Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Hâlid Bin Velîd (r.a)

A Çevrimdışı

Abdullah Yusuf

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
HÂLİD b. VELÎD

Kendi Uyumayan, Kimseyi de Uyutmayan Adam

İlginç bir insan, şaşılacak bir hayat...!
Uhud’da müslümanlara karşı... Ömrünün geri kalanında ise, İslâm düşmanlarına karşı savaşan bir insan...
İsterseniz gelin, onun hayatını baştan anlatalım...
Fakat hangi baştan?
O kendisi bile hayatının hangi noktada başladığını bilemiyor... Bildiği, hatırladığı tek şey; Allah Resûlü’ne biat edip, teslim olduğu gün...
Eğer elinde olsa, o günden önceki hayatını silip atacak...
Öyleyse biz de onun hayatını anlatmaya, kalbinin, Allah korkusu ve Resûlullah sevgisiyle dolduğu... İslâm’a ilk adımını attığı günden başlayalım…
* * *

Bir gün kendi nefsiyle baş başa kaldığı bir vakitte, gittikçe güçlenen yeni din hakkında düşüncelere daldı... Ve Allah’tan kendisine bir yol göstermesini diledi... O an kalbinde yakîn işaretleri belirmeye başladı...
“Vallahi, şimdi hakikati buldum... Bu adam peygamberdir... Ne zaman, nasıl gidip de müslüman olsam..?” diye düşünmeye başladı.
Allah Resûlü’ne gelip müslüman oluşunu, Mekke’den Medine’ye mü’minlerle yolculuğunu onun ağzından dinleyelim.
“Birlikte yola çıkacağım bir arkadaş aradım... Osman b. Talha’ya rastladım; durumu ona da anlattım. O da bana katılmak istedi. Birlikte yola çıktık. Yolda Amr b. Âs’a rastladık. Amr: “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.
Biz de meseleyi ona anlattık. O kendisinin de Resûlullah’a gidip, müslüman olmayı istediğini bildirdi ve bize katıldı. Medine’ye kadar birlikte geldik. Tarih, hicri 8. yılın Safer ayıydı.
Allah Resûlü’nün huzuruna vardım. Şehâdet kelimesini getirerek müslüman oldum. Allah Resûlü bana: “Ben, seni, eninde sonunda hayrı bulacak akıl sahibi bir kişi olarak görüyordum.” dedi.
Allah Resûlü’ne biat ettim ve İslâm’a karşı işlemiş olduğum geçmiş günahlarımdan dolayı benim için mağfiret dilemesini istedim.
O da bana: “İslâm, geçmişteki (İslâm’dan önceki) hataları siler.” buyurdu.
Ben: “Ya Resûlullah, siz yine de benim için dua edin.” dedim.
Allah Resûlü de: “Allah’ım! Hâlid b. Velîd’in İslâm’a karşı işlemiş olduğu geçmiş günahlarını bağışla...” diye dua etti.
Sonra sırayla Amr b. Âs ve Osman b. Talha, Resûlullah’ın huzurunda biat ettiler ve müslüman oldular...
* * *

Hâlid b. Velîd’in, İslâm’a karşı işlemiş olduğu geçmiş günahlarının affı için Allah Resûlü’nden dua isteyişindeki incelik ve hassasiyete bakınız... Oradaki duyarlılığı, onun hayatını inceledikçe daha iyi anlayacağız…
Güç, kuvvet ve zeka sahibi bu insan, dünyanın geçici menfaatlerini ve atalarının ilâhlarını yüz üstü bırakmış... Kendisini Allah’a ve Resûlü’ne hizmete vakfetmişti...
* * *

Mûte savaşındaki üç kahramanı hatırlıyorsunuz...
Zeyd b. Hârise, Ca’fer b. Ebû Tâlib ve Abdullah b. Revâha...
Bu kişiler, Şam diyarında meydana gelen Mûte savaşının kahramanlarıydılar... Öyle bir savaş ki, iki yüz bin kişilik Rum ordusuna karşı verilmiş amansız bir mücadele..
Allah Resûlü’nün bu gazve ile ilgili olarak ashabına söylediği duygulu ve içli sözleri de hatırlıyorsunuzdur:
Sancağı Zeyd aldı... Savaştı ve şehid oldu...
Sonra sancağı Ca’fer aldı... Savaştı ve o da şehid oldu.
Sonra sancağı Abdullah b. Revâha aldı... Savaştı ve o da şehid oldu...”
Allah Resûlü’nün sözlerinin devamını buraya saklamıştık... İşte hadisin devamı:
Sonra sancağı, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı... Ve Allah onun eliyle fethi müyesser kıldı...”
Kimdi bu kahraman?
Bu kahraman, Hâlid b. Velîd’den başkası değildi elbette…
Mûte savaşına bir asker olarak katılan Hâlid, İslâm ordusunu zafere ulaştıran komutan olmuştu...
Mûte savaşında son komutan da şehid düşünce, sancağı Sâbit b. Akram aldı ve güç belâ Hâlid b. Velîd’in yanına gelerek: “Ey Ebû Süleyman! Sancağı al...!” dedi.
Yeni müslüman olmuş olan Hâlid b. Velîd, içlerinde önceden müslüman olmuş muhacir ve ensârın bulunduğu bir orduya komutanlık etme hakkını kendinde göremiyordu...
Aslında edep, tevazu, irfan gibi güzel meziyetlere sahip güzide bir sahâbî idi...
Sâbit b. Akram’a: “Hayır... Hayır... Ben bu sancağı alamam... Sen bu*na benden daha layıksın... Sen hem Bedir’e katıldın, hem de benden daha yaşlısın.” dedi.
Sâbit: “Sancağı sen al. Sen savaşı benden daha iyi biliyorsun. Ben sancağı ancak sana getirmek için aldım.” dedi. Sonra müslümanlara dönerek: “Hâlid’in komutanlığına razı mısınız?” diye sordu.
Mü’minler de: “Evet.” dediler.
Neticede sancak Hâlid b. Velîd’in eline geçti. O da gerek Resûlullah’ın hayatında, gerekse onun vefatından sonra zaferden zafere koşmuş ve İslâm’ı yüceltmek için var gücüyle çalışmıştı...
* * *

Hâlid İslâm ordusunun başına geçmişti...
O an müslümanlar zor durumdaydılar... Rumlar ise, çokluklarının verdiği avantajla savaşa devam ediyorlardı...
Savaşın kaderini değiştirerek, mağlubu galip kılacak bir güce ihtiyaç vardı... Müslümanların zayiatı çoktu... Yaralı sayısı fazlaydı... Sağ kalanlar ise, bitkin vaziyetteydiler... Bu durum karşısında ne yapılabilirdi ki?!
Ama cesur kalbin başaramayacağı şey yoktur. Hâlid’den daha cesur, daha zeki kim olabilirdi..?
Bütün olumsuz şartlara rağmen, Hâlid b. Velîd kendisini toparladı... Savaş alanını âdeta bir şahin gibi gözetledi. Zihninde ani bir plan canlandırarak uygulamaya koydu... Savaş devam ederken askerleri guruplara ayırdı... Her guruba bir görev verdi... Sonra düşmanın ortasına daldı ve saflar arasından büyük bir gedik açtı... Bu gedikten tüm müslüman askerler sağ salim çıktılar ve kurtuldular...
Hâlid b. Velîd, bu savaştaki başarılarından dolayı Allah Resûlü tarafından “Seyfullah” (Allah’ın Kılıcı) lakabını aldı...
* * *

Kureyş’in Allah Resûlü’yle olan ahdini bozması üzerine müslümanlar Hz. Peygamber’in komutasında Mekke’nin fethi için yola çıktılar...
Allah Resûlü, ordunun sağ kanadına komutan olarak Hâlid b. Velîd’i atadı...
Uzun zaman puta tapanların ve şirkin komutanlığını yapan Hâlid, şimdi İslâm ümmetinin bir ferdi ve bir İslâm komutanı olarak sakin ve emin adımlarla Mekke’ye giriyordu...
Hâlid’in gözünde bir an mazi canlanıverdi... Müslüman olmadan önceki günleri… Âciz putlara kurbanlar kestiği, heva ve heves peşinde koştuğu günleri... Mekke’ye girerken bunları düşündü...
Nasıl olmuştu da bunlardan kurtulabilmişti...?
Hangi mucizeyle müslüman olmuştu...?
Bütün bu olanlar nasıl açıklanabilirdi...?
Bunun bir tek izahı vardı...O da mü’minler Mekke’ye girerken tekrarladıkları şu âyet-i kerîmeydi:
“(Bu) Allah'ın vaat ettiğidir. Allah vaadinden caymaz…” (Rum, 6)
Hâlid başını yukarı kaldırdı... Ufku dolduran İslâm’ın sancaklarına gıptayla baktı ve kendi kendine:
“Evet, muhakkak ki, bu Allah’ın vaadidir ve Allah vaadinden dönmez…”
Sonra kendisini hidâyete erdirdiği için Allah’a hamd etti...
İslâm’ı Mekke’ye, müşriklere taşıyanlardan birisi olduğu için Rabbine şükretti...
* * *

Hâlid b. Velîd, İslâm’a hizmet için Allah Resûlü’nün yanında daima hazır bulunmuş, hayatını bu yola vakfetmişti...
Bu hizmeti, Allah Resûlü’nün vefatından sonra onun ilk halifesi Ebû Bekir’in yanında da devam etmişti...
İslâm’a karşı riddet hareketlerini bastırmada ilk akla gelen ilk isim Ebû Süleyman, Seyfullah, Hâlid b. Velîd olmuştur...
Ebû Bekir, mürtedlere karşı ilk savaşı bizzat kendisinin yönettiği bir orduyla gerçekleştirmişti... Hâlid’i ise daha çetin savaşlar için saklıyordu…
* * *

Riddet (İslâm’dan dönme) hareketleri başladığında, Ebû Bekir kendi komutasındaki bir orduyla bunlara karşı koymak istedi...
Ashabın ileri gelenleri, bunun tehlikeli olacağını söyleyerek, yerine bir başkasını komutan olarak atamasını istediler. Fakat Ebû Bekir isteğinde ısrar etti... O, bizzat kendisinin bu işe girişerek, olayın ehemmiyetini göstermek ve müslümanları, riddet hareketine karşı harekete geçirmek istiyordu... Böylece, hem riddet edenlere göz dağı verecek, hem de müslümanların moralini yükseltecekti ki, bir daha kimse böyle bir harekete girişmeye cesaret edemesin...
Riddet hareketleri, ilk bakışta ârızî, küçük isyanlar gibi gözükse de İslâm’a vereceği zarar göz önüne alındığında oldukça tehlikeli hareketlerdi...
İslâm’ın güçlenmesini istemeyen Arap ve gayri Arap unsurlar, bu fitne hareketini körüklüyorlardı...
Fitne önce Esed, Gatafan, Abes,Tay ve Zibyan kabilelerinde ortaya çıktı...
Sonra Benî Âmir, Hevâzin, Süleym ve Benî Temim’e sıçradı... Küçük çapta çarpışmalarla başlayan, mücadele sonradan sayıları on binleri bulan büyük savaşlara dönüştü...
Fitne hareketine Bahreyn ve Amman halklarının da katılmasıyla savaşlar daha da şiddetlendi... Müslümanların etrafı âdeta ateşle çevrilmişti...
Ama Ebû Bekir vardı... Halife Ebû Bekir, hemen orduyu toparladı, başına geçti ve isyan hâlindeki kabileler üzerine yürüyerek, uzunca bir mücadeleden sonra bu isyanları bastırdı...
Bu ilk zaferden sonra ordu Medine’de uzun süre kalmadı, hemen diğer isyanları bastırmak için harekete geçti...
İrtidat hareketleri her geçen gün biraz daha artmaktaydı... Hz. Ebû Bekir, ikinci defa ordunun başına geçerek, bu isyanlara karşı koymak istedi... Fakat ashab buna karşı çıktı... Halifenin Medine’de kalmasını istiyorlardı... Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir’in önüne çıkmış, atının yularına tutunmuş ve şöyle dedi:
“Nereye ey Resûlullah’ın Halifesi..? Sana Allah Resûlü’nün Uhud’da tavsiye ettiği şeyi tavsiye ediyorum: “Kılıcını kınına sok ey Ebû Bekir! Kendini tehlikeye atarak bizi üzme!
Neticede müslümanların oy birliğiyle, Ebû Bekir Medine’de kalmaya razı oldu... Orduyu on bir guruba ayırdı... Her gruba bir komutan tayin etti... Her guruba sancağını verdikten sonra Hâlid b. Velîd’in yanına geldi ve: “Ben Allah Resûlü’nün şöyle dediğini işittim, dedi:
Hâlid b. Velîd, Allah’ın ne güzel bir kulu ve ne güzel bir kardeştir... O Allah’ın kılıçlarından bir kılıçtır... O Allah’ın kâfirler ve münafıklar üzerine çektiği kılıcıdır...”
* * *

Hâlid b. Velîd, askerleriyle birlikte savaştan savaşa, zaferden zafere koştu...
Ta ki o büyük savaş... Yemâme savaşı gelip çattı...
Riddet savaşlarının en büyüğü olan Yemâme’de müslümanların karşısında, Benî Hanîfe ve diğer kabilelerden oluşan ve Müseylimetü’l- Kezzâb’ın komuta ettiği güçlü bir ordu vardı...
Daha önce Müseylime’ye karşı bazı kuvvetler gönderilmişse de bunlar başarılı olamamışlardı...
Sonunda Halife Hz. Ebû Bekir, Müseylime’yi durdurmak üzere Hâlid’i gönderdi…
Müseylime, Hâlid’in yola çıktığını haber alır almaz, savaş için gerekli hazırlıklara başladı...
Ve iki ordu karşılaştı...
Siyer kitaplarına göz gezdirenler bu savaşın, ne derece şiddetli ve korkunç bir çarpışmayla meydana geldiğini görmekte zorluk çekmezler...
Bir yanda koca bir orduyla Müseylime... Diğer yanda Allah’ın Kılıcı Hâlid b. Velîd’in komutasındaki İslâm askerleri…
Hâlid, bayrak ve sancakları ordu komutanlarına teslim etti... Ve iki ordu birbirine girdi... Korkunç mu korkunç bir savaş başladı... Müslümanlardan bir kısmı, inatçı bir kasırganın devirdiği çiçekler gibi şehid düştüler...
Hâlid b. Velîd şöyle bir etrafına baktı... Biraz düşündü... Ve aniden düşmanın zayıf noktasını kavrayıverdi..
Müseylime’nin ordusu karşısında, İslâm ordusunun savaş isteklerinin zayıfladığını gördü ve onların iradelerini sağlamlaştıracak bir çare aramaya koyuldu... Askerlerinin arasına dalarak şöyle seslendi:
“Ayrılın... Her kabilenin gayretini görelim...”
Bunun üzerine muhacirler kendi sancakları altında, ensâr da kendi sancakları altında toplandı...
“Her kabile kendi sancağı altında...”
Böylece hezimetin hangi taraftan geldiği daha kolay görülebilecekti... Neticede hamaset duyguları kabardı... Orduya yeniden azim ve cesaret geldi...
Hâlid ise, bir o tarafa, bir bu tarafa koşuyor, tekbir ve tehlil getirerek orduyu canlı tutmaya çalışıyordu...
Birkaç dakika sonra savaş, müslümanların lehine dönmüştü... Müseylime’nin ordusu dağılmış ve askerleri birer, ikişer dökülmeye başlamış; binlercesi ölmüştü...
Hâlid kendi nefsindeki hamaset duygularını âdeta bir elektrik akımı gibi askerlerine yaymış ve bu sayede savaşı kazanmıştı... Bu da onun dehâsını gösteren bir başka olaydır...

Riddet harplerinin en tehlikelisi ve en şiddetlisi de böylece sona ermiş oldu... Müseylime öldürüldü... Askerlerinden bir çoğu da onunla birlikte öldürüldü.
* * *

Medine’de Halife, İslâm’a böyle bir zafer ve böyle bir kahraman bahşettiği için Allah’a hamd etti ve şükür namazı kıldı.
Hz. Ebû Bekir zekası ve ileri görüşlülüğü ile, İslâm dünyası sınırları içerisinde fitne ve fesadın ortadan kalktığını, artık İslâm için iki büyük fitnenin kaldığını anlamıştı... Bunlar da: Irak’ta Farslılar ve Şam diyarında Rumlar idi...
Bu her iki imparatorluk da yeni dinin sancağını taşıyan müs*lü*manlara karşı cephe almışlardı... Müslümanlarla savaşmak için vakit kolluyorlardı…
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Hâlid’e bir mektup yazarak Irak üzerine yürümesini emretti..
Hâlid de orduyla birlikte Irak’a hareket etti... Savaşa başlamadan önce, Kisra’nın valilerine yazdığı bir mektupla durumu haber verdi:
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…
Hâlid b. Velîd’den İran’ın ileri gelenlerine... Selâm Hakk’a tâbi olanların üzerine olsun..
Ayaklarınızı kaydırıp, mülkünüzü gideren ve tuzaklarınızı zayıflatan Allah’a hamd olsun...
Namazımızı kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen kişi müslümandır, bizim yararlandığımız haklardan o da yararlanır...
Mektubumu aldığınızda teslim olup, zimmetime giriniz... Aksi takdirde Allah’a yemin olsun ki, üzerinize öyle bir ordu gönderirim ki, sizin hayatı sevdiğiniz kadar onlar ölümü sevmektedirler...”
Karşı taraftan bir cevap gelmemesi üzerine Hâlid, fazla vakit kaybetmeden bâtılı yerle bir etmek için harekete geçti...
Fazla bir mukavemetle karşılaşmadan zayıfları ve köleleri de İslâm sancağı altına alarak, zaferle yoluna devam etti... Emrindeki askerlere: “Halka dokunmayın; bırakın kendi işleriyle meşgul olsunlar... Ancak karşı çıkıp savaşan olursa, öldürün..!” dedi...
Muzaffer ordusuyla Şam sınırına kadar geldi... Oralar müezzinlerin ezan ve fatihlerin tekbir sesleriyle çınladı...
Şam’daki Rumlar bu tekbir seslerini duydular mı dersiniz..?
Evet, duydular... Korkmaya başladılar. Bir anda kendi içlerinde psikolojik bir savaş başladı...
* * *

Irak’ta İranlılara karşı kazanılan zafer, bir anlamda Şam’da Rumlara karşı kazanılacak zaferin müjdecisi gibiydi...
Hz. Ebû Bekir orduyu toparladı, komutan olarak da sırasıyla Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı, Amr b. Âs’ı, Yezid b. Ebû Süfyân’ı ve Muaviye b. Ebû Süfyân’ı atadı...
Rum imparatoru, İslâm ordusunun kendi üzerine yürümekte olduğu haberini alınca, komutanlarını ve vezirlerini toplayarak, savaşa çıkmayıp, barış yapmayı teklif etti...
Fakat komutanları ve vezirleri savaşmakta ısrar ettiler ve: “Vallahi biz Ebû Bekir’in topraklarımızı işgal etmesine müsaade etmeyiz!” dediler.
Ve yaklaşık iki yüz bin kişilik bir orduyla savaşa hazırlandılar...
Rumların bu hareketi Halifeye haber verildiği vakit Hz. Ebû Bekir şöyle dedi: “Vallahi onların bu kuruntularını Hâlid’le bertaraf ederim…”
Halife, bu tür şirk ve isyan hastalıklarının devası olan Hâlid’e haber göndererek, Şam üzerine gitmekte olan ordunun başına geçmesini istedi... Bu emir üzerine Hâlid, Irak’ta Müsenna b. Hârise’yi bırakarak, askerleriyle Şam’a doğru yola çıktı... Ve orada gerek savaş alanını tesbitiyle, gerekse askeri tanzimiyle bir kez daha o büyük dehâsını ortaya koydu... Akabinde Allah’a hamd ederek, şöyle dedi:
“Muhakkak bugün Allah’ın günlerinden büyük bir gündür... Bugün övünmeye veya azgınlığa yer yoktur… İhlasla savaşın... Amelinizle yalnızca Allah’ın rızasını isteyiniz... Gelin komutanlığı sırayla yapalım; bugün birimiz, yarın diğerimiz, öbür gün bir başkası orduya komuta etsin... Böylece hepiniz emirlik yapmış olursunuz...”
“Muhakkak bugün Allah’ın günlerinden büyük bir gündür...”
Ne güzel ve ne kahramanca bir başlangıç..!
“Bugün övünmeye veya azgınlığa yer yoktur...”
Ne kadar hassas, ne kadar ince bir anlayış..!
Dehâ, dağıtmakla azalmaz... Büyük komutan bunu iyi biliyordu... Halife, kendisini komutanlar da dahil tüm ordunun başına başkomutan olarak atadığı hâlde o sırf orduda bir karışıklık olmasın, diğer komutanlar alınmasın diye kendisini öne çıkarmamış, mütevazı bir davranışla komutanlığın sırayla olmasını önermişti...
Bugün bir komutan... Yarın ikinci bir komutan... Diğer gün bir başka komutan... Ve bu böyle devam edecek...
Rum ordusu teçhizat ve sayı itibariyle korkunç bir görüntü arz ediyordu...
Rumlar, müslümanların gittikçe güçlendiklerinin farkındaydılar... Bu sebeple, onlara ciddî bir darbe vurarak, bir daha toparlanmalarına engel olmak istiyorlardı... Hazırlıklarını da buna göre yapmışlardı... Rumların bu durumu müslümanları biraz ürkütmüştü... Fakat onlar imanları sayesinde, bu tür karanlık güçlere karşı koyabilecek güçteydiler... Yüreklerinde iman ateşi parladığı sürece hayatta hiçbir şey onları yıldıramazdı...
Nitekim Hz. Ebû Bekir:
“Hâlid onlara yeter... Onları Hâlid’le bertaraf edeceğim!.. demişti. Zira o askerini, ordusunu ve komutanını iyi tanıyordu...
Öyleyse Rumlar nasıl gelirlerse gelsinlerdi... Müslümanlar için onların sayısal çokluluğunun ve kuvvetinin hiçbir anlamı yoktu...
Hâlid orduyu guruplara ayırdı, her guruba ne yapmaları gerektiğini söyledi ve savaş için ayrıntılı bir plan hazırladı...
Şaşılacak bir durumdu ki, savaş aynen Hâlid’in planladığı gibi cereyan etti... Adım adım, safha safha... Hatta öyle ki, kimin savaşta kaç kılıç darbesi alacağını söylese, belki o bile doğru çıkacaktı..
Hâlid’in onlara hakkında verdiği her haber doğru çıkmıştı... Bu durum onun ne kadar usta bir savaşçı olduğunu göstermektedir...
Savaşa başlamadan önce orduyu ve askerlerini gözden geçirmiş, Rum ordusunun gücü karşısında, askerleri arasında -özellikle de İslâm’a yeni girenlerde- bir korku ve geri çekilme belirtisi olup olmadığını kontrol etmişti... Zira Hâlid için zaferin tek yolu vardı, o da “sebat” idi... Askerler arasında meydana gelebilecek bir iki firar hareketinin orduyu sarsacağını iyi biliyordu... Bu nedenle askerlerin sebatına çok önem veriyor, silahını bırakıp kaçanlara karşı da son derece şiddetli davranıyordu...
Yermük’te orduyu düzene koyduktan sonra ilk defa savaşa katılan mü’min kadınlara ordunun gerisine saf tutmalarını söylemiş ve onlara:
“Kaçmaya çalışan olursa öldürün!” emrini vermişti.
Mü’min kadınlar da o gün vazifelerini hakkıyla yerine getirmişlerdi...
Savaşın başlangıcında Rum komutanlarından biri Hâlid’e öne çıkmasını, kendisine bir şeyler söylemek istediğini bildirdi. Hâlid de iki ordunun arasındaki boşluktan biraz öne çıktı, Rum komutan (Mâhân) Hâlid’e şöyle dedi:
“Biz biliyoruz ki, sizi diyarımızdan çıkarıp buralara kadar getiren şey, açlık ve fakirliktir... Eğer isterseniz her birinize onar dinar para, giyecek ve yiyecek verelim, ülkenize dönün... Gelecek yıl yine aynı miktarda para, giyecek ve yiyeceği size gönderirim...”
Bu yakışıksız sözler karşısında Hâlid ona uygun bir cevap vermek istedi ve şöyle dedi:
“Şunu bilin ki, bizi ülkemizden çıkarıp buralara kadar getiren şey, açlık değildir. Bilakis biz kan içen bir kavimiz; duyduk ki, Rumların kanından daha lezzetli kan yokmuş. Biz de bu sebeple buraya geldik...”
Sonra ordusunun başına döndü ve sancağı dalgalandırarak, savaşı ilan etti:
“Allahu Ekber..!!”
“Allah en büyüktür..!!”
“Es cennet rüzgârı..!!”
Eşi, benzeri görülmemiş bir savaş başladı...
Rumlar dev gruplar hâlinde taarruza geçtiler...
Müslümanlar zannettiklerinden daha farklı görünüyorlardı. Mü’minler o gün sebat ve kararlılıklarıyla örnek bir mücadele verdiler...
Savaşın devam ettiği bir sırada mü’minlerden biri, Ebû Ubeyde b. Cerrâh’a yaklaştı ve şöyle dedi:
“Ben şehid olmaya azmettim; Resûlullah’a iletilecek bir dileğin varsa söyle...”
Ebû Ubeyde de şöyle dedi:
“Evet, var… Resûlullah’a şöyle de: “Ey Allah’ın Resûlü! Bizler Rabbimizin bize vaad ettiği şeyin, hak ve gerçek olduğunu gördük.”
Bunun üzerine adam âdeta bir ok gibi savaşın ortasına fırladı... Az sonra da binlerce kılıç ve mızrak darbesi altında şehid düştü...
İşte, İkrime b. Ebû Cehil…
Evet... Ebû Cehil’in oğlu İkrime...
Rumların hücumlarının arttığı ve savaşın kızıştığı bir sırada şöyle diyordu:
“Allah beni hidâyete erdirmeden önce sık sık Resûlullah’a karşı savaştım... Bugün Allah düşmanlarından mı korkup kaçacağım?”
Sonra da şöyle bağırıyordu: “Kim ölüm üzerine biat eder..?!”
Ancak müslümanlar ölüm üzerine biat edebilirlerdi... Ancak mü’minler güle oynaya ölüme gidebilirlerdi... Bu savaşta da mü’minler zaferi değil de sanki şehâdeti arıyorlardı... Allah da onların bu arzusunu kabul ediyor, onlara şehitlik rütbesini bahşediyordu...
Yaralanıp yere düşenler açlık ve susuzluktan kıvrananlara gelince...
Onlardan birine bir yudum su verildiğinde kendisi içmiyor, yanındaki kardeşine verilmesini istiyordu... Ona götürüldüğünde o da diğer kardeşine verilmesini talep ediyor, böylece su arada dönüp dolaşıyor; mü’minlerden her biri kardeşini kendi nefsine tercih ediyordu...
İşte böyle... Belki birçoğu susuzluktan ölüyordu... Ama diğer kardeşini yaşatma pahasına... Bu ne şerefli, ne yüce bir ölümdür ya Rab!...
Evet, “Yermük”, eşi benzeri görülmemiş fedâkarlıkların sergilendiği büyük bir savaştı...
Bu büyük savaşın ibret tablolarından biri de Hâlid b. Velîd’in, emrindeki yüz kişi ile yaklaşık kırk bin kişilik Rum ordusuna karşı koyduğu andı... Hâlid o vakit, beraberindeki yüz kişiye şöyle demişti:
“Allah’a yemin olsun ki, Rumlarda sabır ve cesaret kalmamıştır... Ümit ediyorum ki, Allah bizi onlara karşı muzaffer kılacaktır...”
Yüz kişi..! Kırk bin kişinin arasına dalıyor..! Ve galip geliyorlar... Bunda şaşılacak ne var..!
Onların kalpleri Allah’a imanla dolu değil midir? Ve Allah Resûlü’ne iman etmemişler midir? Kaza ve kadere inanmıyorlar mı?
Halifeleri Ebû Bekir Sıddîk değil midir?
Hani şu İslâm sancağını yeryüzünde dalgalandıran, halife olduğu hâlde yetimler için süt sağan Ebû Bekir Sıddîk...
Ve komutanları Hâlid b. Velîd değil midir?
Allah’ın kılıcı, zayıfların koruyucusu, zalimlerin korkulu rüyası Hâlid b. Velîd...
Evet, bütün bunlar yeterli değil midir? Sayıları az da olsa mü’minlerin galip gelmesine... ve muzaffer olmalarına...
Öyle ise, essin zafer rüzgarları... Önüne geleni silip süpüren, aziz, muzaffer ve kahredici rüzgâr...
* * *

Savaşın bir anında Rum komutanlarından biri, Hâlid’in öne çıkmasını istedi, Hâlid öne çıktı... Karşı karşıya geldiklerinde Rum komutan, Hâlid’e seslendi:
“Ey Hâlid! Sana bir şey soracağım, bana doğruyu söyle. Allah Nebînize gökten bir kılıç indirdi, Nebîniz de o kılıcı sana verdi, sen de o kılıçla önüne geleni mağlup ediyorsun, böyle bir şey var mı?”
Hâlid: “Hayır, böyle bir şey yok...!” dedi.
Adam: “Öyleyse niçin sana Allah’ın Kılıcı diyorlar?” dedi.
Bunun üzerine Hâlid şu cevabı verdi:
“Allah içimizde Peygamberini gönderdi; bir kısmımız onu tasdik etti, bir kısmımız da yalanladı...
Ben de Allah beni hidâyete erdirinceye kadar yalanlayanlardandım. Sonra Allah beni hidâyete erdirdi ve ben de ona biat ettim...
Allah Resûlü beni çağırdı ve bana: “Sen Allah’ın kılıçlarından bir kılıçsın.” buyurdu. İşte “Allah’ın Kılıcı” diye adlandırılmam bu şekilde oldu.”
Rum komutan: “Neye davet ediyorsunuz?” diye sordu. Hâlid: “Allah’ı birlemeye ve İslâm’a…” dedi.
Rum komutan: “Bugün müslüman olan bir kişi, aynen sizin aldığınız ecir ve sevabı alabilir mi’?” diye sordu.
Hâlid: “Evet, hem de fazlasıyla…” dedi.
Rum komutan: “Nasıl olur, siz daha önce müslüman oldunuz..?” diyerek şaşkınlığını belirtti.
Hâlid: “Biz Resûlullah’la birlikte yaşadık, onun mucizelerini gördük. Dolayısıyla bizim gördüklerimizi gören, duyduklarımızı duyan birinin iman etmesi kolaydır... Ama bizden sonra iman edecek sizler, onu görmediniz, sözlerini işitmediniz. Sizin bu şekilde iman etmeniz gayba imandır. Eğer kalben bu imana erişirseniz, bu daha değerli ve daha faziletlidir…” dedi.
Rum komutan bu sözler üzerine bir nara attı... Atını sürerek Hâlid’in yanına geldi ve:
“Ey Hâlid bana İslâm’ı öğret...!” dedi.
Müslüman oldu... İki rekat namaz kıldı... Müslümanların safına geçerek savaştı ve az sonra da şehid düştü...
* * *

Savaşın son derece kızıştığı ve müslümanların zafere adım adım yaklaştıkları bir sırada Medine’den yola çıkan bir posta, Hâlid b. Velîd’e yeni Halife Ömer b. Hattâb’ın mektubunu getirdi... Mektupta Ebû Bekir’in vefât ettiği haber veriliyor, ayrıca Hâlid’in komutanlıktan alındığı ve ordunun başına Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın atandığı bildiriliyordu... Hâlid mektubu okudu, Ebû Bekir’e Allah’tan rahmet, Ömer’e de başarı diledikten sonra, elçiden bu haberi gizli tutmasını ve savaş sona erinceye kadar da kimseye söylememesini istedi... Zira müslümanların zafere ulaşmak üzere oldukları böyle kritik bir anda bu haber İslâm ordusunda bozguna neden olabilirdi...
Nihayet zafer saati gelip çattı... Rumlar bozguna uğradılar... Müslümanlar bir kez daha -Allah’ın yardımıyla- galip ve muzaffer oldular...
Hâlid, Ebû Ubeyde’ye doğru ilerleyerek, komutanını selâmlayan bir asker gibi onu selâmladı... Ebû Ubeyde önce bunu şaka zannetti. Fakat az sonra gerçeği öğrendi ve Hâlid’in alnından öperek, hayranlıkla onu kutladı...
Bu olayla ilgili olarak, tarihçilerin bir rivâyeti daha vardır. Buna göre, Halife Hz. Ömer mektubu, Ebû Ubeyde’ye gönderdi, Ebû Ubeyde de bu haberi savaş sonuna kadar sakladı... Olay nasıl olursa olsun, her iki durumda da Hâlid’in ve Ubeyde’nin sergilediği davranış takdire şâyandır...
Hâlid’in hayatında onun ihlas, samimiyet ve doğruluğunu gösteren bundan daha güzel bir olay yoktur...
Komutan veya asker olmak... Onun için ikisi de birdi... Aralarında bir fark görmüyordu... Asıl olan, Allah yolunda hizmet ve bu hizmetin canla başka yerine getirilmesiydi...
Gerek Hâlid’deki, gerekse diğer müslümanlardaki bu hizmet anlayışında, ümmetin başı ve yöneticisi olan halifelerin rolü büyüktü...
Ebû Bekir ve Ömer...
İki eşsiz insan... Onlar hakkında dil ne söyleyebilirdi ki..?!
Ömer ve Hâlid... Zaman zaman aralarında soğukluk olmasına karşın, Ömer’in Hâlid konusunda aldığı kararların haklılığında şüphe yoktur. Zira adaleti, verâsı ve nezahetiyle şöhret olmuş bir insan olarak Ömer’in, haksız kararlar alabileceği düşünülemez.
Ömer, Hâlid hakkında kötü niyetli olmamıştır... Onun tek arzusu, Hâlid’in öfkesini ve kılıcını dizginlemekti...
Hz. Ömer bu durumu, Mâlik b. Müveyr’in öldürülmesini müteâkip Halife Hz. Ebû Bekir’e açmış ve: “Hâlid’in kılıcında, sürat, hafıflik ve kızgınlık var.” demişti.
Hz. Ebû Bekir de: “Allah’ın kâfirlere çektiği bir kılıcı ben kınayamam.” cevabını vermişti.
Dikkat edilirse yukarıda Ömer, Hâlid için “Hâlid’in kendisinde bir hiddet var.” demiyor.... “Hâlid’in kılıcında hiddet var.” diyor... Bu da Ömer’in onun hakkında söz söylerken edep dairesinde kaldığını, hatta Hâlid’i takdir ettiğini gösterir...
Hâlid savaş adamıydı... Beşikten mezara kadar...
Çevresi, yetişmesi, terbiyesi, İslâm’dan önceki ve İslâm’dan sonraki hayatı... Onu korkusuz bir savaşçı yapmıştır...
Müslüman olmadan önce mü’minlere karşı kullandığı kılıcını İslâm’a girdikten sonra biraz da o yılların acısıyla, müşriklere karşı daha şiddetli ve daha acımasız sallıyordu...
Başta zikrettiğimiz olayı, Hâlid’in Hz. Peygamber’den ricasını hatırlıyorsunuz... Hâlid müslüman olduktan hemen sonra:
“Ya Resûlullah! Daha önce İslâm’a karşı işlemiş olduğum günahlardan dolayı benim için mağfıret dile…” demişti.
İslâm daha önceki günahları silip attığı hâlde Hâlid’in içi rahat etmemiş ve Allah Resûlü’nden kendisi için istiğfarda bulunmasını istemişti.
Kılıç, Hâlid gibi yaman bir savaşçının elinde olunca bu kılıcı dizginlemek de kolay olmuyordu... Bu sebeple Hâlid, göreve gönderilirken zaman zaman uyarılıyordu.
Mesela; Hz. Peygamber, kendisini bazı Arap kabilelerinin fethi için görevlendirdiğinde şöyle demişti:
Dikkat et, seni davetçi olarak gönderiyorum; savaşçı olarak değil.”
Fakat Hâlid’in kılıcı, nefsine galip gelmiş ve savaşa girmişti… Bu durum Hz. Peygamber’e iletildiğinde Allah Resûlü kıbleye dönmüş ve:
Allah’ım! Hâlid’in yaptığı şeylerden ötürü sana sığınırım, affet!.. “ diye dua etmişti.
Sonra Ali’yi göndermiş; kabilelere, mallarının ve kanlarının bedelini ödemişti...
Olayla ilgili olarak şu rivayet de nakledilir:
“Daha sonra Hâlid bu işi, Abdullah b. Huzafe es-Sehmî’nin: “Resûlullah, müslüman olmazlarsa onları öldürün, dedi.” sözü üzerine yaptığını beyan etmiş ve özür dilemiştir.”
Hâlid üzerine aldığı vazifeyi en iyi şekilde yapmaya çalışırdı... Bir zamanlar hürmet ettiği eski değerlerini de aynı kararlılıkla terk etmeyi bilmiştir...
Allah Resûlü, kendisini “Uzza” putunu yıkmaya gönderdiği vakitte aynı azim ve kararlılıkla gitmişti.
Tek başına âdeta bir orduyla savaşıyor gibiydi... Putun sağına, soluna ve ayaklarına kılıç darbeleri indiriyordu... Bir yandan da şöyle bağırıyordu:
“Ey değersiz, rezil Uzza! Artık seni ululamıyorum..! Zira seni Allah alçaltmış...”
Sonra onu ateşe verip yaktı...
Artık Hâlid’in gözünde, şirki çağrıştıran her şey değersizdi ve Uzza putu gibi yok edilmeliydi... Ona göre, bunun da tek yolu kılıçtı... Bir de:
“Artık seni ululamıyorum..! Zira seni Allah alçaltmış...” sözleri ve inancıydı...
* * *

Hâlid’in kılıcının bu derece hiddetli olmaması gerektiği konusunda Hz. Ömer’le hemfikiriz... Yine Hz. Ömer’in onun hakkında söylediği:
“Analar, Hâlid gibisini doğurmaktan acizdir.” sözüne de yürekten katılıyoruz.
Hâlid vefat ettiği vakit Hz. Ömer çok göz yaşı döktü... Sadece onu kaybettiği için değil; bilakis fitne sönünce komutanlığı ona bırakmak istediğinden dolayı...
Fakat Halife Ömer bu arzusuna erişemedi... Zira Hâlid rahmet-i Rahmân’a kavuşmuş, cennetteki mekanına erişmişti... Artık biraz dinlenebilirdi... Ömrü savaş ve mücadelelerle geçmiş, istirahat nedir bilmemişti...
Şimdi o yüce ve şerefli nâşı biraz olsun uyuyabilirdi...
Zira dost ve düşmanları onun hakkında: “Kendisi uyumayan kimseyi de uyutmayan adam” derlerdi...
Eğer mümkün olsaydı, Allah Teâlâ’dan, ömrünü uzatmasını talep eder ve daha uzun yıllar İslâm’ın hakimiyeti ve şirkin sonu için savaşırdı..
Allah yolunda cihad, hayatta en çok sevdiği şeydi... O şöyle diyor- du:
“Allah yolunda cihada çıktığım bir gece, benim için, bir düğün gece- sinden veya bir oğulla müjdelenmemden daha sevimlidir.”
Bu sebeple onun en çok korktuğu şey, yatağında ölmekti... Hayatını at sırtında kılıç sallayarak geçiren bir insan için yatağında can vermekten daha acı bir şey olamazdı...
O Allah Resûlü ile aynı safta çarpışmış, riddet (dinden dönme) hareketine katılanları kahretmiş, İranlılara ve Rumlara karşı üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmişti...
Böyle bir kahraman için, yatakta can vermek elbette üzücü olurdu...
Bu nedenle son anlarında, göz yaşları eşliğinde şöyle diyordu:
“Birçok olaya şahit oldum… Sayısız mücadelelere girdim... Vücudumda kılıç, mızrak veya ok darbesi almadık yer kalmadı... Sonunda işte gördüğünüz üzere bir deve gibi yatağımda ölüyorum... Kahrolsun korkaklar... !”
Bunlar ancak Hâlid gibi bir kahramanın ağzından çıkabilecek kelimelerdi...
Son nefesini vermeden önce vasiyetini yazdırdı... Mallarını kime bıraktığını biliyor musunuz?
Ömer b. Hattâb’a...
Peki, terekesinin (geriye bıraktığı malların) ne olduğunu biliyor musunuz?
Atı ve silahı...
Evet... evet, sadece atı ve silahı... Zira bu ikisi dışında sahip olduğu başka bir malı yoktu.
Zira o, yaşadığı sürece dünya malı ile ilgilenmemiş, ömrünü Allah yolunda cihadla geçirmişti...
Dünya malına hiç tamah etmemişti, sadece Yermük savaşında kaybettiği “sarık” için üzülmüştü... Bunun için kendini kınayanlara da şöyle dedi: “O, başlığın içerisinde Resûlullah’ın bir miktar saçı vardı; onu uğurlu sayar ve onunla zafer talep ederdim...”
* * *

Hâlid hayata gözlerini yumdu... Cism-i pâki ashabın omuzlarında kabre doğru yollandı... Annesi göz yaşları içerisinde şunları söylüyordu:
“Sen, kavminin en hayırlılarından ve en cesurlarındandın... Sen, aslanlardan daha cesurdun... Ve dağlar arasında akıp gitmekte olan ırmaklardan daha cömerttin...”
Bu sözleri duyan Ömer: “Doğru söyledin... Vallahi o gerçekten böyleydi...” dedi.
Hâlid kabre konuldu... Ashab kabrin etrafında sıralanmıştı... Hiç kimseden çıt çıkmıyordu... Etrafta derin bir sessizlik vardı. Bu sessizliği Medine sokaklarından dört nala gelmekte olan bir atın kişnemesi bozdu...
At, koşarak geldi ve Hâlid’in kabri yanında kişneyerek şaha kalktı... Sanki üzerinde binicisi varmış gibi... Sanki yeni zaferler için sefere çıkacakmış gibi... Sahibini, kahramanını selâmlıyor, onu son yolculuğuna uğurluyordu... Sonra sakinleşti, başını kaldırdı, gözlerinden yaşlar süzülüyordu...
Bu at, Hâlid’le birlikte nice savaşlara katılmış, nice zaferler kazanmıştı...
Fakat Hâlid’den sonra bu zaferlere yenilerini ekleyecek birisi gelecek miydi..?
“Ey muzaffer kahraman..!
Ey karanlık gecelerin şafağı..!
Sen ki ordularınla zaferden zafere koşardın...
“Sabah olduğunda gece için hamd ederler” sözünle askerlerine cesaret verirdin...
Hatta bu senin için bir darbımesel olmuştu...
Şimdi ise yolculuğunu tamamladın...
Ya Ebû Süleyman! Senin sabahın da hamddir...
Ey Hâlid! Seni anmak bir mutluluktur, bir şereftir...
Müsaade et biz de senin için, Mü’minlerin Emiri Ömer’in söylediklerini tekrarlayalım:
“Allah sana rahmet etsin, ey Ebû Süleyman…
Allah katında, sende olan şeyden daha hayırlısı yoktur.
Hamd ederek yaşadı...
Bahtiyar olarak öldü...”


60 Seçkin Sahabe / Beka Yay./Halid Muhammed Halid
 
E Çevrimdışı

Ebu & Dücane

Guest
Hâlid, müşriklerin Müslümanlarla yaptıkları bütün harplere ön safta katılmıştı. Ama her defasında içi ezik olarak evine dönmüştü. Çünkü Allah onu Kendi hiz*metine hazırlıyordu.


Safkan Arap atları üzerindeki bir grup süvari çöl sıcağında tozu dumana kata*rak at koşturmaktaydı. Çöl güneşinin kızdırdığı kum taneleri gerek atların ve gerekse binicilerinin terli vücutlarında yapış yapış olmuştu. Nihayet süvari gru*bu tepeye vardı. Tepeden vadinin ortalarında görünen manzara süvarilere deh*şet ve korku ile karışık bir sevinç vermekteydi. Saatlerdir at koşturarak bulmak istedikleri kimseler, işte, vadinin ortasında durmaktaydı.


Kendileri tepede, düşmanlarına hâkim vaziyetteydi. Ancak süvari grubunun kumandanı, bir türlü vadiye doğru hücum işareti vermiyordu. Soluk soluğa tepinen atlar, kumları eşelemekte ve acı acı kişnemekteydi.


Mekke müşriklerine ait bu süvari grubunun kumandanı, Arab’ın harp dâhisi Hâlid bin Velid’den başkası değildi. Vadide ise, Ahir Zaman Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.), saf saf olmuş nurlu Ashâbına öğle namazını kıldırmaktay*dı.


Hadiseyi Hâlid (r.a.) şöyle anlatır:


“Onlara hücum etmenin tam zamanı, diye düşündüm. Ancak bir türlü hücum emrini veremiyordum. Epey müddet bekledikten sonra, nasıl olduysa, arkadaşlarımla birlikte hücum etmekten vazgeçtik. Bu durum bana çok tesir etmişti. ‘Bu zat gerçekten Allah tarafından korunuyor.’ dedim. Şunu da söyleyeyim ki, o zamana kadar Muhammed’e karşı yapılan bütün savaşlarda bulunmuştum. Ancak her savaştan dönüşte kendimi yanlış iş yapmış birisi olarak hissettiğimi ifade et*meliyim.”


Bu hadiseden sonra Hâlid bin Velid büsbütün kararsız bir tavır içine girmişti. Bir ara Habeşistan’a Necâşî’ye gitmeyi düşündü. Ancak “O, Muhammed’e uydu ve Muhammed’in Ashâbı onun yanında emniyet içinde yaşıyor.” diyerek vazgeçti. Bizans’a ve İran’a gitmeye karar verdi. Bir türlü yola çıkamadı. İşte, böyle kararsızlık içinde iken, Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Hudeybiye Anlaşması dolayı*sıyla yapamadıkları umrenin kazası için Mekke’ye gelmişti.


Hâlid bin Velid, Re*sû*lul*lah ile karşılaşmamak için bir yere gizlendi. Hâlid’in (r.a.) daha önce Müslüman olmuş olan kardeşi Velid bin Velid de Re*sû*lul*lah ile beraber gelmişti. Kardeşi Hâlid’i bütün aramalarına rağmen bulamadı ve şu mektubu bıraktı:


“Bismillâhirrahmânirrahim.


“Bu kadar akıllı olduğun hâlde İslam’a girmekten kaçman kadar acayip bir şey görmedim. İslamiyet gibi bir dinden kim uzak kalabilir? Re*sû*lul*lah bana seni sordu ve ‘Hâlid nerede?’ dedi. ‘Allah onu getirir.’ dedim. ‘Onun gibiler İslam’a uzak kalabilir mi? Mücadele ve gayretini Müslümanlar için kullansaydı onun için daha iyi olurdu.’ dedi. Kardeşim, çabuk ulaş, fırsatları kaçırma!”


Hâlid bin Velid’in İslam’a olan alakası bu mektubu aldıktan sonra daha da art*tı. Hususen Re*sû*lul*lah’ın kendisini sorması onu çok sevindirmişti. Rüyasında çok dar ve kurak bir yerden geniş ve yeşil bir ülkeye çıkıyordu. Bu rüyanın tabi*rini kesin olarak bilmemekle beraber, rüya kendisinin Müslüman oluşunda bir teşvik unsuru oldu.


Artık Re*sû*lul*lah’ın yanına gitmeye karar vermişti. Ancak kendisine bir arka*daş aramakta idi. Yolda Safvan bin Ümeyye’ye rastladı.


“Ey Ebû Vehb! İçinde bulunduğumuz durumu biliyor musun? Biz çok azal*dık. Muhammed ise hem Araplara hem de Acemlere galip geliyor.” dedi. Saf*van, Hâlid’in bu konuşmasına şiddetle karşılık verdi:


“Kendimden başka kimse de kalmasa, yine ona tabi olmam!”


Hâlid, onun bu gayzını ve kinini, kardeşinin ve babasının Bedir’de öldürülüşü*ne verdi. Bu Safvan bin Ümeyye, Peygamberimizin kaza umresi sırasında Hz. Bilâl-i Habeşî’nin yanık sesiyle okuduğu ezanı duyunca, “Şükür ki, babam bu sesi işitmeden öldü!” diyecek kadar küfür ve şirk içerisindeydi.


Hâlid daha sonra, önceden İslam’ı kabul etmiş olan, Ebû Cehil’in oğlu İkrime bin Ebû Cehil’e rastladı ve Safvan’a söylediklerini ona da tekrar etti. İkrime (r.a.), Hâlid’e, inancını katiyen açığa vurmamasını söyledi.


Artık Hâlid bin Velid tek başına Re*sû*lul*lah’a gitmeye karar vermişti. Eve gi*dip hazırlık yaptı ve hemen yola koyuldu. Yolda Osman bin Talha’ya rastladı. Safvan ve İkrime’ye söylediklerini ona da tekrarladı. Osman bin Talha, Hâlid bin Velid’in teklifini kabul etti ve beraberce Re*sû*lul*lah’a gitmeye karar verdiler. Hidde’ye vardıklarında, Habeşistan’dan gelen Amr bin Âs da kendilerine katıl*dı.


Beraberce Medine’ye gittiler. Medine’ye vardıklarında onları ilk karşılayan, Hâlid bin Velid’in kardeşi Velid bin Velid oldu.


Velid, gelenlere müjdeyi verdi:


“Çabuk olun! Re*sû*lul*lah sizin gelişinizi ha*ber aldı, sevindi ve şimdi sizleri bekliyor.”


Bu esnada Resûl-i Ekrem (a.s.m.), etrafındaki sahabilerine şöyle diyordu:


“Mekke, ciğerparelerini kucağımıza attı.”


Gerçekten de, yakın bir zamana kadar müşrik ordularının ön saflarında Müs*lü*man*la*ra karşı çarpışan bu bahadırlar, şimdi hakka teslim olmuş ve biat etmek üzere Re*sû*lul**lah’ın huzuruna geliyorlardı.


İki Cihan Peygamberi, şefkatli ve re’fetli nebi Hz. Muhammed (a.s.m.) gelen*leri tebessümle ve sevinçle karşıladı. Önce Hâlid bin Velid selam verdi ve Kelime-i Şehadet getirdi. Herkes heyecanla, Re*sû*lul*lah’ın ne söyleyeceğini merak ediyordu. Re*sû*lul*lah’ın mübarek ağızlarından Hâlid bin Velid’e hitaben şu söz*ler döküldü:


“Seni hidayete erdiren Allah’a hamd olsun! Sen akıllı birisin. Allah’tan sana hayırlı hizmetler yaptırmasını niyaz ediyorum.”


Hâlid bin Velid ise eski günahlarını hatırlıyor, mahcup bir şekilde, günahları*nın affedilmesi için Re*sû*lul*lah’ın dua etmesini istiyordu. Resûl-i Ekrem (a.s.m.), “İslam daha önce yapılanların hesabını sormaz.” diye cevap verdi. Hâlid bin Velid yine de Re*sû*lul*lah’ın bu mealde dua etmesini istiyordu. Re*sû*lul*lah ellerini kaldırdı ve dua etti:


“Allah’ım! İnsanları Senin yolundan çevirmek için şimdiye kadar işlediği günahlarını affet!”


Hâlid bin Velid, daha sonra kahramanlıklarıyla ve hizmetleriyle Re*sû*lul*lah’ın bu takdir ve dualarına mazhar olduğunu ispat edecek ve “Allah’ın Kılıcı” unvanını alacaktı


Hâlid bin Velid, Cahiliye Devri’nde Kureyşlilerin ileri gelenlerindendi. Kureyşliler ona süvari birliği kumandanlığı gibi mühim bir vazife vermişlerdi. Ba*şarılı bir kumandandı. Savaş taktiğini iyi biliyordu. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, Hâlid gibi birinin Müslüman olmasını ve gücünü İslam yolunda kul*lanmasını çok arzuluyordu. Hattâ bir defasında bunu şöyle beyan buyurmuştu:


“Hâlid gibi birisinin İslamiyet’i bilmemesi ve tanımaması olamaz. Keşke o bü*tün savaş ve çabalarını Müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi kendisi için ne kadar hayırlı olurdu! Onu başkalarına tercih eder, üstün tutar*dık.”


Evet, bundan böyle Hz. Hâlid artık kuvvetini Allah yolunda İslam düşmanla*rına karşı kullanacaktı. Onun katıldığı ilk cihat, Mute Savaşı oldu. Bu savaşın sebebi, Peygamber Efendimizin Rum kayserine gönderdiği Hâris bin Umeyr’in (r.a.), Şam valilerinden Şurahbil bin Amr tarafından şehit edilmesiydi. Bu hadise Re*sû*lul*lah’ın çok ağırına gitti. Hemen üç bin kişilik bir ordu hazırladı. Orduya Zeyd bin Hârise (r.a.) kumanda edecekti. Şayet Zeyd şehit olursa Câfer bin Ebî Tâlib (r.a.) kumandayı ele alacak, o da şehit olursa Abdullah bin Revâha ku*mandan olacaktı. Hâlid bin Velid de (r.a.) orduya bir nefer olarak katılmıştı.


Medine’den hareket eden mücahitler, Bizanslılarla Mute mevkiinde karşılaş*tılar. Bizans ordusunun sayısı 100 bin civarındaydı (diğer bir rivayete göre 200 bin). Üstelik mükemmel bir şekilde silahlanmışlardı. Fakat onların sayıca kalabalık ve silahça üstün olmaları mücahitleri korkutmadı. Çünkü onlar zaten şehit olmak arzusuyla cihada katılmışlardı. İşte bu fırsat önlerindeydi. Hiç te*reddüt etmeden kumandanları Zeyd bin Hârise’nin arkasında “Allah, Allah!” ses*leriyle şahlandılar. Bir müddet sonra Hz. Zeyd, Hz. Câfer ve Hz. Abdullah, kah*ramanca çarpışarak şehit oldular. İslam ordusu kumandansız kalmıştı. Bizanslı*lar neredeyse Müslümanların hepsini imha edeceklerdi. Sa*ha*bilerin bir kısmı şehit düştü.


Bu arada Sâbit bin Akrem (r.a.), sancağa sarılarak, dağılan askeri toplamaya uğraşıyor, “Ey Müslümanlar! İçinizden birini kumandan olarak seçin ve onun çevresinde toplanın.” diyordu. Müslümanlar her taraftan onun sesine toplandı*lar. “Biz seni kumandan seçtik, sana razıyız.” dediler. Fakat o, bunu kabul etme*di ve sancağı Hâlid bin Velid’e uzattı. Hz. Hâlid kumandanlığı kabul etmek istemediyse de Sâbit bin Akrem’in, “Sen savaş usulünü benden daha iyi bilirsin.” de*mesi üzerine sancağı eline aldı. Zaten mücahitler de hep bir ağızdan onun ku*mandan olmasını istiyordu.


Bu arada Cenâb-ı Hak, zaman ve mekân perdelerini ortadan kaldırdı. Savaş meydanını olduğu gibi Peygamberimizin gözleri önüne serdi. Peygamber Efen*dimiz minbere çıkıp oturdu. Müslümanlar toplanınca şöyle buyurdu:


“Onlar düşmanla karşılaştılar. Zeyd şehit oldu. O şimdi cennete girdi. Orada koşup du*ruyor. Sonra sancağı Câfer aldı. O da şehit oldu. Şimdi o, yakuttan iki kanadıyla uçu*yor. Câfer’den sonra sancağı Abdullah bin Revâha aldı. O da elin*de sancak olduğu hâl*de şehit edildi. Abdullah bin Revâha’dan sonra sancağı Hâlid bin Velid aldı. İşte şim*di ocak tutuştu, savaş kızıştı.”


Peygamber Efendimiz daha sonra da ellerini kaldırarak, “Ey Allah’ım! O, Se*nin kılıçlarından bir kılıçtır, ona yardım et.” şeklinde dua etti.


Böylece Peygamber Efendimizin duasına da mazhar olan İslam ordusu derle*nip toparlanmaya, Hz. Hâlid’in kumandasında düşmanla çarpışmaya devam et*ti. Çok geçmeden de Rumlardan bir bölüğü bozguna uğrattı. Vakit bir hayli iler*lemiş, karanlık iyice bastırmıştı. İki ordu birbirinden ayrıldı ve istirahate çekil*di.


Hz. Hâlid için bu, bulunmaz bir fırsattı. Bu ânı iyi değerlendirmesi gerekiyor*du. Hz. Hâlid harp hususunda tecrübeliydi. Artık bu tecrübesini göstermeli, hem mücahitleri imhadan kurtarmalı, hem de bir avuç askerle kalabalık Bizans ordusuna ağır bir darbe indirmeli idi.


Karargâhı dolaştı, askere moral verdi. Gece yarısından sonra düşündüğü planı tatbikata koydu. Sağ kanattaki mücahitleri sol kanada, sol kanattakileri sa*ğa, arkadakileri öne ve öndekileri de arka safa yerleştirdi. Böylece “Taze kuvvet geldi.” imajını vererek düşmanın maneviyatını sarsmak istiyordu. Sabah olunca da vakit geçirmeden “hücum” emrini verdi. Rumlar daha önce şekil ve kıyafet*lerini tanıdıkları Müslümanlardan başka*larını görünce, “Her hâlde bunlara yar*dımcı kuvvet gelmiş.” dediler. Yüreklerine kor*ku düştü ve paniğe kapıldılar. Bunu fırsat bilen mücahitler âni bir hücuma geçtiler ve düşmanı bozguna uğrat*tılar. Ordu komutanı da ön safta kılıç sallıyordu. Öyle ki, o gün Hâlid’in elinde dokuz kılıç kırıldı…


Böylece Müslümanlar, Hz. Hâlid’in başarılı kumandanlığı sayesinde büyük bir zafer kazandı, birçok da ganimet ele geçirerek Medine’nin yolunu tuttu*lar.


Bundan sonra Hz. Hâlid “Seyfullah,” yani “Allah’ın Kılıcı” lakabıyla anılma*ya başlandı.[1]Hz. Hâlid’in, Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Onu Hane-i Saadet’in yakınında bir eve yerleştirdi ve süvari birliği kumandanlığına getirdi. Hz. Hâlid, Tâif Muhasarası’nda, Mekke’nin Fethi’nde, Huneyn Savaşı’nda ve katıldığı diğer gazalarda büyük hizmetlerde bulunmuş, Huneyn Savaşı’nda yaralanmıştı. Peygamber Efendimiz mübarek nefesiyle onun yarasını iyileştir*mişti.


Peygamber Efendimiz, Hz. Hâlid’i askerî hizmetlerin dışında başka mühim vazifeler için de gönderirdi. Hz. Hâlid aynı zamanda hakka davet hususunda muvaffakiyetlere mazhar bir insandı. Mesela Benî Hârisleri İslam’a davet için gittiğinde, onlara İslam’ı anlayacakları bir üslupla, ruhlarına sinecek bir tarzda anlattı. Benî Hârisler davete icabet ettiler ve Müslüman oldular. Bundan sonra Hz. Hâlid, Peygamberimizin emri üzerine bir müddet onların yanında kaldı. Onlara Kur’ân’ı ve İslam’ın esaslarını öğretti, zekâtlarını topladı. Birkaç gün son*ra da Benî Hârislerin elçileriyle birlikte Peygamberimizin huzuruna çıktı.


Peygamberimiz, Mekke’nin Fethi’nden sonra Hz. Hâlid’i, Uzza putunu yıkması için de görevlendirmişti. Uzza’nın bakıcısı, Hâlid’in kararını fark edince putun üzerine bir kılıç asarak kendisi dağa çıktı. Hz. Hâlid putu yıkmak üzere geldi*ğinde yanında kapkara, çırılçıplak, saçı başı darmadağınık, elleri boynunda, dişlerini gıcırdatan bir kadın gördü. Bu, bir şeytandı. Hâlid birden ürperdi. Bu arada putun bakıcısı, kadına şöyle bağırıyordu:


“Ey Uzza, haydi! Şiddetli bir şe*kilde Hâlid’e saldır! Ey Uzza, eğer sen bugün onu öldürmezsen zelil ve perişan olacaksın!”


Hz. Hâlid’in şaşkınlığı geçmişti. “Ey Uzza! Seni tanımak yok. Tespih etmek de yok. Allah’ın seni alçaltmış olduğunu görüyorum!” diyerek saldırdı ve kadını ikiye böl*dü. Kadın kara bir kül hâline geldi. Hz. Hâlid daha sonra Uzza’nın bakı*cısını da öldür*dü ve Peygamberimizin yanına döndü. Olup bitenleri haber verdi. Bunun üzerine Re*sû*lul*lah şöyle buyurdu:


“Uzza artık ülkenizde kendisine tapılmaktan temelli olarak ümidini kesmiş*tir. Bundan sonra Araplar için Uzza yoktur. Artık ona hiç tapılmayacaktır.”


Hz. Hâlid de Allah’a hamd etti: “Ey Allah’ın Resûl’ü! Bize İslamiyet gibi yüce bir dini ikram ve ihsan eden ve bizi helak olmaktan kurtaran Allah’a hamd olsun. Ben babamın 100 deve ve koyun içerisinden en iyisini seçerek Uzza için kestiği*ni ve onun yanında üç gün kaldıktan sonra sevinçli bir hâlde yanımıza döndüğü*nü görürdüm. Babamın, üzerinde hayatını tüketmiş ve ölüp gitmiş olduğu bu görüş ve inanışına, işitmeyen, görmeyen, zarar ve fayda vermeyen bir ağaç par*çası için kurbanlar keserek aldanmış olduğuna bakıyorum da şaşıyorum!” de*di.[2]


Hâlid, Peygamberimizden gelen her şeyi mübarek telakki eder, ondan bir şeref duyar, bir iftihar vesilesi sayardı. Nitekim Re*sû*lul*lah’ın mübarek sakalından ve saçından dökülen kılları toplar, onları yanından ayırmazdı.


Yermuk Savaşı’ndaydı… Hz. Hâlid, sarığını kaybetmişti. Askerlere, sarığının aran*ma*sını ve mutlaka bulunmasını emretti. Mücahitler bir hayli aradıktan son*ra nihayet buldular. Sarık birçok yerinden yırtılmıştı. Aramaya değmezdi. Kumandanlarının böyle bir sarığı niçin ısrarla arattığını anlayamadıkları için sebe*bini sordular. Hz. Hâlid şöyle dedi:


“Re*sû*lul*lah umre yaparken mübarek başını tıraş ettirdi. Bütün sahabiler on*dan kesilen saçları daha yere düşmeden aldılar. Ben diğerlerinden daha atik davranıp onun mübarek saçlarını aldım ve bulduğunuz sarığımın içine koydum. O günden beri bu sarık başımın üzerinde olduğu için, hangi savaşa girdiysem muhakkak galip geldim.”[3]


Hz. Hâlid’in dünyada lezzet aldığı tek şey, Allah ve Resûl’ü yolunda cihat et*mekti. Cihadın, “çok sevdiği bir kadınla evlendiği geceden veya bir erkek ço*cukla müjde*len*di*gi günden daha lezzetli olduğunu” söyleyen Hz. Hâlid, başka sefer de bunu şu sözleriyle ifade ediyordu:


“Re*sû*lul*lah tarafından gönderilen bir askerî birlik içerisindeydim… Ayaz ve buzlu bir geceydi. Düşmanla karşılaşmak için sabırsızlıkla sabahı bekledim. Yeryüzünde benim için o geceden daha tatlı bir an yoktur. Kazançlı olmak isti*yorsanız cihada sarılın.”[4]


Hâlid bin Velid, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetleri zamanında da or*du kumandanlığı vazifesini devam ettirdi. İslam düşmanlarının kalbine büyük korku saldı. Çünkü girdiği bütün savaşlar büyük bir zaferle neticeleniyordu. Öyle ki, Müslümanlar arasında artık, “Hâlid’in girdiği savaştan mutlaka galip çıkarız.” gibi fikirler iyice yer etmişti. Hz. Ömer bundan rahatsız oldu. Müslü*manların gaflete düşerek neticede Allah’ın yardımını unutup bütün her şeyi Hz. Hâlid’e vermesinden korkuyordu. Bu sebeple, bir insanın yalnız başına her şeyi yapmaya muktedir olmadığını göstermek için, Hz. Hâlid’i kumandanlıktan az*lederek yerine Ebû Ubeyde bin Cerrah’ı tayin etti. Hz. Hâlid’e emir tebliğ edildi*ğinde hiç itiraz etmedi. Hz. Ebû Ubeyde’nin emrine girdi. Bir müddet önce ku*mandan olduğu orduda artık bir asker olarak savaşacaktı.[5]


Bütün ömrünü at üzerinde ve cihat meydanlarında geçiren Hz. Hâlid, vücu*dunda yaralanmayan yer kalmadığı hâlde şehitliğin nasip olmamasına çok üzülüyordu. Hicret’in 21. yılında vefat ederken bir yandan ağlıyor, bir yandan da şöyle diyordu:


“Şu kadar savaşta bulundum. Vücudumda kılıç, mızrak, ok yarası bulunma*yan bir tek karış yer yoktur. Fakat görüyorsunuz ki, develer gibi yatağımda ölü*yorum. Korkaklar dünyada rahat yüzü görmesin!”[6]


Allah ondan razı olsun!


______________________________________
[1]Tabakât, 2: 128-130; 7: 395; İnsânü’l-Uyûn, 2: 788-789.
[2]Tabakât, 1: 339; Sîre, 4: 239
[3]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 506
[4]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 333.
[5]Asr-ı Saadet, 4: 291.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 418
 
Üst Ana Sayfa Alt