Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Felsefe Öğrenmek, Yapmak İslam'a Uygun mu?

D Çevrimdışı

Dostane

Üye
İslam-TR Üyesi
Selamun Aleyküm abilerim kardeşlerim. Ben cahiliye zamanımdan kalma hevesimle felsefeye antik yunan tarihine gibi meraklarım mevcut. Bunlar da ilim sayılır mı bunları öğrenmek düşünmek caiz midir ne dersiniz ?
Bir konu kavrama felsefi yol ile düşünmek sizce nasıl bakılmalı?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Âleykum selam we rahmetullah;

Felsefe'nin İslam'a Göre Hükmü

Hocalar hocası Celaleddin es-Suyutî, mantık ilmi gibi felsefe ilminin de öğrenilmesinin haram olduğunu söylüyor. Çünkü bu hususta selef âlimleri ile, sonradan gelen güvenilir müfessirlerin ekserisinin icmaı vardır. Bu konuda açıklama yapanlar arasında Îbn-i Salâh, Nevevî ve benzeri sayısız âlimler vardır. Ben ise, felsefe ve mantık ilminin haram olduğu hususunda bir kitab yazdım. Kitabda felsefenin terk edilmesi hususunda muctehidlerin ileri sürdükleri delilleri zikrettim. Hanefî muctehidlerinden Siracuddin el-Kazvinî, felsefenin haram olduğu hususunda telif ettiği bir kitabda zikrettiğine göre, İmam Gazali de “Muntekâ” adlı kitabının baş tarafında önceleri felsefeyi medhetmiş fakat, sonradan felsefenin haram olduğu görüşüne dönmüştür.

Bizim mezhebimizden Selef inancında olanlarla Malikîlerden İbn-i Ruşd, felsefe ilmi ile meşgul olanın rivayetinin kabul edilmeyeceğine hükmetmişlerdir.

İmam Gazali “Îhyâul-Ulûm” adlı kitabında bu konuyu açıklayarak şöyle demiştir:
“Eğer cedel ilmî ile kelâm ilmî, astronomi ilmi gibi kötü müdür, yoksa mubah mıdır, yahud sorarsan, bunun cevabı şudur: Bilmiş ol ki insanlar bu konu etrafında aşırı düşünmüşler ve bu hususta israfa dalmışlardır. Felsefe ilmi bidattir diyen vardır, haramdır diyen vardır; şubhesiz bir kulun Allah'ına şirkten başka bütün günahları ile kavuşması, onun için Allah'a kelâm ilmi ile kavuşmasından daha hayırlıdır. Kelâm ilmi için farzdır, diyen vardır; ya farz-ı kifaye, yahud farz-ı ayndır. Bu ilmi elde etmek ibadetlerin en faziletlisi, Allah'a yaklaştıran amellerin en mükemmelidir, şeklinde düşünenler de vardır. Çünkü kelâm ilmî tevhid ilminin gerçekleşmesine yardımcıdır, Allah'ın dinini öğrenmek ve muhafaza etmek isteyenlerin kuvvetli yardımcısıdır.”

İmam Gazali, İmam Şafiî, İmam Mâlik, İmam Muhammed, İmam Ahmed b. Hanbel, Sufyan-i Sevri ve selef inancına bağlı hadis imamlarının hepsi felsefe ilminin haram olduğuna kail olduklarını söyleyerek onların bu konudaki sözlerini nakletmiştir.

Onlar demişlerdir ki; gerçekleri daha iyi bildikleri ve konuşma usulü bakımından diğer insanlardan daha fasih bir anlatışa sahib bulundukları halde kötülük doğuracak hususlarda konuşmayıp sukût etmişlerdir.

Bu sebeble Peygamber sallellahu aleyhi vesellem ; “Bahsin derinliğine dalarak haddini aşanlar helak olmuştur.” (Muslim, c. IV. s. 2055, Hadis No: 2670; Ebu Davud, Kitabu’s Sunne, bab: 5) buyuruyor. Felsefenin haram olduğu görüşünü savunan mezkûr ilim adamlarının dayandıkları delillerden biri de şudur: eğer felsefe dinden sayılmış olsaydı onun, Peygamber'in önemle emrettiği hususlardan biri olması ve felsefenin yolunu da bize öğretmesi, felsefe ile meşgul olanları medhetmesi gerekirdi.

İmam Gazali, sonra bu âlimlerin diğer delillerini, daha sonra da başka bir fırkanın delillerini zikrederek şöyle diyor:

“Şimdi eğer, sana göre en doğru görüş hangisidir? dersen bu soruya şöyle cevab veririm: Felsefede fayda da vardır, zarar da. Kendisinden faydalanmak icabettiği zaman faydası dokunması itibariyle helaldir, yahud mendubdur; yahud duruma göre vacibdir. Felsefeden zarar geldiği zaman, zararı dokunması itibariyle de haramdır. Felsefenin zararı şubheyi yaymak, inançları sarsmak, kesin hükümler karşısında düşünceleri ve inançları sarsmak, imanları samimiyetten uzaklaştırmaktır. Bu da başlangıçta şubheli delillere dayanmak suretiyle meydana gelen zarardır. Bu hususlar şahıstan şahısa değişir. İşte bu, felsefenin, hak yolda bulunan kişinin inancında meydana getireceği zarardır.

Sapıkların inancını kuvvetlendirmek, bu sapık inançları kalblerinde yerleştirme yönünden felsefenin büyük zararları vardır. Öyle ki felsefe sayesinde dâvaları korunur, batıl inançları üzerinde ısrar etmek ihtirasları kuvvetlenir. Yalnız, bu zarar, munakaşa etmekten doğan taassub vasıtasıyla olur.
Felsefenin faydasına gelince, felsefenin bulunduğu yerde hakikat, olduğu gibi bilinir ve keşf olunur zannedilirdi. Fakat, heyhat! Sözün bu güzel maksada hiç vefası yoktur. Muhakkak ki felsefenin sapıtma ve çarpıtması, hakikatleri açıklama ve tanıtmasından daha fazladır. Bu sözü bir hadis âliminden, yahut bir haşiyeciden duyacak olsan, insanlar bilmediklerinin düşmanı oldukları sözü hatıra gelebilir, dedikten sonra: “Bu sözü kelâmcıların en yüksek mertebesine ulaşıp kelâm ilmi dışında kalan başka ilimlerde de derinleştikten sonra felsefenin içine girerek gerçek bir tecrübeden sonra kelâm ilmini tecrübe eden kimseden işit. Gerçekten ortaya çıkmıştır ki, bilginin hakikatına felsefe yolundan ulaşmak için yollar kapalıdır. Ömrüme yemin ederim ki, tarif ve izah sadedinde kelâm ilmine ihtiyaç vardır. Fakat çok az..” diyor.


Selefin Kelâm İlmine Karşı Çıkmalarının Sebebleri:

Yukarıda zikredilen bütün bu sözlerin Selef âlimlerinden sadır olmasının birkaç sebebi vardır:

1- Yukarıda geçen sözden anlaşılan mana. O mana da şudur; Felsefeyi kötülemelerinin sebebi, Felsefe İslam'ın esaslarını anlamaya manidir, bir maksadı ifade ederken manasız işlerle uğraşmaktır.

2- Hak üzerinde de olsa felsefe çekişmeye ve munakaşaya sevkedicidir. Munakaşa ise ekseriya kötü huylara sebeb olan hasımlaşmaya götürür. Nitekim İmanı Gazali de “Îhyâul-Ulûm” adlı kitabında bu hususu açıklamaktadır. “Muftiye Yardım Gıyas'ul-Muftî” bahsinde Gazali, İmam Ebû Yusuf'tan naklen şu meseleyi naklediyor:

“Hakkı konuşsa da bidatçı olduğu için kelâmcıların arkasında namaz kılmak câiz değildir. Ben bu meseleyi hocama naklettim. O têvilini şöyle yaptı: Bundan kasıt, hakkı ortaya koyma düşüncesiyle hareket etmeyen kelâmcılardır. Hocamın yaptığı bu tevili İmam Ez-Zâhidî'nin “Telhis” adlı kitabında gördüm. Zahidi şöyle diyor: “İmam Âzam Ebû Hanife hak yol üzerinde munakaşayı çirkin görüp tasvib etmezdi. Hatta İmam Ebû Yûsuf'tan şöyle bir rivayet nakledilmiştir. Ebû Hanife'nin meclisinde oturuyorduk. Önünde iki kişi bulunan bir topluluk içeriye girdi. Topluluktan biri şöyle dedi: Bu iki adamdan biri, Kur'an yaratılmıştır, diyor; öteki de onunla münakaşa ediyor.

Azam (rahimehullah): “İkisininde arkasın namaz kılmayın,” buyurdu.
Ben de dedim ki: birincisi evet, Kur'an'ın yaratılmamış olduğuna hükmetmiyor, fakat diğerine ne oldu?
Bu soruma karşılık İmam Âzam (rahimehullah) buyurdu ki; bunların ikisi de dinde munakaşa ediyorlar, dinde munakaşa etmekse bidattir. “Miftâh'us saade” adlı kitabda da bu husus zikr edilmiştir. Diğerinin kötülenmesinin sebebi, Kur'an-ı Kerim kalblerimizde mahfuz olduğu, dillerimizde okunduğu ve mushaflanmızda yazılı bulunduğu halde onun indirilmesi hususunda konuşuyor.” (Muslim, C: IV, s. 2055; Hadis No: 2670; Ebû Dâvud, Sunne Bab, 5)

İmam Şafiî buyuruyor ki:
Bir kimsenin, isim musemmanın (sahibinin) aynıdır, dediğini gördüğün zaman, bil ki o kelâmadır. Onun dini yoktur.”
(İmam Şafii devrindeki kelâmcılar, Ashab ve Tâbiûn akidesinden ayrıldıkları için bu şeklide kabul edilmişlerdir. Günümüzdeki kelâmcılar ise Ashab ve Tâbiûn inancını yerleştirmek için kelâm ilmî ile meşgul oluyorlar. Bugünkü İslâm kelâmcıları bu hüküm altında değillerdir. (Mutercim)

İmam Şafiî yine şöyle diyor:
İnsanlar bu kelâm ilminin O günkü anlamı ile felsefenin zararlarını bilselerdi arslandan kaçar gibi ondan kaçarlardı.”

İmam Mâlik şöyle buyuruyor:
Bidat ehli ile kendi arzularına uyanların şahidliği kabul değildir.”

Talebelerinden biri İmam Malikin bu sözünü tevil ederken “İmam Mâlik, kendi arzularına uyanlardan kelâmcıları kasdetmiştir” diyor.

3- Felsefe kişiyi şubhe ve tereddüte sevkeder. Bu sebeble felsefe ile uğraşan kimse başlangıçta sıddık iken zındık olur. Yani başlangıçta iman kuvvetli de olsa felsefe ile uğraşan kişinin imanı sarsılabilir.

İmam Ahmed b. Hanbel'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
Kelâm âlimleri (Felsefeciler) zındıklardır. Kelâmcı kişi asla düzelmez. Kelâm ilmî ile uğraşan kişinin kalbinde mutlaka bir eksiklik görürsün.”

İmam Ahmed b. Hanbel bu konuda o derece ileri gitmiştir ki, “Bidatçılara Reddiye” adıyla kaleme aldığı bir kitab yüzünden, zühd ve takva, sahibi olmasına rağmen “Haris b. Esed el-Muhasibî” ile arası açılmıştır. Haris'e şöyle diyor.
“Yazıklar olsun! Değil mi ki kelâmcıların düşüncelerini önce hikâye ediyorsun, sonra da reddediyorsun. Değil mi ki bu kitabı yazmakla insanları bidatları mütalâaya ve şubheyi düşünmeye sevk ediyorsun? (Bundan felsefeyi kasdediyor), bu da onları reye, mubaheseye ve bu fitneye sevkediyor?”

“Kitab'ul-Hulâsa” adlı eserde beyan edildiğine göre ihtiyaçtan fazla kelâm ilmi ile meşgul olmak, münazarada bulunmak, öğrenmek, ve onunla meşgul olmak yasaktır. Namaz vakitlerini ve kıbleyi öğrenecek kadar astronomi ilmini öğrenmekte ise bir sakınca yoktur, fazlası haramdır. Ancak hataya düşmeden ve sapmadan insaflı bir ölçüde kelâm ilmi ile uğraşmak mekruh değildir. Hakkı kabul etmemek için konuşup onu atmak isteyen için de kelâm ilmi ile meşgul olmak mekruh değildir. İmam Ahmed b. Hanbel demiştir ki:
”Kâdı İmam’dan duydum ki, “Bir kimse (kelâm esnasında) hasmını utandırmak isterse tekfir edilir.” demiştir. Fakat bana göre, kâfir olmaz, küfür üzerinde bulunmasından korkulur.” “Hulâsa” sahibinin sözü burada sona ermiştir.


Netice:

Yukarıdan beri söylenenleri hulâsa etmek gerekirse şöyle diyebiliriz:

Sağlam inançlar ve bu inançları kuvvetlendirmek için ortaya konan deliller, dindar kimselerin kalblerine tesir ettiği, yakın ve kemâl derecesinde kesin iman meyvesi verdiği gibi, batıl inançlar da kalblere tesir eder, kalbleri katılaştırır, karartır; Allah'ın huzurundan uzaklaştırır, kalbin kuvvetini zayıflaştırır, dini sarsar, belki batıl inançlar kötü bir akıbetle nefes tüketmeğe sebeb olur. Allah Teâlâ'dan afv ve afiyet dileriz.
Görmüyor musun ki şeytan bir kimsenin imanını yok etmek isteyince ancak batıl inançları kalbine sokmak suretiyle imanını yok edebiliyor.

4- Felsefe'nin zararlarından biri de kelâm ilminin derinliklerine dalmak, Kitab, Sünnet ve îcma-i Ummet'ten istifade edilen İslâmî hükümleri öğrenmeyi terk etmektir. Öyle ki bazıları kelâmcı olmak için otuz sene çalışır, sonra öğrendiklerini okutur, kelâm ilmine uygun sözler söyler, kelâm ilmine uymayan sözleri reddeder. Taharet, namaz, oruç gibi furua tâalluk eden fıkhı meselelerden herhangi bir meseleden, bir âyetten, bir hadisten sorulunca onu bilmez, sükût eder. Halbuki yerleşen bütün inançlar Kitabda (Kur'an'da) katı, Sünnette zannî delillerle sabittir. Bu sebeble Cenabı Allah Kur'an-i Kerîm hakkında:
Bu Kitab, insanlara yeter,(İbrahim: 52) buyuruyor.

Yani Kur'an-ı Kerîm dünyadaki yaşayışla ilgili hususlarda da, âhiretteki yaşayışla ilgili hususlarda da bir vaaz kitabı olarak, bir hidayet kitabı olarak yeter. Bu konuda Cenabı Hak başka bir âyette şöyle buyuruyor:
Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz onlara yetmez mi? (Ankebût: 51 - 26)

Yani senin ummî olduğunu, okuma yazma bilmediğini bildikleri halde her yerde her zaman Kur'an'ı Kerîm’in okunması devam ediyor.

5- Kelâm ilminin zararlarından biri de kelâm ve cedel ilminin neticesi olarak halde hayrete düşmek, istikbalde sapıklığa ve şubheye düşmektir.

Felsefecilerin mezhebini, sözlerini en iyi bilen İbn-i Ruşd el-Hafîd “Tehâfut'ut-Tehâfut” adlı kitabında şöyle diyor:
“Felsefecilerden, ilahiyat konusunda itibar edilecek bir söz kim söylemiştir?”

Âmidî de zamanının önemli meselelerine vakıf olduğu halde bu konuda hayret içindedir, Gazali de böyledir. Gazzalî'nin kelâma ait meselelerde vardığı netice duraklama ve hayret olmuştur. Gazzali sonradan tuttuğu bu yoldan yüz çevirerek Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in hadislerine yönelmiştir. Vefatında “Buhari” kitabı göğsünün üstünde idi. Fahreddin er-Râzi de böyle.”Zâtın Kısımları” konusunda yazdığı bir kitabda şu şiirleri kaydediyor:

“Akılların sahası sınırlıdır.
Akılla uğraşan âlimlerin sonu sapıklıktır.
Ruhlarımız, cesedlerimizden ürkmektedir,
Dünyamızın neticesi eziyet ve vebaldir.
Ömrümüz boyunca bahislerimizden,
Dedikodu toplamaktan başka bir şey istifade etmedik.”

Kelâm ve felsefe bahislerini düşündüm, bunları bir hastalığa şifa verecek, susuzluğu giderecek güçte görmedim. Allah'a ulaştıran yolların en yakını olarak Kur'an yolunu gördüm. Allah'ı isbat konusunda:
Allah Arş'ın üstündedir.” (Tâhâ: 5)
Hoş sözler Allah'a çıkar.” (Fâtır: 10)

Âyetlerini okurum. Allah'tan nefy edilen sıfatlar konusunda da:
Allah gibi hiçbir şey yoktur.” (Şûra: 11)
Allah (insanların) bilgilerine sığmaz.” (Tâhâ: 110) ayetlerini okurum.

Fahreddin er-Râzî daha sonra şöyle diyor:
“Benim gibi tecrübeye sahib olan kişi benim bildiklerimi bilir.”
Şehristani rahmetullâhi aleyh de öyle. O da felsefe ve kelâmcılar hakkında hayret ve pişmanlıktan başka bir netice bulmamış, sonunda şöyle demiştir:
“Yemin ederim ki bütün üniversiteleri dolaştım, o ilim yuvalarına göz gezdirdim. Hayretten elini çenesi üzerine tutan, yahud pişmanlıktan dişini kıranlardan başkasını görmedim.”

Eb'ul-Maâlı el-Cuveyni de bu konuda şöyle diyor:
“Arkadaşlar! Kelâm ilmi ile uğraşmayınız. Ben eğer kelâmın beni ulaştıracağı noktayı bilseydim, onunla hiç uğraşmazdım.”

Eb'ul-Maâlî vefat ederken şöyle diyor:
“Çok büyük denizlere daldım. İslâm âlimlerinden ve ilimlerinden boş kaldım, onların beni menettikleri sahaya girdim. Eğer Cenabı Allah rahmetiyle kurtarmazsa, İbn-i Cuveyni'nin vay haline! İşte ben ölüyorum. Şimdi anamın itikadı üzerinde ölüyorum.” Yahud, “Nisaburlu kocakarıların itikadları üzerinde ölüyorum.”

Husrevşâhî de şöyle demiştir:
“Husrevşâhî Fahreddin er-Râzi'nin en büyük tabelerinden biri idi.
Fazilet sahibi zatlardan biri bir gün Husrevşâhî'nin huzuruna giderek: “Neye inanıyorsun?” dedi.
Husrevşâhî cevab verdi: “Müslümanların inandıkları şeylere.”
Bundan sonra aralarında şöyle bir muhavere geçti:
“Müslümanların inandıklarına açık gönüllülükle ve kesin olarak inanıyor musun?
“Evet, bu nimetten ötürü Allah'a şükrediyorum. Fakat ben vallahi neye inanacağımı bilemiyorum.” deyip ağladı.
Ve gözünden akan yaşlar sakallarını ıslattı.

Hûncî de vefatı esnasında şöyle demiştir:
“Elde ettiğim bilgiler içinde, mümkün olanın muraccih olana, yani yaratıkların yaratana muhtaç bulunduğundan başka bir şey öğrenmedim.”

Hûncî bu sözü söyledikten sonra şöyle devam etmiştir: “Muhtaç olmak olumsuzluk sıfatıdır. İşte ölüyorum ve hiç bir şey bilmiyorum.”

Bir başkası da şöyle diyor:
“Yatağıma yatıp yorganımı başıma çekiyorum, sabaha kadar onun bunun delillerini karşılaştırarak düşünüyorum, bir tercih yapamıyorum, Bu dereceye gelmiş bir kişiyi eğer Allah rahmeti ile, teveccühü ile kurtarmazsa zındıklaşır ve kötü bir akıbetle karşılaşır. Bu hastalığa fayda verecek olan ilâç, kalblerin doktoru, gaybları bilen Allah'a karşı yapılan şu duadır:
“Ey kalbleri çeviren Allah’ım! Benim kalbimi senin dinin üzerinde sabit kıl. Yer ile gökleri yaratan, gizli açık her şeyi bilen Allah’ım! Senin izninle ihtilâf ettikleri hakikat noktasında bana, doğru yolu göster. Şubhesiz sen dilediğini doğru yola iletirsin. Lahavle velâ kuvvete illâ billahil-aliyyil-azim.”

6- Fıkıhta ve Şeriat hususunda rey ile ve mucerred akıl ile hüküm vermek bid'at ve sapıklıktır. Tevhid ve sıfat ilminde yalnız akıl ile hükmetmek ise daha büyük bir bid'at ve sapıklıktır.

Fahr'ul-îslam Ali El-Pezdevi “Usûl-i Fıkıh” adlı kitabında şöyle diyor:
“Şeriatta aklın Mûcib olması (bir şeyin yapılması yahud yapılmamasını gerekli kılması) hakkında bir delil mevcut değildir. Ve aklın mûcib olması câiz de değildir. Şeriata dayanmayan bir illet ise makbul ve caiz değildir. Zira illetler şeriatın konusudur. Kulun bu konulara girmeye hakkı yoktur. Çünkü bu, ortaklığa sevkeder. Bir delile dayanmadan kim aklı mûcib kılarsa, kulluk sınırını aşarak inatçılıkla şeriatın sınırına girmiş olur.



7-
Selef âlimlerinin kelâm ilmine karşı çıkmalarının bir sebebi de kelâmcıların, filozofların sözlerine kulak asmaları ve bunlardan bazı sefih kişilere uymalarıdır. Bu sebeble gökten inen âyetlerden yüz çevirip akıllı ve âlim oldukları zannedilen cahillerle beraber felsefeye daldılar. Halbuki Cenabı Allah kitabında bu hususta uyarıda bulunuyor. Şöyle buyuruyor:

Âyetlerimiz hakkında yanlış tevillerle söz edenleri gördüğün zaman kendilerinden yüz çevir, yanlarında oturma; tâ ki Kur'an'dan başka bir söze dalalar.” (En'âm: 68)

Bu âyetin manası felsefecilere dayanan kelâmcılara da hususi sebeble değil, fakat umumî hatları ile şamildir. Bazen küfür, bazen fasıklık, bazen isyan, bazen hata derecesine varan bâtıl te'vüler ve tahrifler, Kur'an'ın manasında ileri gitmek, yanlış te'villerde bulunmak bu mananın içine giriyor. Bu babda hata afvedilmez. Dinin furuna taallûk eden meselelerde durum böyle değildir. Furu ile ilgili meselelerde hata vâki olsa günah yoktur, belki yanıldığı için de bir sevab vardır. İhtilaf halindeki bid'at ehlinin içtihatları ile ittifak halinde bulunan Ehl-i Sünnet'in içtihatları arasında fark burada ortaya çıkıyor. Cenabı Hakk'ın şu buyruğu da bu noktaya işaret ediyor:

Muhakkak ki Cenabı Allah sivrisinek ve daha büyüğü ile misal vermeyi terketmez. Artık iman edenler, bu misalin Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Kâfirler ise: “Allah bu misal ile neyi murad etmiştir?” derler. Cenabı Allah o misal sebebiyle çoklarını saptırır, yine o misal ile bir çoklarını doğru yola hidayet eder.” (Bakara 26)

Biz Kur'an'dan mûminler için şifa ve rahmet olan âyetleri indirmekteyiz. Zalimlerin ise Kur'an ancak sapıklığını artırır.(İsrâ: 82)

Bir hadîs-î şerifte ise şöyle buyuruluyor.

Kur'an, lehinde yahud aleyhinde sana bir delildir?”

Kur'an-ı Kerîm nil nehri gibidir. Nil nehri, kendisinden istifade edenler (kendisine yakın olanlar) için sudur, ondan mahrum olanlar için ise kandır. Bütün müslümanlara vacib olan, diğer peygamberlerin de getirdiği inançlara uygun olarak gönderilen Peygamberlerin Efendisi Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi vesellem'e uymaktır. Cenabı Allah, Peygamber'in şanını yüceltmiştir, öyle ki kendisine bir yerde yemin ederek şöyle buyurmuştur:

«Rabb’in hakkı için, onlar, aralarında çekişme konusu olan hususlarda seni hakem yapıp verdiğin hükümden, nefisleri hiçbir darlık çekmeden tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nîsâ: 65)

Cenabı Allah bu âyette haber vermiştir ki, münafıklar, çekişmelerinde başkasını hakem kabul etmek isterler. Onlar Allah ve Rasûlune, yani Allah kitabı ve Rasûlüllah'ın sünnetinin hükmüne sarıldıkları zaman şiddetle yüz çevirirler. Halbuki onlara sorarsan, iyilikten, tevfikten, hakikat ve yakinî imandan başka bir şey istemiyorlar. Nitekim kelâm, felsefe ve diğer ilimlere mensub âlimler de böyle söylüyor. Biz ancak peygamberlerin sözleri ile filozofların sözlerini bir araya getirmek istiyoruz, diyorlar. Kendini ibadete veren bazı bid'atçılar da şöyle söylüyorlar: îman ile ikan, tevfik ile şeriat, tarikat ile hakikat arasını birleştirmek suretiyle biz ancak ihsan derecesine ulaşmayı istiyoruz, derler. Ve bu sözde bâtıl mezheblerinin bâtıl meşreblerinin desiseleri olan hulul, ittihad, infisal, mutlak varlık davasını ve varlıkların bütünü ile, hakkın aynı olduğunu gizlerler ve bu düşünceleri ile birleştirici makamında olduklarını vehmederler. Halbuki onlar tefrikacı zındıkların sapıklık hali üzerindedirler.

Herkim dine ait herhangi bir işte Peygamber sallelllahu aleyhi vesellem'den sadır olmayan bir hüküm vermek ister ve bu hükmün yakîn babında güzel olduğunu, Peygamberin getirdiği ile ona muhalif düşen aklî meseleleri birleştireceğini zannederse, onun sapıklıktan nasibi vardır. Ve onun için Peygamber'in getirdiği Sünnet'e yükselmek haramdır. Zira. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in getirdiği kâfidir, şifa vericidir, yeterlidir, orada hak yahut bâtıl olan her şey açıklanmıştır. Cenabı Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Bâtıla hak libası giydirip bile bile hakkı gizlemeyin.” (Bakara: 42 – 32)

Peygamberin Sünneti, Sahabe'nin, Tabiînin, onlardan sonra gelen muctehidlerin, müfessirlerin büyüklerinin, büyük muhaddislerin yoludur ve Dâvud-i Tâî, Muhasıbî, Serüs-Sakatî, Mârûf-i Kerhî, Cuneyd-i Bağdadî gibi ilk sufilerle, Ebû Necîb es-Suhreverdî, mârifetullah'ta yüksek mertebe sahibi Abdulkadir-i Ceylânî, Ebu’l-Kâsım el-Kuşeyri gibi sonradan gelen tasavvufçuların umdesidir.





Kelâm Meselesindeki Görüşler:

Tahâvî'nin şârihi şöyle diyor: “İnsanlar bu meselede (kelâm meselesinde) dokuz guruba ayrıldılar.
Bunlardan biri şudur: Şubhesiz Allah kelâmı insanlar üzerine mânaları akıtan sözdür. Bazılarına göre bu sözler ya faal olan akıldandır, yahut başkasındandır. Bu görüş Sâbiîlerle (Yıldıza tapanlarla) felsefecilerin sözüdür.

İkincisi: Kur'an yaratılmıştır, onu Allah Teâlâ yaratmıştır, fakat kendisinden ayrı olarak yaratmıştır, derler. Bu söz de Mûtezile'nin sözüdür.

Üçüncüsü: Allah kelâmı tek bir mânadır, Allah Teâlâ'nın zatı ile kaimdir, O da emir, yasak, haber ve haber alma tarzındadır. Eğer bu emir ve yasakları, haber ve istihbarları ibranî dili ile ifade buyurursa Tevrat, Arabca ile ifade buyurursa Kur'an olur, derler. Bu söz de İbn Kullâb ve Eş'ari gibi ona uyan zatların görüşüdür.

Dördüncüsü: Allah kelâmı ezelde toplanmış ezelî sesler ve harflerden ibarettir, derler. Bu görüş de Kelâmcı ve Hadisçilerden bir taifenin görüşüdür.

Beşincisi; Allah kelâmı sesler ve harflerden ibarettir. Allah Tealâ sonradan bunlarla konuşmuştur, derler. Bu görüş de Kerrâmiye taifesi ile diğer âlimlerin görüşüdür.

Altıncısı: Allah kelâmı, zatı ile kaim olan ilmi ve iradesi ile yarattığı varlıklara döner, derler. Bu görüşü Muteber adlı kitabın sahibi kabul etmiştir. “El-Metâlib'ul-Âliye” adlı kitabında Fahreddin er-Râzi de bu görüşe meyi eder.

Yedincisi: Allah'ın kelâmı, kendi zatı ile kaim bir mânayı tazammun eder, Allah o mânayı başkasında yaratmamıştır, derler. Bu görüş de Ebû Mansûr el-Mâtüridî'nin görüşüdür.

Sekizincisi: Allah kelâmı, kendi zatı ile kaim olan kadim mâna ile başkalarında yarattığı sesler arasında muşterektir. Bu söz, Eb'ul-Meâli ve ona uyanların sözüdür. Ben de derim ki; birinci mâna hakikat, ikinci mâna ise mecazdır.

Dokuzuncusu: Cenabı Allah geçmişte ve gelecekte dilediği zaman, dilediği şekilde konuşmakta devam eder. Allah Teâlâ işitilen bir ses ile konuşur. Kelâmın nevi ise kadîmdir. Ses her ne kadar kadim değilse de, konuşmanın nevi kadîmdir. Bu söz, daha evvel söylediğimiz Hadîs ve Sünnet ashabından tercih edilen sözü takviye ediyor.
Bu meselenin, İmam Âzam (rahimehumulah) telifinde tekrar edilmesinin sebebi, maksad bakımından öneminin büyüklüğünü göstermektedir.

Sonra bil ki; buzağıya tapanlar, Allah'a karşı küfür içinde olmalarına rağmen, Mutezileden daha çok söz anlamaktadırlar. Zira Musa aleyhisselâm onlara:
Görmüyorlar mı ki; o (buzağı) onlarla konuşmuyor ve kendilerine yol göstermiyor.” (Ârâf: 148)

Buzağıya tapanlar, Musa aleyhisselâm'a bu ifade karşısında, senin rabbin de konuşmuyor, tarzında bir cevab vermediler, itirazda bulunmadılar. Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, konuşmayı nefy etmek bir noksanlıktır, bu noksanlık, buzağının ilâh olamıyacağına delil kabul ediliyor. Mutezilenin şubhesi son haddine vararak şöyle derler: Allah'ın konuşmasından dolayı, yaratıklara benzemesi ve cisim olması gerekir. Onlara şöyle cevab verilir: Allah Teâlâ, kendine yakışır şekilde konuşur, dediğimiz zaman şüpheleri yok olur. Mûtezile'den biri, yedi Kıraat İmamından biri olan Ebû Amr b. Alâ'ya; Cenabı Hakk'ın ;

Musa, kendisi ile konuşacağımızı vâdettiğimiz vakitte gelince, Rabbi ona kelâmını söyledi. (Ârâf: 143) âyetindeki “Allah Musa ile konuştu sözüne ne diyeceksin?” deyince Mûtezîlî olan bu şahıs bir cevab veremedi.

Sonra Cennet nimetlerinin en üstünü, Allah Tealâ'nın cemalini görmek, O'nun kelâmım işitmektir. Bunu inkâr etmek, Cennet'in ruhunu inkâr etmektir. Çünkü Cennet, Cennete girecekler için, ancak bu iki şey ile hoştur. Nitekim kâfirler için Cehennem azabının en şiddetlisi, Allah'ın cemalinin onlara perdelenmesi, gösterilmemesi ve onların Allah kelâmını işitmemeleridir. Allah Teâlâ bu hususu şöyle haber veriyor:
Kıyamet gününde Başka bir âyette de: Allah Teâlâ, onlarla konuşmayacaktır.” (Bakara: 174)
Orada ses çıkarmayın, bana bir şey söylemeyin.” (Mûminûn: 108)
Hayır onlar, Kıyamet günü, Rabb'lerinin rahmetinden menedilmişlerdir.” (Mutaffifin: 15)

Mutezile,
Güneşi, ayı, yıldızları Allah, kendi emrine bağlı olarak yarattı. Dikkat edin, hem yaratmak, hem de emr etmek O'na aittir.” (Ârâf: 54)
Bu âyette Allah Teâlâ, yaratmakla, emr etmeyi birbirinden ayırmıştır. Dolayısıyla mutezilenin, Allah'ın sıfatları, ilim, kudret ve benzer bütün sıfatlarının yaratılmış olduğu yolundaki batıl inançlarını reddetmiştir. Bu, apaçık küfürdür. Zira Allah'ın ilmi bir şeydir, kudreti bir şeydir, hayatı bir şeydir: Bu sebeble bu şeyler “Her şeyi yarattı” âyetinin şümulü içine girer. Dolayısıyla Allah'ın sıfatlarının yaratılmış olması lâzım gelir Cenabı Allah, bu taifenin söylediklerinden münezzehtir. Cenabı Allah, başkası ile kaim olan bir kelâm ile nasıl konuşabilir? Bu doğru olacak olsa, Allah'ın cansızlarda ve hayvanlarda meydana getirdiği seslerin de Allah kelâmı olması gerekirdi. “Konuştu” sözü ile, “Allah konuşturdu” sözü arasında bir fark olmazdı. Kıyamette kâfirlerin derileri konuşturulacaktır.
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
O kâfirler, derilerine niçin aleyhimizde şâhidlik yaptınız? derler. Onlar (deriler), her şeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu, derler.” (Fussilet: 21)

Bu âyette “bizi Allah konuşturdu” ifadesi vardır. “Allah konuştu” buyurulmuyor. Belki, Allah Teâlâ, başkalarında yarattığı her söz ile konuşmuş olması gerekir, ister doğru, ister yalan olsun, ister küfür olsun, ister hezeyan olsun. Cenabı Allah bunlardan münezzehtir.



Mutezilenin Ehl-i Sünnetten Ayrılması:

Bu münakaşanın aslı şudur: Mutezilenin reisi Vasıl b. Atâ, Hasan-i Basrî'nin talebelerinden olup onun meclisine devam ediyordu. Bir müddet sonra meclisinden ayrıldı. Ayrılmasının sebebi şu vak'adır:
Vasıl b. Atâ, büyük günah işleyenin ne mümin ne de kâfir olmadığını kabul ediyor, dolayısıyla iki mertebe arasında bir derece isbat ediyordu.
Bu düşüncesi dolayısıyla hocası Hasan-i Basri: “Vasıl bizden ayrıldı.” dedi.
İşte bu sebeble Vasıl b. Atâ'nın düşüncesini tâkib edenlere Mutezile adı verilmiştir. Yâni Ehl-i Sünnetten ayrılanlar demektir. Mutezile ise kendilerine adalet sahibi ve Tevhîd ehli adını takmışlardır. Çünkü onlar, Allah'a itaat edene sevap vermek, isyan edene azab etmek Allah Teâlâ üzerine vâcibdtir, dediklerinden ve Allah Teâlâ'nın sıfatlarını nefy ettiklerinden kendilerine adalet sahibi, Tevhid ehli adını takmışlardır. Sonradan onlar, kelâm ilminde ileri giderek inanca ait birçok meselelerde Felsefecilerin eteklerine yapışırlar. Dolayısıyla mezhebleri insanlar arasında da yayılmaya başladı. Bu durum Ehl-i Sünnette İtikad Mezhebi İmamlarından Ebul Hasan el'Eş'âri, hocası Ebû Alî el Cubbâî'ye şu soruyu soruncaya kadar devam etmiştir:

“Üç kardeş hakkında ne dersin?
Biri Allah’” itaat ederek öldü, diğeri isyan ederek öldü. Üçüncüsü de küçükken öldü.”
Eş'âri'nin bu sorusuna karşılık Ebû el-Cubbâî şöyle cevab vermiştir; “Birincisi Cennetle mukâfatlandırılır. İkincisi Cehennem ateşi ile azab edilir. Üçüncüsü sevab da almaz, azab da.”
Bu cevab üzerine Eş'ârî yine sorusunu sormaya devam etti: “Eğer üçüncüsü, yani küçükken ölen Allah Teâlâ'ya, karşı: Yâ Rabb'î! Beni neden küçükken öldürdün de büyütmedin. Büyüseydim, sana iman edip itaat ederdim, ben de Cennet'e girerdim?” derse Allah Teâlâ nasıl cevab verecek?”
Cübbâî şöyle dedi: “Allah ona şöyle cevab verir: Ey kulum Ben biliyordum ki sen büyüseydin bana isyan edecektin, dolayısıyla Cehennem'e girecektin. Senin için faydalı olan küçükken ölmendi.”
Eş'ari yine sordu: . “İkincisi eğer derse ki: “Yâ Rabb'î! Niçin beni de küçükken öldürmedin ki, sana âsi olmasaydım, dolayısıyla Cehennem'e girmeseydim?* Allah Teâlâ ne cevab verir?

Bu soru karşısında Cübbâî mars oldu, bir cevab veremedi. Bundan sonra İmam Eb'ul-Hasan el-Eş'arî hocası Cubbâi'nin mezhebini terk ederek kendisi ve ona uyanlarla birlikte Mûtezile'nin görüşlerini ibtal etmek, Sünnet'in geldiği şekli isbat ve Müslüman topluluğun devam ve sebat ettiği inancı yerleştirmek için gayret sarf etti. Bu gayreti gösterenler, bundan sonradır ki Ehl-i Sünnet adını aldılar.

Sonra Felsefe Arabcaya tercüme edilerek İslâm âlimleri de bu ilim dalında Şeriatla çatışan noktalarda felsefecileri ve tabiatçı filozofları reddetmekle meşgul oldular, dolayısıyla felsefeyi red ve ibtal edip maksatlarına ulaşma imkânını bulmak için, kelâm ilmine felsefeden çok şey karıştırdılar. Nihayet o duruma geldi ki, Kelâm ilmine Tabiatla ilgili, ilahiyatla ilgili, musbet ilimlerle ilgili meselelerin büyük bir kısmını soktular. Öyle ki Kelâm ilminde naklî deliller bulunmasa felsefeden ayrılmaz duruma gelirdi. İşte bu sebeble kelâm ilmi, akli ve naklî yönden dinî meselelerde kitab ve Sünnetle yetinen ilim adamları yanında kötülenir oldu. (İmam Azam Fıkhı Ekber)

İlgili konular :



 
Son düzenleme:

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt