Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu İlham İlim Elde Etme Yolu Değildir

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
1697140926559.png


İlham ; İlim Elde Etme Yolu Değildir,

İLHAM
Feyiz yoluyla kalbe ilka olunan mâna. Akıl yürütme ve düşünmeye dayanmadan kalbde doğan bilgi.

İlhamın çeşitli tarifleri yapılmakla beraber ortak noktaları dikkate alındığında şöyle tarif edilebilir; herhangi bir istidlal yoluna başvurmadan insanın ruhî melekeleri vasıtasıyla bir konu hakkında ilim sahibi olması.


Kur'an-ı Kerim'de Allahu Teâlâ'nın arıya vahyettiği anlatılmaktadır (Nahl, 68). Bu vahiyle kastedilen ilhamdır.


Yine Kur'an'da peygamber olmadığı bilinen şahıslara geldiği bildirilen vahiy ilham ile tefsir edilmiştir.
Allah, Musa (a.s.)'ın annesine "çocuğu emzir, başına gelecekten korktuğun zaman, onu suya bırak, korkma, üzülme biz şubhesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız" (Kasas, 7).

Bu ayet-i kerimedeki vahyin ilham olduğu kabul edilirse, ilhamın uykuda ve uyanık iken geldiği söylenebilir. Nitekim Allahu Teâlâ'nın İbrahim (a.s.)'e oğlunu kurban etmesini söylemesi uyku halindeki ilhama misaldir.
(Ramazan Efendi, Haşiye ala Şerhi'l-Akâid, s. 63).

İslâm akâidinde, ilim elde etme yolları arasında ilham kabul edilmemiştir.
Kelâm âlimlerinin çoğu bu görüştedir.

Ancak bu meseleyi Taftazanî (ö. 797/1395) şöyle yorumlamıştır:
İlham herkes için bilgi vasıtası değildir. Başkasına karşı delil olarak kullanılmaya elverişli de değildir. Kişinin kendisi için ilham delil olabilir. Çünkü ilhamla ilim hasıl olduğu konusunda şubhe yoktur. Bu hususla ilgili hadisler mevcuddur. Bir çok seleften bununla ilgili haberler nakledilmiştir.

(Taftazani, Şerhu'l-Akâid, terc. Süleyman Uludağ, sf: 121)
1649354429247.png

Gazzalî, Razî ve Âmidî gibi bazı kelâmcılar nazar ve istidlal söz konusu olmaksızın ilhamla yakînî ve kat'î bilgilerin elde edileceğini kabul ederler. Ancak ilham zannedilen şey vehim olabilir. Şeytan'ın vesvesesi olabilir. Bunun için ilhamı vehim ve vesveseden ayırabilmek için onun dine uygunluğunu âyetlerle ve hadislerle kontrol etmek gereklidir. Bu şekilde kabul edilen ilham bile dinler ve mezhebler konusundaki tartışmalarda ölçü değildir. (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I, sf: 59)

Vahiy ile ilham arasındaki farklı yanlar şunlardır:
1. Vahiy yalnızca peygamberlere gelir.
2. İlhamda melek gözükmez.
3. Kendisine ilham gelen kişi bunu gizleyebilir. Hatta gizlemesi daha güzeldir. Peygamber vahyi gizleyemez,
4. Vahiyde kesinlik vardır. Peygamber vahyin, Allah'tan geldiğini kesin olarak bilir. İlham zannîdir.

(Zurkânî, Menâhilu'l-İrfân, Kahire 1954, I, 64).
İham, Batı dünyasında mistisizm; Doğu dünyasında ve özellikle İslâm aleminde tasavvufun gerçeğe ulaşma yollarından biri ve en önemlisi olan sezgi (hads-instuition) ile eş anlamlı kullanılmıştır. Sûfiler ilham'ı bir bilgi edinme yolu olarak kabul etmiştir. (Curcânî, Ta'rifât, sf: 35 ; Şamil İslam Ansiklopedisi)


Son cümlede gördüğümüz gibi , ehli sünnet müslümanlar değil , sufiyye bunu kendine kullanarak istediğini dizme imkânı bulmuş ve böyle ilim elde edilir itikadındadırlar. Fakat üst tarafta gördüğümüz gibi İslam akaidinde buna itibar edilmez.

İlk defa Şia'nın aşırı gruplarına mensub Mugire b. Saîd el-İclî'nin "ism-i âzam" sayesinde ilâhî bilgilerin kalbe akacağını iddia etmesinden sonra Ca'fer es-Sâdık'a nisbet edilen çeşitli rivayetlerin de etkisiyle ilham, bazı Şiî fırkaların kendi imamlarına gelen kesin bilginin kaynağı olarak görülmüştür.
[Hayyât, sf: 110-111; Eş'arî, sf: 50-51]

İlk devir sûfîleri, Kur'an ve Sünnete başvurarak değerlendirmeye tâbi tutmayı gerekli gördükleri ilhamı sadece itikadî konularda dikkate alırken daha sonra yetişen sûfîlerce ilham, bütün dinî konularda kullanılan mustakil bir bilgi kaynağı haline getirilmiştir. Diğer taraftan Mûtezile kelâmcılan içinde "ashâbu'l-ilhâm" (ashâbu'l-maârif) adı verilen bir grup, aklî bilginin tefekkür sonunda ilâhî ilham yoluyla meydana geldiğini savunmuştur.
(Kâdî Abdulcebbâr, et-Muğnî, XII, sf: 96)

Bilindiği kadarıyla ilhamın dinî konularda bilgi kaynağı olamayacağını söyleyen ilk Sunnî kelâmcı Ebû Mansûr el-Mâturidî'dir.

Mâturîdî, insana ait bilginin eksikliğini öne sürerek doğrudan doğruya Allah'tan gelen ilhamı bilgiye başvurmak gerektiğini iddia eden çeşitli grupların bulunduğuna dikkat çekmiş ve görüşlerini eleştirmiştir.
[Kitâbû't-Tevhîd, s. 6]

İnsan kalbine bazı bilgilerin ilham edilmesi mümkün olmakla birlikte bunlar genel geçerliliği bulunan kesin bilgi kaynağı teşkil etmez ve dinî alanda delil olarak kullanılamaz.
Sûfiyye ile onlara tâbi olanların dışında kalan İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedir. Delilleri ise şöylece özetlenebilir:

a) Kur'an'da insanın doğru bilgiye ulaşmak için başvurması gereken kaynaklar duyular, akıl yürütme ve vahiy olmak üzere üç noktada toplanır.

Yine Kur'an'da canlı cansız bütün varlıkları gözlem altına alıp incelemeyi ve akıl yürüterek onların menşei hakkında bilgi üretmeyi emreden, daha sonra da üretilen bilgilerin vahyi teyid ettiğini açıklayan 700'den fazla âyetin mevcudiyetine karşılık ilhamî bilgilerin elde edilmesiyle ilgili açık anlamlı beyanların bulunmayışı bu yöntemin kesin bilgi kaynağı olmadığını gösterir.
(Kâdî Abdulcebbâr, el-Muğnî, XII, sf: 3 13; Zerkeşî, VI, sf: 16)

b) Peygamber'in Allah'tan ruşdunü ilham etmesini istemesi özel anlamda değil genel anlamda bir ilham niteliği taşır,

c) İlham kesin bilgi kaynağı olsaydı bu yöntemle elde edilen bilgiler arasında çelişki bulunmaz, farklı din ve mezhebler teşekkul etmezdi.
[Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, sf: 61; İbn Fûrek, vr. 10b. 6ia]

d) İlhamî bilgiler kontrolü mümkün olmayan subjektif bir nitelik taşır. Bu sebebe ilhamın bilgi kaynağı olduğunu iddia etmek kadar olamayacağını söylemek de mümkündür.
[İbn Hazm, II, 272; IV, 171; Nesefî, 1,22-23]


İlhamın dinî alanda kullanılabilecek kesin bilgi kaynağı olmadığını ve uyulması Zorunlu bir hükmün delilini teşkil edemeyeceğini savunan görüş nasların yanı sıra akıl ilkelerine daha uygun görünmektedir. İlham taraftarlarının dayandığı âyetlerde, muttaki ve sâlih kullara dinî hükümlere kaynak teşkil edebilecek bilgi verildiğine dair açık bir beyan mevcut değildir. Bu âyetlerde ilâhî emirlere uyanların Allah yolunda başarılı kılınacakları, nefislerine karşı verdikleri mucadelede yardıma mazhar olacakları ve izledikleri yolun isabetli olduğuna dair müjdelerin işaretlerini bu dünyada alacakları anlatılır.
İmâm-ı Rabbânî ile Abdulvehhâb eş-Şa'rânî ilhamın hiçbir şekilde helâl, haram, farz, vacib gibi dinî bir hükme mesnet teşkil edemeyeceğini belirtmişlerdir [Âlû-sî, XVI. 17-18]

İlhama dair hadislere gelince bunların bir kısmının uydurma olduğu tesbit edilmiştir; "Bildiğiyle amel eden kimseye Allah yeni bilgiler verir" anlamına gelen rivayet bunlardan biridir.
[Haris el-Muhâsibî, sf: 100]

Konuya dair bazı hadisler de isabetsiz şekilde yorumlanmıştır. Nitekim Ömer'in özel olarak ilâhî ilhamlara mazhar kılınmış (muhaddes) bir kimse olduğunu belirten rivayet bunlardan biridir.
İbn Kuteybe, bu hadiste geçen "muhaddes" kelimesinin "sanki kendisine önceden bildirilmiş gibi, bir şeyi söylediği zaman sezgisinde ve zannında isabet eden kimse" anlamına geldiğini belirtir.

[Ğaribu'l-hadis, 1, sf: 97-98]

Nubuvvet muessesesi sona erdiğinden sâlih kullarda ortaya çıktığı kabul edilen ilhamî bilgiyi onların başkasına tebliğ etmekle yükümlü olmadıkları dikkate alınırsa bu tür bilgilerin ferdî dinî tecrübenin ötesinde bir anlam taşımadığı anlaşılır.


Şu halde başkasına aktarılamayan, duyu verileri ve rasyonel bilgilerle de kontrol edilemeyen bu tür tecrübelerin genel geçerliliğinin bulunmaması gerekir. Ayrıca ilhamî bilgiyi öne çıkarıp bütün gayretini buna ulaşmak için harcamak, akıl ilkelerinin yanı sıra duyu verilerine dayanan bilgileri İhmal etmek gibi bir sonuç doğurur.


Gerçeğe ilhamî bilgiyle ulaşılabileceğini savunanların akıl ve duyu verilerine güvenmedikleri, hatta böyle bir çabayı terketmeyi tavsiye ettikleri bilinmektedir. Kur'an ise insanı objektif bilgi kriterleri olan duyu verilerine ve rasyonel bilgilere yöneltmektedir. Allah'ın her insana iyiliği ve kötülüğü tanımasını sağlayıcı duygular ilham ettiği ise tartışmasız kabul edilmesi gereken bir husustur.

Şeytanlar da vahiyde bulunurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Tıpkı bunlar gibi her nebiye insan ve cin şeytanlarından, düşmanlar oluşturmuşuzdur. Aldatmak için biri diğerine yaldızlı sözler vahyeder...”(En’am 112)

“...Şeytanlar dostlarına, sizinle mucadele etmelerini vahyederler. Onlara boyun eğerseniz tam muşrik olursunuz.” (En’am 121)

Konumuz açısından şu âyet de önemlidir:

Allah’ın bir insanla konuşması sadece vahiy yoluyla veya perde arkasından ya da bir elçi göndererek kendi izniyle dilediğini vahyettirmesi şeklinde olabilir.” (Şûrâ 51)


Kur’an’da arıya (Nahl 68), Musa aleyhisselamın annesine ve Meryem’e yapılan vahiylerden bahsedilir. Sahih rûya da perde arkasından yapılan vahiy yani verilen bilgidir. Bunun şifresini herkes çözemediği için tabirine ihtiyaç duyulur.

Bu tür vahiyler her insana; rûya, ilham veya başka şekillerde olabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Musa'nın annesine şunu vahyettik: "Çocuğu emzir, bir şey olacağından korktuğunda onu denize bırak ama korkma ve üzülme. Biz onu yine sana döndüreceğiz ve rasullerden biri yapacağız". (Kasas 7)

Bu tür vahiyler kesin bilgi ifade etmez. Bunu şu ayetlerden anlarız:

Musa'nın annesinin gönlü bomboş kalmıştı. İçi rahat olsun diye kalbini pekiştirmiş olmasaydık olanı biteni nerdeyse açığa vuracaktı. Ablasına, "Onu izle" demişti. O da uzaktan gözetlemişti. Onlar fark edemiyorlardı." (Kasas 8-9)

Musa’nın annesi, yapılan telkinin doğruluğunu ancak çocuk kendisine döndükten sonra anlamıştı. Bunu da şu ayetler göstermektedir:

Önceden, oradaki sütannelerini ona yasaklamıştık. Ablası dedi ki: "Sizin için onun bakımını üstlenecek bir aileyi gösterebilir miyim? Onlar ona iyi bakarlar."

Böylece onu, annesine geri verdik ki, gözü aydın olsun da üzülmesin. Bir de bilsin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir ama çokları bunu bilmezler.” (Kasas 12-13)

Bunlar, rasullere gelen bilgi çeşidinden değildir. Rasul, birinin sözünü diğerine ulaştıran kişidir. Allah’ın resulleri, Allah’ın sözlerini insanlara ulaştırırlar. Allah’ın resullerine Kur’ân’da hem rasul, hem nebi denir. Nebi denmesi, vahiy aldıkları için, rasul de o vahyi tebliği ettikleri içindir. Onların vahiy alış şekilleri farklıdır, daha vahyi alırken onun Allah’tan geldiği konusunda kesin bilgiye ulaşırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Allah bütün gaybı bilir, kendi gaybını kimseye açmaz. Dilediği elçi bunun dışındadır. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker. Bunu yapar ki o(elçi), (gelen meleklerin) Allah’ın gönderdiklerini tastamam ulaştırdıklarını bilsin, onların yanında olanı kavrasın ve her şeyi bir bir hafızasına yerleştirsin.“ (Cin 26 - 28)


Ayetteki “kendi gaybını” ifadesi, resullere bildirilenin özel gayb bilgisi olduğunu gösterir. Bu bilgiyi, ancak Allah’ın Nebileri alabilirler. Bunlar, insanlara ulaştırılmak için yapılan vahiylerdir. Vahiy ve ilhamın diğer şekillerinde böyle bir şey yoktur. Bu sebeb onlar, sadece ilgili kişiyle alakalıdır. Bir başkası için önemli değildir.

Ama hurafeciler, insanlara olan vahiy ve ilham sınırını aşarak kendilerini Allah’ın nebileri gibi göstermeye çalışır “
Nebilere olan bize de olur, biz de vahiy alırız” diyerek yoldan çıkarlar. Allah Teâlâ bunlar için şöyle buyurur:

Allah'a karşı yalan uydurandan, ya da kendine vahiy gelmediği halde vahiy aldığını söyleyenden yahut Allah'ın indirdiği gibisini ben de indireceğim" diyenden daha zalimi kim olabilir?” (En’âm 93)


Nurcuların ruh sağlığı ve pisikolojileri yerinde değildir.

Çünkü metod olarak İslami usullere , metod ve ilkelere değil aksine tamamen İslam'ın reddettiği ebced, cifir , gayb, vehim-ilham, batıni hezeyanlara dayanan mistik usullere dayanılmıştır.

Ehli sunnet islam alemi ile nurcu - sofiyyenin İslam akaidleri ve metod anlayışları farklı olduğundan , bir taraf Kur'an ve sünneti kaynak edinib bu yolda islam alimlerinin geliştirmiş olduğu usuller neticesinde meselelere yaklaşırken, diğer kesim
(sofiyye-nurcu) ise batını ve keşf ile bilgi alındığına itibar edilerek İslama aykırı bile olsa kendi alimleri öyle demişse sorgusuz sualsiz kabullenilecektir.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İSLAM’DA BİLGİ KAYNAKLARI

İslam’a Göre Bilgi


Bilgi (ilim) için birçok tanımlar yapılmakla birlikte, İslam alimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatını idrak etmek” ve “malum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.
Bu anlayışa göre, yanlış malumata ilim (bilgi) denilemez.
Ebu Cehil’e, cahillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.
Rabbim ilimce herşeyi kuşatmıştır.” (En’am, 80)
İlim ancak Allah katındadır.” (Ahkaf, 28)


Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, ilahi vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir.
İlim, Allah’dan olduğuna göre, İslam’ın tamamı ilimdir. Alim de gerçek anlamıyla müslümandır. Burada ilim, Allah’a, tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan ilahi nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile olsa cahil; bu cahillerin en meşhurlarına Ebu Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de cahiliyye denir.


Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilafet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir.

Bilgi Kaynakları


Bilgi nedir? Bilginin mahiyeti nedir? Neyi, ne kadar bilebiliyoruz? Bildiklerimizin doğruluk derecesi nedir? Bilgimizin kaynağı nedir? Nereden elde edilir? Duyularımız bize bilgi sağlayabilir mi? Aklımızın bilgi ile ilişkisi nasıldır? İnsan, gerçeği, varlığın hakikatini, gerçeklerin neler olduğunu ve ilahi meselelerin esasını hangi yollarla bilebilir? Bilginin sebepleri, kaynakları nelerdir?
Bu ve benzeri sorular insanoğlunun aklını meşgul eden ve edecek olan sorulardır.
Kimine göre gerçeğin bilgisi sadece duyu organları vasıtasıyla bilinebilir. Bu inanca sahip olanlar sadece gözlenebilen, ölçülebilen, deneye tabi tutulabilen şeylerin bilinebileceğine inanır. Bazılarına göre bilginin elde edilme yolu sadece akıldır.
Bilgi kaynağı olarak yalnızca aklı kabul edenler, aklın kavrayamadığı, idrakin alamadığı şeylerin bilinemeyeceğine inanırlar. Sadece ilham, rüya veya sezgi yolu ile bilgi edinilebileceğine inanalar ise, diğer vasıtaları bilgi kaynağı olarak kabul etmezler.
Görüldüğü gibi, herkes kendi inancına uygun olanı bilgi kaynağı kabul etmekte; diğer vasıtaları kaynak olarak kabul etmemektedir.
Bir diğer önemli nokta ise, yukarıda geçen vasıtaları bilgi kaynağı olarak görenlerin vahyi bilgi kaynağı olarak kabul etmemeleridir.
Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın gayesi, Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibadet (kulluk) yapmaktır. O’nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir.


İslam inancına göre insan, gerçeğin bilgisini üç yoldan elde eder. Yani, bilginin kaynağı üçtür. Bunlar:

1- Doğru haber : a) Vahiy b) Mutevatir haber,

2- Selim hisler dediğimiz beş duyu,

3- Akıl.

1- Doğru Haber


a) Vahiy:


Sözlük anlamı olarak vahiy; işaret etmek, gizli ve süratli bir şekilde bir şeyi bildirmek, elçi göndermek demektir.
Terim olarak vahiy; Allahü Teala’nın insanlar arasından seçmiş olduğu peygamberlerine ilahi bir yolla mesajlarını, emir ve yasaklarını bildirmesidir.
Bu tanımda geçen “ilahi bir yolla” ifadesi vahyin insan aklının kavrayışının üzerinde birşey olduğunu, peygamberler hariç insanların vahyin mahiyetini tam olarak bilemeyeceğini ifade eder.
Bizler ancak vahiy sayesinde ahireti, cenneti, cehennemi, melekleri...bilebiliriz. Çünkü bunlar gaybla ilgili konular olduğundan akılla, ya da duyularla bilinemez.


Vahy, sadece gayb alanında bilgi kaynağı değil; aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi ve yaratıcısının, her şeyi bilen Zat’ın haber verdiği her konu için kesin bilgi kaynağımızdır.
Gayb hazinelerinin anahtarları Allah’ın yanındadır. Gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarında tek bir tane, bir zerrecik, yaş ve kuru ne varsa hepsi Kitab-ı Mübin’de, Allah’ın ilmindedir.” (En’am, 59)
Yaratan (Allah) hiç bilmez mi?” (Mulk, 14)
Allah, herşeyi en iyi bilendir. (Enfal, 73)Yine vahy konusunda Şuara, 51 misal verilebilir.


Cahiliye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen cahilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı, bilim cahiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle cahilliği (cahiliyyeti) bir arada barındırma şerefini (!) kazanabilmişlerdir.

Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak faraziyelere, dayanaksız teorilere
dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar.
Mu’minler için Allahü Teala’nın kitabında ve Rasulu Ekrem’in sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir. Hatta, akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mahiyetini kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır.


b) Mutevatir Haber:


Çok sayıda güvenilir kişinin, yani yalan söylemek üzere bir araya gelmeleri mümkün olmayan bir topluluğun vermiş olduğu habere mutevatir haber denir.
Asıl bilgi kaynağımız olan Kur’an-ı Kerim, nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar tevatur yoluyla gelmiştir. Yani Kur’an mutevatirdir ve bu şekilde bizden sonraki nesle aktarılacaktır.
Haberin yaşanılan çağda önemi açıktır. Görüntülü, sözlü ve yazılı iletişim araçları her gün sayısız haberleriyle insana bilgiler ulaştırmaktadır. Fakat, bunların ne kadarına ve hangi ölçü içerisinde güvenebiliriz?
Bu haberlerin tümü, bizim bilgi kaynağımız, bilgi aracımız olabilir mi?
Eğer bu araçlar uygun kullanılırsa evet. Asıl olan, haberin olaya uygun düşmesidir. Yalan haber, yani olaya uygun düşmeyen, vakaya mutabık olmayan haber bilgi ifade etmez. Ancak sadık, doğru haber bilgi kaynağıdır.
Yani bilgi elde etmede vasıta olan bu araçların kendileri güvenilir iken, güvenilir olmamasının nedeni, doğru bir şekilde kullanılmamalarıdır. Kısacası aletler yalan söylemez; fakat insanlar yalan söyleyebilir, aletleri yalanlarına vasıta yapabilirler.
Kafirlerin, hatta fasıkların verdiği haber ve bilgiyi, araştırmadan, kesin ölçülerimizle test etmeden, bilgi kaynağı olarak kabul ve tasdik etmemiz Kur’an-ı Kerim’e ters düşer. Ey iman edenler; eğer size bir fasık bir haber getirirse, onu araştırın (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkik edin). Değilse bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat, 6)


Bilginin ilim sayılabilmesi ve bize zararlı değil; yararlı olabilmesi için kaynağına, güvenilir olup olmadığına bakmak şarttır.
Mutevatir haber, çok sayıda güvenilir kişinin verdiği doğru haber olduğu için bigi sebebidir. (Tarihe, coğrafyaya... ait bilgilerin çoğu bu türden bilgilerdir. )



Tevaturun şartları üçtür:

1) Verilen haberler sağlam duyu organlarına dayanmalı, efsane, mitoloji kabilinden olmamalı.
2) Haberi nakledenler arasında ittifak bulunmalı.
3) Akla ve kesin dini hükümlere aykırı olmamalı.


2- Selim Hisler

Bunlar; görme duyusu göz, işitme duyusu kulak, koklama duyusu burun, tatma duyusu dil, hissetme duyusu deri dediğimiz duyu organlarımızdaki algılarımızdır.
Selim olması bu organların sağlam ve sağlıklı olmalarının gerektiği içindir. Özürlü ve sakat olmamalıdır. Bu organlar vasıtasıyla herhangi bir yiyeceği tattığımızda acı, tatlı veya tuzlu olduğuna, birşeyi içtiğimizde sıcak veya soğuk olduğuna, bir cisme vurunca sert veya yumuşak olduğuna, belli bir mesafedeki cismin uzak, yakın, uzun veya kısa olduğuna karar veririz.
Duyu organlarıyla elde ettiğimiz bilgiler sınırlıdır. Çünkü, gözlerimiz ancak belirli mesafedeki cisimleri görebilirken x ışınlarını, mor ötesi ışınları, röntgen ışınlarını göremez. Kulaklarımız ancak belirli frekanslarda sesleri duyabilir, derimiz gözle görülebilen cisimleri hissederken, vucudumuzu boydan boya geçen ışınları hissedemez. Burnumuz belirli mesafeden koku alabilir, bu mesafenin dışındaki kokuları alamaz.
(Göz, 390 - 760 milimikron boyunda olan dalgaları alabilecek duyarlıktadır. (milimikron bir milimetrenin milyonda birine denir.) Bunların altında veya üstünde olan dalgaları göremez. Kulak da her tirreşimi alamaz. Ses dalgalarının frekansları binlerce Hz. olabilir. Kulağın işitebileceği frekanslar ise 20 - 2000 Hz. arasındadır. Kulak, bu rakamların altındaki veya üstündeki frekansları işitemez.)


Aynı zamanda duyu organlarımızın bizi yanılttığı, bize yanlış bilgi verdiği durumlar da vardır. Mesela, su dolu bardağın içindeki kaşığın kırık gözükmesi; sıcak sudan sonra ılık suyu, derinin olduğundan daha soğuk hissetmesi; hileli aynaların karşısında kendimizi birden fazla veya garip şekillerde görmemiz...
Duyu organlarımız, duyarlık derecesinin altında veya üstünde olan olayları algılayamaz. Duyularımız, kendi sahalarına giren ve kapasiteleri dahilinde olaylar hakkında bize bilgi verir. Modern Psikolojide açıklanan algı yanılmaları, duyularla elde edilen bilgilerin değeri konusunda tespitlerimizi kuvvetlendirmektedir.
Bu açıklamalarımızla şunu demek istiyoruz:
Selim, sağlıklı duyu organları, sağlam ölçüler ışığında bilgi kaynaklarımızdandır; ama verdikleri bilgiler bu organların kapasiteleriyle sınırlıdır. Duyu organlarımızla tesbit edemediğimiz şeyler, ilmin konusu olabilir. Çünkü duyu organlarımızın güçleri sınırlıdır. Duyu organlarımızın bizi yanılttığı durumlar da vardır. O yüzden bunlar, yanlışlığı ispatlanan konularda ve sınırsız bir şekilde veya tek başlarına bilgi kaynakları değildir. Melek, cin, şeytan gibi birtakım varlıkları duyu organlarımızla algılayamamamız, onların yokluğunu gerektirmez.

3- Akıl

Akıl, insanda bulunan manevi bir kuvvettir. İnsan bu kuvvet sayesinde eşyayı kavrar. Akıl, insanın düşünme, bilme, davranışını belirleme, denetleme ve yargılaması, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayrıt etmesi ile ilgili kabiliyetidir.
Kendisinde bu özel kuvvet olduğu için insan, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmekle sorumludur. Aklımızla elde etmiş olduğumuz bilgiler de sınırlıdır. Mesela, aklımız ölüm olayını, vahyin mahiyetini, kabirde olanları, ahireti ve ahirette olacakları, Allah’ın zatını, insanın ruhunu tümüyle kavrayamaz.

İslam’da Aklın Önemi ve Değeri


Kur’an-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü davranışlarına anlam kazandıran ve ilahi emirler karşısında sorumluluk altına girmesini sağlayan şey aklıdır. Din, akıllılara gönderilmiştir. Kur’an’da akıl kelimesi kırk dokuz yerde ve hep fiil şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde genellikle akletmenin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmaktadır.
Kur’an’a göre akıl “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir. Dinin sorumluluk yüklediği akıl, birinci anlamdaki akıldır.


Düşünmek, ibret almak, öğüt almak, hidayete ermek, cehaletten kurtulmak, kainattaki ve kendi içindeki hakikatleri anlamak, gönülden kör, sağır, dilsiz olmamak için Kur’an’da akla vurgu yapılmaktadır. Aklın önemi, özellikle Kur’an’ın manasının, İslam’daki emir ve yasakların ve bunların hikmetlerinin anlaşılması içindir. Düşünmek, doğruyu bulup ona teslim olmak içindir. Kur’an birçok ayetinde insanları düşünmeye, anlamaya, zikretmeye davet etmektedir. Tüm bu faaliyetler aklın birer fonksiyonudur.
Allah’a hakkıyla kulluk edebilmek için, Kur’an’ın ne dediğini anlamak, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini bilmek gerekir. Bu ise ancak akıl sayesinde mümkündür. Bu anlamda akıllı olmak, aklı kullanıp Kur’an’ı anlamaya çalışmak kadın - erkek her müslümanın görevlerindendir.
İnsan aklı sayesinde taklitten kurtulur. Neye, niçin inandığını kavrar. İslam dini akıl sahibi insanları muhatab alır ve onlara sorumluluk yükler. “Aklı olmayanın dini de yoktur” ifadesini bu anlamda düşünmek gerekir.
Bütün İslâm âlimleri aklı, insanın dinin emir ve yasaklarıyla sorumlu tutulmasının temel şartı olarak söylemişler, akıldan yoksun olanlara hiçbir sorumluluğun yüklenemeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. Mesela; namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetleri yerine getirebilmenin ilk şartı âkıl-bâliğ olmak, yani deli olmamak ve ergen olmaktır. Ayrıca zamanının en akıllısı olmayı (fetânet) peygamberlerin temel vasıflarından kabul etmişlerdir. İslam alimleri, imandan sonra en büyük nimet olarak gördükleri akla, dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmaya vesile olması dolayısıyla büyük değer vermişlerdir.


Aklın önemi ve değeri ile ilgili birkaç ayet meali:

“... İlimde ileri gidenler; biz ona inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır derler. Bunu ise ancak aklını isabetle kullanabilenler akledip düşünebilir.” (Al-i imran, 7)

Bu Kur’an insanlara bir tebliğdir. İnsanlar bununla uyarılsınlar, O’nun tek ilah olduğunu bilsinler ve akıllarını kullansınlar da düşünüp ibret alsınlar.” (İbrahim, 50)

“... Onları müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir, onlar akl-ı selim sahipleridir.” (Zumer, 18)

Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde ‘hayır, biz atalarımızın uyduklarına uyarız’ derler. İyi ama atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa da doğru yolu bulamamışlarsa? (yine de onların yoluna mı uyacaksınız?)” (Al-i İmran, 172)


Ve akılla ilgili birkaç vecize, güzel söz:

* Aklı olmayanın dini de yoktur.
* En akıllı insan öğüt alan insandır.
* Her nimetin bir şükrü vardır. Akıl nimetinin şükrü de düşünüp öğüt almaktır.
* İki şey var ki, asla sonuna erişilmez. İlim ve akıl
* İlim tükenmez hazine, akıl eskimez elbisedir.
* Akıl ve iman ikiz kardeştir. Allah biri olmadan diğerini kabul etmez.
* İman kalp sayesinde inanılan ve yaşanan, akıl sayesinde de düşünülen ve idrak edilen bir gerçektir.

* Bir saat (kısa bir an) tefekkür (düşünmek), bir gece nafile ibadet etmekten daha hayırlıdır.




Akletmek, Aklı Kullanmak


Akletmek gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri gerçek alimlerdir.
Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları alimlerden başkası akletmez.” (Ankebut, 43)


Aklın görevi; araştırma, düşünme ve gerçeği bulmadır. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki, sahibini hayvandan daha aşağı duruma sürükler. Akıl çalışmayınca görevini yerine getiremez ve sahibini taklid bataklığına düşürür. Taklid ise, araştırma ve düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklidi, donukluğu kınarken; araştırıcı aklı övmektedir.
İslam taklidçiliğe karşı çıkmıştır. Çünkü taklidçilik, Allah’ın insana en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak, başkalarına körü körüne uymaktır.
Allah ile birlikte başka bir ilahın olmadığını akıl bulmak zorundadır. O’nun asıl görevi bu yüce gerçeği bulmak ve ona göre yaşamaktır.Akıl Allah’ı bulmanın yanında O’na şükretmeyi de bilecektir. Aklı ile Allah’ı bulan ve O’na şükreden sıkıntıda olsa da bahtiyardır. Allah’ı bulamayan ise, bollukta olsa bile yine de bedbahttır.
Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah’ın verdiği aklı kullanmayanlar, kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve manevi pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek cahillerdir.
Onların bu konuda ilmi yok, sadece atıp tutuyorlar.” (Zuhruf, 20)


Hevâsını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?” (Casiye, 23)

Allah kalplerini mühürledi, artık bilmezler.” (Tevbe, 93)

Allah bilmeyenleri işte böyle mühürler.” (Rum, 59)

Kâfirler ve müşrikler hiç akletmeyenlerdir; kalbî duyularını bütün bütüne köreltenler, kalpleri mühürlenenlerdir.
Allah katında hayvanların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal, 22)


Sağır, dilsiz ve kördürler de, akletmezler.” (Bakara, 171)

...Bunlardan bir grup vardı, Allah’ın Kelamı’nı işitirlerdi de, onu aklettikten sonra, bile bile tahrif ederlerdi.” (Bakara, 75)

Akıllı olmayan ve aklını gereği gibi kullanamayanlar şunlardır:

* Akıl - baliğ olmayan çocuklar.
* Akıl bakımından reşid olmayan zeka özürlüler.
* Aklını yitirmiş olan deliler.
* Aklını kullanmak istemeyip körü körüne başkalarını taklit edenler.
* Liderlerine, büyüklerine aşırı güvenip, kendi yerine onların düşünmesini yeterli görenler.

* Kafir ve müşrikler.


Kur’an-ı Kerim’e Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi ve Bilgi Kaynağı Olması


1) Hiç bir şey bilmeden anne karnından çıkan insana Allah’ı hakkıyla tanıyıp şükretmesi için duyu organları verilmiştir. (Nahl, 78)
2) Allah’dan gafil olanlar, kendi iradeleriyle duyu organlarını ve kalplerini fıtratları doğrultusunda kullanmadıkları için Allah onların kulak ve kalplerini mühürlemiş ve gözlerine perde çekmiştir. ( Bakara, 7; Nahl, 108)
3) Duyu organlarını ve düşünce sistemini gereği gibi kullanıp Allah’a teslim olamayanlar, insanlıklarını kaybederler, hayvandan daha aşağı derekeye düşerler. ( A’raf, 179)
4) Duyu organları yaptıklarından (ve yapmak zorunda olup yapmadıklarından) sorumludur. ( İsra, 36)
5) Gerçek körler, kafa gözü görmeyenler değil; kalp gözlerini, basiretlerini kaybedip, tarihten ibret almayan ve geçmiştekilerin işlediği hataları tekrar edenlerdir. ( Hacc, 46). Yine aynı konuyla ilgili diğer ayetler için bkz. Enfal,21; Enbiya, 45; Yunus, 31; Secde, 9; Casiye, 23; Maide, 83; Bakara, 75; Lokman, 7; Hud; 20, 23)
6) Kur’an-ı Kerim’de ahiret hayatı ile ilgili olarak sıkça zikredilen cennet nimetleriyle cehennem azabı , özellikle duyulara hitab etmektedir. (Mesela Bakara, 25; A’raf, 50 ; İbrahim, 16-17 ; Kehf, 31 ; Hacc, 19-22 ; Yasin, 55-57)



Tamamlayıcı Bilgi: Aklın Gücü, Sınırı ve Sorumluluğu


İnsan, canlı olmasının bir sonucu olarak, zorunlu temel ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli davranışlar ortaya koyar. Bu davranışlar, vücudun maddi yönünü tatmin etmeye dönüktür. Bu ihtiyaçları giderme hususunda, insanı diğer canlılardan farklı kılan özelliği, özgür seçimidir. Özgürce seçmek için ise akıl sahibi olmak gerekir. Yani seçme, karar verme, ortaya çıkarma gibi davranışların temeli akıldır. Bu özellik insanın diğer canlılar karşısındaki ayrıcalığıdır.
Aklın nasıl kullanılacağı, gücünün ve sınırının ne olduğu, elde ettiği bilginin nasıl oluştuğu gibi sorular insan zihnini meşgul eden sorulardır.
İnsanın tabiatla, çevresiyle, kendi iç dünyasıyla kurduğu ilişki onu muhataplarını tanımaya sevkeder. İnsanın yaratılanlar ile kendi arasında kurmuş olduğu bu ilişki akli bir çabadır. Bu esnada aklını kullanarak elde ettiği değer, bilgi adını alır.
Buradaki akıl, akletme gücünü, elde edilen bilginin doğru ya da yanlış olmasını, aklın gereği gibi kullanılıp kullanılmadığını gösterir. İnsan aklı ile tabiatı anlarken, vahiy ile ilahi hakikatleri bilebilir. O halde aklın görevi; gerek tabiattaki, gerek Kur’an’daki ayetleri anlamak ve Allah’a ulaşmaktır.
İnsanın tabiatı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan bu günkü modern teknoloji, elektriğin icad edilmesi, uçak, gemi, denizaltı yapımı, tıp alanındaki ilerlemeler sonucu verem, tifo, kolera, kuduz gibi hastalıkların tadavisinin bulunması, yapılan kazılar sonucu insanlık tarihi ve dünyanın geçmişi hakkında elde edilen bulgular, yapılan uzay araştırmaları, deniz altında, volkanlarda yapılan incelemelerle gelen ve sürekli yenilenen teknoloji ile ortaya çıkan yeni gerçekler, başlı başına küçük bir kainat olan insanın kendisini tanımaya çalıştıkça ortaya çıkan sonuçlar v.s. aklın gücünü gösteren bizzat yaşayarak gördüğümüz somut örneklerdir.
Allah insanoğluna eşyanın isimlerini öğretti. İnsan tüm bu hakikatleri aklını kullanarak ortaya çıkarmaktadır. Zaten insanın melekten üstün olmasının altındaki gerçek, eşyanın isimlerini bilmesi ve zamanla bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasıdır.
Akıl, ölüm olayını, kabirde olanları, vahyin mahiyetini, melekleri, ahireti, Allah’ın zatını tam olarak kavrayamaz. Bunlar aklın idrak sahasının dışında olan gayba ait hususlardır. Aklın faaliyet alanı ise bu kainat ile sınırlıdır. Akıl gayba ait meselelerde mutlak gerçeğe ulaşamaz. Zaten Allahu Teala insana böyle bir görev ve sorumluluk da yüklememiştir. İnsan meraklı bir varlık olduğu için ölüm ve ötesi ile ilgili de yorum yapar. İster ölüm ve ötesi ile ilgili, isterse gaybla ilgili gereken tüm bilgiler vahiyle bildirilir; akla düşen şey ise vahyi tasdik edip imanın kalpte kökleşmesine katkıda bulunmaktır.
Gayb ile ilgili meselelerde yapılan akıl yürütmelerin hiçbiri kesin doğrudur denemez. Yapılan yorumların tümü zihin egzersizinden öteye geçmez.


Özetle;
1) Aklın, Kur’an’ı ve sahih sünneti sorgulayan bir konumda olmaması,
2) Aklın, Kur’an ve sünneti anlamaya çalışması ve onun hizmetinde olması,
3) Tabiatı anlamaya çalışırken, tabiata, içindeki tüm canlı varlıklara ve kendi hemcinslerine zarar vermemesi, bunların tümüyle uyum içinde olması aklın sorumluluğudur.


Akıl iki şekilde kullanılabilir. Bu kullanımlardan biri insanı dünya ve ahiret saadetine götürürken; diğeri hüsranda bırakır.
Eğer insan aklını herşeyden üstün görür, tek ölçü ve tek hakim kabul ederse, bu düşünce onu küfre, dalalete ve sapıklığa götürür. Fakat aklını usulüne göre ve Kur’an’ın ruhuna uygun bir şekilde kullanır ve bu nimetin farkına varırsa, o zaman akıl, sahibini hakikati keşfetmeye, dünya ve ahiret saadetine iletir.

İlham ve Rüya Bilgi Kaynağı mıdır?


İlham:

İnsanın kalbine bir mananın (anlamın) konmasıdır. Delilsiz olarak, yani bilgi vasıtalarımızdan birine dayanmayarak feyiz yoluyla kalbe doğan manadır. İlham ve rüya İslam’da bilgi kaynağı kabul edilmemiştir.

İlham ve rüyanın bilgi kaynağı olmamasının iki nedeni vardır:

1) İlham ve rüya bilgi kaynağı olamaz. Çünkü, insana gelen ilham, ya da gördüğü rüya, şeytandan da olabilir, melekten de. Halk deyimiyle rahmani de şeytani de olabilir. Bunu tesbit etmek için elimizde güvenilir bir ölçü yoktur.
Rahmani ilhamlar olduğu gibi; şeytani vesveseler de vardır. Bunu ayırdetmek de zannedildiği kadar kolay değildir. Ayrıca görülen rüyanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği de belli değildir. Dolayısıyla gördüğümüz rüya, bizi tümüyle bağlamayacağı gibi, diğer insanları hiç mi hiç bağlamaz.

Şöyle bir düşünelim; rüyamızda İstanbul - Ankara uçağının düştüğünü gördük. Kendimiz gitmemeye karar verdiğimiz gibi, diğer yolcuları da gitmemeleri için uyarıyoruz. İnsanlar, doğal olarak bize “sen deli misin?” diyecektir. Bu uyarımız, insanlar arasında gülünç duruma düşmemize neden olacak; ama biz uçağın düşeceğini ısrarla söyleyeceğiz.
Bu bir anlamda gaybdan haber vermek olur ki, gaybı sadece Allah bilir. İnsanlar bizden bu iddiamızı ispat etmemizi isteyecektir. Oysa bunu ispat etmenin imkanı yoktur. Çünkü uçağın düşüp düşmemesi gördüğümüz rüya ile hiç bir alakası olmayan teknik bir konudur. Uçak ya teknik bir arızadan veya pilot hatasından dolayı düşer.
Hayatını gördüğü rüyalar üzerine kurmak, insanı ruhsal bunalımlara sokar. Bunun sonucu olarak psikopat denilen hasta tipler ortaya çıkar. Bir de, toplumu oluşturan insanların bu tipler olduğunu düşünürseniz, o zaman seyreyleyin gümbürtüyü.


2) İlhamın delil olmamasının bir nedeni de, istismara açık olmasıdır. Nitekim geçmişte ve günümüzde pek çok kimse çıkarak, kendisine vahiy şeklinde ilham geldiğini, Peygamberimiz’le görüştüğünü, ondan hadis aldığını söyleme cür’etinde bulunmuştur. Bu şekilde İslam dinine birçok hurafe sokulmaya çalışılmıştır. Oysa bu dinin herhangi bir hükmünü gizleyip çıkarmak insanı dinden çıkaracağı gibi, dinden olmayan şeyleri bu dinin hükmü imiş gibi göstermek de insanı dinden çıkarır. Çünkü dinden olanı atmak da, dinden olmayanı katmak da küfürdür.
Günümüzde ortaya çıkan yalancı peygamberler, mehdiler, şeyh olduğunu söyleyip dinini bilmeyen cahil insanları kandırarak onları maddi ve manevi olarak sömüren sahtekar tipler ve sözde zikir ayinleri tertipleyip, kamera karşısında şov yapan, ne olduğu belli olmayan şarlatanlar ile gelecekten haber verme iddiasında olan medyumlar, falcılar, astrologlar bu anlayışa sahip olanların günümüzdeki yansımasıdır.
Eğer çevremizde böyle insanlar varsa, ki maalesef var, inancımızın bir gereği olarak bu insanlara itibar etmememiz gerekir. Şurası bir gerçektir ki, ilim ve aklın olmadığı yerde cehalet, cehaletin olduğu yerde de din tüccarları ortaya çıkar. ( Ahmet Kalkan, İslam Akaidi 26-36.)
 
Ç Çevrimdışı

çöl yağmuru

Üye
İslam-TR Üyesi
çok anlamlı yazılar yazıyosunuz.Allah razı olsun ama çok ağır bi anlatım.zorlanıyorum anlamaya çalışırken.biraz daha basit dilde anlatırsanız sevinirim.bilmediğim kavramlar var.Allah razı olsun tekrar
 
Alp Arslan Çevrimdışı

Alp Arslan

.
İslam-TR Üyesi
Rasulullah (s.a.v): "Sizden önceki ümmetlerde muhaddesler (yani ilhama mazhar olanlar) vardı. Eğer ümmetim de bunlardan biri varsa o da Ömer'dir." demiştir. (Buhârî, "Fezâilü ashâbı'n-nebî", 6,"Enbiyâ 3", 54; Müslim, "Fezâ'ilü's-sahâbe", 23)

İbn Teymiyye şöyle devam eder: ''Birçok hayalperest ve cahilin, 'Kalbim Rabbimden bana bunu ilham ediyor' dediği şeye gelince; kalbinin ona bir şeyler söylemiş olması doğrudur, fakat kimden? Şeytandan mı yoksa Rabbinden mi? 'Kalbim bana Rabbimden böyle ilham etti' derse, kendisine ilham edip etmediğini bilmediği birine söz isnad etmiş olur ki bu da yalandır. Bu ümmetin muhaddesi asla böyle söylemez, hiçbir zaman böyle bir şeyi ağzına almaz. Şüphesiz Allah Ömer'i, bunu söylemekten korumuştur. Bilakis, bir gün katibi 'Bu, müminlerin emiri Ömer b. Hattab'a Allah'ın gösterdiği (öğrettiği) şeydir' diye yazar. Ömer de 'Hayır, onu sil; bu Ömer b Hattab'ın gördüğü şeydir. Eğer o doğruysa Allah'tandır, yanlış ise Ömer'dendir. Allah ve Allah'ın Rasulü ondan beridir, uzaktır diye yaz' der. Ömer 'kelal' konusunda (miras hukukuyla ilgili bir kavramdır), 'Bu konuda kendi görüşümü söylüyorum; eğer doğruysa Allah'tan, şayet yanlış olursa benden ve şeytandandır.' demiştir. Rasulullah (s.a.v)'ın şehadeti ile muhaddes olanın sözü böyledir. Oysa sen ittihadinin, hululinin, şatahatlar söyleyen ibahinin, sema yapanların açıkça, ''Rabbim kalbime böyle ilham etti' dediğinin görürsün.''
Şimdi, bu iki sözü söyleyenlerin hallerine, sözlerine bak, her birinin hakkını ver ve hileli olanla halis olanı bir tutma!

(Medaricus Salikin - İbni Kayyım sy.47 48)
 
Üst Ana Sayfa Alt