Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahlarına ''GİRİŞ''

KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni
Çeviren: Prof. Dr. İlyas Çelebi - Yard.Doç.Dr. Adil Bebek - A.Yücel
Kitabevi Yayınları

HADİSTE METİN TENKİDİ METODLARI


ÖNSÖZ


Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamd eder, O'ndan yardım diler, O'ndan affımızı isteriz. Nefislerimizin şerri ve amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidayete erdirdiğini kimse dalalete düşüremez, Allah'ın dalalete düşürdüğünü de kimse hidayete erdiremez. Allah'ın birliğine, ortağı olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve resulü olduğuna şehadet ederiz.
Kur’an ve sahih sünnet İslâm dininin iki aslî kaynağıdır. Sünnet gerçekte Kur'an'a raci' ve onun açıklamasıdır. O, Kur'an'ın mücmelini tafsil, muti akını takyid eder, âlimlerin çoğunun görüşüne göre, bazan Kur'an'da bulunmayan müstakil hüküm de koyar. Sünnete uymanın vacip olduğunu ve onun getirdiğine sarılmanın gerekliliğini Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Ancak bir hadisin sahih olup olmadığını nasıl bileceğiz? Amel edebilmemiz için isnadın sahih olması, metnin de sahih olması için, yeterli midir?

Muhaddislerin, senedlerin ne derece sahih olduğunu bilmeyi temin eden ölçüler koyduklarında şüphe yoktur. Onların ravileri tenkitleri ve ravilerin durumlarını araştırmaları son derece önemli bir iştir. Ravilerin durumları ve hadis illetleri hakkındaki kitaplar gerçekten çoktur. Ve bu kitaplarda farklı hadislerin senedlerini tenkid ederken riayet ettikleri köklü esaslar ve geniş tenkitler bulunmaktadır. Ancak ilel ve raviler hakkındaki kitapları inceleyen kimse, bu eserlerde hadis metinlerinin tenkit edildiğini bulamaz.

Mevzuat kitaplarında ise, sened ve metin tenkidini birlikte tetkik' edenlerin ilki muhtemelen İbnü'l-Cevzî'dir. O, genellikle önce hadisin senedini sonra da metnini tenkid etmektedir. Daha sonra bu konudabirçok muhaddis onun yolunu takip etmiştir. Nihayet İbnü'l-Kayyim, hadisin metnini nazar-ı itibara alarak uydurma olduğunu bildiren alamet ve kaideleri tespit etmiş ve bunları el-Menarü'l-münif adlı eserinde zikretmiştir.

Hadisçilerin eserlerini inceleyenler, onların metin tenkidi için kullandıkları ölçüleri açık bir şekilde göremezler. Çünkü onlar, bu ölçüleri müstakil olarak kaleme almamışlardır. Hadislerin illetlerini açıklayan ile-lü'1-hadis türü eserler çok olmakla birlikte, bildiğim kadarıyla metin tenkidi ile ilgili olarak İbnü'l-Kayyim'in söz konusu eserinden başka müstakil bir çalışma mevcut değildir. Bu sebeple, bu çalışmamızda muhaddislerin metinleri tenkit ölçülerini ele alıp tetkik etmeyi uygun gördük.

Fakih ve usulcülerin hadis metinleri ile ilgili araştırmalarına muttali olunca, onların bu sahada önemli gayret ve çatta sarfettikleri ortaya çıkmış oldu. Onların metinleri tenkit ölçüleri açık ve mükemmeldi. Bu bakımdan bu çalışma da onların kullandığı ölçülere yer verdik. Araştırmamız bir giriş, üç bölüm ve bir sonuçtan meydana gelmektedir.

Girişte, başlangıçtan müsned ve musanneflerin yazılışına kadar sünnetin tedvinini, hadisin lafzan mı manen mi rivayet edildiği, hadis uydurmanın başlangıç ve sebepleri, son asırlarda hadisler hakkında zayıf ve sahih hükmü verilip verilemeyeceği, isnad ve metnin birbiriyle ne derece irtibatlı olduğu, metin hakkında sahihlik hükmü verilirken isnattan müstağni olunup olunamayacağı, senedin sahih olmasının metnin sıhhati için yeterli bir delil kabul edilip edilmeyeceği konularını özet olarak tetkik ettik.

Birinci bölümde, bizzat sahabe döneminde metin tenkidinin başladığını arzedeceğiz. Bunu da bazı hadislerin kabulü ve Hz. Peygamber'e nisbetinin sahihliğini te'kit için tenkidi etrafında aralarında cereyan eden ihtilaf ve münakaşalar ve bu esnada kullandıkları söz ve delillere dayandıracağız. Bu amaçla hadisin metin yönünden tenkit noktasında sahabeden naklolunan görüşleri gücümüzün yettiği kadar topladık ve bunlardan sahabenin tenkit ölçülerini çıkarmaya gayret ettik.

Onlara göre geçerli ölçülerin, hadisin Kur'an'a arzı, hadisin Resûlullah'ın sünnetinden çoğunluğun sahih saydığına arzı ve akla arzıolmak üzere üç grup olduğu ortaya çıkacaktır. Araştırıcı bu ölçülerin sahabe döneminde kullanılmaya başladığını görecektir.

İkinci bölümün konusu, muhaddislere göre tenkit ölçüleri olacaktır. Bu bölümde muhaddislerin tenkit ölçülerini tespit amacıyla, onların metni esas alarak tenkit ettikleri birçok hadisi bir araya toplayıp, bunlardan onların faaliyetlerini ortaya koyan esaslar ile, söz konusu hadisleri tenkitte kullandıkları ölçüleri çıkarmaya çalıştık.

Muhaddislerin metin tenkidinde kullandıklarını tespit ettiğimiz ölçüleri ana başlıklarıyla şöyle sıralayabiliriz:

Onlar öncelikle hadisin metnini Kur'an'a arzediyor, aralarını cem etme imkânı olmayacak şekilde ona aykırı ve muhalif olduğu zaman onun sahih olmadığına hükmediyorlardı.

Yine bu maksatla bir hadisin farklı tarik ve rivayetlerini birbirine arzederek hadiste ileride detaylarıyla inceleyeceğimiz idrac, kalb, ızdırab ve benzeri hususların bulunduğunu ortaya çıkarıyordu.

Keza onlar, hadisi sahih sünnete arzetmiş, ona muhalif ve muarız olanı reddetmiş, ihtilaflı hadislerin birçoğunun tercihini, metinleri esas alarak yapmışlardır.

Onlar, birçok hadisin tenkidinde tarihi ölçü olarak kullanmışlar, metninde tarihen sabit olan bir olaya muhalefeti tespit ettiklerinde, bunu hadisin sahih olmadığının delili kabul etmişlerdir.

Hadisin lafız ve anlamında rekaket bulunması da muhaddislerin kullandıkları ölçülerdendir. Hadisin anlamı, peygamberlik makamına uygun değilse veya kabulü ve tasdiki mümkün olmayacak, Peygamber'in veya diğer peygamberlerden birinin söylemesi veya yapması muhal olması hasebiyle onlara nisbeti mümkün olmayacak şekilde bir durum söz konusu ise bu, hadisin sahih olmadığına delil teşkil eder. Zira mânası bozuk, münker veya müstahil bir şeyi Peygamber'in söylemesi mümkün değildir. Hadiste bu gibi durumların bulunması ise, onun sahih olmadığına ve dolayısıyla Resûlullah'a nisbet edilemeyeceğine delildir.

Bu bölümü, müsteşrikler ve onlara tabi olanların, muhaddislerin sadece sened tenkidi yaptıkları, metin tenkidi yapmadıkları ile ilgili tenkitleri, bunun sebebi ve onlara verilen cevaplarla bitirdik. Aslında bu araştırma, baştan sona kadar bu nevi suçlamalara karşı bir cevap olarak değerlendirilmelidir.
Üçüncü bölümün konusu fakihlere göre tenkit ölçüleridir. Bir kısmına Malikîler de katılmakla birlikte bu ölçüleri çoğunlukla Hanefîlerin kullandığını göreceğiz. Bu ölçülerin tespitinde bizzat onların eserleri esas alınmıştır.
Metin ve sened tenkidi ölçüleri iç içe olmakla birlikte ben sadece metin tenkidi ölçülerini ve bazı hadislerin kabul edilmeyip reddedilmesindeki bu ölçülerin uygulamaya ilişkin etkilerini tespite gayret ettim. Sonra söz konusu ölçüleri, arkasından da bu konuda verilen misallerin tamamını veya bir kısmını örnek olması açısından tartıştım.

Hanefîlerin kullandıkları ölçülerin en meşhurlarından biri haber-i vahidi Kur'an'a, mütevatir veya meşhur sünnete arzetmektir. Bu arzın etkisi "ez-Ziyade ale'n-nas=Nassa yapılan ziyade" diye ifade ettikleri konuda açıkça görülmektedir.

Hanefîlerin bir başka ölçüleri de âhâd haberleri kıyasa ve sahabetatbikatına arzetmeleridir. Bu noktada, kıyasa muanz olan haber-i vahidinkabulü için ravisinin fakih olmasını şart koştuklarını, umumî belva hususundaki haber-i vahidi de reddettiklerini görmekteyiz.

Malikîlere gelince, onların da Kur'an'ın zahirine veya umumî kaidelere aykırı bazı âhâd haberlerle ilgili çeşitli yaklaşımları vardır. Sened açısından en sahih yolla bile gelse, Medineliler'in icma -veya tatbikatına aykırı olan âhâd haberlerin kabul edilmemesi, Malikîlerin kullandığı en meşhur ölçüdür.

Bu araştırmada farklı görüşleri münakaşa ettik ve bunlarla ilgili hadislerden örnekler verdik. Bazı alimlerin, daha güçlü olanları reddederken meşhur olduğunu ileri sürerek onunla Kur'an'daki umumî bir lafzı tahsis ettikleri hadisler arasında mukayeseler yaptık. Bu çalışmamızda karalama ve taassuba dalmadan hakkı aramayı ve objektif olmayı bize nasip eden Allah'a hamd olsun.

Sonuç bölümünde ise araştırmamızın önemli neticelerini açıkladık.
Bu araştırmamızda Allah'ın bizi muvaffak kılmasını ve çalışmamızın sırf O'nun rızasını elde etmeye yönelik olmasını temenni ediyoruz. Çünkü O, işiten ve duaları kabul edendir.
20.11.1403 Riyad [1]
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
I- Sünnetin Tedvini


Sünnetin tedvini konusuna geçmeden önce sahabenin Kur'an ve hadisi öğrenmede takip ettikleri metoda kısaca temas etmek yerinde olacaktır. Konuyla ilgili Ebu Abdurrahman es-Sülemî şöyle demektedir:
"Bize Osman b. Affan ve Abdullah b. Mes'ud gibi Kur'an'ı öğretenler, Hz. Peygamber'den on ayet öğrendiklerinde, ilim ve amel itibariyle iyice kavramadıkça diğerine geçmediklerini söyler ve "Kur'an'ı ilim ve amel olarak birlikte öğrendik" [2] derlerdi.

Bu ifadeden sahabenin, Kur'an'ı onunla amel edip, emirlerini yerine getirmek amacıyla öğrendiklerini anlıyoruz. Resûlullah (s.a.) onlara açıklamalarda bulunup nazil olan ayetleri tebliğ ederken onların hepsi orada hazır bulunamıyordu. Zira bu esnada sahabeden bazıları ticaret, bağ-bahçe veya hayvanlarını otlatmak ile meşgul olmaları sebebiyle Resûlullah'la birlikte bulunamıyorlardı. Yeni müslüman olan kabilelerin heyetleri de Hz. Peygamber'e geliyor, kısa bir müddet onunla kalıp, dinin emirlerini ve bir miktar Kur'an öğrenip sonra ailelerine dönerek duyduklarını onlara öğretiyorlardı. Bazan hükümlerde nesih söz konusu oluyor, fakat bu esnada ondan haberdar olamıyor, ancak nâsih olan hüküm kendilerine ulaştığında onun hükmüyle amel ediyorlardı. Nitekim Ömer b. Hattab böyle bir durumla ilgili olarak şunu anlatmıştır:

"Ümeyye b. Zeyd oğullarına -Medine'nin uzağında bulunanAvali mevkiinde oturuyorlardı- mensup Ensardan bir komşum vardı. Hz. Peygamber'i bir gün o izler, bir gün ben izlerdim. Ben izlediğimde vahiy veya başka bir hususta olup biteni ona naklederdim. O da aynısını yapardı." [3].

Sahabeden Berâ b. Âzib de şöyle demektedir:

"Biz bütün hadisleri bizzat Resûlullah'tan (s.a.) işitmedik. Bazısını arkadaşlarımız bize rivayet etmekteydi. Zira biz deve gütmekle meşguldük. Resûlullah'ın (s.a.) ashabı ondan doğrudan işitemediklerini akranlarından ve kendilerinden daha iyi bilenlerden alıyor ve hadis aldıkları kimseler hususunda titiz davranıyorlardı [4].

Görüldüğü gibi, bizzat sahabe her hadisi doğrudan Hz. Peygamber'den işitmediklerini, aksine Resûlullah'tan (s.a.) duyduklarını birbirine naklettiklerini anlatmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber de her mecliste bütün sahabenin bulunmasını ve her söylediğini bizzat işitmesini istememiştir. Zira o (s.a.) ashabı güçlerinin üstünde bir şeyle sorumlu tutmamış, aksine ümmeti ve ashabı için kolay olanı tercih etmiştir.

Hz. Peygamber, mecüsindekilere tebliğde bulunup bunu mevcut olmayanlara ulaştırmalarını emrederek şöyle buyurmaktaydı:

"Allah, sözümü işitip ezberleyen, sonra da onu nakleden kimsenin yüzünü ağartsın. Zira nice bilgi taşıyanlar vardır ki onu anlayamaz; nice bilgi taşıyanlar da vardır ki, onu kendisinden daha iyi anlayana nakleder..." [5].

Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Resûlullah (s.a.) "İlmi öğrenip de nakletmeyen kimse, Allah'ın kendisine mal verip de onu infak etmeyip saklayan kimse gibidir." [6],

Abdülkays heyeti ile ilgili hadiste ise "... Bunları ezberleyin ve geride bıraktıklarınıza nakledin" [7] buyurmuştur.

Hz. Peygamber, ashabına hadisini ezberleyip muhafaza ve insanlara tebliğ etmelerini emrettiğine göre, acaba hadislerin yazılması bu muhafaza emri içinde miydi? Yoksa bu, sadece ezberleme ile mi sınırlıydı?

Sünnetin yazılmasının hükmü hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu ihtilaf, hadislerin yazılmasını yasaklayan veya ona izin veren çeşitli rivayetlerden kaynaklanmakta olup, söz konusu rivayetlerarasında tearuz bulunduğu şüphesini doğurmuştur. Bu da sözü edilen şüpheyi gidermeye ve rivayetlerin arasını cem etmeye sevketmiştir.
Hadislerin yazılmasını yasaklayan rivayetleri aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:

a. Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Benim ağzımdan Kur'an'dan başka hiçbir şey yazmayınız. Kur'an'dan başka bir şey yazmış olan kimse varsa, derhal o yazdığım imha etsin. Ancak yazmaksızın benden dilediğiniz gibi rivayet ediniz. Bunda bir beis yoktur."[8]

b. Başka bir rivayette Ebu Saîd el-Hudrî şöyle demektedir:

"Hz. Peygamber'den hadis yazmak için izin istedim, bana izin vermedi." [9].

c. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre o şöyle anlatmıştır:

"Biz hadis yazarken Hz. Peygamber yanımıza geldi ve:
"Yazdığın şey nedir?" diye sordu. Senden işittiğimiz sözlerdir, dedik. Hz Peygamber:

Allah'ın kitabından başka kitap mı istiyorsunuz? Sizden evvelki milletler Allah'ın kitabı yanında başka kitaplar yazdıkları için dalâlete düştüler,” buyurdu.

"Senden hadis rivayet edebilir miyiz? dedim.

Resûlullah:

"Evet benden hadis rivayet ediniz, bunda bir beis yoktur. Ama bile bile her kim bana isnad ederek yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın" [10] buyurdu.

d. Zeyd b. Sabit, Muaviye'nin yanma gelerek ondan bir hadis sordu. Muaviye birine bu hadisi yazmasını emredince Zeyd ona, "Resûlullah bize, kendi sözlerini yazmamamızı emretti" dedi. Bunun üzerine de yazılanı imha etti [11].

e. Urve b. Zübeyr'den nakledildiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in sünnetleri yazdırmayı ve bir araya toplamayı düşünmüş, bu fikrini sahabîlere açıklamış, onlarla istişare etmiş, onlar da bunu tasvib etmişlerdi. Ancak Hz. Ömer bir ay süren düşünme ve araştırma sonunda bir gün kararım:

"Ben sünnetleri yazdırmayı istemiştim. Hatırladım ki sizden önce bir millet, kitaplar yazmışlar, onlara önem vermişler ve Allah'ın (kendilerine göndermiş olduğu) kitabını terketmişlerdi. Allah'a yemin ederim ki ben, Allah'ın kitabını bir başka şeyle karıştırmam, ona gölge düşürmem" sözleriyle bildirmiştir [12].

Ayrıca Hatîb el-Bağdâdî Takyîdü'l-İlm isimli eserinde hadislerin yazılmasını yasaklayan ve ezberlenmesini teşvik eden sahabe ve tabiîne ait birçok görüş de nakletmektedir.

Hadislerin yazılmasına izin verildiğini ifade eden rivayetler ise şunlardır:

a. Abdullah b. Amr b. el-As'tan rivayet edildiğine göre o, şöyle anlatmaktadır:

"Resûlullah'tan duyduğum her şeyi ezberlemek maksadıyla yazıyordum. Kureyş'ten bazıları:
Resûlullah (s.a.) öfkeli ve neşeli hallerinde konuşan bir insan iken sen ondan duyduğun herşeyi nasıl yazarsın? diyerek bana engel olmak istediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Resûlullah'a arzettim. Eliyle ağzına işaret ederek:

Yaz, nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz! buyurdu." [13]

b. Ebu Hureyre şöyle demektedir:

"Resûlullah'ın ashabı içinde Abdullah b. Amr hariç, benden daha fazla hadis bilen ve rivayet eden kimse yoktur. Çünkü o yazar, ben ise yazmazdım." [14]

c. Fetih hutbesiyle ilgili hadiste şöyle nakledilmektedir:

"Yemenli bir adam gelerek, ya Resulallah benim için (bu hutbeyi) yaz, dedi. Hz. Peygamber de bunun (Ebu Şah) için o hutbeyi yazın..."[15] buyurdu.

d. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Ensardan biri Resûlullah'a hafızasının zayıflığından şikayette bulundu. Hz. Peygamber ona, "Sağ elinden istifade et (yaz)"[16] buyurdu. Ancak bu rivayetin isnadı zayıftır.

e. Enes'ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber:
"İlmi yazı ile kaydedin" [17] buyurmuştur. Keza bu rivayet de zayıftır.

Hz. Peygamber'in yabancı devlet başkanlarına İslâm'a davet amacıyla mektup yazması, Amr b. Hazin'a miras hisseleri (feraiz) ile vergilerin miktarını yazdırması ve ölüm döşeğinde iken, "bana bir kağıt getirin de size benden sonra dalalete düşmemeniz için bir yazı yazayım"[18] demesi de hadislerin yazılmasına izin verildiğine dair deliller arasında zikredilmektedir.
Hadisin Hz. Peygamber döneminde yazılmasına izin verildiğini savunanların delil olarak ileri sürdükleri rivayetler bunlardır.

Âlimler bu rivayetler arasındaki çelişkiyi gidermeye çalışmışlardır. Bu konuda onların farklı görüş ve içtihadları bulunmaktadır. Bir kısmı, henüz Kur'an'ın cem edilmediği bir dönemde Hz. Peygamber'in Kur'an'la karışır endişesi ve hadislerle meşguliyetin müslümanların, yeni nazil olmakta olan Kur'an'la gereği gibi ilgilenmemelerine sebep olabileceği düşüncesiyle hadislerin yazılmasını yasakladığı görüşündedir ki Râmehürmüzî (ö. 360/971) bu görüşte olanlardandır. Nitekim o, Ebu Saîd el-Hudrî'nin, "Resûlullah'ın (s.a.) bize hadisleri yazmaya izin vermesini arzuladık fakat o, buna izin vermedi" şeklindeki sözünü naklettikten sonra şu açıklamayı yapmaktadır:

"Bu durumun hicretin ilk yıllarında ve Kur'an'dan başka bir şeye düşkünlük gösterilip, bu yüzden Kur'an'ın terkedilmesinden emin olunmadığı dönemde olduğunu zannetmekteyim." [19]

Hatîb el-Bağdâdî de (ö. 463/1071) konuyla ilgili farklı riayetleri zikrettikten ve hadislerin yazılmasına izin verildiği görüşünü tercih ettiğini bildirdikten sonra şöyle demektedir:

"Açıkça ortaya çıkmıştır ki, ilk asırda hadislerin yazılmasını hoş karşılamayanların tutumu, Allah'ın kitabına bir başka şeyi eş tutmamak veya bir başka şey sebebiyle Kur'an'la meşguliyetten uzak kalmamak, söz konusu dönemde vahiy (Kur'an) olanla olmayanı ayırdedebilecek seviyede bulunabilenler ile dinin özünü kavrayanların son derece az olması sebebiyledir. Zira Araplar'ın çoğu dini yeterince kavrayabilmiş, âlimlerle bir arada bulunmuş değillerdi. Bu sebeple sahifelerde yazılı hadisleri Kur'an'a karıştırıp, Allah'ın kelamı olduğunu zannetmeleri endişesi vardı." [20]

İbn Kuteybe ise, hadisleri yazma hususundaki yasak önceleri idi, daha sonra bu yasak kaldırıldı [21] demekte, İbnü's-Salâh da şu açıklamayı yapmaktadır:

"Sonra bu konudaki ihtilaf ortadan kalktı ve müslümanlarhadislerin yazılmasının caiz ve mubah olduğu hususunda ittifak ettiler. Zira hadisler kitaplarda yazılıp tedvin edilmeseydi, daha sonraki asırlarda yok olup giderdi." [22]

Sahabe ve tabiîn döneminde, hadislerin yazılmasını hoş karşılamayanlar olduğu gibi, tedvin edilip bir araya toplanmasını isteyenler de vardı. Ancak sonraları sebeplerin ortadan kalkmasından dolayı hadislerin yazılmasını hoş karşılamama görüşü zayıflamaya, etkisini yitirmeye başladı. Özellikle, Kur'an'ın bir mushafta cem edilip, müstakil bir kitap haline getirilmesinden sonra, daha önce yazmayanlar, yazıp tedvin edemedikleri için pişman oldular ve böylece zamanla hadis sahifeleri ellerde dolaşır hâle geldi. İnsanlar hadisleri yazma, ezberleme ve ona önem vermede birbirleriyle yarışır oldular.

Ali b. Ebi Talib'in kılıcının kırandaki sahifesi [23], Abdullah b. Amr b. el-As'ın sahifesi [24], Cabir b. Abdullah'ın sahifesi [25], Ebu Hureyre'nin sahifesi [26], Ebu Musa el-Eş'arî [27] ve diğer sahabîlere ait sahifeler, sahabe döneminde tedvin edilenlerin başlıcalarıdır.

Daha sonra Ömer b. Abdülaziz (101/719), Medine valisi Ebu Bekir b. Hazm'a (120/738) gönderdiği emirnamede sünnetin tedvinini şöyle emretmektedir:
"Hz. Peygamber'in hadislerinden bildiklerini ve Amra bint Abdurrahman'ın rivayetlerini yaz ve bana gönder; zira ben ilmin kaybolmasından ve âlimlerin yok olup gitmelerinden endişe ediyorum." [28]

Tabiînden Ebü'z-Zübeyr Muhammed b. Müslim b. Tedrüs el-Esedî [29] (ö. 126/743), Ebü'1-Aşra Üsame b. Mâlik ed-Dârimî [30] (ö. 131/748),
Eyyûb es-Sahtiyanı [31] (ö. 131/748), Hişam b. Urve [32] (ö. 146/763) ve daha başkaları da sahife ve cüzler yazmışlardır.

Bu dönemi takiben konularına göre yazılmış hadis kitapları ve tasnif çeşitleri artmıştır. Bunlara örnek olarak Ma'mer b. Reşid'in (ö. 155/-771) Cami'i, Süfyan es-Sevrî'nin (ö. 161/777) el-Feraiz'i, Abdullah b. Mübarek'in (ö. 181/797) Müsned'i Abdürrezzak'ın (ö. 211/826) Musannefi Humeydî'nin (ö. 219/834) Müsned'i, Saîd b. Mansur'un (ö. 228/842) Sünen'i, İbn Ebu Şeybe'nin (ö. 235/849) Musannefi, Ahmed b. Hanbel'in (ö. 241/855) Müsned'i, Buhârî'nin (ö. 256/869) Sahîh'i, Müslim'in (ö. 261/874) Sahîh'i, İbn Mâce'nin (ö. 273/886) Sünen'i, Ebu Davud'un (ö. 275/888) Sünen'i, Tirmizinin (ö. 279/892) Sünen'i, Nesâî'nin (ö. 303/915) Sünen'i, Taberâni nin (ö. 360/970) Mu'cem'leri ve sünneti muhafaza eden daha başka eserler burada zikredilebilir [33].

Bu ümmetin selefinin, söz konusu himmet ve gayretleriyle nebevî sünnet, bize tedvin edilmiş olarak ulaşmıştır. Ancak bütün bu gayretlere rağmen, uydurma hadislerden tamamıyla kurtulunamamıştır. Bu sebeple de her asırda âlimler uydurma hadisleri tasfiye için gayret etmişler, sahih hadisleri müstakil eserlerde bir araya getirdikleri gibi, zayıf ve uydurma hadisleri, uydurma sebepleri ve hadis uyduranları ihtiva eden eserler telif etmişlerdir.

Muhaddislerin, bu tür eserlerin telifinde birtakım ölçülerinin bulunduğunda şüphe yoktur. Özellikle sahih hadisleri toplayan müelliflerin, hadisin sahih olduğunu bildiren belirli ölçüleri vardı. Bu ölçüler hem metni, hem de senedi ihtiva etmekteydi. Aynı şekilde, uydurma hadislerle ilgili eser telif edenlerin de, hadisin uydurma olduğunu bildiren belirli ölçüleri vardı. Zira isnadı sahih olan bir hadisin zayıf olduğuna ancak bunu isbat eden belirli ölçü ile hükmedilebilir. Bu araştırmanın konusu da bu olacaktır. [34]
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
II- Lafzan Ve Manen Rivayet


Resûlullah'ın (s.a.) bir olayla ilgili söylediği hadisin rivayetlerini bir araya topladığımızda, bu rivayetlerin lafızlarının farklı olduğunu görürüz. Ancak, çoğunlukla bu lafızların Resûlullah'ın (s.a.) arzu ettiği mânayı ifade ettiğine de şahit oluruz. Buradan, sahabeden itibaren hadislerin müsned ve sahih kitaplarda tedvinine kadar geçen dönem içinde hadis rivayetinin çoğu defa mâna ile olduğunu anlamaktayız. Bunun anlaşılması için bu görüşü teyit edip açıklayan bir misal olarak, mescide küçük abdestini yapan bedevi hadisini zikredebiliriz. Söz konusu hadisin sadece Kütüb-i sitte'âekî rivayetlerini araştırdım ve bunların aşağıdaki gibi olduğunu gördüm:

1. Buhârî'nin Enes'ten rivayetine göre, Resûlullah (s.a.), ona dokunmayın dedi sonra bir kova su istedi ve onun işediği yere döktü [35].

2. Buhârî'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre Resûlullah (s.a.), onu bırakın ve işediği yere bir kova su dökün dedi [36].

3. Müslim'in Enes'ten rivayetine göre Resûlullah (s.a.), onu bırakın, ona dokunmayın, dedi; bedevi işini bitirince bir kova su istedi ve işediği yere döktü [37].

4. Müslim'in Enes'ten başka bir rivayetine göre, insanlar ona bağırdılar da Resûlullah (s.a.), onu bırakın dedi. Bedevi işini bitirince Hz. Peygamber bir kova su istedi ve idrar yaptığı yere döktü [38].

5. Müslim'in Enes'ten diğer rivayetine göre Resûlullah (s.a.), ona dokunmayın, onu bırakın dedi [39].

6. Ebu Davud'un, Ebu Hureyre'den rivayetine göre o, şöyle anlatmaktadır:

Bedevî'nin, mescidin bir kenarına küçük abdestini bozmasının hemen arkasından insanlar ona hücum etti. Nebi (s.a.). onları bundan menederek, siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak gönderilmediniz, buyurdu ve bevlettiği yere bir kova su dökmelerini emretti [40].

7. Tirmizî'nin, Ebu Hureyre'den rivayetinde, Resûlullah (s.a.) bevlettiği yere bir kova su dökün, buyurdu [41].

8. Nesâî'nin Enes'ten rivayetine göre Rasulullah (s.a.), onu bırakın, ona dokunmayın dedi ve bedevî işini bitirince bir kova su istedi ve bevlettiği yere döktü [42].

9. Yine Nesâî'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre, Resûlullah (s.a.):
Onu bırakın ve bevlettiği yere bir kova su dökün, zira siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz,.." [43] buyurdu.

10. Nesâî'nin Enes'ten başka bir rivayetine göre Resûlullah (s.a.), onu terkedin dedi. Bunun üzerine ashab işini bitirinceye kadar onu kendi haline bıraktılar. Sonra Hz. Peygamber, bir kova su istedi ve onu bedevinin bevlettiği yere döktü [44].

11. İbn Mâce'nin Enes'ten rivayetine göre Resûlullah (s.a.), ona dokunmayın, dedi, sonra bir kova su istedi ve bevledilen yere döktü [45].

12. Yine İbn Mâce'nin Vasile b. el-Eska'dan rivayetine göre Resûlullah (s.a.) onu bırakın dedi. Sonra bir kova su istedi ve bevlettiği yere döktü [46].

Söz konusu hadisin farklı rivayetlerini birbiri ile karşılaştırdığımızda, ravilerin Resûlullah'ın sözünü aynı lafızlarla değil, mâna ile naklettiklerini görmekteyiz. Zira -aynı olayı anlatmak üzere- rivayetlerde onu bırakın, ona dokunmayın); (sadece) onu terkedin); (ona dokunmayın), sadece (onu bırakın) veya ikisi birlikte (ona dokunmayın, onu bırakın) şeklinde farklı lafızlar kullanılmıştır. Rivayetlerde geçen bu farklı lafızların hepsini Hz. Peygamber'in aynı anda kullanmadığı ise malumdur.

Şu halde Resûlullah söz konusu lafızlardan birini kullanmış, raviler hadisi Hz. Peygamber'in lafzı ile değil, aynı anlama gelen başka lafızlarla (manen) rivayet etmişlerdir. Bu farklı rivayetlerin arasını cem etmek istesek ve meselâ Hz. Peygamber muhtemelen (onu bırakın, ona dokunmayın) dediğini ravilerden bazısının Resûlullah'ın sözünün bir kısmım rivayet ederek ya (onu bırakın) veya (ona dokunmayın) şeklinde naklettiklerini, diğer kısmının ise Hz. Peygamber'in sözünün tamamını rivayet ederek (onu bırakın, ona dokunmayın) şeklinde naklettiklerini düşünelim.

Ancak bu durumda (onu terkedin) rivayet ile (ona dokunmayın, onu bırakın) şeklinde kelimesi takdim edilerek nakledilen rivayetleri nasıl açıklayacağız? Aynı şekilde Nesâî'nin "onu bırakın ve bevlettiği yere bir kova su dökün..." şeklindeki rivayetinde (onu bırakın) veya (onu terkedin) kelimelerinden farklı anlama gelen (ona dokunmayın) kelimesi bulunmamaktadır. Şayet Resûlullah, bu kelimeyi söylemişse ravi söz konusu kelimeyi zikretmemiştir. Bunun anlamı, ravinin hadisi Resûlullah'ın lafızlarıyla değil de manen nakletmiş olmasıdır.

Bütün bunlardan, sahabe ve daha sonraki dönemlerde hadisin çoğunlukla manen rivayet edildiğini anlamaktayız. Ancak bu, farklı ravilerin, Hz. Peygamber'in kullandığı birçok lafzı kullanmadıkları anlamına da gelmez. Tabiî olan da budur. Zira sahabeden, Hz. Peygamber'in lafzı ile rivayet etme hususunda titiz davrananlar da vardı. İbn Ömer bunlardan biridir. Nitekim Ubeyd b. Umeyr, münafığın durumu ile ilgili olarak Resûlullah'ın (s.a.), “münafığın durumu iki sürü arasında gidip gelen koyuna benzer" buyurduğunu nakletmişti. Orada hazır bulunan İbn Ömer buna itiraz ederek, Resûlullah'a (s.a.) “yalan isnad etmeyin, zira o munafığın durumu, iki sürü arasında gidip gelen koyuna benzer" buyurdu, diyerek hadiste bulunan kelimesi yerine eş anlamlısı lafzının kullanılmasını Resûlullah'a (s.a.) yalan isnad etmek olarak değerlendirdi [47].

Muhammed b. Ali, İbn Ömer'in hadisi işittiği zaman ona ilavede bulunmadığını, onu noksan da nakletmediğini, ne ileri gittiğini ne de geride kaldığını söylemiştir [48].

A'meş de "bu ilme öyleleri sahip oldu ki, onlardan birine hadise "vav" veya "dal" harfi ilave etmektense, gökten yere düşmek daha iyigelmekteydi. Bugün ise, onların içinde öyleleri vardır ki zayıf bir balığı alıp onun semiz olduğuna yemin edebilmektedir" [49] demiştir.

Onlar, hadisin lafzan rivayetinde son derece titiz davranmaktaydı. Muhaddislerin çoğu da onları takip ettiler. Nitekim genel tutumundan caiz gördüğü anlaşılmakla birlikte, Buhârî'nin lafzan rivayeti her zaman zorunlu görmeyen tutumuna karşın, Müslim, çoğunlukla lafzan rivayete özen göstermekteydi [50].

Sahabe, tabiîn, muhaddisler, fakihler ve usulcülerden oluşan İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise, hadisin manen rivayet edilebileeğini kabul etmişlerdir. Ancak bunlar, Resûlullah'ın (s.a.) kullandığı lafızla kastettiği mânanın muhafaza edilip nakledilebilmesi için, manen rivayette birtakım önemli şartlar ileri sürmüşlerdir. Şayet ravi, lafızları delalet ve maksatları ile bilmiyor; kelimenin anlamını bozan hususlardan haberdar değil; iki lafız arasındaki anlam farkının derecesini farkedemiyorsa işittiği hadisi manen rivayet etmesinin caiz olmadığında ihtilaf yoktur [51].
Bu konuda Serahsî şöyle demektedir:

"Lafız muhkem, zahir, müşkil, müşterek, mücmel, müteşabih veya cevâmiu'l-kelim'den (az kelime ile çok anlam ifade etme) biri olur. Lafız muhkem ise, lugata hâkim her âlimin onu manen rivayet etmesi caizdir. Zahir lafzı ancak lügat ve fıkıh bilgilerine sahip kimse manen rivayet edebilir. Müşkil ve müşterek lafızların manen rivayeti caiz değildir. Çünkü söz konusu iki lafızdan kastedilen mâna ancak te'ville anlaşılabilmektedir. Te'vil ise, kıyas gibi bir nevi kişisel görüş olup başkasını bağlayıcı değildir. Mücmel lafzın da manen rivayeti düşünülemez. Zira, mücmelin mânasına ancak başka bir delil ile vakıf olunabilir. Müteşabih de mücmel gibidir. Çünkü biz müteşabih lafzın anlamını araştırmakla sorumlu değiliz. Böyle bir durumda müteşabihin manen rivayeti nasıl düşünülebilir? Lafız (kazanç, sorumluluğa göredir) gibi özlü sözlerden (Cevamiu'l-kelim) ise, bazı hocalarımız zahir lafızla ilgili zikrettiğimiz şartlarla manen rivayetinin caiz olabileceğini söylemişlerdir [52].

Hadisin lafzan (Resûlullah'tan işitilen aynı lafızla) rivayet edilmesine önem veren âlimler, Hz. Peygamber'in "bizden hadisi işitip (başkasına) nakledene kadar ezberinde muhafaza eden kimsenin Allah yüzünü ak etsin. Zira kendisine nakledilen nice kimseler (bizzat) işitenden nakledileni daha iyi muhafaza ederler." [53], "Nice ilim taşıyanlar vardır ki onu anlayamaz, nice ilim taşıyan kimse kendisinden daha anlayışlı kimseye nakleder" [54] hadisleri ile; Berâ b. Azib'e öğrettiği duayı, onun (Gönderdiğin nebi...) yerine lafız değişikikliği yaparak şeklinde okuması üzerine, göğsüne vurarak diyerek düzeltmesini [55] delil olarak kullanmışlar ve Hz. Peygamber, "resul" lafzının "nebi" kelimesinin ifade ettiği anlamı fazlasıyla ihtiva etmesine rağmen, Berâ b. Azib'in farklı lafız kullanmasına muhalefet etmiş, izin vermemiştir, demişlerdir.

Ne var ki, onların bu nevi istidlalleri doğru bulunmamaktadır. Hadisin, işitildiği gibi aynı lafızlarla başkasına nakledilmesini ifade eden birinci hadis, bu hususta delil olamaz. Çünkü herhangi bir lafzı ziyade ve noksanlık yapmadan nakleden kimse, onu işittiği gibi nakletmiş denilebilir. Nitekim mânayı bozmadıkça bir dilden diğer dile tercüme eden kimseye de işittiği gibi nakletmiştir denilir. Bu hadis, rivayetten maksadın, insanların farklı şekillerde anlamaları illetine binaen lafız değil de mânayı nakletmek olduğuna delalet etmektedir. Zira mânanın farklı olmasını etkileyen de lafızdır. İnsanların birbirinin yerini tuttuğu hususunda ihtilaf etmedikleri lafızlarda ise anlayan, daha çok anlayan ve hiç anlamayan arasında herhangi bir fark yoktur ve bu gibi lafızlar mânanın değişmesine etki yapmazlar [56].

Bu haberi nakleden raviler manen rivayet etmişlerdir. Nitekim bir kısmı (Allah nurlandırsın) yerine Allah merhamet etsin), (işitene kimse) yerine (bizden hadis) yerine (sözümü nakleden), (onu tebliğ eden) yerine (ona nakleden), (nice kendisine söz ulaşanvardır ki ulaştırandan hafızası daha güçlüdür) yerine (nice kendisine tebliğ edilen vardır ki tebliğ edenden daha anlayışlıdır), (anlayışlı değildir) yerine (onun anlayışı yoktur) ve bunun dışında diğer farklı lafızlarla nakletmişlerdir. Bu haberin manen nakledildiği açıktır. Bu bakımdan anlam aynı da olsa lafızları farklı olmuştur.

Resülullah (s.a.) bu hadisi değişik zamanlarda söylemiştir, dolayısıyla bu farklı rivayetleri olan bir hadis değil, bir kaç hadistir, bunun için de her bir hadisin lafızları farklıdır denilebilir. Bu iddia sahibine şayet böyle bir durum söz konusu ise bu hadisin -şartlarına uygun olarak- manen rivayet edilebileceğine delildir şeklinde cevap verilebilir. Çünkü Resülullah (s.a.) bu tutumuyla bize aynı anlamın farklı lafızlarla ifade edilebileceğini göstermiştir. Böylece Hz. Peygamber hadisini tebliğ görevini yerine getiren ve nakledenlere kolaylık sağlamıştır. Zira o (s.a.) aynı anlamdaki ifadelerini farklı lafızlarla anlatmak suretiyle anlam aynı oldukça hadislerin farklı lafızlarla nakledilmesinde herhangi bir mahzur olmadığına işaret etmiştir.

Bu konuda istidlalde bulundukları Berâ hadisine gelince burada geçen "en-nebî" lafzı "er-resûl" kelimesinden daha çok övgüyü ifade etmektedir. Ayrıca bu sıfatlardan her birinin kullanıldığı yer farklıdır. Nitekim "Resul" kelimesinin herkes için, "nebî", lafzının ise sadece peygamberler için kullanıldığını görmüyor musun? Nebilerden "resul" olmakla tavsif edilenler, nübüvvet ile risaleti cem etmeleri dolayısıyla daha üstün kabul edilmişlerdir. (gönderdiğin nebi) demek suretiyle daha çok övünülecek bir sıfatı zikretmiştir ki o da "nübüvvettir. Sonra (gönderdiğin) demek suretiyle de nübüvveti, risaletle sınırlamıştır [57].

Hadislerin manen rivayet edilmesinin caiz olduğunu söyleyenler de görüşlerini bir kısım merfu hadisler zikrederek delillendirmişlerdir. Bunlardan biri İbn Mes'ud hadisidir. Buna göre, bir adam gelerek, "Ya Resulallah! Sen bize bir söz söylüyorsun, biz ise onu senden işittiğimiz gibi nakledemiyoruz" demişti. Hz. Peygamber ona, "sizden biri mânayı konduğu müddetçe onu rivayet etsin" buyurdu [58].

Bu görüşü savunanlar Sehavî'nin [59] de ifade ettiği gibi sahih olmayan, muztarib olan, hatta Cüzekânî ve İbnü'l-Cevzfnin Mevzuatlarında [60] zikrettikleri başka bir merfu hadisi daha delil olarak rivayet etmişlerdir. Fakat bu konuda sahih-merfu bir hadis bulunmamaktadır. Ancak, sahabe ve tabiînin uygulamaları manen rivayetin caiz olduğuna, bunda bir beis olmadığına delil teşkil etmektedir.

Nitekim Mekhul (ö. 118/736), yanına girdikleri Vasile b. el-Eska (ö. 83/702) ile aralarında geçen şu olayı nakleder:

"Vâsile'ye 'bize, Resûlullah'dan işittiğin, lafzında vehm, fazlalık ve unutma olmayan bir hadis söyle' dedik. O, 'Sizden biriniz bu gece Kur'an'dan birşeyler okudu mu? 'diye sordu. 'Evet', dedik. 'Peki, onda elif, vav veya herhangi bir şey ziyâde yaptınız mı?' dedi. 'Evet, biz onda fazlalık ve noksanlık yapıyoruz, biz onu iyice ezbere bilmiyoruz' dedim. Bunun üzerine Vasile, 'Bu, gece gündüz okuduğunuz, aranızdaki Kur'an'dır. Böyle iken onda bazı harf fazlalık ve noksanlıkları yapıyorsunuz. Biz ise Resûlullah'tan bir veya iki defa duyduğumuz bir hadisi nasıl hatasız söyleyebiliriz? Hadisleri mâna ile rivayet etmemiz size kâfidir' dedi. [61]

Sahabeden Ebu Saîd'in anlattığına göre de, onlar yaklaşık on kişilik bir grup halinde Hz. Peygamber'in yanında oturur, hadis dinlerlerdi. Daha sonra Resûlullah'tan dinledikleri hadisi rivayet eden iki kişiden herbirinin lafızları farklı, ancak anlam aynı olurdu [62].

Şâfıî hadisin mâna ile rivayet edilebileceğine "Kur'an yedi harf üzere inzal edildi, ondan kolayınıza geleni okuyun" hadisini delil göstererek şöyle demektedir:

"Allah'ın kullarına olan lutfundan dolayı kitabını yedi harf üzerine indirmesinden, lafızlar farklı da olsa mânayı bozmadıkça onu çeşitli kıraetlerle okumanın caiz olduğunu anlamaktayız. Şu halde Kur'an'ın dışındakilerde -hadislerde- mâna değişmedikçe farklı lafızlarla rivayet edilmesi evleviyetle caizdir [63].

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, herhangi bir hadisin farklı rivayetlerini tetkik eden kimse, genellikle onun mâna ile rivayet edildiğini ve sahabenin bunu tabiî olarak yaptıklarını, özellikle hadislerin bütünüyle tedvin edilmediği Resûlullah'in hayatında bunun son derece tabiî olduğunu görür. Bilindiği gibi, başlangıçta hadislerin yazılması yasaklanmıştı. Hz. Peygamber'in hadisleri yazmayı yasakladığı ve sahabenin öğrendikleri hadisleri yarım asırdan daha uzun bir süre sonra rivayet ettiklerine göre sadece belirli bir mânayı hatırlamaları bazan da ifade edilen bazı lafızları hatırlayabilmeleri tabiî idi. Hatta sahabenin her işittiğini ilave ve noksanlık yapmaksızın, herhangi bir değişikliğe uğratmadan aynı lafızla hatırlaması son derece nadirdi. İşittiği mânayı aynı lafızla değil de ona yakın lafızlarla ifade etmesi ise mümkün, tabiî ve ihtilafa mahal olmayacak bir vakıaydı.

Rivayetlerde asıl maksadın, bizzat Hz. Peygamber'in kullandığı lafız olmadığını, onunla ibadet de edilmediğini [64] dikkate alacak olursak, hadislerin mâna ile rivayetinin dinen caiz olduğu sonucuna varırız. Ayrıca, daha sonraki asırlarda müsned ve diğer hadis kitapları terf edilinceye kadar sahabe ve tabiîn ile diğer ravilerin de fiil uygulamaları bunu teyit etmektedir.

Âlimlerin çoğunun mâna ile rivayeti caiz gördüklerini ve bunun için birtakım şartlar ileri sürdüklerini daha önce zikretmiştik. Ancak bu durum, hadislerin naklinden daha sonradır. Zira söz konusu şartları ileri süren âlimler, hadislerin nakledildiği ilk dönemde mevcut değillerdi. Aksine bu şartları ileri sürenler -en erken- hicrî ikinci asırda yaşayan âlimlerdir. Bu durumda da onlarla risalet dönemi arasında iki asır gibi bir zaman bulunmaktadır ve söz konusu dönem sünnetin nakledildiği zaman dilimidir.

Bu dönemdeki raviler hafız-zâbit, zabtı zayıf ve çok hata yapıp yanılanlar olmak üzere farklı seviyede idiler. Onlar arasında rivayetinde dikkatli olanlar da bulunmakta ve bunun seviyesi raviden raviye farklı olmaktaydı. Ayrıca ravileri şartlarına uygun olmayan mâna ile rivayetten engelleyecek herhangi bir otorite de bulunmamaktaydı. Zira hadis rivayetinde ehil olmayan artmış, büyük ravi topluluğu içinde sika-hafız olanlar ise nadirdi. Söz konusu ehliyetsiz raviler arasında şöhrete kavuşup kendisine parmakla işaret olunan kimse olmayı ve çevresinde binlerce kimsenin toplanmasını arzu edenler de bulunmaktaydı.

Böyle bir ortamda -Allah'tan korkmuyorsa- hadislere ilavelerde bulunmasını, hatta talebelerinin artması, taraftarlarının çoğalması için hadis uydurmasını engelleyecek hiçbir kimse de yoktu.
Hadisler arasında ortaya çıkan bu ihtilaf ve titiz olmayan ravilerin hadis rivayetine el atmaları, âlimleri hadis rivayetindeki ehliyet durumlarına göre ravileri kuvvetli ve zayıf diye taksim etmeye sevketmiştir. Âlimlerin bu durumu tespit etmeleri ise, sened ve metinden birini tetkik etmelerini gerekli kılmaktaydı. Allah'ın izniyle bu araştırma bunlardan ikincisini ortaya çıkaracaktır. [65]
 
Üst Ana Sayfa Alt