Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Islam Devleti Ve Nusret Cephesi Arasindaki Akidevi Ve Menheci 12 Fark

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
fisebililkahhar_ Çevrimdışı

fisebililkahhar_

!صبرا يا نفسي معنا الله
İslam-TR Üyesi
Subhanallah, wallahi Şeyh çok güzel bir nasihat ve hüküm vermiş, ta o zaman Şeyhin dedikleri uygulansaymış bu fitneler olmazdı belkide
Allah en dogrusunu bilir

Zindabad kardeşim ellerine saglık
 
H Çevrimdışı

HAKKINPEŞİNDE

Üyeliği İptal Edildi
Banned
s.a

Yazılmış yazılar arasında baya soru var vaktim oldukça hepsini cevaplamaya çalışacağım:

DEVLETİN MEŞRUİYETİ HAKKINDA NASLARDAN VE ALİMLERDEN DELİLLER.


Lügatte devlet (دولة) deele (دال) nin mastarıdır ve bir halin dönmesi, intikal etmesi ve elden ele geçmesi manalarına gelir. Özellikle devlet lafzı harpte zaferin bir gruptan bir gruba intikal etmesi, muzaffer olması manasında kullanılmıştır. Galip gelene ve üstün olana da bundan ötürü devlet sahibi denilmiştir ve böylece devlet üstünlük ve galibiyettir denilmiştir.

Buradan intikal ederek ıstılahı manada devletin de en esasi belirtisi güç ve yönetmeye temkin sahibi olmak olmuştur. Devletin gücünü ve siyadetini (egemenliğini) imam ve ona tebaiyet ile valilikler temsil ettiği için İslam’ın ilk çağlarında siyasi nizam hilafet, emirlik, imamlık veya sultanlık gibi siyasi nizamı devlet sahibinin zatıyla teşhis eden isimlerle tabir edilirdi. Çünkü devletin hakikati devlet sahibinin siyadete temkinidir, yani güç ve şevkete sahip olmasıdır. Bu temkini ya Müslümanların ileri gelenlerin desteğini alarak elde etmiştir veya zorla elde etmiştir. Her haliyle şeriatın icrasına, topluluğun, bütünlüğünü ve maslahatlarını korumaya ve düşmanları def etmeye temkin sahibi olmalıdır. İlklerin ifadesiyle emirliğin veya sonrakilerin tabiriyle devletin tanımında aranan en esasi sıfatta budur… Temkin.

Buna şu ayetler delildir:

الَّذِينَ إِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِ

“Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde temkin verirsek (iktidar mevkiine getirirsek) namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar.” (Hac, 41)

Bu ayeti kerimede yeryüzünde dinin aslına ve teferruatına ilişkin tüm hükümlerin infazı için güç ve otoritenin, yani temkinin şart olduğuna açık işaret vardır.

وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

“Sizden iman edip salih ameller işleyenlere Allah şöyle vad buyurdu: Kasem olsun ki onlardan evvelkileri istihlaf ettiği (hâkim kıldığı) gibi kendilerini de yeryüzünde muhakkak istihlaf edecek (hâkim kılacak) ve elbette onlara kendileri için razı olduğu dinlerini için temkin (icra kudreti) verecek ve elbette onları korkularının arkasından güvene erdirecek. Hakkımda hiç bir şeyi şerik koşmayarak hep Bana ibadet edecekler. Kim de bundan sonra küfranda bulunursa artık onlar hep fasıklardır.” (Nur, 55)

Allah (subhanehu ve teâlâ) bu ayeti kerimede yeryüzünde istihlafı (egemen olmayı) tanımlarken İslam dinini icra edebilmek için temkin ile tanımlamıştır. Kendilerinde ve çevrelerinde tevhidi ikame ederek, şirki izale ederek ve İslam şiarlarını zahir kılarak güvene kavuşacaklarını vad buyurmuştur. Lakin bunun için arza galip ve egemen olmak (istihlaf) elzemdir.

Binaen aleyh devletin tanımında en esasi unsur güç ve egemenliktir.

Siyasi bir nizamın devlet olabilmesi için ulema üç rüknün varlığını aramıştır:

Bir: Raiyye.

Müslümanlardan ve zimmîlerden tekevvün eden halktır.

İki: Dar.

Raiyyenin daimi surette ikamet ettiği muayyen bir bölgedir.

Üç: Siyadet (egemenlik).

Nizamın masdarı olan Kuran ve Sünnet, devletin zatında müşahhas olduğu imam ve naspettiği vilayetlerdir.

Sonra, devletin meşruiyeti Ehl-i Sünnet ulemasının ittifakıyla şu üç yoldan birisiyle hâsıl olur:

Birinci yol: Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’ın imama beyat etmesi.

Bu maddede üç mesele var:

Birinci mesele: Ehlu’l-Halli ve’l-Akd kimdir?

Bu grup insanlar ulema arasında hepsi aynı grubu tabir eden değişik lafızlar ile isimlendirilmişleridir. Bazıları İhtiyar Ehli, bazıları İçtihat Ehli, bazıları da Görüş ve Tedbir Ehli olarak tabir etmişlerdir, lakin ekser ulema bu kişilere Ehlu’l-Halli ve’l-Akd demişlerdir. Kullanılan isimler değişik olsa da hepsi hakikatlerinde aynı olan kişileri tarif etmişlerdir: Ehlu’l-Halli ve’l-Akd insanların genel hacet ve maslahatlarında müracaat ettikleri âlimler ve topluluğun önder kişileridir. Yani bir topluluğun genel hacet ve maslahatlarında görüşlerine başvurdukları, istişare ettikleri ve tevcihler sordukları kişilerdir. Dolayısıyla Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’i belirleyen muayyen bir mevki değil, topluluğun fertlerin teveccühüdür. İşte bundan ötürü Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyat etmesiyle imamın imamlığı gerçekleşir ve halkın fertlerine seçilen imama beyat etmeleri vacip olur. Çünkü Ehlu’l-Halli ve’l-Akd halkın dini ve dünyevi işlerini tevelli ettikleri hakiki önderleridirler. Bu kişilerin desteği ve itaatiyle imam halka egemen olur.

Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’en olacak kişilerde aranan şartlar şunlardır:

Ebu’l-Hasan el-Maverdi (rahimehullah) Ehlu’l-Halli ve’l-Akd için aranan muteber üç şartı şöyle sayar:

Bir: Adalet sahibi, yani dinen müstakim olması.

İki: İmamlığın muteber şartlarına icabet edeni ve imamlığa müstahak olanı görebilecek ilim sahibi olması.

Üç: İmamlığa en uygun olanı seçmesini sağlayacak görüş ve hikmet sahibi olması.

İkinci mesele: İmam olacak şahıs hangi şartlara haiz olmalı?

Ulema Müslümanların işlerine bakacak olan genel Emire ilişkin bazı şartlar tayin etmişlerdir. Bunların bazılarında ittifak etmişlerdir ve bazılarında da ihtilaf etmişlerdir.

Bir: Müslüman olması.

İki: Mükellef olması.

Üç: Erkek olması.

Dört: Hür olması.

Beş: Adalet sahibi olması. Ebu Abdullah el-Kurtubi (rahimehullah) şöyle der: “İmamlığın bir fasık için akdedilmesinin caiz olmayışında ümmette ihtilaf yoktur.”

Altı: Müçtehit olması. Ebu İshak eş-Şatibi (rahimehullah) şöyle der: “İmamutu’l-Kubra ancak şeri ilimlerde içtihat ve fetva mertebesine nail olmuş olan için gerçekleşeceği hususunda ulema ittifakı nakletmiştir”.

Yedi: Kifayet sahibi olması. Yani raiyyenin dini ve dünyevi maslahatlarını tedbir edebilmesi için siyaset ve görüş sahibi olması, düşmana karşı cesaretli, had cezaların infazında tavizsiz ve mazlumun hakkını sormakta korkusuz olması ve imamlığını doğru icra etmekte mani olacak körlük, sağırlık veya dilsizlik gibi bedensel kusur sahibi olmaması.

Sekiz: Kureyşli olması. Bu şart nassla sabittir. Mesela İmam Ahmed (rahimehullah)’ın Enes radıyallahu anhu yoluyla tahriç ettiği mütevatir hadiste Rasulallah sallallahu aleyhi vesellem “İmamlar Kureyştendir” buyuruyor. Ve Ehl-i Sünnetin icmasıyla sabittir. Ebu Zekeriya en-Nevevi (rahimehullah) şöyle der: “Hadisler hilafetin Kureyşe mahsus olduğuna açık delildir. Kureyş haricinde akdedilmesi caiz değildir. Bu hususta sahabe, tabiin ve onlardan sonrakiler arasında icma vardır.” Bu mevzuda muhalefet sadece Haricilerden, Mutezilenin ekserinden ve bazı murcielerden gelmiştir.

Üçüncü mesele: Beyat Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’tan kaçıyla sahih olur?

Bu mevzuda bazı meseleler var:

Birincisi: İmamlık adayı olanın imamlığı sahih olması için Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyat etmesi kâfidir, topyekûn halkın değil. Bu beyata ulema “Beyatu’l-İnikat” demiştir. Bu beyatla imamlık adayı sahih ve meşru imam olmuştur. Ve bundan ötürü halkın her ferdine imama beyat etmesi vacip olur. Bu beyata da ulema “Beyatu’l-Amme” demiştir. Dolayısıyla halkın beyatı (Beyatu’l-Amme) Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyatına (Beyatu’l-İnikat) tabidir.

İkincisi: Beyatu’l-İnikat için Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’ın kaçı gerekir mevzusunda ulema arasında ihtilaf vardır. Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in icmasını şart koşanlardan sadece aralarından birisinin beyat etmesini kâfi görene kadar tüm görüşler mevcuttur. Kadı Ebu Yala ve İmam ibni Teymiyye rahimehumallah’ın tercihlerine göre Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in cumhuru beyat etmesi gerekir. Lakin racih olan -Allahu Alem- güç ve temkinin hasıl olacağı kadar sayıda birilerin beyat etmesi kafi olmasıdır. Bu vaziyete göre bir kişi de olabilir, azınlık ta olabilir veya cumhur da olabilir. Önemli olan beyat edenlerin sayısıyla temkin ve şevketin hâsıl olmasıdır. İmam ibni Teymiyye (rahimehullah) şöyle der: “Bazıları imamlığın tek kişinin beyat etmesiyle gerçekleşeceğini söylerler. Bu Sünnet imamların sözlerinden değildir. Bilakis onlara göre imamlık şevket ehlinin onaylamasıyla gerçekleşir. Şevket ehli imamlık adayı kişiyi imamlığı hususunda onaylamadan evvel imam olamaz. Zira onların itaate girmeleriyle imamlığın gayesi hâsıl olur. Çünkü muhakkak ki imamlığın gayesi ancak kudret ve hâkimiyet ile hâsıl olur. Bunun için kişiye kendisiyle kudret ve hâkimiyetin hâsıl olduğu bir beyat ile beyat edilirse imam olur.” Genelde şevket cumhurun itaati ve desteği ile hâsıl olur -bu doğrudur, lakin imalığın geçerliliği için cumhurun beyatı şart olduğunu gösteren bir delil yoktur. Ayrıca şevketin azınlıkta, hatta tek kişide olduğu bazı beldelerin varlığı hem geçmişte hem de hazırda daima görülmüştür.

İkinci yol: Hazır imamın halefini ahdetmesi veya Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’a belirlediği adaylardan birisini tayin etmelerini ahdetmesi.

Bu yol ile imamlığın naspedilmesi Ehl-i Sünnet ulemasının ittifakıyla kabul edilmiştir. Ebu’l-Hasan el-Maverdi (rahimehullah) şöyle der: “İmamlığın öncekinin ahdetmesiyle geçerliliğine gelince, bunun cevazı yönünde icma var olmuştur ve ittifak ile sahihtir.” Hatta Ebu Muhammed ibnu Hazm (rahimehullah)’a göre bu yol imamı belirleme yolları içinde en iyi olandır. Nitekim bu ümmetin en hayırlıları da bu yolu tercih etmişlerdir. Ebu Bekir es-Sıddik radıyallahu anhu halefi olarak Ömer el-Faruk radıyallahu anhuyu ahdetmiştir ve Ömer radıyallahu anhu belirlediği altı kişinin arasından birini seçmelerini ahdetmiştir. Hatta insanlığın en hayırlısı sallallahu aleyhi ve alihi vesellem bu yolu izlemiştir ve kendisinden sonra ümmetin başına halifesi İmam Ebu Bekir es-Sıddik radıyallahu anhu’yu tayin etmiştir.

Elbette halef olarak tayin edilen kişi imamlık şartlarına haiz olması şarttır. Ayrıca racih görüşe göre Hal ve Akd Ehlinin de onayı ve beyatına muhtaçtır.

Üçüncü yol: İmamın güç kullanarak galip gelmesi.

Ehl-i Sünnet uleması silah gücüyle üstün gelen ve şeriatı icra ederek siyasi istikrarı sağlayan imamın imamlığını sahih ve kendisine itaati vacip görmüştür. İmam eş-Şafii (rahimehullah) şöyle der: “Her kim kılıçla hilafeti ele geçirir, halife olarak adlandırılır ve insanlar da altında toplanırsa o halifedir.” Ve İmam Ahmed (rahimehullah) şöyle der: “Kim kılıçla galip gelerek halife olursa ve Emiru’l-Muminin ismini alırsa Allah’a ve ahiret gününe iman etmiş hiç kimseye onu imam kabul etmeyerek gecelemesi helal değildir. İster iyi ister kötü olsun.” Ve Hafız ibnu Hacer el-Askalani (rahimehullah) şöyle der: “Zorla üstün gelmiş olan sultana itaatin vacip oluşunda, onunla beraber cihad etmenin ve ona itaat etmenin ona karşı çıkmaktan daha hayırlı olduğu hususunda fukeha icma etmiştir. Nitekim böyle davranmakla kanın akması engellenmiş ve halkın huzuru korunmuş olur.”

Muhakkak bu yol imamlığın belirlenmesinde asıl olan yol değildir. Ancak ilk iki yol ile imamın tayini mümkün değilse ve bir lider silah zoruyla şeriatın infazı, halkın maslahatlarını koruyabilmek ve onlardan zararları def edebilmek için siyasi ve askeri kudreti ve temkini oluşturursa zaruretten kabul edilir. Zira imamlığın maksudu olan temkin hakkında hâsıl olmuştur. Bu özellikle fitne zamanları ve ümmetin imamdan yoksun olduğu zamanlar için geçerlidir. Misal imamın vefatı veya herhangi bir sebepten ötürü imamlıktan ayrılması akabinde imamlık iddiasında bulunan taraflar arasında fitne çıktığında fitneyi söndürebilecek, toplumun birliğini sağlayacak ve dini ikame edecek biri taraflara galip gelir ve imamlığını ilan ederse muhakkak sahih olur ve herkesin itaati vacip olur. Ebu Zekeriya en-Nevevi (rahimehullah) şöyle der: “İmam ölür ve imamlık şartlarını karşılayan birisi istihlaf edilmeden (yani imamın halefini ahdetmesi) ve beyat verilmeden (yani Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyat vermesi) imamlığa kalkışır ve insanları gücü ve ordusuyla itaate zorlarsa Müslümanların bütünlüğü sağlanması için hilafeti geçerli olur.”

Veyahut zamanımızda olduğu gibi imamın aslen olmadığı ve Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’i teşkil eden âlim ve emirler ihtilaflar içinde olduğu ve bir imamda bir türlü ittifak edemedikleri bir vakıada ümmetin dini ve dünyevi maslahatlarını korumak, Tevhidi ve şeriatı kaim kılmak için imamlığa ehil birisi ortaya çıkar ve Müslümanlara zorla üstün gelirse elbette imamlığı sahih olur ve herkesin itaati vacip olur. Hatta böyle bir vakıada imamlık şartlarına haiz ve kudret ve temkin ehli olan birisine zorla da olsa imamlığı tevelli etmesi vacip olur. Zira Müslümanların en önemli maslahatları ümmetin vahdetine ve şevketine bağlıdır. Ümmetin maslahatlarını kudret ile beraber tehir etmek ise elbette caiz değildir. Buna bir de bütün İslam beldelerin kâfirler ve murted uşakları tarafından işgal altında olduğunu eklediğimizde, Müslümanları zilletten çıkarmak ve din ve din ehlini aziz kılmak için cihad eden, dinde istikametini ispat etmiş ve ümmetin önderleri tarafından tezkiye edilmiş imamlığa ehil olan birisi zorla da olsa siyadetini ilan ederse elbette müslümanın icabeti kesin ve itaati tam olması gerekir.

Hulasa olarak zorla imamlığa gelen için ulema imamlığının sıhhati için iki şart aradığını söylemek mümkündür:

Birincisi: İmamlık şartlarına haiz olmasıdır.

İkincisi: Fitnenin engellenmesi, Müslümanların vahdetini sağlamak veya dinin ikamesi gibi bir maslahatın varlığıdır.

Ebu Hamid el-Ğazzali (rahimehullah) şöyle der: “Hilafete kalkışan kişide ilim ve takva yönünden kusur bulunursa ve azledilmesi halinde karşı koyulmayacak bir fitnenin çıkmasından korkulursa onun imametinin geçerliliğine hükmederiz. Zira böyle bir durumda ya imam değişimi sebebiyle bir fitne kızıştırırız ve zikrettiğimiz şartların eksikliği sebebiyle Müslümanları meydana gelecek zarardan daha büyük bir zarara sokmuş oluruz. Nitekim şartları ispat etmenin gayesi maslahatın korunmasıdır. Binaenaleyh fazilet uğruna asıl maslahat yıkılmaz. Bu bir saray inşa etmek için şehri yıkmaya benzer. Veyahut ülkenin halifesiz olduğuna ve hükümlerin geçersiz olduğuna hükmederiz ki bu muhaldir. Zira biz bağilerin kendi ülkelerinde verdikleri hükümlerin geçerliliğine hükmediyoruz. Çünkü buna ihtiyaçları vardır. Şu halde zaruret ve ihtiyaç vaki olduğunda nasıl olur da imametin sıhhatine hükmetmeyiz?”

Evet! Değiştirildiği takdirde muhtemel fitnenin engellenmesi için aranan şartlara haiz olmayan imamın imamlığı dahi geçerli olursa, imamın aslen bulunmadığı ve Müslümanların param parça oldukları ve kâfirlerin işgali altında oldukları bir zamanda şartlara haiz olan ve Müslümanları birleştiren ve kâfirlere karşı cihad eden ve şeriatı en üstün kılan imamın imamlığı daha evlasıyla sahih olur. Bu durumda şeriatın ikamesini gaye edinmiş ve bunun için hareket eden her Müslüman’ın tek cevabı imamın itaatine girmesi ve onu desteklemesi olabilir. Allah-u Alem.
 
H Çevrimdışı

HAKKINPEŞİNDE

Üyeliği İptal Edildi
Banned
25 DELİLDE HİLAFETİN GEREKLİLİĞİ

Halife Tayini İçin Müslümanlara Tanınan Süre iki gece ve üç gündüzdür.

Halife tayini için Müslümanlara tanınan süre, iki gece ve üç gündüzdür. Herhangi bir Müslüman boynunda bey’at sorumluluğu bulunmaksızın iki gece geçirmesi helal olmaz. Bunun azami olarak iki gece ile sınırlandırılmasının sebebi, Halife tayin etmenin bir önceki Halife’nin vefat etmesi veya azledilmesinden itibaren farz oluşudur. Ancak Halife nasbetmek için uğraşmakla birlikte Halife tayininin iki gece ve üç gündüz ertelenmesi caizdir. Eğer iki gece geçmekle birlikte Halife tayin etmeyecek olurlarsa, duruma bakılır. Şayet Müslümanlar Halife’yi belirleme işiyle uğraşmalarına rağmen önleme güçleri olmayan bir takım sebepler dolayısıyla iki gece içerisinde Halife seçimini gerçekleştiremeyecek olurlarsa günahtan kurtulurlar. Çünkü farzı yerine getirmekle meşguldürler ve önleme güçleri olmayan sebepler dolayısıyla böyle bir geciktirmeye zorlanmışlardır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: "Hata, unutmak ve zorlandıkları şeylerden dolayı Allah ümmetimden günahı kaldırılmıştır.”[1]

Eğer bu işle uğraşmıyor iseler Halife nasbedilinceye kadar hep birlikte günahkârdırlar. Ancak Halife tayin ettikleri vakit, bu farzın sorumluluğu üzerlerinden kalkar. Halife tayin etmeyip oturmak suretiyle işledikleri günaha gelince, bu günah üzerlerinden düşmez ve boyunlarında kalır. Bir Müslümanın herhangi bir farzı yerine getirmemesi nedeniyle işlediği bir günahtan dolayı hesaba çekilmesi gibi Allah bundan dolayı onları hesaba çeker.

Halife nasbetme farzını yerine getirmek üzere Müslümanlara tanınan sürenin iki gece ve üç gündüz oluşunun delili şudur: Ashab-ı Kiram, Peygamber'in vefat ettiği haberini aldıkları andan itibaren ona Halife tayin etme hususunu araştırmak üzere Sakife'de toplandılar. Sakife'de tartışmalarını devam ettirdiler. İkinci gün beyat etmek üzere halkı mescitte topladılar. Bu olay, iki gece ve üç gündüz boyunca devam etmiştir. Aynı şekilde Ömer'in aldığı yaradan dolayı öleceği anlaşılınca şura halkına Halife seçme görevini verdi ve onlar için üç günlük bir süre belirledi. Daha sonra da, üç günlük süre içerisinde Halife ittifakla belirlenmeyecek olur ise üç günden sonra buyruğuna muhalefet edenlerin öldürülmesini emretti. Bunu uygulamak, yani muhalif olanı öldürmek için de Müslümanlardan elli kişiyi görevlendirdi. Seçilen kişilerin şura ehlinden ve Ashab-ı Kiramın büyüklerinden olmasına rağmen böyle bir emir vermişti. Ashab-ı Kiramın gözleri önünde böyle bir emri vermesine ve onlar tarafından da işitilmesine rağmen bu hususta Ömer'e muhalefette bulunan ve böyle bir şeyi reddeden bir kimsenin olduğuna dair bir nakil de yoktur. Bu nedenle Müslümanların iki gece ve üç gündüzden daha fazla bir süre Halife’siz kalmalarının caiz olmadığı sahabenin icmaı ile sabittir. Sahabenin icmaı ise Kitap ve Sünnet gibi, şer’î delildir.

MÜSLÜMANLARIN BAŞLARINA BİR HALİFE SEÇMELERİNİN KURAN VE SÜNNETTEN DELİLLERİNE GELİNCE:

KURANDAN DELİLLER:

Bu konuda kuranı kerimde delalet açısından farklı onlarca delil olmasına rağmen biz burada; akıllı bir kişiye yetecek miktarda birkaç delil zikretmekle yetineceğiz:


BİRİNCİ DELİL

“O halde, Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet, Allah'ın sana indirdiği Kuran'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, heveslerine uyma; eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar.” (Maide, 49)

İKİNCİ DELİL:

“Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet; gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma!” (Maide, 48)

Bu iki ayette peygambere (s.a.v) bir hitap vardır. o halde usulcüler ittifak ettiği gibi; Hitabın peygambere has olduğunu gösteren bir delil olmadığı müddetçe Peygambere hitaplar bütün ümmete hitaptır. Bütün ümmet bu hükümlerle aynı şekilde sorumludur.

ÜÇÜNCÜ DELİL:

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere ve sizden olan yöneticilere itaat edin…” (Nisa, 59)

Allahu Teâla olmayan bir şeye itaatı emretmeyeceğine göre bu ayet veliyy'ul-emr'in var olmasının farziyetine delalet eder. Veliyy'ul-emrin varlığı da şer'i hükümlerin tatbikini gerekli kılar, yokluğu ise şer'i hükümlerin yürürlükten kalkması anlamına gelir. Bu ise caiz değildir.

Sonuç olarak veliyy'ul-emrin bulunması farzdır. Veliyy'ul-emrin bulunmaması ya da bulunması için çalışılmaması, şer'i hükümlerin hayattan uzaklaştırılması gibi bir haramın gerçekleşmesine sebep olur.

İşte tüm bunlar müslümanların kendilerine bir idare ve sulta kurmalarının üzerlerine farz olduğuna dair açık ve net delillerdir. Yine söz konusu deliller idarenin başında bulunacak ve ümmetin işlerini yürütecek bir Halife’yi seçmenin müslümanlara farz olduğunu çok açık ve net bir şekilde göstermektedir. Burada kastedilen sulta, soyut bir sulta ve idare olmayıp, şeriatı uygulamaya yönelik bir otoritedir.

DÖRDÜNCÜ DELİL

“Andolsun ki biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı (adalet) ölçü(sü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Bir de kendisinde şiddetli bir kuvvet ve insanlara birçok faydalar bulunan demiri indirdik ki, Allah kimin (ondan istifade ederek) ğaybda (görmediği halde) Allah’a ve Rasulüne yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın) şüphesiz ki Allah büyük kuvvet sahibidir ve yegâne galiptir.” (Hadid,25)

BEŞİNCİ DELİL

“Hayır! Rabbine And olsun ki; onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda, seni hakem tayin edip sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, gerçekten iman etmiş olmazlar. (Nisa, 65)

ALTINCI DELİL

“Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab'ı hak ile indirdik.” (Nisa, 105)

YEDİNCİ DELİL

“Her kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir ... zalimlerin ta kendileridir... fasıkların ta kendileridir.” (Maide 44-47)

Kur’an’ın bu ayetleri ve diğer birçok ayet; Allah’ın indirdikleriyle yönetimin farziyeti konusundaki şüphelere, apaçık delillerdir. İlk ayet özellikle, doğrudan müslümanlara; aramızda hükmedilmesi için sadece Allah’ın indirdiklerini esas almamamız halinde, gerçek bir İmana sahip olamayacağımızı bildirmektedir. Bu, Allah’ın hükümleriyle hükmeden bir yönetim sistemini kurmanın, tüm müslümanlar üzerinde farz olduğuna ilişkin önemli bir işarettir.

SEKİZİNCİ DELİL

"Sana biat edenler var ya; muhakkak ki onlar Allah'a biat ediyorlar. Allah'ın eli onların elleri üzerindedir." (Fetih 10)

HADİS DELİLLERİ:

BİRİNCİ DELİL:

"Kim Allah'a itaatten elini çekerse, Kıyamet gününde lehine hiçbir delil bulunmaksızın Allahu Teâlâ’yla karşılaşacaktır. Kim de boynunda Halife’ye biat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölür." (Müslim K. İmara H. No: 1851)

Hadiste görüldüğü gibi ilk önce itaat etmenin öneminden bahsedilir. İslam dininde itaat halifeye yapılır zira halife yok ise itaatte yok demektir. Yani vacip olan itaatin yerine getirilmesi halifenin varlığına bağlıdır. Halife yok ise itaatte olmaz. Böyle olunca kul günahkâr olur. Bu nedenle islam uleması halifenin gerekliliğinden bahsederler.

“Kim de boynunda Halife’ye biat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölür." Yani her kimin boynunda halifeye beyat yok ise aynı cahiliye dönemindeki insanlar gibi, bir kimseye beyat etmeden ölmüş demektir. Bu kimse ise günahkâr olur. Zira dinimiz ger zaman bir itaatten bahseder ki, her kim Allah’a itaat ederse, Resulüne (s.a.v) itaat eder, müminlerin başında bulunan halifeye itaat ederse kurtulmuş demektir.

İKİNCİ DELİL:

"El A'rac'tan o da Ebu Hüreyre'den rivayetle Nebi (s.a.v) dedi ki: "Muhakkak ki imam (Halife) kalkandır. Onunla savaşılır ve korunulur." (Müslim K. İmara Bab 9 H. No: 1841)

Hadis, halifenin gerekliliğine açık bir şekilde vurgu yapar. Halifenin bir kalkan olduğu zikredilir. Kalkansız bir savaşçı nasıl korumasız ise aynı şekilde halifesiz islam ümmeti de öylece korumasızdır. Korunamayan bir ümmet ise yok olmaya mahkûm olur. Bunun manası ise islam’ın yok olması demektir.

“Onunla savaşılır” Yani savaş için bir önder, bir lider gerekir ki islam dininde buna halife denir. Halifesiz bir ümmet başsız bir ümmettir. Başsız olan ümmet ise yok olur. Halife aynı bir baş mesabesindedir. Başsız bir vücut nasıl yaşayamaz ise aynı şekilde başsız, halifesiz bir ümmette yaşayamaz.

“Halife ile korunulur” Yani halifesiz Müslümanlar kâfirlerden korunamazlar. Zira halife güç demektir. Müminlerin etrafında birleşmesi gereken güç demektir. Müminler halifenin etrafında birleşip güç olurlar. Müminleri toplayan bir araya getiren ve etrafında savaşılan demektir.

ÜÇÜNCÜ DELİL:

"İsrail oğulları Nebiler tarafından siyaset (idare) ediliyordu. Bir Nebi öldüğünde onu başka bir Nebi takip ediyordu. Artık benden sonra Nebi yoktur. Fakat birçok Halife olacaktır." Oradakiler dediler ki; Bu durumda bize ne yapmamızı emredersin? Dedi ki: "İlk biat edilene vefakâr olunuz onlara karşı olan vazifelerinizi yerine getiriniz. Muhakkak ki Allah size karşı olan vazifelerini yapıp yapmadıklarını onlara soracaktır." (Müslim K. İmara Bab 10 H. No: 1842)

Rasulullah (s.a.v)'in adı geçen hadislerinde; müslümanları yönetecek kişilerin Halifeler olacakları bildirilmiştir. Bu demektir ki, bu haber bir Halife’nin tayin edilmesini gerektiren taleptir. Ayrıca bu hadisler müslümanların otoritenin emrinden dışarı çıkmalarını haram kıldığı gibi; kendileri için bir yönetim sistemi (Hilâfet'i) kurmalarını, Halifelere itaatı ve Hilâfetleri hakkında onlarla çekişenlerle savaşmayı da farz kılmıştır.

İslam dini, halifesiz düşünülemez. Zira halife baş demektir. Halife sayesinde Allahın had ve hudutları uygulanır. Çünkü halife güç demektir. Güç olduğu yerde Allahın hükümlerinin, kanunlarının tatbik edilmesi söz konusu olur. Halifenin olmadığı yerde ise güç yok demektir. Gücün olmadığı yerde ise had ve hudutların tatbiki uygulanamaz. O halde güç oluştuğu zaman halifenin ikamesi şart olur. Zira birçok hükmün uygulanması buna bağlıdır. Halife yok ise birçok hüküm uygulanmaz. Bu ise müminler için bir günah kaynağı demektir.

DÖRDÜNCÜ DELİL:

İbni Abbas'tan rivayetle Rasul (s.a.v) buyurdu ki:

"Kim emirinden (idarecisinden) hoşuna gitmeyen bir şey görürse sabretsin. Çünkü insanlardan kim olursa olsun sultadan (Halife’nin otoritesinden) bir karış uzaklaşırsa o kişi ancak cahiliye ölümü ile ölür." (Müslim K. İmara H. No 1849/47)

Görüldüğü gibi hadiste; Halifenin yaptıklarından hoşnut olmayan, hoşuna gitmeyen şeyler dahi görse yinede itaat edilmesi gerektiğinden bahsediyor ve bu konuda sabredilmesi emrediliyor. Daha sonra hadiste halifenin yokluğundan bile bahsedilmiyor direkt halifeden uzaklaşmaktan sakındırılıyor. Yani müslümanların halifesiz olması asla düşünülemez.

BEŞİNCİ DELİL:

Müslim'den rivayetle Nebi (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Kim bir imama biat edip elini sıkar ve kalbinin meyvesini verirse (rıza gösterirse) gücünün yettiği kadar itaat etsin. Eğer (iktidarı ele geçirmek için) onunla çekişecek bir kişi ortaya çıkarsa bu kişinin boynunu vurun." (Müslim K. İmara Bab 10 H. N: 1844)

Halife’ye itaatle ilgili emir Hilâfet’in kurulması için bir emir demektir. Ayrıca Halife ile çekişen kimse ile savaşmaya dair emir; tek bir Halife’nin bulunmasındaki devamlılığa kesin bir işarettir.

ALTINCI DELİL

Ubade b. Samit radıyallahu anh diyor ki:

"Rasûlullah bizi çağırdı, biz de kendisine biat ettik. Bizden söz aldığı şeyler arasında, sevinçte ve tasada, darlıkta ve bollukta kendisini dinleyip itaat etmemiz, kendisini şahsımıza tercih etmemiz ve işin ehline karşı çıkmamamız vardı. 'Ancak açık bir küfür görmeniz ve buna dair elinizde Allah'tan bir delil bulunması müstesna' dedi." (Muttefekun Aleyh)

YEDİNCİ DELİL

Ahmed bin Hanbel ve İbn Ebi Asım, Peygamber (s.a.v.)’in şöyle dediğini rivayet ettiler: “Her kim kendi yaşadığı dönemde bir İmam olmaksızın ölürse, cahiliyye ölümü ile ölmüş olur.”

Böylece Peygamber (s.a.v.) tüm müslümanları bir İmam’a bağlanmasını, ona biat etmesini veya boynuna biat halkasının bulunmasını zorunlu kıldı. Biat akdi Halife’den başkasıyla yapılmaz. Hadislerden öğrendiğimize göre; Halife (Emir’ul Mü’minin veya İmam da denir) müslümanların işlerini yönetendir. O nedenle bu; Hilafet’in kurulması ve bir Halife’nin seçilmesine yönelik bir emirdir.

SEKİZİNCİ DELİL

"İşiniz (yönetimle ilgili işleriniz) bir adam (Halife) üzerinde karar kılınmışken birisi gelip sizin birliğinizi parçalamak ve cemaatinizi bölmek isterse onu öldürün." (Müslim Kitabu'l İmara Bab 14 C. 2 S. 1480 H. No 1852/60)

DOKUZUNCU DELİL

Bişr İbni Ubeydullah El Hadrami, Ebu İdris El Hulani'nin Huzeyfe İbn El Yeman'dan şu hadisi işittiğini rivayet etmişti: "İnsanlar Rasulullah (s.a.v)'e hayır hakkında soruyorlardı. Fakat ben, bana dokunmasından korkarak şer hakkında soruyordum. Dedim ki; "Ya Rasulullah biz cahiliye ve şer içindeydik, Allah'u Teâla bize bu hayrı getirdi. Peki bu hayırdan sonra şer var mı?" Dedi ki; "Evet, fakat içinde karışıklık ve şer var". Dedim ki; "O karışıklık nedir?" Dedi ki; "Bir takım insanlar benim gösterdiğim yolun (hidayetin) dışında benim sünnetimin tersine ümmeti idare edecekler. Onları bileceksiniz ve onları kabul etmeyeceksiniz." Dedim ki; Bu hayırdan sonra şer var mı?" Dedi ki; "Evet. Cehennemin kapılarında davetçiler olacaktır. Kim onlara uyarsa onu cehenneme atacaktır" Dedim ki; "Ya Rasulullah, bize onları tarif et? Dedi ki; Onlar bizim milletimizden (dinimizden) insanlardır. Bizim aziz duygularımızla seslenerek) bizim dilimizle konuşurlar" Dedim ki; "Bunların zamanı bana yetişirse bana ne emredersiniz?" Dedi ki; "Müslümanların cemaatından ve Halifesinden ayrılmazsın"Dedim ki; "Eğer müslümanların cemaatı ve Halifesi yoksa" Dedi ki; "O zaman bütün cehenneme davet edenlerden uzak dur. Velev ki bir ağacın köklerini ısırıp kalsan da ölüm sana gelinceye kadar o durum üzere kal." (Buhari Fiten-12, Tecrid C. 9 S. 297 H. No: 1471)

Bu hadis, Rasulullah (s.a.v)'in, müslümanların cemaatına ve Halifesine bağlanmayı müslümanlara emrettiğini ve cehennem davetçilerinden de uzak durmayı emrettiğini açık şekilde göstermektedir. Soru soran, Rasul (s.a.v)'e müslümanlar için bir Halife ya da cemaat olmazsa cehennem davetçilerine karşı ne yapılması gerektiğini sorduğunda; Rasul (s.a.v) ona bu gruplardan uzak durmayı emretti, uzlete çekilip müslümanlardan uzak durmayı ya da Halife’nin ikamesinden geri kalıp vazgeçmeyi değil.

Rasul (s.a.v) soru sorana: "O grupların hepsinden uzak kal" diye açık ve net olarak emretti. Hatta ona bir ağacın köklerini dişleri ile ısırıp kalsa dahi, cehenneme çağıran o grupları terk edecek ve ölüm kendisine ulaşıncaya kadar bu durumunu muhafaza edecektir. Hadis, böylesi bir ortamda yaşayan kimsenin dinine sımsıkı sarılmasını ve cehenneme davet edenlerden uzak durması gerektiği anlamını vurgulamaktadır.

Bu hadiste, Hilâfet’in kurulması için çalışmayı terk etmeye dair hiçbir mazeret ve ruhsat yoktur. Hadis, kişinin dininin selameti için ağacın köklerini yese dahi Cehenneme davet edenlerden uzak kalmasını emretmektedir. Kim ki bu hadisi delil gösterip Hilâfet’in kurulması için çalışmazsa bu farzın günahı üzerinde kalır. Müslümana, müslümanların cemaatından uzak kalması ya da dinin hükümlerini uygulamaktan ve Hilâfeti kurmaktan uzak durması emr olunmamıştır.

ONUNCU DELİL

"Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler" (Buhârî, Ahkâm, 4)

ONBİRİNCİ DELİL

"Size burnu kesik Habeşli bir köle bile hükümdar olsa dinleyin ve itaat edin!.. " buyurmuştur. (Buhârî, Ahkâm, 4)

ON İKİNCİ DELİL

"Her kim ûlû'l-emr'e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiç bir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Her kim de (Ulû'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, el-İmâre, 58,1851)

ON ÜÇÜNCÜ DELİL

Müslim'in Avf b.Malik El Eşcai'den rivayet ettiği Rasulullah (s.a.v)'in şu sözü de bu konuda bize fikir vermektedir:

"Sizin hayırlı imamlarınız şunlardır: Siz onları seversiniz onlar da sizi severler. Siz onlar için dua edersiniz, onlar da sizin için dua ederler . Şerli imamlarınız ise sizden nefret ederler siz de onlardan nefret edersiniz, siz onlara lanet edersiniz onlar da size lanet ederler." Denildi ki; "Ya Rasulullah onlara kılıçla karşı çıkmayalım mı? Dedi ki: "İçinizde namazı ikame ettikleri sürece hayır." (Müslim K. İmara Bab 17 H. No: 1855)

Bu hadis açık bir şekilde imamların hayırlılarını ve şerlilerini bildirdiği gibi, dini uyguladıkları sürece onlara kılıçla karşı koymanın haramlılığına da delalet etmektedir. Hadisteki namazı ikame etmek dolaylı bir anlatımdır ve dini hükümleri tümü ile tatbik etmek anlamına gelmektedir. Buraya kadar verilen delillerle İslâmın hükümlerini uygulamak ve İslâm davetini yüklenmek için bir Halife’nin bulunmasının bütün müslümanlara farz oluşu sahih şer'i nasslarla sabit olmuştur.

Bir Halife’nin seçilmesinin müslümanlar üzerine farziyeti başka açılardan da bir gerekliliktir. Allahu Teâla, İslâmın hükümlerinin uygulanması için bir idari yapı kurulmasını ve müslümanların her türlü varlıklarının korunmasını müslümanlara farz kılmıştır. Bu farzı uygulamanın şartı ise bir Halife’nin bulunmasıdır. Ancak bu farz bir farz-ı kifayedir. Bir takım müslümanlar bu farzın gereğini yaparlarsa diğerlerinden bu farz kalkar. Fakat bu farzı bir kısım müslümanar ikame edemiyorsa, ikamesi için hali hazırda çaba sarfediyor olsalar bile bu farziyet diğer müslümanlar için de bağlayıcı bir farz olarak kalır. Müslümanlar Halifesiz oldukları müddetçe, bu farz hiçbir müslümanın üzerinden kalkmaz.

ON DÖRDÜNCÜ DELİL

"İlk biat edilene vefakâr olunuz onlara karşı olan vazifelerinizi yerine getiriniz. Muhakkak ki Allah size karşı olan vazifelerini yapıp yapmadıklarını onlara soracaktır." (Müslim K. İmara Bab 10 H. No: 1842)

Hadiste: Müminlerin içinden bir halife çıktığında ona vefalı olunması istenmektedir. Yani Ona itaat edilmesi, onun yanında savaşılması istenmektedir. Peygamber efendimiz (s.a.v) bizden Ona karşı görevlerin yerine getirilmesi istenmektedir.

ON BEŞİNCİ DELİL

Rasulullah (s.a.v)'ın cenazesinin techizi ve defni üzerlerine farz olan sahabelerin (rahm), Rasulullah (s.a.v)'in defni ile meşgul olmayı bırakarak Halife’nin seçimi ile meşgul olan bir kısmına, diğer bir kısım sahabelerin, -cenazeyi defne engel olan bu seçime engel olmaya imkanları olduğu halde- defnin iki gece ertelenmesi karşısında sessiz kaldıklarını ve defnin geciktirilmesine iştirak ettiklerini görüyoruz. Peygamberin (s.a.v) cenazesinin defni beklerken Halife’nin seçimi ile meşgul olmaları şeklinde gerçekleşen bu icmâ göstermektedir ki; Halife’nin seçilmesi, insanların en hayırlısının cenazesinin defnedilmesinden daha önemli bir farzdır.

Üstelik sahabelerin, Halife’nin seçilmesi hususundaki icmâ'ları yaşadıkları sürece devam etmiştir. Sahabeler arasında, "Halife'nin kim olacağı" hususunda ihtilaflar görülse de, Rasulullah (s.a.v)'in ve Raşit Halifelerden her birinin vefatından sonra bir Halife’nin seçilmesi konusunda kesinlikle ihtilaf olmamıştır. İşte sahabelerin (rahm) bu icmâ'ı, Halife’nin tayini farziyetinin açık ve kuvvetli bir delilidir.

Aslında, dinin hakim kılınması, dünya ve ahiretle ilgili şeriat hükümlerinin uygulanması subûtî ve delaleti kesin delillerle tüm müslümanlar üzerine farzdır. Bu farzın gerçekleşmesinin şartı ise sulta (otorite) sahibi bir idareci yani Halife’nin varlığıdır.

ON ALTINCI DELİL:

Sahabelerin bu konudaki icmâ'ına gelince: Sahabeler (rahm) Rasulullah (s.a.v)'in vefatından hemen sonra bir Halife’nin seçilmesinin gereği üzerine icmâ etmişlerdir. Aynı sahabe icmâ'ı Ebu Bekir (r.a)'a, Ömer (r.a)'a, Osman (r.a)'a ve Ali (r.a)'a yapılan biatlarla tekerrür etmiştir. Nitekim sahabenin bu icmâ'ındaki kesinlik şu olayla da te'yid edilmiştir: Rasulullah (s.a.v)'in vefatından sonra sahabeler onu defnetmek yerine yeni bir Halife’nin seçimi ile meşgul olmuşlardır. Halbuki mevtanın (ölülerin) en kısa zamanda defni farz kılınmış ve kendilerine defnin farz olduğu kişilerin, defni erteleyip başka bir işle meşgul olmaları da haram kılınmıştır.

ON YEDİNCİ DELİL:

"Bir farzın yerine getirilmesi için gerekli olan şeyler de farzdır" şer'i kaidesi gereği bir Halife’nin belirlenmesi farzdır.

Bunlara ilaveten, Allahu Teâlâ, Müslümanlar arasında Allah'ın indirdikleri ile hükmetmesi için Rasul (s.a.v)'e kesin bir şekilde emir vererek şöyle buyurdu: "Onların aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet, Haktan sana gelenin dışında onların hevalarına (arzularına) uyma"(Maide 48)

"Onların arasında Allah'ın indirdikleri ile hükmet, onların heva ve heveslerine uyma ve seni, Allah'ın sana indirdiğinin bazısından saptırırlar diye onlardan sakın." (Maide 49)

Allah'ın hitabının sadece Rasülü'ne has olduğuna dair bir delil olmadıkça; Rasul'e hitab onun ümmetine bir hitaptır. Söz konusu ayetlerin Rasul'e has olduğuna dair bir delil olmadığından, bu ayetler yönetim otoritesini kurmalarına yönelik müslümanlara bir hitaptır. Halife’nin seçilmesi de kesinlikle aynı anlama gelmektedir. Nitekim Allah'u Teâla, kendilerinden olan ulü'l-emr'e itaati bütün Müslümanlara farz kıldı. Bu emir de veliyy'ul-emr'in yani Halife’nin bulunmasına delalet eder.

Bütün bu sayamaya çalıştığımız deliller göstermektedir ki, müminler kendilerine mutlaka bir halife seçmek zorundadırlar. Bunun ehemmiyetini bilen kâfirler ise hilafet müessesini yıllar önce kaldırmışlar ve bir daha müminlerin bir araya gelmesinin engellemek için var güçleri ile buna engel olmaya çalışmaktadırlar. Fakat Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır. Hak ile batıl savaşı kıyamete kadar devam edecektir.

Biz burada onlarca delilden sadece bazılarını zikretmeye çalıştık. Anlayan anlar, anlamayana ise yapacak hiçbir şey yoktur. Kalpler Allahın elindedir. Bize düşen tebliğ etmek, delilleri göstermektir.

Rabbim kalplerimizi hakka meylettirsin. Hak ve hakikat karşısında boyun eğen kullarından bizleri eylesin…

Allahümme âmin…

Hazırlayan: Ebu Nidal El-Ensari









[1] İbni Hibban; İbni Mace, 2035; İbni Abbas’tan rivayet etmişlerdir.
 
H Çevrimdışı

HAKKINPEŞİNDE

Üyeliği İptal Edildi
Banned
İSLAM DEVLETİ SAVUNMASI 5

İSLAM DEVLETİ HAKKINDA BÜYÜK BİR YANILGI!

KÂFİR OLMADIĞI HALDE BİR KİMSE/TOPLULUK İLE NE ZAMAN SAVAŞILABİLİR VE ÖLDÜRÜLEBİLİR.

Birçok kimse “İSLAM DEVLETİ” hakkında yanılgıya kapılarak, İslam devleti tarafından öldürülen herkesin kâfir olarak öldürüldüğünü zannetmektedir. İnsanlar, sadece kâfirlerin öldürülebileceği yanılgısı içerisindedir. İşte bu bağlamda tarafımıza yöneltilen birçok soru ve ortaya atılan eleştiriler doğrultusunda kısaca başlıkları ve delillerini zikrederek meseleyi izah etmeye çalışacağız.

İslâm iki ana kaynağı olan Kitap ve Sünneti'yle daha çok beş şeyin korunmasını öngörüp korunmasını emreder. Hukuk sistemini, adlî mekanizmasını, talim ve terbiye müesseselerini ve caydırıcı gücünü buna göre düzenler:

1- Dini korumak,

2- Canı korumak,

3- Malı korumak,

4- Aklı korumak,

5- Namus ve iffeti korumak...

Şüphesiz bu beş şeyin korunmasıyla birlikte devletin devam ve bekası da korunmuş olur.

Bir müslümanın öldürülmesi ve savaşılması arasında fark vardır. Yani her savaşılan Müslüman kimse kâfir olmayabilir. Kendisiyle savaşılması kâfir olduğundan ötürü olmayabilir. Saldırısını def etme, düşmanlığına karşı koyma, şerrinden kurtulma, ifsadının önüne geçme, fitne çıkarmasına mani olmak için savaşılabilir. Nitekim Müslümanlar; bir kimsenin şerrini def etme, fitnesinin önüne geçme, fesadı yaymasına engel olma gibi sebeplerle, malı, canı, ırz ve namusu korumak için savaşabilir.

Belirtmek gerekir ki bu hususta bir kişi ile bir gurup arasında fark yoktur. Çünkü bu husustaki deliller hem fertleri ve hem de topluluklar için geçerlidir. Bir delilin sadece fertlere münhasır kalması ya da topluluklara münhasır kalması ancak özel karinelere bağlıdır.

Bilinmelidir ki, İslam da bir kimse sadece kâfir olduğu için öldürülmez. Öldürülmesinin ve kendisi ile savaşılmasının birçok sebepleri olabilir. Bir kimse yahut bir topluluk:

1-KISAS AMAÇLI SAVAŞILABİLİR VE ÖLDÜRÜLEBİLİR.

Rabbimiz ayetlerde şöyle buyurur:

1-“Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir azab vardır.” (Bakara, 178)

2-“Bunun içindir ki, İsrâiloğulları'na: "Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur" hükmünü yazdık (farz kıldık). Şüphesiz ki onlara peygamberlerimiz açık delillerle geldiler. Yine de bundan sonra onların birçoğu yeryüzünde aşırı gitmektedirler.” (Maide, 32)

3-“Haklı bir sebep olmadıkça, Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı canı öldürmeyin. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki verdik. O da öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü ona (dinin kendisine verdiği yetki ile) yardım olunmuştur.” (İsra, 33)

Hadiste: "Müslüman bir kişinin kanı ancak şu üç şeyden biri ile helâl olur: Zina eden evli şahıs, başka birini öldüren kişi, cemaatten ayrılıp dinini terk eden kimse." buyurmuştur.[1]

Ayette açıkça görüldüğü gibi “Müminler…” diye hitap etmiştir. Hadiste de görüldüğü üzere: Müslüman bir kişinin…”

2-İSLAM’IN FARZLARINI YERİNE GETİRMEDİĞİ İÇİN SAVAŞILABİLİR VE ÖLDÜRÜLEBİLİR.

Ebu Hureyre'den (r.a): Allah Resulü (s.a.v), vefat edip Ebu Bekir (r.a) halife olduğu zaman, Araplardan inkâr edip kâfir olanlar oldu. Ömer (r.a) dedi ki: "Bu insanlarla nasıl savaşırsın?” Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar "Lâ ilahe illallah" deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim "Lâ ilahe illallah" derse, canını ve malını benden korumuş olur. Ancak (kanının dökülmesini) hak ederse başka. (Gizli günahlarının) hesapları Allah'a aittir."

Bunun üzerine Ebu Bekir (r.a) şu cevabı verdi: "Vallahi namazla zekât arasını ayıranlara karşı mutlaka savaşırım. Çünkü zekât malın hakkıdır. Vallahi Allah Resulü (s.a.v) zamanında ona zekât olarak vermiş oldukları dişi keçiyi bana (zekât olarak) vermemeye yeltenirlerse, bu zekâta engel olmak suçundan dolayı onlarla savaşırım."

Sonradan Ömer (r.a) dedi ki: "Vallahi onlarla savaşılması hususundaki hüküm, Allah'ın (c.c) Ebu Bekir'in (r.a) gönlünü açmasından dolayıdır. Ben bu sayede onlarla savaşmanın hak olduğunu öğrendim."[2]

Bu hususta âlimlerden: Zekât vermeyenleri mürted görenler olduğu gibi, bazı âlimlerde bu kimselerin te’vil sahibi kimseler olduğu için küfre girmediklerinin söyleyenler de olmuştur.

Bu konuda ezan okumayan bir topluluğa savaş açılması vb meselelerde gösterilebilir.

3-YERYÜZÜNDE İFSAD ÇIKARDIĞI İÇİN SAVAŞILABİLİR VE ÖLDÜRÜLEBİLİR.

“Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi, ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab vardır.” (Maide, 33)

Ayette görüldüğü üzere: “Yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri…”

4- BAĞİLERE (DEVLETE KARŞI ÇIKANLARA KARŞI) SAVAŞILABİLİR VE ÖLDÜRÜLEBİLİR.

Bağîler İslâm Devleti’ne karşı çıkan güç sahibi kimselerdir. Yani devlete itaat etmeyip isyan eden, silah çeken ve savaş ilan eden kimselere denir.

Adalet sahibi bir halifeye silahla karşı koyan kimseler de bağî sayılırlar. Yine dinde tevil yapmaya kalkışanların veya kendileri için dünyalık elde etmek isteyenlerin durumu da aynıdır. İslâm otoritesine silahla karşı çıktıkları takdirde bunların tamamı bağî, isyankâr sayılırlar. Bağîlerle yapılan savaşta asıl olan Allah Sübhanehu ve Teâlâ’nın şu sözüdür:"Eğer mü’minlerden iki taife çarpışacak olursa onları düzeltin. Şayet biri diğeri üzerine saldırırsa; saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar savaşın. Eğer dönerlerse artık adaletle aralarını bulun ve adil davranın. Şüphesiz ki Allah adil davrananları sever."

Ayet, isyan eden bu kimseleri mü’minler saymaktadır. Bağî olmakla imandan çıkmış sayılmazlar. Ayet, onlarla savaşmanın gerekliliği konusunda sarihtir.

Bu konuya bir başka örnek ise Ali’nin(r.a), kendisine beyat etmeyenlerle savaşması gösterilebilir.

Ayette ise şöyle buyrulur: “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.” (Hucurat, 9)

Ayette görüldüğü üzere: “Eğer müminlerden…” demiş daha sonra ayetin devamında “buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız…” demiştir.

İster fert olsunlar isterse devlet olsunlar -diğer Müslümanlara haram olduğu gibi- Müslümanlarla savaşmak üzere kâfirlerden yardım almak bağilere de haramdır. Müslümanın Müslümanla çarpışması haram olduğuna göre, böylesi bir ortamda kâfirlerden yardım almak çok daha şiddetli bir şekilde haramdır, kişileri islam’dan çıkartabilir. Allah (cc), Müslümanın Müslümanla çarpışmasını, günahların en büyüklerinden olan küfür günah gibi saymıştır. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:"Müslümanın Müslümana sövmesi fasıklıktır, çarpışması ise küfürdür.”

Bu nedenle Müslümanlara karşı kâfirlerden yardım almak çok büyük bir günahtır ve kişileri dinden çıkartabilir.[3]

5-SALDIRDIĞI İÇİN ÖLDÜRÜLEBİLİR VE SAVAŞILABİLİR.

Kur'an-ı Kerim'de şöyle belirtilir: "Bir kimse size -ne amaçla ve ne şekilde- saldırmışsa, siz de aynı şekilde karşı saldırıda bulunun" (Bakara, 194)

Aynı şekilde Peygamber (s.a.v): "Kim, canı (nefs) uğrunda ölürse şehittir, kim namusu (ailesi) uğrunda ölürse şehittir; kim malı uğrunda ölürse şehittir" (Tirmizi, Diyat, 21; Müsned, 2/221) buyurarak, meşrû müdafaayı, en özlü ve kapsamlı bir biçimde teşvik etmiştir.

6- MÜSLÜMANLARIN; MAL, CAN, IRZ VE NAMUSUNU KORUMAK İÇİN, YOL KESENLER VE HIRSIZLIK YAPANLAR ÖLDÜRÜLEBİLİR.

Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Ukl ve Ureyne kabilelerinden bir grup insan Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın yanına gelip: Ey Allah'ın Resûlü! Biz hayvancılıkla uğraşıp sütle beslenen (çöl) insanlarıyız, çift-çubukla uğraşan köylüler değiliz" dediler. Bu sözleriyle, Medine'nin havasının kendilerine iyi gelmediğini ifade ettiler. Resûlullah, onlara hazineye ait develerin ve çobanın bulunduğu yeri tavsiye etti. Kendilerine oraya gitmelerini, develerin sütlerinden ve bevillerinden içmelerini söyledi. Gittiler, Harra bölgesine varınca, İslâm'dan irtidâd ettiler. Peygamber aleyhissalâtu vesselâm'ın çobanını da öldürüp develeri sürdüler. Haber, Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselâm'e ulaştı.

Resûlullah, derhal arkadaşlarından takipçi çıkardı, yakalanıp getirildiler. Gözlerinin oyulmasını, ellerinin kesilmesini ve Harra'nın bir kenarına atılmalarını ve o şekilde ölüme terk edilmelerini emretti." [4]

“Her kim malını korumak için öldürülürse şehittir” (Buhari, Müslim)

7-HARAM OLAN BİR ŞEYİ, AMELİ İLE HELAL GÖRDÜĞÜNÜ ORTAYA KOYAN BİR İŞ YAPTIĞINDA ÖLDÜRÜLEBİLİR.

Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve elçisinin haram kıldığını haram saymayan ve gerçek dini din edinmeyen kimselerle küçülüp (beyan ederek) elleriyle cizye verinceye kadar savaşın" (Tevbe, 29)

Rasulullah (s.a.v) döneminde kaybolan devemi arıyordum. Ben devemi dolaşıp ararken tam o sırada bir grup binekli savışçılarla karşılaştım. Bunlar bir yere girdiler ve oradan bir adam çıkardılar. Adama hiçbir şey sormadılar ve de hiçbir şey konuşmadılar adamın boynunu vurdular. Adamlar oradan ayrıldıklarında boynu vurulan adamın kim olduğunu sordum. Babasının karısı ile evlenen bir adam olduğunu söylediler.

Bir diğer rivayette; başını vurdular, suçunun ne olduğunu sordum. Babasının hanımı ile evlendiğini söylediler. Bu arada daha önce inmiş olan Nisa suresinin şu ayetlerini okuyordu. “…babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin…” (Nisa 22)

Bir diğer rivayette; Dayım Ebu Bürde bin Niyran’a rastladım yanında bir sancak vardı, nereye gidiyorsun diye sordum. O da şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.v) beni babasının karısını nikâhlayan bir adama, kellesini götürmem için göndererek” dedi.

Başka bir rivayette; “boynunu vurmaya ve malını almaya gidiyorum…”

Bir diğer rivayette; “boynunu vurdu ve adamın malı beş parçaya taksim edildi.” Bu hadisi Ebu Davut, Tirmizi, Nesai, İmam Ahmed, Hâkim ve başkaları rivayet etmiştir.

Ayrıca bu hususta örnek olarak “Zekât vermeyenlerle” savaşmak gösterilebilir.

8-ZİNA EDEN EVLİ KİMSE RECMEDİLEREK ÖLDÜRÜLÜR.

"Müslüman bir kişinin kanı ancak şu üç şeyden biri ile helâl olur: Zina eden evli şahıs, başka birini öldüren kişi, cemaatten ayrılıp dinini terk eden kimse." buyurmuştur.[5]

9-BİR KİMSE MÜSLÜMAN İKEN DAHA SONRA HERHANGİ KÜFRE GÖTÜRÜCÜ BİR SEBEPTEN DOLAYI KÂFİR OLURSA SAVAŞILABİLİR VE ÖLDÜRÜLEBİLİR.

Kendisi Müslüman olduğunu iddia etse bile küfre götürücü herhangi bir fiil, söz, inanç sebebi ile küfre girmişse ve tevbeye çağrılmasına rağmen tevbe etmemiş ise bu kimselerde öldürülür. Yakalanmadan önce tevbe etmeleri müstesnadır. Çünkü rabbimiz şöyle buyurur: “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur...” (Al-i İmran, 28). Bir kimse yahut bir topluluk yakalandıktan sonra tevbeye çağrılmaz.

Hadiste: "Kim dinini (İslâmı) değiştirirse onu öldürünüz."[6]

Kâfirlere yardım etmenin birçok çeşidi olabilir:

1-Kâfirleri övme,

2-Kâfirleri savunma,

4-Müslüman esirleri kâfirlere verme,

5-Kâfirler için istihbarat toplama ve kâfirlere verme,

6-Kâfirleri koruyup gözetleme,

7-Küfrü meşrulaştırma,

8-Kâfirleri tekfir etmeme,

9-Kâfirlere yardım etme,

10-Kâfirleri sevme.

Bunların dışında da birçok küfre götürücü sebepler vardır…

10-MÜSLÜMANLARA KARŞI SAVAŞAN KÂFİRLERİN SAFINDA SAVAŞIRKEN ELE GEÇİRİLMİŞ KİMSE.

Kendisi Müslüman olduğunu iddia etse bile kâfirlerin safında savaşan kimselerde öldürülebilir. “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur...” (Al-i İmran, 28)

Şeyh Muhammed bin Abdülvahhab (r.a), imanı bozan unsurları anlatmış olduğu kitabında 8. İmanı unsur: kâfirlere yardım etmeyi sayar. Daha sonra da delil olarak “Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez.” (Maide, 51)

Şeyh Muhammed bin Abdülvahhab’ın (r.a), imanı bozan unsurları saymış olduğu maddlerin hepsinini kişiyi küfre götürücü maddeler olduğu hususunda –sihirbazın öldürülmesi maddesi dışında- ümmet nerdeyse ittifak etmiştir.

İbni İshak ve başkaları şöyle bir rivayet etmişlerdir: "Yezid b. Ruman, Urve’den, o da Zühri’den, o da isimlerini zikrettiği bir topluluktan şöyle dediklerini rivayet etti: "Kureyş, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’den Bedir esirlerini fidye ile kurtarmak istediğini haber verdi. Her kavim kendi mensuplarından esir düşmüş kimseler için fidye verdi. Abbas r.a) da zorla katıldığı Bedir savaşında müslümanların eline esir düştü. Abbas (r.a) Rasulullah (s.a.v)’e şöyle dedi:
"Ey Allah’ın rasulü! Ben esir düşmeden önce de müslümandım."
Bunun üzerine Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem ona dedi ki: Senin müslüman olup olmadığını Allah bilir. Eğer söylediğin doğru ise Allah-u Teâlâ mutlaka sana karşılığını verecektir. Fakat senin hakkında zahirine göre hüküm vereceğim. Sen bize savaş açan, saldıran kâfirlerin askerleriyle beraber idin. Yani zahiren bize karşıydın. Bu yüzden hem kendin için hem de elimize esir düşen kardeşinin iki oğlu için fidye ver."

Bu rivayetten anlaşılıyor ki Abbas (r.a) müslümanlara karşı savaşan müşrik askerleriyle birlikte zorla Bedir savaşına çıktığı halde Rasulullah (s.a.v) onun zahirine bakarak ona beraberlerinde çıktığı müşriklerin hükmünü vermiştir.

Bazı maddelerde bir takım izaha muhtaç meseleler, tafsilat olabilir. Burada mutlak olrak meseleler ele alınmay çalışılmıştır.

Allah her şeyin en doğrusunu bilendir.

HAZIRLAYAN: KOMİSYON







[1] Buhari ve Müslim, İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir. Sübülü's-Selâm, 3, 231; el-İlmâm, 443.

[2] Buhari, İ'tisam 2, Zekât 1, İstitabe 3; Müslim, İman 32, (20); Muvatta, Zekât 30, (1, 269); Tirmizi.

[3] İslam Hukukunda Ceza, Abdurrahman El Maliki.

[4] Buhârî, Muhâribin 16,17,18, Diyât 22, Vudü 66, Zekât 68, Cihâd 152, Megâzî 36, Tefsir, Mâide 5, Tıbb 5, 6, 29; Müslim, Kasâme 9, (1671); Tirmizî, Tahâret 55, (72), Et'ime 38, (1846); Ebü Dâvud, Hudud 3, (4364-4371); Nesâî, Tahrimu'd-Dem 7, (7, 93-98); İbnu Mâce, Hudud 20, (2578)

[5] Buhari ve Müslim, İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir. Sübülü's-Selâm, 3, 231; el-İlmâm, 443.

[6] Müslim dışında cemaat ile İbni Ebu Şeybe ve Abdurrezzak Ikrime yoluyla Hz. İbni Abbas'dan rivayet etmişlerdir. Bkz: Neylü'l-Evtâr, 7, 190.
 
H Çevrimdışı

HAKKINPEŞİNDE

Üyeliği İptal Edildi
Banned
sormuş olduğunuz soruların birçoğunun cevabı İSLAM DEVLETİ BAŞ MÜFTÜSÜ TARAFINDAN CEVAP VERİLMİŞTİR:


İSLAM DEVLETİ HAKKINDA ŞÜPHELER VE CEVAPLARI


Konuşma başlamadan önce cevaplarının kaydedilmesi sorulmakta, cevapların internete konulmayacağı ifade edilmektedir. Buna binaen şeyh şöyle cevap vermiştir:

Sakıncası yok. Şayet bu ses kaydı sadece sizde kalacak ve sizler aranızda faydalanacaksanız bunda bir sakınca yoktur. Çünkü meclisler emanettir, burada konuşulanlar sizlere bir emanettir. Aynı zamanda meclisler iki çeşittir. Bir meclis vardır has(özel)dır ve bir meclis de vardır geneldir. Burada şunu ifade etmek isterim bu ses kaydından sizler ve sizlerin bildiği tanıdığı, güvendiği insanlar faydalanabilir.

Fakat bu ses kaydı her yerde yayınlanabilecek bir cevap değildir çünkü herkes de bilmektedir ki her söz her yerde söylenmez. Abdullah bin Mesud(r.a)şöyle demiştir: “Sen bir kavme konuşma yaparsın ama bu kavmin içinde bulunanlarına fitne olabilir.” (Buhari rivayet etmiştir)

Ali(r.a)şöyle demiştir: “Sizler Allah ve rasulünün(s.a.v)yalanlanmasını mı istersiziniz? Bundan dolayı insanların aklının ereceği şekilde konuşunuz.”(Buhari rivayet etmiştir)

Aynı şekilde peygamber(s.a.v), Musa El Eşariyi kuran okurken dinlemiş ve bundan haberdar olan Musa El Eşari(r.a)şöyle demiştir: “Şayet sizin dinlediğinizi bilseydim daha güzel ve daha mükemmel okurdum.”

Dolayısıyla bu naklettiklerimden de anlaşıldığı üzere yapılan konuşma genel ise ve genelin faydalanacağı bir mesele ise konuşma ona göre genel ve en güzel şekilde yapılır…

Evet, sorularınıza geçebiliriz…

SORU 1: İSLAM DEVLETİ VE EL KAİDE ARASINDAKİ AKİDE FARKI VEYA FARKLILIKLARI NELERDİR?

Besmele, salât ve selamdan sonra…

Cevap 1: senin de bildiğin gibi günümüz cihad hareketleri yahut cihad diye isimlendirilen amel birçok merhale ve aşamalardan geçmektedir.

İlk Merhale birçok hata ve eksikliklere sahip olan Şeyh “Mustafa Sibai” ile birlikte başlayan merhaledir. Bu şeyh ihtilal güçlerine karşı savaşmak için gençleri topluyordu. Fakat gençleri toplarken tağutların gölgesi altında topluyor ve hiçbir şekilde tağutlar hakkında konuşmuyor, onlar hakkında hiçbir şey söylemiyor ve eleştirmiyordu. Bilakis onlarla dostluk ve ittifak üzere idiler yani tağutlarla hiçbir ihtilafları yok idi. Bu bir merhale idi.

Daha sonra bundan daha güzel bir merhaleye geçildi. Bu merhale ise ilk Afgan cihadı olarak isimlendirilen yahut Arap Afganları diye bilinen merhaledir. Bu merhalenin öncülüğünü yapan kimse ise Şeyh “Abdullah Azzam”dır. Bu merhale döneminde ise kendilerini tağutlardan uzak tutmuşlar ve cihad sahalarından bir sahaya giderek tamamen cihad ile meşgul olmuşlardır.

Bu merhalede yapılan; gençlerin cihad için toplanması ve asli kâfirlerle savaşılması idi. Bu merhalede bundan ibaret idi. Bu merhalede de mürtedlerden hiç bahsetmediler. Aynı zamanda gençleri toplarken; çok farklı, renklere, dillere, inançlara, ,yollara, menheclere sahip olmalarına rağmen hiçbir şekilde hak menhec olan ehlisünnet ve el cemaa menhecini yani fırka-i naciye menhecini olan bir menhec gözetmediler. Yani şu günümüzde cihad-i selef anlayışı diye bilinen bir menhec üzerine gençleri bir araya getirmediler. Cihad-i selef anlayışına sahip olanlar bütünüyle selef salihin anlayışına sahiptirler, dinin usulünde ve furuunda olsun bu böyledir. Görüldüğü gibi bu merhalede yapılan şey; sadece gençlerin toplanması ve sayının fazlalaştırılmasından ve asli kâfirlerle savaşmaya yöneltmekten ibaret idi. Bu ikinci merhale idi ve bu merhale önceki merhaleden daha güzel idi.

Bu merhalede asli kâfirlerle savaşıldı ancak şu günümüzde dile getirilen tağutların tekfir edilmesi, yardımcılarının ve destekçilerinin tekfir edilmesi hükmü hiç gündem edilmedi. Hakeza tağutların yardımcıları ile savaşılması ve buna benzer meseleler o merhalede hiç ortaya atılmadı. Bu merhalede şahıs sadece gidiyor ruslarla savaşıyordu. Bunun dışında birşey yok idi.

Nihayet bu merhalede dediğimiz gibi; ihvanu müslimin, selefiler, mürciler, aşırılar savaşa gidiyorlardı. Herkes hep birlikte bir hendek içerisinde savaşıyorlardı. Bu merhale tabir doğru olursa; Şeyh Abdullah Azzam merhalesi idi.

Daha sonra bundan daha güzel bir merhaleye geçildi. Bu merhale ise Şeyh Üsame bin Ladin ve el kaide merhalesidir. Bu merhale, sadece gençleri toplamadan bir araya getirmeden ibaret değil idi. Bilakis sadece cihadi selefi kimselerin toplanması ve bir araya getirilmesinden ibaret bir merhale idi. Hendekte olanlar ve bunlarla beraber olanlar böyle kimselerdi. Yani bu merhalede bidat ehlini uzak tuttular. Abdullah Azzam döneminde ise bidat ehlini uzaklaştırmadılar. Hatta öyle ki Şialar hakkında bile konuşulmuyordu. Hatta öyle ki o merhale de şia’dan olan şah Abdullah Mesud bile övülüyordu. Zaten bu tür konularda da bir problemleri yok idi.

Fakat El kaide merhalesinde ise bu tür konular bir problem idi. Bu merhalede bidat ehli hakkında derinlemesine konuşuluyordu; sofiler, eşariler ve bunlardan da öncelikli olan Şialar hakkında konuşuluyordu. Bu merhalede aslında cihad sahalarına ihvanu müslimin gelmiyordu. Bu merhalede görüldüğü gibi bir akide üzerine bir oluşum var idi. Bu akide ise cihadi selefi akidesi idi. Nitekim bu merhalede gerçekten tağutlardan uzaklaştılar ve tağutlar hakkında konuştular ve bidat ehlini de kendilerinden uzaklaştırdılar. Ancak geriye yapmadıkları bir şey kalmıştı ki o da; birinci olarak sapık fırkalar hakkında hiçbir söz etmemeleri idi. İkinci olarak da Amerika ile mücadeleye, savaşa devam etmeleri idi. Bu merhalede Amerika ve yardımcıları ile savaş devam etti. Sanki bu merhalede yapılan şey; sadece asli kâfirlerle savaşmanın gerekliliği üzerinde durulması ve savaşın gerekçesi olan asıl illet üzerinde durmamaları idi. Bu illet ise; Allahın hükümleriyle hükmetmeyenler cihad meselesi idi.

Yani bir takım devletlerde ve yönetimlerde Amerika’ya yardım etsinler yahut etmesinler, tevhidi bozan bir unsur olan, savaşmayı gerekli kılan Allahın hükümleriyle hükmetmeme söz konusuydu. Nitekim Amerika’ya yardım etme tevhidi bozan bir unsur olmakla beraber diğer taraftan da Allahın hükümleriyle hükmetmeme tevhidi bozan başka bir unsurdu. (Bu gözden kaçıyordu)

El Kaide, bu merhalede daha önceki merhalelerden olan Mustafa Sibai ve sonraki merhale olan arap Afganı olarak bilinen merhaleden de daha güzeldi. Fakat dediğimiz gibi bazı şeyler vardı ki; sapık fırkalar hakkında konuşmamaları ve onlar hakkında açıklama yapmamaları, örneğin Rafizilerin akidelerinin açıklanmaması ve onlara karşı dikkatli olunmaması ve onlar hakkında bir şey söylenmemesiydi. Hakeza ihvanu mülsimin sapıklıkları ve menheci hakkında konuşulmadı. Aynı şekilde kendini islama nisbet eden cemaatler hakkında da bir söz edilmedi.

Evet, bu merhalede tağutları tekfir ettiler ve onlarla savaştılar ancak savaşmalarının tek sebebi Amerika’ya yardım etmeleri ve destekçi olmaları idi.(Allahın hükümleriyle hükmetmeme onlarla cihad etme sebebi değildi.)

İşte bu El Kaidenin geçirmiş olduğu merhalelerdir.

El Kaide konusunda diğer önemli bir mesele ise; El Kaidenin şeyhlerinin çoğunun büyük şirkte cehaleti mazeret olarak görmesidir. Bu şeyhler büyük şirkte cehaleti mazeret olarak görmektedirler.

Bu şeyhlerden bazıları ise; Şeyh Ebu Yahya El Libi, şeyh Atıyyetullah ve şeyh Eymen Ez Zavahiri. Bu şeyhler büyük şirkte cehaleti mazeret olarak görmektedirler. İşte bundan dolayı daha sonra islam devleti ve kendileri arasında ayrılık olmuştur.

Dolayısıyla bu ayrışma üzerine binaen de bir takım ayrışmalar olmuştur. Bunlardan biride islamı bozan unsurları işleyen İslami bir cemaatin hükmü hakkında olmuştur. Mesela hamas ve İsmail heniyye hükümeti küfre girmişlerdir. Aynı şekilde ihvanu müsliminde küfre girmiştir. Çünkü(yönetime geçtiklerinde) Allahın hükümlerinin dışında hükümlerle hükmetmişlerdir.

Fakat bunlar(Şeyh Ebu Yahya El Libi, Şeyh Atıyyetullah ve şeyh Eymen Ez Zavahiri)ise İslami bir şemsiye altında ortaya çıkanlar hakkında geniş bir bakış açısına sahip oldukları için onları cehalet ile mazeretli görmüşlerdir. Bu nedenle Allahın hükümlerinin dışından hükmedenler hakkında; “bu kimseler te’vil sahibidirler, bu kimseler İslam’ı aşama aşama getirecekler” gibi sözler söylemişlerdir. Yani özet olarak bu kimseler onlara göre mazeretlidirler.

Aynı şekilde daha sonra Mısırda olanlar ve “Muhammed Mürsi”yi cehalet ile mazeretli görmüşler ve te’vil sahibidir demişlerdi. Oysa islam devleti ise bunu mazeretli görmemiştir. İşte böylece El kaidenin kendini islama nisbet edenler hakkındaki hükmü ortaya çıkmış olmaktadır.

Aynı şekilde Irak da asli kâfirlere yardım eden birçok müslüman cemaatler hakkında da aynı şeyi söylemişler ve onları cehalet ile mazeretli görmüşlerdir. Bu cemaatler hakkında tevakkuf etmişler(hüküm vermemiş durmuşlardır), küfür hükmü vermemişler, onları cehalet ile mazeretli görerek, te’vil sahibi olarak görmüşlerdir.

İşte görüldüğü gibi islam devleti ile El kaide arasında en bariz ihtilaf; büyük şirkte cehaletin mazeret olup olmama meselesidir.

Cehaletin mazeret olup olmama meselesi birçok sahalarda tartışılmıştır. Cezair’de, Somali’de, Yemen’de, Çeçenistan’da, Afganistan’da her yerde tartışıla gelmiştir. Bu konuda cehaleti mazeret olarak görenler ve görmeyenler arasında büyük tartışmalar yaşanmış ve her iki taraftan da eserler yazılmıştır.

Diyebiliriz ki bu nokta(cehaletin mazeret olup olmaması)meselesi El kaide ve islam devleti arasındaki en büyük bariz ihtilaftır. Buna binaen ortaya şahısların ve cemaatlerin hükümleri konusunda ihtilaflar çıkmıştır. Bu tartışma yahut ihtilaf daha sonra yavaş yavaş büyüyerek ta Şam topraklarına kadar gelmiştir. Nihayetinde ise en önemli ve en bariz bir mesele haline gelmiştir.

Bundan dolayı El kaide; tezkiyeye ehli olmayan kimseleri tezkiye etmiş, islam devleti ise irtidat ve küfürle bu kimselere hükmetmiştir.

Dediğimiz gibi El kaide ve islam devleti arasındaki fark budur. Tabiî ki bunun dışında da farklılıklar vardır fakat şimdilik aklıma gelenler bunlardan ibarettir.

Burada bu konu ile alakalı olarak bir başka soru sormak istiyorum:

BİR ÂLİM “CEHALETİ MUTEBER BİR MAZERET GÖRÜR İSE” HÜKMÜ NEDİR?

Cevap:

Evet, biz bu konuda diyoruz ki; kim bu konu hakkında aksi bir görüş(cehalet mazerettir)sahibi olur ise, o kimsenin hükmü ictihad sahibi olup olmamasına göre değişir nihayetin de bu kimse hata etmiştir. Fakat bizlerin bu konudaki inancı; cahil olarak büyük şirk işleyen kimse cehaleti ile mazeretli değildir, o kimse Müslümanlardan değildir.

Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah'ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra (müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.” (Tevbe, 6)

Ayette görüldüğü gibi Allah Teâlâ o müşriklerin bilmediğini söylemektedirler. O müşrikler hucceti(kuran)dinlememiş olmalarına rağmen onları müşrik olarak vasfetmiştir.

Dolayısıyla dinden çıkartan büyük şirkte cehalet ve te’vil mazeret olmaz fakat bunun dışındaki meselelerde mazeret olur. Bu meseleler furu meselelerdir yahut dinde zaruri olarak bilinemeyen meselelerden olabilir.

Mesela bir kimse islam’a yeni girmiştir ve bundan dolayı zekâtın verilmesi gerektiğini ve zekâtın vacipliğinden haberi yoktur. Bu kimse cehaletinden dolayı mazeretlidir. Bu kimse yeni islama girdiğinden dolayı mesele izah edilir anlatılır. Diğer furu meselelerde de durum böyledir.

Ama dinin usulünde, açık olan meselelerde tevhid ve şirk ile alakalı olan meselelerde “cehalet mazeret” değildir. Öyleyse deriz ki; kim cahil olarak büyük şirk işlerse o kimse müşriklerdendir.

Bu konuda bazı kimseler; kendini İslam’a nisbet eden İslamı bozan unsurlardan bir unsur işleyen kimseyi cehalet sebebiyle mazeretli görenler olmuştur. Böyle diyen kimse için; “hata etmiştir” diyoruz fakat asla tekfir etmiyoruz.

BURADA ŞÖYLE BİR SORU ORTAYA ÇIKIYOR: ŞEYH EYMEN ZEVAHİRİ GEÇERLİ BİR TE’VİL SAHİBİ MİDİR? GÖRÜŞÜNÜZ NEDİR? TE’VİLİ MUTEBER MİDİR DEĞİL MİDİR?

Biz burada şöyle diyoruz: cehalet mazeret değildir. Fakat cehaleti mazeret olarak görenleri mazur görüyoruz. Aslında bu sözümüz(sorunun)meselenin özetidir.

Ve diyoruz ki; cehaleti mazeret görenler hata etmiştir. Fakat bir kimse çıkar; “Her kim müşrikleri tekfir etmez ise kâfir olur” sözünü getirirse, biz deriz ki; doğrudur müşrikleri tekfir etmeyen kâfir olur. Fakat bizim izah etmeye çalıştığımız mesele bu mesele değildir. Yani tartışılan konu, bu konu değildir.

Bizler; burada Allah telanın bir nas ile muayyen bir şekilde tekfir etmiş olduğu bir kimse hakkında konuşmuyoruz mesela; iblis, haman, firavun veya Ebu Leheb gibi kimseler hakkında konuşmuyoruz.

Aynı şekilde asli kâfirlerin tekfiri hakkında duraksayanlar hakkında da konuşmuyoruz; Yahudi, Hristiyanlar veya Budistler ve benzerlerinin tekfirinde duraklayan kimseler gibi.

Aynı şekilde islam ulemasının icma ile muayyen şekilde tekfir ettiği kimselerin tekfirinde duraksayan kimse hakkında da konuşmuyoruz.

Aynı şekilde bir kimsenin yanında, bir kimsenin tekfiri delillerle sabit olmuş ve tekfirinde şartlar oluşmuş ve hiçbir engel kalmamış ise bu kimsenin duraksamasından da bahsetmiyoruz.

Biz burada; müşrikleri ve kâfirleri tekfir eden kimseden, hayatını müşrikleri tekfir etmekle ve onlarla savaşarak geçiren kimseden bahsediyoruz. Bizim üzerinde konuşmuş olduğumuz kimse; kendini islama nisbet eden şirke düşmüş kimseleri muayyen şekilde cehalet özründen dolayı tekfir etmeyen kimse… Açıkça görüldüğü gibi; bu kimse diğer önceki kimseler gibi değildir. Böyle bir kimse hakkında denilecek şey hata etmiştir denilir.

Geçmiş ulemalardan cehaleti mazeret olarak görenler olmuştur. Onlardan bazılar ise İmam “ibni Hazım” ve maliki olan “İbnü-l Arabî”dir. Bu âlimlerin dışında da cehaleti mutlak olarak mazeret görenler olmuştur.

Böyle söyleyenler tekfir edilirler mi? Biz diyoruz ki; cehaleti mazeret olarak görenleri tekfir edenler şüphesiz çelişki içerisindedirler. Nitekim böyle diyen bir kimse yükümlülüğünü kaldıramayacağı yükümlülükler altına girmesi gerekecektir.

Biz burada bu yükümlülükleri neden zikrediyoruz? Çünkü bir insanın söylemiş olduğu yahut yapmış olduğu her şey bir yükümlülük ve sorumluluk demektir. İşte bu nedenle her kim bir söz söyler yahut fiil işlerse, bunun üzerine bina edilen yükümlülükler vardır. Bundan dolayı cehalet mazerettir diyen kimseyi tekfir eden kimse fasit yükümlülükler altına girecektir.

Öncelikle şöyle bir yükümlülüğün altına girmiş olacaktır; cehalet ile mazeretli görenleri tekfir edenler; bu konuda aynı görüşe sahip olan gelmiş, geçmiş bütün ulemayı ve aynı şekilde günümüzde de cehaleti mazeret olarak görüp bir kimseyi tekfir etmeyenleri de tekfir etme yükümlülüğü altına girmiş olacaklardır. Hâlbuki bu kimseler cehaleti mazeret görüp tekfir etmeyenleri tekfir etmemektedirler. Onlar ancak bazı günümüz âlimlerine bu hükmü uygulayabilmişlerdir. Fakat aynı görüşe sahip olan geçmiş ulemayı tekfir edememişlerdir. Demiştik ya imam Hazım ve İbnü-l Arabî cehaleti mazeret olarak görmektedirler.

İbni Teymiye’ye gelince; cehaleti mazeret olarak görenler; şeyh ibni Teymiyenin sözlerini delil olarak getirmekte ve diğer taraftan cehaleti mazeret olarak görmeyenler de Şeyh ibni Teymiyeden delil getirmektedirler. Şeyhin bu konu hakkında birbirine benzeyen sözleri vardır. Şeyhin-Allah en doğrusunu bilir- bu iki görüşünden en kuvvetli olanı büyük şirkte cehaleti mazeret olarak görmemesidir.

Burada ifade etmek istediğim bir kimseyi cahalet ile mazeretli görenleri tekfir edenler bir kısım yükümlülük altına girecek olmalarıdır ve dolayısıyla cehalet mazerettir diyen âlimlerin hepsini tekfir etmeleri gerekecektir.

İkinci olarak muayyen bir fiili yahut söz ile kendilerine muhalefet eden herkesi tekfir etmeleri gerekir. Selef bir takım fiil ve sözlerde ihtilaf etmişlerdir. Bazıları “şu söz yahut fiil şirk veya küfür der iken bazıları da şu söz yahut fiil küfür değildir” demişlerdir. Öyleyse bazı fiiller ve sözler vardır ki bazı âlimler küfür der iken diğer bazıları da küfür değildir demişlerdir.

Buna binaen biz diyoruz ki: şunu yapan yahut söyleyen bize göre kâfir olur. Fakat bu fiilin aslında bizlere muhalefet edenleri tekfir ediyor muyuz, etmiyor muyuz? O halde burada şu ortaya çıkmaktadır. Bir kimse muayyen bir fiil yahut söz karşısında muhalifini tekfir etmesi yükümlülüğü altına girmektedir. Her kim kendisine muhalefet ederse, o kimseyi tekfir etmesi gerekecektir.

Üçüncü olarak muayyen bir kimseye küfür hükmü verme konusunda da bir yükümlülük altına girecektir. Örneğin biz ictihadi olarak muayyen bir kimseyi tekfir etmiş olsak, diğer taraftan da bazı âlimler bu şahsı muayyen olarak tekfir etmemiş olabilirler. Bu kimseler yani “cehalet mazeretini” mazeret görüp tekfir etmeyenleri tekfir edenler, bizlerle usul de uyum içerisinde olan bu kimseleri de tekfir etmeleri gerekecektir. Bu üçüncü yükümlülüktür.

Bu konuda rabbani âlimlerden olarak kabul ettiğimiz-Allahın tezkiye ettiğini ancak tezkiye ederiz-ve bu akideyi açıkça beyan eden Süleyman bin Sehman’ı örnek verebiliriz. Bu âlim Necid âlimlerindendir. Nitekim bu akide, Süleyman bin Sehman yoluyla ve necd ulemasının aracılığıyla nakledilmiş ve öğrenilmiştir. Oysa Süleyman bin Sehman; Abdulaziz bin Abdurrahman Al- Suud’u tekfir etmemiştir. Bu tağut ise Fehd, Faysal ve Abdullah diğer tağutların babasıdır. Süleyman bin Sehman bu tağutu tekfir etmemiş hatta krala karşı savaşmaya çıkanlara karşı savaşmaya fetva vermiştir.

Bu kimseler ise Ataallah’ın kardeşleridir. Bu kimseler Abduaziz’i tekfir etmiş ve buna karşı savaşmışlardır. Şeyh Süleyman bu kimselere buğat demiş ve bu kimselerle savaşılmasına fetva vermiştir. Öyleyse cehaleti mazeret görenler, Şeyh Süleyman’ı veya Muhammed bin İbrahim’i ve başka diğer âlimleri de tekfir ediyorlar mı? Bunu söyleyebilirler mi?

Görüldüğü gibi cehaleti mazeret olarak görenleri tekfir edenler;

1- Cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen geçmiş âlimlerin hepsinin tekfir etmeleri.

2- Muayyen bir söz yahut fiil konusunda bize muhalefet eden kimseleri de tekfir etmeleri.

3-Muayyen bir söz yahut fiil sahibi kimseye tekfir hükmü verme hususu.

5-Bidat ehli kimseleri de tekfir etme yükümlülüğü altına girmeleri gerekecektir.

Mesela mürcie, maturudiyye ve eşariler gibi. Dolayısıyla cehaleti mazeret görenleri tekfir edenler, bu kimseleri de tekfir etmeleri yükümlülüğü altına gireceklerdir.

Oysa bu bidat ehli ve sapık fırkalar hakkında kitap ve eser yazanların hiçbiri bu kimseleri tekfir etmemiştir. Bu konuda kitap yazanlar; bu fırkaları dinden çıkmayan bidat sahibi, sapık fırkalar olarak değerlendirmişlerdir.

Bu dört yükümlülük; cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimseyi tekfir eden kimsenin yükümlülük altına gireceği meselelerdir.

Daha sonra diyoruz ki bu kimselere; söyler misiniz, cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimseyi tekfir eden eski âlimlerden bir kimse var mı?

Bizler daha önce izah etmiştik ki: günümüz cihad alanlarında Afganistan, Çeçenistan, Yemen, Somali ve Mağrib ve diğer cihad beldeleri başta olmak üzere bütün bu cihad sahalarında; cahil olarak şirk işleyen kimse küfre girer mi, girmez mi tartışması ve tartışması olmuştur? Fakat hiçbir zaman bu cihad sahalarında cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimse hakkında tartışma ve istişare olmamıştır.

O halde bu bağlamda önümüzde iki mesele var; birincisi cahil olarak şirk işleyen kimse ki, biz bu kimseyi şüphesiz tekfir ediyoruz. Lakin ikinci mesele ise bu şirk işleyen kimseyi cehaleti mazeret görerek tekfir etmeyen kimse hakkında-bildiğim kadarıyla ve bana nakledildiği üzere- cihad sahalarında bu konu hakkında hiçbir zaman tartışma ve istişare konusu olmamıştır. Hatta Irak’da ki cihad ehlini; aşırılık, sert görenler ve eleştirenler olmasına rağmen Irakdaki cihad ehli bile hiçbir zaman bunu dile getirmedi.

Pekâlâ, bu konuyu kim dile getirdi? Diye soracak olursak. Bu konuyu dile getiren Ahmed El Hazimi’dir. Bu şeyh, bu konuyu gündem etti. Şeyh Ahmed El Haziminin siyresine bakacak olursan; aslında önceleri Medhalici[1] olduğunu görürsün. Medahilecilerin kimler olduğunu biliyorsunuz zannederim?

Evet biliyoruz…

Şeyh sözlerine şöyle devam ediyor: Medhali selefilik iddiasında bulunanlardan birisidir. Önceleri Ahmed El Hazimi de bu kimselerden biri idi. Kendisi senelerce bu menhec üzere yetişmişti. Ta ki kendisi değişene kadar… Ne zaman değişti? Değişmesi arap devrimleriyle birlikte olmuştur. Kendisinin yıldızı bu dönemde parladı ve tamamen değişti. Kendisi daha sonra Tunus’a gitti orda birçok dersler ve konferanslar verdi. Sonra Mısır da ve başka yerler de aynı şekilde birçok dersler verdi. Bu devre de işte El Hazimi ortaya çıktı.

Bütün cihadi selefi şeyhleri bu konu hakkında yani bir kimseyi cehaletinden dolayı mazeretli görüp tekfir etmeyen kimsenin tekfiri konusunda hiçbir şey konuşmamışlardı ancak dediğimiz gibi kendisi Medhalici iken değişen bu Ahmed El Hazimi geldi ve bu konuyu gençler arasında yaymaya başladı.

Bu konuyu böylece kendisinden alanlar öncelikle Tunuslular oldu çünkü kendisi Tunus da dersler veriyordu. Daha sonra Libya ve diğer ders verdiği yerlerdeki Müslümanlar bu fikri edindiler. Bu kimselerin; bu fikri edinmesi ise elbette hak olarak, hidayet ve sahih olarak zannettikleri içindir. Bu görüşe sahip çıkanlar genellikle arap devrimlerinden sonra bu görüşe meyletmişler ve sahiplenmişlerdir. Bu görüşe de Tunus devriminden sonra sahip olanlar; Ahmed El Hazimiyi büyük âlim, imam, allame, muhaddis, müfessir büyük bir kimse olarak görmüşler ve onun fikrini edinmişlerdir.

Doğrudan Şeyh El Hazimi’nin bu görüşüne sahip çıkmışlar sanki bu konuda ki görüşünü; selefin görüşüymüş gibi kabul etmişler sanki selefin bu konuda bunun dışında görüşü yokmuş gibi zannetmişlerdir. Hatta bu görüşe muhalefet edenin kâfir olacağını zannetmişlerdir ve nitekim böylece bu görüşü yaymışlardır.

Aslında Ahmed El Hazimi kendisi olsun ve bu konuda, bu doğrultuda görüş bildirenlerden biri olsun bir kısım meseleler de çelişki içerisindedirler. Bu kimselerin sözleri birbirine hiçbir zaman uymaz. Mesela Şeyh El Hazimi, allame Süleyman hakkında konuşmuştur. Hazimi, Süleyman Ulvan’ı tekfir etmiş veya neredeyse tekfir edecek dereceye varmıştır. Yani tekfir etmeye benzer sözler söylemiştir.

Bu arada kendisine; biz bir konuda tartışmaya girdiğimizde, anlaşmazlığa düştüğümüzde “kime müracaat edelim, kimi tavsiye edersiniz?” diye bir takım sorular yöneltildiğinde, kendisi ise şöyle cevap vermektedir: (Bu konularda muhalif görüş ve yaşantıya sahip olan)Abdulaziz bin Baz ve İbni Useymin, Abdurrahman bin Sa’di…

Oysa Abdurrahman bin Sa’di ve İbni Useymin kendileri cehaleti mazeret olarak görmektedir. Buna rağmen Hazimi derslerinde ve konuşmaların da tutup bu şeyhlerden nakil yapmaktadır. Bununla birlikte de bu şeyhleri; imam, âlim ve benzeri isimlerle isimlendirmektedir.

Bununla birlikte(tezat olan diğer bir mesele ise) Hazimi tağutların askerlerini tekfir etmemektedir ve özellikle de harameyn bölgesindekileri tekfir etmemektedir. Bu kimseleri tekfir etmemektedir. O halde kendisinin herzaman kullanmış olduğu kaideyi kendi üzerine neden tatbik etmiyor?[2]

Yani cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimseyi tekfir ettiği kaideyi ve benzeri kaideleri neden kendisi üzerinde işletmiyor? Kendisi kabir meselesinde şirk işleyen kimseleri mazeretlerinden dolayı tekfir etmeyenleri tekfir ederken neden aynı şeyi tağutların askerleri konusunda işletmiyor ve(kendisini)tekfir etmiyor? Bu ikisinin arasını neden ayırıyor? Bir taraftan kabir meselelerinde hiçbir mazeret kabul etmezken diğer taraftan hâkimiyet ve anayasa meselelerinde cehaleti mazeret olarak görenleri tekfir etmiyor veya te’vil sahibi olarak görüyor!

Öyleyse sonuç olarak kendisinin çelişki içerisinde olduğunu görüyoruz…

Aynı şekilde bu konu hakkında kitap yazanlar yani cehaleti mazeret gören kimseleri tekfir etmeyen kimseler hususunda ve Necd ulemasının sözlerinin insanlara nakleden kimselere baktığımızda; örneğin şeyh Ali bin Hudeyr(Allah kendisini esaretten kurtarsın)ki, bu şeyh bu sahada en bariz ve insanlar arasında mücevher değerinde şeyhlerdendir. Kendisine; bir kimseyi cehaletinden dolayı tekfir etmeyen kimse hakkında sorulduğunda, o kimse bidat işlemiş demiştir. Bunun manası ise o kimsenin zaruri olarak bidatci olacağı değildir.[3]

Görüldüğü gibi allame şeyh Ali bin Hudeyr kendisi cehaletin mazeret olup olmaması konusunda ilk kitap yazanlardan ve necd ulemasının görüşlerinin insanlara nakleden birisi olmasına rağmen böyle bir cevap veriyor.

Aynı şekilde Nasır El Fehd’e: “bir kimseyi cehaletinden dolayı tekfir etmeyen kimse hakkında sorulduğunda, o kimse bidat işlemiştir ve bidatcidir” demiştir.[4]

İşte güvenilir ilim adamlarının bu konudaki söylemiş oldukları(en fazla)bunlardır.

Daha sonra cehaleti mazeret olarak gören bir kimseyi tekfir edenlerin, kendileri bu konuda diğer bir çelişkiye düştükleri konu ise; cehaleti mazeret olarak görerek bir kimseyi tekfir etmeyen kimsenin tekfiri hususunda üç görüşe sahip olmalarıdır.

Bu konuya girmeden önce elimizde üç kimse vardır: büyük şirk işleyen kimse, bu kişiyi cehaletinden dolayı tekfir etmeyen kimse ki bu kimseyi bahsetmiş olduğumuz kimseler icma olarak tekfir ediyorlar. Üçüncüsü ise cehaletinden dolayı bir kimseyi tekfir etmeyen kişiyi tekfir etmeyen kimse…

Bu kimse hakkında farklı görüşlere sahiptirler:

1-Bu kimse kâfirdir.

2-Bu kimse sapan ve sapıttıran kimsedir.

3-İctihad etmiş ve hata etmiş bir kimsedir. Bu üçüncü görüş, bu görüşlerin içinde en hafif görüş sahibi olan kimsedir.

Burada görüldüğü gibi büyük bir problem ortaya çıkmaktadır ve mesele kendilerinin tekfirine kadar varmaktadır.

Burada bu görüş yani bir kimseyi cehaletinden dolayı tekfir etmeyen kimseyi tekfir eden kimsenin görüşü alınmış olsa; Şeyh Eymen kâfir olmaktadır. Çünkü onlara göre şirk işleyen bir kimseyi tekfir etmemiş ve bundan dolayı kâfir olmuştur. Yukarıda aktarmaya çalıştığımız görüşlerin diğer aşamalarında Şeyh Eymen Zavahiyi tekfir etmeyen de kâfir olur. Yahut belirttiğimiz gibi bazıları da bu kimseye sapıtan ve saptıran derken diğer bazıları da ictihad etmiş ve hata etmiştir demiştir.

Görüldüğü kadarıyla bu kimseler üç görüşe sahiptirler. Bizler burada kendilerinin yükümlülük altına soktuklarıyla kendilerini yükümlü tutuyor ve diyoruz ki: neden üçüncü kimsenin tekfiri konusunda duraksıyorsunuz? Birinci kimse hakkında dediler ki: müşriği tekfir etmeyen kâfir olur. Evet, pekâlâ öyleyse diğer ikinci kimse de ve üçüncü kimse de onlara göre müşrikti ama tekfir etmemiş olmaktadırlar! Bu dördüncü ve beşincisi olarak uzar gider sonuna kadar…

Daha sonra meseleyi özetleyecek olursak; “cehaletinden dolayı bir kimseyi tekfir etmeyen bir kimse islamı bozan yahut kendini küfre götüren bir şey işlemiştir” demiş olsak bile küfür hükmü kendisine verilmez. Neden küfür hükmü kendisine verilmez? Çünkü bu kimse geçerli bir te’vile sahiptir. Bu kimse cehaletin mazeret olması konusunda gelen nasları te’vil etmiştir. Dolayısıyla kişinin bu te’vili kendisine küfür hükmünün verilmesine engeldir. Dediğimiz gibi kişinin küfre girmesine engel bir te’vildir. Cehaletin özür olması konusunda gelen naslar ya sahih ve sarih(açık)olmayan naslardır yahutta sarih(açık)olmayan sahih olmayan naslardır. Bu nasların zayıf olması isnadlarının zayıf olması sebebiyle ve benzeri sebeplerden dolayı olabilir. Cehaleti mazeret görenler bu nasları delil olarak almaktadırlar. Bizler bunlara reddiyeler veriyoruz fakat küfür hükmünü kendilerine te’villerinden dolayı vermiyoruz. Bu mesele(cehaleti mazeret görerek bir kimseyi tekfir etmeyen kimsenin kâfir olacağı)mutlak küfür olarak kabul edilmiş olsa bile, durum böyledir…

Soru: burada cehaletin mazeret olup olmaması meselesi açılmışken bu konu hakkında yazılmış olan ve Türkçeye de tercüme edilmiş olan iki kitabı sormak istiyorum. “Cehalet özrü” ile ilgili Ebu-l Ula Er Raşidin ve diğeri ise Al- Ferrac’ın kitapları bu iki kitap hakkında görüşünüz nedir?

Cevap:

Bu iki kitap, bu konuda yazılmış en değerli kitaplardandır. Bu kitaptan birisi Ebu-l Ula Er Raşidin “Arızul cehl” (Cehalet Özrü)ve diğeri ise Midhat Al-i Ferrac’ın “El Uzrü bi-l Cehl Tahte-l Micher” kitapları. Bu kitabın yazarı maalesef kendisi cehalet mazeret değildir derken…

Soru soran kimse: bu kimse Hızbu-t Tahrirden midir?

Hayır hayır…

Böyle bir kitap yazmasına rağmen “Mursi” gibi bir adamı “cehaleti ile mazaretli” olarak gördüğünden dolayı tekfir etmemektedir. Görüldüğü gibi çok acayip ve garip bir durumdur. Yani araştırma ve meseleyi derinlemesine incelemede başka bir hükme ulaşmasına rağmen, hüküm vermede ulaşmış olduğu hükmün dışında başka bir hüküm vermektedir.

Soru soran kimse: yani Ebu-l Ula’nın kitabı daha mı güzel?

Ben Ebu-l Ula’yı tanımıyorum fakat kitabı, bu konu hakkında yazılmış güzel bir kitap.

Bunların yanında bu konuda yazılmış bir kitap daha var Şeyh“Ebi Ez-Zübeyr Eş Şankıti’ye” ait benim takdim yapmış olduğum bir kitap, ismi: “El İyzah ve Et Tebyin fii Enne Men Feal-ş Şirke-l Ekberi Cehlen ve Leyse Mine-l Müslimin”dir. (Her Kim Cehalet İle Büyük Şirk İşler İse Müslümanlardan Değildir Meselesinin İzahi Ve Beyanı). Bu kitapta, bu konu hakkında yazılmış en güzel kitaplardan birisidir.

Bu konu hakkında yazılmış güzel bir risale de var. Şeyh Muhammed Meclis Eş Şankıti ye ait “Er Reddü Es-Sehl Ala Ashabı El-Uzrü Bi-l Cehl”(Cehaleti Özür Görenlere Kolay Reddiye)isimli risale…

Bu konuda başka risaleler de vardır…

Burada dikkatlice düşünürsen göreceksin ki, “cehalet mazeret değildir” diye kitap yazanların hiçbirisi; cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimsenin tekfirinin hükmü meselesine değinmemişlerdir.

Görüldüğü gibi bu mesele(cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimsenin tekfirinin hükmü meselesi) eskiden gündeme gelmeyen yeni çıkmış bir meseledir. Bu mesele şimdi ortaya atılmıştır ve mübarek Şam diyarında bu meselenin ateşi yakılmış ve yayılmıştır. Bazıları bu meseleyi(cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimsenin tekfirini) genelleştirirken, bazıları ise buna muhalefet edeni bidatcilik ile suçlarken bazıları da muhalefet edeni tekfir etmektedir.

Soru: Cebhetun Nusra hakkındaki görüşünüz nedir?

Cevap:

Bu sorunun cevabını genel olarak beyan etmeye çalışacağım. Detaylı bir beyan konusunda ise mutlaka bir fetva yayınlanması gerekiyor. Bu bağlamda bu divandan çok yakında bu yönde bir fetva çıkması gerekiyor ve çok yakında bir fetva çıkacak inşallah… Rabbimden bu divanı mübarek kılmasını dilerim.

Ama ben burada şimdilik genel olarak meseleyi yani bu bayrağı; Nusrat cephesini yahut Cevlani bayrağını izah etmeye çalışacağım. Cephetun Nusra başlangıç itibariyle “Baği” bir cephe idi. Müfessir ve fakihlerden oluşan ilim ehli “bağıler” hakkında konuşmuşlardır ve demişlerdir ki: bağıler; güç ve kuvvet sahibi Müslüman kimselerin şer-i bir imama karşı bir te’vile dayanarak huruç etmeleridir. Bu kimselere “bağıler” denilir.

Rabbimiz ayette: “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.” (Hucurat, 9)

Bütün tefsirciler bu ayetlerin tefsirinde demişlerdir ki: ayette bahsedilen bağiler; güç ve kuvvet sahibi Müslüman kimselerin şer-i imama karşı bir te’vile dayanarak huruc etmeleri ve başkaldırmış topluluktur. Bağiler şer-i imamı tekfir etmeksizin, imama karşı çıkmış kimselerdir. Nitekim bu topluluğa karşı yani bağılere karşı islam da savaşılır ta ki şer-i imama boyun eğinceye kadar…

Mesele(cephetun Nusra) aslı yönüyle böyledir. Yani bunların bayrağı bağiler bayrağıdır. Fakat mesele daha sonra bundan daha ileri bir noktaya gitmiş, bu topluluk daha da kötüleşmiş ve büyük meseleler gündeme gelmiştir. İlim ehlinin dediği gibi; masiyetler küfürün postacısıdır. Bir insan bir masiyet işler daha sonra bir başka masiyet ve bir başka masiyet derken-Allah bizi muhafaza etsin-ileride kendisi islam’dan çıkartıcı masiyetler işleyebilir. Cevlani cephesi islamı bozan unsurlar işlemişlerdir yahut şöyle diyebiliriz; cephetun Nusra cephesinin içerisine katılmış bir kısım ketibeler direkt olarak İslamı bozan unsurlar işlemişlerdir. Öyleyse Cevlani cephesine katılmış bazı ketibeler kendilerini islamdan çıkartan masiyetler işlemişlerdir. Bu masiyetlerden birisi; Müslümanlara karşı mürtedlere yardım etme meselesidir. Bu yardım etme “Hayr da” şehrin de olmuştur. Eski ismi Deyri Zordur yeni ismi hayr vilayetinde olmuştur. Bu yardım etme aynı şekilde Cemal Maruf’a yapılmıştır. Bu birçok yerde olmuştur. Yani Müslümanlara karşı mürtedlere yardım etmişlerdir. Bu ise İslam’ı bozan unsurlardan bir unsurdur. Ve gün geçmiyor ki hakikatler(Cephetun Nusranın mürtedlere yardım etmesi)bir bir ortaya çıkarak fazlalaşıyor ve uzman/basiretli olan kişi bunları görüyor. Hamd ve minnet ancak Allaha’dır.

Şimdi artık bunların durumu; birçok Müslüman’ın yanında açığa çıkmış gizli kalmaz bir hal almıştır. Şam’da ve Şam’ın dışında kalan Müslümanlardan bunların durumları gizli kalmaz bir hal almıştır. Bunların yani Cevlani cephesinin durumları ilk önceleri kapalı idi.

Dediğim gibi bu konu(cephetun Nusra)hakkında yakın bir zamanda resmi fetva yayınlanacak inşallah…

Bu zikretmeye çalıştıklarımız ise onların yaptıklarının kısaca açıklanması babındandır…

Soru soran kimse: öyleyse bunlar(Cephetun Nusra)bağilerdir denilebilir mi?

Hayır, bunlar şimdi bağılerdir denmez…

Soru soran: öyleyse bunlar başlangıçta asli bağilerdi daha sonra ise…

Cevap veren: İslam’ı bozan unsurlardan bir unsur işlemişlerdir.

Diğer bir dinleyici: onların hepsi mürted mi olmuştur?

Bu konuyu ileriki zamanlarda beyan edeceğiz ama şimdilik en azından onlarla; yeryüzünde fesad çıkardıkları için hırabe[5] savaşı yapılır.

İlim ehli(rahümehumullah)demiştir ki: bu gibi kimselerle yanı yeryüzünde fesad çıkaranlarla savaşma konusunda; imamın onlarla mürtedlerle savaştığı gibi savaşacağını söylemişlerdir.

SORU: İSLAM ÜMMETİ KATINDA BİLİNEN VE MUTEBER GÖRÜLEN ŞEYH MAKDİSİ, EBU KATADE, SÜLEYMAN ULVAN VE HANİ ES SİBAİ GİBİ… BU ŞEYHLER HİLAFETİ KABUL ETMİYORLAR VE İTİBAR ETMİYORLAR. BU KONUDA NE DERSİNİZ?

Cevap: öncelikle bir kimse şunu bilmesi gerekir; “Hak; adamlarla bilinmez, adamlar; hak ile bilinir.” Dolayısıyla bizler. Kişilerin/âlimlerin sözleriyle sükûnet bulur kalbimiz yatışır. Bizler kişilerin/âlimlerin sözlerinden delil almayız. Kişilerin/âlimlerin sözlerini delil olarak kullanmayız. Bu şeyhlerin mazileri vardır. Mazilerinde hakkı haykırmışlar, hakka yardım etmişler ve hakkı beyan etmişlerdir. “Müslümanlar arasında bu konuda ihtilaf yoktur” diyebiliriz. Bu şeyhlerin islam devletine muhalif tutumları arasında farklılıklar vardır. Aslında her bir fiilin bir sebebi vardır. Bu şeyhlerin islam devletine muhalefet etmelerinin sebebi ve İslam devleti hakkındaki sözlerinin sebepleri vardır.

Bu sebeplerin belki de en öncelikli sebep Cevlani cephesinin bu şeyhlerle ilk olarak irtibata ve iletişime geçmesi diyebiliriz. Atasözün de dendiği gibi: “Bana vurdu ve ağladı sonra da benden önce gidip hemen şikâyetçi oldu.” (Hem suçlu hem güçlü) Ve özelliklede bu işi yapan bu habis adam “Ebu Mariyye El Kahtani” bu adam olayların başlangıcından beri bütün her beldelerde bulunanlarla irtibata geçti ve iletişim kurdu. Hakeza bu şeyhlerle irtibat ve iletişim içerisinde olmaya devam etti. Horasan’da bulunanlarla, Yemen’ de bulunanlarla, Kuveyt’te olan Doktor Hamid bin Muhammed bin Ali ile Süleyman Ulvan ile ve başkalarıyla irtibat ve iletişim içerisindeydi. İrtibat ve iletişim içerinde olduğu bu yerde bulunanlara; “biz sizin öğrencileriniz, bizler sizin evlatlarınız, bizler sizin talebeleriniz” diye aktardı. Bizler hakkında, onlara; bize şöyle yaptılar, şöyle vurdular, bizim arabalarımızı çaldılar, makarlarımızı(Askeri merkezler)aldılar gasp ettiler, adamlarımızı öldürdüler ve bunun gibi birçok sözler söyledi…

Buharide yer aldığı üzere salât ve selam üzerine olsun Muhammed(s.a.v)şöyle buyurdu: “Şunu biliniz ki ben bir insanım. İşittiğime göre hüküm veririm. Olabilir ki sizden biriniz kendi delilini öbüründen daha iyi bir şekilde açıklar. Ben de onun lehine hüküm verebilirim. Her kime bir Müslümanın hakkını hükmedip verecek olursam şunu biliniz ki o, ateşten bir parçadır. İsterse onu yüklenip gitsin, isterse de bıraksın." Görüldüğü gibi insanların en mükemmeli olan peygamber efendimiz(s.a.v), ahlaki ve takva yönünden, hidayet ve rüşd yönünden en üstün olan, Allah tealadan vahiyle desteklenen peygamber(s.a.v); “ben ancak işitmiş olduğumla hükmederim” diyor.

Bu bahsetmiş olduğumuz durumu üzerine bir de bir takım sözler katılsa, örtülse ve haklarında hayr ile bahsetmiş olduğumuz bu şeyhlere; “onlar bizlere şöyle şöyle yaptılar ve şöylece oldu.” dediler ve sadece bu sözlerle de yetinmediler ve irtibata geçerek onlara; şöyle şöyle oldu ve hak olan şöyle şöyledir.” dediler ve onlarda onları tasdik ettiler. Aslında hak iddia ettikleri gibi değildi. Hak şöyle şöyle idi. Fiili olarak aslında olan tam bu idi.

Bu cephe insanlarla irtibat ve iletişim içerisine girdiler mesela Sami El Ureydi ,Şeyh Makdisi ve Ebu Katade El Filistini ile direkt olarak irtibata geçti, onlara hakkı batıl ile karıştırdığı raporlar yazdı. Aynı şekilde eskiden Şeyh Makdisinin kendisine güvendiği ve önceden tanıdığı Ebu Cüleybib El Ürdünü diye bilinen kişi Dir’ada tuttu islam devleti hakkında raporlar gönderdi. Bununla birlikte Ebu Katade El Filistiniye aynı şekilde islam devleti hakkında raporlar gönderdi.

Aynı şekilde El Muhaysini de raporlar gönderdi ve dediğimiz gibi Ureydi de gönderdi. Elbette bunların dışında da islam devleti hakkında raporlar gönderildi. Aynı şekilde Hani Sibaiye raporlar gönderilerek islam devletinin; suçlar işlediği, şöyle şöyle öldürdüler, onlar şöyle şöyle tekfirciler, şöyle aşırılar, şöyle şöyle yaptılar” diye raporlar gönderildi. İşte bu anlattıklarımızın hepsi, olaylar hakkında bu şeyhlerin karşılaştıkları ilk şey idi.

Daha sonra bu şeyhlerden bazıları; “kendi haklarında bir tarafla görüştüler diğer tarafla görüşmediler” denmesin diye tuttular islam devleti ile utana sıkıla iletişime geçtiler ve sonra da; “ben islam devleti ile de nursa cephesi ile de görüştüm” hak Nusra tarafındadır” dediler. Böyle yapanlardan birisi Şeyh Ebu Muhammed El Makdisidir.

İmam İbni Kayyim(r.a)bu konu hakkında şöyle demiştir: “Her kim haberlerden bir haber işitirse ve bu işittiği haber karşısında haberi işitmeden önce kabul ve red hususunda bir ön yargısı olur ise…

Şeyh Makdisi ise islam devletine karşı eskiden beri bir karşı tavrı var idi. Hatta ta Ebu Musab Ez Zerkavi zamanından beri ikisi arasında bir alerji var idi. Şeyh Makdisi Zerkavinin arkadaşıydı. Hapishanede beraber idi. Hasan Basri(r.a)bu konu hakkında şöyle demektedir: “Bir âlimi en iyi bilenler; komşuları ve ailesidir. Yani insanlar âlimi büyük ilim ehli olarak görürler fakat ailesi ve komşuları ise(oturup kalktıkları için) onu hiçbir şey olarak görürler. Yani âlimin ailesi, annesi, babası, çocukları onu; “herhangi sıradan falanca kişi” olarak görürler. Gel, git otur, kalk, git, şunu getir, bunu götür… Yani aslında onu âlim görmezler. Aksine uzak insanlar ise onu âlim görürler. Aynı şekilde komşuları da bu âlimi, âlim olarak görmezler. “Falan kimse… Falan kimsenin oğlu, Ebu Falan…” derler ve ona hiç itibar etmezler. Âlimlerle içli dışlı olanların durumu işte böyledir. Dolayısıyla Şeyh Makdisi Zerkavinin arkadaşı idi. Bundan dolayı Zerkavi onu bir şey olarak görmüyordu. Bu sözlerimizin manası Zerkavi, şeyh Makdisi kolayca eleştirebiliyor, tenkid ediyor ve onu tersleyebiliyordu hatta ona üstün gelebiliyordu. Bunun aksine âlime uzak olan kimseler ise bir âlime böyle şeyler diyemez çünkü onu büyük bir sembol görür, büyük bir komutan, mücahid görür, emektar görür ve bu tür ağır eleştiriler yöneltemez.

Öyleyse Şeyh Makdisi’nin ta o günlerden başlayan Ebu Musab Ez Zerkaviye karşı bir reddiye verme girişimi vardı. Bu girişimlerden ilki belki de “Munasaha ve muazara Ebi Musab Ez Zerkavi” (Ebu Musab Ez Zerkavi ye nasihat ve yardım)adında bir risaleydi. Daha sonra “Vekafat Ma Semerat El Cihad Beyne’l cehli bi’ddin ve el cehli bi’l Vakı’” (Din Konusunda Ve Vakıa Konusunda Cehalet Arasında Cihad Meyveleriyle Beraber Duruş) diye bir başka risale daha vardı.

Daha sonra cezira kanalıyla yapmış olduğu röportaj…

Daha sonra bunlarla beraber Şeyh Makdisi’nin kitaplarını güzelce inceleyecek olursan, cihad sahaları hakkında müstakil kitaplar ve özel risaleler yazdığını göreceksin. Çeçenistan cihadı hakkında özel bir risale, Afganistan cihadı hakkında özel bir risale, Yemen cihadı hakkında özel bir risale, Gazzedeki mücahidlere yardım konusunda özel bir risale, Somali cihadı hakkında özel bir risale, Cezayir cihadı hakkında özel bir risale yazdı. Fakat bu on sene boyunca Irak mücahidlerini destekleme konusunda hiçbir şey yazmadı. Irak cihadı diğer cihad bölgelerinden daha şiddetli bir cihad sahası olmasına rağmen bu konu hakkında hiçbir şey yazmadı. Oysa Çeçenistan, Afganistan ve diğer bölgelerdeki cihadlar dağlara çekilip, senenin bazı aylarında merkezlere inerek; füze, havan ve benzeri silahlarla vurma taktiği(vur kaç)şeklinde gerçekleşiyordu. Yani özet olarak bu bölgelerdeki mücahidlerin cihadı bazı aylardan ve bazı yerlerden ibaret idi. Irak cihadı ise tam bir melahim(büyük savaş)idi. Irak cihadı ise kaynayan volkanlardan oluşan bir savaş idi. İşte bütün bunlara rağmen Şeyh Makdisi Irak cihadı hakkında hiçbir şey yazmadı. Oysa kendisi dünyanın her neresinde cihad var ise oraya özel risaleler yazdı. İşte bütün bunlar; şeyh Makdisinin gönlünde Irak cihadına karşı bir şey var olduğunu gösterir niteliktedir.

Bu söylediklerimiz Şeyh Makdisi için söyleyeceklerimiz…

Ebu Katade El Filistiniye gelince; sözlerimize başlamadan önce belirtmek gerekir ki Ebu Katade’nin durumu Şeyh Makdisiden daha kötüdür çünkü Ebu Katade cehaleti mazeret görür iken Şeyh Makdisi cehaleti mazeret görmemektedir. Ebu Katade Peşaver de iken bir olay oldu. Sene doksanlar da; Ebu Hemmam künyeli bir adam var idi. Daha sonra Ebu İsa Er Rifai diye künyelendi. Peşaverde bu kimse ve bazı şahıslar bir araya geldiler. Bu şahıslar dört veya beş kişi idi. Bu kimseler hilafet fikrini ortaya attılar ve “Afganistan cihadı doğru değil çünkü ilk önce bir halife tayin edilmesi ve daha sonra bu halifeyle cihad edilmesi gerekir” dediler. Zira Buhari de yer aldığı gibi peygamber(s.a.v)bu konuda şöyle buyurmuştur: “İmam(halife)kalkandır ve arkasında korunulur.” Ve dediler ki: “ilk önce halife tayin edelim ve daha sonra arkasında cihad edelim” bundan dolayı aralarında anlaşarak kureyşli olması hasebiyle Ebu İsa El Rifai’yi halife seçerek beyat ettiler.

Daha sonra bu kimseler bir ilim talebesinin mevcudiyetinden haberdar oldular. Bu ilim talebesi ise Ebu Katade idi. Ve bu kimseler dediler ki; şayet Ebu Katadeyi bu hilafet konusunda ikna edersek, insanlara etki eder ve insanları buraya getirir. Bu yüzden sene doksanlarda Ebu Katede ile Peşaverde bir araya geldiler ve bir yerde oturarak bu hilafet konusunu görüştüler. Bu oturumda Ebu Katade şiddetli bir şekilde halife seçilmesini reddederek; hilafet için temkin olmasını söyledi. Sizler beş kişi ne yaptınız ve ne yapabilirsiniz ki? Halifenin emirlerini nasıl yerine getireceksiniz? Gibi sözler söyledi. Ebu Katade hilafet konusunu o zaman reddetti.

Daha sonra Ebu Katade Londra’ya gitti. Aynı şekilde Ebu İsa Er Rifaide Londra’ya gitti. Londra’da bu ikisinin arasında görüşmeler gerçekleşti. Bu ikisi arasında gerçekleşen görüşmelerin en meşhurlarından biriside “Hilafet Münazarası” ismiyle “You tube” ye de konulan tartışmaydı. Bir tarafta Ebu Katade ve Ebi Velid El Gazzi diğer tarafta ise Ebu Hemmam yahut Ebu İsa ve Ebu Eyyüp Es Sudani idi. Bunların aralarındaki hakem ise Hani Sibai idi. Bu tartışma hilafet konusunda bir tartışma idi. Bir taraftan Ebu İsa kendisinin Müslümanların halifesi olduğunu iddia ediyor idi. Kendisi Londra da ikamet ediyor ve bir evde yaşıyordu. Bu yaşadığı evini “Daru-l islam” diye isimlendiriyordu. Evi Daru’l islam idi! Bu şahıs, bu eve sahip idi ve kadısı da Ebu Eyyüp idi. Hilafeti böyle gerçekleştirdiler.

Soru soran: yani onlar o zaman hilafet mi ilan ettiler?

Evet, o zaman onlar hilafet ilan etmişlerdi.

Soruyu soran: ben bu konuyu işitmiştim fakat işin hakikatini bilmiyordum…

Bu kimseler kendilerini; Müslümanların cemaati diye isimlendirdiler çünkü peygamber(s.a.v); “Müslümanların cemaatine ve imamına katılın” bu hadis müttefekun aleyh, Huzeyfe hadisidir.

“Müslümanların cemaatiyiz” diye insanlarla tartışma koyuldular. Elbette bunlara tabii olanlar sadece bazı fertlerden ibaret idi.

Burada şahit(anlatmak ve delil getirmek istediğimiz mesele)Ebu Katade’nin o zamandan hilafet meselesine karşı bir saplantısı olduğudur. Ebu Katade, bu kimselerle tartışıyor ve reddiyeler veriyor, tenkid edip muhalefet ediyordu.

İslam devleti kurulduğunda, halife ilan edildiğinde ise Ebu Katade nefretetti ve sevmedi. Ebu Katede zannetti ki şimdi ilan edilen hilafet eski Londra da kurulan hilafetin aynısı idi. Nitekim Ebu Katade, şu bizim sahip olmuş olduğumuz güç ve temkini hiç tahmin edemedi. Bu sultayı, hadlerin tatbik edilmesi, zekâtların toplanması, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma, cizye ve diğer yaptıklarımızı hiç tahmin edemedi. Halifelerin yapmış oldukları bu şer-i ahkâmın tatbikini hiç beklemiyordu. Ebu Katade bunları tasavvur ve tasdik edemiyordu. Bunlarla birlikte kendisine; bu devlet kartondan bir devlet, hayali bir devlet –Allaha sığınırız- ve bunun gibi benzeri sözler naklediliyordu. Görüldüğü gibi bu kişi daha önceden hilafet karşısında bir saplantı içerisinde idi, hilafet meselesini hep tenkid ediyordu ve halen de bu saplantı içerisinde devam etmektedir.

Hani Es Sibaiye gelince; Hani Sibai, Şeyh Makdisi ve Ebu Katade gibi değildir. Bu kişi, bu menheci(selefi cihadi)köklerine kadar incelemiş ve ulaşmış değildir. Aynı şekilde bu kişi, bu (hilafet) konularda âlim ve sözü ön planda tutulacak bir imam da değildir. Bu kişi…

Soruyu soran: hatip diyebilir miyiz?

Bu kişi ilim talebesi, islam tarihi konusunda emeği ve çalışması olan bir kişidir. Bu kişi neden çokça ortaya çıkıyor ve neden çok dile getiriliyor? Diye soracak olursak; Çünkü herhangi bir olay sonrası olaylar hakkında en hızlı bir şekilde yorum yapan kimseler arasında yer alıyor. Diğer taraftan selefi cihad âlimlerinin çoğu ise ya sıkıştırılmış ya kovalanıyor ya hapishanede… Bu yüzden herhangi bir olay olduğunda mesela falan mücahid komutan öldürüldü” dendiğinde, bu konu hakkında hızlı bir şekilde hiç kimse açıklama yapamazken Doktor Hani Es Sibai hemen yorum yapıyor. Dolayısıyla selefi cihadı fikrine sahip gençler hemen ilk açıklama yapan hani Es Sibai’ye yöneliyorlar. Mesela bir kâfir öldürülüyor yahut herhangi bir yerde mücahitler cihadi bir operasyon gerçekleştiriliyor hemen akabinde Doktor Hani Es Sibai yorum yapıyor.

İşte bu yüzden -tabirimiz doğru olursa-mücahitlerden ve cihadı sevenlerden kendisini takip eden bir halk kitlesi oluşmuştur. Bundan dolayı onun açıklamaları dinlenir olmuştur. Yoksa bu konularda beyan sahibi(açıklama yapma hakkı)değildir. Aynı şekilde münazaralarda yahut tartışmalarda kendisi derin huccet ve delil getirebilecek, meseleyi köküne kadar irdeleyebilecek bir kimsede değildir. Bu konuda kendisinin münazarasını dinleyebilirsin. Bu münazara müzik dinlemeyi mübah gören zahiri bir kimse ile kendisi arasında olmuştur. Münazara birkaç saat sürmüştür. Münazarada zikretmiş olduğu huccetlerin ne kadar kuvvetsiz olduğunu, delilleri çürütmek, karşısındakini delillerle susturmak, son noktayı koyucu huccet ve delillerinin olmadığını ve huccetlerini evraktan okuduğunu göreceksin. Şüpheleri sahih bir şekilde çürütemediğini göreceksin.

Öyleyse özetleyecek olursak diyebiliriz ki: Sibainin biraz ilmi vardır fakat bu ilmi islam tarihi alanındadır. Zaten kendisi bu konuda ihtisas sahibidir. Ayrıca olayların akabinde hemen yorum yaptığından dolayı her yerde isminin ortaya çıktığını görüyoruz. Yoksa-tabir doğru olursa-neye sahip ki ne versin!

Süleyman Ulvan’a gelince; bu şeyhin durumu söylemiş olduğunu şeyhlerin içerisinde islam devletine karşı duruşu en hafif olanıdır. Bunun manası Süleyman Ulvan; ilmi bir şekilde tenkit etmiş fakat bu tenkidi çok basit bir tenkid olmuştur. Diğerleri gibi her gün bir açıklama yahut reddiye ile islam devletine karşı bir duruşu olmamıştır. Şeyh kınama, tenkit,çürütmek, karşısındakini delilerle susturma gibi şeyler yapmamıştır. Yapmış olduğu bir veya iki kelime söylemek olmuştur. Bu şeyhlerin içerisinde islam devletine/hilafete karşı durumu en güzel olan şeyhtir Süleyman Ulvan. Ümit ediyoruz ki kendisine hak beyan olundukça-Allahın yardımı ile-hakka döneceğini bekliyoruz. Süleyman Ulvan’a tesir eden kendisi ile irtibat içerisinde olan Ebu Mariye olmuştur. Ayrıca kendisine tesir edenlerden birisi de Hamid bin hamid El Ali’dir. Bu kimsede kendisi ile irtibat ve iletişim içerisinde idi. Dolayısıyla Şeyh Süleyman’a; şöyle şöyle oldu, böyle böyle oldu” diye bir nebze tesir etmiştir.

Fakat Allah’ın fazlı ile diğer tarafta şeyhler var. Bu projeyi destekliyorlar ve dile getiriyorlar.

Soruyu soran: bu bahsetmiş olduğunuz şeyhler, bilinen şeyhler mi, örneğin kimler?

Bu şeyhlerin sayısı Allahın fazlı ile oldukça çoktur. Şimdi aklıma gelenlerin bazılarını zikredeyim;

1-Şeyh Beşir bin Müsaid

Soruyu soran; Sudanlı mı bu şeyh?

Evet, evet Sudanlı, çok değerli, muhaddis bir şeyhtir. Kendisi eski âlimlerden olmakla birlikte; ilmi olarak, yaş olarak, akıl olarak büyük âlimlerdendir. Bu âlim, bu projeyi destekliyor ve dile getiriyor.

2-Şeyh Abdulmecid El Hettari Er Riymi. Bu şeyh, yemen âlimlerinden biridir ve kendisi selefiler içerisinde bilinen bir şeyhtir. Bu şeyhin Yemen’de medreseleri ve öğrencileri vardır. Yemen’de mücahitleri desteklemiştir. Desteklemesi ğayri resmi olmuştur tabii. Yemen de bizim tanzimimizi ve ensaru’ş şeriayı ğayri resmi olarak desteklemiştir. Ben bir müddet önce bu konu hakkında bir risale yazdım. Risalenin ismi “Halis teslimi ila Eş Şeyh Abdulmecid Er Riymi” (Şeyh Abdulmecid Er Riymi’ye en samimi/içten teslimiyetim). Bu risaleyi yazmamın sebebi ise Yemende bulunan mücahit komutanların benden talebi doğrultusunda yazdım ve kendisine cihada desteğinden, mücahitleri koruyup gözettiğinden dolayı teşekkür ettim. Bu âlim de, bu projeyi, İslam devleti ve hilafet projesini destekleyenler ve lehin de fetva verenleri savunanlar arasındadır.

3-Şeyh Me’mun Hatim. Bu şeyh Yemen de El Kaidenin şer-i komisyonundadır.

Bu şeyhlerin dışında her yerde islam devletini destekleyen şeyhler vardır. Bunlardan biriside

4-Şeyh Muhammed Er Reyyis. Kendisi haremeyen(Suudi arabistan)bölgesinin büyük âlimlerindendir. Şeyh Muhammed Er Reyyis’de islam devletini desteklemektedir. Bu şey ama ve yaşı büyük bir şeyhtir, yaşı yetmişlerdedir.

5-Said bin Züheyr. Bu şeyhi biliyorsunuz herhalde?

Soru soran: işittim kendisini…

6-Şeyh allame Ali bin Hudayr.

Soru soran: kendisi hapishanede değil mi?

Evet…

7- Şeyh allame, hafız Nasır El Fehd.

8- Şeyh, hafız Faris Ez Zehrani, Ebu Cendel el-Ezdi.

Soru soran: kendisi hapsihane de değil mi?

Evet… Kendisi beyatini hapishaneden gönderdi.

9-Muhammed Ed Düsüriy. Bu şeyhde aynı şekilde haremeyen(Suudi arabistan)bölgesindendir.

Bu şeyhlerin yanında birçok şeyhler vardır fakat şimdilik aklıma gelenler bunlar.

Ayrıca islam devleti içerisinde şeyhler vardır. Onlar da islam devletinin şeyhleridir. Örneğin; Şeyh Osman El Nazih, Şeyh Ebu Bekir El Kahtani, şeyh Ebu Müslim El Mısrı, şeyh Ebu Zeyd El Iraki, şeyh şer-i ilimlerde doktorası veya mastır yapmış olan şimdi tam hatırlamıyorum, Abdullah El Iraki. Tabii bir kişinin doktora veya mastır yapmış olması mesele değil. Burada anlatmak istediğim, bu şeyhlerin ilmi derinliği olduğu, kitaplardan beslenmiş olduklarıdır. Bu şeyhler Allah’ın fazlı ile ilmi alanda bariz kimselerdir. Bu şeyhlerin dışında birçok şeyhler vardır. Bu soru aniden sorulduğu ve daha önceden bu konu hakkında bir hazırlık yapmadığım için şimdilik islam devletini/hilafeti destekleyen şehler arasında bu şeyhleri zikredebilirim.

Soru soran: burada sormak istediğim şu önceden bahsetmiş olduğumuz dört şehy(Şeyh Makdisi, Ebu Katade, Hani Sibai ve Süleyman Ulvan)bunların şer-i delilleri var mı? İslam devleti ve islam hilafetini kabul etmemeleri konusunda kuvvetli ve muteber delilleri var mı? Bu konuda sunmuş oldukları nelerdir?

Allah seni mübarek kılsın…

Onların sunmuş olduğu(delil)sadece kendilerine rivayet olunmuş olan bazı olaylardır. Bunun için bu projeyi kabul etmiyorlar. Yardım sadece Allah’tandır.

Bunlar gibi şeyhler; daima islam devletini gerekliliğinden, hilafetin ilan edilmesinin gerekliliğine davet ederek hayatlarını geçirdiler. Nitekim islam devleti kuruldu. Bu daveti insanlara yapan şeyhlerin kendileri bunu kabul etmedi ve inkâr ettiler. Dediğimiz gibi bu şeyhlerin; (islam devletini, islam hilafetini kabul etmemelerinin)illeti(gerekçesi); bize rivayet edildi ki, islam devletinden falan falan kimseler falan falan kimseleri öldürmüş… Falan kimsenin malını almış, falan mecmuanın (grup)ganimetlerini almış, falan mecmua(grup)ile savaşmaya başlamış ve benzeri sözler…

Bu şeyhler, kendilerine rivayet edilen bu sözleri, İslam devletini kabul etmeme konusunda; sürçme, hata yahut bir engel kabul ettiler. Bizler tamam -böyle olmamakla birlikte bunu böyle kabul etmiş olsak bile-hatta bundan da öte -bu devlette fısk, fücür ve zulüm var olduğunu farz etsek bile- diğer var olan devletlere nazaran; en efdali ve en güzelidir. Diğer bütün devletler tağuti devletlerdir ve Allahın hükümleri dışındaki hükümlerle hükmetmekteler. İslam devleti ise Allahın hükümleri ile hükmediyor, hükmetmeye çalışıyor ve hedefi Allahın hükümleri ile hükmetme. Olması gereken; bu devletin desteklenmesi, irşad edilmesi ve düzeltilmesi değil midir? Yoksa bu islam devletini karşısında durup; bu devlete karşı planlar yapmak, haset etmek veya savaşmak mı gerekir? Bundan Allaha’a sığınırız…

Bugün şayet diğer tağuti devletlerin içerisinde Haccac’ın devleti olmuş olsa ne yapmamız gerekir? Bu tağuti devletler karşısında Haccac’ın devletine tarafgirlik etmemiz, bağlanmamız ve meyil etmemiz gerekir. İmamlar(rahimehumullah); ne kadar hata ve eksikleri olmuş olsa da emevi devletine yardım etmişlerdir. Hakeza her ne kadar hata ve eksikleri olmuş olsa da Abbasi devletine yardım etmişlerdir.

Öyleyse nasıl olurda, şu günümüzde islam devletini günümüz(şeyhler, imamları ve Müslümanları)yardım edip desteklemezler ki? Bu devlet ki her taraftan tağuti devletler tarafından kuşatılmıştır. Aslında imamlar dönemlerinde emevi ve Abbasi devletlerini desteklemek zorunda değillerdi. Burada ise tağuti bir devlet yahut emevi veya Abbasi devletine benzer bir devlet yok olmasına rağmen imamlar o dönemdeki devletleri desteklemişlerdi. (anlam hatası)

Deriyye de kurulan Muhammed bin Abdulvehhab’a bakalım aynı şekilde küçük bir yerde kurulan küçük bir devlet idi. Şu günümüzdeki islam devletinin sahip olmuş olduğu toprağa nazaran çok küçük bir toprağa sahipti. Aynı zamanda bu devletin imamı Muhammed bin Suud kureyşli değil idi. Buna rağmen Muhammed bin Abdulvehhab ve beraberindekiler onu destekledi. Çünkü o dönemde Allahın şeriatı ile hükmedenler onlar idi. Diğer kabileler ve Osmanlı yönetimi altında bulunanlar arasında Allahın hükmüyle hükmedenler onlar idi. Osmanlının son zamanlarında kabir şirkleri yayılmıştı ve daha sonra Osmanlı devleti miladi 1840 seneler de Allahın hükümleri dışında hükümlerle hükmetmeye başladı. Osmanlı devleti o dönemler de Allahın kanunları yerine insanların koymuş olduğu kanunlarla hükmetmekte idi. O halde necd uleması o dönemlerde bu yeni devletin bir takım eksikleri yahut hataları olmasına rağmen desteklediler ve yanında durarak doğruya yönlendirdiler. Ama asla bu devletin karşısında durmadılar. Bu devletin karşısında duranlar kimlerdi? Karşısında duranlar mezhep imamları idi. Şafii âlimleri, Hanefi âlimleri, Hanbelî âlimleri, Maliki âlimleri bu devletin karşısında durdular. Aslında malikiler çokça bu devlet hakkında konuşmadılar çünkü uzak idiler. Konuşanlar genellikle Şafii ve Hanefi âlimleri ve Hanbelî âlimleri idi. Bu âlimler şeriatla hükmeden ilk suud devleti hakkında konuştular. Bu âlimlerin o dönemdeki İslam devleti hakkındaki konuşmaları ise kendilerine hiç zarar vermedi. Hatta faydaları bile oldu. O dönemde Muhammed bin Abdulvehhab gibi âlimlerin yanında ondan daha büyük üstün âlimler vardı. Mesela İmam Şevkani, imam San’ani o dönemde yaşamışlardı. Bu imamlar Muhammed bin Abdulvehhabdan fıkhi konularda daha fakih idiler. Ancak Muhammed bin Abdulvehhab akide ve dinin usulleri konusunda onlardan daha iyi idi. Allah en doğrusunu bilendir…

Soru soran: Öyleyse şöyle diyebiliriz; bu dört şeyhin öne sürmüş olduğu meseleler; Müslümanların kanının akıtılması ve Müslümanların mallarının alınması gibi şeyler…

Evet, onların iddiaları bunlar… Fakat iddialarının hiçbir delili yoktur. Ayrıca bu şeyhlerin itimad edip öne sürmüş oldukları; islam devletinin içerisinde bulunan şahısların yapmış olduğu hatalara binaen bunları öne sürmektedirler. Oysa İslam devleti bu hataları yapanları cezalandırmıştır.

Burada güzel bir nokta daha var aslında o da Ebu Katade yazmış olduğu son risalesinde “Halifenin elbisesi” risalesinde…

Tabii burada yeri gelmişken sizlerde takdir edersiniz ki Şeyh Makdisinin yazmış olduğu kitaplarda ve meseleleri derinlemesine ve güzelce işlemiş olduğu kitaplarda yer alanlar ile şu günümüzde tenkid edip söylenenler arsında ki farkı görüyorsunuzdur. Eski kitaplarında zikretmiş oldukları deliller, ne kadar güçlü huccetler olduğunu. Oysa şimdiki tenkitlerinin bir takım karalamalardan ibaret olduğunu ve delilden yoksun, boş bir risale olduğunu görürsün.

Aynı şekilde bu, Ebu Katadenin islam devleti karşısında yazmış oldukları için de geçerlidir. Eski ve yeni yazmış olduklarına bakılınca; delilden yoksun, hiçbir burhanın yer almadığını görürsün. Görürsün ki yazmış oldukları; söz sahibi olmayan sözlerden ibaret söyledikleri sadece…

Ne kadar gariptir ki kendisi bir zamanlar şöyle diyordu: İslam devleti bazı aşırıları tutukladı ve hapsetti. Bu tutuklamalar zulümdür gibi sözler söylüyordu. Bu durum Ebu Katade’ye ait bir meziyettir. Sen bir zamanlar böyle söylerken şimdiler de ise; fetva veren, konuşan ve öne çıkan aşırıları işittiği zaman bu aşırılıktır ve katılıktır gibi sözler söylüyor.

Yani her ne yapılırsa yapılsın her halükarda bunlar islam devletini eleştiriyorlar.

Soru: bu âlimler şöyle de bir şey iddia ediyorlar; islam devletinde hilafet ilan edilmeden önce âlimlerle istişare edilmedi diyerek, kendilerine işaret ediyorlar. Bu konu hakkında ne dersiniz?

Biz burada birçok ilim talebisinin, birçok mücahidin ve diğer müslümanların farkına varamadığı bir meseleye dikkat çekmek istiyoruz. Aslında bu mesele ile o âlimlerin ileri sürdükleri deliller çürüyor.

Diyoruz ki: (Hilafet konusunda)İstişare ne zaman yapılır? İmamların(halife adayları)sayısı çok olduğu zaman yahut hilafet devam ederken ya da bir hüküm konusunda; şu şahıs mı olsun, bu şahıs mı olsun. Ya da bu şahıstan şu şahsa mı geçsin gibi şeyler de istişare olur. Birinci kişi(halife)vefat eder ikinci kişi(halife)istişare ile mi yoksa yerine birisini bırakmak ile mi ya da birçok kimsenin beyat etmesiyle mi gibi meselelerde istişare olur.

Ama şu günümüze bakıldığında durum öyle değildir. Günümüzde bir imam(halife)başa geçiyor ve kendisinden önce hiçbir imam(halife)yok. Bunun manası; bir yer var. Bu yerde tağutun hükmettiği bir yönetim var ve insanlar kalkıyorlar bu tağutla savaşıp bir imam seçip başa geçiriyorlar. Söyler misiniz, böyle bir durumda halifenin tayin edilmesi ya da imamın(halife)seçilmesi konusunda istişare gündeme gelebilir mi? Burada söz konusu olan; imamı başa geçirelim mi yoksa bir imamı(halife)başa geçirmeyelim mi? Başa imam(halife)geçirelim mi, geçirmeyelim mi? Diye şura ve istişare olmaz. İstişare ve şura nerede olur? Şura, birçok imamın bulunduğu yerde hangi imamı seçelim? Şeklinde olur. Yani şura veya istişare hilafetin var olduğu, devam ettiği bir zamanda birinci halife vefat ettiği yahut öldürüldüğü yahut hilafetten alınmasını gerektiren bir durum olur yahut aklını kaybeder buna benzer durumlarda; “kimi imam(halife)seçelim?” diye yapılır.

Fakat hilafetin olmadığı, tağutların hükmünün olduğu zamanda, nasıl olurda; tağutların gölgesi altında olanlarla istişare edilip, “bir imam(halife)seçelim mi yoksa seçmeyelim mi?” denilebilir. İstişare ve şura bu konuda olmaz. Bu birinci meseledir…

İkinci olarak; Amerikalılar Irak’a girdiği zaman mücahidler kalktılar Allahın fazlı ile Amerikalılarla savaşmaya, mücadele etmeye ve cihad etmeye başladılar. Her yerden insanlar gelerek sayıları az da olsa onlarla savaştı. Nitekim cihad kendi ayakları üzerine durdu. Mücahidler birçok bölgeleri ve şehirleri fethettiler. Bundan sonra acil bir şekilde Müslümanlar üzerine kaçınılmaz ve kat-i olarak bir imam(halife)seçmenin vacip olduğunu gördüler. Bir imam seçerek Allahın hudutlarının tatbik edilmesi ve Allah’ın şeriatı ile hükmetmesi gerektiğini gördüler. O zaman Müslümanlar bir mecliste bu konuyu şu meclisin de istişare ettiler ve nitekim Şeyh Ebu Ömer El Bağdadi El Hüseyni’ye beyat ettiler.

Burada birisi şöyle diyebilir; pekâlâ o zaman neden istişare etmediler? Ehli hal ve el akd’ neden istişare edilmedi? Bu soruyu soracak olan burada bizleriz; Ehli hal ve’l akd diye bahsettikleriniz Amerika ile cihad da neredeydi? Neden bu bahsettiğiniz Ehli hal ve’l akd mücahitlerle aynı hendekte değil idi. Ehli hal ve’l akd o zaman olsaydı da görüşleri ve fikirleri alınsaydı ya!

O halde kendilerini “Ehli hal ve’l akd” diye isimlendirenler Irak cihadında Amerikaya karşı çok mücadeleden uzaklaştılar. Bu savaştan ve cihad’dan uzakta idiler. Öyleyse nasıl oluyor da; meyveler olgunlaştıktan sonra olgunlaşan meyveleri ilk koparanlar olmak istiyorlar?

Öyleyse sonuç olarak diyoruz ki: Irakta ki bu kimseler kendileri ile beraber olan Ehli hal ve’l akd ile istişare ettiler. Bu kimselerin bütün Ehli hal ve’l akd ile istişare etmesinin de bir zorunluluğu yoktur. Selef bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Ehli hal ve’l akd’dan kaç kişi ile istişare edilir? Yahut kaç kişi ile bir imama beyat gerçekleşmiş olur? Seleften bazıları demiştir ki; Ehli hal ve’l akd’ın cumhurunun istişaresi ile olur. Bazıları da Ehli hal ve’l akd’dan müyesse olanlarla istişare edilir demişlerdir ki-sahih olan da budur- bazıları da Ehli hal ve’l akd’dan beş kişi ile istişare edilir demiştir. Bazıları da Ehli hal ve’l akd’dan iki kişi ile istişare edilir bazıları da Ehli hal ve’l akd’dan bir kişinin bey’at etmesi ile olur demişlerdir.

Biz burada fakihlerin söylediğini söylüyor kendi kafamızdan daha sonradan söylenen sözler söylemiyoruz. Öyleyse Ebu Ömer El Bağdadi’ye Ehli hal ve’l akd’dan müyesser olanlar beyat etmişler ve daha sonra Şeyh öldürülmüştür. Sonra da Ebu Bekir El Bağdadiye Ehli hal ve’l akd’dan müyesser olanlar beyat etmişlerdir. Allah daha sonra kendisine birçok kapılar açmış ve birçok şehirler ve bölgeleri fethetmiştir. Şam bölgesinde fetihler genişlemiştir. Fakihler icma olarak demişlerdir ki: Hafız İbni hacer(r.a)naklettiği gibi: “Müslüman bir imam, başka bir Müslüman imamın hükmetmiş olduğu bir yerde galebe çalarsa, icmaan daha sonra ki imama itaat etmek ve emirleri dinlemek vacip olur demişlerdir. Bunu ayrıca müceddid Muhammed bin Abdulvehhab ve başkaları da nakletmiştir.

Yani Müslüman bir imam başka Müslüman bir imam galebe çalarsa, bu galebe çalan imama itaat ve sözlerini dinlemek vacip olur. Burada görüldüğü gibi Müslüman bir imamın başka Müslüman bir imama galebe çalmasından bahsedilmektedir oysa bizlerin karşı karşıya olduğumuz durum öyleyse tağutların hükmetmiş olduğu bir yere Müslüman bir imam imama galebe çalarsa durum nasıl olur? Yahut hiç kimsenin hükmetmediği, Allahın hudutlarının yerine getirilmediği, şeriatın hükmetmediği bir yerde Müslüman bir imam galebe çalarsa durum nasıl olur?

Burada dikkat edilmesi gereken nokta; islam ulemasının icma ile söylemiş olduğu bir yerde birinci imama beyat etmenin vacipliliği yahut Müslüman bir imamın bulunduğu yerde ikinci bir imamın birinci imama galebe çalmasıyla birincisinin imametinin doğru olmadığı yönünde ise…

O halde hiçbir imamın olmadığı bizim burada bahsetmiş olduğumuz durum nasıl olur?

Sizler mesela hulefa Er raşidinde şöyle bir şey gördünüz mü? Kendilerine Medine’de beyat edildi ve kendileri yönetimleri uzadı. Arap yarım adasını fethettiler. Şam’ı, Mısır’ı, Irak’ı fethettiler. Acaba hiç işittiniz mi, Şam’ı fethettiklerin de yeniden istişare edip, şura kurduklarını? Gelin ey ehli Şam! Ömer’in(r.a)hilafetini kabul ediyor musunuz yoksa etmiyor musunuz? Yoksa başka bir halife mi seçelim? Acaba sizler; gelin ey Irak ehli, yeniden istişare edelim. Bu imam buraya yeni girdi, yeniden istişare edelim” dediğini hiç işittiniz mi? Gelin Ömer bin Hattab’a(r.a)bey’atimizi yenileyelim yahut Ömer’i uzaklaştıralım da başkasını yerine getirelim. Bu tür sözler işittiniz mi? Yahut Afrika fethedilince veya başka yerler fethedilince Osman’ın halife olarak kalacağı veya başka birisinin yerine getirileceği konusunda istişare edilip edilmediği konusunda bir şey işittiniz mi? Böyle bir şey hiçbir zaman olmadı. Bir imama, küçük bir toprak parçası dahi olsa önce bey’at edildi ve daha sonra diğer bölgelere yayıldı. Özellikle de dediğimiz gibi; hiç kimsenin hükmetmediği, Allahın şeriatının hâkim olmadığı yerlerde.

Dediğimiz gibi hulefa er raşidin’ Medine’de bey’at edildi ve daha sonra bu bey’at diğer bölgelere uzadı. Fakat bu konuda(yeniden istişare)hiçbir şey işitmedik. Hatta bundan da öte Abdullah bin Zübeyr’e(r.a)Mekke de bey’at edildi ve diğer bölgelerde Ümeyye oğlulları(emeviler)hâkim idi. Böyle olmasına rağmen Abdullah’ın bey’ati diğer bölgelere uzadı. Medineye, Irak’ ve daha sonra Filistin’e kadar vardı. Daha sonra Abdullah bin Zübeyr’in(r.a)yönetimi diğer bölgelere ulaştı. Oysa diğer bölgelerde de Müslüman bir hâkim’in yönetimi ve şer-i ahkâmı yerine getirmesine rağmen bu topraklarda da(Abdullah bin Zübeyr)halife olarak isimlendirildi.

Hatta İmam İbni Hazım(r.a);Abdullah bin Zübeyr’e(r.a)altıncı Raşit halife demiştir. Altıncı Raşit halife olduğu konusunda İbni hazım’ın sözleri vardır.

Soru: hilafeti kabul etmeyenler temekkün[6] meselesini dile getirmekteler. Bu konu hakkında ne dersiniz?

Evet, temekkün meselesi nisbi (göreceli)bir meseledir. Hilafet meselesinde tam, mükemmel bir temkin şartı yoktur ve zaten bunu hiçbir kimse hiçbir zaman(islam tarihin de)gerçekleştirememiştir. İmam Kurtubi)r.a), İbni Hişam ve başkalarının da zikretmiş olduğu gibi; Peygamber(s.a.v)ilk devleti kurduğu zaman Medine de, peygamber(s.a.v)olsun sahabe olsun silahları İle beraber uyuyorlardı. Düşmanın ne zaman kendilerine saldıracağı konusunda emin değil idiler. Bazı zamanlar peygamber(s.a.v)şöyle diyordu: “keşke sahabeden Salih bir kimse geceleyin beni korusa…” Buna Muğıre bin Şube(r.a)muvaffak olmuştur. Peygamber(s.a.v)Yahudilerden; Kureyzaoğulları, Kaynuka oğulları, Ben-i Nadiroğullarının içerisinde idi ve bunların hepsi peygambere(s.a.v)düşman idi. Tehlikeli idiler. Medine ve peygamber(s.a.v)emniyet ve güven içerisinde değillerdi. Hatta(birkaç kere) peygamber’e(s.a.v)suikast düzenlediler. O zaman peygamber(s.a.v)Müslümanların imamı idi. O halde suikastlar oldu ve kaç kere Medine müşrikler tarafından kuşatma altına alındı. Hendek’te, uhud’da olduğu gibi.

Öyleyse bu proje üzerinde şüphe uyandırmak isteyenlerin şart koşmuş oldu “temekkün” şartını hiç kimse yerine getiremez.

İcma ile gerçekleşmiş olan Ebu Bekir(r.a)hilafetine bir bakalım. Ebu Bekir’e(r.a)biy’at edildiğinde Araplar irtidat etmişlerdi. Arap yarım adasının hepsi irtidat etmiş ancak Mekke, Medine ve taifte bir mescid -Bahreyn de olduğu da söylenmiştir- dışında her yer irtidat etmiştir. Herkes ökçeleri üzerine dinden dönmüş ve Ebu Bekir(r.a)ile savaşmışlardır.

Burada söyler misiniz, temkin nerede?

Peygamber(s.a.v)vefat etmeden önce Rumların üzerine göndermeye azmettiği ve Üsameyi(r.a)komutan olarak tayin etmiş olduğu ordu-sahihayn- yer aldığı gibi: “Üsamenin ordusunu mutlaka Rumların üzerine gönderin…” Hatta öyle bir hal olmuştur ki bazı sahabeler bu konuda irtidat edenlerin kuvvetli ve tehlikeli olması hasebiyle; hazırlanan ordunun mürtedler üzerine gönderilmesini Ebu Bekir’e(r.a)önermişlerdir. Sahabeler; Ebu Bekir’e(r.a): “Bu orduyu Rumlar üzerine gönderme çünkü burada mürtedlere karşı savaşacak kimse yok” dediklerinde… Ebu Bekir(r.a)şöyle demişti: “Hayatta iken itaat etiğime vefat ettikten sonra isyan mı edeceğim”! Peygamberin(s.a.v)hayatta iken tayin etmiş olduğu orduyu, bağlamış olduğu sancağı asla çözmem. Şayet bizlerin cesetlerini kuşlar parçalamış olsa dahi bunu yapmam.”

Öyleyse o zamanda dahi tam bir temkin söz konusu değildi. Rumlar üzerine gönderilen ordudan dolayı mürtedlerle savaşmak için mevcut ordunun sayısı az idi. Aynı şekilde Ali bin Ebi talibin de dönemi aynıydı. Rahat bir hilafet dönemi olmadı. Şam ehli ve başkaları Ali’ye(r.a)karşı çıktılar. Birçok olaylar oldu. Nitekim fitne(cemel)vakası ve diğer sıffin vakası oldu. Hakeza hak savaşı olan Nehrevan savaşı haricilerle olan birçok savaşlar olmuştur. Ali(r.a)bu kimselerle savaşmıştır. O halde kargaşa olmuştur ve Ali(r.a)ile savaşılmıştır. Ali(r.a) de kendisine karşı çıkanlarla savaşmıştır ama hiçbir zaman hilafeti konusunda kınama, ayıplama vb. şeyler olmadı.

Daha sonra Ali’nin(r.a)oğlu Hasan döneminin hilafetine bakalım. Hilafet meselesi rayına girmedi, iş düzelmedi. Hatta islam ulemasının icma ile beşinci Raşit halife olarak kabul edilen Hasan(r.a)zamanında bile hilafet konusu istikrara kavuşmadı. Tirmizi ve imam Ahmed’in müsnedin de de yer aldığı gibi Sefine(r.a)hadisin de peygamber(s.a.v)şöyle buyurdu: “ Ümmetimde hilafe otuz senedir…” o halde bu otuz senenin içerisinde Hasan(r.a)’ın hilafet dönemi de var. Öyleyse Raşit halifelerdir. Diğer bu konuda başka bir hadis daha vardır. Hadiste Cabir bin Semüre’den(r.a)rivayet edildiğine göre peygamber(s.a.v)şöyle buyurdu: “Bu din var olmaya devam edecektir. On iki tane halife olacaktır ve hepside kureyştendir. (Müslim)

Hadiste bahsedilen on iki halifeler diğer halifeler içerisinde en efdal olan halifelerdir. Halifelerin ilk beşi, hadiste bahsedilen on iki imamdan beş tanesidir ve diğerleri de daha sonra gelecektir ve en sonuncusu da Muhammed bin Abdullah El Mehdi olacaktır. Hasan(r.a)ise icma ile beşinci Raşit halifedir çünkü hadiste bahsedilen otuz senenin içerisinde halifelik görevini yerine getirmiştir. Buna rağmen hilafet onun döneminde dahi istikrara kavuşmamış ve işler yoluna girmemiştir. Nihayetinde hilafetten ferağat ederek Muaviye ye hilafeti vermiştir. Kendisi tam bir temkin sahibi olmamasına rağmen halife diye isimlendirilmiştir. Görüldüğü gibi (temkin meselesi)Raşit halifeler dönemlerinde olsun Raşit olmayan halifeler döneminde olsun hiçbir zaman tam bir istikrara ve temkine kavuşmamıştır. “Tam ve mükemmel bir temkin” şüphe iddiası aslında belki de bu konuda şüphe sahiplerinin sahip olmuş olduğu en son şüphedir diyebiliriz.

Burada şimdi şunu söylemek isterim; bu şüphe sahiplerinden bazıları Allahın hükümleriyle hükmetmeyen Gazze deki “Hamas devletini” ikrar etti. Hamas hükümeti ise, Yahudilerin istedikleri zaman vurdukları ve istedikleri zaman bombaladıkları, ne zaman isterlerse topraklarına girdikleri, yıkmak istedikleri zaman yıktıkları bir devlet. Bu gözle görülen bir gerçektir. Burada çıkıp hiç kimsenin; bunlarda temekkün yok, bunlar devlet değil, karton devlet ve buna benzer söz söylediklerini işitmedik? Bu kimseler; şer-i olmayan bir sultayı ikrar ettiler ve bu devlet hakkında hiçbir söz söylemediler. Ama tutuyorlar bütün dünyanın savaş açmış olduğu; İslam devleti hakkında direkt olarak yahut söz söyleyerek karşı çıkmaktalar. Fakat bütün dünyanın kendilerine savaş açmasına rağmen -Allahın fazlı ile- islam devleti dimdik ayaktadır. Bütün bunlara rağmen halen islam devleti “temekkün sahibi değildir” diyorlar. O halde islam devleti “temekkün” sahibidir. Fakat (islam tarihinde de hiçbir zaman görülmediği gibi)tam temekkün sahibi olması mümkün değil. Ta ki Allah dileyene kadar…

Bu ancak Süleyman(a.s)’a nasip olmuştur. İbni kesirinde(r.a)zikretmiş olduğu gibi yeryüzüne sahip olan kimselere nasip olmuştur.

Soru soran: bu bahsetmiş olduğunuz on iki imamı şöyle bir sayacak olursak? İlk dört halife ve hasan(r.anmh)…

Âlimler ilk beşi hususunda ittifak etmişlerdir; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Hasan(r.anhm) ve ayrıca imam İbni kesir(r.a.)peşpeşe gelmelerinin şart olmadığını farklı zamanlarda da olabileceklerini söylemişlerdir. Bazı âlimler altıncısının Abdullah bin Zübeyr(r.a)olduğunu söylemişlerdir fakat bu konuda icma yoktur. Abdullah bin Zübeyr(r.a)’ın altıncı Raşit halife olduğunu İbni Hazım(r.a)söylemiştir.azımHhh

Bazı âlimler de yedinci veya altıncı-ihtilafa göre-raşit halifeyi Ömer bin Abduaziz(r.a)demişlerdir. Ömer bin Abduaziz’in(r.a)Raşit halifelerden olduğuna dair ulemanın sözleri vardır. Bu konuda imam Ahmed’in(r.a)sözleri vardır. On iki Raşit halifeden geriye kaç kaldı?

Soru soran: beş kaldı…

Ancak müttefak olan Raşit halifelerin en sonuncusu Muhammed bin Abdullah El Mehdi’dir. İmam Suyuti ve başkalarının dediği gibi bu konuda mütevatir derecede hadisler vardır. Geriye kaç kaldı? Dört…

Geriye kalan dört Raşit halife ise imam Mehdiye zemin hazırlayacak ve hazırlık yapacaklardır.

Soruyu soran: o halde geri kalan dört Raşit halife bilinmiyor?

Evet, bu konu ictihadi bir konu olarak kalıyor…

Fakat şüphesiz ki Raşit halifeler on ikiye tamamlanacaktır. Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki, bu on iki Raşit halifeden bahsederken diğer halifeler de elbette halifedirler. Bizim burada izah etmeye çalıştığımız; on iki halife döneminde din tam olarak ayakta ve tam olarak tatbik ediliyor idi. Yani onların döneminde zulüm veya emevilerin ve abbasilerin birçok halifelerinde olduğu gibi hilafetlerinde bir şüphe yok idi.

Soruyu soran: İsmail El Mukaddem’i sormak istiyorum. Bu kişiyi tanıyor musunuz?

Evet, tanıyorum. Sana o kişi hakkında bahsedeyim.

İsmail El Mukaddem; isenderiyye selefileri diye isimlendirilen şeyhlerden. Fakat şu son dönemlerde çok büyük hatalara imza attı. -Bundan Allaha sığınırız- bu kimse “Nur partisi”nin yahut dalalet(sapıklık) partisininin kurucularındandır. Ayrıca gizli gizli bu konuda “Nur partisi” lehine fetva verenlerden birisidir. Kendisi ile bir mecliste bir kere oturdum. Bu meclis özel bir meclis idi. Kendisi ile bu meseleleri görüştük. Parmelementoya girme meselesi…

Soruyu soran: bu bahsetmiş olduğunuz oturum ne zaman oldu?

Bu oturum Mürsi’nin başa geçmesinden sonra oldu. Bu askeri inklabtan önce yani.

Kendisine Allahın dışında yasa koymanın ve meclise girmenin demokratik bir sisteme dâhil olmanın caiz olmadığını delillerle beyan ettim. Sonra bana çok garip bir şey söyledi ve gerçekten çok gülünç idi.

Nur partisinden konuşurken bana size önemli bir mesele anlatacağım dedi. Hiç kimsenin bilmediği bir şey söyleyeceğim dedi ve şunu söyledi; sizler biliyor musunuz bizimle beraber Nur partisinin içerisinde Hristiyanlar da çalışmaktalar.

Daha sonra söyledikleri bundan daha gülünçtür. Bizlere; biliyor musunuz bizimle beraber Nur partisinin içerisinde Hıristiyanlar var ve çalışmaktalar” dedikten sonra biliyor musunuz; onlar aslında Hıristiyan değiller. Onlar Müslümanlar. Bu kimseler kendilerini Hıristiyan gibi göstererek biz insanlara; siyasi çalışmalarda Hıristiyanlarla bizler arasında fark olmadığını göstermek için kendilerini Hıristiyan gibi gösteriyorlar. Yani düşünebiliyor musunuz? bizim partimizi ve bizim çalışmalarımıza Hıristiyanlarda girebilir diyorlar.

Soruyu soran: Aynı Mürsinin; “bizimle Hıristiyanlar arasında akide farkı yok” dedi gibi…

Evet, bundan Allaha sığınırız…

Hatta diyorlar ki; biz dini olarak ayırt ediyoruz siyasi bir proje hususunda diyorlar bundan Allaha sığınırız…

Soru soran: sizler hakkında bir başka iddia daha var. Bu iddia ise ehli hal ve’l akid’ın bilinmeyen kimseler olması. Bizler onların kimler olduğunu bilmiyoruz, neden kendilerini tanıtmıyorlar gibi iddialar var ortada…

İslam devleti hakkında halen şüpheler atanlar ve bizimle uğraşanlar var. Fakat kim islam devleti içerisine girerse ehli hal ve’l akid’ın kimler olduğunu bilir. Ayrıca ifade etmek isterim ki, islam devleti içerisindeki her şahıs çok değerlidir. Ben burada zaruri bir takım sebeplerden ötürü tek tek isimlerini sayacak değilim elbette.

Soruyu soran: emni sebeplerden dolayı olsa gerek…

Fakat şunu söyleyebilirim ki; ehli hal ve’l akid vardır. islam devleti içerisinde ve ve islam devleti dışında ehli hal ve’l akid’dan olan birçok âlimler var. Bu kimselerle irtibat ve iletişim sürmektedir. Onların görüşleri alınmakta, fetva sorulmaktadır. Daha önce bir kısmının ismini zikrettik ve bir kısmının da ismini zikretmedik.

Daha önce dediğim gibi bazı ilim ehli; hilafet, ehli hal ve’l akid’danbir kişinin bey’at etmesiyle gerçekleşeceğini söyleyenler olmuştur. Bunu İbni Hazım, imam Kurtubi nakletmiş ve hatta bu konuda icma olduğunu söylemiştir. İcmanın nasıl olduğunu anlatırken de şunları zikretmekteler; Ebu Bekir(r.a) es Sıddık’a bey’at nasıl gerçekleşmiştir. Bir kişinin beyat etmesiyle, Ömer(r.a)bey’ati ile gerçekleşmiştir. Ömer(r.a), Ebu Bekir’(r.a)elini uzat. Müslümanların halifesi olarak sana bey’at ediyorum demesiyle bey’at gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Kurtubi: ehli hal ve’l akid’dan sadece bir kişinin bey’at etmesiyle halifeye bey’at tamamlanmıştır” demiştir.

İmam İbni Hazım(r.a)aynı şekilde icma konusunda Ömer(r.a)’ın altı kişiyi hilafete aday olarak seçmesini delil almıştır. Altı kişi seçmiş ve bu altı kişinin içerisinden bir kişiye şura ile bey’at edilmesini istemiştir. Daha sonra bildiğiniz gibi altı kişinin içerisinde Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Talha bin Ubeydullah, Ali bin Ebi Talib, Sad bin Ebi Vakkas, Osman bin Affan(r.anhm). Bu altı kişi şura ehli idi. Daha sonra Zübeyr(r.a), Ali(r.a)için hakkından tenazül etti. Talha(r.a)ise Osman(r.a)için hakkından tenazül etti. Daha sonrasında her biri diğeri için haklarından tenazül ettiler ve sonunda geriye sadece üç kişi kaldı. Onlar; Abdurrahman bin Avf, Osman ve Ali(r.anhm)

Sonra da Abdurrahman bin Avf, kendilerinden misak alarak bey’ati şu ikisinden(Osman ve Ali(r.anhm) birine vereceğini söyledi. Nitekim Abdurrahman bin Avf’ın, Osman(r.a)’a bey’ta etmesiyle beyat gerçekleşmiş oldu. Ehli hal ve’l Akd’dan bir kişinin bey’at etmesiyle Osman(r.a)’a bey’at tamamlanmış oldu. Allah hepsinden razı olsun… Öyleyse bu bir araya gelen meclisin sonunda Abdurrahman bin Avf’ın, Osman(r.a)’a bey’at etmesiyle halife seçilmiş oldu. O halde Ehli hal ve’l Akd’dan bir kişinin bey’at etmesiyle halife seçilmiş oldu. Zaten âlimlerin bazıları da bunu yani Ehli hal ve’l Akd’dan bir kişinin bey’at etmesiyle hilafetin gerçekleşmesini söylemektedir. Bizler ise bu konuda Ehli hal ve’l Akd’dan imkân sahibi olanların bey’at etmesiyle hilafetin gerçekleşeceğini söylüyoruz.

Soruyu soran: bir iddia daha var. İslam devleti insanlara karşı muamelede ve tekfir hususunda aşırı, katı tutumları olduğu konusunda ne dersiniz?

Allahın fazlı ile muhacirler dünyanın her yerinden islam devletine geldiler. Takriben bütün devletlerden insanlar geldiler. Her bir milletten, her bir renkten ve farklı ölçülere sahip insanlar geldiler. Küçük yaşta büyük yaşta insanlar geldiler. Farklı karakterlere sahip olan çeşitli insanlar geldiler. İnsanların çok farklı karakter ve yapıları vardır. Şahıs geldi; çok yumuşak. Şahıs geldi; çabuk kızan. Şahıs geldi; cömert. Şahıs geldi; cimri. Böyle birçok farklı karakter ve yapıya sahip insan geldi. Allahın fazlı ile bütün bu farklı karakterlere sahip insanlar islam devletinin sultası altına geldiler. Bu gelen kimseler farklı karakterlere, farklı yaşlara sahip olmakla beraber aynı şekilde çok farklı ilmi birikime de sahip idiler. İlmi müstevaları birbirinden farklı idi. Gelenlerin içerisinde; ilim talebesi, âlim, halktan olan ammi kişiler vardı. Aynı şekilde islam ile tanışma konusunda da aralarında farklılıklar vardı. Onlardan bazıları yeni islam girmiş olanlar. Aynı şekilde bunların içerisinde asli kâfir iken daha sonra Müslüman olanlar veya mürted iken Müslüman olanlar var idi. İşte görüldüğü gibi bütün bu kimseler islam devletinin askerleri idi. Dolayısıyla bu kimselerden düzeltilebilecek ve islam devletine meal edilemeyecek bazı hatalar vuku bulmuş olabilir. Fakat islam devletinin içerisindeki bu kimselerin yapmış olduğu hatalardan ve bazı fiilerinden dolayı islam devletinin istikamet üzere olması, doğru olmayan bir yapıya sahip olması noktasında yahut fasid veya sahih bir yapıya sahip olup olmaması konusunda bütün bunlar bir ölçü değildir, bir ölçü olamaz. Bunlar islam devletinin aşırılık yahut katı bir yapıya sahip olup olmadığı gösteren bir ölçü olamaz. Yahut bu yapılan ferdi hatalar, fiiller islam devletinin ifrat ve tefrit içerisinde olup olmadığını gösteren ölçüler değildir. Çünkü dediğimiz gibi gelenlerin çok farklı ilmi birikime sahip olmaları, farklı karakter ve yapıya sahip olmaları, gelenlerin hepsinin daha önceki İslami yaşantılarının farklı olması sebebiyle, yaşlarının farklı olması sebebiyle yapılan şahsi hatalar, fiiller islam devletini ölçmemiz için bir ölçü olmaz.

Lakin İslam devletinin içerisinde çok farklı insanlar olmasına rağmen genel siyasi tutumu; yumuşaklık, hilm ve şefkat üzerinedir. İslam devletinin genel siyasi tutumu şiddet yerine; yumuşaklık, şefkat ve merhamet anlayışına sahip olmasıdır. Aişe(r.anh)’den rivayet edildiğine göre: “Bir deve üzerinde idim, o serkeşlik yapıyordu. Rasûlullah(s.a.v)şöyle buyurdu: (Ya Aişe) Yumuşak davran. Zirâ yumuşaklık bulunduğu her şeyi güzelleştirir. Bir şeyden çıkarılınca da onu muhakkak çirkinleştirir.” (Müslim)

İşte yukarıda sebeplerini zikretmeye çalıştığımız sebeplerden ötürü islam devletinin içerisinde bulunan fertlerden bazı şahsi hatalar vuku bulmuş olsa da islam devletinin bu konudaki(katılık, sertlik)genel siyasi anlayışı bundan(hilm, şefkat, merhamet) ibarettir.

Aslında bu özellik, islam devletinin olumlu yönlerinden olup olumsuzluklarından değildir. islam devletinin olumlu yönleri; bütün dünyanın her yerinden insanların gelmesi. Söyler misiniz bana; bütün dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen bu farklı insanlar; batıl bir gaye için mi bir araya geldiler? Söyler misiniz bana; Çinliyi, çeçeni, Kafkasyalıyı, Amerikalıyı, Avrupalıyı, Avusturyalıyı, Arabı aldatan şey nedir? Onların buraya getiren şey nedir?

Söyler misiniz; bütün bunlara oturup islam devleti tek tek cevap mı verecek, bütün şüpheleri def mi edecek, işi yok da gece gündüz bunlara cevap mı verecek? Her kanalda çıkana cevap mı verecek…

Ta Irak cihadı zamanından bu yana bazı tv kanalları bizlere savaş açmıştı. Arabiyye kanalı ve diğer bazı kanallar. Fakat şu günümüzde ise bütün kanallar bizlere savaş açmış durumda. Haber kanalları, dini kanallar hatta dizi kanalları, film ve dizi film kanalları dahi bize savaş açmış durumda. Bu kanallar yapmış oldukları programların yayın akışı içerisinde dahi bize savaş açıyorlar ve saldırıyorlar. Bu kimseler bütün güçleriyle, bütün dillerle, bütün lehcelerle ve bütün getirebildikleri şüphelerle bize savaş açmış durumdalar. Fakat Allahın fazlı ile bütün bunlara rağmen dünyanın her bölgesinden, her kıtasından Müslümanlar buraya gelmektedirler. Hatta buraya gelenlerden bazıları, islamdan hiçbir şey duymamış, İslam’dan haberi olmayanlar, bizleri eleştirenler ve bizlerle savaşanların sayesinde İslam devletine gelmektedirler. Biz bu bahsettiğimiz kimselerle burada karşılaştık. Yani bazı zararlı gibi görünen şeyler faydalı olabilir. Karşılaşmış olduğumuz kimseler; İŞİD, İŞİD, İŞİD… Her tarafta bu nu duyuyoruz. İŞİD böyle yaptı, şöyle yaptı” diye duyuyorduk bundan dolayı tuttuk ve araştırmaya başladık dediler. Bu kimseler ankebut siteleri üzerinde ve haber sitelerinde İŞİD’i araştırdıklarında, İslamlarının güzelliklerini görmüşler ve buraya gelmişlerdir. Hadis, mütevatir bir şekilde Ebu Hureyreden(r.a)ve başkalarından rivayet edildiğine göre: “Allah rasulüne(s.a.v)guraba kimdir? Diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “…Değişik ülkelerden ve halkların değişik kabîlelerindendirler…”[7]

O halde İslam devletinin içerisindeki insanların ilmi müstevalarının farklılığı, yaşlarının farklılığı, daha önceki yaşantılarının farklılığından ötürü aynı şekilde karakter ve yapılarının, dillerinin farklılığı sebebiyle şahsi hatalar vuku bulmuştur. Ama islam devletindeki halife yahut bu idare onların ellerinden tutmuştur…













































[1] Son dönemin meşhur cerh ve tadil ilminde uzman olduğu söylenen, Şeyh Bin Baz’ın öğrencilerinden Yemenli selefi olduğunu iddia eden irca ehlinden olan, cihad ve ehlini hiç sevmeyen bir kimse.

[2] Burada Hazimi; cehaleti mazeret olarak görerek şirk işlemiş bir kimseyi tekfir etmediğinden dolayı tekfir ederken, kendisi tağutun askerlerini, kendinin yanındaki bir takım engellerden dolayı tekfir etmemesi kendisinin metoduna ters düştüğünü göstermektedir. Kendisinin sahip olmuş olduğu bu usule göre kendisi; kendisini tekfir etmesi gerekir. Çev.

[3] Şeyhin kastı: bidati burada lügat olarak kullanmış olması terim olarak kullanmadığıdır. Yani büyük şirk işleyen bir kimseyi tekfir etmemek selef salihinin yapmamış olduğu bir ameldir. Yoksa terim olarak bir bidat işlemesi değildir. -Allah en doğrusunu bilir- Çev.

[4] Bkz: bir önceki dipnot. Çev.

[5] Hırabe (hukuk terimi):meskûn mahaller dışında silahlı soygun, yağma ve yol kesme.


[6] Temekkün: bir yere yerleşmek, sabit olmak, yerleşmek, rahat olmak, tutunmak gibi manalara gelir. Çev.

[7] Hadisin tamamı şöyledir. Et-Tabarânî, El-Kebîr'de El-Heysemî'nin hakkında hasen ve adamları güvenilir dediği bir isnadla Ebû Mâlik El-Eş'arî'den şöyle buyurduğunu tahriç etmiştir:''Ben, Nebî Sallallahu Aleyhi Ve Sellem'in huzurunda iken şu âyeti kerime (Ey iman edenler! Açıklanırsa, hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayınız) nâzil oldu ve biz hala soruyorduk. O zaman şöyle buyurdu: ''Allah'ın öyle kulları vardır ki, Nebî ve şehit olmadıkları halde, Allah Azze ve Celle'ye olan yakınlıkları ve katındaki makamları sebebiyle Nebîler ve şehitler kıyâmet günü onlara gıpta ederler.'' Kavmin bir kenarındaki arâbî ayağa kalktı, sonra dizleri üzerine çöküp, ellerini serbest bıraktı, sonra da: Yâ Rasûlullâh! Onların kim olduğunu bize anlatır mısın? diye sordu. (Ebû Mâlik): Ben, Nebî (sav)'in yüzünün gülümsediğini gördüm dedi. Bunun üzerine NebîSallallahu Aleyhi Ve Sellem: ''Allah'ın kullarından öyle kullardır ki, değişik ülkelerden ve kabile akrabalıkları olan halkların değişik kabîlelerindendirler. Aralarında, ne Allah için birbirlerini ziyaret edecekleri akrabalık bağı ne de birbirleri ile hediyeleşecekleri dünyalık bir şey yoktur. Yalnız Allah Azze ve Celle'nin rahmetinden ötürü birbirlerini severler. Allah, onların yüzlerini nurlu kılacak ve Rahmân Te'âla'nın önünde onlara minberler konulacaktır. İnsanlar ürkerken onlar ürkmeyecek, insanlar korkarken onlar korkmayacaktır.'' buyurdu. Çev.
 
H Çevrimdışı

HAKKINPEŞİNDE

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Bazı sorularınıza şöyle cevap verilir:

İSLAM DEVLETİ SAVUNMASI (1)

Bismillahirrahmanırrahim

Elhamdülillah ve's salatü ve's selamu ala rasulillah(s.a.v)...

İnsanlara islam devletinde bahsettiğinde hemen sana ilk söyledikleri şey “onlar kafa kesiyorlar” sözü olmaktadır. Dinimizin bu meseleye nasıl baktığına geçmeden önce burada İslam devleti neler yapıyor, her müslümanın yerine getirmesi gereken hangi şeyleri yapıyor, bunları kısaca izah etmeye çalışacağız…

Muvaffakiyet Allah’tandır.

1-Allah tealanın koymuş olduğu kanunları yürürlüğe sokmaları.

Bilinmelidir ki bu, bütün müminlerin üzerine vacip olan bir görevdir. O halde senin, benim ve bütün müminlerin üzerine vacip olan bir görevi “İslam devleti” yerine getirmiş demektir. Bunun manası şudur; bütün müminler üzerlerine vacip olan görevi yerine getirmedikleri için günahkâr iken “İslam devleti” bu görevi yerine getirerek müminlerin günahkâr olmalarının önüne geçmiş ve rabbimizin kanunlarını olduğu gibi yürürlüğe sokmuştur.

Sen ey Müslüman!

Bu durumla gurur duymalısın, sevinmelisin, ifritah etmelisin. Zira rabbimizin sana yüklemiş olduğu vacip olan bu görevi islam devleti yerine getirmiştir.

Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Yer yüzünde uygulanan ilahî bir hüküm (had), orada yaşayanlar için kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır."[1]

Sübhanallah! Allah tealanın bir kanunun uygulanması yeryüzüne kırk gün yağmur yağmasından daha hayırlı olduğu haber veriliyor. “İslam devleti” sadece bir had (kanun) değil dinimizin müminlere emretmiş olduğu bütün kanunları yerine getiremektedir.

Allah telanın kanunlarına had ve hudutlar denilir. Bir takım insanların zannettiği gibi İslam dini sadece ibadetlerden müteşekkil bir din değildir. Hayata karışan, hayatın her alanına kanunlar koyan bir yönetim şeklidir. İslam insanları yönetmek için gelmiştir. Nasıl rabbimiz gökleri ve bütün kainatı yönetiyorsa aynı şekilde insanları da yönetmesi gereken O’dur. İnsanlar kendi koymuş oldukları kanunlara değil de rabbimizin koymuş olduğu kanunlarla yönetilmeleri gerekir. Bütün aralarındaki çıkan anlaşmazlıkları kuran ve sünnete götürerek çözmeleri gerekir. İşte insanoğlunun yaratılışı, insanların koymuş olduğu kanunları reddetmek, inkâr etmek ve rabbinin koymuş olduğu kanunları kabul etmek ve savunmaktır.

Sen ey Müslüman! Bunca güzelliği görmüyor musun?

Neden cahiller gibi “İslam devletine saldırıyorsun, neden rabbinin dininin tarafında yer alarak rabbini razı etmeye çalışmıyorsun?

Rabbinin, seni neden yarattığını zannediyorsun? Rabbin senin işte bunun için yaratmıştır. Yani kanunlarını yeryüzünde hâkim kılman, tatbik etmen için yaratmıştır. O halde sen kuran ve sünnet çerçevesinden meselelere bak. Duygusal ve başka bakış açıları ile bakma! Rabbinin kanunlarını, rabbinin kanunlarının tatbik edildiği yerleri savun!

2-Emri bi-l maruf ve Nehyi ani-l münker’in yerine getirilmesi.

Bu konu müminlerin unutmuş olduğu konuların başında gelir. Vacip bir konu iken maalesef şu günümüzde hiçbir şekilde dile getirilmez olmuştur. Şunu unutmamak gerekir ki, iyi ve güzel olan şeyler sadece rabbimizin belirlediği şeylerdir. Bizler nelerin hakkımızda güzel yahut çirkin olduğunu bilemeyiz.

O halde sen bir Müslüman olarak rabbinin güzel dediği şeyleri uygulamak ve insanlara uygulatmak zorundasın aynı şekilde rabbinin şirkin ve kötü dediği şeyleri de yasaklamakla mükellefsin.

Sen ey Müslüman! Bu konuyu ne kadar yerine getiriyorsun, getirebiliyorsun?

Allah (Azze ve celle) şöyle buyurmuştur:

"Sizler insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Marufu emreder münkerden de sakındırırsınız ve Allah’a da iman edersiniz" ( Al-i İmran, 110)

1-İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak, İslam’ın en büyük temellerinden biridir. Şüphe yoktur ki kulların dünya ve ahirette kurtuluşu Allah (Azze ve celle)’nin emrettiği şekilde ibadet etmeye ve Rasulune itaatine muvafık olmasına bağlıdır. Allaha karşı yapılan itaatların tamamı marufu emretmek münkeri sakındırmak göreviyle muvafakat teşkil etmektedir. Bu özelliğiyle İslam ümmeti insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olma vasfını kazanmıştır.

Kuran-ı Kerim ve Sünnet-i Nebevi bu işin ehemmiyetini açık bir şekilde bildirmiş, bununla müminler arasında dostluk ilişkileri tahakkuk etmiştir.

Allah (Azze ve celle) şöyle buyurmuştur:

"Erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin dostları ve velileridirler. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler. Namazı kılar, zekâtı verir, Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetiyle yarlığayacaktır. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir." ( Tevbe, 71)

2- İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak düşmanlara karşı Allah’ın yardımını ve yeryüzünde güç ve hâkimiyet elde etmeyi sağlayan sebeplerdendir.

Allah (Azze ve celle) şöyle buyurmuştur:

"Onlar (o müminlerdir) ki, eğer kendilerini yeryüzün-de iktidar mevkiine getirirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve fenalığı yasak ederler. Bütün işlerin sonu ise yalnızca Allah'a aittir." (Hac, 40-41)

3- İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak müminleri helakten kurtarır, güvende olma ve toplumları salah içerisinde muhafaza etmeyi sağlar.

Numan bin Beşir (r.a)’dan Rasulullah (s.a.v)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Allah'ın (menettiği) sınırlar üzerinde duran kimse ile o sınırların içine düşen kimselerin benzeri, bir gemi halkının benzeri gibidir: Onlar gemi üzerinde kur'a attılar. Bazısına geminin üstü düştü, bazısına da altı (ambar kısmı) isabet etti. Geminin alt kısmında bulunanlar sudan almak istedikleri zaman yukarıdakilerin yanına uğruyorlardı. Bunlar (kendi kendilerine): “Biz nasibimiz olan ambarda bir delik açsak ezâlanmamış ve üstümüzdekilere de eza vermemiş oluruz” dediler. Şimdi yüksek tabaka sahipleri bu aşağı seviyedeki insanları bu dilekleriyle baş başa bırakırlarsa hepsi helak olurlar. Fakat onların (cinayet işleyecek) ellerini tutarlarsa hem kendileri, hem de mücrimleri toptan kurtarırlar"[2]

4-İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak kullar üzerinden azabın def edilmesini sağlar. Allah (Azze ve celle) şöyle buyurmuştur:

"İsrail oğullarından küfredenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdi. Bu, baş kaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi!" ( Maide, 78-79)

5- İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak, kendi nefsini kurtarmak isteyen kimselerin yapması gereken en önemli amellerdendir. Allah (Azze ve celle) şöyle buyurmuştur:

"Aralarından bir topluluk “Allah'ın yok edeceği veya şiddetli azaba uğratacağı bir millete niçin öğüt veriyorsunuz?” dediler. Öğüt verenler “Rabbinize, hiç değilse bir özür beyan edebilmemiz içindir. Belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar” dediler." ( Araf, 164)

6-İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak duanın kabul nedenlerindendir.

Huzeyfe bin Yeman (radıyallahu anh)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Canım, elinde olan Allah’a yemin ederim ki mutlaka iyilikleri emredecek ve kötülüklerden insanları sakındıracaksınız. Böyle yapmaz iseniz Allah size bir ceza gönderiverir de ona dua edersiniz duanız kabul olunmaz.”[3]

7-İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak günahlara kefarettir. Sahih hadiste Huzeyfe bin Yeman şöyle naklediliyor:

“Ben Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’i şöyle derken işittim: "İnsanın ehli, malı, çocukları ve komşusu yüzünden uğradığı fitneye, namaz, oruç, sadaka, iyiliği emretmek ve kötülükten nehy etmek kefaret olur"[4]

8-İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak büyük ecirlerin ve çok hasenatın kazanılmasına sebeptir. Allah (Azze ve celle) şöyle buyurmuştur:

"Bir sadaka vermeyi ya da iyilik yapmayı veyahut insanlar arasını düzeltmeyi emredenler hariç, onların aralarındaki gizli gizli konuşmalarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim bunları sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa, yakında ona büyük bir mükâfat vereceğiz." ( Nisa, 114)

9-İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmakla sünnet ihya edilmiş, bidatler ise helak edilmiştir. Bununla da batıl ve heva ehli zayıflamıştır. İşte bu müminin en bariz vasıflarındandır. İşte bu müminler için en büyük kuvvet toplama, güçlenme ve sünnete sarılma vesilesidir. Bundan gaflet içinde olmak, bu vazifeyi yerine getirmede gevşek davranmak veya onu terk etmek kendisiyle beraber çok büyük fesatlar ve zararlar getirir. Bunun içindir ki bu görevi yerine getirmekten doğan faydalar ve semereler çoktur.


İşte görüldüğü gibi dinimizde çok büyün önemi olan ve hatta müminin yaratılış gayelerinden olan bu konu islam devleti tarafından yerine getirilmektedir. Yeryüzünde var olan bütün şirkler, fesadlar, haramlar sona erdirilmeye çalışılmaktadır.

Pekâlâ, sen ey Müslüman! Bu devlete neden düşman olmakta ve cahiller gibi hala saldırmaktasın? Allahın dininin yanında, o safta mücadele etme zamanı hala gelmedi mi?

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler ise Tağut'un yolunda savaşırlar. Şu halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 76)


3-Müminler Allah’ın koymuş olduğu kanunlara başvurarak aralarındaki anlaşmazlıkları çözüme bağlamaları. Müminlerin rablerinin kanunların muhakeme olmaları.

Müminler bütün sorunlarını Allah’a ve rasulüne (s.a.v) götürmek zorundadırlar.

Sen ey Müslüman!

Senin ve başkalarının arasında olan; alacak verecek, miras, evlilik, kasten öldürme, kaza ile öldürme, hırsızlık, mala mülke zarar verme vs şeyler konusunda ki anlaşmazlıklarını nereye getirip çözeceksin? Senin gibi insanların koymuş olduğu kanunlara mı götürüp çözeceksin! Bu doğrumu İslami açıdan? Sen, bu durumda rabbinin emrine karşı geldiğini ve teslimiyet görevini yerine getirmediğini biliyor musun? Bilmiyorsan bil ki, islam dini: senin ve bütün insanların sorunlarını çözmek için gelmiştir. O halde müminim diyen bir kimse ancak ve ancak Allahın kanunlarına başvurur. İnsanların koymuş olduğu kanunları ise tümden reddeder.

İşte İslam devleti bütün müminlere bu fırsatı verdi. Müminlerin günaha düşmemesi için imkân sağladı.

Sen neden hala bu devlete yardım etmiyorsun ki? Sen pekâlâ böyle bir devleti hala neden desteklemiyorsun?

Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'an'a ve Sen'den önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tağuta (İslâm’ın dışındaki bütün sistemler ve kanunlar) muhakeme olmayı istiyorlar. Oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister." (Nisa, 60)

İbni Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:

"Bu ayeti kerime, Kur'an'a ve Kur'an'dan önce indirilenlere iman ettiğini iddia ettiği halde aynı zamanda tağuta muhakeme olmak isteyenlerin iman iddialarını reddedip bu kişilerin iman iddialarında yalancı olduklarını bildiriyor."[5]

Seyyid Kutub bu ayeti şöyle tefsir ediyor: "Bu acayip hale bakmaz mısınız? bir kavim...

İmanlı olduğunu iddia ediyor...

Sonra bu iddialarını bir anda yıkıveriyorlar.

"Sana ve senden önce indirilenlere inandığını iddia ediyor. Sonra da sana ve senden önce indirilenlerle hükmetmiyorlar. Başka nizamlara başka sistemlere başka tağutlara muhakeme olmak istiyorlar. Sana ve senden öncekilere indirilenlere inanmayan, tanımayan tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Sana ve senden öncekilere inenlerle ilgisi bulunmayan, bilakis düşman olan tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Sana ve senden öncekilere inenlere hiçbir ölçü ve kaideye sahip olmayan tağuta...


4-Hicret imkânı sağlaması.

Yeryüzünde zulüm altında inleyen, işkence çeken haksızlıkla öldürülen müminlerin feryatlarını hiç görmedin mi? Duymadın mı? Sen bu konuda Allah’tan korkmuyor musun? Birçok devlette sadece adları Müslüman adları oldukları için öldürülen insanlardan hiç mi haberin yok?

Onlar hakkında neler yaptın?

Nasıl bir yardım eli uzattın?

Başka bir yere hicret etmeleri için nasıl bir imkan sağladın?

Oysa “İslam devleti” bütün mazlumlara hicret etmeleri için kapılarını sonuna kadar açtı, bütün müminlere seslenerek İslam topraklarına davet etti. Yeryüzü devleti güya bazıları islam devleti “Suudi Arabistan”, “İran” gibi…

Bu devletler de dâhil olmak üzere kim bu mazlum müminlere kucak açtı ve yapılan zulümlerin önüne geçmeye çalıştı. Oysa senin içinde yaşadığın devletin bu mazlumlara karşı hiçbir yardım elini uzatmadı. Sen ve diğer Müslümanlar hiçbir yardımda bulunmadınız! Hâlbuki “İslam devleti” bu mazlumları bağrına bastı ve onlara hicret etmeleri için imkân sağladı. Mazlum sahabelerin Mekke’den Medine’ye hicret ettikleri gibi aynı ecre sahip olabilmeleri ve yaşamış oldukları zulüm, baskı ve sıkıntıdan kurtulmaları için kapılar açtı.

Sen ey Müslüman! Bunu da mı görmüyorsun?

Yeryüzünde nerede İslam devleti diye yanan tutuşan kimselerin feryatlarını işiten ve müminlerin çağrısını yerine getiren yine İslam devleti”dir.

Sen neden hala böyle devlete saldırmaktasın? Sen bir Müslüman olarak savunman gerekirken bu devlete neden hala saldırmaktasın? Cahillerle cahil olmaktasın!


5-İslam Devletinde Yaşama İmkânı sağlaması.

Birçok mümin şeriatın bağrında yaşamayı özlemiş ve bu imkanı bulamazken İslam devleti müminlere bu imkanı sağlamıştır. Her bir mümin rabimizin razı olduğu topraklarda yaşaması gerekir. Böyle topraklar da yaşamayı zölemesi gerekir. Mümine can verecek olan böyle bir hayattır.

Mümin kimsenin kafirlerin diyarında kalması doğru değildir. Ancak zaruret sebebiyle kafirlerin diyarında belirli şartlarda kalabilmesini ulema öngörmektedir.

Mümin kimsenin kafirlerle dinlerini sevdiğinden dolayı onlarla beraber oturması aynı yerde yaşaması caiz değildir. Bu, küfürdür. Çünkü bu, müşriklerden beri olmaya zıt bir ameldir. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor:"Ben müşriklerle beraber oturan müslümandan beriyim"

Sahabeler:

"Niçin ya Rasulullah!" dediler.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Çünkü müslümanların yaktığı ateş ile kafirlerin yaktığı ateşin birbirini görmemesi gerekir" (Yani yaktıkları ateşi görülmeyecek kadar birbirinden uzak durmaları gerekir.) dedi.[6]

Aynı şekilde Müşrikleri desteklemek, yardım etmek veya onlara tabi olmak ya da onların hallerini beğendiği için onlarla oturmak da caiz değildir.

Bu amellerin hepsi müslümanı İslam dininden çıkartabilecek şeylerdir. Zira bu amellerle onlara vela göstermiştir. Kafirlere ve müşriklere vela gösteren kişinin hükmü ise onların hükmü gibidir.

"Ey iman edenler! Yahudi ve hristiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa, o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez." (Maide, 51)

"Ey iman edenler! Benim düşmanımı da sizin düşmanınızı da dostlar edinmeyin. Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar, size gelen hakkı inkar ettiler. Rasulü ve sizi, Rabbiniz olan Allah'a iman ettiğiniz için yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda cihad için ve rızamı talep için yurdunuzdan çıktıysanız, onları dost edinmeyin. Onlara olan sevginizi gizlersiniz. Oysa ben sizin gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da çok iyi bilirim. İçinizden kim, benim ve sizin düşmanlarınızı dost edinirse şüphesiz o, doğru yoldan sapmıştır. Eğer sizi ele geçirirlerse hemen size düşman kesilirler. Ellerini ve dillerini size kötülük yapmak için uzatırlar. İsterler ki keşke inkar etseniz. Akraba ve çocuklarınız size kıyamet gününde hiçbir fayda sağlamayacaktır. O gün Allah sizinle onların arasını ayıracaktır. Allah sizin yaptıklarınızı çok iyi görür." (Mumtahine, 1-3)

Müslüman kimse, kafirlere ve müşriklere ve onların dinlerine buğzettiğini, onlara vela göstermediğini ve onlardan beri olduğunu apaçık bir şekilde söyleyebildiği ve kendi dinini eksiksiz yaşayabildiği taktirde ihtiyacı sebebiyle mecbur olduğu zaman onlarla beraber oturması caizdir.

Mecbur olduğu zaman, şöyle ki; yaşadığı beldede kâfirken, sonradan müslüman olmuşsa ve o beldeyi terk etme imkanı da yoksa aynı zamanda kafir ve müşriklere, onlardan ve dinlerinden beri olduğunu diliyle söyleyemiyorsa, bu durumda şayet dini yönünden emniyet içinde olacağı bir başka yere hicret etme imkanı ve gücü varsa o beldeden hicret etmesi üzerine farzdır. Aksi taktirde orada kalırsa haram işlemiş olur.

Fakat bir başka yere hicret etme imkanı ve gücü yoksa böyle bir durumda gücü yettiğince onlardan ve inançlarından uzak durması, onlarla haşir neşir olmayı azaltması, hicret yolu açılıncaya kadar sabretmesi gerekir.

İşte ey Müslüman!

“İslam devleti” Müslümanlara bu imkânı sağladı. Sen bu konuda ne yaptın? Dinlerini yaşayamayan kimselere nasıl bir imkân sağladın? Müşriklerin zulmünün altında inleyenlere nasıl bir yardım da bulundun? Hiçbir yardımda bulunamadın, yardım da bulunma imkânın olmadıysa, bari müminlere saldırma! Yeryüzü müminlerine gidecek bir vatan imkânı sağlayanlar hakkında bari konuşma! Cahiller gibi saldırlar da, eleştiriler de bulunma!


6-Cihad Farziyeti Yerine Getirmesi.

Sen ey müslüman!

Hiç cihad ettin mi? Cihadın hükmünü biliyor musun? Cihadın kuranı kerimde onlarca ayette bahsedildiğinden haberin var mı?

Sen, cihad etmediysen, cihad edenlere neden saldırıyorsun ki? Neden Allah ve rasulüne (s.a.v) ihanet ediyorsun ki? Kâfirler hep elinden ve dilinden emin olurlarken, müminler senin elinden ve dilinden emin olmamalarını sebebi ne ki acaba?

“İslam devletindeki mücahidler rabbimizin farz kılmış olduğu bu cihadı yerine getiriyorlar acaba sen bu cihadın neresindesin? Allah yolunda cihad eden müminler, sevapları alıp götürüyorlar, sen ise sıcak yatağında onları eleştiriyor ve Müslümanlara saldırıyorsun! Senin üzerine vacip olan bir görevi yerine getirenlere dua edeceğin, var gücünle yardım edeceğin yerde nasıl olurda cahillerle birlikte hareket edebilirsin ki? Allahtan kork ve Ondan bağışlanma dile…

Bir gün adamın birisi, Sufyan b. Uyeyne'nin yanında Müslümanların gıybetini yapıyor ve onları eleştiriyordu. Bunu gören Sufyan, adamın yanına gelerek:

─ Acaba doğuda hiç kâfirlerle cihâd ettin mi? Adam:
─ Hayır, dedi.
─ Peki, ya batıda? Adam yine:
─ Hayır, dedi.
─ Güneyde?
─ Hayır.
─ Kuzeyde?
─ Hayır.

Bu cevapları alan Sufyan b. Uyeyne rahımehullâh, adama:
─ "Allah'ın düşmanları elinden emin. Sus da, biraz da Müslümanlar dilinden emin olsunlar!" dedi.[7]

Bizde burada cübbeliye Süfyan bin Uyeynenin adam dediği gibi şöyle diyoruz: Halepte cihad ettin mi? Rakka da cihad ettin mi? Hama da cihad ettin mi? Irakta cihad ettin mi? Fellucede cihad ettin mi? Çeçenistanda cihad ettin mi?

Hayır…hayır…

O halde susta kafirler elinden emin olurken Müslümanlar da dlinden emin olsunlar…

Genel olarak cihadın hükmü farzı kifayedir. Bazı durumlarda da farzı ayın olur. Müminlerden bir topluluğun yerine getirmesiyle diğerlerinden sorumluluğun düştüğü, kimse yapmadığı takdirde ise herkesin sorumlu tutulacağı farza, farzı kifaye denilmektedir.

İbni Kudame rahimehullah cihadın aslen farzı kifaye olduğunun delili olarak şu ayeti zikretmektedir:

"İman edenlerden, özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler birbirine eşit değildir. Allah mal ve canlarıyla cihad edenleri, mertebece, oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de cenneti vadetmiştir. Ama Allah, cihad edenleri oturanlara büyük ecirlerle üstün kılmıştır." (Nisa, 94-95)

Ayetten anlaşılan şudur ki; cihad eden kimse, cihad etmeyip oturan kimseden üstündür. Ayetin "Allah hepsine de cenneti vadetmiştir" kısmından ise; bir grup Müslümanın cihadı yerine getirdiği takdirde yerine getirmeyen Müslümanların günahkâr olmadıkları anlaşılmaktadır.

Başka bir ayette ise Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Müminlerin hepsinin sefere çıkması doğru değildir. Onlardan bir taife geride kalıp dinde fakihleşsinler ta ki kavimleri döndüklerinde onları uyarsınlar. Umulur ki sakınırlar." (Tevbe, 122)

Bu ayetle beraber cihadın asıl hükmünün farzı kifaye olduğunun delillerinden birisi de Rasûlullah'ın sallallahu aleyhi ve sellem birçok yere seriyye göndermesi, fakat kendisi ile beraber bir grup sahabenin Medine'de kalmasıdır.'

Buraya kadar zikredilen deliller cihadın asıl hükmünün farzı kifaye olduğuna delalet eden delillerdir. Cihadın farzı kifayelikten çıkıp, aynî bir farz olduğu durumlar da söz konusudur. İbni Kudame (r.a) bu durumların şunlar olduğunu söylemektedir:

1. Müslüman ve kâfir iki saf karşı karşıya geldiğinde artık savaşmak herkesin üzerine farz olup geri dönmek haramdır. Bunun delili ise şudur:

"Ey iman edenler! Savaş için toplu bir halde kafirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arkanızı dönmeyiniz. Savaşmak için yer tutmak yahut başka bir bölüğe katılmak gayesiyle olmaksızın, o gün kim onlara arkasını dönüp kaçarsa, muhakkak o, Allah'ın gazabına uğramış olur. Onun yeri de cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!" (Enfal, 15-16)

Rasûlullah da sallallahu aleyhi ve sellem hadisi şerifte, kişinin ordular karşı karşıya geldikten sonra arkasını dönüp kaçmasını yedi büyük günahlardan birisi olarak zikretmiştir.

Şeriatın tasarruflarında hikmetin bilinmesine gerek yoktur. Allah ve Rasûlü bir şeyi emretmiş veya nehyetmişse biz bilmesek de o emirde veya o nehiyde mutlaka bir hikmet vardır. Acizane bizim burada görebildiğimiz hikmetler şunlar olabilir;

a. Ordular karşı karşıya geldiği esnada gerisin geriye dönen kişi, düşman saflarından İslam ordusuna ok atan kimse gibidir. Geriye dönen kişi orduda bulunması gereken sabır, sebat, kararlılık gibi mefhumları yerle bir etmektedir.

b. Geri dönen kimse bu fiiliyle karşı tarafın kendisine olan güvenini arttırıp, elinin güçlenmesine sebebiyet verecektir.

2. Düşman bir yeri işgal ettiği zaman da Müslümanların üzerine onlara karşı savaşmak farzı ayn olur. Çünkü düşmanın bir beldeyi istila etmesi şeriatın korumakla görevli olduğu din, can, mal, akıl ve nesep gibi unsurların hepsine zarar vermektedir.

3. Yine Müslümanların emiri/imamı seferberlik ilan ettiği zaman cihad müminlerin üzerine farzı ayn olmaktadır. Bunun delilleri ise hem Kur'an'da hem de Sünnet'te mevcuttur:

"Ey iman edenler! Size ne oldu ki: 'Allah yolunda topluca savaşa çıkın' denildiği zaman ağırlaşıp yere çakıldınız? Ahirete karşılık dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahirete göre pek azdır. Eğer topluca cihada çıkmazsanız Allah size can yakıcı bir azap ile azap eder ve yerinize başka bir millet getirir. O'na bir şey de yapamazsınız. Allah her şeye kadirdir." (Tevbe, 38-39)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: "Seferberlik çağrısı olursa savaşa çıkınız." (Muttefekun Aleyh)

Bu durumda cihadın farzı ayn olması, emire itaatin farzı ayn olması sebebiyledir.

4-Üzerlerine cihadın farzı ayın olduğu kimseler ise, cihad meydanlarında kendisine ihtiyaç duyulan bir mesleğe, maharete, beceriye sahip olan kimselerdir. Mesela: cihad meydanlarında doktor, elektrik elektronik mühendisi, kimyager, oto tamircisi vs kimselere ihtiyaç varsa, bu kimseler üzerine de cihad farzı ayn olur.

5-Cihad bölgesinde mücadele eden savaşçıların yetersizliği söz konusu olduğunda da öncelikle o bölgeye en yakın olan cihada gücü yetenler üzerine cihad farz ayn olur. Daha sonra çember büyür ve diğer bölgelerdeki insanlara da farzı ayn olur.


7-Mümine Bacıların Irz Ve Namuslarının Korunması.

Sen ey Müslüman!

Görmedin mi, Esad kâfirinin mümine bacılara yaptıklarını, rafizi Maliki kâfirinin mümine bacılara yaptıklarını hiç görmedin mi? Amerikanın ve batının işgal etmiş olduğu diyarlar da nasıl vahşice mümine bacılara saldırdıklarını, birçoğunun hamile kaldığını ve intihar ettiklerini hiç işitmedin mi? Bu bacıların zindanlardan Müminlere yazmış oldukları mektupları hiç okumadın mı? Hiç işitmedin mi?

Allahtan kork! İşte senin yapmadığını, yapamadığını “İslam devleti” yerine getiriyor, yerine getirmeye çalışıyor. Sen hala neden onlara saldırıyorsun?

Sen bir Müslüman olarak o bacıları koruman gerekmez miydi? O bacıların feryatlarına kulak vermen, yardımlarına koşman gerekmez miydi?

8-Kâfirlerin Zulümlerinin Önüne Geçme.

Yeryüzünde öldürülen müminleri saymaya kalksak bunun mümkün olmadığını biliyorsun. Arakanda, Nijeryada, Çeçenistanda, Afganistan da, Suriyede, Irak da öldürülen müminlerin sayısı belli değildir. Hapishanelerde sadece işkenceden ölenlerin sayısı belli değildir. Sen bu zulümlerin önüne geçmek için ne yaptın? Hangi hazırlıklarda bulundun? Oysa seni rabbin bu konularda sorumlu tutmuştu. Sen müminlere arka çıkmak zorunda olduğun halde neden müminlere sahip çıkmadın?

Hani müminler kardeş idi! Pekâlâ, sen kardeşlerine karşılık nasıl bir yardım götürdün? Neler yaptın? Neden müminlerin kenetlenmiş bir duvar gibi olduklarını kâfilere göstermedin! Bunun aksine kâfirlerin, müminlerin suçlamalarına kulak vererek sen de aynı suçlamalarla müminlere saldırdın!

Budistlerin yaptıklarını görmedin mi?

Nijeryeda diri diri yakılan Müslümanları görmedin mi?

Suriye de yüksek binalardan atılarak öldürülen müminleri görmedin mi? Parmakları tek tek kesilerek öldürülen müminleri görmedin mi? Aç bırakılarak öldürülenleri görmedin mi? Diri diri toprağa gömülerek öldürülenleri görmedin mi? Kimyasal bombalarla öldürülen yüzlerce çocukları, kadınları hiç görmedin mi? Aç ve susuz bırakılarak öldürülen yüzlerce müminleri görmedin mi? İnsanlığın görmediği çeşitli işkenceler yapılarak öldürülen müminleri görmedin mi? Başları kesilerek öldürülen müminleri görmedin mi?

Gördüysen, işittiysen neden yardımcı olmadın? Neden yardımlarına koşmadın? Bu zulmün önüne kimlerin geçeceğini zannediyorsun? Birleri geçsin derken sen neden bu zulmün önüne geçmeye çalışmıyorsun? Yoksa sen bunlardan sorumlu değimlisin? Yoksa kâfirlerin, bu zulümlerin önüne geçeceğini mi zannediyorsun?

Görmüyor musun, üç seneden fazla olmasına rağmen yanı başımız da Suriye de öldürülenlerin sayısı üç yüz bine yaklaştı ama dünyanın seyirci kaldığına hiç mi şahitlik etmiyorsun? Kâfirler, kâfirlere yardım ederler, söz konusu Müslümanlar olunca hiçbiri sesini çıkarmamaktadır.

Bak! Üç beş yezidi ölünce dünya nasıl yağa kalktı? Oysa her sene yeryüzünün çeşitli yerlerinde binlerce mümin öldürülmekte kimse de sesini çıkarmakta! Bak! Üç beş yezidi, Dürzî, Mecusi, Hıristiyan öldürülünce, yüz beş devlet nasıl çarçabuk bir araya geldi! Görmüyor musun, bunların kinin ve islam devletine onlar nefretlerini? Oysa senelerdir yeryüzünde binlerce masum müslüman katledilirken sesleri çıkmayanlar, kâfirler öldürülünce nasıl yağa kalktılar ve müminlere saldırmaya başladılar.

İşte ey insan! İslam devletinin yapmaya çalıştıkları budur…

Kimsesiz müminlere çare olabilmek. Müminlerin yardımına koşabilmektir. Bunun da çaresi müminlerin bir güç olmasından geçer, güç ise devlet olmaktan geçer. Devlet var ise güç var demektir. Güç var ise zulme karşı koyacak kimseler var demektir. Devletin olmadığı yerde ise güç yok demektir. Müminler bir güç oluşturmak zorundadırlar çünkü diğer zulme uğramış müminlerin korunup gözetilmesi buna bağlıdır.

Pekâlâ, sen bu konu da ne yaptın?

Bir şeyler yapmaya çalışanlara da engel olmaya çalışıyorsun!

Allahtan korkmuyor musun?

İşte Müslümanlar ve insanlar bütün bu güzellikleri, rabbimizin razı olduğu şeyleri görmüyorlar dinimizin yasaklamamış olduğu bir meseleye takılıp kalıyorlar.

HAZIRLAYAN: KOMİSYON


[1] İbn Mace, Hudûd 3. Nesaî, Sârık 7.

[2] Fethul Bari, 5 / 132. Ortaklar arasındaki taksimde ve maldan pay almada kur'a çekilir mi? 2493, 5 /292. Kitabu Şehadet, Müşkil Meselelerde Kura Çekmek, 2686.

[3] Sünen-i Tirmizi, 4 / 468 (2169) . İmam Tirmizi “Hadis hasendir” demiştir.

[4] Fethul Bari, 2 / 8, Kitabu Mevakitis Salat, Bab: Kefare Namazı, 252; Sahihi Müslim, 1 /128, Kitabul İman, Bab: İslam’ın Garib Başladığı ve Yeniden Garipliğe Döneceği, 144.


[5] İbn Kesir Tefsiri 5/304.

[6] Ebu Davud. Timizi sahih senedle rivayet ettiler.

[7] Beyhakî, Şuabu'l Îmân, 5/314.
 
H Çevrimdışı

HAKKINPEŞİNDE

Üyeliği İptal Edildi
Banned
BAŞ MÜFTÜNÜN CEVAPLAMIŞ OLDUĞU SORULARIN İKİNCİ BÖLÜMÜ:
SORU: GENEL OLARAK İNSANLARIN BİRÇOĞUNUN DİLE GETİRDİĞİ ŞÖYLE BİR İDDİA VAR. İSLAM CEPHESİ YAHUT ÖZGÜR SURİYE ORDUSU; İSLAM DEVLETİNİ MAHKEMELEŞMEYE ÇAĞIRDIĞINDA MAHKEMEYE GELMİYOR, BUNU KABUL ETMİYOR” DİYORLAR. BU İDDİAYA NE DERSİNİZ?


Cevap: bu iddia da bize muhalif olanların dile getirdiği ve en son sarılmaya çalıştıkları meselelerden biridir. Öne sürmüş oldukları bu iddiaya sarılmaya çalışarak islam devleti prejesini yok etmeye islam devletini düşürmeye çalışıyorlar.

Aynı “Denize düşen çör çöpe sarılır” deyiminde denildiği gibi bu kimselerde çör çöpe sarılıyorlar. Denize düşen kendini kurtarmayacak ve hiçbir fayda sağlamayacak olsa da, ne bulursa ona sarılır. Bu kimselerin durumu da böyledir. Bize; biz onları şer-i mahkemeye çağırıyoruz” diyorlar.

Biz öncelikle diyoruz ki: fetva ile mahkeme arasında fark vardır. Âlimler bu konuda diyorlar ki: fetva yahut fetva makamı kaza’nın(hüküm)aksine; bağlayıcı/yerine getirilmesi gereken değildir. Kaza(hüküm)ise bağlayıcı/ yerine getirilmesi gerekendir. Fetva ise kuvvet ve yaptırım gücü, sulta açısından bağlayıcı değildir. Fetva ve Kaza(hüküm)arasında bunun dışında birçok fark vardır. Mesela: Kaza(hüküm)meselesinde; hürriyet şartının var olması gibi…

Fakat fetva da ise hür kişi yahut köle kişi fetva verebilir. Aynı şekilde fetva konusunda erkek yahut kadın fetva verebilir. Kaza(hüküm)konusunda azaların sağlıklı olması engelli olmaması gibi. Fetva konusunda ise mesela; kör kimse, tat kimse vb fetva verebilir. Bunların dışında Kaza(hüküm)ve fetva konusunda fark vardır. Fakat Kaza(hüküm)ve fetva arasındaki en önemli fark Kazanın(hüküm)bağlayıcı/ yerine getirilmesi gereken olması fetvanın ise bağlayıcı/ yerine getirilmesi gereken olmamasıdır.

-Onların iddiasına göre-onlar islam devletini müstakil bir mahkemeye çağırıyorlar. Söyler misiniz bana; bu bahsetmiş oldukları mahkemenin bağlayıcılık/yaptırım gücü, kuvvet bakımından bir sultası var mı? Söyler misiniz; mahkemenin verecek olduğu karar konusunda ki yaptırım güçleri nerededir? İslam devletini yahut diğer tarafların üzerindeki yaptırım gücü nedir? Böyle bir güç sahibimidir?

Öyleyse bu bahsetmiş oldukları şer-i bir mahkemeden ziyade fetva makamıdır. Fetva makamı ise; sen gelirsin bana; şu nasıldır? Dersin. “Ben de şöyle şöyledir derim” sadece fetva veririm. Yani benim vermiş olduğum fetvayı yerine getirtmek için bir polis gücüm yahut yaptırım gücüm yoktur.

Kaza(hüküm)ise böyle değildir. Kâdının(hâkim)vermiş olduğu hükmü yerine getirtmesi için polis gücü, asker gücü vardır. Bu güçler Kâdının(hâkim)vermiş olduğu hükmü yerine getirirler. Kâdının(hâkim)hüküm verir, onun altındaki güçler(asker, polis)verilen hükmü uygularlar. O halde mesele bundan ibarettir.

Onlar iddia ediyorlar ki; biz size(islam devleti)müstakil bir mahkemeye çağırıyoruz. Söyler misiniz bana; bu mahkemenizin yaptırım gücü(polisi, asker) nerede? Bütün tarafları vermiş olduğu hükme boyun eğdirecek, yerine getirecek gücünüz kuvvetiniz nerede?

Öyleyse böyle bir güç yok ise, bu bahsetmiş olduğunuz mahkeme müstakil bir mahkeme değildir. Şayet yaptırım gücü, kuvveti sultası olan bir mahkeme var ise, ortada devlete karşı bir devlet var demektir. Onlar İslam devletinin ayağının altından halıyı çekmek istiyorlar(ayağını kaydırmak istiyorlar). Oysa İslam devletinin kuruluş amacı ancak Allahın had ve hudutlarının şer-i mahkemeler yoluyla yahut diğer yollarla uygulamak için kurulmuştur. Öyleyse orduların hazırlanması, askerlerin techiz edilmesi, malk ve mülklerin harcanması, silahların hazırlanması bütün bunların hazırlanmasının tek gayesi şer-i ahkâma tabii olmak içindir. İslam devletindeki şer-i mahkemelerin kurulması ancak hüküm vermek ve verilen hükmü uygulamak içindir.

Öyleyse böyle bir iddiada bulunanlar; ileri sürmüş oldukları mahkemenin müstakil bir mahkeme olduğunu, yaptırım gücü ve kuvveti olduğunu iddia ediyorlar ise, onlar kendilerini devlet olduklarını iddia ediyorlar. Böyle bir kandırma yolu ile islam devletinin sultasını yok etmek ve bu yolla da bu meseleden sıyrılmak istiyorlar.

Şüphesiz “Ahkâm Es Sultaniyye”adlı eserde ilim ehli karar vermiştir ki: Kâdıları(hâkimler)şer-i imam tayin eder. Dolayısıyla şer-i imamın vermiş olduğu yetki ile de mahkemeler kurulur.

Öyleyse onların şer-i imamın tayin etmiş olduğu Kâdıları(hâkimler)nerede? Nasıl oluyor da böyle bir hâkim islam devleti hakkında hüküm verebiliyor ki? Bu ne zaman olur? Bu onların kuvveti olduğu zaman olur. Fakat onların taraflara yaptırım sağlayacak güç ve kuvvetleri yok.

O halde sonuç olarak diyebiliriz ki: iddia etmiş oldukları müstakil şer-i mahkemenin taraflara yaptırım sağlayacak ne gücü ve ne de kuvveti vardır. Dolayısıyla bu olsa olsa fetva makamıdır, bundan öte bir şey değildir. Bu birinci meseledir…

Fakat onlar mesele böyle değildir: bizler nusret cephesi, özgür Suriye ordusu, Ahrar Eş Şam gibi gruplardan güç ve kuvvet oluşturduk” derslerse… O halde mesele sizin bahsettiğiniz gibi müstakil bir mahkeme değildir. Dolayısıyla bu meselede:” Sen hem hâkim ve hem de davacısın” sizler müstakil bir hakemlik iddia ediyorsunuz hâlbuki sizler müstakil değilsiniz. O halde sizler hem davacı taraf ve hem de hakemsiniz yani sizler ölçüyor biçiyor ve hem de hüküm veriyorsunuz. İşte onların hakemlik hususunda durumları bundan ibarettir.

Fakat biz devlet olarak diyoruz ki: islam tarihi boyunca hiçbir şekilde işitilmemiştir ki, mesela: Abbasi devletinde bir asker ve halktan bir müslüman arasında bir anlaşmazlık çıksa; birisi çıkıp ben müstakil bir mahkeme kuracağım diyebilir mi? Dolayısıyla böyle bir durumda islam devleti hükmeder aynı durum Emevi devleti içinde geçerlidir yani anlaşmazlıklara hükmeden devlettir. Çünkü devlet kaza(hakim)makamı, sulta(güç) ve yaptırım makamıdır. Dolayısıyla islam devleti içerisindeki askerler arasında yahut asker ve halk arasında anlaşmazlıkların hükme bağlandığı yerdir. Aynı şekilde Kâdıları(hâkimler), valiler arasında yahut her hangi bir taraf arasındaki anlaşmazlıklara hükme bağlama makamıdır. İşte İslam da ki ve islam tarihindeki Kâda(hâkim)makamının durumu böyledir. Bunun dışında işitmiş olduğumuz bir şey yoktur fakat şu günümüzde ise mesele “Ayağının altından halının çekilmesi(ayağının kaydırılması), yahut birilerinin şikâyet edilmesinden ibarettir.

Dolayısıyla onlar dediler ki; şayet bu mahmeke islam devletinin Irak’a çekilmesi yönünde bir hüküm verirse, islam devletinin bunu yerine getirmesi gerekir. Bunun manası ne? Bunun manası; bu önceden karar verilmiş ve böylelikle şöyle veya böyle bir şekilde Şam’dan devletin çıkması” kararı verilmiş olacaktır. Yani islam devletinin kontrol etmiş olduğu toprakları onlara bırakıp çıkması ve Irak’a gitmesi kararı çıkacaktı.

Görüldüğü gibi; onların şüphelerinden biri de işte bu idi fakat bu şüphenin de tutarsız olduğu böylece görüldü.

Daha sonra islam devleti onlara bir takım şartlar koştuğunda dünya ayağa kalktı ve bir daha oturmadı. Onlar islam devleti ile muhakemeleşmek istiyorlar ve devletin bazı şahısları öldürdüğünü söylüyorlar…

İslam devleti onlara iki şart koştu. Devletin koşmuş olduğu bu iki şart anlaşmazlığın tamamen kendisidir aslında. Yani devlet anlaşmazlıkla alakası olmayan bir şart koşmadı, kesinlikle anlaşmazlığın kendisiyle ve daha sonraki verilecek hüküm ile alakalı şartlar koştu.

Birinci şart; demokrasi ve askerleri hakkında ne diyorlar?

İkinci şart ise; arap yöneticileri ve istihbaratı ile yardımlaşma hakkında ne diyorlar?

Dediğimiz birinci şart; demokrasi ve askerleri hakkında ne diyorlar? Çünkü bu konuda islam devleti ve onlardan bazıları ile anlaşmazlık olmuş ve İslam devletinin demokrasi askerlerinin öldürmesi söz konusu olmuştur. Dolayısıyla bu durum karşısında müstakil bir mahkeme kurarak, bu anlaşmazlığı neticelendirmek istiyorlar. Şayet bu Kâdı(hâkim); demokrasi askerleri müslümandır” derse, şer-i olmayan bir hüküm vermiş olacak. Dolayısıyla Allahın bize emrettiği şer-i muhakemeleşme gerçekleşmemiş olacak. Hadisi şerifte peygamber efendimiz(s.a.v): “Müslüman kâfire karşılık öldürülmez” buyrulur.

Ortada İslam devleti ve özgür Suriye ordusundan ve benzeri ketibelerden demokrasi askerleri ile çatışması olmuştur. Onlarda(Nusret cephesi)bu durumda iki taraf arasında hüküm vermek istiyorlar. Öyleyse bize; demokrasi askerleri hakkında ne düşündüğünüzü söylemeniz lazım. Zira onların Müslüman olduğuna inanıyorsanız nasıl oluyor da size muhakeme olmamızı bekliyorsunuz? Çünkü sizler bizlere bu konuda Allahın hükmünün dışında hüküm vereceksiniz. Çünkü Allahın hükmünde “Kâfire karşılık Müslüman öldürülmez” bu birinci şart ile alakalı meseledir.

İkinci şart ile alakalı mesele ise: Arap tağutlarına karşı konumlarını, bunların askerleri ve istihbaratlarının hükmüne bakışlarını ortaya koymalarını istiyoruz. Çünkü “Ahrar Eş şam” ve onun arkasındaki “İslam cephesi” övünerek dile getirdikleri arap ve yabancı istihbarat birimleri ve askerleri ile anlaşmanın caiz olduğunu söylüyorlar. Onların iddialarına göre; bu ketibeler (Arap ve yabancı istihbarat birimlerinden)faydalanıyorlar fakat kendileri onlara hiçbir fayda vermiyorlar aynı şekilde onlardan alıyorlar ve onlara vermiyorlar. Bunların iddiası bu yönde...

Bu sebeple bizler, bizlerin ve “Ahrar Eş Şam” arasında olan anlaşmazlığın hükme bağlanması için bunların beyan edilmesini istiyoruz. Hükmün sonucu bunlara bağılıdır. Dolayısıyla bu meselelerin hükümlerini onlara muhakeme olmadan önce beyan etmeleri gerekiyor. Bizim bu istediklerimizi kabul etmediler, birbirine girdiler ve birbirleriyle tartıştılar; bu şartlar nasıl koşulur, nasıl sorulur vb konuşmalar yaptılar. Nihayetinde sözlerinin(iddia)boş olduğu ortaya çıktı.

Allaha hamd olsun... Allahın fazlı ve kerimi ile görüldüğü gibi islam devletinde şer-i mahkemeler çalışmaktadır. Davalar;bazı emirlerine ve bazı valililerine gelmekte ve bu mahkemeler de davalar görülmektedir. Bu meseleler(mahkeme)böylelikle çözülmektedir. Bu Allahın fazlıdır…

İşte böylelikle karşı tarafın ileri sürmüş olduğu ve övündükleri; islam devletinin muhakemeleşmeye gelmediği hususundaki şüphenin batıl olduğu ortaya çıkmış ve reddiyesi verilmiş olmaktadır.

Aslında bu ileri sürülen gülünç bir şüphedir çünkü bütün bu Irakta, Suriye de akan kanlar neden akmıştır. Allahın şeriatı için akmamışmıdr, Allahın hükümlerini hakim kılınması için akıtılmamış mıdır? Bu kanların akmasının yegâne sebebi bu şer-i mahkemelerin ikamesi için değil midir?

Pekâlâ, bizler nasıl oluyor da Allahın şeriatının hâkim kılınması ve bu hükümlere muhakeme olunması için uğraştığımız bir konuda, yegâne hedefimiz olan bir konuda hakkında nasıl suçlanıyoruz! Bunun ismi ancak “kirli savaş”tır. Kirli savaş demek; karşı tarafı tutarlı ve tutarsız her türlü suçlama ile karalamadan ibarettir. Bu suçlamalar her ne kadar çelişkili de olsa, tutmasa da belki bir diğeri tutar mantığı ile suçlamaya gidilmektedir.

Mesela; bazen devleti “Allahın şeriatına muhakame olmuyor” diye suçluyorlar aynı zamanda devleti “harici” diye suçluyorlar aynı zamanda devleti “ajanlar” diye suçluyorlar. Söyler misiniz, bütün bu suçlamaları bir araya nasıl getirebilirsiniz! Bunun ismi olsa olsa ancak “kirli savaş”olur.

Nasıl oluyor da devleti aynı anda “Havaric” diye suçluyor ve hem de Allahın şeriatına muhakemeye gelmiyor” diye suçlayabiliyorlar, nasıl böyle bir suçla suçlanabiliyor? Oysa hariciler; Allahın şeriatına muhakeme olmayanı tekfir ediyorlar! Nasıl oluyor da hem havaric ve hem de kâfirlerin ajanları olabiliyorlar? Oysa hariciler; yabancılara ajanlık yapanları tekfir etmektedirler! Aynı zamanda ehlisünnet ve el cemaat da kâfirlere ajanlık yapanları tekfir etmektedir.

Karşı tarafın yapmış olduğu her olursa olsun bizleri vurmaya çalışmak ve her ne olursa olsun suçlamaya kalkmaktır. Birisi tutmaz ise belki diğeri tutar anlayışı ile hareket ederek; insanların bir kısmı bir suçlamayı kabul etmez ise diğer suçlamayı kabul eder” anlayışını gütmektedirler. Bu tür girişimler de “kirli savaş” olarak bilinir. Bu yollu suçlamalar; peygamberlere karşıda kullanılmıştır. Peygamberimize karşı da kullanılmıştır. Tutmuşlar hem sihirbaz demişler ve hem de aynı zamanda deli demişler, şair demişlerdir. Bunun sebebi insanların bazıları, bu öne sürülen suçlamalardan bazıları kabul etmese de diğer suçlamaları kabul eder ve inanır. Öyleyse karşı taraf her türlü suçlamalarla bizleri suçlamakta ta ki bu suçlamaların birisi belki tutar mantığı ile hareket etmektedirler. Nitekim Allahın fazlı ile bu öne sürülen şüpheler tek tek batıl olduğu ortaya çıkmaktadır.

Mesela: bu şüphelerden biriside emirinin mechul(kim olduğu belli değil)şüphesidir. Allahın fazlı ile bu şüphede boşa çıktı ve düştü.

Soru soran: mesela Arur diye bilinen kişi; şayet halifeyi görürsek “beyat ederiz” demişti.

Görüldüğü gibi bu şüpheleri de boşa çıktı. Halifenin; kim olduğu, biyografisi, siyresi, ismi ve şekli her şeyiyle ramazanın başında ortaya çıktı. Allah kendisini korusun…

Bu birincisi…

Diğer bir şüphe de(islam devletinin)esad nizamına çalıştığı mesele idi ki bu da kardeşlerin içeriden sahveler üzerine yapmış olduğu ve Nusayri askerleri ile karşı karşıya kalmalarıyla bu şüphenin de boş olduğu ortaya çıktı. İslam devleti Humusta mübarek bir savaş yaparak Suriye’nin en büyük gaz dolum tesisini aldılar. Bu Allahın fazlıdır.

Bugünlerde bununla birlikte birçok müjdeler Müslümanlara verilecek inşallah.

Böylelikle İslam devletinin Nusayrilere çalıştığı şüphesi de çürümüş oldu.

Hakeza Irak da İslam devletinin Maliki ye çalıştığı şüphesi de çürümüş oldu. Malikinin ordusunda ne kadar çok asker öldürüldü ve birçok yer ele geçirildi.

Daha sonra dediğimiz gibi havariç suçlaması, gün ve gün bu şüphenin de ne kadar tutarsız ve batıl olduğu bütün insanlara gözükür oldu.

Hariciler; bütün fırkalar içerisinde “İmamın kureyşli olması” şartını koşmayan tek fırkadır. Ehlisünnet “İmamın kureyşli olması” konusunda icma etmiştir. Hariciler ise bu konuda ehlisünnetten ayrılmışlardır. Hariciler “İmamın kureyşli olması” şartı yoktur demişlerdir. Bunun aksini söyleyenlerin tersine İslam devleti de “İmamın kureyşli olması” şartını koşmuştur.

Buna şunu da ilave et… Ehlisünnetin hepsi icma etmişlerdir ki; recm cazası islamda vardır. Buna muhalefet eden ise ancak hariciler olmuştur. Hariciler recmi inkâr etmişlerdir.

Soru soran; geçen gün tabka beldesinde recm gerçekleşmiş.

Evet, Allahın fazlı ile islam devleti evli bir kadına recm cezası uygulamıştır. Evli erkek ve kadına recm uygulaması, Allahın kitabında rasulünün(s.a.v)sünnetin de ve Müslümanların icması ile recm cezası dinimizde sabittir. Bu konuya ise hariciler muhalefet etmiştir. Şimdi ise tutuyorlar islam devletinin recm cezası uygulaması yaptı diyorlar. İslam devletin harici olduğunu söyleyenler söyler misiniz; hariciler recm cezası hiç uygularlar mı? Bütün İslami kaynaklara bakıldığında haricilerin recm cezasını inkâr ettiği görülecektir.

Böylelikle Allahın fazlı ile bu suçlamalarda çürümüş olmaktadır.

Bu suçlamalardan biriside öncede dediğimiz gibi Allahın şariatına “muhakeme” meselesidir ki, öne sürülen şüphelerin en çirkini bu sayılabilir. Bu “muhakeme” meselesinin de kendiliğinden çürümüş olması, çürütülmesine gerek duydurtmamaktadır. İşte görüldüğü gibi İslam devleti şer-i mahkemeleri yürürlüğe sokmuş insanlar davalarını bu mahkemeler de çözmektedir. Bu konuda kısaca “Allah’dan daha güzel hüküm sahibi kim olabilir ki?” adı altında bir kanun beyannamesi yayınlanmıştır. Bu çıkan kanun beyannamesinde; şer-i mahkemelerin vermiş olduğu kararlar hakkında örnekler verilmektedir.

SORU: YERYÜZÜNDE BİR TAKIM MÜSLÜMANLAR VAR. HALİFEYE BEYAT ETMEMİŞ, ETMEYEN MÜSLÜMANLAR VAR. BU MÜSLÜMANLARIN HÜKMÜ NEDİR?

Cevap:

Bu Müslümanlar hakkında, peygamberin(s.a.v)şu uyarısından korkuyoruz. Yeryüzünde sayısız tağutların hükmü var. Arap olan, yabancı olan Allahın şeriatının dışında ki, batı yahut doğu kanunlarıyla hükmeden sayısız tağutlar var.

Allah Teâlâ imkân verdi ve kolay kıldı nihayet yeryüzünde bir imam(halife)tayin edildi. Şeyh Ebu Bekir el Bağdadi, bedri, kureyşli, Haşim kabilesinden, Hüseyin(r.a)soyundan İbrahim bin Avvad halife ilan edildi. Hilafet şartlarını zikredildiği “Ahkâm Es Sultaniyye” de yer alan şartlar kendisinde mevcuttur. Bu şartlar; İslam, akıl, buluğ, erkek olması, hürriyet, adalet, salahiyet, ictihad ve kureyşli olması. Bazı âlimlerde “kuvvet sahibi” olması şartını koşmuştur.

O halde hilafet konusunda bu öne sürülen bütün şartlar halife de mevcuttur. Nitekim halife Allahın kitabı ve sünneti ile hükmetmeye başlamıştır. Musul minberinde halife hutbesinde şöyle demiştir: “Allah’a itaat ettiğim müddetçe bana itaat edin. Allah’a isyan edersem bana itaat etmeyin…

Aynı şekilde şöyle demiştir: eğer doğru ve güzel işler yaparsam bana bu konularda yardımcı olun şayet yanlış ve güzel olmayan işler yaparsam beni doğru yola sevk edin, nasihat edin. İbni Ömer’den rivayet edilen hadiste peygamber efendimiz(s.a.v)şöyle demektedir: “Boynunda beyat olmadan ölen kimse cahiliye ölümü üzerine ölmüş demektir.” (Müslim)

İmam Ebi Asım’ın ve başkalarının Muaviye bin Ebi Süfyandan(r.a) rivayet etmiş olduğu hadiste peygamber efendimiz(s.a.v)şöyle demektedir: “Kim imamı olmadan ölürse cahiliye üzere ölmüştür”

Bu halifenin hilafeti dünyanın sadece bir bölgesinde olsa da yeryüzünün tümü için bir hilafettir. Fakat halife hilafetini, Allahın şeriatını bütün yeryüzüne yaymak ve genişletmek için büyük bir gayret içerisindedir.

O halde bütün Müslümanların üzerine düşen bu konuda halifeye yardım etmeleridir. Yardım etmenin ilk aşaması ise beyat etmektir. Sonra sözlerini dinlemek ve itaat etmektir. Daha sonra ona yardım etmektir. Böylelikle Müslümanların hâkimiyeti bütün yeryüzünü kapsayacaktır. Allah en doğrusunu bilendir…

SORU: ŞAYET BİR MÜSLÜMAN ŞAHIS; İSLAM DEVLETİNE, HALİFEYE GÜCÜ YETTİĞİNCE YARDIM EDER, YANINDA OLUR, DESTEKCİ OLUR İSE GÜNAHI AZALIR DEĞİL Mİ? YAPMIŞ OLDUĞU VE SAFR ETMİŞ OLDUĞU GÜÇ VE ÇALIŞMA NİSBETİNDE GÜNAHI AZALIR DEĞİL Mİ?

Evet, doğrudur…

Sözlü olarak beyat etmemiş olsa da şahsın yapmış olduğu bu yardım ve desteği lâfzî beyat yerine geçebilir. Şahsın yapmış olduğu bu yardım ve destek sanki kendisine beyat etmiş gibi sayılır.

SORU: AYNI ŞEKİLDE ŞER-İ OLARAK BİR İDİİDA DAHA VAR. TAİFETUL MANSURA YAHUT FIRKA EN NACİYE DİYE BİLİNEN BİR FIRKA ŞAYET BİR YERDE ORTAYA ÇIKARSA DAHA SONRA BAŞKA BİR FIRKADA ORTAYA ÇIKARSA DAHA SONRA ORTAYA ÇIKAN İLK ORTAYA ÇIKANA BEYAT ETMESİ GEREKİR DENİLİYOR. EL KADİE BÖYLE BİR İDDİA DA BULUNURAK; BİZ YERYÜZÜNDE SENELERDİR MÜCADELE EDİYORUZ BU YÜZDEN İSLAM DEVLETİ DAHA SONRA ORTAYA ÇIKMIŞTIR BİZE BEYAT ETMELERİ VE KATILMALARI GEREKİR” DEMEKTELER. BU KONUDA NE DERSİNİZ?

İnsanlar fırka fırka ayrılırlar. Bir fırka insan vardır bunlar fertlerdir kendi başlarına hareket ederler. Bir fırka insan daha vardır bunlar cemaatler, fırkalar yahut topluluklar diye bilinen fertlerden oluşur. Bu tür insanların her biri kendi çapınca amel eder. Cemaatler yahut örgütler her bir grup kendince bir şeyler yaparlar. Bunlar fertlerden üstündür çünkü fertler kendilerince amel ederler. Bazı örgütler dünya çapında hareket eder.

Fakat bütün grupların, fırkaların, örgütlerin çatısı altında hareket etmiş oldukları devlettir. Burada ortada bir devlet vardır. O halde altta olan nasıl olurda üstte olana emir verebilir ki?

Bütün bu örgütler, fırkalar cemaatlerin asıl kuruluş amacı şu fıkıh kaidesi üzerinedir: “Yapılabilecek olan şey yapılma imkânı olmayan bir şeyden dolayı sakıt olmaz.”[1]

Dolayısıyla bütün yapılanmaların esas gayesi İslam devleti kurmak içindir. Hepimiz İslam devleti istiyorduk, bunun için uğraşıyorduk ve ortada kurulmuş bir devlet yok idi. Dolayısıyla yüce gayemiz olan İslami bir devleti kurmak için aramızda düzenli ve güzel çalışmaların yapılması için bu tür fırkalar, gruplar cemaatler oluşturulmasında bir sakınca yoktur. O halde makul olan bu tür cemaatleri oluşturduktan sonra şer-i ölçüler dâhilinde, var gücümüzle İslami bir devletin kurulması için gayret göstermektir. İslami bir devlet kurulduktan sonra ise ya tekrar başa dönülecek yahut kurulan devlete iltihak olunacaktır. Şeyh Üsame bin Ladin eskiden beri ve şeyh Eymen’in eskiden beri yapmış oldukları açıklarının tümünde Allahın şeriatının hâkim kılınması ve İslami bir devletin kurulması yahut hilafetin ikame edilmesi yönünde açıklamaları vardır.

Son dönemde bir takım şer-i lafızlar ve kavramlar değişikliğe uğramıştır mesela Şeyh Eymen; islam devleti, hilafet kelimeleri yerine islam hükümeti gibi lafızlar ve kavramlar kullanmaya başlamıştır. Bu tür lafızların kullanılmasının sebebi ise(bizim dışımızda)çok farklı projeler üzerine çalışan mevcut cemaatler, fırkalar, cemaatler yahut çak farklı yapılara sahip olan Müslüman halklara bir nevi yaklaşım ve kaynaşma olması içindir.

Burada işaret etmeye çalıştığımız mesele bir fırkanın yahut cemaatin devlete beyat etmede muhalefet meselesidir. Bu mesele bana şeyh Eymen ‘in bir sözünü hatırlatıyor ki kendisi açık bir toplantıda: Ensaru-l İslam hakkında sözünüz nedir? Neden Irak islam devletine beyat etmiyorlar? Neden birleşmiyorlar? Diye sorulduğunda şöyle cevap vermişti:

Örgütler, fırkalar devletlere beyat ederler. Bu manada sözler sarf etmiş ve cevap vermiştir. O halde İslam devleti, Ensaru-l İslam’a beyat etmez bilakis Ensaru-l islam islam devletine beyat eder diye açıklama yapmıştır. Yani Ensaru-l islam’ın islam devletine beyat etmesi gerektiğini söylemiştir.

Nitekim İslam devleti kurulduğunda, ilan edilip toprakları yeryüzünde genişlediğinde, Allah kendilerine birçok fetihler nasip edip birçok kişinin devlete katılması çok sayıda ganimet alınması, birçok beldelerin fethedilmesi gerçekleşmiştir.

O halde söyler misiniz, nasıl oluyor da; islam devleti, örgütlere, fırkalara be’yat etmesi gerektiği söylenebiliyor! Bu cemaatler ve örgütlerin gölgesinde yaşayan bazı kimseler, bu kimselerin kendileri; bu aynı beldelerde dar bir şişenin ağzından çıkamıyorlar(ikinci bir aşamaya geçemiyorlar). Yani cemaat olarak, örgüt olarak hayatlarına devam etmek istiyorlar(daha da güçlenip bir devlet olamıyorlar/olmak istemiyorlar). Bu anlayışı bir türlü aşamıyorlar.

Savaş konusunda profesyonel bir savaş aşamasına yahut düzenli bir savaş anlayışına geçemiyorlar. Eskiden beri sahip oldukları tek düşünce çete savaşı ve halen de bu çete savaşı düşüncesini devam ettirmektedirler. Savaş güvenliği ve istihbarata gibi konularda hiçbir zaman ilerlemeyi düşünmüyorlar. Bu konuda hiçbir zaman ilerleyemiyorlar. Hakeza küçük bir toprak parçasını kontrol etme fırsatı ellerine geçiyor nitekim bunu da yapmıyorlar/yapamıyorlar.

Dolayısıyla akli ve fikri kapasiteleri ancak bir örgüt düşüncesinin ötesine geçemiyor. Yani atılmış olan bir adımdan sonra bir başka adım daha atmıyorlar/atamıyorlar. Örgütleşmeden sonraki devletleşmeye hiçbir zaman geçemiyorlar/geçemiyorlar. Bu mevzu bahis meseledir.

Fakat bahsetmiş oldukları şayet ilk bey’at edilen Molla Ömer’dir ona bey’at edilmesi gerekir, bey’at ona yapılmalıdır gibi şüpheler öne sürüyorlar ise, biz diyoruz ki:

Öncelikle Molla Ömer hiçbir zaman kendini Müslümanların halifesi diye ilan etmedi. Molla Ömer bütün konuşmalarında vatan üzerine konuşmalar yapmıştır; Ey Afgan halkı! Yahut Müslüman Afgan halkı, bizler dış(ülke dışı)meselelere karışmayız, komşu, çevre, kardeş ülkelerin işlerine karışmayız” şeklinde olmuştur. Bu birinci meseledir…

Diğer taraftan şeyh Ebu Bekir El Bağdadi ise bütün konuşmalarında; bütün ümmete hitap etmektedir.

İkinci olarak dediğimiz gibi, kadı İyaz demiştir ki: islam ümmeti icma etmiştir ki, imamette kureyşli olma şartı vardır.” İslam ümmetine bu konuda sadece hariciler ve mutezile muhalefet etmiştir. Molla Ömer kureyşli değildir. Kendisi peştudur ve Peştularda hind asıllıdırlar. Peygamber(s.a.v)şöyle demiştir: “imamet kureyş’tendir.”

Başka bir lafızda: “mülk kureyştendri.”

Diğer bir lafızda: “hilafet kureyştendir”

Bir başka hadiste: “İmamet var olduğu müddetçe imamet(hilafet)kureyştendir.”

Öyleyse bu şart(imamın kureyşli olması)Molla Ömer’de gerçekleşmemiştir. Fakat Ebu Bekir El Bağdadi de gerçekleşmiştir. Bu ikinci meseledir.

Üçüncü olarak ise: Molla Ömer maturidir. Kendisi maturididir. Maturidiler; Mansur el Maturudiye tabidirler. Maturidiyye akidesi eşari akidesinin aynısıdır. Eşariler ise Ebu Hasen El Eşarinin tabileridir. Maturidiler ise dediğimiz gibi Mansur El Maturidinin tabileridir. Maturidilerin çoğu arap olmayanlardandır. Eşarilerin çoğu ise Araplardandır. Bu iki grubun genel olarak akideleri birdir diyebiliriz. Bazı cüz-i meselelerde farklılık vardır. Fakat nihayetinde bu kimseler bidat ehlidir. Bu kimseler Allahın sıfatlarını tevil ederler, iman ve küfür meselelerinde ehlüsünnete muhalefet etmektedirler. Bunların dışında da başka meseleler vardır.

Molla Ömer bidat maturidi akidesine sahiptir. Şeyh Ebu Bekir El Bağdadi ise selefi Sünni akideye sahiptir. Dolayısıyla halifede aranan şartların ikincisi olan “Adalet” şartı ta başlangıçta Molla Ömer’de olmadığı görülür. Bu(adalet vasfının kendisinde eksik olması)bidat yönündendir.

İlim ehli “adalet” konusu hakkında sözler söylemişler ve adaletin iki yönden naksa uğrayacağını belirtmişlerdir. Bidat yönüyle ve fısk yönüyle. Dolayısıyla Molla Ömer’de takva yönünden adalet vasfı vardır fakat bidat yönüyle adalet vasfı tam değildir.

Burada işaret etmek istediğimiz Molla Ömer’in imamet şartlarının tam yerine getirmediğidir.

Bunlara ilaveten bir başka meselede özelikle son zamanlarda Molla Ömer’in vermiş olduğu mesajlarda, beyanlarında yer alanlar örnekler verilebilir. Mesela: Şu son zamanda Amerika ve El Kaide arasında gerçekleşen esir takası gibi. Taliban bir Amerikan askerini esir almış ve diğer taraftan da Guantanamo da esir tutulan beş Taliban liderinin takası sonrasında katar devleti arabulucuk yapmış idi. Katar hükümeti aracı idi. Bu olaydan sonra Molla Ömer bir açıklama yayınlayarak; özellikle teşekkürlerimi ekselansları Katar emiri Temim bin Hamad Al-Sani ye sunmak isterim” sözlerine yer vermiştir. Söylemiş olduğu(övücü)sözler bir paragrafı doldurmaktadır.

Buda göstermektedir ki küfründe kimsenin ihtilaf etmediği “Temim bin Hamad Al-Sani” yi tekfir etmemektedir. Çünkü bu kimse demokrat, laik, Allahın hükmüyle hükmetmeyen birisidir. Mesela bu kimse Mürsi gibi de değildir. Mürsinin dediği gibi; ben İslamcıyım, aşama aşama İslam’ı getireceğim, İslami bir şemsiye ile ortaya çıkması gibi şeyler de bu kişi için söz konusu değildir. -Allaha sığınırız- bazıları Mürsiyi tekfir etmemiştir ama bu(Temim bin Hamad Al-Sani)Mürsiden daha özel bir durumu vardır. Bu kimse açık bir demokrattır. Halic devletlerini, Allahın kitabı ve rasulünün(s.a.v)sünneti ile yönetmeyen birisidir. Buna rağmen Molla Ömer hakkında bu tür sözler sarf etmiştir.

Öyleyse sonuç olarak diyebiliriz ki: Şüphesiz ve kesinlikle Fıkıh kaidesin de “Şer-i olarak yok kabul edilen hissi olarak da yok kabul edilir” bizim o zamanlar Molla Ömer’in imametini kabul etmemiz zaruri olarak ondan başkasının olmaması sebebiyledir. Çünkü o zaman ondan başkası yok idi. Yeryüzü yöneticilerinin hepsi tağut idi ve Allahın şeriatı ile yöneten bir takım eksikliklerle, hatalarla birlikte sadece o idi. O zaman da sadece sahada o gözüküyor idi. Şimdi ise meselede zaruret yoktur herkes kendi seçimi ile sahada bir imam vardır. Nitekim Kuran ve sünnet ile hükmeden şeyh Ebu Bekir El bağdadi, İbrahim bin Avvad vardır…

Damavızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allaha hamd etmektir. Salât ve selam da Allahın elçisinin üzerine olsun…


[1] Yani; kul, Allah (c.c)’ın emrettiği bir şeyin hepsini yapma imkânı yoksa yapabileceği kısmı yapar, yapma imkânı olmayan kısmını yapmaz, ama hepsini de terketmez. Bu kaide Rasulullah (s.a.s)’ın şu hadisine dayanmaktadır:“Size bir şey emrettiğimde yapabildiğinizi yapınız.” (Buhari, Müslim)
Allah (c.c)’ın emrettiği şeyler üç türlüdür: Birincisi: Kulun, şayet işin tamamını yapma imkânı yok, bir kısmını yapma imkânı varsa o zaman yapma imkânı olan kısmını yapar.
Örneğin; Namaz, kişinin üzerine farzdır. Bir kişi namazın bütün hareketlerini yapamıyorsa yapabildiği hareketleri yapar, yapamadıklarını terk eder. Fakat yapamadığı hareketlerden dolayı namazın tümünü terk etmez. Şöyle ki; ayakta kılamıyorsa oturarak kılar ve yapabildiği hareketleri yapar. Mevzu bahis meselede ise anlatılmka istenen; Müslümanların yegane gayesi olan devlet kurma imkanı yok ise öncelikle cemaat ve tanzim olmak gerekir. Bu yol ile devlete gidilir. Devlet kurma gücü yok ise ondan bir önceki aşama olan cemaat yahut tanzim olması gerekir. Çev.
 
H Çevrimdışı

HAKKINPEŞİNDE

Üyeliği İptal Edildi
Banned
S.A

Bütün yukarıda ki cevapları okuduktan sonra hala kafanızda sorular varsa cevaplamaya çalışırım....Ayrıca yukarıda bir arkadaş da kibirliler gibi bir cümle söylemiş bundan dolayı Allaha sığınırız...Kibir, şeytanın vasfıdır bunda da Allah sığınırız...
 
A Çevrimdışı

Away

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Biz ona ne sorduk o bize ne cevap veriyor...
Sorularımıza karşılık kalkıp bize halifeliğin meşruiyetinden,Birilerinin hayatından yada konuya en uzak şeyden bahsediyor ve bunu yaparken bolca kopy paste yapıyor.

Neyse ben uğraşamam...
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
Nicki güzel, ancak nickinin yerine nefsi pesinde kosan bir kardesimiz. Zaten böyle bir inanclari olmasa onca müminin kanina giremezlerdi, o kadar kana girebilmeleri icin böyle hayali ve yalan üzere bir akide üzerine olmalari gerek.

Rabbim, isid icinde gercekden ehli sünnet olan ve onlarin yaptiklari hatalardan beri olan kardesleri o zalimlere karsi üstün kilsin...

Not: Secim öncesi böyle konulari aktif etmeye gerek olmadigi düsünmedigimden konuyu kapatip nicki güzel üye kardesimizinde yazmasini engelliyorum..
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Ana Sayfa Alt