin her ikisini ve onların dışında kalan başka kelimeleri de içermesi, bu hass (özel) olanın genel üzerine atfedilmesi kuralından kaynaklanmaktadır.
Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kullarım sana benden sorarlar; kuşkusuz ben onlara çok yakınım. Duâ eden, Bana duâ ettiği zaman, duasını kabul ederim." (Bakara, 2/186)
Dilek ve İbadet
Her dileyen, rağbet eden, korku duyan kimse kendisinden dilekte bulunulan varlığa kulluk edendir.
O'na her ibâdet eden de aynı zamanda O'nun rahmetini uman ve azabından korkandır.
Her ibâdet eden dileyendir ve her dileyen ibâdet edendir.
Bu iki isimden her birisi diğerinden soyutlanıp tek başına kaldığında onu içerir.
Ancak bir araya geldikleri zaman "sail" (dileyen) kelimesiyle, sual ve taleb kalıbıyla, "yararlı olanı elde etmeyi, zararlı olanı gidermeyi istemek" anlamı murad edilir.
Bunun gibi ibâdet eden anlamına gelen "âbid" kelimesiyle burada sual kalıbı bulunmasa da, "emre uymayı taleb eden kimse" anlatılmak istenmiştir.
Havf ve Reca - korku ümit
- Allah'ın zâtını isteyen ve O'na bakan "âbid",
- Dileğinin yerine getirilmesini uman, "râgıb",
- Dileğinin yok olmasından korkan "râhib" olarak aynı zamanda hem korkan hem de umandır.
Şu iki âyet bunun misâlidir.
"Gerçekten onlar hayır işlere koşarlar, umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi ve bize derin saygı gösterirlerdi." (Enbiyâ, 21/90)
"Yanları yataklardan uzaklaşır, korkarak ve umarak Rab'lerine duâ ederler." (Secde, 32/16)
İster "ibâdet", isterse "dilek" amacı içeren duâ olsun, Allah'a duâ eden kimsenin, "umma" ve "korkma" duygularından uzak olduğu düşünülemez.
Bazı şeyhlerin korku ve ümidi avama has makamlardan saydıkları anlatılır. Bu anlayış şu şekilde yorumlanmaktadır:
Bunu söyleyen şeyhin anlatmak istediği, mukarrabinler'in (yani Allah'a yakınlık kesbetmiş kimseler) sadece Allah'ın zâtını istedikleri, O'na bakmakla haz almayı amaçladıklarıdır. Orada O'nunla haz alan yaratıklar bulunmasa da onlar bu isteğin gerçekleşmesini umarlar, ondan mahrum kalmaktan korkarlar.
Aslında onlar da korku ve ümid duygularından uzak değildir, fakat onların umdukları ve korktukları, talep ettiklerine göredir.
Sözgelimi bunlardan birisi şöyle söylemektedir:
"Sana ne cennetini arzulayarak ne de ateşinden korkarak ibâdet ediyorum."
Bu sözü söyleyen zât cennetin, alelade yaratıkların yararlandığı bir yerin, ateşin ise, yaratıkların duydukları acının ötesinde özel bir azab olmayan yerin adı olduğunu sanıyor.
Oysa böyle düşünen kimseler cennetin adını anlama noktasında büyük eksiklik içindedirler.
Halbuki Allah'ın dostlarına ödül olarak ahirette hazırladığı yerin adı cennettir.
Allah'ın cemâline bakmak da cennet nimetlerinden bir nimettir.
Bunun için mahlûkatın en faziletlisi olan kimse Allah'ın cennetini ister, cehennem ateşinden de O'na sığınır.
Bu yüzden Rasûlullah'ın sahabesi namazlarında şöyle duâ ederlerdi:
"Ben Allah'tan cenneti dilerim ve cehennem ateşinden Allah'a sığınırım."
(İbn Mâce, el-İkâme b, c. 1, s. 295, H. No 910; Duâ, c. 2, s. 1264, H. No 3847; İbn Huzeyme, Sahih, c. 1, s. 258, H. No 725, Ebû Salih Ebu Hüreyre'den. Ebû Dâvud, Namaz babı, c. 1, s. 501, H. No 792; Ahmed, el-Müsned, c. 3, s. 474, c. 5, s. 74; Rivayet eden sahabi zikredilmemiş)
Bir grup kelamcı, yukarıda zikredilen (senden cemâline bakma lezzetini isterim) sözünü yadırgamışlardır.
(En-Nesâî, el-Müctebâ, Kitab-üs-Sehv c. 3, s. 54; Ata b. Sâib babasının şöyle dediğini naklediyor:
Ammar bin Yâsir bizimle kısa bir namaz kıldı. Orada bulunanlar namazı niçin kısaltarak kıldığını sordular, şöyle cevap verdi: Ben orada Rasûlullah'dan dinlenilen duayı okudum. Ammar oradan kalkınca, aralarından birisi onu izleyerek okuduğu duanın hangi duâ olduğunu sordu. O da şu duayı okudu:
“Allah’ım! Gayb bilgine ve yarattıklarına olan kudretine dayanarak senden istiyorum. Yaşamak benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat. Ölüm benim için hayırlı olduğu zaman beni öldür.
Allah’ım! Gizli ve açık hallerimde senden korkmayı istiyorum. Kızgın olduğum ve olmadığım zamanlarda doğru konuşmayı istiyorum. Zenginlikte ve fakirlikte senin rızana uygun hareket etmeyi istiyorum. Senden bitmeyen nimetler istiyorum. Kesintisiz göz aydınlığı istiyorum. Başa gelen olaylara razı olup isyan etmemeyi istiyorum. Ölümden sonra (kabirde) güzel yaşamayı istiyorum. Senin yüzüne bakma lezzetini tattır. Başıma gelen kötü bir olay veya saptırıcı bir fitne sebebiyle olmaksızın seninle karşılaşmayı özlettir.
Allah’ım! Bizi iman ziyneti ile süsle. Hidayete çağıran, hidayete ermiş kullarından eyle.”
Bu haber ayrıca şu kaynaklarda yer almaktadır: Hâkim, el-Müstedrek, c. 1, s. 524; İbn Hibban, s. 509; Hadisi Hâkim, sahih kabul etmiş, Zehebî de bu görüşü onaylamış. Ayrıca Nesâî, c. 3, s. 55. Ahmed, el-Müsned, c. 4, s. 264, Hadisin ravileri güvenilir kimselerdir. Rasûlullah'a ait olduğu tesbit edilen bu duanın kelimelerini inkâr eden kelâmcıların görüşüne iltifat edilmemiştir.)
Onlar sanıyorlar ki Allah'a bakmaktan tad alınmaz; yaratılmışların dışında haz alınacak nimet yoktur.
Diğer (sûfiler) gibi bunlar da cennetin mânâsı konusunda yanlışa düşmüşlerdir.
Ancak onlar talep edilmeye lâyık gördüklerini istiyorlar, bunlar ise bu talebi inkâr ediyorlar.
Hakikatlerin Bulunduğu Yerde Yeminler Bozulur
Ateşten acı duyma hususuna gelince, bu kaçınılmaz bir durumdur. Kim "beni ateşe atsalar ben razı olurum" gibi bir söz söylese, o kimse rıza göstermeye yemin etmiştir. Halbuki hakikatlerin bulunduğu yerde yeminler bozulur. Semnûn gibi düşünenlerin sözünde de durum bunun benzeridir.
(Semnûn b. Hamza (Semnûn b. Abdullah da denilir): Ebul-Hasen El-Havvas; mezkûr olaydan ötürü kendine yalancı Semnûn anlamına gelen: 'Semnûn-Kezzâb' adını vermişti. Ser-î Sakatî, Ebû Ahmed el-Kalânüsî ile arkadaşlık etmiş. Sevgiden en güzel söz edenlerden idi. Semnûn, Irak'ta yaşayan süflilerin en büyüklerinden sayılır. Cüneyd'den sonra ölmüştür. Bkz: Tabakat us-Sûfiye, 195-199; El-Hüye, c. X. s. 209-314; Tarih-i Bağdadî, c. 9, s. 234-237; Er-Risâlet'ül-Kuşeyrîye, c. 1, s. 133; El-Bidaye ven-Nihâye, c. 11, s. 115)
Semnûn şöyle demişti bir şiirinde:
"Benim senden başka hiçbir nasibim yoktur.
Sen nasıl dilersen beni öyle imtihan et."
Semnûn idrar darlığına yakalandı. Çocuk mekteplerinin çevresinde dolaşıp çocuklara şöyle dermiş:
"Yalancı amcanıza duâ edin."
Nitekim böyleleriyle ilgili olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz, işte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz." (Âl-i İmrân, 3/143)
Tasavvufi makamların nedenselliği hakkında konuşan bazı sûfiler, kaderi gözlemleme esası üzerine bina ederek sevgi, rıza, havf (korku) ve recâ (umma)yı avamın makamlarından kıldılar. Onlara göre:
"Kam kadere tanık olursa, hiçbir şey değilmiş gibi fani, sürekli var olan gibi bakî kalıncaya dek fiillerin birliğine de tanık olur. Bu durumdaki kimse bütün bu işlerden kurtulur, onların üstüne çıkar."
Halbuki bu hakikat ve şeriat yönünden düzeltilmesi gereken bir sözdür.
"Kardeşim Zünnûn'un duası:
لَّا إِلَهَ إِلَّا أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
"Senden başka ibadete layık ilâh yoktur; senin şanın yücedir; ben zalimlerden oldum" (Enbiya, 21/87) ayetidir.
Sıkıntıya düşmüş her kim bu dua ile dua ederse, mutlaka Allah o kimseyi sıkıntıdan kurtarır.
(Ahmed, Müsned, c. 1, s. 170; Tirmizî, c. 5, s. 529; En-Nesâî, Amel'ül-yevm vel-Leyle, s. 656; Hâkim, El-Müstedrek, c. 1, s. 505, c. 2, s. 383-Sa'd b. Ebi Vakkas'tan; Ayrıca, Beyhakî, Şu'abül' İmân,H. No: 606)
Bu hadisle alakalı şu sorular sorulmuş İbn Teymiyeye:
1 - Bu duanın manası nedir?
2 - Bu duâ niçin sıkıntıları gideren bir duadır?
3 - Bu duada geçen sözleri söyleme sırasında batınî bir Şartın bulunması gerekli midir?
4 - Zorluğu gidermeyi gerekli kılması için, kalbin itikadı, duanın anlamıyla uyumu nasıl olmalıdır?
5 - Duada geçen " إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ innî küntü minezzalimîn -ben zalimlerden oldum" bölümünün zikredilmesinin, zorluğu gidermeyi gerekli kılan tevhidle münasebeti nedir?
6 - Bu duayı okuyan kimsenin, sadece zalim olduğunu söyleyerek suçunu itiraf etmesi yeterli midir, yoksa gelecekte karar verip tevbe etmesi kaçınılmaz bir gereklilik midir?
7 - Sıkıntının giderilmesi ve kaldırılmasının, insanın yaratıklardan ve yaratıklarla alakalı olan her şeyden umudunu kesmeye bağlı olmasının sırrı nedir?
8 - Kalbin yaratıklardan ve onlarla alakalı olan şeylerden bir şey ummaktan tamamen vazgeçip bütün varlığı ile Allah'a bağlanması, tamamen O'na yönelmesi ve her şeyi O'ndan ummasının aslî ve belirgin sebebi nedir?
Duanın Manası
"Duâ ve davet" sözü Kur'an'da iki anlam içerir:
1 - İbadet duası (İbadet amacıyla yapılan duâ)
2 - Dilek duası (Allah'tan birşey dilemek için yapılan duâ)
Şu âyetler bu tanımlara örnektir:
"Allah'la beraber başka bir ilâha duâ (ibâdet) etme, sonra azab edilenlerden olursun." (Şuarâ, 26/213)
"Kim, Allah'la beraber varlığını ispatlayacak hiçbir delil bulunmayan bir ilâha ibâdet (duâ) ederse, onun hesabı Rabbinin yanındadır. Kuşkusuz kâfirler kurtulamaz." (Mü'minûn, 23/117).
"Allah'la beraber başka bir ilâha duâ etme, O'ndan başka ibadete layık ilâh yoktur." (Kasas, 27/88).
"Allah'ın kulu Muhammed O'na ibâdet (duâ) etmek için kalkınca, neredeyse çevresinde birbirlerine kenetlenerek keçeleşirlerdi." (Cin, 72/19).
"Onlar Allah'ı bırakıp dişilere duâ (ibâdet) ediyorlar ve yalnız başkaldıran şeytandan başkasına ibâdet etmiyorlardı." (Nisa, 4/117)
"Hak duâ Allah'a yapılır; ondan başka duâ ettikleri, kendilerine hiçbir cevap veremez. Bunlar suyun ağzına gelmesi için avuçlarını suya açan kimseye benzerler. Hiçbir zaman su ağzına ulaşmaz." (Râd, 13/14)
"Onlar ki Allah ile beraber başka bir ilâha duâ etmezler. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler, ve zina etmezler." (Furkân, 25/68)
"Ey Muhammed, de ki: "Duanız (ibâdetiniz) olmasa Rabbim sizi ne yapsın (ne diye size değer versin?) Yalanladığınızdan ötürü azaba çarptırılmanız gerekecek." (Furkân, 25/77)
Âyetin yorumu ile ilgili olarak şöyle denildi:
"Eğer sizin O'na duanız olmasa; onun duası size olmasa..."
Buradaki mastar bazen özne ile bazen de nesne ile tamlanmaktadır. Ancak özne ile tamlanma olasılığı daha güçlüdür. Çünkü o duayı yapan bir öznenin olması mutlak gereklidir. Bu nedenle iki görüşten en güçlüsü budur. Bu durumda âyette şöyle denilmektedir:
"Şayet O'na duâ etmiyor, O'na ibâdet etmiyor ve O'ndan dilekte bulunmuyorsanız Rabbim sizi ne yapsın ? (ne diye size kıymet verip dikkate alsın?)
Dua ve Namaz
"Salat" kavramı lugatta "duâ" anlamındadır.
Salat'a duâ denilmesi ibâdet ve dilemek olan duâ mânâsını içermesinden dolayıdır. Sözgelişi:
"Bana duâ edin, duanızı kabul edeyim." (Mü'min 40/60) âyeti iki biçimde tefsir edilmiştir:
1 - Bana ibâdet edin ve emrime uyun ki duanızı kabul edeyim.
Şu âyette buyurulduğu gibi:
"İman eden ve sahih amel işleyenlerin dualarını kabul eder." (Şûra, 42/66)
2 - Benden isteyin, size vereyim.
Buhârî ve Müslim'de konu ile ilgili olarak şu hadis yer almıştır:
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
"Her gece, gecenin son üçte bir kısmı kalınca Rabbimiz dünya göğüne iner ve şöyle buyurur:
"Benden dileyen yok mu, dilediğini vereyim, bana istiğfar eden yok mu, kendisini mağfiret edeyim"
(Buhârî, Teheccüd babı, c. 2, s. 47, Da'avat b. c. 7, s. 149; Tevhid, c. 8, s. 197; Müslim: Misafirlerin namazı b. c. 1, s. 521; H. no 758; Ebu Hüreyre'den; ayrıca Buhârî, El-Edeb ül-Müfred, s. 196. Ebû Davud, Tatavvu, c. 2, s. 77, h. no 1315; Es Sünne, c. 5, s. 100-102, H. c. 5, s. 526, H. No 3498; İbn Mâce, el-İkâme b. c. 1, s. 435, H. No 1366 ed-Dârimî, s. 347; Mâlik, el-Muvatta, s. 314; Ahmed, el-Müsned, c. 2, s. 264; Beyhâkî, Sünen, c. 3, s. 2; El-Esma Ves-Sıfat, s. 565; El-İtikad, s. 56)
Hadiste öncelikle duâ kelimesi, ardından sual (dilek) ve istiğfar kelimeleri zikredildi.
Dileyen aynı zamanda duâ eden olduğu gibi istiğfar eden de aynı zamanda dileyendir. Ne var ki "sâil" kelimesinin kullanılması hayrı taleb eden dilekçiden sonra gelecek şerri gidermek içindir. Her ikisinin birlikte duâ eden (dâî)kelimesinden sonra zikredilmesi, bu kelimenin her ikisini ve onların dışında kalan başka kelimeleri de içermesi, bu hass (özel) olanın genel üzerine atfedilmesi kuralından kaynaklanmaktadır.
Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kullarım sana benden sorarlar; kuşkusuz ben onlara çok yakınım. Duâ eden, Bana duâ ettiği zaman, duasını kabul ederim." (Bakara, 2/186)
Dilek ve İbadet
Her dileyen, rağbet eden, korku duyan kimse kendisinden dilekte bulunulan varlığa kulluk edendir.
O'na her ibâdet eden de aynı zamanda O'nun rahmetini uman ve azabından korkandır.
Her ibâdet eden dileyendir ve her dileyen ibâdet edendir.
Bu iki isimden her birisi diğerinden soyutlanıp tek başına kaldığında onu içerir.
Ancak bir araya geldikleri zaman "sail" (dileyen) kelimesiyle, sual ve taleb kalıbıyla, "yararlı olanı elde etmeyi, zararlı olanı gidermeyi istemek" anlamı murad edilir.
Bunun gibi ibâdet eden anlamına gelen "âbid" kelimesiyle burada sual kalıbı bulunmasa da, "emre uymayı taleb eden kimse" anlatılmak istenmiştir.
Havf ve Reca - korku ümit
- Allah'ın zâtını isteyen ve O'na bakan "âbid",
- Dileğinin yerine getirilmesini uman, "râgıb",
- Dileğinin yok olmasından korkan "râhib" olarak aynı zamanda hem korkan hem de umandır.
Şu iki âyet bunun misâlidir.
"Gerçekten onlar hayır işlere koşarlar, umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi ve bize derin saygı gösterirlerdi." (Enbiyâ, 21/90)
"Yanları yataklardan uzaklaşır, korkarak ve umarak Rab'lerine duâ ederler." (Secde, 32/16)
İster "ibâdet", isterse "dilek" amacı içeren duâ olsun, Allah'a duâ eden kimsenin, "umma" ve "korkma" duygularından uzak olduğu düşünülemez.
Bazı şeyhlerin korku ve ümidi avama has makamlardan saydıkları anlatılır. Bu anlayış şu şekilde yorumlanmaktadır:
Bunu söyleyen şeyhin anlatmak istediği, mukarrabinler'in (yani Allah'a yakınlık kesbetmiş kimseler) sadece Allah'ın zâtını istedikleri, O'na bakmakla haz almayı amaçladıklarıdır. Orada O'nunla haz alan yaratıklar bulunmasa da onlar bu isteğin gerçekleşmesini umarlar, ondan mahrum kalmaktan korkarlar.
Aslında onlar da korku ve ümid duygularından uzak değildir, fakat onların umdukları ve korktukları, talep ettiklerine göredir.
Sözgelimi bunlardan birisi şöyle söylemektedir:
"Sana ne cennetini arzulayarak ne de ateşinden korkarak ibâdet ediyorum."
Bu sözü söyleyen zât cennetin, alelade yaratıkların yararlandığı bir yerin, ateşin ise, yaratıkların duydukları acının ötesinde özel bir azab olmayan yerin adı olduğunu sanıyor.
Oysa böyle düşünen kimseler cennetin adını anlama noktasında büyük eksiklik içindedirler.
Halbuki Allah'ın dostlarına ödül olarak ahirette hazırladığı yerin adı cennettir.
Allah'ın cemâline bakmak da cennet nimetlerinden bir nimettir.
Bunun için mahlûkatın en faziletlisi olan kimse Allah'ın cennetini ister, cehennem ateşinden de O'na sığınır.
Bu yüzden Rasûlullah'ın sahabesi namazlarında şöyle duâ ederlerdi:
"Ben Allah'tan cenneti dilerim ve cehennem ateşinden Allah'a sığınırım."
(İbn Mâce, el-İkâme b, c. 1, s. 295, H. No 910; Duâ, c. 2, s. 1264, H. No 3847; İbn Huzeyme, Sahih, c. 1, s. 258, H. No 725, Ebû Salih Ebu Hüreyre'den. Ebû Dâvud, Namaz babı, c. 1, s. 501, H. No 792; Ahmed, el-Müsned, c. 3, s. 474, c. 5, s. 74; Rivayet eden sahabi zikredilmemiş)
Bir grup kelamcı, yukarıda zikredilen (senden cemâline bakma lezzetini isterim) sözünü yadırgamışlardır.
(En-Nesâî, el-Müctebâ, Kitab-üs-Sehv c. 3, s. 54; Ata b. Sâib babasının şöyle dediğini naklediyor:
Ammar bin Yâsir bizimle kısa bir namaz kıldı. Orada bulunanlar namazı niçin kısaltarak kıldığını sordular, şöyle cevap verdi: Ben orada Rasûlullah'dan dinlenilen duayı okudum. Ammar oradan kalkınca, aralarından birisi onu izleyerek okuduğu duanın hangi duâ olduğunu sordu. O da şu duayı okudu:
“Allah’ım! Gayb bilgine ve yarattıklarına olan kudretine dayanarak senden istiyorum. Yaşamak benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat. Ölüm benim için hayırlı olduğu zaman beni öldür.
Allah’ım! Gizli ve açık hallerimde senden korkmayı istiyorum. Kızgın olduğum ve olmadığım zamanlarda doğru konuşmayı istiyorum. Zenginlikte ve fakirlikte senin rızana uygun hareket etmeyi istiyorum. Senden bitmeyen nimetler istiyorum. Kesintisiz göz aydınlığı istiyorum. Başa gelen olaylara razı olup isyan etmemeyi istiyorum. Ölümden sonra (kabirde) güzel yaşamayı istiyorum. Senin yüzüne bakma lezzetini tattır. Başıma gelen kötü bir olay veya saptırıcı bir fitne sebebiyle olmaksızın seninle karşılaşmayı özlettir.
Allah’ım! Bizi iman ziyneti ile süsle. Hidayete çağıran, hidayete ermiş kullarından eyle.”
Bu haber ayrıca şu kaynaklarda yer almaktadır: Hâkim, el-Müstedrek, c. 1, s. 524; İbn Hibban, s. 509; Hadisi Hâkim, sahih kabul etmiş, Zehebî de bu görüşü onaylamış. Ayrıca Nesâî, c. 3, s. 55. Ahmed, el-Müsned, c. 4, s. 264, Hadisin ravileri güvenilir kimselerdir. Rasûlullah'a ait olduğu tesbit edilen bu duanın kelimelerini inkâr eden kelâmcıların görüşüne iltifat edilmemiştir.)
Onlar sanıyorlar ki Allah'a bakmaktan tad alınmaz; yaratılmışların dışında haz alınacak nimet yoktur.
Diğer (sûfiler) gibi bunlar da cennetin mânâsı konusunda yanlışa düşmüşlerdir.
Ancak onlar talep edilmeye lâyık gördüklerini istiyorlar, bunlar ise bu talebi inkâr ediyorlar.
Hakikatlerin Bulunduğu Yerde Yeminler Bozulur
Ateşten acı duyma hususuna gelince, bu kaçınılmaz bir durumdur. Kim "beni ateşe atsalar ben razı olurum" gibi bir söz söylese, o kimse rıza göstermeye yemin etmiştir. Halbuki hakikatlerin bulunduğu yerde yeminler bozulur. Semnûn gibi düşünenlerin sözünde de durum bunun benzeridir.
(Semnûn b. Hamza (Semnûn b. Abdullah da denilir): Ebul-Hasen El-Havvas; mezkûr olaydan ötürü kendine yalancı Semnûn anlamına gelen: 'Semnûn-Kezzâb' adını vermişti. Ser-î Sakatî, Ebû Ahmed el-Kalânüsî ile arkadaşlık etmiş. Sevgiden en güzel söz edenlerden idi. Semnûn, Irak'ta yaşayan süflilerin en büyüklerinden sayılır. Cüneyd'den sonra ölmüştür. Bkz: Tabakat us-Sûfiye, 195-199; El-Hüye, c. X. s. 209-314; Tarih-i Bağdadî, c. 9, s. 234-237; Er-Risâlet'ül-Kuşeyrîye, c. 1, s. 133; El-Bidaye ven-Nihâye, c. 11, s. 115)
Semnûn şöyle demişti bir şiirinde:
"Benim senden başka hiçbir nasibim yoktur.
Sen nasıl dilersen beni öyle imtihan et."
Semnûn idrar darlığına yakalandı. Çocuk mekteplerinin çevresinde dolaşıp çocuklara şöyle dermiş:
"Yalancı amcanıza duâ edin."
Nitekim böyleleriyle ilgili olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz, işte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz." (Âl-i İmrân, 3/143)
Tasavvufi makamların nedenselliği hakkında konuşan bazı sûfiler, kaderi gözlemleme esası üzerine bina ederek sevgi, rıza, havf (korku) ve recâ (umma)yı avamın makamlarından kıldılar. Onlara göre:
"Kam kadere tanık olursa, hiçbir şey değilmiş gibi fani, sürekli var olan gibi bakî kalıncaya dek fiillerin birliğine de tanık olur. Bu durumdaki kimse bütün bu işlerden kurtulur, onların üstüne çıkar."
Halbuki bu hakikat ve şeriat yönünden düzeltilmesi gereken bir sözdür.