Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Kenz Ve Levlâk Hadis Rivayetleri

-T4LH4- Çevrimdışı

-T4LH4-

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Hadis ehlinin bir hadisi sahih sayabilmek için senedine önem verdiği malûmdur. Hadis ehline göre bir hadisin delil olabilmesi için sağlam bir senedle Peygambere kadar ulaşması en temel prensiptir. Tasavvufî ya da mistik eğilimlerin hadislerin kritik edilmesinde “hadis olarak kaynaklarda tespit edilmiş olmasa bile” diye başlayan cümlelerle “keşfen sabit oldurma” veya “yakaza halinde direkt olarak Peygamberden” alma usûsüzlüğü tam bir faciadır. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi bu hususta çok güzel bir ifade kullanıyor ve diyor ki: “Manaları itibariyle birer felsefi cümle sayılabilen mevzuu hadisleri işitseniz siz de beğenirsiniz ve belki aleyhlerinde bu kadar söz söylediğiniz halde bu güzel cümlelerin hadis olmadığına acırsınız. İşte mesela; “Men arafe nefsehu fekad arafe rabbehu”, (Nefsini bilen rabbini bilir) veya “Hubbü’l-vatan mine’l-iman” (Vatan sevgisi imandandır) cümleleri onlardandır. Fakat hadis alimleri Hazreti Peygamber (sav) tarafından söylenmemiş olan bir kelamın haddi zatında ne kadar iyi bir söz de olsa kendisine isnad olunmasını şiddetli bir yasak altına almışlardır.”

MÜSLÜMANLAR olarak özellikle karşılaştığımız birçok düşünce veya problemle ilgili herhangi bir kaynaktan, herhangi bir vesile ile öğrendiğimiz, daha doğrusu duyduğumuz hadis bilgilerini ulu orta kullanma hastalığımız var. Hatta bazan dahil olduğumuz bir meşrep ya da tarikat gibi mensubiyetlerimiz bizi bu sahada öne sürülen hadis bilgilerini hiçbir araştırma ve incelemede bulunmadan almaya ve üzerine yeni teoriler bina etmeye sevk edebilmektedir.



EKOLLERİN HADİS KRİTERLERİ

Hadis ehlinin bir hadisi sahih sayabilmek için senedine önem verdiği malumdur. Hadis ehline göre bir hadisin delil olabilmesi için sağlam bir senedle Peygambere kadar ulaşması en temel prensiptir.

Peygamberimizden (s.a.v.) rivayet edilen hadislerin değerlendirilmesi ve kabulüyle ilgili hadisçilerden başka üç ayrı sahanın daha titiz kıstaslarının olduğunu görüyoruz. Örneğin usûlüddîn ya da kelâm kitaplarında bir rivayetin peygamberden sâdır olduğunun ve delil olarak kullanılabilmesinin şartı, haberin mütevâtir olmasıdır. Âhâd olan haber ve rivayetler, hiçbir şekilde inanç oluşumunda delil olarak kullanılamaz.(1) Ancak karînelerle destekleniyor (2) ya da o rivayette bahis konusu edilen şey aklen mümkün ise (haber mütevâtir olmasa bile), senedinde problem olmayıp, ümmetin çoğunluğuna da mâl olmuş (müstefîz) ise o takdirde te’yîd amaçlı olarak kullanılabilmektedir.(3)

Fıkıh ve fıkıh usûlü sahasında mütevâtir habere ilaveten senedinde problem olmayan âhâd haberlerle de amel edilebilmektedir. Yani, burada yalnızca amel noktasında âhâd haber delil olmaktadır. Ancak burada senedin sağlamlığına ilave olarak, haberi aktaran kişide “akıl, İslam, bunanamış olma” gibi genel şartlardan başka “fakih olma” özelliği aranır.(4) Haberin kabulünde bir kriter de, (haber mütevâtir olmasa bile) senedinde bir problem bulunmayan o rivayette bahis konusu edilen şeyin aklen mümkün ve ümmetin çoğunluğuna mâl olmasıdır.(5)

Ancak çoğunlukla kendisi de bir inanç ekolü görünümüne giren ve çoğu kez belli bir mevzuda inanç oluşturan tasavvufî ya da mistik eğilimlerin hadis veya haberlerin kritik edilmesinde çok farklı tutumları olmakta; ilham, vehim ve vesveselerin dahi hadis olarak kabul edildiğine veya kabul ettirildiğine tanık oluyoruz. Bunlardan biri de “hadis olarak kaynaklarda tespit edilmiş olmasa bile” diye başlayan cümlelerle “keşfen sabit oldurma” veya “yakaza halinde direkt olarak Peygamberden” alma metodsuzluğudur.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi bu hususta çok güzel bir ifade kullanıyor ve diyor ki: “Manaları itibariyle birer felsefi cümle sayılabilen mevzuu hadisleri işitseniz siz de beğenirsiniz ve belki aleyhlerinde bu kadar söz söylediğiniz halde bu güzel cümlelerin hadis olmadığına acırsınız. İşte mesela; “Men arafe nefsehû fekad arafe rabbehû,” “Hubbü’l-vatan mine’l-iman” Yani;“Nefsini bilen rabbini bilir”, “Vatan sevgisi imandandır” cümleleri onlardandır. Fakat hadis alimleri Hazreti Peygamber tarafından söylenmemiş olan bir kelamın haddi zatında ne kadar iyi bir söz de olsa kendisine isnat olunmasını şiddetli bir yasak altına almışlardır.”(6)

Yazımızın konusunu, yeni veriler icat etmekten çok, oluşturulmuş veya aktarılmış verilerin hangi süzgeçten geçirilerek ya da hiçbir süzgeçten geçirilmeden edilmesil etme problemi oluşturmaktadır. Bunun için özellikle Türkiye toplumunun günlük hayatında çok yaygın olan iki rivayeti esas alacağız. Bunu yaparken önce bu rivayetlerin gerçek mahiyetiyle ilgili tartışmalar üzerinde, sonra da kullanım örnekleri üzerinde duracağız.:

“Gizli Bir Hazine İdim” Rivayeti

“Gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim (yahut bilinmek istedim), bilineyim diye Halkı yarattım.”

Bilinen ve muteber olan hiçbir hadis kaynağında geçmeyen bu rivayet maalesef bizim mistik ve kutsayıcı kaynaklarımızda çokça kullanılan bir rivayettir. Bununla ilgili olarak Muhyiddîn ibn Arabî (v. 638 h.); “Her ne kadar sened olarak hadis kaynaklarında sabit olmasa da, keşfen Peygamberimizden alınmıştır” ifadelerini kullanıyor ve böyle bir veriye dayanarak, yaratılış gayesinin ve Allah’ın mevcudatı yaratmasına sebep olan şeyin, sevgi ve aşk olduğu üzerine derin yorumlara dalıyor.(7)

“Kenz-i Mahfî” adıyla ayrı bir eser yazan İsmail Hakkı Bursevî; “Keşif ehline göre, bu hadis-i şerif sahihtir. İsterse, hadis ezbercilerine göre sahih olmasın. Zira keşif ehli olanlar, bizzat Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’den alır söylerler. Hadis ezbercileri ise, nakil yolu ile rivayet ederler” diyerek rivayet ilmini küçümsedikten sonra, şu hükmü yapıştırıyor: “Keşif itibarı ile sahih olan bir şey, nakil yolu ile gelenden daha sahihtir. Zira keşif halinde vehim ve hayal olmaz. Onda tam bir açıklık ve ‘hakka’l-yakin’ vardır.”(8)

Hâlbuki özellikle inancı ilgilendiren konularda Peygamberden sadır olduğu netlik kazanmadıkça bir haberin veri olarak kullanılması ve anlamı doğru bulunsa bile Peygambere atfedilmesi son derece sakıncalıdır. Bu başka yorumlara ve sonuçlara da kapı aralar ve iş çığırından çıkar. Peygambere nispetinde ravi zinciri olmayan rivayetleri bırakın, bir senedle peygambere kadar ulaştığı halde haber-i vahid olarak kalan rivayetler bile bizim usul geleneğimizde eleştiriye tabi tutulmuştur. Nitekim İmam Debbûsî bir kritiğe tabi tutmadan ahad haberlerin delil olarak kullanılmasını, bid‘at ve hevâî hükümlerin çoğalmasına sebep olarak görmektedir.(9)

Acaba keşif hali denen şey, her şeyin mihenk taşı olacak kadar son derece güvenilir bir bilgi kaynağı mıdır, yoksa tam tersine vehim ve vesveselere son derece açık bir hal midir? Bu ayrı bir tartışma konusu olsa da en azından şunu söyleyebiliriz: Keşif hali, bir bilgi kaynağı olarak kabul görmeyen ve en fazla yalnızca sahibini bağlayan bir belirsizlik halidir. Nitekim kendisi de sûfî olan ve kerametiyle bahse konu olan sözü Peygamberimizin (s.a.v.) söylemediğini (keşfen) tespit eden(10) Abdülaziz Debbağ, hadislerin sıhhatini keşfen tespit işinin nasıl kaypak bir zemin olduğunu belgelemektedir.

Bu rivayet tefsir kitaplarında Zâriyât: 56. âyetinin yorumunda kullanılır. Özellikle İsmail Hakkı Bursevî’nin “Rûhu’l-Beyân”ı (11) ile Neysâburî’nin (v. 850 h.) “Garâibü’l-Kur’ân”ında(12) yoğun olarak bu rivayete başvurulmaktadır. Usûlüddîn ve Usûl-i fıkıh ile ilgili yazdığı eserlerde aklî delili kesin, naklî delili ise zannî değerlendiren ve “Marifetullâh konusunda haber-i vâhide tutunmanın caiz olmadığını”(13) söyleyen Fahreddin Râzî’nin de Tefsîrinde bu rivayeti delil olarak alması bizi şaşırtmaktadır.(14)

Başta İbn Teymiyye, Zerkeşî ve İbn Hacer gibi âlimler bu hadisin sahih veya zayıf bir senedinin bulunmadığını, dolayısıyla aslının olmadığını söylemişlerdir.(15) Bununla birlikte Aliyyü’l-Kârî, “Lâkin mânâsı sahîh olup, yüce Allah’ın “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!”(16) âyetinden müstefâddır”(17) diyebilmektedir.

“Sen Olmasaydın, Sen Olmasaydın Felekleri (âlemleri) Yaratmazdım” Rivayeti

Bu söz de (bu ibareyle) bilinen ve muteber hiçbir hadis kaynağında yer almamakla beraber, özellikle bizim yaşadığımız coğrafyada çokça kullanılan ve tasavvuftan edebiyata birçok alanda eserlere konu olan bir rivayettir. Bu söz sebebiyle oluşan inanç, “bütün diğer insanlar ve evrendeki her şeyin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı” şeklinde, tüm yaratılmışların yaratılış gayesini bir sebebe bağlamaktır.

Başta San‘ânî olmak üzere, İmam Sâğânî, Zehebî ve Leknevî gibi alimlerin Mevzû‘âtla ilgili eserlerinde bu rivayetin uydurma olduğu kayıtlıdır.(18) Temel kaynaklarda bunu hadis olarak verenler yine Neysâbûrî(19), sahih olduğu noktasında hiç tereddüt etmeyen İsmail Hakkı Bursevî(20), Şihâbüddin Hafâcî(21) gibi isimlerdir. Aliyyü’l-Kârî ve Aclûnî ise “Mevzû‘ olmakla beraber mânâ olarak sahîhtir”(22) ifadelerini kullanmayı tercih etmişlerdir.

Tasavvufî edebiyatın temelini oluşturan bu söz, “Hakîkat-ı Muhammedî” ya da “Nûr-i Muhammedî” kavramı altında bir inanç türünün sistemleşmesine dayanak olmuştur. Bu nazariyenin esas menşei, Yeni Eflatunculuk’taki logos veya İskenderiyeli Aziz Clemenstin’in (ö. 215) peygamberlik konusundaki görüşleridir ve önce şi‘î muhitine oradan da tasavvufa geçtiği ifade edilmektedir.(23) Fakat bu düşüncenin temelinde yer alan “Allah ilk önce kendi nûrundan Muhammed’in nûrunu yarattı” iddiası, bizzat yüce Allah’ın Kitabı’nda yer alan “Her canlıyı sudan yarattığı” ve “insanı topraktan yaratıp ona rûhundan üflediği” tarzındaki âyetlerle çelişmektedir. Bu düşünceyi haklı çıkaracak mevzu sözler ve bazı zayıf hadisler dışında, sahih rivayetlerin hiçbirinde Allah’ın kendi nûrundan Peygamber’in (s.a.v.) nûrunu, o nûrdan da peyderpey diğer varlıkları yarattığı şeklinde bir düşünceyi ortaya koyan herhangi bir ifadeye rastlamak mümkün değildir. Ayrıca bu iki rivayetin kendi aralarındaki çelişki de nedense kimsenin dikkatini çekmemişe benzemektedir. Şöyle ki, birinde yaratılışa sebep olarak “bilinmeyi istemek” varken, diğerinde bunun yerini “sen olmasaydın” şartı almaktadır. Gerçi bunların ortak noktası tasavvufi yorumlara göre “aşk” olarak bulunabilirse de, yine de çelişki ortadan kalkmamaktadır. Zira Müslümanların en sağlam inanç kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’de yaratılışın gayesi; yüce Allah’a ibadet ve intihan olarak açıklanmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah göklerle yeri bir hakla ve her nefs kendi kazandığıyla cezâlandırılsın (karşılık görsün) diye yaratmıştır, onlara zulm edilmez.”(24)

Bu gayenin gerçekleşmesi elbette akıl ve bilgiyle olur. Ancak söylediği sabit olmayan bir sözü Peygambere ve hatta kudsi hadis şeklinde yüce Allah’a nispet etmenin, Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimse için ne büyük bir cüret olduğu açıktır. Yüce Allah kitabının birçok yerinde; “Allah’a yalan isnatla iftira edenden daha zalim kim vardır?”(25) buyurmaktadır. Ayrıca Peygamber Efendimizin (s.a.v.) “Bana yalan söz isnat eden kişi cehennemdeki yerine hazırlansın!” sözü (26) meşhurdur ve hadis kitaplarının tamamına yakınında yer almış bulunmaktadır. Bütün bunlardan sonra, beğensek bile ispat edilemeyen bir sözü Peygamberimize ve hatta yüce Allah’a nispet etmenin ne büyük bir cesaret işi ve cüret olduğu açık değil midir?

KULLANIM ÖRNEKLERİ

Anadolu topraklarında Hristiyan kültürüne karşı bir üstünlük sağlama saikinden hareketle daha çok sahiplenildiğini düşündüğümüz bu iki rivayetin tasavvufî eserler ve edebiyatımızın yanında, halk kültürümüzde de zengin örneklerine ve yansımalarına şahit olmaktayız. Bu yansımalardan birkaç örnek vererek konuyu bitirmek istiyoruz:



a) Kenz’le İlgili Örnekler:

Niyâzi Mısrî şöyle der:

Küntü kenzen sırrını duydunsa ger,

Sakla sırrı dime her nâdâna gel.



17. Yüzyılda yaşamış Âşık Osman’dan:

Küntü Kenz’in manasın bildik Kelimullah ilen

Hazret-i Kur’an’daki ikrara bağlı başımız.



Başka bir örnek:

Kenz-i mahfi’den bir ses

Etti FEHMİ’ye nefes

Her zamanda yeknefes

Dedim Elhamdülillah



Günümüzden bir örnek:

Kenz-i mahfi idim ilm-i ezelde

Tâlibî’yim tende mihmane geldim.



Bununla ilgili bol örneklerden bir tane daha verip, Levlâk bahsine geçelim:

Aşık kimdir dersen edeyim beyan

Künt-ü Kenz nuruna aşıktır Allah

Yarattı insanı kendoldu nihan

Künt-ü Kenz nuruna aşıktır Allah (Kadir Doğan)



b) “Levlâk” ile İlgili örnekler:

Doğmazdı kalbe iman, inmezdi arza Kur’an,

Meçhul olurdu esmâ, Levlâke yâ Muhammed!

Mâtem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler,

Mahzûndur Arş-i alâ, levlâke yâ Muhammed!

Parlattı cihanı bu güzel Nur-u Muhammed

Halkolmasa, olmaz idi bir zerre ve bir ferd.



Niyâzi Mısrî’den her iki ifadeyi birleştiren bir örnek:

Zuhur-ı kâinatın madenisin ya Rasulallah

Rumuz-ı küntü kenz’in mahzenisin ya Rasulallah



KISA BİR DEĞERLENDİRME

Bu tür rivayetlerin İslam dışı kültürlerle karşılaşmalar neticesinde Peygamberi övmek ve ontolojik olarak varlığı yorumlama gayretiyle değer kazandığı ve hatta diğer dinler ve yabancı kültürlerle temasta (üstünlük sağlama vb. gibi) faydalarının olduğu söylenebilir. Ancak bunların faydasından çok zararının olduğu, bu dînin orijinalliğini ve bozulmamışlığını (saflığını) tartışılır hale getireceği de izahtan vârestedir.

Nitekim son zamanlarda ülkemizde gün yüzüne çıkan ve büyük kitlelere rehberlik eden bazı zevâttan işitilen Allahü Tealâ ile görüşme ve “Evet, ben dünyayı ve yaratılmışları Muhammed için yarattım, ancak senin için de devam ettiriyorum” ve “Son Peygamber Hz. Muhammed’in, babasız olarak doğan Hz. İsa’nın babası olduğu” gibi söz ve tezlerin referansının bu tür rivayetler ve onlara dayalı yorumlar olduğunda kuşku yoktur. Her ne kadar inancında bozukluklar olan ve niyetinde gizli hedefler taşıyan kimseleri hiçbir şeyin durdurmayacağı bir vâkıa ise de, Müslümanlar olarak bizim sorumluluğumuzun, bahçemizi temiz tutmak olduğu da bir zorunluluktur.

____________________

(1) İmam Cüveynî, Kitâbü’l-İrşâd, Mısır: Mektebetü’l-Hâncî, 1950, s. 417; Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, Kahire neşri, c. 1, s. 144

(2) Bkz. Seyfeddin Âmidî, Ebkâru’l-Efkâr, c. 4, s. 326.

(3) Ebü’l-Muîn Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, Kahire: Mektebetü’l-Ezheriyye Li’t-Türâs, 2011, c. 2, s. 1033.

(4) Debbûsî, Takvîmü’l-Edille, s. 182-182; Serahsî, Temhîdü’l-Füsûl, c. 1, s. 342; Karâfî, Şerhu Tenkîhi’l-Füsûl, s. 369; İbn Cüzey, Takrîbü’l-Vusul, s. 298.

(5) Bkz. İmam Serahsî, Temhîdü’l-Füsûl, Beyrut: Daru’l-Ma’rife, t.y., c. 1, s. 142.

(6) Mustafa Sabri Efendi, Dini Mücedditler, İstanbul: Sebil Yayınevi, 1977, s. 53.

(7) Muhyiddin ibn Arabi, Fütuhatü’l-Mekkiyye, Beyrut: DKI, 1999, c. 4, s. 43. Ayrıca bkz. c. 3, s. 167, 350, 466, 484, c. 5, s. 394, c. 8, s. 211.

(8) İsmail Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî (Gizli Hazine), Sadeleştiren: Abdülkadir Akçiçek, İstanbul: Misvak Neşriyat, 1980, s. 10-11.

(9) Debbûsî, Takvîmü’l-Edille, Beyrut: DKI, 2001, s. 197. Ayrıca bkz. İbnü’s-Sem‘ânî, Kavâtı‘u’l-Edille, c. 2, s. 401.

(10) Bkz. Ahmed b. Mübârek, Kitâbü’l-İbrîz, Beyrut: DKI, 2002, s. 47

(11) Bkz. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. 1, s. 113, c. 4, s. 245, 422, c. 6, s. 57, 112, c. 7, s. 22, 189, c. 8, s. 434, c. 9, s. 178 ve c. 10, s. 399 ve 474.

(12) Bkz. Neysâbûrî, Garâibü’l-Kur’ân, Beyrut: DKI, 1416 H., c. 1, s. 269 ve c. 2, s. 246.

(13) F. Râzî, Esâsü’t-Takdîs, s. 127.

(14) F. Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, c. 28, s. 194.

(15) Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 132, No: 2016.

(16) Kur’ân-ı Kerîm, Zâriyât Sûresi, Âyet: 56.

(17) Aliyyü’l-Kârî Herevî, Esrâru’l-Merfû‘a Fi’l-Ahbâri’l-Mevzû‘a, s. 273, No: 353.

(18) Bkz. Sâğânî, Mevzû‘ât, s. 52; Zehebi, Telhisu Kitabi’l-Mevzuat, s. 86, No: 195; Leknevî, Âsâru’l-Merfû‘a, s. 43-44; Şevkânî. Fevâidü’l-Mecmû‘a, s. 326, No: 18.

(19) Neysâbûrî, Garâibü’l-Kur’ân, c. 1, s. 4, 407, c. 2, s. 6, 175 ve c. 5, s. 60.

(20) Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. 1, s. 27, c. 2, s. 283, c. 5, s. 529, c. 6, s. 154, 385, c. 7, s. 251, c. 9, s. 232, 500 ve c. 10, s. 506.

(21) Hafâcî, Hâşiye Alâ Tefsîri’l-Beyzâvî, c. 8, s. 309.

(22) Aliyyü’l-Kârî Herevî, Şerhu’ş-Şifâ, c. 1, s. 13, 77, 382 ve c. 2, s. 127; Aliyyü’l-Kârî, Esrâru’l-Merfû‘a, s. 295-296, No: 385; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 1, s. 45, No: 91 ve c. 2, s. 164, No: 2123.

(23) Hatice Kelpetin Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve Kaynakları, s. 179-187.

(24) Kur’an-ı Kerim, Casiye Suresi, Ayet: 22.

(25) Bkz. Kur’an-ı Kerim, En’am Suresi, Ayet: 21 ve 93; Hud Suresi, Ayet: 18; Ankebut Suresi, Ayet: 68; Saff Suresi, Ayet: 7.

(26) Değişik ibarelerle birçok örneği bulunan hadis için bkz. Buhari, Sahih, c. 1, s. 33, No: 107 ve c. 2, s. 80, No: 1291; Müslim, Sahih, c. 1, s. 10, No: 3; Ebu Davud, Sünen, c. 3, s. 319, No: 3651; Tirmizi, Sünen, c. 5, s. 35, No: 3659 ve c. 5, s. 634, No: 3715; İbn Mace, Sünen, c. 1, s. 13, No: 30.


Mehmet Taşkın
Misakdergisi
 
Üst Ana Sayfa Alt