Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Farklı Veliler

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Allah'ın Velileri İle Şeytanın Velileri Arasındaki Fark


İnsanlar Arasında Allah dostları Bulunduğu Gibi, Şeytanın da Dostları Olmaktadır

İnsanlar arasında Allah dostları bulunduğu gibi, şeytanın da dostları olmaktadır.
Bu keyfiyeti iyice anladıktan sonra, bunların arasındaki farkı bir iyice belirtmek gerekmektedir. Aynen Allah ile Resulü nasıl ayırmışsa, beyanlarıyla apaçık belirtmişse öylece belirtelim.
Allah'ın dostları sadece Allah'dan gereği gibi korkan ve hiçbir ard niyetsiz emirlerine itaat eden müminlerdir.
Allah böyle olan dostlarını övüyor:
(İyi bilinmelidir ki) Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildirler. Onlar, iman edip (gerektiği gibi Allah'tan) sakınanlardır.(Yunus: 62,63)
Buhari ve diğer hadisçilerin rivayet ettikleri sahih bir hadisde, Ebu Hureyre Allah'ın Rasulunden şunları nakleder:

“Yüce Allah'ım bana buyurdu ki:
“Kim benim bir velime / dostuma düşmanlık ederse bana karşı savaş açmıştır. Kulum bana ancak emrettiğim ve farz kıldığım ibadetle yaklaşır. Ve devamlı nafile ibadetlerle bana yakın düşer. Öyle ki ben de onu sevmeye başlarım. Onu sevince de, duyan kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür. (Yani görmesi, işitmesi, tutması ve yürümesinde hep benimledir, benim rızamı düşünür.)
Benden bir şey isterse elbette ki veririm. Bana sığınırsa onu korurum. Yaptığım hiçbir işte tereddüt etmedim. Yalnız, mümin kulumun ruhunu almakta tereddüt ettim. O ölümden tiksinir, ben de önün hoşlanmadığı şeylerden hoşlanmam. Fakat ölümden kurtuluş yoktur.”
(Buhârî (6502) Ahmed; (6/256) buna yakın lafızlar ile Aişe'den)

Bu hadis, Allah dostları hakkında rivayet edilen en gerçek bir hadisdir. Yüce Resul bu hadislerinde, Allah dostlarına düşmanlık yapmanın Allah'a savaş açmak anlamına geldiğini beyan ediyor. Korkunç bir suç olduğunu belirtiyor.
Bir başka hadisde şöyle buyrulmaktadır:

“Ben dostlarımın intikamını düşmanlarımdan alırım, öfkeli bir aslanın intikam almasına benzer bir biçimde.”
Evet durum budur. Çünkü Allah'ın dostları;
- Allah'ın istediği biçimde iman eden ve O'nu kendisi için yegane sevgili olarak kabul eden,
- sevdiğini seven, sevmediğini sevmeyen,
- rıza gösterdiğine rıza gösteren,
- hoşlanmadığından hoşlanmayan;
- O'nun emrettiklerini emreden,
- yasakladıklarından kaçındıran bahtiyarlardır.
- Allah kime iyilik yapılmasını isterse, bu dostlar onlara iyilik ederler, kime de emretmezse, ona engel olurlar.
Tirmizi'nin kaydettiği bir hadisde buyrulmuştur:

“İman konusunda en sağlam tutanak, Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir.”
Ebu Davud'un kaydettiği bir hadisde de şöyle buyrulmaktadır:
“Kim Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için verir, ve Allah için menederse, gerçekten de o kimse imanını tamamlamıştır.”
Bazıları: “Allah dostlarına veli denmesinin sebebi, bu dostluğa erişenlerin Allah'a karşı eda edilmesi gerekli olan itaati eksiksiz ve kesintisiz yaptıkları içindir” demişlerse de, az yukarda yapılan tarif daha uygun bir ifadedir.
Yani Veli; Allah'a yakın kimse demektir.
Veli; Allah'ın sevdiği, hoşnud/razı olduğu, buğzettiği, emrettiği, menettiği şeylerde, Allah'a uygun bir yol tutturan kimse olduğuna göre, ona düşmanlık eden Allah'a düşmanlık etmiş sayılır normal olarak.
Nitekim Yüce Allah mealen buyurmaktadır:
Ey iman edenler. Benim de, sizin de düşmanınız olanları kendinize dost edinmeyin.”(Mumtehine: 1)




Kuşkusuz, Kafirlerle Savaşmak En Büyük Cihaddır

Allah Rasulu buyuruyor:
“Mumin; insanların kendi kanlarına, mallarına karşı ondan emin bulunduğu kimsedir. Müslüman, diğer Müslümanların, onun elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. Muhacir, Allah için nefsiyle savaşandır.”
Bir kısım hadisçilerin, Allah'ın Rasulunden, Tebuk savaşı dönüşünde:
“Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” sözün naklettiklerini bilmekteyiz.
Ama hadis diye rivayet edilen bu sözün aslı esası yoktur.
Marifet ehli alimlerden hiç kimse böyle bir hadis nakletmemiştir. Kuşkusuz, kafirlerle savaşmak en büyük cihaddır ve mümini en üst dereceye çıkaran bir ibadetidir. Belki de ondan üstün hiçbir ibadet yoktur.
Yüce Allah cihad hakkında buyuruyor:

“İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad eden kimselere Allah katında en büyük dereceler var. İşte kurtulanlar onlardır. Rabları, onlara, katından bir rahmet, hoşnutluk ve içinde tükenmez nimetler bulunan ebedi ve temelli kalacakları cennetleri müjdeler. Doğrusu büyük ecir Allah katındadır.”
Muslimde ve diğer muteber hadis kitaplarında, Numan bin Beşir'den yapılan rivayette diyor ki:
“Peygamberin yanında bulunduğum bir sırada Müslümanlardan birinin şöyle dediğini işittim:

“İslamla şereflendikten bu yana, hacılara su dağıtmaktan başka hiç işle meşgul olmam ve başka bir işe önem vermem.”
Bir başkası: “Ben de öyle” dedi. “İslamiyetle şeref bulduktan sonra, Mescid'i-l-Haram'ı onarmak ve bakmaktan başka hiçbir işe önem vermedim ve vermem.”

Onların bu konuşmalarına kulak misafiri olan Hz. Ali onların sözlerine karıştı:
“Allah yolunda savaşmak sizin anlattığınız işlerden çok çok daha üstündür.”
Orada bulunan Hz. Ömer:
“Allah Rasulunün minberi yanında yüksek sesle konuşmayın” diye onları ikaz etti. Sonunda, namazı bitirdikten sonra meseleyi Allah'ın Resulünden sorduk. Allah'ın Rasulu sorumuzu yüce Allah'a arzetti. Yüce Allah da az sonra, Tevbe suresinin 20. ayetini indirdi.
Konumuzla ilgili bir kaç hadis:
Allah'ın Rasulunden soruldu:

“ Hangi işimiz daha üstündür?”
“ Allah'a iman etmek ve yolunda savaşmak.”
“ Ondan sonra?”
“ Emredilen haccı yerine getirmek.”
Gene Ashabdan biri gelerek Allah'ın Resulünden sordu:
“Ey Allah'ın Rasulu! Allah yolunda yapılan savaşa denk düşecek bir iyi hareketten haber ver bana!”
Allah'ın Resulü:

“Ona güç yettiremezsiniz.”
“Ama siz yine de haber verin ya Resulüllah!”
“Bir savaşçı evinden çıktığında, o geri dönünceye kadar, sen iftar etmeden oruca, aralıksız namaz kılmaya güç yettirebilir misin?”
Allah'ın Rasulu Muaz bin Cebel'i Yemen'e görevle gönderirken ona şunları söylemişti:
“Ey Muaz! Nerede olursan ol, Allah 'a karşı gelmekten sakın. Bir kötülüğün hemen ardından bir iyilik yap ki, yapmış olduğun kötülüğün karşılığı olsun. İnsanlara güzel ahlakla muamele et. Ey Muaz! Şüphesiz seni severim! Her namazın arkasından “Ya Rabbi; sana zikir, sana şükür ve güzel ibadet etmemde bana yardımcı ol” duasını hiçbir zaman terketme.”
“Ey Muaz! Allah'ın kendi kulları üzerindeki hakları nedir, bilir misin?”

“ Allah ve Rasulu daha iyi bilirler.”
“Allah'ın hakkı, O'na kulluk etmek ve hiç bir şeyi O'na ortak koşmamaktır…”
Konuşmasını sürdürdü:
“ Kulların Allah üzerinde hakkı nedir bilir misin?”
“ Allah ve Rasulu daha iyi bilirler.”
“ Kullarına azab etmemesidir. Ya Muaz! İyi bil ki, işin başı İslamdır; onun ona direği namazdır; zirvesi Allah yolunda cihaddır”
“Ey Muaz! Sana iyiliklerin kapılarından haber vereyim mi? Oruç manevi bir kalkandır, sadaka, suyun ateşi söndürdüğü gibi hataları söndürür ve bir kimsenin gece kalkarak namaz kılması...”dedikten sonra, şu ayeti kerimeyi okudular:
Vucutları yataklarından uzak kalan, korkarak ve umarak Rablerineyalvaran, verdiğimiz rızıklardan sarfedenler, bizim ayetlerimize inanırlar, yaptıkları için onlara verilmek üzere saklanan müjdeyi kimse bilmez.”(Secde: 16-17)
Allah'ın Rasulu devam ettiler:

“ Ya Muaz! Sana bundan daha çok sahip olman gerekli şeyden haber vereyim mi? Dilini tut!”
Muaz sordu:
“ Konuştuklarımızdan ötürü muaheze olunacak, kınanacak mıyız?”
“ Anan seni yitirsin Muaz! İnsanların cehenneme yüzükoyun atılması, dillerinin yüzünden değil midir?”
Konuyla ilgili bir ufacık yorum:
Allah'ın Rasulu buyuruyor ki:
Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, hayırlı söz söylesin, yahut sükut etsin.” (Muslim ve Buhari)
Muhakkak ki, hayırlı bir şey söylemek susmaktan daha hayırlıdır. Kötülüğe sebep olacak bir şey söylemektense susmak hayırlıdır. Devamlı susmak, hiç konuşmamak bida'dır ve yasaktır. Buna benzer, mesela, ekmek yahut et yemeyi terketmek, hiç yememek de yasaktır.
Allah'ın Resulü, bir adamın güneş altında ayakta dineldiğini gördüğü zaman sordu:

“ Bu nedir, niçin böyle güneş altında duruyor?”
“ O İsrailoğludur. Gölgesiz güneş altında durmaya ve hiç kimseyle bir tek kelime konuşmamaya adamıştır kendini oruç açma zamanına kadar...”
“ Söyleyin ona otursun. Gölgelensin ve konuşsun. Orucunu da tamamlasın.”
Hz. Enes'in rivayet ettiği bir hadis de şöyledir:
“Kendi ibadetlerini küçümseyen ve azımsayan bir kaç müslüman, Allah'ın Resulüne ait ibadetinden sordular. Ve sonra:
“Biz nerede, peygamber ibadeti nerede. Onun gibi olmak ne mümkün?” dediler.
Sonra biri; “Ben hep oruç tutarım. Oruçsuz geçen hiç bir günüm yoktur.”

Bir başkası; “Ben geceleri hiç uyumadan namaz kılarım.”
Bir diğeri; “Ben de hiç et yemem”
Başka biri: “Ben de hiç bir kadınla evlenmem ve ilgilenmem!”

Onların aralarındaki bu konuşmaya kulak misafiri olan Allah'ın Resulü buyurdu:
“Bunlara ne oluyor ki, her biri kendi anlayışında ifrata düşüyor? Ben hem oruç tutarım, hem de iftar ederim. Hem uyur, hem de gece kalkarak ibadet ederim. Et yerim, kadınlarla evlenirim. Benim yaptıklarımdan uzak olan elbette ki benden değildir.”
Evet kim sünnet dışında bir şey işler de dinde olmamasına rağmen, böyle bir kimse hem Allah'dan, hem de Resulünden uzak kalır.
Bir kimse dinde olmayanı, Allah'ın Resulünde görülmeyeni ve duyulmayanı yaparsa, üstelik de bunu din namına, din bilerek işlerse, Allah'dan ve Resulünden uzaklaşmış bid’ad ehlidir…
Yüce Allah buyuruyor:
İbrahim'in dininden, kendini bilmeyenden başka kim yüz çevirebilir?”(Bakara: 131)
Demek ki, Allah'ın Resulünün sünneti dışındaki bir takım bid’adlar arkasında koşanlar ancak kendini bilmez cahil ve zavallılardır.
Demek ki, bir müslüman için en emin yol, en doğru istikamet, en hayırlı iş:

Allah'ın farz kıldıklarını yapmak, Rasulun sünnetini takip etmektir. Söz Allah'ın, yol Resulün yoludur. Başka değil… Evet, buna itikat etmek en emin yoldur.
Muslim ve Buhari'de, Allah Resulünün her cuma hutbesinde bu gerçeği vurguladığı kayıtlıdır.


Harikulade Olayların ve Keşiflerin Kabulünde Ölçü



Bunlardan çoğu, şayet incelenirse, şu itikad üzere oldukları görülür:
Bazı konularda kendilerinden mükaşefe sadır olur veya insanların çoğunun yapamadığı harikuladelikler gösterir. Mesela:
İşaretle bir şahsı öldürüvermesi, vasıtasız bir şekilde havalarda uçması. Olduğu yerde görünmesine rağmen, aynı zamanda Mekke ve benzeri yerlerde de görünmesi, su üstünde yürümesi, tasını boşlukta tutarak içine su doldurması, bilinmeyen yerlerden gıda alması, zaman zaman insanların gözlerinin önünden yok olması, uzaklardan kendisini yardıma çağıranın yardımına, bulunduğu yerden yardım etmesi, çalınan bir malın nereye saklandığını hiç aramadan haber vermesi, gibi, harukulade şeyler.
Bütün bu saydığımız şeyleri yapmakta olmaları, yapanların veli olduğunu göstermez, ispatlamaz. Gerçek evliyanın kanaati odur ki:
Bir kimse havada uçsa, su üstünde yürüse gene de aldatıcı olabilir ve arkasından kayıtsız şartsız bir biçimde gidilmez. Fakat bu fevkaledikleri göstermenin yanında, Allah Resulüne itaat ettiği de açıkça görülüyorsa, onun yasak ve emirlerini olduğu gibi yerine getiriyorsa, böylesinin bir veli olduğuna inanılabilir ve sözleri yerine getirilmeye değer bulunabilir.
Gerçekte, velinin kerametleri yukarda saydıklarımızdan daha da büyüktür. Zira yukarda saydığımız işleri, Allah dostları yapabileceği gibi, Allah düşmanı kimseler de yapabilir. Harika olaylar, her türlü insanlar arasında olagelmektedir. Bid'at ehli şeytanlar da böyle harikuladeliklere sahip olabilir.
Demek ki kendisinde harikuladelikler görünen herkesi, Allah dostu bir veli olarak görmek ve inanmak lazım gelmez. Her şeyden evvel, insanın yaptıklarına ve söylediklerine bakmalıdır. Yaptıkları ve söyledikleri Kur'an ve sünnete uygun düşüyorsa, ne kadar güzel.
Zira veliler, imanlarının nuruyla, batini gerçeklerin yüze vurmasıyla, İslam şeriatına sımsıkı sarılmalarıyla bilinir ve tanınırlar.
Anlatmaya çalıştığımız meseleler ve benzerleri bazı kişilerde mevcut olabilir. Fakat onlardan öyleleri vardır ki, ne abdest alır, ne de farz namazları kılar. Tersine, üstü başı leş gibi pislik içinde, köpeklerle bir arada bulunur. Hamam köşelerinde, çöplüklerde yatar kalkar. Üstü başı leş gibi kokar. Hasılı şeriatın istediği temizliğe asla itibar etmez. Bunların hiçbir dinde yeri yoktur.
Nitekim Allah'ın Rasulu buyuruyor:

“İçinde, cenabet kişinin, köpeğin bulunduğu eve melek girmez.”
“Şu iki habis (pis kokulu) bitki olan soğan ve sarmısaktan yiyen koku saça saça bizim mescidimize yaklaşmasın. Çünkü melekler insanların eziyet duyup ikrah ettiği kokulardan eza ve ızdırap duyarlar.”
“Yüce Allah temizliği sever, temiz şeylerden başkasını da kabul etmez.”
“Beş şey zararlıdır. Bunlar ev içinde de, ev dışında da öldürülür. Yılan, fare, karga, dolangaç, saldırgan köpek ve akreb.”
“Kim ziraatını ve hayvanını korumak maksadı dışında köpek beslerse, o, her gün için onun amelinden bir miktar eksilmesine sebep olur.”
“Yanında köpek taşıyan kimselere melekler arkadaşlık etmez.”

“Herhangi birinizin kabını bir köpek yaladığı zaman, bir keresi toprakla olmak üzere, o kabı yedi kere yıkayınız.”

Yüce Allah buyuruyor ki:
Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim her şeyi kaplamıştır. Bunu Allah'dan sakınanlara, zekat verenlere, ayetlerimize inanıp, yanlarındaki İncil'de, Tevrat'da yazılı buldukları, haber getiren, okuyup yazması olmayan Rasulumüz Muhammed'e uyanlara yazacağız. O Rasul onlara uygun şeyleri emreder, fenalıktan menneder, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar, onların yüklerini hafifletir, ağırlıkları kaldırır. Bu Rasule inanan, hürmet ve yardım eden, onunla indirilen nura inananlar; işte onlar saadete erenlerdir.”(Araf: 157)


Bir insan pis ve kir içinde yaşar, şeytanın emrettiği kötü işleri yapar ve hamam ve çöplüklerde vakit geçirirse; yılan, akreb, arı, köpek kulağı gibi şeyleri yer; sidik ve benzeri necis ve pis şeyleri içerse; Allah'dan başkasından yardım diler veya şeyhine doğru yönünü çevirerek secde eder ve alemlerin Rabbi olan Allah'a ait kılmazsa; Kur'an dinlemekten hoşlanmaz da, diğer çalgı ve müzikleri, şiirleri dinlerse, şeytanın sazını Allah'ın sesine tercih ederse, böylesi bir kişi, gerçekten sapmış olan şeytanın yolundan ve izinden gitmiş olur ve onun dostu sayılır. Velilik ondan, o velilikten uzaktır.

İbni Mesud diyor ki:
Sizden her biriniz kendi nefsinden değil de, Kur'andan sorumlu tutulacak. Ona duyulan ilgiliden mesul olacak. Kur'anı seven Allah'ı seviyor demektir. Kur'andan hoşlanmıyorsa, Allah'dan ve Rasulunden hoşlanmıyor demektir.”


Hz. Osman (r.a.) da diyor ki:
Şayet kalbleriniz temizlenmişse, siz hiç bir zaman Allah'ın kitabı Kur'andan doymazsınız.”

Yine İbni Mesud diyor ki:
Su baklayı yeşerttiği gibi, zikir de imanı kalbde öyle yeşertir. Saz, şarkı ve diğer taganiciler kalbe ancak nifak ilkah eder. İnsan, imanın batini gerçeklerinden haberdarsa, rahmani hal ile; şeytani hali birbirinden ayırd edebiliyorsa, Allah onun kalbine kendi nurundan akıtır.”

Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki:
Ey Muhammed! İşte sana emrimizle birlikte Cebrail'i gönderdik. Sen, kitap nedir, iman nedir daha önce bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz sen de insanlara, göklerde olanlar, yerde olanlar kendisinin olan Allah yolunu, doğru yolu göstermektesin. İyi bilin ki, işler sonunda Allah'a döner.”(Şura: 52)


Ayette geçen nura ulaşanlardan maksat, Tirmizi'nin rivayet ettiği hadisde övülen kimselerdir:
Muminin feraset kuvvetinden, sezişinden, gücünden korkun. Çünkü o, her şeye Allah'ın nuru ile bakar.”




Vahded-i Vucud Telakkisi

Kendine has birlikle, çeşitli birleri birbirine karıştırıyorlar. Cins ile, ayni olanı birbirinden ayırmıyorlar. Gerçi, bütün yücudlar, vücut vasfında birdir, müşterektir. Nasıl ki, bütün insanlar cins olarak insan, hayvanlar da cins olarak hayvansa...
Fakat bu bütünlük, müştereklik, dışarıda, hariçte değil, zihinde teşekkül eder. Bazılarının sandığı gibi, insanda var olan hayvaniyet, atta, eşekte, balıkta olan hayvaniyet gibi değildir asla. Göklerin vücud varlığı da insanın vücud varlığı gibi değildir. Böyle olunca da, haşa, şanı yüce'olan, bu namütehahi kainatın var edicisinin vücudu da elbette ki, insanınki ile aynı olmayacaktır.
Bunların sözü, hakkı inkar eden Firavunun sözüne çok benzemektedir. Hatta onun sözünden de daha ileridir inkar hususunda.
Çünkü firavun, şu görüp durduğumuz varlıklar alemini inkar etmeye kalkışmıyordu. Ancak, bu alemin varlığının kendiliğinden ortaya çıktığını söylüyordu. Varlığın bir yaratıcısı olmadığını sanıyordu. Filozoflaşan bu adamların sözleri, firavununkinden kat be kat ileri oluyordu. Bu adamlar, alemin Allah olduğunu iddia ettiler.
Fasit olma açısından firavunun sözü her ne kadar bunlarınkinden daha açık bir biçimde küfür ise de, hakikatten, dem vuran, hakka dayalı olduğunu iddia ede edehaktan uzaklaşmada, bunlar firavundan daha ileri idiler.
Bunlar onun içindir ki, putlara tapanların da aslında Allah'a ibadet ettiğini söylemişlerdir.
Şu sözler onlarındır:
“Her ne kadar Firavun, örf ve adetler bakımından halkı zorladı ve istemediği yönlere sürüklemeye çalıştı ise de, bunda mazurdur. Çünkü onun, hüküm mevkiinde bir hükümdar olduğu için;
“Ben sizin hükmetme açısından en büyük rabbinizim” demeye hakkı vardır. Halkın hepsi birer Rab iseler de, firavun,
“Ben sizin Rabbinizim, çünkü zahirde bana iktidar verilmiştir.. Yüceliğim buradan geliyor” demek istemiştir.”
Onların sözlerinden biri de şudur:
“Sihirbazlar, firavunun sözlerinin doğru olduğunu bildiği için, onun en yüce bir Rab olduğunu kabul ettiler ve ona:
“Ne hüküm verirsen ver, sen ancak bu dünyanın hükümdarısın ve sadece burada hüküm vericisin” sözü gerçekleşmiştir. Çünkü, firavun hakkın bir aynası, bir görüntüsüdür.”
Her şeyi birleme (Vahded-i Vücud) görüşü ile ele alan ve tahrif eden bu adamlar, ahiret gününün gerçekliğini de inkar ettiler. Cennet - cehennem varlığını da reddetmiş oldular. Çünkü, onlara göre, cennet ehli de, cehennem ehli de aynı nimetlerden faydalanacaklardır.
Onlar böylece, Allah'ın dostluğunu kazanmış gerçek evliyanın da çok üstünde olduklarını, Resul ve nebilerden yüce bir makamda bulunduklarını; Resul ve nebilerin, Allah'ı kendi pencerelerinden gördüklerini iddia etmişlerdir.
Onların bu iddiası, gerçekte, Allah'ı, Ahiret gününü, melekleri, kitapları, peygamberleri apaçık bir inkardır. Bunları inkar eden de elbetteki kafir olmaktadır.
Burada söylemeliyiz ki onların dinsizliğini anlatacak değiliz. Bu konuyu geniş bir biçimde anlatmanın yeri burası değildir. Sadece, Allah'ın dostları ile şeytanın dostları arasındaki farkı belirtmek için küçük örnekler vermek istedik.
Bu adamlardan bahsetmemizin sebebi, şeytanın dostluğunu kazanmış adamların en büyüklerinden oluşlarıdır. Onun için okuyuculara küçük bir ikazda bulunmuş olduk.



İbni Arabi ve Vahded-i Vucud Felsefesine Reddiye

Onlar, şeytanın dostları oldukları için, her sözleri şeytani vasıflar taşımaktadır.
Hemen hepsi, Futuhat sahibinin söylediklerini söylüyorlar. “Hakikat kapısı” diye bir tekerlemeden bahsedip duruyorlar. Onlara göre, bu alem hayal alemiymiş!
Demek ki, onların gerçek diye üzerinde durdukları şey, hayalden başka bir şey değilmiş. Bunu iyi anlıyorsun değil mi?
Zaten şeytanın görevi gerçekleri insanoğluna olduğundan başka türlü göstermektir.
Yüce Allah kadim kitabında buyurmaktadır:
Her kim Rahman olan Allah'ı zikredişi görmezlikten gelirse, ona bir şeytanı arkadaş ederiz; artık o onun yanından hiç ayrılmaz ve sürekli bir biçimde kötülükleri telkin eden bir arkadaş olur. O şeytanlar bunları yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar. Nihayet zikrimize karşı körlük edip yoldan çıkan o adam, bize geldiği zaman, kötü arkadaşına der ki: “Keşke seninle benimaramda iki cihetin sonu (doğu ve batı kadar uzak) kadar uzaklık bulunsaydı ve de seni hiç görmese idim meğer ne kötü bir arkadaşmışsın sen!” (Zuhruf: 36-38)


AIlah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa derin bir sapıklığa sapmış olur.
Onlar (muşrikler) O’nu bırakıp sadece birtakım dişileri çağırıyorlar. Aslında inatçı şeytanı çağırmaktadırlar.
Allah onu (şeytanı) lanetledi. O da: “Yemin ederim ki kullarından bir pay edineceğim dedi.
Onları mutlaka saptıracağım. Muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım. Kesin olarak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar. Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattıklarını değiştirecekler. (Dedi) Kim Allah’ı bırakıp da, şeytanı veli edinir, dost tutarsa elbette apaçık hüsrana düşmüştür.
(Şeytan)
onlara söz verir, onları ümitlendirir. Halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir.” (Nisa: 116-120)
İş bitirildikten sonra şeytan onlara şöyle dedi: “Allah size gerçek vaad etti; ben size vaad ettim, ben sözümden caydım! Benim, sizi küfre zorlayacak bir gücüm yoktu. Yapmış olduğum iş sizi sadece isyana davet ve teşvik etmek oldu, siz de benim davetime gönüllü koştunuz. O halde kendinizi bırakıp da beni yermeyin! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni! Ben önceden zaten beni Allah 'a ortak koşmanızı kabul etmemiştim! Doğrusu zalimler için acı bir azab vardır.”(İbrahim: 22)
Sahih bir hadisde Allah'ın Rasulu; Cebrail'i, melekleri bir saf halinde toplarken gördüğünü, şeytanların mu'minleri teyid için gönderilen meleklerigörünce onlardan kaçtıkları; Yüce Allah'ın, mu'min kullarını melekleriyle teyid ve takviye ettiğini rivayet etmiştir.
Bu konuda Yüce Allah da, kitabında şöyle buyurmaktadır:
Hani Rabbin meleklere vahyetmişti: Ben sizinle beraberim, muminleri takviye edin!”(Enfal: 12)

Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın! Üzerinize ordular gelmişti de, biz onların üzerine rüzgar ve görmediğiniz ordular göndermiştik.”(Ahzab: 9)

“...Rasul mağarada bulunduğu zaman, arkadaşına: “Kederlenme, Allah bizimle beraberdir” dediği zaman, Allah ona yardım etmiş, onu sizin görmediğiniz ordularla korumuş yardım etmişti.”(Tevbe: 40)
Şeytani vasıflar içinde bulunan bu adamlara, cin ve insanlardan, insan şeklinde bir takım ruhlar gelir ve onlarla konuşur. Onlar da bunları melek taifesinden sanar. Tıpkı, yıldızlara ve putlara tapan insanlara hitab eden ruhlar gibi.
Müslümanlar arasından ilk defa çıkan bu tip adamların başında ki Ebu Ubeyd oğlu Muhtar'dır. Bu adamın geleceğini Allah'ın resulü haber vermiştir.

Muslim'de rivayet edilmiştir:

Yakında Sakifoğulları içinden müthiş bir yalancı ile, helak edici bir adam çıkacaktır.”
Bu muthiş yalancı Ebu Ubeyd oğlu Muhtar'dı. Helak edici ise, Yusuf oğlu Haccac'ı Zalim'dir.

Ashabdan İbni Ömer ve İbni Abbas'a:
Bu Muhtar kendisine vahiy indiğini söylüyor diye haber verildiğinde, onlar; Doğrudur diye karşıladılar haberi.
Ve Yüce Allah'ın şu ayetini zikrettiler:
Şeytanların kime indiğini haber vereyim mi? Onlar, günah işlemeye hazır iftiracıların hepsine iner.”(Şuara: 221)

Muhtar'ın çılgın iddiaları kendisine ulaştırılan bir başka zat da, şu ayeti zikretmiştir:
Üzerine Allah’ın ismi zikredilmeyen (hayvan) leri yemeyin! Bu, kesinlikle bir fısktır. Ve muhakkak ki şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için dostlarına vahyederler. Şayet onlara itaat ederseniz muhakkak siz de müşriklersiniz.(En'am: 121)

İbni Arabi'nin, Futuhat adlı kitabını kendisine indirdiğini söylediği ruh, işte bu ayetlerdeki şeytani ruhlardandır.
Onun içindir ki, o, bazı belli yiyecek ve yalnız kimsenin olmadığı yerlerde tek başına yaşamaktan bahseder. Bu yalnızlıklar (İnzivaya çekiliş) cin ve şeytanlar ile munasebete geçmenin yollarından biridir. Onlarsa bu rabıtayı evliyanın Rabbi ile rabıtası olarak kabul eder ve millete de bunu telkin ederler. Halbuki ise bu rabıta sadece şeytanla yapılan bir rabıtadan başka bir şey değildir.
Ben kendisini bu hale kaptırmış nicelerini tanırım. Bunlardan bazılarını şeytanlar havalarda taşır, bir yerlere götürür sonra getirir. Bazılarına şeytanlar çalınmış mallar getirir ve onlar da bu çalınmış malların sahiplerini bilir kendilerine iade eder. Bu şekilde dünyalıklarını da temin etmiş olurlar. Bunlara benzer bir takım şeylerin içinde bulunurlar bahsini ettiğimiz adamlar.
Bunların hali şeytanı vasıf taşıdığından, Resul ve nebilerle tezat halindedirler. “Fususu'l- Hikem, Futühat-ı-Mekkiye” sahibinin ve benzerlerinin sözlerinde bu tezatlar bol bol görülür.
O, Nuh kavmini, Hud kavmini ve Firavunu över ve tebcil eder ama, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Harun gibi Resul ve nebilerde eksiklikler bulur. Küçük düşürür onların kadirlerini.

Cuneyd bin Muhammed ve Selh bin Abdullah Tusteri gibi büyük Müslümanlarca makbul olan şeyhleri kötüler ama, Hallac-ı Mansur gibi, gerçek velilerce makbul sayılmayan kişileri över ve yüceltir. Hayali ve şeytani kaynaktan aldığı haberler içinde, bu büyüklerin kötülenmesi vardır.

Halbuki ise. Cuneyd-i-Bağdadi (Allah, kendi yanında onun kadrini daha da yüceltsin) İslam dininin önderliğini yapmış imamlardandı.
Kendisine “tevhid nedir?” diye sorulduğunda; “Hadis olanla kadim olanı birbirinden ayırmaktır” diye cevaplamıştır. Büyük imam Cuneyd bu cevabıyla yaratanla yaratılanın, sonradan olma ile kadim olanın arasını kesin ayırmış, gerçek tevhidi dile getirmiştir.

“Fusus” sahibi ise böyle bir tevhidi inkar eder. Hayali ve şeytani bir hitabında der ki:
“Ey Cuneyd! Kadim olanla, muhdes olanın arasını, ancak kadim ve muhdes olmayan biri ayırd eder. Onun için Cuneyd; “Tevhid, Kadim olanla, muhdes olanın arasının ayrılmasıdır” demekle, hata işlemiştir.”
İbni Arabi'ye göre, Cuneyd, hata işlemiştir. Çünkü, İbni Arabi'ye göre; muhdes olanla kadim olanın vucudu aynıdır.
Nitekim o, “Fusus” adlı kitabında şöyle söylemektedir:
“Allah'ın isimlerinden biri “El-Aliyy”(Yani, yüce) dir. Vücud aleminde O'ndan başkasının vücudu olmadığına göre, kime yücelik etmektedir? Yahut da, O, kimden ve neden yücedir? Bu, “Ne veya kim?” dediğimiz, O'ndan başkası değildir ki...
Demek, O'nun yüceliği ancak kendisi içindir ve O, mevcudun aynıdır. Böyle olunca, muhdes, yani, sonradan olan ve eşya diye isimlendirdiğimiz şeyler de, kendi zatı için yücedir. Bu alemde sonradan var olan her şey, yine O'dur. O, batın olduğu gibi, zahirin de ta kendisidir. Bu varlık aleminde, O'nu gören, O'ndan başkası değildir. Varlıkta konuşan da O'ndan başkası değildir. Bu varlık aleminde, Ebu Said'i Harraz ile ve başka insan ve eşya isimleriyle anılan hep O'dur.”

Şimdi, Cuneyd gibi İslam dininin büyüklerinden birini, tevhid anlayışında hatalı bulan bu Vahded-i-Vucutçuya deriz ki:
İlim ve sözle, iki şeyin arasını temyiz edip ayıran bir kimsenin, bu iki şeyden ayrı olan, üçüncü bir varlık araması büyük hatadır ve de şart hiç değildir. Çünkü, insanlardan her biri, kendisi ile başkasının arasını gerçekten de temyiz ederek ayırır. Halbuki ise, bu temyizle ayıran kimse, temyiz edilenle eden dışında bir üçüncü şahıs değildir. Böylece, kul kendisinin kul olduğunu bilir, fakat, kendisi ile yaratıcısının arasını ayırır. Yüce halkedici Allah da, kendi zatı ile, yarattıklarının arasını temyiz eder ve bilir ki, kendisi onların Rabbidir; onlar da O'nun kullarıdır.
Nitekim, Kur'anın bir çok ayetlerinde bu husus açıkça belirtilmiştir.
Gönülden, hiçbir ard niyet beslemeksizin Kur'an'a iman eden gerçek müminler için, her türlü ölçü Kur'andadır. Yani iddia ve inançlara hakimlik yapacak tek kaynak Kur'andır. Ama mülhitler gurubu, Tilimsani'nin iddiasını tekrarlayıp durmaktadırlarbir hakikatmış gibi...
Vahded-i Vucut inancı içinde olanların en sivrilmişi bu adamdır.
Kendisine, İbni Arabi'nin “Fusus”u okunduğu ve:
“Kur'an sizin Fususunuza muhalifdir” denildiği zaman;
o, “Kur'an, baştan başa şirktir, tevhid ancak bizim sözümüzdedir” diye karşılık vermiştir.
Yine bu adama;
“Varlık aleminde ikilik olmadığına göre, kişinin kendi karısı ona helal oluyor da, neden kız kardeşi haram oluyor?” diye sorulduğunda;
“Bize göre hepsi de helaldir! Ancak kalb gözleri gerçeklere, hakikatlara kapalı olanlar böyle dediler. Biz onların bu telakkileri üzerine; “Sizin üzerinize haramdır!” dedik.” diye cevaplamıştır.
Bu sözler tam bir küfür olmakla birlikte, ayrıca da tezatların tezadını taşımaktadır içinde. Zira, hakikatlerin perdelendiği kimdir? Perde olan kimdir? Kime perdelenmektedir ve kim perdelemektedir, neyle perdelemektedir?
Bu sözlerdeki açık tezaddan dolayı, onların şeyhlerinden biri, talebesine bir keresinde şunları söylemiştir:

“Sana biri, bu alemde Allah'dan başka bir varlık vardır derse, gerçekten büyük bir yalan söylemiştir.”
Bu söze karşılık, mürid, şöyle söylemiştir:
“Madem ki, bu alemde Allah'dan başkası yoktur öyleyse yalan söyleyen kim olmaktadır?”
Bunlardan biri, bir başka kimseye; “Bu alemdeki varlıklar, Hak'kın mazharlarıdır” dediği zaman. Söz söylenen kişi şunu sormuştu:
“Mazhar, mezahirin aynı mıdır, yoksa başkası mıdır? Eğer, başkasıdır, derseniz bir nispet dahilinde vücudda ikiliği kabul etmiş olmuyor musunuz? Yokbaşkası değil de kendisi ise o zaman hiçbir fark yoktur ve böyle olunca da, yalan söylemiş olan da, Hakkın bizzat kendisi olmuyor mu?”
Biz bunların iç yüzlerini ortaya dökücü bir çok örnekleri başka başka yerlerde de yazdık. Ve onların her sözünün gerçek anlamını ve maksadını bildirdik...
Fusus sahibi; “Ma'dum (yokluk) bir şeydir ve Hak'kın vücudu bunun üzerine feyezan (taşmak, fazla gelmek, fazlalık) etmektedir.” demektedir. Böylelikle o, vucudla subut (apaçık ortada olan)ı, birbirinden ayrı olarak görmektedir.
“Ma'dum, dışta sabit olan şeydir.” diyen Mutezile mezhebi mensupları, hak yoldan çıkmış olmakla birlikte, İbni Arabi'den çok daha hayırlı idiler. Çünkü, bunlar;
“Yüce Allah, alemde varlıkları sabit olan eşya için bir vücut yaratmıştır ve bu vücud asla Yüce Allah'ın vücudundan değildir.” demişlerdir.
İbni Arabi ise, Cenab-ı Hak'kın vücudunun,? yokluk üzerine taştığını söylüyor. Ona göre, Yüce Allah'ın vücudunun dışında bir vücud yoktur.
İbni Arabi'nin en yakın yoldaşlarından Sadreddin-i-Konevi de, mutlakla muayyenin arasını ayırır. Çünkü o, felsefeye daha çok yakındır. Onun için de Ma'dum'un, herhangi bir şey olduğunu kabul etmemiş; Cenab-ı-Hak'kı “Vucud-u Mutlak” olarak, görmeyi tercih etmiştir. Bu konuyu açıklamak için de, “Miftahu Gaybi'l-Cem ve'l-Vucud” adlı bir de kitap yazmıştır.
Yüce Allah'ı mutlak bir vücud olarak görmek, böyle bir kabul, O'nu inkar etmekten, yok bilmekten daha şedit bir ifadedir. Çünkü, şartlı mutlak, akli biribütündür. Onun için de, görünür ve bilinir alemde değil, zihinlerde var olur. Şartsız mutlak ise, tabii bir bütünlüktür ve olduğu gibi, var olduğu biçimde ortadadır, gözler önündedir. Mutlak'ın hariçte, görünürde bir vücudu olduğu ileri sürülürse (ki hariçte ancak muayyen olan şeyler olabilir) böyle bir halde, mutlak olanın hariçte vücudunun var olduğunu kabul edenlere göre, muayyenden, sınırlıdan bir parça (cuz) olmuş olur. Böyle olduğu taktirde, Cenab-ı-Hak'ın vucudu, ya hariçte son bulur veyahut da, yarattıklarının vücudundan bir cüz, bir parça olması lazım gelir; veya, mahlukatın vucuduyla birleşerek aynı olması lazım gelir.
Bu durumda sorarız bu densizlere:

Hiç parça, cuz, bütünü yaratabilir mi?
Bir şey kendi kendini yaratabilirmi?
Yokluk, hiçlik, her hangi bir varlığı yoktan var edebilir mi?
Yahut bir bütünün parçası, kendi bütününü meydana getirebilir mi?

Bu vahed-i-vucudçular, hulul ve ittihad kelimelerini kullanmaktan sakınırlar. Çünkü "hulul" diye bir mafhum kabul edilirse, o zaman, bir hulul eden, bir de hululü kabul eden olmalıdır. Yani, ikili bir hal kabul etmek lazımdır. İki vucudun varlığını kabul etmek gerekir. İttihad da aynı durumdadır. Bir birleşme varsa ortaklıkta eğer, iki şey de kendiliğinden var olacaktır tabii olarak. Bir yanda birleşen, öbür yanda birleşmeyi kabul eden olarak iki varlığın kabulünü gerektirir ittihad.

Bunlara göre ise, vucudda ikilik yoktur.. Bunlar derler ki:

“Hıristiyanlar, sadece Hz. İsa'ya Allah dedikleri için küfre girdiler. Şayet Allah'lık vasfını sadece Hz.İsa'ya has kılmasalardı da, bütün varlıklara şamil kılsalardı, kafir olmazlardı.”
Yine bu mulhidler puta tapanlar hakkında derler ki:

“Onlar, alemdeki mazharlardan sadece bir bölümüne ibadet ettikleri için küfre düştüler. Eğer alemde var olan her şeye ibadet etmiş olsalardı, hata etmemiş ve küfre girmemiş olacaklardı.”

Yine onlara göre, hakikatlara vakıf olan ariflerin puta tapmaları kendilerine bir zarar vermezmiş! Bu tip inanışlar ve hele bu inanışları ilan etmeler, sadece küfür değil, aynı zamanda büyük birer de çelişki örnekleridir.
Çünkü bir tek soru çelişkilerini ortaya dökmeye yeterlidir:

“Peki! Hata eden kimdir ve neye göre hata işlemiştir?”
Onlar daha da ileri gidip, şöyle demektedirler:
“Cenab-ı-Hak, mahlukta olan bütün noksan sıfatlarla, sıfatlanandır.”
Yine onlar diyorlar ki:
“Mahluk, yaratanda var olan bütün yüce sıfatlarla sıfatlanandır.”
Yine onlar, “Fusus” sahibinin söylediklerini kabul ederek demektedirler ki:
“Zatı için Yüce olan, vücudi sıfatların ve ademi (yokluk, hiçlik) nispetlerin hepsini kapsayan bir yüceliğin, bir kemalin sahibi olandır. Bu vucudi sıfatlar ve ademi nispetler, örf, akıl ve şeriat bakımından işler kötülenmiş olsun, isterse makbul sayılmış olsun, hiç farketmez… Çünkü, Allah kendi müsemması içindedir.”
Onlar bu küfür sözlerini sarfederken, bir türlü de kendilerini çelişkiden kurtaramamaktadırlar. Çünkü, hislerle de, akılla da, herkesçe bilinen bir gerçek vardır ve bu gerçek de, O'nun, o olmadığıdır.

Onlar, Tilmisani'nin sözlerini kabul ederek şöyle diyorlar:

“Bize keşif hali içindeyken, aklın kabul edemeyeceği bir takım hakikatler açıklanmıştır. Onun için, hakikata ulaşmak isteyen aklı ve şeriatı bıraksın!”

Bu iddiayı yapanlardan birine şunları söylemiştim:
“Herkesçe bilinen bir hakikattir ki, Rasul ve nebilerin keşfi, başkalarından daha yüce ve kusursuzdur. Onun için de, Rasul ve nebilerin haberini verdiği hakikatler, başkalarınınkine göre en doğru olanıdır.
Resul ve nebiler, insanların kendi akıllarıyla bulamadıkları ve bulamayacakları hakikatleri o hakikatların tek sahibi Allah'dan alarak insanlara getirirler. Bu hakikatler öyle vasıfdadır ki; içinde, insan aklının “Bu da olamaz” diyebileceği hiçbir şey yoktur.

Demek ki Rasul ve nebiler, aklın imkansız diyeceği şeyleri değil tersine, olur diyebileceği gerçekleri getirmektedir Rasul ve nebilerin, haberini verdikleri gerçeklerin akli açıklığın ve sabitliğin gerçekleriyle çelişmesi hiç mümkün değildir. Çünkü, iki delil de kesindir ve kesin olan iki delil birbiriyle çelişkiye düşmez.
Deliller ister akli olsun, isterse de nakli, eşittir. Böyle olduğu halde, nasıl olur da, kalkıp bu işi, dinin ve aklın açık gerçekleriyle çalışan keşifler yaptığı iddiasında bulunabilir?

Böyle bir iddianın sahibi olan kişiler, sanmıyorum ki, bilerek yalan söylemiş olsunlar. Ancak, bunların zihinlerinde bir takım hayaller beliriyor, onlar da bu hayalleri hariçde, vücudu olan bir şey sanıyorlar. Yani, kendi hayallerine vücud izafe ediyorlar. Sonra, hariçte, bir takım haller görüyorlar ve bu gördüklerini, Allah'ın iyi kullarına nasib ettiği kerametlerden sayıyorlar. Halbuki ise, bütün bu keramet diye gördükleri şeyler, şeytanın aldatıcı oyunlarından başka bir şey değildir.”
Bu adamlar, velayeti Rasul ve Nebilikten daha üstün görür ve risaletin hiç ara vermeksizin devam ettiğini ileri sürerler. Bu itikad ve iddia, evvela İbni Sebi olmak üzere birçok kendine veli diyen kişiler tarafından söylenmiştir.
Onlar ayrıca, insanlar için üç şahidlik mertebesi kabul ederek derler.
“Bir kul şuhud mertebelerinin ilkinde seyrederken, alemde bir takım itaat ve isyanlar, iyilik veya kötülükler görür.
Fakat ikinci daha ileri mertebeye yükselince, isyan ortadan kalkar ve sadece itaat ve iyilik görünür gözüne.
Daha ileri olan üçüncü mertebeye çıktığı zaman ise, ne itaat kalır, ne de isyan... Çünkü, bu mertebe her şeyin bir olduğu mertebedir.”

Onların ileri sürdükleri şuhud mertebelerinden birincisi, yani taat ve masiyeti farketme makamı sahih ve şeriata uygun bir görüştür. Taat ve masiyetin farkedilmesi doğru olanıdır. İkinci mertebede, onlar kaderi kabul etmeyi, ona şahidlik etmeyi anlıyorlar.

Nitekim bir kısmı şöyle söylemektedir:

“Kendisine isyan edilebilen bir Tanrı tanımıyorum!”
Allah'a karşı isyan edebilmenin imkanı olmadığını söyleyen bu sapık kişiler şunu da söylemektedirler:
“Günah ve isyanlar, meşiet-i-ilahiyyeden başka bir şey olmayan Hak'ın iradesine karşı gelmektir.”
Halbuki ise, insanların hepsi de Hak'ın hükmü altındadır ister istemez.
Onların bir şairi şunları söylemiştir:

“Şunu, şunu yap demişsin, bana,
Bunun için gücendim sana
Çünkü benim her işim,
Sana itaattir baştan sona.”

Onların bu şekildeki sözleri, Allah'ın Rasulu ve nebilerle bildirdiği emirlere ve gönderdiği kitablar vasıtasıyla haberini verdiği hakikatlara aykırıdır. Çünkü, sahibini kötüleme ve azarlamaya müstahak hale getiren isyan, onların zannettiği gibi, iradeye karşı gelmek değil, Allah'ın ve Rasulunun emirlerine karşı gelmektir.

Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır mealen:
İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Rasulune itaat ederse Allah, onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar ve orada ebedi olarak kalırlar. İşte gerçek kurtuluş budur. Kim de, Allah'a ve O'nun Rasulune karşı gelir, O'nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah, onu içinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.”(Nisa: 13-14)
Biz, varlık alemi (Kevni)nde mevcud olan iradeyle, dini iradenin, kevni emirle, dini emrin farkını az sonra açıklayacağız. Bu mesele hakkında bir kısım sufiler şüpheye düştükleri için, Cuneyd, (Allah ondan razı olsun) onlara bu meseleyi açıklamıştı. Bu konuda Cuneyd'in yolunu benimseyenler doğru yolu bulmuş oldular. Ona itibar etmeyenler ise, sapıtmışoldular.
Çünkü onlar:
“Her şey Allah'ın iradesi ve istemesiyledir ve bu, tevhid inancının esasıdır.” diyerek zorluklara girdiler.
Kendi nefislerinin isteği ile bir özenti haletine düştüler. Onlar böyle bir tevhid anlayışını “Cem-i-evvel” diye ifade ettiler.
Cuneyd, onlara, aradaki farkı ortaya koyan ikinci görüşün gerekli olduğunu açıklamıştır. Onun ortaya koyduğu ikinci görüş de şudur:

“Her şey Allah'ın irade ve kudreti içinde olmakla birlikte, Allah'ın sevdiği, razı olduğu şeyler ile, yasakladığı, kötü olduğunu söyleyip gazaplandığı şeyleri birbirinden ayırmak lazımdır. Bunları birbirinden farklı bilmek vacibdir. Böyle olunca, Allah'ın dostları ile düşmanlarını da birbirinden ayırmak gerekir.”

Bu konuda Yüce Allah, mealen şöyle buyurmaktadır:
Biz kendilerini Allah'a adamış Müslümanları mücrim suçlularla bir mi tutacağız? Ne biçim hükümler veriyorsunuz siz?(Kalem: 35-36)

Yoksa iman edip de bizim yap dediğimiz işleri işleyenleri, yeryüzünde isyan ederek fesat çıkaranla bir mi tutacağımızı sandınız? Demek biz, Allah'a karşı gelmekten kaçınanlarla, isyan edip günah işleyenleri bir tutacağız öyle mi?(Sa'd: 28)

Yoksa biz, kötülük yapan kimseleri, hayatlarında ve ölümden sonra, iman edip imanlarının gereği yararlı iş yapanlarla bir mi tutacağız sandınız? Ne kadar yanlış hükümlere varıyorsunuz ve kendinizi aldatıyorsunuz!” (Casiye: 21)


Körle gören, iman edip imanının gereği yararlı iş işleyenle, isyan edip kötülük işleyen asla bir olmaz, olamaz. Ne kadar da dar düşüncelisiniz siz!”(Mu'min: 58)
Kur'anda buna benzer açık ayetler çok olduğundan, bu ummetin ilkleri ve onların yolunda giden İslam büyüklerince tutulan yol ve kabul edilen inanç şudur:

Allah, bütün mevcudatın yaratıcısı, Rabbi ve Malikidir! Ne dilerse, neyi nasıl isterse o öyle olur. O, dilemedikçe, istemedikçe hiçbir şey olmaz. O'ndan başka ibadete layık ilah, hükümedici yoktur.
İşte böyle olmakla beraber, yine de O, itaat ve ibadeti emretti. İsyanı, itaatsizliği ise haram kıldı. O, bozgunculuğu ve fesadı sevmez, küfre ve kötülüğe razı olmaz. Her ne kadar, O'nun iradesi ve kudreti ile oluyorsa da, fuhuşu, bütün aşırılıkları kötülemiştir. Hiçbir kötü hareketten memnun olmaz, tersine kötü davrananlara buğz edip kızar. Böyle şeyleri yapanları kınayarak azabına muhattab edeceğini söyler.

Üçüncü şuhud mertebesine gelince:

Bu mertebe, “Şu itaattir, şu isyandır” yahut “Şu iyidir, şu kötüdür” diyerek bir ayırım yapmamaktır. Zira, bu mertebede olan kişi, mevcudu bir vucud olarak görür. Onlara göre, bu vücud birliği görüşü, muşahedesi, Allah'a ulaşan yolun, Allah dostluğunun en yüce mertebesidir.
Gerçekte ise böyle bir görüş ve itikad, Allah'ı tanımada, onun fiillerini idrak etmede, ayetlerine muhatap olmada, sapıklığın en son mertebesidir. Allah düşmanlığının en ileri gitmiş bir halidir. Çünkü böyle bir görüşün sahibi ister istemez, Allah düşmanı olan Yahudi ve Hıristiyanları kendisine dost edinir. Her türlü küfür ehli bunların yakınları haline gelir.
Allah'u Teala ise şöyle buyurmaktadır mealen:
Ey muminler, sakın yahudiler ile hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar biribirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o artık onlardandır.” (Maide: 51)


“Vucud Birliği” itikadına sahip bir kimse, şirkten ve putlara tapınmaktan kendisini alakoyamaz. Ben bunlardan uzağım demez, diyemez. Böylesine, Allah'ın kendisine dost edindiği İbrahim Aleyhisselamın tevhid dininden çıkmış olur.
Yüce Allah Kur'anda buyurmaktadır:
İbrahim'de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek var; onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz, sizden ve sizin Allah'dan gayrı taptıklarınızdan uzağız. Sizin taptıklarınızı tanımıyoruz. Siz, bir tek olan Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret var olacaktır.” Yalnız İbrahim'in, babasına; “Senin için Allah'dan mağfiret dileyeceğim. Fakat sana Allah'dan gelebilecek hiçbir şeyi önlemeye gücüm yetmez.” demesi hariç. Bu söz sizin için bir örnek değildir. Çünkü bir kafir için mağfiret dilenmez.”(Mumtehine: 4)
Yine Kur'an-ı Kerim, Hz. İbrahim'in puta tapanlara söylediği şu sözleri nakletmektedir:
Sizden evvelki atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyormusunuz? İşte bu taptığınız putlar benim düşmanımdır. Benim dostum ancak bu alemlerin Rabbi olan Allah'dır.” (Şuara: 75-76)
Başka bir ayeti celilede Yüce Allah mealen buyuruyor ki:
Allah'a ve ahiret gününe iman edenlerin, babaları veya oğulları veya kardeşleri, yahut da akrabaları olsa bile, Allah'a ve Resulüne karşı geliyorlarsa, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte, Allah iman denen nimeti bunların kalblerine yerleştirmiş, tarafından bir ruh göndererek onları desteklemiş, teyid etmiştir.”(Mucadele: 22)
Vucudun birliğinden bahseden ve şuhudun üçüncü mertebesine erdiğini sanan bir kimse için, itaat ve masiyet diye bir şey olmadığını söyleyen ve buna, ulaşılacak, ulaşılabilecek hakikatin en son noktası olarak bakan bu sapıkların bir kısmı, kendi itikadlarını anlamak için bir takım kitaplar tertip ve telif ettiler. İbni Fariz'in “Nazmi's-Suluk” adlı kasidesi bunlardan biridir.


Fariz bu kasidesinde diyor ki:
“Hiçbir zaman, bana, benden başkası namaz kılmamıştır.
Benim namazım da kendimden gayriye olmamıştır.
Devamlı olarak ben ona, o bana ibadet etmekte,
Zatım ile, bana namaz kılan arasında bir fark yoktur elbette.
Ben, benden bana gönderilmiş bir Rasul oldum,
Zatımı, ayetlerimle kendime delalet eder buldum.
Dua edersem eğer, icabet eden ben olurum ben,
Çağrılırsam eğer, icabet eder, çağırıp dua eden.

Fariz'in sözleri bunlara benzer biçimde sürüp gitmektedir.
Bu adam ölümün kendisine yakınlaştığını gördüğünde de şunları söylemiştir:
“Benim yolum sizce olmuşsa da sevimli,
Umduğuma kavuşamadım, yitirdim bütün günlerimi.
Nefsim, zaferinden emindi bir zamanlar,
Bugün, vakit geçmişken anlıyorum ki, boş vebatıl şeylermiş onlar...”

İbni Fariz, önceleri kendisini Tanrı sanıyordu. Fakat Allah'ın melekleri, canını almak üzere hazır olduğu son anda, zannının batıl olduğu apaçık gözlerinin önüne serilmiş ve asla kendisini kurtaramayacak olan yukardaki sözlerini sarfettirmiştir ona bu görüş.
Yüce Allah, eksiksiz kitabında buyuruyor ki:
Yerde ve gökte ne varsa, hepsi de Allah'ı tesbih eder; O, aziz ve rahimdir.”(Hadid: 1)
Evet, yerde ve gökte ne varsa, herşey Allah'ı tesbih eder ve hiçbiri de (Haşa) Allah değildir.
Şanı yüce Allah buyuruyor:
Göklerin ve yerin mulk ve hakimiyeti O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye kadirdir. Evvel de O'dur, Ahir de... Zahir de O'dur, batın da... Varlığı aşikar olup, gerçek mahiyeti insan için bilinmezdir Ama, O, herşeyi hakkıyla hiç eksiksiz bilir.”(Hadid: 2-3)
Muslim'in sahihindeki bir hadisi şerifde şöyle buyrulmaktadır:

“Allah'ın Rasulu dua ederlerken şöyle buyururlardı:
“Ey arşın ve yedi kat gökyüzünün Rabbi olan şanı yüce Allah'ım! Ey bizim ve bütün yaratıkların Rabbi! Ey küçücük taneleri yaran; Tevrat, İncil ve Kur'anı inzal buyuran! Yaptıkları ve yapacakları senin elinde bulunan her canlının şerrinden sana sığınırım! Sen evvelsin, senden evvel hiçbir şey yoktur. Sen ahirsin, senden sonra hiçbir şey varlığını sürdürecek değildir. Sen zahirsin, senden daha açık bir varlıkyok. Sen batınsın ve senden daha yakin kimse yok. Rabbim! Borcumu öde ve beni zengin yap!”

Yüce Allah, yukarda en son olarak zikrettiğimiz ayeti kerimeden sonra şunları buyuruyor:
Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arşa istiva eden O'dur. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir O. Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı görür.”(Hadid: 4)
İşte, yüce Allah, bu ve buna benzer daha birçok ayette, göklerle yerin arasında ne varsa, hepsinin sonradan yaratılmış olan bir mahluk olduğunu ve hepsinin de yüce yaratıcısını tesbih ettiğini beyan buyuruyor. Aynı zamanda da, yüce Allah'ın her şeyi en ince noktalarına kadar bildiğini ilan ediyor.
Ayeti celiledeki “O, sizinle beraberdir” deyiminin anlamı; Arap dilinde, “Mea=beraber” lafzı, iki şeyden birinin diğeriyle birleşip karışmış olması anlamı taşımaz.
Mesela Kur'an-ı Kerim'deki şu ayette olduğu gibidir:
Ey iman edenler! Allah 'dan korkun ve doğrularla beraber olun!”(Tevbe: 119)
Şunda olduğu gibi:
Muhammed Allah'ın Rasuludür ve onunla birlikte olanlar kafirlere karşı şiddetlidir.” (Feth: 29)
Mesela şurada olduğu gibi:
Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizli konuşsa, mutlaka dördüncüleri O'dur. Beş kişi gizli konuşsa, mutlaka altıncıları O'dur. Bundan az, bundan çok da olsalar, nerede bulunsalar, mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü, onlara yaptıklarım haber verir. Çünkü, Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”(Mucadele: 7)
Bu ayetteki, beraberlik, geneldir. Bu ayet, ilimle başlayıp yine ilimle sona ermektedir. Bunun için İbni Abbas. Dahhak Sufyan'ı-Sevri ve Ahmed bin Hanbel “Yüce Allah, ilmiyle beraberdir” buyurmuşlardır.

Aşağıda zikredeceğimiz ayetlerde geçmekte olan beraberlik ise, mahiyeti özellik ifade eden bir beraberliktir:
Muhakkak ki Allah, takva (Allah'tan korkup, yasaklarından çekinme hali) sahibi olan ve iyilik yapanlarla beraberdir.” (Nahl: 128)

Şüphesiz ki ey Musa! Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm(Taha: 46)

“... O zaman O, arkadaşına: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” diyordu!”(Tevbe: 40)
Allah'ın Rasulu mağarada Hz. Ebu Bekir'e şöyle söylemişti:
Demek ki, Allah, Musa ve Huran ile beraberdir, ama Firavun ile beraber değildir.
Muhammed ve arkadaşı ile beraberdir ama, Ebu Cehil ve öbür düşmanları ile beraber değildir.
Korkan ve sakınanlarla beraberdir, bundan ötürü de iyilik yapanlarla beraberdir ama, haddi aşan zalimlerle beraber değildir.
Eğer bu beraberlikten kastolunan mana, yüce Allah'ın zatı ile ilgili olsaydı, zikredilen ayetlerdeki özel olan haberlerle, genel olan haberler birbiriyle çelişirdi.
Gerçek manası, buradaki beraberliklerin; O'nun yardımının, dostlarına olduğu, düşmanlarınaise olmadığıdır.
Gökte de, yerde de ilah O'dur(Zuhruf: 84) buyrulmaktadır ayeti kerimede. Bu ayetin manası, elbette ki, göklerdeki ve yerdeki her şeyin ilahının O olduğudur.
Nitekim bir ayeti kerimede şöyle buyrulmaktadır mealen:
Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nundur. O, azizdir, hakimdir!”(Rum: 28)

Göklerde de yerde de Allah O'dur (Enam: 3) ayeti celilesi de böyledir.

İmam Ahmed ve diğer ilim sahibi büyük imamlar bu ayetin tefsirinde;
Göklerde de yerde de mabut ancak Odur” demişlerdir.

Bu ümmetin evveli ve aklı başında imamları, Yüce Allah'ın, yarattığı mahlukatından ayrı ve kendine has olduğunda; bir tahrif ve ta'dil olmaksızın, keyfiyet ve kemiyet cihetine gidilmeksizin, yüce Allah'ın kendini vasıflandırdığı ve Rasulunün sıfatlandırdığı sıfatlarla vasfedileceğinde ve noksan ve eksik sıfatlarda vasfetmenin doğru olmadığında, icma ve ittifak etmiştir.

Biz kesin olarak biliyor ve inanıyoruz ki; O'nun misli ve benzeri yoktur (Şura: 11) ve O'nun kemal sıfatlarından herhangi biri hakkındaki kelamının da bir benzeri yoktur.
İşte O'nun kemal sıfatlarını belirten eşsiz ve benzersiz kelamından bir bölüm:
Ey Muhammedi De ki: “O Allah, bir tektir. Allah herşeyden müstağni (ihtiyacı bulunmayan) ve her şey O'na muhtaçtır. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiçbir eşi ve benzeri, dengi yoktur.” (İhlas: 1-4)

İbni Abbas, yukardaki ayetlerde geçmekte olan “Es-Samed” sıfatını açıklarken, şöyle demiştir:

Es-Samed: İlminde, sonsuz olan, alim sıfatının azametinde eşsiz olan, kudretinin üstünlüğünde dengi bulunmayan, hikmetinin genişliğinde nihayet bulunmayan, hasılı, büyüklüğünde hiçbir sonu olmayan ululuk, demektir.”
İbni Mesud ve daha başkaları da şöyle söylemişlerdir:
Es-Samed: Boşluğu ve noksanı bulunmayan; Ehad ise, benzeri bulunmayan” demektir.

Bu duruma göre, yüce Allah'ın, “Es-Samed” sıfatı, kemal sıfatlar ile muttassıf olduğunu ve her türlü noksanlıklardan uzak ve munezzeh bulunduğunu ifade etmektedir. “Ehad” sıfatı ise, misli ve benzerinin olmadığını bildirmektedir.
Biz bu surenin tefsirinde; surenin, Kur'anın üçte birine eşit olduğunu geniş bir biçimde açıklamıştır.





Allah Dostları İle, Şeytanın Dostlarını Birbirinden Ayıran En Geçerli Endaze / Ölçü



Onları birbirinden ayıran en geçerli endaze şudur:
Allah'ın, insanlık alemine hak din üzere ve hidayet vesilesi olarak gönderdiği Resulüne uymak ve itibar etmek. Yahut da uymamak ve itibar etmemek.
Kim uyuyor ve itibar ediyorsa, o Allah'ın dostu, kim de uymuyorsa, Allah'ın düşmanıdır, başka bir şey değil.

Zira, şanı yüce olan Allah, mutlu dostları ise, mahvolmuş düşmanlarının arasını Resulüyle ayırmıştır.
Cennete sokacağı dostları ile, cehenneme sokacağı düşmanlarını; doğruluk ve kurtuluş yolunda olan dostları ile, sapıklık ve bozgunculuk arkasında koşan düşmanlarını sevgili Resulü ile ayırmıştır.
Kalblerini iman doldurmuş ve ilahi destekle takviye edilmiş Allah dostları ile, şeytanın askerliğini yapan Allah düşmanlarının arasını bulan, birbirinden ayıran tek endaze Allanın Rasuludür.


Nitekim mealen yüce kitabında buyurmaktadır:
Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kavmi, babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları olsalar bile Allah’a ve rasulüne düşman olanlara sevgi gösteriyor bulamazsın. İşte bunların kalblerinde(Allah) imanı yazdı ve O’ndan bir ruh ile onları destekledi. Onları, altlarından ırmaklar akan ırmaklara sokacaktır; (öyle ki onlar)sonsuza dek oradadırlar. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bunlar Allah’ın hizbidirler. İyi bilin ki! Muhakkak ki kurtuluşa erecek olanlar Allah’ın hizbidir.” (Mucadele: 22)


Rabbin meleklere vahyediyordu ki: “Ben sizinle beraberim, siz inananların kalblerini sağlamlaştırın, beni inkar edenlerin yüreklerine korku salacağım; vurun onların boyunlarının üzerine, vurun onların parmaklarına! Böyle olacak çünkü, onlar Allah 'a ve Rasulune karşı geldiler. Kim Allah 'a ve Rasulune karşı gelirse, muhakkak ki Allah'ın cezası pek çetin olur.” (Enfal: 13-14)
Yüce Allah şeytanın askerliğini yapan düşmanlarının durumunu tasvir ederken buyuruyor ki:
Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinlerde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de onlar gibi ortak koşanlardan (müşrik) olursunuz! (En'am: 121)


Böylece biz, her nebiye, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Eğer Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Anık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak!(En'am: 112)

Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar her günahkar yalancıya inerler. O yalancılar şeytanlara kulak verirler, çokları da yalan söylerler. Şairlere gelince, onlara da ancak azgınlar uyar. Görmüyor musun onları, her vadide şaşkın şaşkın dolaşıyorlar. Ve onlar yapmadıkları şeyleri söylüyorlar. Ancak inanan ve inançları doğrultusunda iyi işler yapanlar, Allah'ı çok ananlar ve kendilerine zulmedildikten sonra bile, düşmanlarına üstün gelmeye çalışanlar böyle değildir. Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılaba muhatap olup devrileceklerini bileceklerdir.”(Şuara: 221-227)

Yüce Allah buyuruyor:
- Yoo yemin ederim; gördüklerinize
- Ve görmediklerinize ki,

- O (Kur'an), elbette şerefli bir Nebinin sözüdür.
- O, bir şairin sözü değildir. Ne de inanıyorsunuz!
- Bir kâhinin sözü de değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz!
- Kur'an alemlerin Rabbinden indirilmiştir.
- Eğer Muhammed, bize karşı ona bazı sözler katmış olsaydı.
- Biz onu kuvvetle yakalardık,
- Sonra onun şah damarını koparırdık.
- Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.
- Doğrusu Kur'an Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.
- İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.

- Doğrusu Kurân kafirler, inkarcılar için bir üzüntüdür / hasrettir.
- O, şüphesiz kesin gerçektir.
- Öyleyse sen yüce Allah'ın ismini kesretle zikret. O'nun bütün eksikliklerden uzak, yücelerden daha yüce olduğunu bil ve an.”(Hakka: 38-52)
Ey Muhammed! Sen hatırlat, öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen, ne kahinsin ne de delisin.

- Yoksa onlar: "Muhammed bir şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz" mu diyorlar?
- De ki: "Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim."
- Onların akılları mı bunu emreder, yoksa onlar, azgın bir topluluk mudur?

- Yoksa "Onu (Kur'an-ı) uydurdu" mu diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar.
- İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler. (Tur: 29-34)
Bu ayetlerde, yüce Allah, sevgili nebi ve Resulü Hz. Muhammed Aleyhisselamı, kahinlikten, şairlikten, mecnunluktan tenzih (uzak tutma) ediyor. Ve ona Kur'an-ı getirenin, melekler arasından seçilmiş, şerefli bir melek olduğunu açıkça bildiriyor:
“Yüce Allah, meleklerden, insanlardan Resuller ve nebiler seçer.”(Hac: 75)
Seçmiş olduğu bu melek Cibril'dir. Şanı yüce olan Allah, bu konudaki başka bir ayetinde mealen buyurmaktadır:
O Kur'an hiç şüphe yok ki, bütün alemleri yoktan var eden Allah'ın vahyidir. Emin bir ruh (melek) onun senin kalbine, apaçık bir Arap diliyle, korkutanlardan olasın diye indirmiştir.” (Şuara: 192)
Bir başka ayeti celilede mealen buyuruyor ki:
De ki: “Kim Cebraile düşman ise-ki Kur'an-ı, kendinden evvelkileri doğrulayıcı ve inananlara yol gösterici ve müjdeci olarak senin kalbine O indirmiştir- Evet kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa, bilsin ki, Allah da o inkar edenlerin amansız düşmanıdır.”(Bakara: 97-98)


Şanı yüce olan Allah, Kur'an-ı, büyük Rasulune indirmekte melekler arasından elçi olarak seçtiği vebununla görevlendirdiği Cebrail'i, yukarda meallerini gördüğünüz ayetlerde “Ruhul Emin” veya “Ruhul Kudüs” diyerek isimlendirmekte ve yine inen hakkında, kitabı keriminde şöyle buyurmaktadır:
“Hiç şüphe yok ki, bu Kur'an, çok şerefli bir elçinin Allah'tan getirdiği bir kelamdır. O öyle bir elçidir ki çok çetin bir kudrete sahibdir, Arş'ın sahibinin yanında çok itibarlıdır; orada kendisine itaat olunandır, bir emindir. Sizin arkadaşınız bir mecnun değildir. Andolsun ki, o arkadaşınız o Cebrail'i apaçık ufukta görmüştür. O görünmeyen aleme ait işleri işlemez. O, Kur'an kovulmuş şeytanın sözleri değildir. O halde nereye gidiyorsunuz? O bütün alemler için bir öğüttür. İçinizden doğruluk ve güzellik isteyenler ona uyar.”
Şanı yüce olan Allah, büyük Nebi ve Rasulunü, bir şair, bir kahin olmaktan nasıl tenzih ediyorsa, Cebrail'i de bir şeytan olmaktan o kadar tenzih ediyor.
Demek ki, Allah'ın takva sahibi olan kulları, Allah'ın Rasuluüne uyanlardır.
Bunlar O'nun emirlerine uymamaktan Allah'a sığınırlar. O'nun tarafından gelen hakikatlara uyarak, izinde yürürler. Böylece, şanı yüce olan Allah da, melekleriyle ve tarafından bir ruhla destekler de, onların kalblerini aydınlatır. Ve bu Allanın gerçek dostları, Allanın kendilerine bahşettiği kerametlere mazhar olurlar.





Allah Dostlarının Kerametleri İle, Şeytanların Dostlarında Görülen Hokkabazlıklar Arasında Pek Büyük Farklar Vardır


Kahinlerin şeytanlardan yoldaşı vardır. Şeytanlar kulaklarıyla başkalarının söylediklerini çalarlar vesonra adamlarına taşırlar bu çaldıklarını. Ama yine de tam duyamadıkları şeyleri yanlış taşırlar ve böylece de doğru yalana karışmış olurdu.
Bu konuda Buhari ve diğer hadisçilerin rivayet ettikleri bir hadiste Allah Resulü buyurmaktadır:

“Melekler bulutlara iner, gökte verilmiş olan hükümleri kendi aralarında konuşurlar. Şeytanlar da kulak vererek bu konuşmaları dinlerler, sonra işittiklerini kendi kahinlerine fısıldarlar. O kahinler de bunlara birçok yalan katarak halkın arasında yayarlar.”
Müslim'in, İbni Abbas'tan rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır:
“Allah'ın yüce Rasulu, Ensar'dan olan bir cemaatin arasında oturuyordu. Birden bir yıldız parlayarak akıverdi. Bunu gören Rasul, Ensar'a sordu:
“Cahiliyet döneminde bir yıldızın parlayıp kaydığını gördüğünüzde ne derdiniz?.”
Ensar şöyle cevap verdi.
“Bir büyük ölecek, yahut da doğacak derdik!”
Allah Rasulu buyurdu ki:

“Yıldızlar herhangi bir kimsenin ölümü veya doğumu için akmazlar. Yüce Allah bir şeyi hükmetti mi, Arş'ın melekleri tesbih ederler. Sonra onlara yakınlık sırasına göre, taa göklere kadar bütün göktekileri tesbih ederler. Sonra yedinci kat gökteki melekler, Arş'ın meleklerine:
“Rabbimiz neyi hüküm ve ferman buyurdu?” diye sorarlar. Ve sorularının cevabını onlardan alırlar. Böylece, dalga dalga, dünyaya en yakın meleklere kadar ulaşır bu hüküm ve irade. İşte bu esnada şeytanlar kulak hırsızlığı yaparak bir şeyler işitmeyebakarlar. Ama tespit edilerek kovulurlar. Kendilerini işte böyle bir parlak yıldız kovalayıp takip eder. Bu şeytanlar işitebildiklerini kendi dostlarına fısıldarlar. İşte kahinlerin, bu şekilde aldıkları haberler doğrudur. Fakat onlar kendiliklerinden de birçok yalan katarlar şeytanlarından aldıkları haberlere.”
Başka bir rivayette ise Ma'mer şöyle söylemektedir:

“Zuhri'ye sordum: “Demek, cahiliyet döneminde şeytanlar gaybtan haber almak için kulak hırsızlığı yapıyor ve peşlerini bir yıldız takip ediyordu, öyle mi?
Bu soruma Zuhri şu cevabı verdi:
“Evet! Fakat Allah'ın Rasulunün son Resul olarak gönderilmesinden sonra bu durum sona ermiştir”

Allah dostlarının kerametleri ile, şeytanların dostlarında görülen hokkabazlıklar arasında pek büyük farklar vardır.
- Allah dostlarında kerametler iman ve takva sebebine dayanır.
- Şeytani hokkabazlıkların temeli de, Allah'ın ve Resulünün yasakladığı şeylere istinad eder.
Bu konuda şanı yüce Allah mealen şöyle buyurmaktadır:
De ki: “Muhakkak ki Rabbim; kötülüklerin, hem açık hem de gizli olanlarını, günahı, haksız yere isyanı, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah’a şirk / ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kıldı.” (A'raf: 33)
Demek ki;
- Allah hakkında bilmeden herhangi bir şey söylemek,
- Allah'a şirk / ortak koşmak,
- zulum ve haksızlık yapmak,
- Allah'ın ve Rasulunün kesin olarak yasakladığı şeyleri yapmak haramdır.
Bu günahlara dayanan harikuladelikler hiçbir zaman makbul olamazlar.
Namazla Allah'ı zikretmekle. Kur'an okumakla meydana gelmemiş, fakat; şeytanın hoşuna giden, mahluktan medet ummak gibi içinde şirk bulunan veya başkalarına haksızlık etmek, hayasızlıkta bulunmak için başvurulan şeylerle meydana gelen haller, ilahi ve rahmani kerametlerden değil, ancak şeytani hallerdendir.
Böyle şeytani haller, kitap ve sünnetin dışına çıkan kimselerde meydana gelir, gelebilir. Bunların çeşitlileri ve bu dereceleri vardır.
Kendilerine yakın olan cinler de aynı kendileri gibidir. Çünkü bu cinler onların meşreb ve mezheplerindendir.
Cinlerin içinde, müşrik olan da, kafir olan da, fasık olan da, hataya düşen de vardır. Bir kimse şayet, kafir, fasık veya cahil ise, aynı cinsten olan cinler de onun yoluna girer. Küfür yolundan, seçtikleri şeye muvaffakat ettikleri taktirde, öyle bir kimseye yardım ederler.
Örnek olarak bir şeyler söylecek olursak; cinler, cinlerden yahut da başka mahluklardan büyük saydıkları şeyler üzerine yemin etmekten, onların adlarını almaktan çok hoşlanırlar. O kimselerin, Allah'ın isimlerini yahut emirlerini necasetle yazmalarından hoşlanırlar. Fatiha, İhlas veya Ayete'l-Kürs'yi veya başka sure ve ayetleri necasetle yazmasını, yahut tersine çevirmesini isterler onlardan. Kendilerinin istedikleri ve sevdikleri bir küfür hareketi yapmış olmasından ötürü, bunu yapanlara bazı gizli şeyler açıklarlar ve diğer mükafatlar verirler. Mesela, onlara çok bekledikleri kadınları ve oğlanları getirirler. Daha burada anlatmak istemediğimiz birçok şeyler...

Bunlara inanmak, Tağut'a inanmak gibidir. Yani, sihirbazlığa, şeytanlara ve putlara inanmaktır.
Eğer bir insan, zahirde ve batında gerçekten Allah'a ve Resulüne inanıyor ve itaat ediyorsa, cinlerin böyle kerametlerde onlarla anlaşması hiç mümkün değildir. Böyle olduğunda bu kafir cinler onlardan uzak kalırlar.
İşte bunun için Müslümanların Allah emri olan ibadetleri, Allah'ın evleri olan mescitlerde yerine getirildiğinden, cami ve mescidin manevi havası ve kokusu bu gibi şeytani hallerden uzak kalır.




Olağandışı Olaylara Karşı Takınılan Tutumlar


İnsanların, harikulade olaylara karşı takındıkları tavır üç türlüdür:
Bunlardan birincisi; Resul ve Nebilerden başkasında böyle harikuladelikler bulunduğunu kabul etmemek. Böyle itikat edenler, genel olarak böyle kabul ederler. Fakat özel durumlarda reddederler. Falanca, yahut filancada şöyle şöyle kerametler görülmüştür denildiği zaman, kabul etmezler. Çünkü, o kimseler onlara göre, Allah'ın dostlarından değildirler.
İkincisi ise; Kendilerinde bir takım harikulade haller görülen herkesi, bir veli, bir Allah dostu olarakgörürler ve öyle olduğunu kabul ederler.
Gerçekte bu iki grubun itikadı da yanlıştır. Hatalı bir görüşe sahip oldukları içindir ki, onlar Müslümanlarla savaşan müşriklerin ve kitaplı kafirlerin, kendilerine yardım eden birer Hızır'ı olduğunu söylerler. Ve bu adamların Allah'ın velisi olduğunu ileri sürerler. Zira bunlar, kafirlerin içinde, harikulade haller sahibi olacak birilerinin olabileceğini kabul etmezler.

Doğru ve gerçeğe en uygun görüş ise, üçüncü görüştür:
Üçüncülerin bu konudaki sözleri şöyledir:

“Bu adamlar müminlerle savaşırken, yardımlarını Allah'ın dostlarından değil, kendi dostlarından almaktadırlar...
Nitekim şanı yüce olan Allah buyuruyor ki:
Ey muminler! Yahudileri ve Nasranileri kendinize sakın dost edinmeyin! Onlar ancak birbirlerinin dostlarıdır. Sizden onları dost edinenler, aynen onlar gibidir.”(Maide: 51)
Kitab ve sünnete uyan, fakat Allah dostlarından olmayan bir takım takva sahibi zahidler ve kendilerini ibadete veren insanlar, şeytanların aldatabileceği insanlar olduğundan, onlara şeytan bir takım harikuladelikler verebilir ve bunlarda da böyle şeyler görülebilir.
Fakat bunlarda görülen adet dışı olduğu için, birbirini tutmaz. Onların bu hallerine, gerçek anlamda Allah dostu olanlar muttali oldukları zaman, onların bu hallerini hemen hükümsüz hale getiriverir. Onlar böyle adet dışı haller gösterebilmek için, bilerek veya bilmeyerek, yalan söylemek, günah işlemek gibi, kendilerine yaklaşan şeytanların haline uygun bir uygunsuzluğu mutlaka yapmak zorunda kalırlar. Evet, böyledir durum. Çünkü, Allah, günahlardan sakınan dostları ile, görünüşte bunlara benzeyen şeytanın dostlarının arasını bu şekilde birbirinden ayırt etmektedir.
Nitekim mealen buyurmaktadır:

Kimlerin üzerine şeytanlar iner, size haber vereyim mi? Onlar her günahkar yalancının üzerine iner.” (Şuara: 221 ve 222)
El Furkan Beyne Evliyai'r-Rahman Ve Evliyai'ş-Şeytan : İbn Teymiyye
 
Üst Ana Sayfa Alt