Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Kudsi Hadis -vahyi Gayri Metluv- Var mıdır ?

KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Hadislerde Vahyi Gayri Metluv üzerine bir soru ?

"Vahyi gayri metlüv" kavramını kabul edenler genelde vahyi iki kısma ayırmaktadırlar.

1) Vahyi metlüv: Tilavet edilen, okunan, yani Allah'dan Hz. Peygamber'e inzal edilen vahiy. Ki bunun Kur'an'dan başka bir şey olmadığı açıktır. Buna "vahyi celî" (açık, zahir vahiy) adını da vermişlerdir.

2) Vahyi gayri metlüv: Tilavet edilmeyen, okunmayan vahiy. Buna da vahyi hafî (gizli vahiy) demişlerdir. Bu durumda vahyi hafî ya da gayri metlüv, Kur'an olmamaktadır. Mesela kudsî hadis denen bir tür hadis (?) vahyi gayri metlüv cinsinden kabul edilmiştir.

Bu Konuyu kendi araştırmalarıma göre biliyorum/Bilmekle beraber diğer kardeşleriminde görüşlerini almak istiyorum,benim araştırmalarımın dışında bir bilgiye ulaşabilmek için Soruyorum ...

Bu ikisini Belirttikden sonra ''İLMİ DELİLLERİ'' ile

SORU: ''VAHYİ GAYRİ METLUV'' -Kudsi Hadis- Kavramı varmıdır ?
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Kudsi Hadisin Sıhhati ve Ameli Durumu


KUDSİ HADİS (GAYRI METLUV HADİS)
Kudsi, İlahi , Rabbani de denilen bu hadis 'Yüce Allah'ın Peygamber Aleyhisselâm'a ilham ile veya uykuda manasım bildirdiği hadistir. Rasulullah Aleyhisselâm'da bu manayı, kendi sözü ile ifade etmiştir.

Kudsi Hadis Muhammed (s.a.v.)'den Rabbinden isnad yolu ile ahad olarak bize nakledilen hadistir. Kudsi Hadis, Allah'ın kelamından ona izafe edilen bir hadistir. Allah'a nisbet edilmesinin sebebi ilk önce onu konuşanın Allahu Teâla olduğundan dolayıdır. Nebi (s.a.v.)'e izafe edilmesinin sebebi ise Allahu Teâla'dan haber veren olmasından dolayıdır. Ancak Kur'an-ı Kerim gibi değildir. Çünkü o ancak Allahu Teâla'ya izafe edilmektedir.
Kur'an'dan bir ayet söyleneceği zaman "Allahu Teâla şöyle buyurdu" denilir. Hadisi Kudsi söylenmek istenildiğinde ise: "Rasulullah (s.a.v.) Rabbinden yaptığı rivayette şöyle buyurdu" denilir. Bir başka ifade ile de şöyle denilir. "Rasulullah (s.a.v.)'in Rabbinden rivayetle Allahu Teâla şöyle buyurdu" denilir. Her iki ifadenin anlattığı anlam ise tektir.

Kur'an ile Kudsi Hadis arasındaki fark şudur:

Kur'an'ın hem lafzı hem de manası Vahyi Celi ile Allahu Teâla'dandır.
Hadisi Kudsi ise; Lafzı Rasulullah (s.a.v.)'den manası ise ilham veya uyku yoluyla Allahu Teâla'dandır.
Kur'an, Cebrail vasıtasıyla indirilen mucize bir lafızdır. Hadisi kudsi ise mucize değildir ve Cebrail vasıtası ile de gelmemiştir.

Kur'an, Kudsi Hadis ve Kudsi olmayan hadis arasındaki fark şudur:
Kur'an, Cibril'in lafzen Nebi (s.a.v.)'e indirdiği sözlerdir. Hadisi Kudsi; Allahu Teâla'nın ilham veya uyku yoluyla Nebi (s.a.v.)'e verdiği bir haberi Nebi (s.a.v.) kendi ifadesi ile bildirdiği habere denir. Diğer hadisler de Kudsi Hadis gibi manası Allah'tan lafzı ise Rasulullah (s.a.v.)'dendir. Ancak Allahu Teâla'ya nisbet edilmiştir. Allahu Teâla'ya izafe edilen Kudsi Hadisi hadis diye isimlendirmek ıstılahi bir isimlendirmedir.

el-Munavî'nin bu konuyu, 'el-îthafatu's-Sunniye fî'l Ehadisi'l-Kudsiyye' kitabı sahibinin yaptığı açıklamalarla başlatmaktadır.
Muellif kitabının, 'Kudsî Hadis'in Manasının Şerhi' başlığını taşıyan sonuç bölümünde şöyle diyor:
Kuds, kelime anlamı itibariyle 'temizlik' demektir. Mukaddes toprak (el-Ardu'1-Mukaddese) ibaresi de "temiz toprak" anlamına gelir.

Beytu'l-makdis bilinmektedir. 'Tekaddesellah" ibaresi 'Allah şanına layık olmayan her türlü benzetmeden munezzehtir' anlamı taşır. Allahu Teala'nın isimlerinden biri de Kudus'tur. Kuds kelimesi, el-Misbah'da bu şekilde açıklanmaktadır.
Bazı hadislerin kudsî olarak adlandırılmasının sebebi ise, bu hadislerin anlamlarının yalnız Allahu Teala'ya nisbet edilmesi dolayısıyladır.
et-Tarifât'ta yazıldığına göre 'Hadis-i Kudsî':
'YüceAllah'ın Peygamber Aleyhisselâm'a ilham ile veya uykuda manasım bildirdiği hadistir. Rasulullah Aleyhisselâm'da bu manayı, kendi sözü ile ifade etmiştir.
Kur'an-ı Kerim daha ulvî bir makama sahibdir, çünkü onun lafzı da vahy ile bildirilmiştir, yani Allahu Teala katından indirilmiştir.
Mevlâna Alî el-Karî Rahmetullah'da şöyle diyor:
"Hadis-i kudsî, Ravilerinin başı ve güvenirlerin kaynağı olan Rasulullah Aleyhisselâm'ın bazen Cibril vasıtasıyla, bazen vahy ile, bazen ilham ile veya uykuda kendisine bildirileni Allah Teala'dan rivayet etmesidir. Burada manayı Allahu Teala'dan almakta, o manayı kendi ifadesi ile istediği tarzda insanlara aktarmaktadır".
Bu, Yüce Kur'an'dan farklı bir özellik arzetmektedir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in indirilmesi Ruhu'l-Emîn olan Cebrail vasıtasıyla olmuştur. Ayrıca lafzı da lehv-i mahfuz'daki lafzı ile kayıtlıdır. İnsanlara aktarılması kesinlikle tevatur ile (kalabalık topluluklar vasıtasıyla ve her türlü şüpheden korunarak) olmuştur. Bu tevatur her dönem ve her anda gerçekleşmiştir.
"Kudsî hadis" ifadesindeki kudsiyet ifadesi veya bunların manalarının Allah'a ait olduğu yaklaşımı, söz konusu hadislerin mutlak olarak sahih oldukları veya Kur'an gibi değerlendirilecekleri sonucunu doğurmaz.
Sonuçta bunlar birer ahad rivayetlerdir ve hadisçilerin uygulayageldikleri her türlü kriter bu hadisler için de geçerlidir. Zayıfları da mevcuttur.
Misal olarakta :
'Sen olmasaydın, sen olmasaydın Ben alemi yaratmazdım` ve

'Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi murad ettim. Bilineyim diye mahlûkatı yarattım' sözünün zayıf olduğu verilmektedir.
İlim adamları Hadis-i Kudsî'nin çeşitli özelliklerinden söz etmişlerdir. Bunlardan meşhurları; şunlardır:
Hadis-i Kudsî ile kılınan namaz geçerli olmaz, Hadis-i Kudsî yazılı kitap veya kağıtlara cunub, hayızlı ya da lohusa birinin dokunması veya onu okuması haram değildir.
Hadis-i Kudsîde Kur'an lafızlarında olan i'caz mevcut değildir, Hadis-i Kudsîyi sıhhatinden şubhe ederek inkar eden bir kimse kafirlikle itham edilemez.

Kur'an-ı Kerîm ile Hadis-i Kudsî Arasındaki Fark Üzerine

el-Mevlâ el-Kirmânî, Kitabu's-Savm'ın baş kısmında şöyle diyor:
"Kur'an'ın lafzı i'caz özelliği taşır (yani bütün insanlar bir-araya gelse bile Kur'an'ın lafzına benzer, onun taşıdığı yüksek özellikleri taşıyan bir metin ortaya koyamazlar).
Cebrail Aleyhisselâm vasıtasıyla indirilmiştir. Bunun yanısıra i'caz özelliği taşımayan ve manası vasıtasız olarak bildirilmiş olan bilgi vardır ki, buna ilahî, rabbani, Kudsî Hadis adı verilir".
Sonra şöyle devam ediyor:
'Hakikatte bütün hadisler bu özelliğe sahibdir, nasıl olmaz ki, Rasulullah Aleyhisselâm, kendi hevasından bir şey konuşmaz' diye sorarsan şöyle derim:
'Aradaki fark şudur ki, Kudsî hadis Allah'a nisbet edilmektedir ve diğer hadislerdekinden farklı olarak Hakk Teala'dan rivayet edilmektedir.

Hadis-i Kudsinin Yüce Allah'ı tenzih ve O'nun Celal ve Cemal sıfatları konusuna girmemesi itibariyle de, Kur'an ile Kudsî Hadis arasındaki fark görülebilir.

et-Tayyibî şöyle diyor: Kur'an'ın lafzı Cebrail Aleyhissilâm'ın Rasulullah Aleyhisselâm'a bildirdiği lafizdır. Kudsî Hadis ise Yüce Allah'ın ilham ile veya uykuda manasını Rasulullah Aleyhisselâm'a bildirdiği hadistir. Peygamber Aleyhisselâm, bu manayı kendi sözü ile ummetine bildirmiştir. Rasulullah Aleyhisselâm diğer hadislerini Allahu Teala'ya nisbet etmemiş O'ndan rivayet etmemiştir.
et-Taftazanî'nin torununun yazdığı el-Fevaid adlı kitapta da böyle denilmektedir.
(Buhari, Muslim, İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Muvatta’dan Kudsi Hadisler, Madve Yayınları: 11-13)


Kudsi ve Nebevi Hadis Farkı:
Mânâsı Allah'a, lâfızları Peygamber'e âit olan hadislere kudsi hadis; mânâ ve lâfzı Peygamber'e âit olan hadislere de nebevî hadis denir.
Diğer hadisler de Kudsi Hadis gibi manası Allah'tan lafzı ise Rasulullah (s.a.v.)'dendir. Ancak Allahu Teâla'ya nisbet edilmiştir. Allahu Teâla'ya izafe edilen Kudsi Hadisi, hadis diye isimlendirmek ıstılahi bir isimlendirmedir.

"İlâhî hadis" ve "Rabbânî hadis" diye de adlandırılan kudsî hadis:

Peygamber'in, anlam bakımından Allah'a dayandırdığı, başka bir deyişle O'ndan nakiller yaparak söylediği sözdür.

Kur'ân ile nebevî hadis arasında yeralan bu tür hadislerin "kutsal"lığı, mânâsının Allah'a âit olmasından; "hadis" diye adlandırılması ise, Peygamber tarafından dile getirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Peygamber'in istediği ibare ile ifade etmek üzere bazen Cibril (a.s) vasıtasıyla ve bazen de vahiy, ilham ve rüya suretiyle Allah Teâlâ'dan rivâyet ettiği hadistir.

"Kudsi hadislerin, bir taraftan ilk kaynak olarak Allah Teâlâ'ya izafe edilmesi, diğer taraftan Peygamber'in hadisleri arasında ve hadis lafzıyla zikredilmesi, bunların bazı yönlerinden Peygamber'in hadislerine benzerliğini ortaya koymaktadır. Zira Kur'ân-ı Kerim Allah kelâmı olup Peygambere vahyolunmuştur; kudsî hadislerin de ilk kaynağı Allah Teâlâ olduğuna ve Peygamber tarafından ondan rivayet edildiğine göre, bunlar da vahiydir. Binaenaleyh, vahiy olmak bakımından Kur'ân-ı Kerim'le hadis-i kudsî arasında herhangi bir fark mevcut değildir.
Bununla beraber Kudsî hadisler Kur'an'dan sayılmazlar; "her ikisinin de kendilerine has özellikleri vardır ve bu özellikler ikisinin aynı şey olmalarına engel teşkil ederler" (Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 123-124)

Allah tarafından gelen vahiy olmaları bakımından, Kur'ân âyetleriyle kutsî hadisler arasında bir fark yoktur. Fakat Kur'ân hem anlamı, hem de lâfızları yönünden Allah'a âit iken, kutsî hadis, sadece mânâ açısından Allah'a âittir.

Kur'ân ile kudsî hadis arasındaki diğer farklar şunlardır:

a) Kudsî hadis, namazda okunmaz.
b) Abdestsiz olarak dokunulması câizdir.
c) Lâfzı Allah'a âit olmadığı için Kur'ân gibi mu'ciz değildir.
d) Lafzî rivâyeti şart olmayıp, sadece anlam olarak rivâyet edilmesi câizdir.

Kudsî hadîsin ilk kaynağı Allah olduğu ve esasen hitab O'ndan geldiği için, rivâyet edilirken başına, "Peygamber'in rivâyet ettiğine göre Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:..." veya "Rasûlullah (s.a.v), Rabbinden rivâyet ettiği hadiste şöyle buyurdu:..." şeklinde bir rivâyet lafzı getirilir.
Diğer hadislere göre kutsî hadislerin sayısı çok azdır. (İsmail lütfü Çakan, Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/289)

Bazı zamane akılcı ekoldan mealci profesörler, "bir kısım hadis-i kudsîlerle Ehl-i Kitab'ın kitabları arasında benzerlik bulunduğunu" söyleyerek, hadis-i kudsî diye anılan rivayetlerin aslında Ehl-i Kitab'dan alınmış şeyler olabileceğini ileri sürerek ilmi yetersiz kişilerin akıllarını karıştırmaktadırlar.

Merhum allame Abdulfettâh Ebû Gudde"nin öğrencisi Muhammed Avvâme hocanın bu hususta güzel bir tahkiki bulunduğunu ve kısmet olursa onu ayrı bir yazı konusu olarak işleyeceğimi belirterek konumuza dönecek olursak; hadis-i şerif ile hadis-i kudsî arasında ilk bakışka kafa karıştırıcı gibi görünen bu mahiyet benzeşmesi, iki kategori arasındaki şu farkı gözardı etmenin sonucudur:

Hadis-i şerifler, "kavlî", "fiilî" ve "takrirî" olmak üzere üç gruptan oluşur.
Hadis-i kudsî ise sadece "kavlî" hadisler ile bir ölçüde benzeştirilebilir. Yani hadis-i kudsîler arasında "fiilî" ve "takrirî" kategorisi mevcut değildir.

İkinci olarak hadis-i şeriflerin tamamının anlam olarak doğrudan Allah Teala"dan olduğunu söylemek isabetli değildir. Onlardan belli bir kısmı, vahiy tarafından, "sessiz kalınmak" suretiyle onaylanmış rivayetlerdir. Bir başka deyişle, hangi kategoride olursa olsun bir kısım hadis-i şeriflerin vahye dayanması, vahiy tarafından herhangi bir düzeltme/tağyire maruz kalmamaları dolayısıyla onaylanmış olmaları suretiyledir.
Nihayet hadis-i şerifler arasında "ilham" edilmiş olanlar vardır. Efendimiz (s.a.v)"in "Cibril-i Emin ruhuma şöyle ilka etti" diye başlayan hadislerinin bu kategoride olduğunu söyleyebiliriz.
Ayıca hadis-i kudsîler, Efendimiz (s.a.v)"in doğrudan Allah Teala"ya izafe ettiği, "Allah Teala buyurmuştur ki" gibi bir ifadeyle başlar. Hadis-i şeriflerde ise böyle bir hususiyet yoktur.
Sonuçta "hadis-i kudsî" "hadis-i nebevî" ayrımı teknik düzeyde bir ayrımdır ve Sünnet"in vahiy kaynaklı olduğu gerçeğini zedelemek için herhangi bir şekilde istismar edilmeye müsait bir zemin teşkil etmez.


Kudsî hadislerle Kur'an-ı Kerîm arasındaki fark konusunda İslâm âlimleri iki görüş beyan etmişlerdir:

A- Kudsî hadislerin manâsı ve sözleri Allah'tandır.

1. Bu hadisler Allah'a nisbet edilmiş ve "Kudsî", "ilâhî" ve "Rabbani" diye tavsif edilmiştir.
2. "Ey kullarım" gibi Allah'ı ifade eden birinci şahıs zamirleri kullanılmıştır.
3. Kudsî hadislerin ilk kaynağı Allah Teâlâ'dır, hitap O'nundur, Peygamber râvî durumundadır.

Nitekim bu tür hadislerin başında genellikle şu ibareler görülür:
"Rasûlullah Rabbinden rivâyet ettiği hadiste şöyle buyurdu..." veya "Rasûlullah'ın rivayet ettiği hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurdu... "

Bununla beraber Kur'an-ı Kerîm'in özelliklerine sahip değillerdir. Zira; manâ ve lafız yönünden Kur'an-ı Kerîm'deki i'caz kudsî hadislerde yoktur. Kur'an tevâtur yoluyla, kudsî hadisler âhâd yolla nakledilmişlerdir.
Kur'an âyetlerinin manâ ile rivayeti câiz değildir. Kur'an âyetleri namazda okunur, cunub iken okunmaz ve abdestsiz dokunulmaz. Kudsî hadisler böyle değildir. (Muhammed Accâc el-Hatîb, es-Sünnetu Kable't-Tedvîn, Kâhire 1383/1963, s.22)

B- Âlimlerin çoğuna göre kudsî hadislerin manâsı Allah'a, lafzı Peygambere aittir. Allah'ın, vahiy, ilham ve rüyâ yoluyla kendisine bildirdiği ilâhî mesajları manâlarına uygun ifadelerle nakletmiştir.

Kudsî hadisler, Allah'ın kudret ve azametinden, rahmetinin genişliğinden, ihsanının bolluğundan (kısacası Allah’ın sıfatlarından) söz ederler. Helâl, haram şeklinde ahkâma taalluk etmezler.

Bu hadisler yüz adedi bulur. Bazı âlimler kudsî hadisleri ayrı eserlerde toplamışlardır. Bunlardan Abdurraûf el-Munâvî (1031/1622.), "el-İthâfâtu's-Seniyye bi'l-Ehâdîsi'l Kudsiyye" isimli eserinde alfabetik sırayla tasnif etmiştir.
(Kettânî, er-Risâletu'l-Mustatrafe, İstanbul 1986, s.81.
Abdurrauf el-Munavi’nin bu eseri Diyanet İşleri Eski Başkanı H. Hüsnü Erdem tarafından Kırk Kudsi Hadis ve İlahi Hadisler adıyla türkçeye çevrilmiş ve yayınlanmıştır. Kudsi hadisler konusunda Aliyyu’l-Kari’nin Ehadisu’l-Kudsiyye adlı eseri de vardır. (İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulu, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 115)


Bazı kudsî hadisler:

Ebû Hurayra (r.anh), Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Allah Teâlâ buyurdu ki; Adem oğlunun her ameli kendisi içindir, ancak oruç böyle değildir. Çünkü o, sırf benim rızam için yapılan bir ibadettir. Onun mükâfatını bizzat ben vereceğim."
(Muslim, Sıyâm: 161, 163)


Yine Ebû Hurayra'nın Rasûl-u Ekram'den rivayetine göre, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kulum bir iyilik yapmaya azmeder takat bir engelden dolayı onu yapamazsa, onun için bir hasene sevabı yazarım. Azmettiği iyiliği yaparsa on haseneden yediyüz misline kadar sevab yazarım. Bir kötülük yapmaya teşebbüs eder de vazgeçerse, ona hiçbir günah yazmam. Eğer niyetlendiği kötü işi yaparsa yalnız bu günah yazarım."
(Muslim, İman 204)

"
Sâlih kullarım için Cennet'te, hiçbir gözün görmediği hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın düşünemediği birtakım nimetler hazırladım."
(Muslim, Kitâbu'l Cenne: 2-4)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir gün ashabına (r.anhum):
`Rabb`iniz ne buyuruyor biliyor musunuz?` diye sordu.
Ashâb-ı Kirâm (r.anh): `Allah ve Rasûlu daha iyi bilir.` dediler.
Rasul-u Ekram Efendimiz (s.a.v.): `
Kim ki bütün erkân ve şartlarına riayet ederek namazı vaktinde kılarsa, Benim onun için bir ahdim vardır: Onu Cennete koyarım. Kim ki namazın erkân ve şartlarına riayet etmez ve namazı vaktinde kılmazsa Benim onun hakkında bir sözüm yoktur; dilersem cehenneme koyarım, dilersem cennete.`
(Dârimî, Salât, 24)


Ebû Hurayra`nin (r.anh) rivayetiyle, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki:
`Allah şöyle buyurdu: `Rahmetim gazabımı aştı.`

(Buhârî, Tevhid, 2182)

Ebû Hurayra`nin (r.anh) rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
`Aziz ve Celil olan Allah buyuruyor ki: `Ben kulumun zannı üzereyim. (Beni anlayışına göre kulumla muamele yaparım.) Kulum beni andığı zaman, muhakkak onunla beraber olurum. O Beni gönlünde gizlice zikrederse, Ben de onu bu suretle anarım. Eğer o Beni bir topluluk içinde zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir cemiyet içinde anarım. Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer o Bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım.`
(Buhârî, Tevhid, 2183; Muslim, Tevbe, 1, 21)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: Aziz ve Celil olan Allah şöyle diyor:
`Kulum fena bir iş yapmak istediğinde hemen bu iradesini defterine kaydetmeyiniz. Ta ki gerçekleştirmedikçe. Eğer gerçekleştirirse, o yaptığı fenalığın bir mislini yazınız. Eğer benden çekinerek yapmaz ve bırakırsa, ona bir sevab yazınız. Fakat kulum bir iyilik yapmak isterse ve yapamazsa, ona bir sevab yazınız. Eğer yaparsa, on misli ile yedi yüz misline kadar sevab yazınız.`

(Buhârî, Tevhid, 2184)

Ebû Zer (r.anh) dedi ki: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyuruyor:
`Her kim bir iyilik ile gelirse, ona getirdiği iyiliğin on katı vardır, bir de Ben arttırırım. Her kim bir kötülükle gelirse, onun cezası kendi gibi bir günahtır. Ya da Ben onu bağışlarım. ...... Her kim yeryüzü dolusu günahlarla Bana gelirse, hiçbir şeyi Bana ortak koşmamış olduğu sürece, bir o kadar mağfiret ve bağışlama ile onu karşılarım.`

(Muslim, Tevbe, 22)

"Allah Teâlâ kıyamet günü buyurur: 'Ey Âdemoğlu! Hastalandım beni ziyaret etmedin.' Âdemoğlu 'Ya rab! Seni nasıl ziyaret edebilirim. Sen âlemlerin rabbisin.' diyecek. Allah ona 'Bilmiyor muydun, filan kulum hasta oldu, sen ise onu ziyaret etmedin. Bilmiyor muydun, onu ziyaret etmiş olsaydın, beni onun yanında bulurdun. Ey Âdemoğlu! Senden yiyecek istedim ama beni doyurmadın.' buyuracak. Âdemoğlu ise 'Ya Rabbi! Seni nasıl doyurabilirdim ki? Sen âlemlerin rabbisin?' diyecek. Allah şöyle buyuracak: 'Bilmiyor musun, falan kulum senden yiyecek istedi de onu doyurmadın. Bilmiyor muydun ki, onu doyurmuş olsaydın, onu benim nezdimde bulacaktın. Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, bana su ikram etmedin?' Âdemoğlu 'Ya rabbi! Sana nasıl su ikram edebilirdim ki? Sen âlemlerin Rabbisin?' cevabını verir. Allah da ona şöyle buyurur: 'Falan kulum senden su istedi. Ancak sen ona su vermedin. Ona su ikram etmiş olsaydın, bunu benim nezdimde bulacaktın."
(Muslim, Birr, h. no: 43).


Kur'anın Haricinde Peygambere (s.a.v.) Vahyedildiğine Dair Kur'andan Deliller:

1- Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Medine’de bir muddet (17 ay kadar) Beyti Makdis’e doğru namaz kıldı.
Halbuki Kur’an’da böyle bir emir olmadığına göre bu emir vahyi gayri metluv (Hadis-i Kudsi) olan sünnet ile olmuştur. Zira namazda Rasulullah’ın ictihadı ile Kudüs’e yöneldiğini söylemek sahih olmaz. Kıblenin değiştirilmesinden bahseden;

“(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şubhe yok ki, ehl-i kitab, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara 144.) ayeti, daha önce Beytul Makdis’in kıble olmasının emredildiğini ifade eder.
Bu ayetten bir önceki ayette;
"Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (Kâbe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık.
Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir
."(Bakara 143) buyrularak, önceki kıble tayini de Allah'a atfedilmektedir.

Ayet açıkça, beyti makdis'in ilk kıble yapılmasının Allah Azze ve Celle'nin emriyle olduğunu göstermektedir. Bu emir Kur'an'ın hiçbir yerinde yer almadığına göre vahy-i gayri metluv olan sünnet ile verilmiştir.
Demek ki, Peygamber (s.a.v.)'in emirlerinin Kur'an'da yer alıp almadığına bakılmaksızın Müslümanların Rasulullah (s.a.v.)'i tâkib edip etmeyeceklerini sınamak için bazen bu tür emirler verilmiştir.

2- Bir defasında Peygamber (s.a.v.), eşlerinden Hafsa (r.anh)'ya bir sır söyledi. O ise sırrı bir diğer şahsa ifşa etti. Rasulullah (s.a.v.) bu sırrın eşi tarafından ifşa edildiğini öğrenince ondan bir açıklama istedi.
Eşi, peygamber (s.a.v.)'e bunu kimin söylediğini sordu. Rasulullah (s.a.v.) bunun kendisine Allah tarafından haber verildiğini söyledi.
Bu hadise Kuran'da şöyle anlatılıyor;

Hani peygamber zevcelerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Bunun üzerine o zevce bunu haber verip Allah da ona bunu açıklayınca, (peygamber) bunun ancak bir kısmını bildirmiş, bir kısmından vazgeçmişti. Artık bunu kendi eşine söyleyince o zevce; “Bunu sana kim haber verdi?” dedi. Peygamber de; “her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan (Allah)haber verdi” dedi.” (Tahrim 3)
Kur’an’da, bu ayette geçen o hanımının ifşa ettiği haber açıklanmadığı gibi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in söylediği söz de zikredilmemiştir. Şu halde o vahyi gayri metluv olan sünnet ile haberdar edilmiştir.

3- İslam'ın ilk yıllarında müslümanlar ramazan ayında iftardan sonra kısa süreliğine de uyurlardı. Bu esnada kişinin eşiyle cinsi münasebette bulunmasına müsaade edilmezdi. Bu sebeble bir kimse iftardan sonra kısa bir süre uyur, tekrar uyanırsa gece istirahati boyunca oruçlu olmamasına rağmen eşiyle cinsi munâsebet fırsatını kaybederdi. Bu kural peygamber (s.a.v.) tarafından konulmuş olup Kuran-ı Kerim'de yer almıyordu.

Ancak bazı Müslümanların bu kuralı çiğnemeleri üzerine Allah Azze ve Celle bu kişileri önce azarlayan ayetleri indirdi, daha sonra da bu hüküm neshedilerek Müslümanlara iftardan sonra da eşleriyle cinsel munâsebette bulunabileceklerine dair ruhsat verildi.
Bu hadise şu ayette anlatılır;
"
Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edib sizi bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın..."(Bakara 187)

Bu ayet, Ramazan ayında geceleri kişinin eşiyle cinsi münasebette bulunmasının önceleri caiz olmadığını göstermekte, bu ayet nazil olmadan önce ramazan ayı gecelerinde cinsi münasebette bulunan kişilerin yaptıkları fiil "kendilerine kötülük" olarak tavsif edilerek ihtarda bulunulmakta, "O size acıdı ve tevbenizi kabul etti" ifadesi, onların bu fiillerinin günah olduğunu belirtmektedir…

Bütün bu hususlar şunu göstermektedir ki; ramazan gecelerinde cinsi münasebete ilişkin daha önceki yasak "yetkili biri" tarafından yürürlüğe konmuş olup, Müslümanların buna riayet etmesi mecburi idi. Halbuki Kuran-ı Kerim'de ilgili yasağa dair hiçbir ayet bulunmamaktadır. Bu yasak sadece Peygamber (s.a.v.) tarafından ortaya konmuştur.

4- Uhud savaşı münasebetiyle Bedir savaşında meydana gelen olayları hatırlatmak üzere bazı ayetler nazil oldu. Bu ayetlerde, Allah'ın mûminlere nasıl yardım ettiği, onlara yardım için melekler göndermeyi vaad ettiği ve bunu fiilen ne şekilde yaptığı anlatılmaktaydı.
Bu ayetler ve meali şöyledir;

"Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de de size yardım etmişti. Öyle ise, Allah'tan sakının ki O'na şükretmiş olasınız. O zaman sen, mûminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabb'inizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabb'iniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder. Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalbleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır." (Al-i İmran 123-126)
Bu ayetlerdeki "
Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalbleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı"


ifadesi meleklerin yardımıyla müjdelemeyi Allah'a atfetmektedir.

Demek ki, söz konusu yardım müjdesi bizatihi Allah tarafından verilmiştir. Ancak bedir savaşı esnasında verilen bu müjde Kur'an'da geçmemektedir…

Aynı şekilde Peygamber (s.a.v.)'in sözü başka bir örnekte "Allah'ın sözü" olarak kabul edilmiştir. Peygamber (s.a.v.)'in diğer sözlerinden bu sözleri ayıran şey, onun Kuran'da yer almayan hususi bir vahiyle kendisine bildirilmiş olmasıdır. İşte buna vahy-i gayri metluv denilir.

5- Uhud savaşıyla ilgili başka bir duruma işaret edilerek Kuran-ı Kerim'de şöyle buyrulur;
"Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kurayş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kurayş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek istiyordu." (Enfal 7)

Bu ayette işaret edilen "iki taifeden biri" Ebu Sufyan'ın Suriye'den gelmekte olan ticaret kervanıydı. Diğer taife ise Mekke'li muşriklerden oluşan Ebu Cehil Komutasındaki orduydu. Üstteki ayetin ifadesine göre Allah, mûminlere bu iki taifeden birine karşı zafer kazanacaklarını vaad etmişti.
Müslümanlar kervanı ele geçiremediler, fakat Ebu Cehil komutasındaki orduya karşı olan savaşı kazandılar. "Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu" ifadesindeki vaad Kur'anda geçmemektedir. Bu vaad, Müslümanlara peygamber (s.a.v.) tarafından herhangi bir ayete referansta bulunulmadan ifade edilmişti.

6- Nadir oğulları ile olan hadise esnasında –ki onlar Medine'de meşhur bir Yahudi kabilesi idi- bazı müslümanlar, onların kalelerinin çevresindeki hurma ağaçlarını, düşmanı teslim olmaya zorlamak amacıyla kesmişlerdi. Savaş sona erince bir kısım Yahudiler ağaçların kesilmesine itiraz ettiler. Kuran-ı Kerim onların itirazlarına şu ayetle cevab verdi;

"Hurma ağaçlarından, herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi bırakmanız hep Allah'ın izniyledir ve O'nun yoldan çıkanları rezil etmesi içindir."(Haşr 5)
Bu ayette müslmanların, ağaçları "Allah'tan alınan bir izinle" kestikleri doğrudan ifade edilmiştir.
Fakat hiç kimse savaş esnasında ağaçların kesilmesine musaade sonucunda bu olayın olduğuna dair Kuran-ı Kerim'de geçen hiçbir ayet gösteremez.

7- Peygamber (s.a.v.)'in Zeyd Bin Harise'yi evlatlık olarak edindiği malumdur. Zeyd, Zeyneb binti Cahş'la evlendi. Bir süre sonra onların ilişkileri zorla yürümeye başladı. Nihayetinde Zeyd, Zeyneb'i boşadı.
Cahiliye döneminde evlatlık edinilen oğul, her bakımdan öz oğul gibi muamele görürdü. Kur'an-ı Kerim ise evlatlık kimsenin gerçek evlat gibi muamele göremeyeceğini ilan etti.
Allah, evlatlık hakkındaki cahiliye anlayışını yıkmak için Peygamber (s.a.v.)'e evlatlık edindiği Zeyd Bin Harise'nin Zeyneb'den boşanmasından sonra Zeyneb'le evlenmesini emretti. Rasulullah (s.a.v.) başlangıçta cari adetler sebebiyle biraz gönülsüzdü. Çünkü evlatlık edindiği birinin boşadığı eşiyle evlenmek utanılacak bir işti. Fakat Rasulullah (s.a.v.) Allah'tan hususi bir emir alınca Zeyneb'le evlendi.
Bu olay Kuran-ı Kerim'de şu şekilde ifade edilmiştir;
"(Rasûlum!) Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah'tan kork! diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) mu'minlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir."(Ahzab 37)

Bu ayetteki "Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyorsun" ifadeleri, Zeyd'in boşanmasından onun Zeyneb'le evleneceğini Peygamber (s.a.v.)'e Allah'ın haber verdiğini göstermektedir…
Ancak bu bilgi Kur'an'da geçmemektedir ve bu, Rasulullah (s.a.v.)'e gayri metluv vahiy kanalıyla iletilmiştir. "Biz onu sana nikahladık" ifadesi de bu evliliğin Allah'ın emriyle gerçekleştiğini göstermekte, bu emir de Kur'an'da yer almamaktadır. Bu da bir başka delildir.

8- Kur'an-ı Kerim'de Müslümanlara namaz kılmayı ve namazda sabit olmayı tekrar tekrar emretmiştir. Aşağıdaki ayette aynı emir tekrar edildikten sonra, Kuran-ı Kerim Müslümanlara özel bir imtiyaz verir. Buna göre savaş durumunda müslümanlar, düşmanlarının saldırısından korktuklarında namazı nasıl mümkün olursa öyle, ister at veya deve üzerinde, ister yürürken kılabileceklerdir. Ancak düşman tehlikesi sona ermesi halinde, müslümanlar namazı normal şekilde kılmakla emrolundular. Bu prensip aşağıdaki ayette şöyle ortaya konmuştur;
"Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın. Eğer (herhangi bir şeyden) korkarsanız (namazlarınızı) yürüyerek yahud binmiş olarak (kılın). Güvene kavuştuğunuz zaman, siz bilmezken Allah'ın size öğrettiği şekilde O'nu anın (namaz kılın)."(Bakara 238-239)
Ayet, müslümanlar üzerine farz olan birden fazla namazdan bahsetmekte, ancak namazların tam sayısı Kuran'ın ne bu ayetinde ne de diğer surelerinde geçmemektedir. Farz namazların sayısı, yalnızca Peygamber (s.a.v.) tarafından beyan edilmiştir.

Kuran-ı Kerim; Namazlara devam edin" buyurarak, peygamber (s.a.v.)'in Müslümanlara bunu uygulamalı olarak gösterdiğini teyit etmiştir.
Yine bu ayet, "orta namaz"a özel bir önem atfetmekte, ancak (tam olarak) onun hangi namaz olduğunu belirtmemektedir. Orta namazın hangi namaz olduğunu açıklama işi Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem'e bırakılmıştır.
En önemli delil de; " Güvene kavuştuğunuz zaman, siz bilmezken Allah'ın size öğrettiği şekilde O'nu anın (namaz kılın)." cümlesidir.
Ayetin siyak ve sibakı itibariyle burada "Allah'ı anma" ayette ifade edilmese de "namaz kılma" anlamındadır. Zira ayetin bağlamı başka bir manaya izin vermemektedir.

Şu halde Kuran-ı Kerim, Müslümanlara Allah'ın kendilerine öğrettiği şekilde namazı barış ortamında bilinen haliyle kılmalarını emreder. Ayetin açık delaleti, namazın normal kılınış şeklinin Müslümanlara bizzat Allah tarafından öğretildiğidir. Ancak namazın kılınış şekli Kuran'ın hiçbir yerinde ifade edilmemektedir… namazın nasıl kılınacağını Müslümanlara öğreten peygamber (s.a.v.)'dir. Kuran-ı Kerim peygamber (s.a.v.)'in öğretmesini Allah'ın öğretmesi gibi kabul etmektedir."

9- Bazı munafıklar Hudeybiye seferine katılmayarak Peygamber (s.a.v.)'in yanında yer almamışlardı. Bunu muteâkib müslümanlar Hayber savaşına çıkmaya karar verdiklerinde peygamber (s.a.v.), Hayber savaşına sadece Hudeybiye seferinde kendisiyle beraber bulunanların katılacaklarını ilan etti. Hudeybiye savaşına katılmamış olan münafıklar, şimdi Hayber savaşında menfaatleri gereği bulunmak istiyorlardı. Zira onların beklentilerine göre müslümanlar bu seferden büyük ganimet elde edeceklerdi. Münafıklar bu ganimetten pay almak istiyorlardı. Peygamber (s.a.v.) münafıkların taleplerine rağmen onların bu savaşa katılmalarına musaade etmedi.
Kuran'da bu olaya şu şekilde işaret edilir;

"Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar: Bırakın, biz de arkanıza düşelim, diyeceklerdir. Onlar, Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur." Onlar size: Hayır, bizi kıskanıyorsunuz, diyeceklerdir. Bilâkis onlar, pek az anlayan kimselerdir." (Fetih 15)

Bu ayette Hayber savaşını Hudeybiye'ye iştirak edenlere hasredip, Hayber savaşına munafıkların katılmalarını istisna tutan Allah'ın evvelki bir sözünün olduğuna işaret edilmektedir. Fakat Kur'an'ın hiçbir yerinde böyle bir ifade geçmemektedir. Bu sadece peygambere ait bir emirdir.

Bununla beraber Allah bunu kendi sözü olarak nitelemektedir. Bunun sebebi, söz konusu emrin gayr-i metluv vahiy ile iletilmiş olmasıdır.

10- Peygamberliğin ilk günlerinde Rasulullah (s.a.v.), kendisine nazil olan Kuran ayetlerini unutmamak için onlar iner inmez okuma itiyadında idi. Bu kendisi için zor bir talimdi. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in vahyi işitmesi, doğru olarak anlayabilmesi, vahyi ezberleyebilmesi ve bunların aynı zamanda olması kendisine çok zor gelmekteydi. Allah şu ayeti indirerek onu bu meşakkatten kurtardı;

"(Rasûlum!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şubhesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takib et. Sonra şubhen olmasınki, onu açıklamak da bize aittir."(Kıyame 16-19)

Fetih suresinin 19. ayetinde Allah, Rasulullah (s.a.v.)'e Kur'an ayetlerini açıklamayı vaad etti. Bu açıklamanın bizatihi Kuran-ı Kerim ayetlerinden ayrı olacağı açıktır. O, Kur'an'a dahil olmayıp ya onun bir izahı, ya da tefsiridir. Bu bakımdan bu beyan, Kuran-ı Kerim'in sözlerinden farklı, biraz değişik bir şekilde olmalıdır. Bu ise tam olarak gayrı metluv vahiyle ifade edilen şeydir. Ama bu vahyin iki türü de, her ne kadar farklı biçimde olsalar bile, Peygambere Allah tarafından indirilmiş olup, müslümanlar her ikisine de inanıp itaat etmelidirler.

11- Kur'an, vahyin bu iki farklı çeşidini şu ayette

"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahud bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir." (Şura 51)
Şu halde bu iki şeklin dışında Kuran-ı Kerim'in inzali, üçüncü bir vasıtayla, yani ayette elçi olarak tayin edilen melek (Cebrail a.s.) aracılığıyla gerçekleşmiştir. Bu durum başka bir ayette açıkça belirtilir;
"De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kur'an'ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitabları doğrulayıcı ve mûminler için de müjdeci olarak o indirmiştir."(Bakara 97)

"Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabb'inin indirmesidir. (Rasûlum!) Onu Rûhu'l-emîn (Cebrail)
uyarıcılardan olman için apaçık Arabca bir dille Senin kalbine indirdi."(Şuara 192-195)

Bu ayetlerde Kuran'ın bir melek vasıtasıyla indirildiği gayet açıktır. Sözü edilen bu melek, Bakara 97. ayetinde geçtiği üzere Cibril'dir. Aynı melek, Şuara 193. ayetinde "Ruhu'l emin" diye anılır. Ancak yukarıda iktibas edilen Şuura 51. ayeti, vahyin indirilişinin iki yolunun daha olduğunu belirtir.
Bu iki şekil de peygamber'le ilgili olarak kullanılmıştır. Şuura 51. ayeti, peygamber (s.a.v.)'e gönderilen vahyin Kuran-ı Kerim'le sınırlı olmayıp, Kuran'da yer almayan başka vahiylerin de bulunduğunu ifade eder. Bu vahiyler, "gayri metluv vahiy" olarak adlandırılır.

Peygamber efendimiz (s.a.v.)’in bütün sözleri, fiilleri ve tasarrufları Yüce Allah’ın kontrolü altındadır. Kendi ictihadıyla ortaya koyduğu dini söz ve fiillerinde yanılsa bile, bunlar da Allah Azze ve Celle tarafından düzeltilmiştir. Allah Teala Onun ictihadını kesinleştirdiği sırada onun ictihadı, hükmen vahiy olur. (Bikai Nazm(19/43) Ebu Zehv el-Hadis(s.13) Muhammed Süleyman Aşkar Ef’alir-Rasul (sf: 30)
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki;
Bana verilen şey, sadece Allah’ın bana verdiği vahiydir.” (Buhari (fadailul Kur’an 1); Muslim (iman 239); Ahmed (2/341,451)

“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, hadislerini yazmak konusunda soran Abdullah Bin Amr (r.a.)’ya; “yaz, Allah’a yemin ederim ki benden hak sözden başkası çıkmaz” buyurmuştur. (Ebu Davud (ilim 3); Darimi (mukaddime 43); Ahmed (2/162,192)

Başka bir hadiste; “Cibril kalbime attı ki; hiçbir nefis, rızkını tamamlamadan ölmeyecektir. Öyleyse onu helal yollardan arayın” buyrulmuştur. (Muslim (munafıkun 64); Ahmed(3/50)
Yine “Haberiniz olsun! Bana Kitab (Kur’an) ve onunla birlikte , onun gibisi (sünnet) verilmiştir.” (Ebu Davud, sunnet 5, imare 33); Tirmizi (ilim 10) Ahmed (2/367, 4/132) )
Sahih hadisi ve bir çok benzer rivayetler de, sünnetin Allah tarafından verilmiş bir vahiy olduğunu ifade eder.


Sünnetin Delil Olmayacağını Söyleyen Hasta Kalbliler:

Peygamber efendimiz, hadislerle amel etmeyecek olan kişilerin nasıl İnsanlar olacaklarını bizlere tanıtmış ve bu gibi İnsanlardan uzak olmamızı beyan etmiştir.
Bu hususta Ebu Rafi (Ebu Rafı Rasulullah'ın azadlı kölesi olup, İsmi Eslem'dir) Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Sakın sizden birinizi koltuğuna yaslanmış otururken, kendisine emrettiğimiz veya yasakladığımız hususlardan bir husus geldiğinde "biz bunu bilmiyoruz. Biz Allah'ın Kitabında ne bulduksa ona tabi oluruz" diyen biri olarak görmeyeyim. "
(Ebû Dâvûd, Kit. Sünnet, bab: 6 h.n: 4605; Tirmizî, Kit. İlim, bab: 10 h.n: 2663; îbn Mace, Kit. Mukaddime, bab: 13
)

Mikdam b. Mâdi Kerib ise Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Dikkat edin! Bana kitab, bir de onun kadarı (vahyi gayri metluv) verilmiştir. Yakında karnı tok olan ve koltuğuna yaslanan bir kişi:
"
Siz sadece bu Kur'an'a sarılın. Siz onda neyin helal olduğunu görürseniz onu helal sayın ve neyin de haram olduğunu görürseniz onu haram sayın" diyecektir. Dikkat edin! Ehlî eşeklerin etleri size helal değildir. Köpek dişi bulunan yırtıcı hayvanların etleri de helal değildir
."
(Ebû Dâvûd, Kit. Sünnet bab: 6, hn: 4604; Tirmizî, Kit. İlim, bab: 10 hn: 2664; İbn Mace, Kit. Mukaddime, bab: 12; Musned, İmam Ahmed, c. IV, sh. 131.00 )

Diğer bir rivayette şöyledir.
"Dikkat edin olabilir ki, koltuğuna yaslanan bir kimseye benim hadisim ulaşır. O da der ki: "Bizimle sizin aranızda Allah'ın kitabı bulunmaktadır. Onda neyin helal olduğunu görürsek onu helal sayarız. Neyin de haram olduğunu görürsek onu haram sayarız." Dikkat edin. Allah'ın rasulunün haram kıldığı Allah'ın haram kıldığı gibidir. "
(Tirmizî, Kit. ilim: bab: 10 hn: 2664)

Bütün bunlardan sonra Peygamberi hafife almayı ve onun sünnetini red etmeyi, bir modernlik sayan, kendilerinin de aydın ve İleri görüşlü oldukları vehmine kapılan bir kısım zayıf iradeli taklitçilere şunu hatırlatmada fayda vardır.
Sizler Rasulullah'ın sünnetini reddederek bir yere varamazsınız?
İslâm'a hizmet etmeniz yerine ona şüpheler sokmuş oluyorsunuz. Rasulullah'ı devre dışı bırakarak, Kur'an'ı felsefi görüşleriyle açıklamaya çalışan şımarıklara zemin hazırlıyorsunuz. İçinizden kâfirlere şirin görünme hastalığına yakalananlar da şunu iyi bilsinler ki, bu halleriyle onlara yaranamazlar.
Müslüman olduğunuzu söylediğiniz müddetçe sizler onların nezdinde gericisiniz. Örümcek kafalısınız. Yobazsınız. Murtecisiniz. O halde nedir sizin bu haliniz? Kimlere hizmet ediyorsunuz?
İyi niyetli olmanız yeterli değildir. Biraz da kafanızı çalıştırıp bilgisizliğinizi anlayınız. Aczinizi itiraf ediniz. Allah'ın elçisinin önüne geçmekten haya ediniz ve şu âyetin sesine kulak veriniz:

"Ey iman edenler! Allah'ın ve Rasulunün önüne geçmeyin. Allah'dan korkun. Şubhesiz ki Allah, işiten ve bilendir." (Hucurat, 1)

Diğer yönden başka bir takım mu'minler de "Orta yolu tutalım. Hadisleri ne tamamen reddedelim. Ne de sahih denen her hadisi alalım. Hadislerin mutevatir olanlarını alalım. Diğerlerini yedek bir kaynak kabul edelim. Aklımıza ve mantığımıza uyarsa onları alırız. Şayet uymazlarsa almayız. Mutevatir hadisler de parmak sayılarım geçmez" şeklinde iddialarla ortaya çıkmaktadırlar.
Aslında bunlarla hadisleri tamamen reddedenler arasında pratikte pek fark yoktur. Çünkü bunlar da yalnız kendi ölçülerine göre mutevatir saydıkları bir kaç hadisi kayıtsız şartsız kabullenmekte, diğer sahih hadislerin kabullenilmesinde akıllarını hakem kılmaktadırlar.

Bunlara şunu sormak yerinde olur:
"Sizler mutevatir olmayan sahih hadislerin kabul edilip veya edilmeyeceği hususunda aklınızı hakem kılıyorsunuz. Ancak sizlerin her biriniz diğerinden farklı düşünüyorsunuz. Şimdi müslümanlar peygamberlerinin hadisini bırakıp da sizlerden hanginizin aklını esas alsınlar. Çünkü her biriniz kendi aklının daha üstün olduğunu iddia ediyor. Yoksa sizler, müslümanların ittifak içinde olmalarından rahatsız mı oluyorsunuz?
Müslüman olmanız dolayısıyla hakkınızda böyle bir kanaate varmak İstemiyoruz. Fakat davranışlarınız İnsanları buna sürüklüyor. Bırakın bu meseleleri de akıllarınızın enerjilerini müslümanlara faydalı olacak meselelere harcayın. Zira İslâm dini, akılların mahsulü bir din değil, nakillerin ortaya koyduğu bir dindir. Akıllarınızı nasları anlamada kullanınız. Onları yargılamada kullanmayınız. Çünkü akıllarınız nasları yargılayacak güçte değildir.
Âyette buyurulduğu gibi: "Size İlimden sadece az bir pay verilmiştir.” (İsra, 85)

(Şeyh Hasan Karakaya ; usul-u Fıkıh)


Hadisleri Kabul Etmeyen Şubhecilerin Vesveselerine Reddiye

Mealci geçinen hadis inkarcısı taifenin inkar edip reddetmek için Hadis olması yeterlidir.
Hadis Usulu alimlerince mutevatir sahih diye onaylanmasına rağmen, bu hadis inkarcıları "aklıma yatmıyor", Allah böyle dermi, hiç peygamber böyle yapar mı?, adalet mi? diyerek sahih, mutevatir, Buhari, Muslim vs. olmasını önemsemeden reddetmektedirler.
Evet Rasulullahın aktardığı hadislerin sahihi olabildiği gibi , hasen veya zayıfı da bulunmaktadır. Bu gayri metluv yani kudsi hadis için de geçerlidir. Kudsi hadisde zayıf hadis olumu diye komple kudsi hadisler inkar edilmektedir.
Bunlara misal verecek olursak Hayri Kırbaşoğlu'nu verebiliriz.

Kendi düşüncelerini şöyle savunmaktadırlar:

" Hadis usulcüleri sanıldığının aksine kudsi hadisin haseni de olur, zayıfı da olur, uydurması da olur diyorlar Aslında bir bakıma izahı da mümkün değil. "Sünnet vahiy kaynaklıdır" diyenlere göre izah edilemez. (Altını çizdiğimiz ifadesindeki bizim düşüncemizdir. Bunlara göre sünnet vahiy kaynaklı değilmiş (!)
Çünkü o zaman sünnet vahiyse, hadis-i kudsî de vahiyse aralarında ne fark var? O da vahiy, bu da vahiy. O zaman daha büyük çelişkiye düşülür.

Ama bazıları bunun şöyle bir izahını yapmışlar. Mesela bir örnek vereyim. Biz ne diyoruz «Yahu kardeşim, Cenab-ı Hak Kur'an'da namazı emrediyor» diyoruz. Bu ifade Kur'an'da yok. Ama bu sözüm doğru mu benim? Doğru Tartışılan konular ibadetle ilgili değil. Bütün mezhebler mesela namazın rekatları konusunda müttefiktirler. Tartışma akaidle ilgili konulardan çıkıyor.
Akaidle ilgili konularda ben şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bir insan sadece Kur'an'da belirtilen iman esaslarıyla yetinse tamamdır o Sünnetle, Kur'an'da belirtilmeyen bir iman akidesi oluşturulamaz
(!)


_ Peygamber'e Kur'an dışında bîr vahiy geliyor muydu? Yani vahy-i gayri metluv vaki mi? Kur'an dışında kendisine gaybın haberleri veriliyor muydu?

- Kıyamet alametleri, Fiten gibi hadisleri kastediyorsanız, hadisçiler tarafından bu tür hadisler şubheyle karşılanmıştır. Salih Akdemir Bey'in bana aktardığına göre rahmetli Tayyib Okiç bu türden hadislerin bir çoğunun şubheli olduğunu söylermiş. Şimdi hadiste bazı kıyamet alametlerinden bahsediliyor. Bunlar zaten Kur'an'da da var. Şayet siyasi ve sosyal hadiselerle ilgili gayb haberleri varsa bunlar uydurmadır. Efendim, diyor ki “Horasan'dan siyah bayraklılar çıkacak. Onlar çıktı mı siz onlara tabi olun

Bu hadis kime işaret ediyor. Ebu Muslim Horasanî'ye Abbasiler hareketini başlatmıştır. Bayrakları da siyahtı. Emevilerin ki de beyazdı. Bunun Ebu Müslim Horasanî taraftarları tarafından uydurulduğu gayet açık ve net görülüyor. Zaten bunu hadisçiler uydurma olarak kabul etmişler. O halde bizim yapacağımız şudur:
1-Yaşayan sünneti bir tarafa bırakacak olursak bize kadar gelen rivayetler, sünnet veya hadis, bunlar bugün için zaten muteradif kabul ediliyor. Bunların içinde Peygamber modelini bize aktaran malzeme hiç yoktur diyebilir miyiz? Diyemeyiz
2- O halde mevcud kitablardaki hadislerden gerçek Rasul modelini nasıl çıkarabiliriz? Bunu tartışabiliriz. Bu metodu da önemli olan bir metod dahilinde, bu metodun nasıl olacağını tartışabilmemiz. Bunu Kur'an'dan çıkartmamız gerekmez mi? Onu gelin tartışalım. Sen de ki; Kur'an, O desin ki; akıl Ama gelin tartışalım zaten Fazlu'r Rahman'da böyle bir metod dahilinde, elimizdeki hadis malzemesinden peygamberin Sünnetini ortaya koyabiliriz diyor. Bu malzemelerin bir çoğunu ayıklayalayabiliriz. Bunun için bir metod geliştirebiliriz. Elimizdeki rivayetlerden Kur'an esas alınarak bir model çıkarabiliriz. Sünnet delil olur mu, olmaz mı tartışmasından ziyade bugün gerçek sünnet nelerdir, bunu ortaya koymak için bir metod geliştirmeliyiz? Tabii ki bu metodun birinci maddesi sünnetin Kur'an'la uyum içerisinde olması. Onun dışında tarihi olaylarla çelişmemesi, bilimsel verilerle tezat arzetmemesi. Bazı hadisçiler öyle önemli şartlar ileri sürmüş ki, Mesela hadiste sokak üslubu gibi ifadeler varsa veya ifadesi düşükse bu hadis kabul edilmez. Bunu nasıl bileceğiz. Çok mükemmel Arapça bileceksin, Arap edebiyatının zevkine dahi varacaksın ki, peygamber bunu söyleyebilir mi, söyleyemez mi bileceksin...."

Gördüğümüz gibi hadis usulu ilmine rağmen , o ilmin ve alimlerin aklını ve metodunu beğenmeyerek yeni metodlar çıkararak, aklına uygun olanların kabul edilmesini savunmaktadırlar.
Halbuki 1400 senedir İslam aleminde bu taifeden başka, hadislere şüphe katan, şubheyle yaklaşılmasını sağlayan, ilim ehline itibar etmeyen kimse çıkmış mıdır?
Bu nefsi itham bugüne kadar ki ehli sünnet akaidinin sıhhatini ve doğruluğunu zan altında bırakmaktadır.
Hadis usulu alimleri ve hadis usulu ilmine göre hadislerin "sağlamlık, güvenilirlik kaydı" ilimle verilmekte, kimsenin nefsine, ırkına, çıkarına kayırma gözetilmeden incelenip, bildirildiği için ittifakla kabul edilmekte, amel edilmektedir.

Beyhaki şu hadisi zikreder:
Bizden işttiği hadisi işittiği gibi aynen rivayet edenin (c.c.) yüzünü ağartsın. Çünkü kendisine aktarılan bazı kimseler dinleyenden daha iyi beller

(İbnu Mace Mukaddime: 18; Darimi Mukaddime: 24; Tirmizi: 2657; Musned: 1/427; Ebu Davud: 3660)
İleride açıklayacağımız gibi bu hadis mutevatirdir.
İmam Şafii de şöyle der:
Rasulullah (s.a.v.) kendi sözünün dinlenip ezberlenmesi ve hakkıyla aktarılmasını (Risale, 402 ve Delailu’n Nübüvve 1/23’de ibare şöyledir: “Rasulullah (s.a.v.) kendi sözünün dinlenip ezberlenmesi ve hakkıyla aktarılmasını her ferde tavsiye edince..”) tavsiye etmiştir. Bu da onun ancak huccet olan şeyleri emrettiğinin delilidir. Çünkü (Çünkü diye başlayan kısım Delail’de yok) bu ya yerine getirilmesi gereken bir helaldir veya kaçınılması gereken bir haramdır veya da yerine getirilmesi gereken bir haddir veyahutta alınıp verilmesi gereken bir maldır veyahutta din ve dünya ile ilgili bir nasihattır.

(Risale, s. 403’de ibare şöyledir “..din ve dünya ile ilgili bir nasihattır. Bu da şunu gösterir. Fıkhi bilgiyi fakih olmayan da ezberleyebilir. Bu durumda onu ezberlenmiş olur. Fakih olmaz”)
Beyhaki daha sonra Ebu Rafi’in rivayet ettiği hadisi zikreder (Delail: 1/24.): Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdular:
Sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, kendisine emrettiğim veya nehyettiğim bir haber geldiğinde “bunu bilmiyorum”. Biz Kur’an’databi oluruz” derken bulmayayım
(Ebu Davud Sünnet: 4605; İbnu Mace Mukaddime: 2; Tirmizi İlim: 10.)

Beyhaki daha sonra da el-Mikdam b. ma’dikerib hadisini zikreder:
Rasulullah (s.a.v.) Hayber günü bazı şeyleri haram kıldı. Ehli eşek eti vb. bunlardandır. (Hadis Ebu Davud’da el-Mikdam b. Ma’dikerib’den şu lafızla rivayet edilmiştir: “Dikkat edin! Yırtıcı tırnaklı hayvan, ehli eşek ve zimminin malı haramdır...” Delailu’n Nubuvve: 1/24.)
Allah Rasulu (s.a.v.) daha sonra şöyle buyurdular:
Kişinin koltuğuna oturup, bir hadisimi naklederek şöyle demesi yakındır: “Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı var (c.c.) Onda helal olarak bulduğumuzu helal sayar, haram olarak bulduğumuzu da haram sayarız” Dikat edin! Rasulullah’ın (s.a.v.) haram kıldığı da Allah’ın (c.c.) haram kıldığı gibidir


İmam Şafii şunu da der:
Allah Teala’nın Rasulullah’a tabi olunamasını farz kılışı Rasulullah’ı görenler ile onlardan sonra kıyamete kadar gelenleri kapsar.
Beyhaki bundan sonra senediyle beraber Meymun b. Mihran’ın “birşey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasulune arz ediniz” (Şura: 42/52)

ayetiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder:
- “Alimler şöyle demiştir: Allah’a (c.c) arz etmekten murad, kitabıdır. Rasulullah’a (s.a.v) arz etmekten murad, vefat ettikten sonra sünnetine arz edilmesidir.”
Beyhaki daha sonra Ebu Davud’un Ebu Rafi’den rivayet ettiği hadisi zikreder: Rasulullah (sav) şöyle buyurdular:
Sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, kendisine emrettiğim veya nehyettiğim bir haber geldiğinde “bunu bilmiyoruz. Biz Kuran’da bulunduğumuz tabi oluruz” derken bulmayayım.”

İmam Şafii de şöyle der:
Bu hadis, onunla ilgili Kuran’da bir ayet bulamasalar bile mu'minlerin Rasulullah’tan (s.a.v) gelen emre uymayanları bildirip, buna uymanın zaruri olduğunu ortaya koymaktadır.
Beyhaki daha sonra yine Ebu Davud’dan, el-İrbat b. Sariye’den gelen hadisi zikreder:
O an beraberinde bulunan ashabı da bulunduğu halde (fethetmek üzere) Rasulullah (s.a.v) ile birlikte Hayber’e geldik. Hayber’in başındaki adam da azılı bir kafirdi. Rasulullah’ın (s.a.v) gelip şöyle dedi:
-Ya Muhammed! Eşeklerimizi boğazlayıp, ürünlerimizi yiyip, kadınlarımıza da vurma hakkınız varmı?

Bu söz üzerine Rasulullah (s.a.v) celallendi ve şöyle buyurdu:
-İbnu Avf! Atına atla git te (ashabıma cennete sadece müminlerin gireceğini ve) namaza toplanmalarını söyle.

Onlar da toplandılar. Rasulullah namazı kıldırdıktan sonra ayağa kalkıp şöyle hitap etti:
- Sizden biriniz koltuğuna yaslanıp, Allah sadece Kur’an’da haram kıldığı şeyleri yasaklamıştır diye düşünerek böyle mi zanneder? Dikket eden! Vallahi ben de bazı şeyleri emrettim ve anlattım. Bazı şeyleri de yasakladım. Benim emirlerim ve yasaklarım da yanı Kur’an gibidir, belki de daha önceliklidir. (Bilesiniz ki) Allah Teala sizlere, izin verilmedikçe zimmilerin evine girmezinizi, kadınlarına vurmanızı ve gerekli öşrü verdileri takdirde ürünlerini yemenizi yasaklamıştır.

(Ebu Davud: 3050; Beyhaki Sunne: 9/204.)

Hadisleri Reddeden Bir Takım Kimselerin Delil Olarak Getirdikleri, Zayıf Şahısların Rivayete Olan “Sünnetin Kur’an’a Arz Edilmesi’ne Dair Ki Haberlerin Batıl Oluşu:

İmam Şafii şöyle der:
Rasulullah’tan gelen bazı hadisleri reddeden bir kimse bana şu hadisi delil olarak gösterdi:
Benden size gelen haberi Kur’an’a arz edin. Onu uyuyorsa, onu ben demişimdir. Kur’an’a uymuyorsa onu ben demedim

O kimseye şöyle dedim:
- Az çok rivayeti sahih olan hiçbir kimse bunu rivayet etmemiştir. Bu mechul bir kimseden gelen munkatı’ bir rivayetteri. Biz ise böyle rivayetleri herhangi bir konuda delil olarak kabul etmeyiz.
Beyhaki de şöyle der: İmam Şafii bu sözüyle Halid b. Ebi Kerime’nin Ebu Câfer tarikıyla Rasulullah’tan rivayet ettiği hadisi kastetmiştir.
Hadis şöyledir:
Rasulullah yahudileri çağırır ve onlara sorular sorar. Onlarda anatırlar. Bu arada İsa’ya da iftirada bulunurlar. Bunun üzerine Rasulullah minbere çıkar ve insanlara hutbe irad eder:

“- Benden sonra hadisler yayılacaktır. Size Kur’an’a uygunu olarak gelen hadisler bendendir. Kur’an’a muhalif olarak sizlere gelen hadisler bendendir. Kur’an’a muhalif olarak sizlere gelen hadisler ise bana ait değildir
(Mecmue’z Zevaid: 1/170)

Beyhaki bu rivayet için şöyle der:
Hadisler Kur’an’a ters düşmez. Bilakis Rasulullah’ın hadisleri, Allah Teala’nın ayetle amm mı has mı, nasih mi mensuh mu kastettiğini açıklar. Akabinde Rasululah’ın sünetiyle ortaya koyduğu(ve açıkladığı) farzlar insanlara mecburi olur. Allah Rasulu’nün emirlerini kabul eden kimse, Allah’ın emirlerini kabul etmiş olur.
Beyhaki de der ki:
Bu hadis hepsi de zayıf olan başka tariklerle de rivayet edilmiştir.
Beyhaki daha sonra İbnu Vehb, Amr b. el Haris, el Esteğ b. Muhammed b. Ebu Mansur tarikıyle şu hadisi rivayet eder:
Ebu Mansur’a ulaştığına göre Rasululah şöyle buyurmuştur:
“- Hadisler üç kısma ayrılır: Size benden gelen ve Allah’ın kitabında geçmesi sebebiyle bildiğiniz hadisleri kabul edin. Size benden gelen fakat Kur’an’da bulamadığınız ve yerini tesbit edemediğiniz hadisleri kabul etmeyin. Keza benden size gelen ve tüylerinizin diken diken olduğu, gönüllerinizin kırıldığı ve Kur’an’da onun aksini bulduğunuz bir rivayet gelince onu da reddedin

Beyhaki der ki: Bu mechul bir kimseden gelen munkatı’ bir rivayettir.
Beyhaki daha sonra Asım b. Ebi’n Necud (Asım b. Ebi’n Necud. Yedi kurradan biri. Adı Asım b. Behdele el-Kufi’dir. Benu Esed’in mevla’sıdır. Kıraata güvenilirdir. Hadiste ise daha alt seviyededir. Saduk’tur), Zirr b. Hubeyş, Ali b. Ebi Talib tarikıyla şu rivayeti nakleder:

“-Benden sonra raviler olacak, hadislerimi rivayet edecekler. Rivayet ettikleri hadisleri Kur’an’a arz edin. Kur’an’a muvafıksa rivayet edin, Kur’an’a muvafık değilse onu almayın

Beyhaki şöyle der: Dârakutni demiştir ki:
- Bu hadiste vehm vardır. Doğrusu hadisin Asım tarikıyla Zeyd b. Ali’den munkatı’ olarak gelmiş olduğudur.
Beyhaki senedini de zikrederek Bişr b. Numeyr, Huseyin b. Abdillah tarikıyla onun babasından onun da Ali’den naklettiği hadisi zikreder:
Rasulullah şöyle buyurmuşlardır:
- “Bazı insanlar olacak, benden hadis rivayet edecekler. Size bir kimse hadis rivayet ettiğinde bu Kur’an’a muvafıksa, onu ben dedim. Size bir kimse de hadis rivayet ettiğinde bu Kur’an’a muvafık değilse onu ben demedim




ORİJİNİ :

İlmi Konu - Kudsi Hadisin Sıhhati ve Ameli Durumu
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Allah Sizede Bizede Merhamet etsin..amin.

Vahy-i Gayri Metluv Yoktur Diyenlerin Görüşlerinide verebilirmisiniz akxim...

Vahy-i Gayri Metluv'u kabul etmeyen Alimler Kimlerdir Neden kabul etmiyorlar...Objektif bir şekilde kabul etmeyen Alimlerinde ''DELİLLERİ'' ile Görüşlerini verebilirmisiniz ?

Es Selamunaleykum..
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Sünnetin Delil Olmayacağını Söyleyen Hasta Kalbliler:

Peygamber efendimiz, hadislerle amel etmeyecek olan kişilerin nasıl İnsanlar olacaklarını bizlere tanıtmış ve bu gibi İnsanlardan uzak olmamızı beyan etmiştir.
Bu hususta Ebu Rafi (Ebu Rafı Rasulullah'ın azadlı kölesi olup, İsmi Eslem'dir) Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Sakın sizden birinizi koltuğuna yaslanmış otururken, kendisine emrettiğimiz veya yasakladığımız hususlardan bir husus geldiğinde "biz bunu bilmiyoruz. Biz Allah'ın Kitabında ne bulduksa ona tabi oluruz" diyen biri olarak görmeyeyim. "
(Ebû Dâvûd, Kit. Sünnet, bab: 6 hn: 4605; Tirmizî, Kit. İlim, bab: 10 hn: 2663; îbn Mace, Kit. Mukaddime, bab: 13
)

Mikdam b. Mâdi Kerib ise Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Dikkat edin! Bana kitap, bir de onun kadarı (vahyi gayri metluv) verilmiştir. Yakında karnı tok olan ve koltuğuna yaslanan bir kişi:
"Siz sadece bu Kur'an'a sarılın. Siz onda neyin helal olduğunu görürseniz onu helal sayın ve neyin de haram olduğunu görürseniz onu haram sayın" diyecektir. Dikkat edin! Ehlî eşeklerin etleri size helal değildir. Köpek dişi bulunan yırtıcı hayvanların etleri de helal değildir
."
(Ebû Dâvûd, Kit. Sünnet bab: 6, hn: 4604; Tirmizî, Kit. İlim, bab: 10 hn: 2664; İbn Mace, Kit. Mukaddime, bab: 12; Musned, İmam Ahmed, c. IV, sh. 131.00)

Diğer bir rivayette şöyledir.
"Dikkat edin olabilir ki, koltuğuna yaslanan bir kimseye benim hadisim ulaşır. O da der ki: "Bizimle sizin aranızda Allah'ın kitabı bulunmaktadır. Onda neyin helal olduğunu görürsek onu helal sayarız. Neyin de haram olduğunu görürsek onu haram sayarız." Dikkat edin. Allah'ın rasulunün haram kıldığı Allah'ın haram kıldığı gibidir. "
(Tirmizî, Kit. ilim: bab: 10 h. n: 2664)

Bütün bunlardan sonra Peygamberi hafife almayı ve onun sünnetini red etmeyi, bir modernlik sayan, kendilerinin de aydın ve İleri görüşlü oldukları vehmine kapılan bir kısım zayıf iradeli taklitçilere şunu hatırlatmada fayda vardır.
Sizler Rasulullah'ın sünnetini reddederek biryere varamazsınız?
İslâm'a hizmet etmeniz yerine ona şubheler sokmuş oluyorsunuz. Rasulullah'ı devre dışı bırakarak, Kur'an'ı felsefi görüşleriyle açıklamaya çalışan şımarıklara zemin hazırlıyorsunuz. İçinizden kâfirlere şirin görünme hastalığına yakalananlar da şunu iyi bilsinler ki, bu halleriyle onlara yaranamazlar.
Müslüman olduğunuzu söylediğiniz müddetçe sizler onların nezdinde gericisiniz. Örümcek kafalısınız. Yobazsınız. Murtecisiniz. O halde nedir sizin bu haliniz? Kimlere hizmet ediyorsunuz?
İyi niyetli olmanız yeterli değildir. Biraz da kafanızı çalıştırıp bilgisizliğinizi anlayınız. Aczinizi itiraf ediniz. Allah'ın elçisinin önüne geçmekten haya ediniz ve şu âyetin sesine kulak veriniz:

"Ey iman edenler! Allah'ın ve Rasulunün önüne geçmeyin. Allah'dan korkun. Şüphesiz ki Allah, işiten ve bilendir." (Hucurat, 1)

Diğer yönden başka bir takım muminler de "Orta yolu tutalım. Hadisleri ne tamamen reddedelim. Ne de sahih denen her hadisi alalım. Hadislerin mutevatir olanlarını alalım. Diğerlerini yedek bir kaynak kabul edelim. Aklımıza ve mantığımıza uyarsa onları alırız. Şayet uymazlarsa almayız. Mutevatir hadisler de parmak sayılarım geçmez" şeklinde iddialarla ortaya çıkmaktadırlar.
Aslında bunlarla hadisleri tamamen reddedenler arasında pratikte pek fark yoktur. Çünkü bunlar da yalnız kendi ölçülerine göre mutevatir saydıkları bir kaç hadisi kayıtsız şartsız kabullenmekte, diğer sahih hadislerin kabullenilmesinde akıllarını hakem kılmaktadırlar.

Bunlara şunu sormak yerinde olur:
"Sizler mutevatir olmayan sahih hadislerin kabul edilip veya edilmeyeceği hususunda aklınızı hakem kılıyorsunuz. Ancak sizlerin her biriniz diğerinden farklı düşünüyorsunuz. Şimdi müslümanlar peygamberlerinin hadisini bırakıp da sizlerden hanginizin aklını esas alsınlar. Çünkü her biriniz kendi aklının daha üstün olduğunu iddia ediyor. Yoksa sizler, müslümanların ittifak içinde olmalarından rahatsız mı oluyorsunuz? Müslüman olmanız dolayısıyla hakkınızda böyle bir kanaate varmak İstemiyoruz. Fakat davranışlarınız İnsanları buna sürüklüyor. Bırakın bu meseleleri de akıllarınızın enerjilerini müslümanlara faydalı olacak meselelere harcayın. Zira İslâm dini, akılların mahsulü bir din değil, nakillerin ortaya koyduğu bir dindir. Akıllarınızı nasları anlamada kullanınız. Onları yargılamada kullanmayınız. Çünkü akıllarınız nasları yargılayacak güçte değildir.
Âyette buyurulduğu gibi: "Size İlimden sadece az bir pay verilmiştir. (İsra, 85)

Şeyh Hasan Karakaya ; usul-u Fıkıh
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
bilinmez;137239' Alıntı:
bu konunun tamamen aydınlatıldığının kanaatinde değilim ve bilgimin yetersizliği için konuyu tam olarak aydınlatılmasını rica ediyorum(selahaddin nikli üyeden alıntı yaptığım kısımdaki (VARSA) ALİMLER VE GÖRÜŞLERİ KONUSU)TEŞEKKÜRLER

Mealci geçinen hadis inkarcısı taifenin inkar edip reddetmek için Hadis olması yeterlidir.
Hadis Usulu alimlerince mutevatir sahih diye onaylanmasına rağmen, bu hadis inkarcıları "aklıma yatmıyor", Allah böyle dermi, hiç peygamber böyle yapar mı?, adalet mi? diyerek sahih, mutevatir, Buhari, Muslim vs. olmasını önemsemeden reddetmektedirler.
Evet Rasulullahın aktardığı hadislerin sahihi olabildiği gibi , hasen veya zayıfı da bulunmaktadır. Bu gayri metluv yani kudsi hadis için de geçerlidir. Kudsi hadisde zayıf hadis olumu diye komple kudsi hadisler inkar edilmektedir.
Bunlara misal verecek olursak Hayri Kırbaşoğlu'nu verebiliriz.

Kendi düşüncelerini şöyle savunmaktadırlar:

" Hadis usulcüleri sanıldığının aksine kudsi hadisin haseni de olur, zayıfı da olur, uydurması da olur diyorlar Aslında bir bakıma izahı da mümkün değil. "Sünnet vahiy kaynaklıdır" diyenlere göre izah edilemez. (Altını çizdiğimiz ifadesindeki bizim düşüncemizdir. Bunlara göre sünnet vahiy kaynaklı değilmiş(!)). Çünkü o zaman sünnet vahiyse, hadis-i kudsî de vahiyse aralarında ne fark var? O da vahiy, bu da vahiy. O zaman daha büyük çelişkiye düşülür.
Ama bazıları bunun şöyle bir izahını yapmışlar Mesela bir örnek vereyim. Biz ne diyoruz«Yahu kardeşim, Cenab-ı Hak Kur'an'da namazı emrediyor» diyoruz. Bu ifade Kur'an'da yok. Ama bu sözüm doğru mu benim? Doğru Tartışılan konular ibadetle ilgili değil. Bütün mezhepler mesela namazın rekatları konusunda müttefiktirler. Tartışma akaidle ilgili konulardan çıkıyor. Akaidle ilgili konularda ben şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bir insan sadece Kur'an'da belirtilen iman esaslarıyla yetinse tamamdır oSünnetle, Kur'an'da belirtilmeyen bir iman akidesi oluşturulamaz(!)


_ Hz Peygamber'e Kur'an dışında bîr vahiy geliyor muydu? Yani vahy-i gayri metluv vaki mi? Kur'an dışında kendisine gaybın haberleri veriliyor muydu?

- Kıyamet alametleri, Fiten gibi hadisleri kastediyorsanız, hadisçiler tarafından bu tür hadisler şüpheyle karşılanmıştır. Salih Akdemir Bey'in bana aktardığına göre rahmetli Tayyib Okiç bu türden hadislerin bir çoğunun şüpheli olduğunu söylermiş. Şimdi hadiste bazı kıyamet alametlerinden bahsediliyor. Bunlar zaten Kur'an'da da var. Şayet siyasi ve sosyal hadiselerle ilgili gayb haberleri varsa bunlar uydurmadır. Efendim, diyor ki “Horasan'dan siyah bayraklılar çıkacak. Onlar çıktı mı siz onlara tabi olun

Bu hadis kime işaret ediyor. Ebu Muslim Horasanî'ye Abbasiler hareketini başlatmıştır. Bayrakları da siyahtı. Emevilerin ki de beyazdı. Bunun Ebu Müslim Horasanî taraftarları tarafından uydurulduğu gayet açık ve net görülüyor. Zaten bunu hadisçiler uydurma olarak kabul etmişler. O halde bizim yapacağımız şudur:
1-Yaşayan sünneti bir tarafa bırakacak olursak bize kadar gelen rivayetler, sünnet veya hadis, bunlar bugün için zaten müteradif kabul ediliyor. Bunların içinde Hz. Peygamber modelini bize aktaran malzeme hiç yoktur diyebilir miyiz? Diyemeyiz
2- O halde mevcut kitaplardaki hadislerden gerçek Rasul modelini nasıl çıkarabiliriz? Bunu tartışabiliriz. Bu metodu da önemli olan bir metod dahilinde, bu metodun nasıl olacağını tartışabilmemiz. Bunu Kur'an'dan çıkartmamız gerekmez mi? Onu gelin tartışalım. Sen de ki; Kur'an, O desin ki; akıl Ama gelin tartışalım zaten Fazlurrahman'da böyle bir metod dahilinde, elimizdeki hadis malzemesinden peygamberin Sünnetini ortaya koyabiliriz diyor. Bu malzemelerin bir çoğunu ayıklayalayabiliriz. Bunun için bir metod geliştirebiliriz. Elimizdeki rivayetlerden Kur'an esas alınarak bir model çıkarabiliriz. Sünnet delil olur mu, olmaz mı tartışmasından ziyade bugün gerçek sünnet nelerdir, bunu ortaya koymak için bir metod geliştirmeliyiz? Tabii ki bu metodun birinci maddesi sünnetin Kur'an'la uyum içerisinde olması. Onun dışında tarihi olaylarla çelişmemesi, bilimsel verilerle tezat arzetmemesi. Bazı hadisçiler öyle önemli şartlar ileri sürmüş ki, Mesela hadiste sokak üslubu gibi ifadeler varsa veya ifadesi düşükse bu hadis kabul edilmez. Bunu nasıl bileceğiz. Çok mükemmel Arapça bileceksin, Arap edebiyatının zevkine dahi varacaksın ki, peygamber bunu söyleyebilir mi, söyleyemez mi bileceksin...."



Gördüğümüz gibi hadis usulu ilmine rağmen , o ilmin ve alimlerin aklını ve metodunu beğenmeyerek yeni metodlar çıkararak, aklına uygun olanların kabul edilmesini savunmaktadırlar.
Halbuki 1400 senedir İslam aleminde bu taifeden başka, hadislere şüphe katan, şüpheyle yaklaşılmasını sağlayan, ilim ehline itibar etmeyen kimse çıkmış mıdır?
Bu nefsi itham bugüne kadar ki ehli sünnet akaidinin sıhhatini ve doğruluğunu zan altında bırakmaktadır.
Hadis usulu alimleri ve hadis usulu ilmine göre hadislerin "sağlamlık, güvenilirlik kaydı" ilimle verilmekte, kimsenin nefsine, ırkına, çıkarına kayırma gözetilmeden incelenip, bildirildiği için ittifakla kabul edilmekte, amel edilmektedir.


Beyhaki şu hadisi zikreder:
Bizden işttiği hadisi işittiği gibi aynen rivayet edenin (c.c.) yüzünü ağartsın. Çünkü kendisine aktarılan bazı kimseler dinleyenden daha iyi beller

(İbnu Mace Mukaddime: 18; Darimi Mukaddime: 24; Tirmizi: 2657; Musned: 1/427; Ebu Davud: 3660)
İleride açıklayacağımız gibi bu hadis mutevatirdir.

İmam Şafii de şöyle der:
Rasulullah (s.a.v.) kendi sözünün dinlenip ezberlenmesi ve hakkıyla aktarılmasını (Risale, 402 ve Delailu’n Nübüvve 1/23’de ibare şöyledir: “Rasulullah (s.a.v.) kendi sözünün dinlenip ezberlenmesi ve hakkıyla aktarılmasını her ferde tavsiye edince..”) tavsiye etmiştir. Bu da onun ancak huccet olan şeyleri emrettiğinin delilidir. Çünkü (Çünkü diye başlayan kısım Delail’de yok) bu ya yerine getirilmesi gereken bir helaldir veya kaçınılması gereken bir haramdır veya da yerine getirilmesi gereken bir haddir veyahutta alınıp verilmesi gereken bir maldır veyahutta din ve dünya ile ilgili bir nasihattır.

(Risale, s. 403’de ibare şöyledir “..din ve dünya ile ilgili bir nasihattır. Bu da şunu gösterir. Fıkhi bilgiyi fakih olmayan da ezberleyebilir. Bu durumda onu ezberlenmiş olur. Fakih olmaz”)

Beyhaki daha sonra Ebu Rafi’in rivayet ettiği hadisi zikreder (Delail: 1/24.): Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdular:

Sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, kendisine emrettiğim veya nehyettiğim bir haber geldiğinde “bunu bilmiyorum”. Biz Kur’an’databi oluruz” derken bulmayayım
(Ebu Davud Sünnet: 4605; İbnu Mace Mukaddime: 2; Tirmizi İlim: 10.)

Beyhaki daha sonra da el-Mikdam b. ma’dikerib hadisini zikreder:

Rasulullah (s.a.v.) Hayber günü bazı şeyleri haram kıldı. Ehli eşek eti vb. bunlardandır. (Hadis Ebu Davud’da el-Mikdam b. Ma’dikerib’den şu lafızla rivayet edilmiştir: “Dikkat edin! Yırtıcı tırnaklı hayvan, ehli eşek ve zimminin malı haramdır...” Delailu’n Nubuvve: 1/24.)

Allah Rasulu (s.a.v.) daha sonra şöyle buyurdular:
Kişinin koltuğuna oturup, bir hadisimi naklederek şöyle demesi yakındır: “Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı var (c.c.. Onda helal olarak bulduğumuzu helal sayar, haram olarak bulduğumuzu da haram sayarız” Dikat edin! Rasulullah’ın (s.a.v.) haram kıldığı da Allah’ın (c.c.) haram kıldığı gibidir


İmam Şafii şunu da der:

Allah Teala’nın Rasulullah’a tabi olunamasını farz kılışı Rasulullah’ı görenler ile onlardan sonra kıyamete kadar gelenleri kapsar.

Beyhaki bundan sonra senediyle beraber Meymun b. Mihran’ın “birşey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasulune arz ediniz” (Şura: 42/52)

ayetiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder:
- “Alimler şöyle demiştir: Allah’a (c.c) arz etmekten murad, kitabıdır. Rasulullah’a (s.a.v) arz etmekten murad, vefat ettikten sonra sünnetine arz edilmesidir.”

Beyhaki daha sonra Ebu Davud’un Ebu rafi’den rivayet ettiği hadisi zikreder: Rasulullah (sav) şöyle buyurdular:
Sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, kendisine emrettiğim veya nehyettiğim bir haber geldiğinde “bunu bilmiyoruz. Biz Kuran’da bulunduğumuz tabi oluruz” derken bulmayayım.”


İmam Şafii de şöyle der:

Bu hadis, onunla ilgili Kuran’da bir ayet bulamasalar bile muminlerin Rasulullah’tan (s.a.v) gelen emre uymayanları bildirip, buna uymanın zaruri olduğunu ortaya koymaktadır.

Beyhaki daha sonra yine Ebu Davud’dan, el-İrbat b. Sariye’den gelen hadisi zikreder:
O an beraberinde bulunan ashabı da bulunduğu halde (fethetmek üzere) Rasulullah (s.a.v) ile birlikte Hayber’e geldik. Hayber’in başındaki adam da azılı bir kafirdi. Rasulullah’ın (s.a.v) gelip şöyle dedi:
-Ya Muhammed! Eşeklerimizi boğazlayıp, ürünlerimizi yiyip, kadınlarımıza da vurma hakkınız varmı?

Bu söz üzerine Rasulullah (s.a.v) celallendi ve şöyle buyurdu:
-İbnu Avf! Atına atla git te (ashabıma cennete sadece müminlerin gireceğini ve) namaza toplanmalarını söyle.

Onlar da toplandılar. Rasulullah namazı kıldırdıktan sonra ayağa kalkıp şöyle hitap etti:
- Sizden biriniz koltuğuna yaslanıp, Allah sadece Kur’an’da haram kıldığı şeyleri yasaklamıştır diye düşünerek böyle mi zanneder? Dikket eden! Vallahi ben de bazı şeyleri emrettim ve anlattım. Bazı şeyleri de yasakladım. Benim emirlerim ve yasaklarım da yanı Kur’an gibidir, belki de daha önceliklidir. (Bilesiniz ki) Allah Teala sizlere, izin verilmedikçe zimmilerin evine girmezinizi, kadınlarına vurmanızı ve gerekli öşrü verdileri takdirde ürünlerini yemenizi yasaklamıştır.

(Ebu Davud: 3050; Beyhaki Sunne: 9/204.)



Hadisleri Reddeden Bir Takım Kimselerin Delil Olarak Getirdikleri, Zayıf Şahısların Rivayete Olan “Sünnetin Kur’an’a Arz Edilmesi’ne Dair Ki Haberlerin Batıl Oluşu:


İmam Şafii şöyle der:

Rasulullah’tan gelen bazı hadisleri reddeden bir kimse bana şu hadisi delil olarak gösterdi:
Benden size gelen haberi Kur’an’a arz edin. Onu uyuyorsa, onu ben demişimdir. Kur’an’a uymuyorsa onu ben demedim

O kimseye şöyle dedim:
- Az çok rivayeti sahih olan hiçbir kimse bunu rivayet etmemiştir. Bu mechul bir kimseden gelen munkatı’ bir rivayetteri. Biz ise böyle rivayetleri herhangi bir konuda delil olarak kabul etmeyiz.

Beyhaki de şöyle der: İmam Şafii bu sözüyle Halid b. Ebi Kerime’nin Ebu Ca’fer tarikıyla Rasulullah’tan rivayet ettiği hadisi kastetmiştir.
Hadis şöyledir:
Rasululah yahudileri çağırır ve onlara sorular sorar. Onlarda anatırlar. Bu arada İsa’ya da iftirada bulunurlar. Bunun üzerine Rasulullah minbere çıkar ve insanlara hutbe irad eder:

“- Benden sonra hadisler yayılacaktır. Size Kur’an’a uygunu olarak gelen hadisler bendendir. Kur’an’a muhalif olarak sizlere gelen hadisler bendendir. Kur’an’a muhalif olarak sizlere gelen hadisler ise bana ait değildir
(Mecmue’z Zevaid: 1/170)

Beyhaki bu rivayet için şöyle der:
Hadisler Kur’an’a ters düşmez. Bilakis Rasulullah’ın hadisleri, Allah Teala’nın ayetle am mı has mı, nasih mi mensuh mu kastettiğini açıklar. Akabinde Rasululah’ın sünetiyle ortaya koyduğu(ve açıkladığı) farzlar insanlara mecburi olur. Allah Rasulu’nün emirlerini kabul eden kimse, Allah’ın emirlerini kabul etmiş olur.

Beyhaki de der ki:
Bu hadis hepsi de zayıf olan başka tariklerle de rivayet edilmiştir.

Beyhaki daha sonra İbnu Vehb, Amr b. el Haris, el Esteğ b. Muhammed b. Ebu Mansur tarikıyle şu hadisi rivayet eder:

Ebu Mansur’a ulaştığına göre Rasululah şöyle buyurmuştur:
“- Hadisler üç kısma ayrılır: Size benden gelen ve Allah’ın kitabında geçmesi sebebiyle bildiğiniz hadisleri kabul edin. Size benden gelen fakat Kur’an’da bulamadığınız ve yerini tesbit edemediğiniz hadisleri kabul etmeyin. Keza benden size gelen ve tüylerinizin diken diken olduğu, gönüllerinizin kırıldığı ve Kur’an’da onun aksini bulduğunuz bir rivayet gelince onu da reddedin


Beyhaki der ki: Bu mechul bir kimseden gelen munkatı’ bir rivayettir.
Beyhaki daha sonra Asım b. Ebi’n Necud (Asım b. Ebi’n Necud. Yedi kurradan biri. Adı Asım b. Behdele el-Kufi’dir. Benu Esed’in mevla’sıdır. Kıraata güvenilirdir. Hadiste ise daha alt seviyededir. Saduk’tur), Zirr b. Hubeyş, Ali b. Ebi Talib tarikıyla şu rivayeti nakleder:

“-Benden sonra raviler olacak, hadislerimi rivayet edecekler. Rivayet ettikleri hadisleri Kur’an’a arz edin. Kur’an’a muvafıksa rivayet edin, Kur’an’a muvafık değilse onu almayın

Beyhaki şöyle der: Darekutni demiştir ki:
- Bu hadiste vehm vardır. Doğrusu hadisin Asım tarikıyla Zeyd b. Ali’den munkatı’ olarak gelmiş olduğudur.

Beyhaki senedini de zikrederek Bişr b. Numeyr, Huseyin b. Abdillah tarikıyla onun bbasından onun da Ali’den naklettiği hadisi zikreder:
Rasulullah şöyle buyurmuşlardır:
- “Bazı insanlar olacak, benden hadis rivayet edecekler. Size bir kimse hadis rivayet ettiğinde bu Kur’an’a muvafıksa, onu ben dedim. Size bir kimse de hadis rivayet ettiğinde bu Kur’an’a muvafık değilse onu ben demedim

 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Resûlullah'ın (s) çevresindeki cahil bedeviler ya da münafıklar,GAYB bilgisine enteresan örnekler vermişlerdir:

Müslüman ordusu Bedir'e giderken karşılaştıkları bir bedevi, Hz. Peygamber'e soruyor: "Sen Allah'ın elçisi misin?" "Evet" cevabını alınca da, "O halde devemin karnındaki nedir?" diye Resûlullah'ı (s) imtihan ediyor. Fakat böyle bir sorunun Resûlullah'a (s) yöneltilmesinin abesliğini bilen bir sahabe (Seleme b. Selâme) hemen müdahale ediyor: "O soruyu Resûlullah'a (s) sorma. Bu tarafa gel, bana sor..." diyerek Hz. Peygamber'in bile kınayacağı galiz bir cevapla bedeviyi uzaklaştırıyor.[1]

Hz. Peygamber (s), Tebük seferinde devesini kaybetmiştir. Beşerî usul ve imkânlarla devesini aratan Resûlullah'ın aleyhinde bir münafık şu sözleri sarfeder: "Kendisinin peygamber olduğunu ve gökten haberler aldığını söyleyen bir adam, kaybolan devesinin yerini bilmiyor, hayret! "[2]

Mekke'nin fethinden sonra bir heyet göndererek Hz. Peygamber'e (s) bey'at edip müslüman olan Bahreyn'li Abdu'l-Qays kabilesi, Resûlullah'ın (s) vefat haberini aldıklarında "Eğer Muhammed peygamber olsaydı ölmezdi" diyerek irtidad etmişlerdi.[3]



GAYB'A DAİT ÖRNEKLERE DEVAMLA;


Biraz önce açıkladığımız dört özelliği ayrı ayrı örnekler üzerinde gösterelim.

• Örnek: 1

Dünyanın ömrünün 7000 yıl olduğu, Hz. Peygamberin altıncı 'bin'in sonlarında gönderildiği; Mehdi ve Deccalin zuhur tarihleriyle kıyametin kopuş tarihinin hesaplanmasına esas alınan bütün rivayetler uydurmadır.

Yaşadığı dönemde bütün bu ihbarlara inanan ve onları "El-Keşf min mucâvezeti hâzihi'l-umnıeti'l-elf' isimli risalesinde derleyen İmam-ı Suyutî (911) günümüzde yaşamış olsaydı, herhalde bu risalesini yazdığından ötürü hayli hayıflanırdı. Çünkü zaman, İmam Suyutî'nin verdiği bütün ihbarları yalanlamıştır.

Nitekim 13. hicrî asırda yaşayan müfessir Âlûsi(1217-1270), A'raf: 187 âyetinin tefsiri münasebetiyle, Suyutî'nin adı geçen risalesini tanıttıktan sonra şöyle devam eder: 'Eğer içinde bulunduğumuz yüzyılın sonuna kadar mehdî zuhur etmezse onun (Suyutî'nin) dayandığı bütün deliller yıkılır.. .'"(Menâr tefsiri, ilgili âyetin yorumunda, naklen).

Evet Âlûsî'nin içinde yaşadığı 13. yüzyıl çıkalı bir yüzyıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ yaşyoruz ve hâlâ hesap yapanlarımız, hâlâ tarifine uygun bir mehdî bekleyenlerimiz var.

• Örnek: 2

Buhari'de şöyle bir hadis yer almaktadır. (56: 95 ve 61: 25'de):
'Siz Türklerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz..."[1] ve Nesâî’de(25:42) ise hadis şu şekildedir:

"Müslümanlar Türklerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz..."
Hepsi Ebu Hureyre'den rivayet edilen bu hadislerin devamında, Türklerin fiziksel tasvirleri de verilmiştir: "...küçük burunlu yassı burunlu..."

Tirmizi ve İbn Mace'de ise 'Türk' ismi tasrih edilmemekte "Siz, küçük gözlü, yassı burunlu... bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz." denmektedir.[2]

İmam Ahmed'in Müsned'inde ( 5/348-49) ise, Bureydetu'l-Eslemi'den (r)

"Ûmmetimi: yavan yüzlü, küçük gözlü... bir kavim üç defa önüne katarak Arab yarımadasına sürecek..." Dediler: Ey Allah'ın nebisi, kimdir onlar?" Cevap verdi: “Onlar Türklerdir. Allah'a andolsun onlar, müslümanların mescidlerinin direklerine atlarını bağlayacaklar.'

Rivayetin devamı ise şöyle:

"Hz. Peygamber'den (s) duyduğu bu haberden dolayı, Bureyde(r), "Türk emirlerinin belasından (hîn-i hacette) kaçıp kurtulmak için yanında daima iki veya üç deve ile gerekli yol malzemesini bulundururdu."

Şarih İbn Hacer, Emevîler döneminde Türklerle savaşılmış dduğunu hatırlatmasına rağmen (Feth: 6/609), kıyametin neden kopmadığını izah etmez. Yine, İbn Hacer, yaşadığı dönemde, artık Türklerin, ne Araplarla ne de müslümanlarla savaşmadıklarını; çünkü kendilerinin müslümanların safına geçmiş bulunduklarını ve kafirlere karşı savaşmakta olduklarını da hatırlatmaz.

Fakat Türklerin menşei hakkında şu ilmî(!) izahı vermekten geri kalmamaktadır ''Vehb b. Münebbih'den: 'Onlar (Türkler), Ye'cüc ve Me'cüc'ün amca oğullarıdır. Hz. Zulqarneyn (s), şeddi inşa ederken Ye'cüc ve Me'cüc'ün bir kısmı şeddin dışında bulunuyorlardı. Onlar (farkına varılmadan) şeddin dışınaterkolunduklarından türk' ismini aldılar."

(Bir dönemin Türk düşmanlığının tefsir kitaplarına da nasıl yansıdığını; oralarda, yukarda verilen Vehb b. Münebbih'inkine benzer rivayetlerle Türklerin nasıl yamyamlaştırıldığını... toplu halde görmek için bkz: Ye'cüc ve Me'cüc ve Türkler - Doç. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi c. XX, s. 97-125)

• Örnek: 3

İslâm tarihinde genel olarak "Haricîler" diye adlandırılan, çoğunlukla bedevî kabilelerden oluşan ihtilalci bir fırka vardır.
Hz. Osman'ın (r) öldürülmesine sebep olan isyanda rol alan, 'hakem olayı'na kadar Hz. Ali (r) ile beraber olmalarına rağmen hakemlerin kararlarından sonra "Hüküm ancak Allah'ındır" sloganını atarak ondan ayrılan ve düşmanlıklarını sürdürmeleri sonucu Hz. Ali (r) tarafından Nehrevân'da kılınçtan geçirilen, fakat haşin tabiatları ve ihtilalci karakterleriyle Emevî ve Abbasî iktidarlarını uzun zaman uğraştıran ve hatta yer-yer bağımsız devletçikler niteliğinde görünümleriyle ve siyasî-itikadî görüşleriyle İslâm tarihine damgasını vuran bu fırka aleyhinde gaybî ihbar niteliğinde bir rivayet vardır.

Bu rivayet; hemen hemen bütün hadis, sîret, tarih ve nihal (mezhepler) kitaplarında çeşitli şekillerde yer almaktadır. Haricîlerin zemmi ve onlarla savaşılmasının emredilmesi muhtevasındaki bu rivayet (hadis) hakkında İbn Teymiyye'nin "Hadisçilere göre bu hadis mütevatirdir" dediği bildirilmektedir.[3]

Bu hadisin en yaygın haliyle önce anahatlarını bölümlere ayırarak verelim:

a) Resûlullah (s) bir ganimet dağıtımı yapmaktadır;

b) Bu fiilini seyreden bir bedevî onun adaletli davranmadığını söyler;

c) Resûlullah bu itham karşısında sinirlenir ve bedeviye teessüf eder;

d) Bazı sahabeler bedevîyi öldürmek için Resûlullah'dan izin isterler;

e) Resûlullah (s) onları bundan men eder (ve şöyle der):

f) "Bunun soyundan öyle bir kavim çıkacak ki,

g) onların ibadetleri yanında kendi ibadetlerinizi azımsarsınız (yani onlar çok ibadet ederler);

h) çok Kur'an da okurlar fakat okudukları Kur'an boğazlarından aşağı geçmez (kalplerini etkilemez)

i) Onlar, bir okun hedefini delip geçmesi gibi bir anlık İslama girmiş ve hemen çıkmışlardır.

j) Siz onlarla karşılaştığınız zaman onlarla 'Ad kavmi öldürülüşüyle (yani 'Ad kavmi nasıl yok edildiyse öyle yokedercesine) savaşın."

Okuyucuya kolaylık sağlamak için hadisin her bölümünün bazı varyantlarını sadece Müslim'in Sahihinden (Kitab: 12, Hadis: 140-160) irdeleyelim, (parantez içindeki rakamlar hadis numaralandır):

a) Ganimet Huneyn savaşından elde edilmiştir, dağıtım Ci'rane'de yapılmaktadır (142) / Ganimeti Ali (r) Yemenden göndermiştir (144) / Ganimetin kaynağı ve dağıtım yeri belli değildir. (148)
b) Küstah bedevî Temimli Zu'l-Huveysıra'dır (148) / İsim verilmemiştir. (Diğerleri)

c) Bedevî ile Resûlullah (s) arasındaki konuşma ve bedevînin tasviri farklı farklıdır. (142, 143, 144)

d) Bedevîyi öldürmek isteyen Ömer'dir (r). (142) / Halid b. Velid'dir (r). (143) / Her ikisidir (145)

e) Halid b. Velid, bedeviyi öldürme konusunda Resûlullah'la (s) tartışmıştır (144) / tartışma yoktur. (143)

f) "Bunun soyundan öyle bir kavim çıkacak ki..." (145, 146) / "Bunun soyundan öyle bir kavim var ki..." (143) /"Bu ve arkadaşları...l42) / "Ümmetimden bir kavim çıkacak ki..." (156)

g) İbadetlerden namaz ve oruç sayılmıştır. (148) / Bu bölüm yoktur. (142-144)

h) Okudukları Kur'ân boğazlarından aşağı geçmez (142-144) / Namazları boğazlarından aşağı geçmez (156).

i) Bu cümle her hadiste yeralmamıştır.

j) Ad kavmi (143) / Semûd kavmi (şüpheli ibarelerle) (144, 145)/

Diğer hadislerde bu cümle yok.

Diğer kaynaklarda da aynı ihtilafları -hatta daha fazlasıyla-görmek mümkündür.

Sadece bir kısmını verdiğimiz bu varyantlar üzerinde düşünülürse:

1) Rivayetin herhangi bir bölümünün lafzen mütevatir olmasına imkân bulunmadığı;

2) Bazı rivayetlerde, (f, şıkkı varyantlarında) Hz. Peygamber'in (s) sözlerinin "geleceği ihbar' niteliğinde olmayıp zamanındaki bir vakıanın tasviri olduğu sonuçlarına varılacaktır.




Kaynak:

[1] (Vâqıdî: c.l, s. 460; İbn Hişam: c. 1-2, s. 613)
[2] (Vaqıdî: c. 3, s. 1010, İbn Hişam: c. 3-4, s.523, Taberî-Tarih: c. 3, s. 106).
[3] (Taberî, Tarih: c. 3, s. 302)
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Hz. Peygamber geleceği biliyor muydu? Gaybtan haber vermiş midir?

Fiten hadisleri konusunda doğru değerlendirmeler yapabilmek ve Hz. Peygamber'in gaybı ne kadar bildiğini anlayabilmek için, öncelikle Kur'an ve Sünnet'in meseleye bakışının tespit edilmesi gerekmektedir. Bu kriterler ışığında yapılacak yorumlar daha sağlıklı ve isâbetli olacak, hakîkate ulaşmada büyük imkanlar sağlayacaktır.

Bir beşer olarak diğer insanlardan farkı olmayan,[[1]] ancak kendisine vahyedilen Hz. Peygamber, Allah bildirmedikçe gayb olan geçmişi,[[2]] o an yaşanan olayların iç yüzünü[[3]] ve geleceği[[4]] bilememektedir. Bu husus sadece son peygamberle ilgili olmayıp bütün peygamberler için geçerlidir. Âyet-i kerimede "böylece (Allah), vahyedilmesini uygun gördüğü her şeyi kuluna vahyetmiş oldu"[ Necm, 53/10] denilmektedir. Bu ifâde, "en derûnî anlamıyla, Allah'ın, seçilmiş peygamberlerine bile, varlığın, hayatın ve ölümün gerçek anlamını, evreni yaratmasındaki maksadını ve bizzat evrenin kendisinin gerçek mahiyetini tamamen açmadığı"[[5]] anlatılmak istenmektedir.

Hz. Peygamber'i sihirbaz ve kâhinlerle karıştıran, onun şahsiyetini ilah, cin ve melek şeklinde düşünen, sadâkatini ancak gaybtan haber vererek ispat edebileceğine inanan Yahûdî, Hıristiyan ve müşriklere karşı Kur'an-ı Kerim, Rasûl-i Ekrem'e:

"Melek olduğunu söylemediğini, insan idrâkini aşan şeyleri bildiğini iddiâ etmediğini ve Allah'ın hazînelerinin kendi yanında olduğunu ileri sürmediğini"[ En'âm, 6/50.] söylemesini emretmektedir.

Aynı şekilde, âyet-i kerime'de;

"(Ey Peygamber) de ki: 'Allah dilemedikçe, kendime bir yarar sağlamak ya da kendimden bir zararı uzaklaştırmak benim elimde değil. Eğer insan kavrayışının ötesinde olanı bilseydim, muhakkak ki, bahtiyarlık adına ne varsa ondan payıma daha çoğu düşerdi ve kötülük asla yaklaşmazdı bana. (Ama) ben sadece bir uyarıcıyım ve inanan bir topluma iyi haberler getiren bir müjdeci" b-n.(A'raf, 7/188) buyurulmaktadır.

Mâturîdî (333/911) bu âyeti: "Ben gaybı bilseydim ve bu sâyede size gelecek zararları giderip, menfaat elde etmenize vesîle olabilseydim bana îmân ederdiniz. Bana îmân edenlerin sayısının çok olması da Allah katında sevâbımın artmasına sebep olurdu"[[6]] şeklinde tefsir etmektedir.

Zemahşerî (538/1143) de: "Eğer gaybı bilseydim harplerde bazen galip bazen mağlup, ticarette bazen kârlı bazen zararlı, yönetimde bazen isâbetli bazen hatâlı olmazdım" şeklinde yorumlamaktadır.[[7]]

Fahreddin er-Râzî ise, (606/1209) Rasûlullah'ın gaybı bilmediğini bu âyetin açıkça ortaya koyduğunu ifâde etmektedir.[[8]]

Hz. Peygamber'in yaşadığı devirdeki bir çok olayın iç yüzünden haberdar olmadığı bilinmektedir. Nitekim O, âyet-i kerime ininceye kadar İfk hadisesinin (6/627) doğru olup olmadığını;[[9]]

Tebük seferine (9/630) katılmayanların ileri sürdükleri mâzeretlerin ne derece gerçek olduğunu;[[10]]

Mescid-i Dırâr'ı inşâ edenlerin niyetlerinin Müslümanları parçalamak olduğunu[[11]] önceden bilememektedir.

Târihe elim vak'alar olarak geçen Reci'[[12]] (4/625) ve Bi'r-i Mâûne[[13]] (4/625) hadiseleri de, Hz. Peygamber'in kendisine bildirilmedikçe gelecekten habersiz olduğunu göstermektedir.

Hüzeyl ve Necid'lilerin "İslâmiyet'i öğrenmek istiyoruz" bahânesi ile Rasûlullah'tan öğretici istedikleri, sonra da kalkıp bu kimselere pusu kurarak suikast düzenledikleri ve acımasızca bu masum öğreticileri şehid ettikleri tarîhen sâbittir. Allah Rasûlü eğer onların bu kötü maksadını önceden bilseydi, bu yetmiş sahabîyi oraya kesinlikle göndermezdi.[[14]]

Zîra, Hz. Peygamber'i çok yakından tanıyan Enes b. Mâlik, hâfızların öldürüldüğü gün, Rasûlullah'ı daha önce hiç bu kadar üzgün ve sarsılmış olarak görmediğini ifâde etmektedir.[[15]]

Aynı şekilde Mû'te harbinde (8/629) şehid olan Zeyd b. Hârise, Abdullah b. Revâha ve Ca'fer b. Ebi Talib'in ölüm haberlerini aldığı zaman çok üzüldüğü ve gözlerinden yaşların aktığı kaynaklarda mevcuttur.[[16]] Bu ifâdeler, Rasûlullah'ın ölüm haberi kendisine ulaşmadan önce durumdan habersiz olduğuna işaret etmektedir


Öte yandan bir düğün töreninde "aramızda yarın ne olacağını bilen bir Peygamber var"[[17]] diye şiir söyleyen câriyenin böyle söylemesinin doğru olmadığını nezaketle belirten Hz. Peygamber: "Hayır öyle demeyin! Yarın ne olacağını ancak Allah bilir"[[18]] diyerek gördüğü yanlışı hemen düzeltmiştir.

Osman b. Maz'un hakkında "Allah'ın sana ikramda bulunacağına şehâdet ederim" diyen Ümmü'l-Â'la'ya (6/627) hitâben: "Allah'ın ona ikram edeceğini nereden biliyorsun?" diye sormuş, onun: "Anam, babam sana fedâ olsun ey Allah'ın Rasûlü! Peki, Allah (c.c.) kime ikram eder?" diye cevap vermesi üzerine, O: "Osman b. Maz'un ölmüştür ve onun için Allah'tan hayır dilerim. Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ın Rasûlü olduğum halde ne muamele göreceğimi bilmiyorum"[[19]] diyerek insanların bir takım hatâlı düşüncelere düşmesini önlemiştir. Hz. Peygamber'in bu tarz ifâdeleri, onun insan kavrayışının ötesindeki bir takım gerçeklere tam anlamıyla muttalî olmadığının bir işâretidir.

Mahşerde ümmetinin affedilmesini isteyen Hz. Peygamber'e:

"Sen onların senden sonra neler yaptıklarını bilmiyorsun"[[20]] denileceği haber verilmektedir. Bu hadîs-i şerif, gelecekte ümmetinin neler yaptığından Hz. Peygamber'in bilgisinin olmadığını ortaya koymaktadır. Zîra, Hz. Îsa'dan sonra, onun takipçilerinin yaptıklarından Hz. Îsa'nın haberinin olmadığı da Kur'an-ı Kerim'de ifâde edilmektedir.[ Mâide 116-118]
Bu bakımdan gelecekte yaşanacaklar konusunda da bütün peygamberlerin sınırlı bir bilgiye sahip oldukları anlaşılmaktadır.

Aynı şekilde, Hz. Peygamber'in kâdı olarak hüküm verirken dâvâsını daha iknâ edici delillerle savunanın lehine hüküm verebileceğini, hakîkatte kimin haklı kimin haksız olduğunu bilemeyeceğini, bu nedenle haksız olan tarafın, dâvâsını savunarak karşı tarafın hakkını almamasını tavsiyesi[[21]] de, onun gaybı bilmediğini göstermektedir.

Nitekim Hz. Âişe: " ….Kim Muhammed'in yarın ne olacağını haber verdiğini sanıyorsa, şüphesiz o Allah'a büyük bir iftirâda bulunmuş olur. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: 'Göklerde ve yerde olan hiç kimse, (yani) Allah'tan başka (hiç kimse), yaratılmışların duyu ve tasavvur alanı dışında kalan gerçekleri bilemez. (Yaratılmış olanlar) öldükten sonra ne zaman diriltileceklerini de bilemezler'[Neml, 27/65.]"demektedir.[[22]]

Hz. Âişe'nin bu beyânına rağmen[[23]] aktarılan bir rivâyette, 'Hz. Peygamber'in sabah namazını kıldırıp minbere çıktığı ve öğlene kadar konuşma yaptığı, daha sonra öğle namazını kıldırıp ikindiye kadar konuştuğu, müteakiben ikindiyi kıldırıp güneş batıncaya kadar konuştuğu ve kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeyleri anlattığı'[[24]] ifâde edilmektedir. Bu rivâyet daha en baştan, "namazı kısa tutmayıp hasta, zayıf ve ihtiyaç sâhiplerini gözetmeyerek, insanları camiden soğutanları sert bir şekilde uyaran ve insanların sıkılmasını hoş karşılamayan",[[25]]

"Allah'a yemin olsun ki, sözü yeteri kadar söylemeyi uygun görürüm. Şüphesiz sözü tadında bırakmak, uzatmaktan çok daha iyidir"[[26]] diyen Hz. Peygamber'in Sünnet'iyle bağdaşmamaktadır. Aynı şekilde, "Rasûlullah, bizi usandırmamak için belirli günlerde vaaz ederdi"[[27]] şeklinde onun uygulamasını aktaran sahâbînin sözleriyle de çelişmektedir. Dolayısıyla, bu rivâyetin zayıf olduğu görülmekte olup, Hz. Peygamber saatler süren bir konuşmasında kıyâmete kadar olmuş ve olacak olaylardan bahsetmemiştir. Bu itibarla Hz. Âişe'nin sözleri daha tutarlı ve iknâ edicidir.

Kur'an dışı vahiylerle Hz. Peygamber'in gaybe muttalî kılınması söz konusu olmakla beraber,[[28]] onun gelecek hakkında söylediği genel hükümler ifâde eden bazı sözlerini vahye mahzar olmadan kendi değerlendirmesiyle söylemesi mümkündür. Nitekim onun, Medine'de siyâsî, etnik, dînî ve sosyal faktörleri göz önünde bulundurarak bir devlet kurduğu ortadadır.

O, bu dengelerin muhâfazasının zor olduğunu ve bunlar bozulduğu takdirde iç karışıklıkların çıkacağını herkesten çok daha iyi bilmektedir. Bu bilgiye basîreti, firâseti, tecrübesi ve sağlam muhâkeme yeteneği sonucu ulaşması ve bunlara istinâden ümmetini bâzı konularda bir takım benzetmelerle ve umûmî ifâdelerle uyarması imkan dahilindedir. Halifelerin şehid edilmesiyle başlayan kargaşa ve karışıklıklar döneminde ashâbın bu olayları Hz. Peygamber'in önceki uyarılarıyla ilişkilendirerek değerlendirmeye çalışmış olmaları da mümkündür.

Hz. Peygamber'in kıyâmete yönelik bir kısım uyarıları ise, "küresel kıyâmet"le ilişkilendirmek yerine, iktidarın el değiştirmesi ya da yönetimin yıkılması ve sonrasında meydana gelebilecek karışıklıklar şeklinde anlaşılabilir. Zîra, rivâyetler bu şekilde değerlendirildiğinde onun kehânet türünden bilgiler aktarmadığı, siyâsî ve sosyal içerikli konularda ümmetine bazı stratejik bilgiler verdiği, karşılaşabilecekleri muhtemel sıkıntıları aşmaları için yapmaları gerekenler konusunda onları uyardığı ve bunun da gâyet normal bir durum olduğu görülecektir.

KAYNAKLAR:

--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bu konu ile ilgili geniş bilgi için bkz. ERDOĞAN, M. Vahiy-Akıl Dengesi Açısından Sünnet, s. 222-228.
[2] Âl-i imrân, 3/44; Hûd, 11/49; Yûsuf, 12/102.
[3] Tevbe, 9/107-108; Nûr, 24/11-16; Tahrîm, 66/3.
[4] En'âm, 6/50, A'raf, 7/188; Ahkâf, 46/9. Ayrıca bkz. Yûnus, 10/20; Kehf, 18/23-24; Lokmân, 31/34.
[5] ESED, Muhammed, s. 1081, 53/10, 6 no'lu dipnot.

[6] MÂTURÎDÎ, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, Te'vilâtü'l-Kur'an, (Te'vilâtü Ehli's-Sünne), (I-II), 1a-814b, Topkapı/ Medine; no: 180, I, 219a-219b.

[7] ZEMAHŞERİ, Cârullah Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Akvâl fî Vucûhi't-Te'vîl, thk. Mustafa Hüseyin Ahmed, Kahire, 1953, II, 145. Krş. KURTÛBÎ, el-Câmî, VII, 336; ŞEVKÂNÎ, Muhammed Ali, Fethu'l-Kadir el-Câmiu beyne Fenneyi'r-Rivâyet-i ve'd-Dirâyeti min İlmi't-Tefsîr, (I-V), Kahire, 1964, II, 274.

[8] RÂZÎ, Mefâtîhu'l-Gayb, XV, 69.
[9] Nûr, 24/11-16.
[10] Tevbe, 9/94.
[11] Tevbe, 9/107-108.
[12] TABERÎ, Tarih, II, 538-544.
[13] TABERÎ, Târih, II, 545-554.
[14] BUHARÎ, 64/Megâzi, 28 (V, 40-44); 56/Cihad, 9 (III, 204).
[15] BUHARÎ, 23/Cenâiz, 41 (II, 84).
[16] BUHARÎ, 23/Cenâiz, 4, 44 (II, 72, 87).
[17] BUHARÎ, 67/Nikah, 48 (VI, 137), 64/Megâzi, 12 (V, 15); TİRMÎZÎ, 9/Nikah, 6 (III, 399).

[18] İBN MÂCE, 9/Nikah, 21 (I, 611).
[19] BUHARÎ, 23/Cenâiz, 3 (II, 71).
[20] BUHARÎ, 92/Fiten, 1 (VIII, 86-87).
[21] BUHÂRÎ, 52/Şehadât, 27 (III, 162); 93/Ahkâm, 20 (VIII, 112); MÜSLİM, 30/Akdiye, 3 (II, 1337); EBÛ DÂVUD, 23/Akdiye, 7 (IV, 13-15); MÂLİK b. ENES, Muvattâ, thk. M. F. Abdulbâkî, (I-II), Çağrı Yay., 1992, 36/Akdiye, 1 (II, 719).

[22] MÜSLİM, 1/İman, 77 (I, 159); TİRMÎZÎ, 44/Tefsîru'l-Kur'an, 6 (V, 262-263).

[23] "Hz. Âişe'nin yaptığı tenkidlerin hareket noktası Kur'an ve Sünnet'tir. O, bu iki kaynaktan aldığı İslâmî kültüre kendi düşüncelerini de katarak pek çok meselede İslâmî cemiyeti aydınlatan bir ilim ve fazîlet meş'alesi olmuştur." Bkz. HATİBOĞLU, Mehmet Said, "Hazreti Âişe'nin Hadis Tenkitçiliği", AÜİFD., XIX, 72, Ank., 1973.
[24] MÜSLİM, 52/Fiten, 6 (III, 2217). Ayrıca bkz. NESÂÎ, 6/Mevâkit, 55 (I, 297).
[25] BUHÂRÎ, 3/İlim, 28 (I, 31); 93/Ahkâm, 13 (VIII, 109); İBN MÂCE, 5/İkâme, 48 (I, 315-316); İBN HANBEL, IV, 118, 119 V, 273.

[26] EBÛ DÂVUD, 40/Edeb, 86 (V, 275-276).
[27] BUHÂRÎ, 3/İlim, 11, 12 (I, 25); MÜSLİM, 50/Münâfikîn, 19 (III, 2172-2173 ); TİRMÎZÎ, 41/Edeb, 72 (V, 142) İBN HANBEL, I, 377, 378, 427, 440, 443, 462, 465, 466, IV, 203.
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Peygamber geleceği biliyormuydu ?

Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle başlayan iktidar mücâdelelerinde Hz. Peygamber'e nispet edilen bazı sözlerin, olaylara taraf olan veya olaylar karşısında tarafsız kalmaya çalışan kişiler tarafından savunma aracı olarak kullanılmış olma ihtimâli de söz konusudur. Hâdiselere kendi çıkarları istikâmetinde yön vermek isteyen bazı kimselerin, kendi tavırlarının Hz. Peygamber tarafından onaylandığını ifâde eden rivâyetlere sarılmaları ve haklılıklarını bu şekilde ortaya koymaya çalışmaları mümkündür.[[1]]

Böyle bir ortamda Hz. Peygamber'e isnâd edilen gelecekle ilgili bir takım haberlerin arkasında, Müslümanlar arasında cereyan eden tatsız olaylara mâzeret arama amacı da yatmış olabilir.[[2]]

Hz. Peygamber'in savaşta kahramanlık gösteren bir kişi hakkında, orada bulunanların kanaatlerinin aksine, onun cehennemlik olduğunu söylemesi de[[3]] gelecekten haber verme şeklinde değerlendirilmemelidir. Zîra, Rasûlullah'ın o kişiyi önceden tanıması ve hangi maksatla savaştığını fark etmesi, bu nedenle de şehîd olamayacağını belirtmiş olması mümkündür. O, bu tavrıyla amellerin niyetlere göre değer kazandığını mü'minlere öğretmeyi amaçlamış olmalıdır. Sonradan anlaşılacağı üzere o kişi, kavminin şerefini ve kendi yiğitliğini göstermek için savaştığını yaralı haldeyken itiraf etmiştir. Daha sonra da yaralarının acısına dayanamayarak intihar yolunu seçmiş ve Hz. Peygamber'in bu tespitini haklı çıkarmıştır.

Öte yandan "Rasûlü Ekrem'in gaybtan haber verdiğini ispat eden rivâyetler, tek tek ele alındığı zaman kesin bilgi ifâde etmeseler de, bu nevi haberlerin çokluğu, ayrı ayrı her olay hakkında olmasa da, onun gaybtan haberdâr kılındığının mânevî tevâtür derecesine ulaştığını gösterir"[[4]] denilmektedir.

Oysa burada unutulmaması gereken husus, Allah Teala'nın bildirdiği ölçüde Hz. Peygamber'in gayba vâkıf olabileceğidir. Zîra âyet-i kerime'de, "(yalnız) O bilir yaratılmışların kavrayış sınırlarının ötesindekini ve hiç kimseye açmaz kendi erişilmez derinlikteki sırlarını, seçmekten hoşnutluk duyduğu elçisi hariç…"[[5]] buyurulmaktadır.

Bununla birlikte, "aklın boyunu aşan müteşâbih âyetlerin bulunduğunu kabul ettikten sonra, âyetin geldiği kaynakla devamlı temas halinde olan bir Peygamber'in gayb ve benzeri konularda zamanla anlaşılabilecek hadisler söyleyebileceğini kabul etmemenin mantikî bir izahının olamayacağı" ifâde edilmekte ve "Hz. Peygamber'in gaybtan haber vermesinin mûcize olduğunu, Sahihayn ve diğer hadis kitaplarındaki cennet, cehennem, şefaat ve mi'rac gibi konularla ilgili hadislerin tamamını inkâr etmenin onun bu cephesini görmezlikten gelme anlamı taşıdığı" belirtilmektedir.[[6]]

Bu ifâdeler doğru olmakla beraber, Hz. Peygamber'in gayb bilgisinin sınırını tespit etmenin mümkün olamayacağı da bilinmelidir.[[7]]

Dolayısıyla, hadis âlimlerinin isnad açısından tenkit ederek zayıf ya da uydurma kabul ettikleri gaybî hadislerin bilgi değerinin olmadığının kabul edilmesi ve bunların nakledilmesine dahî taraftar olunmaması gerekmektedir. Nitekim Mâturîdî, mucize ile desteklenen ve ismet sıfatına sahip olan Hz. Peygamber'in verdiği haberin kalbi tatmin eden en doğru haber olduğunu, ancak böyle bir haberin ondan sâdır olduktan sonra hata yapmaları ve yalan söylemeleri mümkün olan ve bu gibi özelliklerden korunduklarına dâir elde delil bulunmayan kişiler aracılığıyla geldiğini, bu nedenle bunların doğruluğunun araştırılması gerektiğini belirtmektedir.[[8]]

Sahih hadislerin gaybla ilgili konularda bilgi vermesi mümkün ve câiz olmakla beraber, bazı gaybî hadislerin diğer haberler gibi metin tenkîdi açısından değerlendirilme şansları pek fazla değildir. Nitekim bazı hadisler vardır ki onlar isnâd sistemi açısından hadis âlimlerinin koyduğu ölçülere göre sahih kabul edilmektedir. Metin açısından ise insanların kendi akıl, mantık ve ulaştıkları bilimsel veriler ışığında değerlendirmeleri söz konusu olacağından bir takım tartışmaları da beraberinde getirmesi söz konusudur.[[9]]

Aklın metafizik konuları anlamakta yetersiz kalması doğru olmakla beraber, imkan ve yeterlilik ölçüsünde aklî ve naklî deliller birlikte kullanılmak sûretiyle[[10]] bu rivâyetler anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bununla birlikte gaybla ilgili hadislerde mecâz unsurunun ağır bastığını da dikkate almak gerekmektedir. Zîra din, tabiatı gereği büyük ölçüde soyut kavramlar alanı olup bazı konularda sembolik anlatım kaçınılmazdır. Gayb konusunda sembolik dille ortaya konulan bazı dinî ifâdelerin, sağlanabilirliğe ve gerçeklikle karşılaştırılmaya esas teşkil etmeyeceği de açıktır. Bu itibarla, gayb dünyasıyla ilgili meseleler anlaşılmaya çalışılırken âyet ve hadislerin lafızlarının zorlanması ilmî ve sağlıklı bir yol değildir.[[11]]

Netice itibârıyla Hz. Peygamber, kendisine bildirildiği kadarıyla geleceği bilmektedir ve onun bu bilgisinin sınırını tespit etmenin güçlüğü de ortadadır.

Ayrıca, Hz. Peygamber'in görevi gayb âleminin sırlarını açıklamak değil Allah tarafından kendisine bildirilenleri tebliğ etmektir.[[12]]
O'nun bir müjdeci ve uyarıcı[[13]] olarak bu vazîfesini hakkıyla yaptığı ise mâlumdur.

KAYNAK : Dr. Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s. 113-118



[1] Hz. Osman'ın katledilmesi ile başlayan bir dizi siyâsî-ictimâî kargaşa ve iç savaşlar karşısında tarafsız kalmayı tercih eden pasifist eğilim sahiplerinin, doğru olduğuna inandıkları bu tutumlarını toplumda yaygınlaştırmak için ürettikleri rivâyetlerle ilgili bir değerlendirme için bkz. KIRBAŞOĞLU, H., "İstismâra Elverişli Münbit Toprak: Hadisler", İslâmiyât. C. 3, S. 3, Ank., 2000, s. 132; KIRBAŞOĞLU Alternatif Hadis, s. 215, 280-288. Ayrıca bkz. SANCAKLI, Saffet, Sünneti Doğru Anlamak, Hadislerin Doğru Anlaşılmasında Karşılaşılan Problemler, Sır Yay., Bursa, 2001, s. 181.

[2] AKBULUT, Ahmet, Sahâbe Devri Siyâsî Hadislerinin Kelâmi Problemlere Etkileri, Birleşik Yay. İst. 1992, s. 28, 318. Ayrıca, siyâsî ve sosyal içerikli hâdiselerle, rivâyetler arasında bir ilgi olduğu ve rivâyetlerin tahlilinde bunun önemi konusuyla ilgili olarak bkz. ÖZAFŞAR, M. E., "Rivâyet İlimlerinde Eser Karizması ve Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh'i", AÜİFD., XXXIX, 334-336, Ank., 1999.


[3] BUHÂRÎ, 64/Megâzi, 38 (V, 74); Geniş bilgi için bkz. İBN HACER, Fethu'l-Bârî, VII, 380-381.


[4] ÇELEBİ, İlyas, İslâm İnancında Gayb Problemi, s. 122. Ayrıca bkz. EREN, Şâdi, Kur'an'da Gayb Bilgisi, s. 83-84, 220.


[5] Cin, 72/26-27. Kırbaşoğlu bu âyetlerde Hz. Peygamber'e gayb bilgisi verildiğinden değil, verilebileceğinden söz edildiğini belirtmektedir. Öte yandan, Kur'an'ın gayb bilgisini ısrarla Allah'a hasretmesine bakıldığında bu ihtimalin de zayıfladığını, zaten Hz. Peygamber'e de bu konuda herhangi bir gaybî bilgi vermediğinin görüldüğünü ifade etmektedir. Bkz. Alternatif Hadis, s. 213.


[6] KANDEMİR, M. Yaşar, "Sahihayn'e Yöneltilen Tenkîdlerin Değeri", Sünnetin Dindeki Yeri, İSAV., Ensar Neşriyat, İst., 1998, s. 406-407. Ayrıca bkz. ŞEHBE, M. Sünnet Müdafaası, I, 103.


[7] SOFUOĞLU, Cemal, "Hadislerin Anlaşılmasındaki Güçlükler ve Bazı Problemler" Uluslararası I. İslâm Araştırmaları Sempozyumu, DEÜ. Yay ., İzmir, 1985,. s. 102.

[8] MÂTURÎDÎ, Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed, Kitâbu't-Tevhîd, thk. Fethullah Huleyf, Mektebetü'l-İslâmiyye, İst., 1979, s. 8-9. Konu ile ilgili Kırbaşoğlu da: "Hadisleri reddetmek veya eleştirmek Hz. Peygamber'i reddetmek değil, ona nispet edilmesini eleştirmektir" demektedir. Bkz. İslâm Düşüncesinde Sünnet, s. 318.


[9] KARACABEY, Salih, Hadis Tenkîdi, Hadislerin Hz. Peygamber'e Âidiyetini Belirleme Yolları, s.258, 259. Sancaklı ise, gaybî rivâyetlerin sened ve metin kritiğinin yapılması gerektiğini belirtmektedir. Bkz. SANCAKLI, S., Sünneti Doğru Anlamak, s. 181.


[10] MATÛRÎDÎ, Kitabu't-Tevhîd, s. 183-184, 186, 187. Ayrıca bkz. MÛSA CÂRULLAH, Kur'an-Sünnet İlişkisine Farklı Bir Yaklaşım, Kitâbu's-Sünne, s. 93.


[11] UYSAL, Muhittin, Tasavvuf Kültüründe Hadis, s. 112.


[12] Mâide, 5/67, 92, 99. Ayrıca bkz. Âl-i İmrân, 3/20; İbrâhim, 14/52; Nahl, 16/35, 82; Nûr, 24/54; AnkEbût, 29/18; Yâsîn, 36/17; Şûrâ, 42/48; Teğâbün, 64/12.


[13] A'râf, 7/188; Hicr, 15/89; Hac, 22/49; Furkân, 25/56-57; Ankebût, 29/50; Sebe, 34/28; Fetih, 48/8; Mülk, 67/26
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
GAYBI KİM BİLEBİLİR

Kur'an-ı Kerim müşriklerin fütursuzca kendilerini doğru yolda göstermelerini, ahirette bile kazananlardan olacaklarını sanmalarını kınar ve gaybın bilgisi yanında da o mu görüyor? (53/Necm, 35) sorusunu yöneltir. [[1]]

Kur'an-ı Kerim gaybın bilgisinin ve gayb üzerindeki hakimiyetin tamamen Allah'a ait olduğunu, bu konuda peygamberler ve cinler de dahil olmak üzere hiç kimsenin tasarruf hakkı olmadığını bildirir. Bu hakikat bir çok defalar çeşitli vesilelerle sık sık vurgulanır. Örnek olması için şu ayetleri hatırlatabiliriz:

"Göklerin ve yerin gaybi Allah'a aittir." (16/Nahl, 77)

"Göklerin ve yerin gaybi O'nundur." (18/Kehf, 26)

"O, görünmeyeni (gaybi) ve görüneni bilir."(23/Müminun, 92)

"Allah göklerin ve yerin gaybını bilendir. O, göğüslerin özünü bilir.". (35/Fatır, 38)

"De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler." (27/Neml, 65)

Bu ayetlerden açıkça anlaşılabileceği gibi gaybın bilgisi tamamen Allah'a aittir ve bu sahaya kimse ortak edilmemiştir. İnsanlar gayb bilgisinden ancak vahy yoluyla haberdar olabilirler. Allah'ın seçtiği kimseler (rasullerde, ancak Allah'ın dilediği ölçüde, dilediği zaman ve vahy yoluyla gaybî bilgilere sahip olabilirler.

"Gaybi bilen O'dur. Gaybî bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu rasule gösterir..," (72/Cin, 26-27)

"Allah sizi gayba muttali kılacak değildir. Fakat Allah resullerinden dilediğini seçer..." (3/AI-i Imran. 179)

Allah'ın, rasullerine bildirdiği gayb yalnız gelecekle (istikballe) sınırlı değildir. Gaybın yukarıda geçen tarifinde kısaca; insana gizli kalan her şey denilmişti. Buna göre gerçek mahiyetini bilemediğimiz ve ancak bize gelen zannî haberlerle bilgilendiğimiz mazi (geçmiş zaman) vs hazır (şimdiki zaman) da gayb sahasına girer. Kur'an, üzerine temel ilkelerin oturtulmaya çalışıldığı önemli tarihi olayların mahiyetini açıklarken onları gayb olarak tanımlar:

"Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz..." (11/Hud, 49)

"Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar kararlarını verip tuzak kurarlarken sen yanlarında değildin."(12/Yusuf, 102) [[2]]

Aynı şekilde kişinin yaşadığı zaman diliminde vuku bulan fakat kişinin, gerçek mahiyetine vakıf olamadığı gelişmeler da gayb olarak tanımlanmıştır. Söz konusu kişi peygamber de olabilir. Mesela Rasulullah kendi döneminde gıyabında cereyan eden bir çok olay ve gelişmeden ancak vahiy yoluyla haberdar olabilmiştir. Hatta bazen muhataplarının niyetlerinden ve düşüncelerinden, onların gerçek kimliklerinden dahi emin olamamış ancak vahiy yoluyla sağlıklı bilgi sahibi olabilmiştir:

"Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından ikiyüzlülüğe iyice alışmış insanlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz..." (9/Tevbe, 101) [[3]]

Gayb'ın mazi, hal ve istikbal için kullanımının yanında insanların ve diğer varlıkların algılayamadığı bir alemi {gayb alemi) de ihtiva etmesi, Kur'an'da gayb'ın iki şekilde kullanıldığını göstermektedir:

a- Mutlak Gayb: Yalnız Allah'ın bilgisi dahilinde olan, insanlardan iman edilmesi istenen gayb.

Bu gayb; Allah, ahiret, melekler, hesap günü gibi iman'ın temel prensiplerini oluşturur. Muttakilerden inanılması istenen, inanıldığında onlara üstünlük sağlayan gayb, mutlak gaybdır.

b- İzafi Gayb: Belli dönemlerde bazılarınca bilinip bazılarınca gayb olan hususlardır.Müminler, Kur'an aracılığıyla kendilerine bildirilen bu tür gaybi anlatımlar sayesinde, oluşan yanlış anlayışlardan kurtulmakta, bilgilerini tashih etmekte ve mutlak doğruya tabi olmaktadırlar. Bu, Allah'ın insanlara bir nimetidir. Mesela Hz.İsa hakkında oluşan yanlış anlayış Kur'an aracılığı ile tashih edilmiş, Rasulullah ve müminlere işin mahiyeti en doğru biçimde aktarılmıştır.

Kur'an'ın gayb olarak nitelediği geçmiş kavimlerin kıssaları bu tür gayb haberlerine örneklik teşkil eder. MeselaYusuf(a)'ın akibeti veya başına gelenler kardeşleri tarafından biliniyorken, bu durum Yakup peygamber için gayb'dır. Zira o olaya şahit olmamış ve gerçek kendisinden saklanmıştır. Gayb'ın bu her iki şekli A'raf Süresi'nin 187. ve 188. ayetlerinde kullanılmıştır:

"Sana saat (kıyamet)den soruyorlar: Gelip çatması ne zaman diye. De ki: Onun bilgisi, ancak Rabb'imin yanındadır. Onu tam zamanında açığa çıkacacak olan, yanız O'dur. O, göklere de, yere de ağır gelmiştir. O, size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun, sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi, Allah'ın yanındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.

De ki: Ben kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim... (Araf 187-188)

Bu ayetlerdeki ilk kısım mutlak gaybın alanına girer. Zira Kıyametin bilgisi ancak Allah'ın yanındadır ve yalnız O bilir. Son bölüm ise dünya olayları ve gelecekle ilgilidir. Yani Rasulullah, kendisine ne olacağını, işlerinin sonunun nereye varacağını, gelecekte akibetinin nasıl olacağını bilmediğini vurgulamaktadır.

İzafi gaybe örnek olması bakımından şu ayet de zikredilebilir:

"Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen yanlarında değildin." (3/AI-i İmran, 44)

Dikkat edilirse buradaki gayb, olayın vuku bulmasından sonraki insanlar için geçerlidir. Ve Rasulullah da daha sonraki bir zaman periyodunda yaşadığından olayın mahiyeti onun için de gayb'dır.

Rasulullah (s)'ın bu gayb haberlerini milletine duyurması, müşrikler tarafından bazı soruların sorulmasına ve cevaplarının hemen istenmesine sebep olmuştur. Yukarıda mealini verdiğimiz Araf Süresi'nin 187. ve 188. ayetleri, bu talepler ve sorular karşısında Rasulullah'ın vermesi gereken cevabı teşkil eder. Hud Süresindeki şu ayet konuyu açıklamaktadır:

"Ben size; Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem. Ben meleğim de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için Allah onlara bir hayır vermiyecek de demem. Allah, onların içlerinde olanı daha iyi bilir..." (11/Hud, 31)

Aynı imkansızlık geçmiş peygamberler için de söz konusudur. Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Yakub-Yusuf peygamberler kıssasında, kardeşlerinin, Yusuf(a)'ı kuyuya atmalarına ve buna karşılık babaları Yakub (a)'a onu kurt yedi diye yalan söylemelerine karşı, Yakub işin aslını kesin bilmediği için tepkisini şöyle ifade etmiştir:

"Herhalde nefisleriniz sizi aldatmış bir işe sürüklemiş. Artık tek çarem güzelce sabretmektir." (12/Yusuf, 18)

Buradan Yakub Peygamber'in oğullarının sözüne inanmadığını, ancak işin aslının ne olduğunu da bilmediğini anlıyoruz. Aslında Yakub, Yusuf'un ölmediğinden emindi. Zira aynı surenin 4, 5 ve 6. ayetleri Yusuf'un bir rüya gördüğünü ve Yakub peygamberin de bu rüyayı yorumladığını, Yusuf'a peygamberlik verileceğinden bahsettiğini, onun kardeşlerine karşı dikkatli olmasını nasihat ettiğini hikaye etmektedir. Burada önemli olan husus Yakub Peygamberin Yusuf'un öldürülmediğinden emin olmasına rağmen Yusuf (a)'a ne olduğundan, akibetinden emin olmadığıdır. Zira bu hususta elde herhangi bir vahyi veri mevcut değildir. Ve o, çareyi sabretmekte bulmaktadır.

Kıssanın ilerleyen kısımlarında Yusuf (a) Mısır'da vezir olur, yanına gelen ve kendisini tanıyamayan kardeşlerinden, öz kardeşini de getirmelerini ister ve bir çaresini bularak öz kardeşini yanında alıkoyar. Bu alıkoyma işinde Yusuf'un kardeşlerinin en ufak bir suçları yoktur. Ancak babaları Yakub Peygamber'in tepkisi ilk olaydakine çok benzemektedir.

"Herhalde nefisleriniz size bir işi süslemiş. Artık tek çarem güzelce sabretmektir." (12/Yusuf, 83)

Şayet bir peygamber olarak Yakub (a) işin içyüzünü bilebilseydi, yani gaybı bilebilseydi böyle söylemeyecekti.

Rasuller için durum böyle olunca diğer insanlar için gaybı bilmenin imkansız olduğunu anlamak hiç de zor olmasa gerek. Allah bir konuda olduğu gibi bu konuda da eşsiz ve tektir. Kimseyi kendine ortak olarak kabul etmez. (112/İhlas Suresi)

Bu arada kısaca değinmek istediğimiz bîr husus da, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle özellikle gelecekte vuku bulacak bazı olayların önceden tespit edilmesinin, gayb biliciliği için delil olarak dile getirilmesidir. Allah kainatı bir sünnet (sünnetullah) çerçevesinde yaratmıştır. Ona bir düzen vermiş ve ölçüsünü (kader) tayin etmiştir:

"Gece de onlar için bir ayettir. Gündüzü ondan soyup alırız, birden onlar karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendi müstekarrı için akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allah)'ın takdiridir. Aya da konaklar tayin ettik. Nihayet o, eski urcun haline döndü. Ne güneş aya erişebilir, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte yüzmektedirler. (36/Yasin, 37-40)

Burada asıl olan sünnetullahı keşfetmektir. Yani ayın kaç yıl sonra tutulacağının tespit edilmesi veya bir hafta sonra yağmur yağacağının bilinmesi gayb biliciliği değil; aksine Allah'ın koymuş olduğu değişmez sünnetinin keşfedilmesidir. Bu kesif de daha önceki veriler ve deneylere dayanmaktadır.

Bu yanlış anlayış Lokman Suresi'nin son ayetinin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır:

"(Kıyamet) saatinin ilmi Allah'ın yanındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez, Yine hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Her şeyi bilen, her şeyden haberi olan yalnız Allah'tır. (31/Lokman, 34).

Bu ayette Allah'ın mutlak hakimiyeti vurgulanmakta, Kıyamet'i yalnız O'nun bileceği, insanın yarın ne kazanacağını ve nerede, ne zaman öleceğini bilemeyeceği hususları belirtilmektedir. Bu arada yağmuru Allah'ın yağdırdığı ve rahimlerde olanı da bildiği söylenmektedir. Bu ve iki hususu hiç kimsenin bilmeyeceğine dair hiç bir vurgu söz konusu değildir.Allah'ın bu iki hususu bileceğini bildirmesi, onları insanların bilmeyeceği anlamına gelmez. Allah'ın bilgisi yalnız bilinmeyenleri değil, bilinenleri de kapsar.

Allah gayb bilgisine yalnız insanları değil, insanlar dışında da hiç bir varlığı ortak etmez. Bu varlık artır ister insan, isterse cin, ister şeytan olsun fark etmez.

"Gaybın anahtarları tamamen Allah'ın elindedir. O'ndan başkası bilmez." (6/Enam, 59; 11/Hud, 123)

Cinlerin ve şeytanların gaybı bilmedikleri, onların da gayb bilgisi diye ancak zanlarına uydukları Kur'an'da vurgulanmaktadır,

"Andolsun biz, en yakın göğü yıldızlarla donattık ve onları şeytanlar için taşlamalar yaptık ve onlara çılgın ateş azabını hazırladık. (67/Mülk, 5)

Bu ayette gerek insanlardan olsun, gerek cinlerden olsun şeytanların gökyüzünü gözetleyip kehanette bulunduklarına, İstikbali haberlere vakıf olmak için gaybı taşladıklarına işaret vardır.

"Bu Kur'an'ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz, zaten yapamazlar da. Çünkü onlar işitmekten uzaklaştırılmışlardır." (26/Şuara, 210-212) [[4]]

Kur'an'da Davut-Süleyman kıssası anlatılırken cinlerin gaybı bilmediği şöyle dile getirilir:

"(Süleyman'ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler gaybı bilselerdi o küçük düşürücü azab içinde kalmazlardı..."(34/Sebe 1, 14)

Allah, Süleyman Peygambere bir çok güç ile birlikte, cinleri de onun emrine vermişti. Süleyman peygamberin emrindeki cinler, onun öldüğünü anlamak için, dayandığı asanın kırılarak, düşmesini beklemek zorunda kalmışlardır.

3 - SONUÇ

Gaybın bilgisi tamamen Allah'a ait olup Allah-u Teala dilediği kadarını rasullerine vahyederek bildirmiştir.Bunun dışında insanların gaybı bilmesine imkan yoktur. Bazı kişilerin vahy almadıkları halde gaybi haberler (bilgiler) üretmesi insanlar üzerinde hakimiyet kurmaya yönelik çabalardır. Kim ne kadar çok gaybî bilgiye sahip olduğu yolunda propaganda yapabilirse, halk yığınları üzerinde o kadar etkin olabilmektedir. Onlar bu bilgilerle (iddiaya göre) dokunulmazlık kazanarak tartışmasız bir konuma yükselmektedirler. Artık her şey onlardan sorulur, çünkü her şeyin en iyisini onlar bilir.

Ve söz Kur'an'dan açılınca Kur'an okuyup anlamak yerine, onlar dinlenir; çünkü Kur'an'ı en iyi anlayanlar onlardır. Sözleri Kur'an gibi olmasa da, bu sözlerin Kur'an'ın tartışmasız en iyi yorumu, anlaşılması gereken gerçek anlamları olduğu iddia edilir. Kur'an-ı Kerim hakkında Kur'an-ı Kerim'i ben bile anlamam diyerek tevazularını dile getirirler ve tabilerince bu söz şöyle anlaşılır: Bu Kur'an-ı Kerim'i o bile tam anlamadığını söylemişken bizim anlamaya çalışmamız ne haddimize!...

Bu arada olağanüstülükler ve her türlü gaybi konuyu keşfetme hikayeleri de olanca hızıyla devam eder.

Evet insanlar doğru düşünüyorlar. Üstünlük gaybî bilgilerle sağlanır. Ama gaybî bilgi Allah'a aittir ve Allah da bize yetecek, bu konuda tüm ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadarını Kur'an-ı Kerim'i vahyetmekle biz insanlara bahşetmiş ve bizleri Kur'an'la şereflendirmiştir.

Artık şerefin, Allah'ın rasulünün ve müminlerin olduğu anlaşılmalıdır." (63/Münafikun,

Kaynak: Haksöz Dergisi, Sayı 3



[1] Ayrıca bkz.; 18/Kehf. 22; 3,Al-i Imran, 44.

[2] Ayrıca bkz.; 19/Meryem, 78- 52;Tur, 41; 68/Kalem, 47.

[3] Bu Konuda ayrıca su ayetlere bakılabilir 9/Tevbe, 64,47;Muhammed. 30, 63/Munafıkun. 8

[4] Ayrıca bkz.; 52/Tur, 38; 72/Cin, 8-10. özellikle 9. ayet.
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
GAYBI KİM BİLEBİLİR

Kur'an-ı Kerim müşriklerin fütursuzca kendilerini doğru yolda göstermelerini, ahirette bile kazananlardan olacaklarını sanmalarını kınar ve gaybın bilgisi yanında da o mu görüyor? (53/Necm, 35) sorusunu yöneltir. [[1]]

Kur'an-ı Kerim gaybın bilgisinin ve gayb üzerindeki hakimiyetin tamamen Allah'a ait olduğunu, bu konuda peygamberler ve cinler de dahil olmak üzere hiç kimsenin tasarruf hakkı olmadığını bildirir. Bu hakikat bir çok defalar çeşitli vesilelerle sık sık vurgulanır. Örnek olması için şu ayetleri hatırlatabiliriz:

"Göklerin ve yerin gaybi Allah'a aittir." (16/Nahl, 77)

"Göklerin ve yerin gaybi O'nundur." (18/Kehf, 26)

"O, görünmeyeni (gaybi) ve görüneni bilir."(23/Müminun, 92)

"Allah göklerin ve yerin gaybını bilendir. O, göğüslerin özünü bilir.". (35/Fatır, 38)

"De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler." (27/Neml, 65)

Bu ayetlerden açıkça anlaşılabileceği gibi gaybın bilgisi tamamen Allah'a aittir ve bu sahaya kimse ortak edilmemiştir. İnsanlar gayb bilgisinden ancak vahy yoluyla haberdar olabilirler. Allah'ın seçtiği kimseler (rasullerde, ancak Allah'ın dilediği ölçüde, dilediği zaman ve vahy yoluyla gaybî bilgilere sahip olabilirler.

"Gaybi bilen O'dur. Gaybî bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu rasule gösterir..," (72/Cin, 26-27)

"Allah sizi gayba muttali kılacak değildir. Fakat Allah resullerinden dilediğini seçer..." (3/AI-i Imran. 179)

Allah'ın, rasullerine bildirdiği gayb yalnız gelecekle (istikballe) sınırlı değildir. Gaybın yukarıda geçen tarifinde kısaca; insana gizli kalan her şey denilmişti. Buna göre gerçek mahiyetini bilemediğimiz ve ancak bize gelen zannî haberlerle bilgilendiğimiz mazi (geçmiş zaman) vs hazır (şimdiki zaman) da gayb sahasına girer. Kur'an, üzerine temel ilkelerin oturtulmaya çalışıldığı önemli tarihi olayların mahiyetini açıklarken onları gayb olarak tanımlar:

"Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz..." (11/Hud, 49)

"Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar kararlarını verip tuzak kurarlarken sen yanlarında değildin."(12/Yusuf, 102) [[2]]

Aynı şekilde kişinin yaşadığı zaman diliminde vuku bulan fakat kişinin, gerçek mahiyetine vakıf olamadığı gelişmeler da gayb olarak tanımlanmıştır. Söz konusu kişi peygamber de olabilir. Mesela Rasulullah kendi döneminde gıyabında cereyan eden bir çok olay ve gelişmeden ancak vahiy yoluyla haberdar olabilmiştir. Hatta bazen muhataplarının niyetlerinden ve düşüncelerinden, onların gerçek kimliklerinden dahi emin olamamış ancak vahiy yoluyla sağlıklı bilgi sahibi olabilmiştir:

"Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından ikiyüzlülüğe iyice alışmış insanlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz..." (9/Tevbe, 101) [[3]]

Gayb'ın mazi, hal ve istikbal için kullanımının yanında insanların ve diğer varlıkların algılayamadığı bir alemi {gayb alemi) de ihtiva etmesi, Kur'an'da gayb'ın iki şekilde kullanıldığını göstermektedir:

a- Mutlak Gayb: Yalnız Allah'ın bilgisi dahilinde olan, insanlardan iman edilmesi istenen gayb.

Bu gayb; Allah, ahiret, melekler, hesap günü gibi iman'ın temel prensiplerini oluşturur. Muttakilerden inanılması istenen, inanıldığında onlara üstünlük sağlayan gayb, mutlak gaybdır.

b- İzafi Gayb: Belli dönemlerde bazılarınca bilinip bazılarınca gayb olan hususlardır.Müminler, Kur'an aracılığıyla kendilerine bildirilen bu tür gaybi anlatımlar sayesinde, oluşan yanlış anlayışlardan kurtulmakta, bilgilerini tashih etmekte ve mutlak doğruya tabi olmaktadırlar. Bu, Allah'ın insanlara bir nimetidir. Mesela Hz.İsa hakkında oluşan yanlış anlayış Kur'an aracılığı ile tashih edilmiş, Rasulullah ve müminlere işin mahiyeti en doğru biçimde aktarılmıştır.

Kur'an'ın gayb olarak nitelediği geçmiş kavimlerin kıssaları bu tür gayb haberlerine örneklik teşkil eder. MeselaYusuf(a)'ın akibeti veya başına gelenler kardeşleri tarafından biliniyorken, bu durum Yakup peygamber için gayb'dır. Zira o olaya şahit olmamış ve gerçek kendisinden saklanmıştır. Gayb'ın bu her iki şekli A'raf Süresi'nin 187. ve 188. ayetlerinde kullanılmıştır:
"Sana saat (kıyamet)den soruyorlar: Gelip çatması ne zaman diye. De ki: Onun bilgisi, ancak Rabb'imin yanındadır. Onu tam zamanında açığa çıkacacak olan, yanız O'dur. O, göklere de, yere de ağır gelmiştir. O, size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun, sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi, Allah'ın yanındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.

De ki: Ben kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim... (Araf 187-188)

Bu ayetlerdeki ilk kısım mutlak gaybın alanına girer. Zira Kıyametin bilgisi ancak Allah'ın yanındadır ve yalnız O bilir. Son bölüm ise dünya olayları ve gelecekle ilgilidir. Yani Rasulullah, kendisine ne olacağını, işlerinin sonunun nereye varacağını, gelecekte akibetinin nasıl olacağını bilmediğini vurgulamaktadır.

İzafi gaybe örnek olması bakımından şu ayet de zikredilebilir:
"Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen yanlarında değildin." (3/AI-i İmran, 44)
Dikkat edilirse buradaki gayb, olayın vuku bulmasından sonraki insanlar için geçerlidir. Ve Rasulullah da daha sonraki bir zaman periyodunda yaşadığından olayın mahiyeti onun için de gayb'dır.
Rasulullah (s)'ın bu gayb haberlerini milletine duyurması, müşrikler tarafından bazı soruların sorulmasına ve cevaplarının hemen istenmesine sebep olmuştur. Yukarıda mealini verdiğimiz Araf Süresi'nin 187. ve 188. ayetleri, bu talepler ve sorular karşısında Rasulullah'ın vermesi gereken cevabı teşkil eder. Hud Süresindeki şu ayet konuyu açıklamaktadır:
"Ben size; Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem. Ben meleğim de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için Allah onlara bir hayır vermiyecek de demem. Allah, onların içlerinde olanı daha iyi bilir..." (11/Hud, 31)
Aynı imkansızlık geçmiş peygamberler için de söz konusudur. Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Yakub-Yusuf peygamberler kıssasında, kardeşlerinin, Yusuf(a)'ı kuyuya atmalarına ve buna karşılık babaları Yakub (a)'a onu kurt yedi diye yalan söylemelerine karşı, Yakub işin aslını kesin bilmediği için tepkisini şöyle ifade etmiştir:
"Herhalde nefisleriniz sizi aldatmış bir işe sürüklemiş. Artık tek çarem güzelce sabretmektir." (12/Yusuf, 18)
Buradan Yakub Peygamber'in oğullarının sözüne inanmadığını, ancak işin aslının ne olduğunu da bilmediğini anlıyoruz. Aslında Yakub, Yusuf'un ölmediğinden emindi. Zira aynı surenin 4, 5 ve 6. ayetleri Yusuf'un bir rüya gördüğünü ve Yakub peygamberin de bu rüyayı yorumladığını, Yusuf'a peygamberlik verileceğinden bahsettiğini, onun kardeşlerine karşı dikkatli olmasını nasihat ettiğini hikaye etmektedir. Burada önemli olan husus Yakub Peygamberin Yusuf'un öldürülmediğinden emin olmasına rağmen Yusuf (a)'a ne olduğundan, akibetinden emin olmadığıdır. Zira bu hususta elde herhangi bir vahyi veri mevcut değildir. Ve o, çareyi sabretmekte bulmaktadır.

Kıssanın ilerleyen kısımlarında Yusuf (a) Mısır'da vezir olur, yanına gelen ve kendisini tanıyamayan kardeşlerinden, öz kardeşini de getirmelerini ister ve bir çaresini bularak öz kardeşini yanında alıkoyar. Bu alıkoyma işinde Yusuf'un kardeşlerinin en ufak bir suçları yoktur. Ancak babaları Yakub Peygamber'in tepkisi ilk olaydakine çok benzemektedir.

"Herhalde nefisleriniz size bir işi süslemiş. Artık tek çarem güzelce sabretmektir." (12/Yusuf, 83)

Şayet bir peygamber olarak Yakub (a) işin içyüzünü bilebilseydi, yani gaybı bilebilseydi böyle söylemeyecekti.

Rasuller için durum böyle olunca diğer insanlar için gaybı bilmenin imkansız olduğunu anlamak hiç de zor olmasa gerek. Allah bir konuda olduğu gibi bu konuda da eşsiz ve tektir. Kimseyi kendine ortak olarak kabul etmez. (112/İhlas Suresi)

Bu arada kısaca değinmek istediğimiz bîr husus da, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle özellikle gelecekte vuku bulacak bazı olayların önceden tespit edilmesinin, gayb biliciliği için delil olarak dile getirilmesidir. Allah kainatı bir sünnet (sünnetullah) çerçevesinde yaratmıştır. Ona bir düzen vermiş ve ölçüsünü (kader) tayin etmiştir:

"Gece de onlar için bir ayettir. Gündüzü ondan soyup alırız, birden onlar karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendi müstekarrı için akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allah)'ın takdiridir. Aya da konaklar tayin ettik. Nihayet o, eski urcun haline döndü. Ne güneş aya erişebilir, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte yüzmektedirler. (36/Yasin, 37-40)

Burada asıl olan sünnetullahı keşfetmektir. Yani ayın kaç yıl sonra tutulacağının tespit edilmesi veya bir hafta sonra yağmur yağacağının bilinmesi gayb biliciliği değil; aksine Allah'ın koymuş olduğu değişmez sünnetinin keşfedilmesidir. Bu kesif de daha önceki veriler ve deneylere dayanmaktadır.

Bu yanlış anlayış Lokman Suresi'nin son ayetinin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır:

"(Kıyamet) saatinin ilmi Allah'ın yanındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez, Yine hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Her şeyi bilen, her şeyden haberi olan yalnız Allah'tır. (31/Lokman, 34).

Bu ayette Allah'ın mutlak hakimiyeti vurgulanmakta, Kıyamet'i yalnız O'nun bileceği, insanın yarın ne kazanacağını ve nerede, ne zaman öleceğini bilemeyeceği hususları belirtilmektedir. Bu arada yağmuru Allah'ın yağdırdığı ve rahimlerde olanı da bildiği söylenmektedir. Bu ve iki hususu hiç kimsenin bilmeyeceğine dair hiç bir vurgu söz konusu değildir.Allah'ın bu iki hususu bileceğini bildirmesi, onları insanların bilmeyeceği anlamına gelmez. Allah'ın bilgisi yalnız bilinmeyenleri değil, bilinenleri de kapsar.
Allah gayb bilgisine yalnız insanları değil, insanlar dışında da hiç bir varlığı ortak etmez. Bu varlık artır ister insan, isterse cin, ister şeytan olsun fark etmez.
"Gaybın anahtarları tamamen Allah'ın elindedir. O'ndan başkası bilmez." (6/Enam, 59; 11/Hud, 123)

Cinlerin ve şeytanların gaybı bilmedikleri, onların da gayb bilgisi diye ancak zanlarına uydukları Kur'an'da vurgulanmaktadır,

"Andolsun biz, en yakın göğü yıldızlarla donattık ve onları şeytanlar için taşlamalar yaptık ve onlara çılgın ateş azabını hazırladık. (67/Mülk, 5)

Bu ayette gerek insanlardan olsun, gerek cinlerden olsun şeytanların gökyüzünü gözetleyip kehanette bulunduklarına, İstikbali haberlere vakıf olmak için gaybı taşladıklarına işaret vardır.

"Bu Kur'an'ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz, zaten yapamazlar da. Çünkü onlar işitmekten uzaklaştırılmışlardır." (26/Şuara, 210-212) [[4]]
Kur'an'da Davut-Süleyman kıssası anlatılırken cinlerin gaybı bilmediği şöyle dile getirilir:

"(Süleyman'ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler gaybı bilselerdi o küçük düşürücü azab içinde kalmazlardı..."(34/Sebe 1, 14)
Allah, Süleyman Peygambere bir çok güç ile birlikte, cinleri de onun emrine vermişti. Süleyman peygamberin emrindeki cinler, onun öldüğünü anlamak için, dayandığı asanın kırılarak, düşmesini beklemek zorunda kalmışlardır.

3 - SONUÇ

Gaybın bilgisi tamamen Allah'a ait olup Allah-u Teala dilediği kadarını rasullerine vahyederek bildirmiştir.Bunun dışında insanların gaybı bilmesine imkan yoktur. Bazı kişilerin vahy almadıkları halde gaybi haberler (bilgiler) üretmesi insanlar üzerinde hakimiyet kurmaya yönelik çabalardır. Kim ne kadar çok gaybî bilgiye sahip olduğu yolunda propaganda yapabilirse, halk yığınları üzerinde o kadar etkin olabilmektedir. Onlar bu bilgilerle (iddiaya göre) dokunulmazlık kazanarak tartışmasız bir konuma yükselmektedirler. Artık her şey onlardan sorulur, çünkü her şeyin en iyisini onlar bilir.

Ve söz Kur'an'dan açılınca Kur'an okuyup anlamak yerine, onlar dinlenir; çünkü Kur'an'ı en iyi anlayanlar onlardır. Sözleri Kur'an gibi olmasa da, bu sözlerin Kur'an'ın tartışmasız en iyi yorumu, anlaşılması gereken gerçek anlamları olduğu iddia edilir. Kur'an-ı Kerim hakkında Kur'an-ı Kerim'i ben bile anlamam diyerek tevazularını dile getirirler ve tabilerince bu söz şöyle anlaşılır: Bu Kur'an-ı Kerim'i o bile tam anlamadığını söylemişken bizim anlamaya çalışmamız ne haddimize!...
Bu arada olağanüstülükler ve her türlü gaybi konuyu keşfetme hikayeleri de olanca hızıyla devam eder.

Evet insanlar doğru düşünüyorlar. Üstünlük gaybî bilgilerle sağlanır. Ama gaybî bilgi Allah'a aittir ve Allah da bize yetecek, bu konuda tüm ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadarını Kur'an-ı Kerim'i vahyetmekle biz insanlara bahşetmiş ve bizleri Kur'an'la şereflendirmiştir.
Artık şerefin, Allah'ın rasulünün ve müminlerin olduğu anlaşılmalıdır." (63/Münafikun,)

Kaynak: Haksöz Dergisi, Sayı 3
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Kur'an'da İnsan-Gayb ilişkisi


Bilimsel araştırmalar nereye varırsa varsın, yeryüzünün zenginlikleri ve onun gizli olan enerji kaynakları ne ölçüde ortaya çıkarılırsa çıkarılsın, insanlar hep gaybın perdesi önünde güçsüz ve çaresiz kalacaklardır. İnsanoğlunun en bilginleri dahi bir an sonra başlarına gelecek şeyi bilemezler. Verdikleri nefesin geri gelip gelmeyeceğinden habersizdirler [[1]]. Gaybın varlığına inansın, inanmasın herkes gayb ile her an iç içedir ve bu içiçeliğin farkında olanlar da, bilinçsizce yaşayanlar da doğruyu pek yakında bileceklerdir.

Umumi olarak gayb ile insanın ilişkisi bir bilgi düzeyinde görülmüştür. Vahyin insan hayatına etkisi ve yaşamdaki yeri geri planda kalırken araştırmalar, gayb bilinebilir mi, kimler bilebilir, bilen insana tabi olmak gerekir mi, yoksa gaybı bildiğini iddia edenler apaçık iftira mı almaktadırlar, yoksa bu bir keramet midir gibi sorular etrafında yoğunlaşmıştır. Tabii bu sorular kesinlikle cevapsız bırakılmamalıdır. Nihayetinde hayatın olduğu kadar bilginin de bir problem oluşu söz konusudur. Bu anlamda gaybın insanı ilgilendiren ve müesser kılan yönü bizi daha fazla ilgilendirmektedir. Yoksa bize bildirilen vahyi daha da gaybileştirerek somut örnekleri soyut alana kaydırma ve hedefi kaçırma tehlikesi söz konusudur.

Bu tehlikeden korunmak için Kur'an'ı rehber edinerek onun tanıttığı insanı, gaybı ve ikisi arasındaki ilişki şeklini ölçü edinmek kaçınılmazdır.

I. İnsan nasıl bir varlıktır?

a) İyi yönleri:

- İnsan yeryüzünün efendisidir [Bakara 2/30].

- Allah onu bilmediğini öğretir [Alak 96/5]

- Bu özelliği sayesinde meleklerden farklı olarak keşfedebilme kabiliyetine sahiptir [Bakara 31-33]

- Doğuştan Allah'ın varlığını tanıma ve kabullenme tabiatına sahiptir [Araf 7/172]

- Allah onu ruhundan üfleyerek yaratmıştır [Secde 32/9].

- Kainattaki yerin, göğün ve dağların kabullenmekten imtina ettikleri emaneti (iradeyi) yüklenerek büyük cesaret örneği gösterir [Ahzab 33/72]

- Allah'ın gösterdiği hak yolu kabul veya red noktasında serbesttir [İnsan 76/3]

- İyiliği ve kötülüğü seçme kabiliyeti Allah tarafından bahşedilmiştir. İnsan nefsini kötülüklerden arındırırsa kurtulur, kirletirse ziyana uğrar [Şems 91/8-10; İsra 17/7]

- Yeryüzünün bütün nimetleri onun için yaratılmıştır [Bakara 2/29; Casiye 13].
- Yaratılış hedefi Allah'a kulluktur [Zariyat 51/56].

- Onun bazı gerçekleri görmesi ölümünden sonraya bırakılmıştır [Kaf50/22].

- Öldükten sonra karşılaşacağı şeylere iman etmesi onun ödüllendirilmesine vesile olur [Fecr 89/28; Tevbe 9/172].

b) Kötü yönleri:

- İnsan Allah'ın nimetlerini görmezlikten gelir [Hac 22/66]

- Bazen Allah'a ihtiyacı olmadığı zannıyla azar. Küçük dağları ben yarattım sanır [2]
- Çok acelecidir [İsra 17/11]. O kadar ki, adeta aceleden yaratılmıştır [Enbiya 21/37].

- Zor durumda kalınca Allah'ı hatırlar. Zorluktan kurtulunca Allah'ı unutur .[3]

- Allah'ın ikram ettiklerini kendisinden bilerek cimrileşir. Çok nekes bir varlıktır[4].
- İhtiraslı ve hırslıdır [Mearic70/19].

- Kötülük görürse inler, sızlanır, bağırır ve yardım ister, yardım edilince de cimrileşir[5].

Görüldüğü gibi insan nötr bir varlık değil, fıtrat hadisinde olduğu gibi inanmaya mütemayildir. Yapısı bunu gerektirmektedir. Fakat insanların çoğu müşriktir ve zanna uymaktadırlar [[6]].


İslami kesimden bazı cemaatlerin ya da "münafık müslümanların (ılımlı laiklerin) ifade ettiği gibi inananlar ifadesi son derece muğlaktır. İnanmayan insanlar kaale alınmayacak kadar azdır ve muhatap alınacak keyfiyet ve kemiyete sahip değillerdir. Demek ki asıl mesele insanları bilgisel bir imana ulaştırmak değil, şirkten ve zulümden arınmış bir anlayış ve hayata sahip fertler yetiştirmektir. O halde yalnız başına "imanlı gençlik" sözü muhaldir. Muhtevası çağdaş bilimle değil. Kur'an ile doldurulmalıdır.

KAYNAKLAR:

Murat Kayacan
--------------------------------------------------------------------------------
[1] S. Kutub, Fizilaii'l-Kur'an, Dünya Yay., İst., 1991,c.6,s.554
[2] [Alak 96/6-7]
[3] Yunus 10/12
[4] İsra 17/100
[5] Mearic 70/20-21
[6] Enam 6/116
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Gayb nedir?

a) Gaybın anlamı:

Gerektiği yerde bulunmamak, kaybolmak, uzaklaşmak, gizli kalmak, bulunmamak, hazırda olmamak anlamına gelen gayb [[1]] Kur'an'da sıkça işlenen bir temadır. Gayba iman müminlerin özelliklerindendir [[2]]

Kur'an'da gayb geçmiş olaylar [[3]], gizli ve sır olan şeyler [[4]], bir hadisenin gerçek yüzü [[5]], fiziki dünyada başkalarının göremediği davranışlar [[6]], bilinmeyen her şey [[7]] ve görünmeyen her şey [[8]] manalarına gelmektedir. Allah kendisini gayb olarak değil de yine görünmeyen anlamına gelen batın [[9]]olarak nitelendirir. Bu anlamda Allah gaybtır diyebiliriz.

b) Gaybın türleri;

1.Mutlak gayb:

Bu alan peygamberler de dahil kimseye açık değildir. Bunu ne gökte ne de yerdekilerin bilmeye gücü yeter [[10]]

İnsan ne bilgi kapasitesiyle, ne de vahyi verilerle bu alana nüfuz edebilir. Mutlak gayb alanının neleri ihtiva ettiğini sayıp dökmeye çalışmak manasız ve imkansızı istemektir. Allah'ın zatı ile ilgili konular, yaratılış, kıyamet anının kamil bilgisi, ümmü'l kitab'ın mahiyeti gibi...

2.Vahy yoluyla peygamberlere bildirilen gayb:

Cennet, cehennem ve nihai adaletin tahakkuku gibi konular [[11]]bu alana aittir. Sözgelimi melekler ile ilgili konular da bu alana girer. Melekler Allah'ın emrini tereddütsüz yerine getirirler [[12]], insanların yaptıklarını kayda geçirirler [[13]], Allah'a itaatkar, insanoğluna saygılıdırlar [[14]], insanların canlarını alırlar [[15]], tesbih ederler[[16]], müminler için mağfiret talebinde bulunurlar [[17]],
peygamberlere vahy getirirler [[18]] ve arşı taşırlar .[ Mümin 40/7]

Rabbimiz vahy yoluyla bunların dışında cinlerin [[19]] ve şeytanların [[20]] da varlığını bize haber vermiştir. Bu tür vahy ile kendisinden bahsedilen varlıklar gayb olma özelliğini sürdürürler. Allah bizi güvenilir bir kaynakla onların mevcudiyetini bildirmiştir. Müminler bu varlıklar hakkındaki vahyi bilgilerle yetinmek durumundadır.

3. İzafi gayb:

Buna göreceli gayb da diyebiliriz. Şehadet ile gayb içice geçmiştir. İnsanı aşan durumlar ve dolaylı yollardan hakkında bilgi sahibi olunabilecek gayb izafi olan gaybdır. Mekan olarak bir insanın çıplak gözle duvarın ardını görememesi zaman olarak da önceki kavimlerin kendilerine gönderilen peygamberlere karşı aldıkları tavrın nasıl olduğu gaybtır. Ancak bu duvarın ardındaki insanlar ve peygamberlere karşı plan kuranlara gayb değildir. Bu nedenle Yusuf [[21]] ve Nuh [[22]] kıssası gayb olarak tavsif edilmiştir. Yani Yusuf ve Nuh peygamberlerin düşmanları bize gayb olanı bilmekteydiler.

Eski Ahid'in Tekvin babında Yusuf ve Nuh kıssaları yer almaktadır. Ayrıca rivayetlerde Arap kabilelerinin Nuh kavminin putlarının isimlerini zaten bildiklerinden söz edilmektedir [[23]].

Bu durumda bu kıssaların gaybiliğinden maksat nedir? Kur'an'daki kıssalar ayrıntılı değildir. Kıssalar öğüt, hatırlatma, uyarma, müjdelerine, açıklama ve telkin amacını güder ve olayları bu mana ve tarz da zikreder. Orta seviyede kültüre sahip birisi bile bunu kavrayabilir. Kur'an'da bununla uyumlu olan ve destekleyen somut bir gerçek vardır ki o da Kur'an'ın kıssalardaki hedef ve üslubunun aktarılan olaylar, mücadeleler, hükümler ve deliller ile Hz. Peygamber'in siretindeki olayların arasında uyumlu bir ilişki olduğudur.

Kur'an kıssalarının tarihi olayların sadece can alıcı noktalarına dikkat çekmesi bu gerçeği tekid etmektedir. Kur'an bir tarih kitabı değildir. Ona böyle bir yaklaşımla bakmak doğru değildir. Bundan Kur'an'ın tarihi gerçeklerle çelişkili olduğunu değil, onun olayların doğru ve öz bilgisini verdiğini kastediyoruz. Zaten gayb olan, geçmiş dönemlerde vuku bulan olayların bilinmezliği değildir. Ehl-i Kitab ve Mekke müşrikleri bu kıssaları bilmektedirler. Fakat ellerinde kalan ilahi mesaj değil, tarihi kırıntılardır.

c) Gaybı kim bilebilir?

- Kur'an-ı Kerim gaybın Allah'a ait olduğunu ve bu konuda cinler ve peygamberlerin de istisna edilmediğini söyler [[24]]

- Ancak Allah dilediği peygamberlere gaybi bilgiler verir [[25]]

- Peygamber kimsenin kalbinden geçeni bilmez [[26]].

- Allah bildirmedikçe onun bunlardan haberli olması söz konusu değildir. Nitekim kendilerine arz edilmiş bir dava ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Ben ancak bir beşerim, birbirinizden davacı olarak geliyorsunuz. Bazınızın davasını, ötekininkine haksız olarak galip getirmesi mümkündür. Ben de duyduğum gibi karar vereceğime göre o kimse için eğer kardeşinin hakkı olan bir parçayı hükmetmişsem o kimse ona ateşten bir parça veriyor olduğunu bilip sakın ondan bir şey almasın" [[27]].

- Yine, Allah bildirmedikçe peygamberlerin gaybla ilgili bilgi sahibi olmaları Kur'an nokta-i nazarından mümkün değildir [[28]].

d) Görünen şeylerin gaybi yanı:

- Kur'an'da insanın bazı organlarının yapıp ettikleri konusunda ahirette şahidlik yapacağından bahsedilir [[29]].

- Bu organlar deriler, eller, diller, gözler, kulaklar ve ayaklardır. Bu, aklımıza onların da bir bilince, kavrayamadığımız özellikleri sahip oldukları ihtimalini getirmektedir. Kur'an canlı cansız her varlığa bir kişilik atfeder. Evrendeki her şey Allah'ı tesbih eder, fakat insanlar bunu anlayamazlar [İsra 17/44].

- Kainattaki her şey ona boyun eğer, göklerde ve yerde olanlar, gök cisimleri, dağlar, ağaçlar ve insanlardan bir çoğu Allah'a secde etmektedirler [Hac 22/18]

- Nice taşlar vardır ki, Allah korkusundan ötürü aşağıya doğru düşerler [Bakara 2/74].

Bütün bu ifadeler eşyanın, duyularımıza hitab eden yanının ötesinde bir boyuta sahip olduğuna işaret ediyor. Ancak bu vasıfların mahiyeti mecazi midir, değil midir, o bizi aşmaktadır. Yorumlar yapmak da ihtimalden öteye geçmez.

KAYNAKLAR:
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bekir Topaloğlu - H. Karaman; Arapca Türkçe Yeni Kamus; Nesil Yay., İst., 1991.S.305
[2] Bakara 2/3
[3] Al-i İmran 3/44; Yusuf 12/102; Kehf 18/22,26
[4] Tevbe 9/78 ; Rad 13/9,10
[5] Yusuf 12/81
[6] Tevbe 9/94,105
[7] Araf 7/187-188 ; Hud 11/31
[8] Enam 6/73

[9] Hadid57/3
[10] Nemi 27/65
[11] Bakara 2/25; Rad 13/18; İbrahim 14/16,17,23
[12] Tahrim 66/6
[13] Kaf 50/17,18
[14] Araf 7/11-12
[15] Nisa 4/97; Enam 6/61; Nahl 16/28,32; Muhammed27
[16] Fussilet 41/38
[17] Mümin 40/7
[18] Şura 42/51
[19] İsra 17/88
[20] Araf 7/27; Maide 5/95; Araf 7/200-201; Taha 20/120
[21] Yusuf 12/102
[22] Hud 11/49
[23] İ. Derveze, Kur'an Cevap Veriyor, Yöneliş Yay., İst., 1988, S.228-229
[24] Nahl 16/77; Müminun 23/92, Kehf 18/26; Fatır 35/38; Nemi 27/65
[25] Cin 72/26-27; Al-i İmran 3/79
[26] Tevbe 9/64, 101; Muhammed 47/30; Münafikun 63/8
[27] Sünen-i Nesai, Mısrr 1383/1964, c.8, 205; A. B. Hanbel, Müsned VI, 308
[28] Araf 7/188; Yunus 10/20; Lokman 31/34; Kehf 18/23
[29] Nur 24/24; Yasin 165; Fussilet41/20-22
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Gaybin insanın üzerindeki etkisi

A- Müminlere etkisi:

- Allah, namaz ve infak ibadetlerini yerine getirenlere hayırlı bir ticarette bulunduklarını söyler [Fatır 35/29]

- Güzel davranmalarına, geceleri pek az uyuyarak, seherlerde de bağışlanma dilemelerine ve infak etmelerine karşılık gayb olan cenneti vaadeder [Zariyat 51/15-19]

- Namazlarında huşu içinde oldukları, boş şeylerden uzak durdukları, zekatlarını verdikleri ve iffetsizlikten sakınmaları, kurtuluş vesilesi olur [Müminun 23/1-5]
- Onlar, geleceklerini garantiye alabilmek için peygamberin yoluna destekçi olurlar ve Kitab'a tabi olurlar [Araf 7/157]

- Allah müminlerin inanıp sakındıkları için dünya ve ahirette korku ve üzüntü nedir bilmeyeceklerini [[1]]söyler.

- Allah'ı Rab olarak kabul eden ve dosdoğru yol üzerinde olan müminleri meleklerin gaybi kimliğine yöneltir. Bizlere meleklerin dünya ve ahirette dost olacağından bahseder [[2]],

- Gayba imanlarının gereği olarak müminler adaklarını yerine getirirler ve şerri salgın olan bir günden korkarlar. Yoksula, yetime ve esire onun sevgisi için yemek yedirirler: "Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz, sizden bir karşılık beklemiyoruz. Çünkü biz suratsız, çok katı bir gün(ün azabından)den ötürü Rabbimizden korkuyoruz..." derler [[3]]

Demek ki Allah gaybi varlıkları ve bizler için hazırladığı nimetleri bizler için teşvik unsuru olarak kullanmaktadır. Allah müminleri dünyada melekleriyle destekler. İnanan insanlar için gaybi yardımlar söz konusudur. Bu, yardımların her zaman mucizevi tarzda olmasını gerektirmez. Mesela Şamil Basayev'in Rusya'da eylem gerçekleştirebilecek kadar cesarete sahip olması ve bu eylemi gerçekleştirmesi karşısında Rus toplumunun ifsad içinde olması, ona yardımcı bir unsurdur. Peygamberi öldürmeye gelenleri bir örümcek ağının engellemesi, gaybi bir yardımdır.

Bu tür olaylarda mümin, eşyanın işleyişindeki gaybiliği yakalarken, kafir bunu görse de inkar etmektedir. Matematik olarak az sayıda olan müminlerin, çok sayıdaki kafirlere galip gelmesi de bir gaybi yardımdır [[4]]. Çünkü kafirlere-karşı savaşırken müminler yalnız değillerdir [[5]].

İslam inancının üç ana esasından birini teşkil eden ahiret inancı her şeyden önce imtihanda sorumluluk duygusu meydana getirmekte ve bu yönüyle hem hukuki, hem de ahlaki müeyyide olmaktadır. Dünya hayatında insanın zorluklarla, haksızlıklarla mücadele ettiği halde, bunları ortadan kaldıramadığı, neticede elem çektiği bir gerçektir. Mutlak adaletin tecelli edeceği iyiliğin mükafatlandırması için bütün engellerin ortadan kalkacağı ebediyet aleminin varlığına inanmak, insan için büyük bir teselli kaynağı ve yaşama sevincidir [[6]].

Kur'an-ı Kerim'de ahiret sahneleri somut bir şekilde sunularak insanlara amellerinin onları nereye götüreceği gösterilir. Tevbe Suresi'nde hahamlar ve rahiplerden çoğunun malı haksızlıkla yedikleri ve Allah yolundan alıkoydukları anlatılır. Malı biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar için cehennem ateşinin kızdırıldığı ve bu ateşte alın, böğür ve sırtlarının dağlanacağı ifade edilir. Sa'd Suresi'nde ise müminlerin amellerine karşılık, onlara Adn cennetlerinin kapılarının açılacağı, orada tahtlara yaslanmış olarak türlü meyveler ve yiyecek isteyeceklerini ve yanlarında son derece iffetli yaşıt eşler bulacakları haber verilir. Bu ayetlerle bir yandan haklarını alamadan ömrünü tamamlayan insanların zararda olmadığı ve adl-i ilahinin muhakkak ortaya çıkacağı vurgulanırken, bir yandan da hakkın şahidliğini yapan insanların güzel davranışlarının karşılıksız kalmayacağı müşahhas bir şekilde ifade edilir.

B- Kafirlere etkisi:

Gayba inanmayan insan, gaybi cezalandırmadan dünya ve ahirette kurtulamaz. Gaybi inkar edene karşı, gaybın sahibi sürekli sarsıcı, incitici, hüsrana uğratıcı darbeler gönderir. Bunların bir kısmını sıralamak yerinde olacaktır.

- Kafirleri Allah, melekler ve insanlar lanetlerler [[7]].

- Bu azab onları saptırır [[8]]

- Kalplerini katılaştırır [[9]], mühürler [[10]]

- Allah yolundan dönenleri, O'nu unutup terk edenleri O da terk eder ve yardımsız bırakır [[11]]

- Onlara bütün kapıları açar, bütün imkanları verir, onların vahim bir durumda olduklarını hatırlamalarına engel olur. Aralarına düşmanlık sokar [[12]]

- Onların inananlara karşı tuzaklarını boşa çıkarır [[13]]

- Allah onlara gazab eder [[14]]

- Allah azgın toplulukların yok oluşunda rol sahibidir. Nitekim geçmiş toplulukları da azgınlıklarından dolayı yok etmiştir [[15]]

- Allah haddi aşanları, nankör ve günahkarları, kafirleri, zalimleri, hainleri, büyüklük taslayanları, bozgunculuk çıkaranları, aldatanları sevmez [[16]]

- Münafıklara ve kafirlere azab eder [[17]].

- Gaybi varlıklardan şeytan, inanmayanların dostudur [[18]]

- İnananlar ve ihlaslı olanlar hariç diğer bütün insanların gönlüne vesvese verir [[19]].
- Bu vesveseler özellikle günahkar, müfteri ve kafir şahıslar üzerinde etkili olurlar [[20]].

- Allah kendisine, peygamberlerine Cebrail ve Mikail'e düşman olan inkarcıların düşmanıdır [[21]].

- İnkarcıların, zalimlerin, fasıkların, yalancı nankörlerin, hainlerin dosdoğru yolu bulmaları engellenir [[22]].

Kafir ve münafık varoluşunu gayb unsuru olmaksızın yaşadığını sanarak varoluşunu yaşar, mümin ise her zaman Rabbinin gücünü, müdahalesini, sevgisini, gazabım, rahmetini, bereketini, feyzini, adaletini, fiillerini hissederek yaşar.

Sonuç

Müminin hayat mücadelesinde vahyi bilgilerin etkili olabilmesi ve onun varoluşunun en güçlü belirleyicisi haline gelebilmesi öncelikle bu bilgilerin müminin benliğini kaplaması, ondan bir parça haline gelmesi, onunla bütünleşmesi gerekir. Bu bilgileri iç dünyasında, yaşayan unsurlar haline getirip onların söylediğini hissetmesi gerekir. Kısacası bilginin mücerred bir bilgi olmaktan çıkıp müminde yaşayan, kaynayan, coşan, hislendiren, harekete geçiren bir ruh haline dönüşmesi gerekir.

Bu amaca yönelik olarak Rabbimiz gaybi unsurları anlayabileceğimiz düzeye indirgemiş ve görünen ile görünmeyen unsurların içiçeliğini bizlere göstermiştir. Gaybi meseleler öz olarak belirtilmiş, bu konudaki insan merakı sahih bilgilerle duyurulmuş ve insanoğlu zandan kurtulma imkanını yakalamıştır.

Müminlerin gayba ilgisi, onun bilinebilirliği/bilinemezliği noktasında kilitlenmemelidir. Gaybın müminin gücüne güç katan, onu destekleyen, imtihan eden, bazen korku ve hüznünü kaldıran aktif bir unsur olduğu ön planda tutulmalıdır. Bir şey yaparken gayb gerçeğini ve onu yönlendiren iradeyi hesaba katmak gerekir. Zira müminler aldıkları karar ve kurdukları planların gerçekleşmesinin Allah'ın dilemesiyle olacağını zihinlerinde taze tutarlar. "Hiçbir iş hakkında bunu yarın mutlaka yapacağım deme, inşaallah (Allah dilerse) de" (18/Kehf, 23-24)

Kaynak: Haksöz Dergisi, Sayı 58

[1] Yunus 10/62-64

[2] Fussilet 41/30-33

[3] İnsan 76/7-10

[4] Bakara 2/249

[5] Enfal8/17

[6] İslam Ansiklopedisi, d, s.545

[7] Bakara 2/88, 159, 161; Nisa 4/46,52; Maide 5/64, 78; Feth 48/6

[8] Nisa 4/88, 143; Hac 22/4; Şuara 99;Gaşiye88/37, 74

[9] Maide 5/13

[10] Nisa 4/115; Araf 7/100-101; Tevbe 9/87,93; Yunus 10/74; Münafikun 63/3

[11] Nisa 4/115; Tevbe 9/67; Haşr 59/19

[12] Maide 5/14, 64

[13] Bakara 2/9; Al-i İmran 3/54; Nisa 4/142; Nemi 27/50 vd.

[14] Bakara 2/61, 90; Al-i İmran 3/112; Araf 7/152; Enfal 8/16; Nahl 16/106 vd.

[15] Enam 6/6; Yunus 10/13; İsra 17/17; Enbiya 21/9; Hac 22/45 vd.


[16] Bakara 2/190, 276; Al-i İmran 3/32,57, 140; Nisa 4/36, 107; Maide 5/64, 87; Enam 6/141; Araf 7/71; Hac 22/38; Kasas 28/76


[17] Al-i İmran 3/56; Tevbe 9/26, 39, 55, 66, 74

[18] Enam 6/121; Araf 7/30; Nahl 16/100

[19] Hicr 15/40; Nahl 16/100; Sad 38/83

[20] Şuara 26/221

[21] Bakara 2/98

[22] Bakara 2/258, 264; Al-i İmran 3/86; Nisa 4/51; Tevbe 9/19,24; Yusuf 12/52; Nahl 16/107; Zümer 39/3; Mümin 40/28
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
GAYB KONUSUNA DAİR GÜZEL BİR HADİS-İ ŞERİF

Bana Zuheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize İsmail b. İbrahim Davud'tan [1], o da Şa'bi'den, o da Mesruk'tan [2]naklen rivayet etti. Mesruk şöyle demiş: Hz. Âîşe'nin yanında dayanmış oturuyordum. Bana dedi ki:

— Ya Ebâ Âişe: [3] Üç şey vardır, ki her kim onlardan birini söylerse Allah'ın Resulüne büyük iftira atmış olur. Ben :

— Nedir onlar? dedim.

1 - «Herkim Muhammed (Aleyhisselatu ve Sellem) 'in rabbini gördüğünü söylerse Allah'ın Resulüne büyük iftira atmış olur» dedi. Ben dayanmış vizayette idim. Hemen oturarak;

— Ya Ümmel mü'minin! Bana müsade buyur acele etme Allah Azze ve Celle:
«Yemin olsun ki, peygamber onu apaçık ufukta gördü.»[81/23] «Yemin olsun ki, onu başka bir İnişte de gördü.»[53/13] buyurmadımı? dedim.

Aişe(Radtyallahu Anhâ):

— Bu ümmetten bu meseleyi Resulüllaha ilk soran benim. Resulü Ekrem
— «O ancak Cibril'dir. Ben onu şu iki defadan başka halk edildiği şekilde görmedim. Onu semadan inerken vücudunun büyüklüğü yer ile gök arasını kaplamış olarak gördüm.»

Aişe (Radıyallah Anhâ) (sözüne devamla):

— Hem sen Allah'ın (kendisi hakkında):

«Onu gözler idrak edemez ama o gözleri idrak eder. O lâtiftir, ha-birdir.»[6/103] buyurduğunu işitmedinmi (yine) Teâlâ Hazretlerinin:
«Hiç bir insan için imkân yoktur ki, Allah onunla ya vahiy ile ye perde arkasından, yahut kendisine bir Resul göndererek onun izniyle, onun dilediğini vahiy buyurması şekillerinden başka bir suretle konuşmuş olsun. Çünkü Allah en yüksek ve en hakimdir.» buyurduğunu duymadın mı?

2 - «Her kim Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Allah'ın kitabından bir şey gizledi derse Allah'ın Resulüne büyük iftira atmış olur. Halbuki Allah:
«Ey Resul! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et. Şayet bunu yap-mazsan Allah'ın risaletini tebliğ etmiş olmazsın.» buyurmaktadır.

3 - «Her kim kendinin yarın olacak şeyleri haber verdiğini söylerse muhakkak Allah'a en büyük iftirada bulunmuştur. Halbuki Allah:
«De ki, göklerde ve yerlerde olanlar gaibi bilmezler. Ancak Allah bilir.» buyuruyor dedi. [ Sahihi Müslim - Iman - No. 177]

KAYNAKLAR
[1]Ebu Bekr Fhıvud b. Ebû Hhf
[2]Mesruk b. Abdırrahman
[3]Ebu Aİşe, Mesruk'un künyesidir. Babasının adı Ecda'dır. Mesruk, çalınmış demektir. Ona bu ismin verilmesi küçükken çalındığı içindir. Sonra bulunmuştur
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi


Allah-Subhanuhu we Teala-Sanada banada Rahmet etsin akxim...


Bu Hadisleri ''Kudsi Hadis'' olarak değil ''NORMAL HADİS '' olarak Kabul ediyorum,yoksa hepten İnkar etmiyorum...

Bu Problemler Rasulullah'dan Yıllar sonra ortaya çıkmıştır, ''Vahy-i Gayri Metluv'' un Ortaya çıkışı Rasulullah (SAV) Vefatından yıllar sonra ortaya çıktığını okudum ve öğrendim..

Bundan dolayı beni ''Küfür'' ile İtham etmenizden Allah'a Sığınırım,ayrıca Sizde bu konuda kabul etmeyenler ''Küfür'' ile İtham edilmezler diye yazı kaleme almıştınız, ki Sizinde yazdıklarınızdan öğrendim Onlarca şey var ve üzerimde Onlarca hakkınız var Kardeşim..

Es Selamunaleykum..

 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Selahaddin Eyyubi , Küfür ithamında bulunduğumu nerden okudun (çıkardın)?


Birde şunu istiyeyim :
Kudsi hadisi kabul eden alimler ile kabul etmeyen muhaddislerin adlarını yazar mısın?


Yazıyı alıntı yapığın kaynağa Haksöz Dergisi, Murat Kayacan , Hayri Kırbaşoğlu , vs diye not düşmüşsün . Bunlara katılanların arasında bende şu isimleri ekleyeyim : Ferec Hödür , Edip Yüksel , Turan Dursun vs. vs.

İsmi geçenler genelde zamane yenilikçi ve Haksöz dergisinin "akılcı" "Hadis inkarcıları" "Melaciler" olduğunu , pek çok sahih , mutavatir hadisleri reddederek , 3 vakit namaz, 2 rekat kılma, mirac, gaybi bazı meselelerden (mehdi, deccal, mirac, nuzul u İsa, İstanbulun fethi ... vb) haber veren sahih hadisler , kabir azabı, nuzul-u İsa yı inkar .... vb. gibi daha pek çok sapkın görüşleri olduğunu da araştırdın mı?

Üstelik bu kendi yanlı yazılarındandır.
Bunları, Kudsi Hadisi savunan ehli hadis ile kıyaslaman bile doğru değildir.






Ehl-i Sünnete Göre :


Kudsi Hadisin Sıhhati ve Ameli Durumu


https://www.islam-tr.org/konu/kudsi-hadisin-sihhati-ve-ameli-durumu.11761/



HADİS - SÜNNET


https://www.islam-tr.org/konu/hadis-sunnet.11790/
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Selamunaleykum..

akxim Onların hepsi Melaci değiller ki,Mealcilerin Ortak Manifestosu olan ''Haniflik Mezhebi''ni hep beraber zamanında sitemize gelip sapkın felsefesini bize anlatamaya gelen ''hanifmusluman'' adlı üyeye beraber ''RED'' diye yazmıştık hatırlamışsındır..

Hatta ben Onu TEKFİR etmiştim ''Başörtüsünü RED'' ediyor diye...Halada ''Başörtüsü'' Kur'andan değildir diyeni TEKFİR ederim..

5 Vakit Namazı 3 vakit olarak algılayan Zihniyette aynı Şirke girmişlerdir...

Ben Rasulullah'a atfedilen ''O Gaybı bilirdi.''- Kur'an Dışında Vahyler almıştır- demelerini kabul edemem,Kur'an bütün Rivayetlerin üzerindedir akxim...

Kudsi Hadisler Meselesini kabul edemiyorum,Kur'an'a bakınca Eski Alimler ve Yeni Alimler olarak hepsi Algıladıklarını yazmışlar..

Bütün Alimler Algıladığını yazmış,hiçbiri Mutlaklık ifade edemiyor..

Bu yüzden Vahy-i Gayri Metluv değil bu Hadisleri diğer Hadis Kategorisinde kabul ediyorum...

Kardeşine Dua et ben Sana ve Kardeşlerime hep Dua ediyorum..
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Kur'an'a Uygunluk

Hadislerin Kur'an'a uygunluğu veya Kur'an'a arzı meselesi, sahabe zamanından beri bilinen ve tatbik edilegelen bir husustur.[409] Aynı zamanda bu, diğer mezhep imamlannm da kabul ettikleri bir usûldür "'.[410]

Bu konuda önce Ebu Hanife'yi dinleyelim: "Eğer bir kimse, Peygamber (s.a,v.)'in her söylediğine inanıyorum, ancak Nebi (s.a.v.) haksız (cevren) konuşmaz ve Kur'an'a muhalefet etmez” derse bu, onun Peygamber (s.a.v.)'i tasdik ettiğini ve Peygamberi Kur'an'a muhalefetten tenzih ettiğini gösterir. Şayet Peygamber (s.a.v.), Kur'an'a muhalefet etse ve Allah'a karşı haktan başka bir şey söyleseydi, Allah Tealâ,

"Eğer Muhammed, bize karşı ona (Kur'an'a) bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık, hiçbiriniz de onu koruyamazdınız" [411] kavline uygun olarak, onu kuvvetle yakalar ve şahdamarını koparırdı. Allah'ın Resulü Allah'ın Kitabına muhalefet etmez. Allah'ın Kitabına muhalefet eden de Allah'ın Resulü olamaz...

Nebi (s.a.v.)'den, Kur'an'a aykırı olarak hadis rivayet eden kimseyi red, Peygamber (s.a.v.)'i red ve onu yalanlama değildir. Bu, ancak, Peygamber (s.a.v.)'den batıl rivayette bulunan kimseyi reddir. Töhmet bu kimseyedir, Peygamber (s.a.v.)'e değil. Onun için Peygamber (s.a.v.)'in söylediği her şey, işitelim, işitmeyelim, başımız gözümüz üstünedir.

Buna iman eder ve Allah'ın Resulünün söylediğine, olduğu gibi şehadet ederiz. Ve yine şehadet ederiz ki O, Allah'ın nehyettiği bir şeyi emretmez. Allah'ın bağladığı bir şeyi koparmaz. Allah'ın tavsif ettiği bir şeyi ona aykırı bir şekilde tavsif etmez. Şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allah'la muvafıktır. Bidat olabilecek hiçbir şey yapmamış, Allah Azze ve Celle'nin söylediği söze hiçbir şey katmamış ve zorlayıcılardan olmamıştır. Onun için Allah Tealâ;

"Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur" [412] buyurmuştur".[413]

Ebu Hanife'nin bu ifadesinden çok açık bir şekilde anlaşıldığı gibi, onun, hadisleri muhteva olarak (metnen) değerlendirmede dikkate aldığı en önemli unsur, Kur'an'a uygunluk hususudur.

Talebelerinde de aynı hassasiyet görülmektedir.

Nitekim Ebu Hanife'den sonra bu konu üzerine en çok dikkat çeken Ebu Yusuf olmuştur. O şöyle der: "Rivayetler çoğaldıkça bunlar arasından, bilinmeyen, fıkıh ehlinin bilmediği, Kitaba ve Sünnete uygun olmayan rivayetler ortaya çıkar. Şaz hadislerden sakın, hadisçilerin ve fukahanın bildikleri (kabul ettikleri) ile, Kitap ve Sünnete uygun olanları al, diğerlerini buna göre değerlendir. Çünkü Kur'an'a muhalif olan, Hz. Peygamber’den rivayet edilmiş dahi olsa ondan değildir".[414]

Ebu Yusuf bu görüşünü, Hz.Peygamber'e isnad ettiği şu hadisle de teyid ermektedir: "Resulûllah (s.a.v.) ölüm döşeğinde şöyle dedi:

“Ben yalnızca Kur'an'ın haram kıldıklarını haram kılarım. Allah'a yemin ederim ki benim adıma bir şeye (beni bahane ederek) sarılmasınlar".[415] Ebu Yusuf devamla şöyle der:

"Kur'an ve bildiğin (senin için maruf olan) sünneti kendine önder ve rehber yap. Buna tabi ol. Kur'an ve Sünnetten sana manası açık gelmeyen meseleleri buna kıyas et"[416]

Ebu Yusuf bu konuda daha açık bir rivayeti, Evzafye yönelttiği bir itiraz vesilesiyle yaptığı şu tavsiyeden sonra zikretmektedir:

"Herkesin bildiği (kabul ettiği) hadisi al, şazz olandan sakın. Bize İbn Ebi Kerime, Ebu Cafer'den, o da Resulûllah (s.a.v.)'tan şöyle rivayet etti: 'Resulûllah (s.a.v), yahudileri çağırarak onlara (bazı şeyler sordu. Onlar da anlattılar ve Hz. İsa konusunda yalan söylediler. Bunun üzerine Nebi (s.a.v) minbere çıktı ve insanlara hitaben şöyle dedi:

“Benden hadisler yayılacak, size gelenlerden Kur'an'a uygun olanlar bendendir, Kur'an'a aykırı olanlarsa benden değildir"[417]

Irak ehlinin, hadisleri sık sık Kur'an'a arzettikleri hususunu yine Ebu Yusuf’un zikrettiği şu haberden çıkarmak mümkündür:

"Hz.Ömer, Kûfe'ye giden Ensar’dan bir grubu uğurlarken onlara şöyle der:

"Ey Ensar topluluğu, sizinle beraber buraya kadar niçin geldim biliyor musunuz? Onlar:

"Evet, çünkü bu, (Ensar olmamız hasebiyle) hakkımızdır" dediler.

Hz.Ömer şöyle dedi:

"Evet bu hakkınız. Lakin siz arı vızıltısı gibi Kur'an okuyan (çok okuduklarından kinaye) bir kavme gidiyorsunuz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayeti azaltın. Bu konuda ben de sizinle beraberim."

Bunun üzerine Karaza şöyle dedi:

"Bundan sonra asla, Resulûllah (s.a.v.)'den hadis rivayet etmiyeceğim".[418]

Daha sonra haber-i vahid konusunu incelerken de göreceğimiz gibi, hanefiler, Kur'an'a muhalif olan haber-i vahidleri manevi inkıta gerekçesiyle reddetmişlerdir.[419] Bu sayıları sınırlı olan mütevatir ve meşhur haberler hariç tutulursa, hadis rivayetlerinin çok büyük bir bölümünü kapsamına alan bir değerlendirmedir ve Ebu Hanife'nin hadisleri Kur'an'a arz prensibinin bir devamıdır.

Nitekim daha sonra hanefı usulcüleri, Ebu Hanife'nin bu prensibini, birtakım delillerle de teyid ederek geliştirmişlerdir. Bu delillerden birisi, Peygamber (s.a.v.)'e isnad edilen ve biraz önce zikrettiğimiz rivayete benzeyen:

"Benden sonra hadisler çoğalacak, benden bir hadis rivayet edilirse onu Allah'ın Kitabına arz edin, uyuyorsa kabul edin, bilin ki o bendendir. Allah'ın Kitabına uymuyorsa reddedin, bilin ki ben ondan berîyim" [420]rivayetidir. Muhtemelen, hadisleri Kur'an'a arzetme esasını benimseyenlerin görüşlerinin hadisleşmiş bir şekli olan bu ifade[421] tereddüt halinde hadisleri Kur'an'la karşılaştırmayanlara da bir ikaz mahiyetindedir.

Bu konuda hanefilerin zikrettiği diğer bir delil ise Peygamber (s.a.v).'in şu hadisidir:

"Allah'ın Kitabında olmayan her şart batıldır ve Allah'ın Kitabı en haklı olandır" [422] Hz.Aişe'nin rivayet ettiği hadisin ilgili kısmı şöyledir:

"Allah'ın Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu: 'İnsanlara ne oluyor da, Allah'ın Kitabında olmayan şartları, şart olarak ileri sürüyorlar. Kim Allah'ın Kitabında olmayan bir şartı şart koşarsa bu batıldır. Böyle yüz şart ileri sürülse bile Allah'ın şartı en haklı ve en güvenilir olandır" .[423]

Serahsî, "Buradaki şarttan murad, Allah'ın Kitabına muhalif olan her şarttır, yoksa şartın kendisinin Kur'an'da yer almaması değildir. Çünkü bu hadisin kendisi de Kitapta yer almıyor. Bundan anlıyoruz ki, Allah'ın Kitabına muhalif olan her hadis merduttur" demektedir.[424]

Serahsî, haber-i vahidleri Kur'an'a arzetmeyenleri tenkid ederken bu görüşünü daha da berraklaştırarak şöyle der: "Bid'at ve hevaların aslı, haber-i vahidi Kitab'a ve meşhur sünnete arz etmeyenlerden zuhur etmiştir. Öyle bir kavim ki Peygamber (s.a.v.)'e ittisalinde şüphe olan ve ilm-i yakın (kesin ilim) gerektirmeyen şeyi, asıl yapıyorlar sonra Kitap ve meşhur sünneti onlara göre tevil ederek, tabiyi metbu, esas olanı kesin olmayan ( zannî olan) şey kılıyorlar. Böylece hevâ ve bidatlere düşmüş oluyorlar".[425]

Bu konuda örnek olarak, Ebu Hanife'nin biraz önce aktardığımız, mevzu ile ilgili görüşlerini serdetmeye vesile olan olayı zikredebiliriz:

Ebu Hanife:

"Mümin, zina ederse, imanı, başından gömleğinin çıkarıldığı gibi çıkarılır, sonra tevbe edince iman kendisine iade edilir" [426] hadisi hakkında görüşünü soran birisine, "bu haber Kur'an'a muhaliftir" diyerek şöyle devam eder: "Allah Teala Kur'an'da, “zina eden kadın ve erkek”[427] şeklinde hitap etmiş, onlardan iman ismini kaldırmamıştır.

Yine Allah Teala;

“İçinizden kötülük yapan (zina eden) iki kişiye eziyet edin (cezalandırın)” [428]buyurmuştur. Buradaki "sizden" (minkum) kavli ile yahudileri veya hıristiyanları değil sadece müslümanları kasdetmiştir".[429]

Büyük günah (kebâir) işleyenin dinden çıkıp çıkmayacağı meselesi veya iman artar mı, eksilir mi tartışmaları, o günün revaçta olan konuarındandır. Ebu Hanife, imanı, dil ile ikrar, kalb ile tasdik olarak gördüğü için, ameli ondan bir parça saymamış ve bir müslümanın, şirk dışında işlediği amel ne kadar kötü olursa olsun, mümin sıfatının devam edeceğini belirtmiştir.[430]

Bu yüzden Ebu Hanife, mürcieden, yani büyük günah işleyip, farzları terk edenler hakkındaki hükmü öbür dünyaya irca (tehir) edenlerden veya "ameli imandan sonraya bırakanlardan" [431] sayılmıştır.

Daha sonra haber-i vahid konusunu incelerken, özellikle "nassa (Kitaba) yapılan ziyade" ve "umumi asıllara muhalif haber-i vahid" bölümlerinde zikredeceğimiz birçok örnek, hanefilerin Kur'an'a muhalif gördükleri için amel etmeyi reddettikleri hadisler olarak kabul edilmektedir.[432]

2- Akla Uygunluk

Sahabe döneminde, bazı hadis rivayetlerinin onlar tarafından, aklî değerlendirmeye tabi tutulduğu bilinmektedir. Daha sonra da temas edeceğimiz gibi, İbn Abbas'ın ve özellikle Hz.Aişe'nin, Ebu Hureyre ile diğer bazı sahabilerin birtakım rivayetlerine itirazları bu kabildendir.[433]

Mesela Hz. Aişe, Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği, "Sizden biriniz uykusundan uyandığı zaman elini üç kere yıkamadan kaba daldırmasın" [434] hadisini duyunca:

"Ey Ebu Hureyre, "mihras"[435] la biz bunu nasıl yaparız" diyerek itirazda bulunmuştur.[436]

Yine Ebu Hureyre'nin rivayeti olan, "veled-i zina üç şerlinin en şerlisidir"[437] hadisi İbn Abbas'a ulaşınca o:

"Eğer veled-i zina üç'ün en şerlisi olsaydı, annesinin recm edilmesi için çocuğunu doğurması beklenmezdi" demiştir.[438] Görüldüğü gibi bu şekildeki itirazlar, makul olan'a kıyasla yapılan aklî değerlendirmelerdir.

Ebu Hanife'nin hadisleri değerlendirmede böyle bir kıstası dikkate aldığını gösteren, kendisinden menkul sarih bir haber yoktur. Ancak fıkhî meselelerde delil olarak kabul ettiği hadisler ve bunların yorumları, bu konuda gerekli ipuçlarını vermektedir.

1- Ebu Hanife, "boş bir araziyi ihya ve imar eden kimse, ancak Sultanın izniyle o mülke sahip olur" görüşündedir. Halbuki hadiste Sultanın izni söz konusu olmaksızın, "her kim boş bir araziyi ihya ederse o, onun olur"[439] şeklinde geçmektedir. Ebu Yusuf ta bu hadise uyarak sultanın iznini şart görmez. Ebu Yusuf a, Ebu Hanife'nin bu konudaki delili nedir diye sorulunca o şöyle demiştir:

"Bu hususta delil olarak şöyle der: İhya ancak sultanın izniyle olur. Başka türlüsü tartışmaya sebep olur. Nasılki iki adamdan herbiri aynı yeri seçseler ve herbiri diğerine mani olsa hangisi daha haklı sayılır? Bir kimse diğerinin evi etrafındaki boş bir araziyi imar etmek istese, arazi sahibi de:

"Onu ihya etme, çünkü o benim arazimdir, senin yaptığın iş bana zarar verir" dese, bu durumda ne olacak?

"Ebu Hanife burada sultanın iznini, insanlar arasında çıkabilecek çekişmeyi önlemek için şart koşmuştur. Boş araziyi ihya için sultan kime izin verirse o ihya eder. Bu izin caiz ve doğrudur. Sultan bir kimseyi ihyadan menederse bu da muteberdir. Sultanın izni veya men'i, insanların bir arazi üzerinde çekişmelerini ve zarara uğramalarını önler. Ebu Hanife böyle demekle hadisi red etmiş olmaz. Şayet "sultanın izniyle ihya ederse onun mülkü olmaz" demiş olsaydı, o zaman hadisi reddetmiş olurdu. İhya ettiği yer onundur demek hadise tabi olmaktır. Ancak sultanın iznini şart koşmak insanlar arasındaki çekişmeyi kaldırmak ve birbirlerine zarar vermeyi önlemek içindir.

Ben (Ebu Yusuf) ise şuna kaniim ki, bir kimseye zarar vermiyorsa, husumet te yoksa Resulullah'ın izni kıyamete kadar geçerlidir. Zarar varsa o da, "başkasının arazisini haksız ekip dikenin o toprakta hakkı yoktur" hadisi ile menolunur".[440]

Ebu Yusuf, hocasından farklı bir görüşe sahip olmasına rağmen, onun hadise getirdiği akılcı ve maslahata uygun bir yorumu, makul bulmakta ve bunda hadise aykırı bir husus olmadığını belirtmektedir. Bu konuda İmam Muhammed de, Ebu Hanife ile aynı görüştedir.[441]

2- İmam Muhammed, bir hadise istinaden, Allah yolunda cihad edenin aynı zamanda oruçlu olması halinde cihadının efdal olduğunu söylüyor. Çünkü Peygamber (s.a.v.):

"Amellerin en faziletlisi en güç olanıdır" [442] buyurmuştur. Fakat Ebu Hanife, makul bir yaklaşımla Hac yolcusunun bile oruç tutmasını hoş karşılamamıştır. Çünkü bu, Hac'da arkadaşlarıyla kavgaya yol açabilir ki bu yasaklanmıştır.[443]

3- Hz.Peygamber (s.a.v.)'e, Bidâa kuyusunun suyu ile hanımların cünüplükten temizlenmek için yıkandıkları suyun kullanılıp kullanılamayacağı sorulduğunda, Peygamber (s.a.v.)'in:

"Su temizdir, onu hiçbir şey pis yapmaz" [444]ve "Su cünüp olmaz" buyurduğu, ayrıca "iki külle [445]olan suyun pislik tutmayacağını" söylediği rivayet edilmiştir.[446]

Ebu Hanife'nin görüşü ise suyun pislik tutacağı şeklindedir.[447]

Bu hadisler sened itibariyle tenkid edilmekle beraber[448] burada önemli olan, suyun pislenip pislenmeyeceği hususudur. Akarsu dahi olsa suyun çeşitli sebeplerle kirlendiği bilinmektedir.

Hz.Peygamber'in bu hadisleri sabitse, bu, muhtemelen Arabistan gibi su kaynakları kıt olan bir mekanda ihtiyaca binaen, suyun mümkün olduğu kadar israf edilmeden kullanılmasını sağlamak içindir. Şayet hadisler sabit değilse -ki bu da mümkündür-bu durumda hadise muhalefet söz konusu değildir. Ebu Hanife'nin yaşadığı bölge olan Irak'taki bol su kaynakları göz önüne alınınca, onun yukarıdaki rivayetlere aykırı hüküm vermesi ve küçük ve durgun bir suyun pislik tutacağını söylemesi makul bir yaklaşımdır. Ayrıca suyun pis olup olmadığı tecrübe ile bilinebilecek bir husustur.

Maksat temiz su kullanmak olduğuna göre, Ebu Hanife'nin görüşü, Hz.Peygamber'in maksadına ve sünnetine uygundur. Nitekim "suyun renginin, kokusunun ve tadının değişmesi halinde pis olacağı" rivayeti, hadisçiler tarafından kabul edilmemekle beraber Şafii nin belirttiğine göre, fukaha arasında genel kabul görmüştür.[449]

Denizlerin bile içine girilemiyecek kadar pislendiği ve üç özelliği (tadı, rengi ve kokusu) değişmediği halde, suyun zaman zaman insanı öldürebilecek kadar kirlendiği (mesela radyasyonla) düşünülürse, Ebu Hanife'nin "su pislik tutar" görüşü, son derece makul, Hz. Peygamber'in fiilî sünnetine, dolayısıyla İslâm’ın temizlik anlayışına da uygundur.

4- Hz.Peygamber'den rivayet edilen bazı hadislerde, koyunların yattığı yerde namaz kılınabileceği, fakat develerin yattığı yerde kılınamıyacağı, çünkü develerin şeytandan yaratıldığı belirtilmektedir. Yine rivayete göre,
koyun etini yedikten sonra abdeste gerek olmadığı, fakat deve etini yedikten sonra abdest gerekeceği bildirilmektedir.[450]

Ebu Hanife'ye göre ise, bu durumda hiçbir şey gerekmez, yani bunlarda bir beis yoktur.[451]

Görüldüğü gibi hadisin manası bu haliyle pek açık değildir. Nitekim Tahâvî şöyle der:

"Bu hadislerin manası tartışmalıdır. Bundan dolayı, bazıları develerin yattığı yerde namaz kılmanın mekruh olduğunu, hatta bazıları namazın fasid olacağını söylediler. Bunun yorumu iki türlü yapılabilir:

a) Deve sahiplerinin adetlerindendir ki, onlar develerini siper edinerek, büyük ve küçük abdestlerini bozarlar. Böylece develerin yattığı yerler pislenmiş olur. Halbuki koyun sahipleri böyle yapmadıkları için koyunların yattıkları yerler temiz kalır. Bu yorum Kadı Şerik b. Abdillah'tan nakledilmiştir.

b) Yahya b. Adem'in izahı ise şöyledir:

"Develerin insanlara sıçramasından ve atlamasından korkulur. Koyunlar böyle değildir. Develerin yattığı yerde namaz kılmanın nehyedilmesi bunun içindir, yoksa pis olduğu için değildir".[452]

"Hz. Peygamber'in, ganimet malı develerden birine karşı namaz kıldırdığı bildirilmektedir. Dolayısıyla illet develerin yattığı yer değil, necasettir. Temiz olduğu lakdirde kılmabilir. Necasetin deveden veya koyundan olması farkelmez. İkisinin de idrarları ve pislikleri aynı derecede necistir. Koyun eti ile deve eti temizlik bakımından aynı hükümdedirler. (Dolayısıyla deve etinden dolayı abdest almak gerekmez".[453]

Kevserî, hadiste geçen abdest, (vudû) kelimesini el yıkamak şeklinde tefsir ederek, et yemekle abdest alma arasında görülen ilgi kopukluğunu gidermiş olmakta ise de [454] deve etini yedikten sonra el yıkandığı halde, koyun etini yedikten sonra el yıkanmamasının sebebini açıklamamaktadır.

Ebu Hanife'nin, bu hadisle niçin amel etmediğini gösteren, kendinden menkul bir sebep bilmiyoruz. Ancak yukarıdaki açıklamalardan anladığımıza göre, neye delâlet ettiği kesin olarak bilinmeyen böyle bir rivayeti, makul sebeplerle terk ederek ve "bana yeryüzü temiz bir mescid kılındı" [455] gibi hadislere ittibaen, temiz olduğu takdirde her yerde namaz kılınabileceği görüşünü benimsemiş olmalıdır. Ayrıca hadiste "develerin şeytandan yaratıldığı" gibi aklen izahı hayli güç olan bir ibarenin de yer aldığını gözden uzak tutmamak gerekir.

5- Daha sonra da temas edeceğimiz, "zekere (veya ferce) dokunmakla abdestin bozulup bozulmayacağı" konusunda İmam Muhammed'in yürüttüğü aklî muhakeme şöyledir:

Ebu Hanife, avret yerine (zeker, ferc) dokunmanın abdesti bozmayacağını, Medine ehli ise bu durumda yeniden abdest almak gerekeceğini belirtiyorlar. Ancak elin içiyle dokunulursa bozulur, dışıyla dokunulursa bozulmaz diyorlar. İmam Muhammed onlara şu soruları yöneltir:

"Şayet dokunmakla abdest bozuluyorsa, elin içiyle dışı nasıl ayrılır? Bu durumda elin dışıyla dokunulsa bozulmaz mı?" İmam Muhammed daha sonra Medinelilere "Dünüre ve göbeğe dokunulsa da abdest bozulur mu?" diye sormuş, onlar da:

"Bunlarla ferc aynıdır, çünkü Hz.Peygamber:

“Sizden birisi zekerine dokunursa abdest alsın” [456]buyuruyor demişlerdir.
İmam Muhammed der ki: "Onlara şöyle denilir: Resulullah’tan bu konu sorulduğunda:
"O, cesedinden bir parça değil mi?" [457]buyurduğu ve abdesti gerekli görmediği bize ulaşmıştır".[458]

Görüldüğü gibi İmam Muhammed, Medine ehlinin görüşünü önce akılcı bir değerlendirmeyle tenkid etmekte, daha sonra kendi görüşlerini destekleyen hadisi zikretmek suretiyle bu konuda hadise tabi olduklarına işaret etmektedir.

6- Rivayete göre Hz.Peygamber, üzerinde zil veya çan bulunan bir binek hayvanını görünce

"Bu, şeytanın bineğidir" demiş,[459] başka bir hadisinde de "İçinde zil bulunan kafileyle meleklerin bir arada bulunmayacağını"[460] ifade etmiştir.

İmam Muhammed bu hadislere getirdiği makul bir yorumla, bunu sadece harpte kerih gördüklerini, çünkü onunla düşmanın uyarılmış olacağını belirtmiştir.[461]

Serahsî bunu biraz daha açıklayarak şöyle der:

"Bu hadislerin bize göre tevili şudur: Savaşçıların dârü'l-harpte zil kullanmaları kerih görülmüştür. Zira onlar dârü'l-harpte gecelemek istedikleri zaman, düşman, zillerin sesinden onların varlığını öğrenir ve onlardan önce hareket eder. Eğer bir seriyye olarak orada bulunuyorlarsa, düşman yine zil sesinden dolayı onlardan haberdar olur ve gelir onları öldürür. Bu durumda zil, müslümanların yerini düşmana bildirmiş olur, bu da mekruhtur. Dârü'l-İslâm'a gelince, bunda (yani zil kullanmada) binek sahibi için menfaat olacağından kullanılmasında bir beis yoktur".[462]

Görüldüğü üzere, hadislerde, dârü'1-harp ve dârül-İslâm gibi bir ayırım olmamakla beraber maksada uygun ve makul bir izahla bu yasak dârü'l-harbe (veya savaş haline) tahsis edilmiş ve kişinin menfaati sözkonusu olduğu takdirde, dârü'l-islâmda zil kullanmanın mahzuru olmadığı belirtilmiştir.

7- İmam Muhammed, Ebu Hanife'ye sorar:

"İçinde balık, kurbağa veya yengeç ölüsü olan kuyunun suyu hakkında ne dersin, ondan su içmekte ve abdest almakta bir mahzur var mıdır?" Ebu Hanife:
"Abdest almak ve suyundan içmekte bir beis yoktur" der.

İmam Muhammed, sebebini sorunca, Ebu Hanife şu makul izahla karşılık verir:

"Çünkü bunlar suda yaşayan ve orada sakin olan hayvanlardır. Görmüyor musun, kuyuda ölen balığın yenmesinde bir sakınca yoktur, çünkü o temizdir".[463]

8- İmam Muhammed, cünüp olan bir kimsenin bir şey yemek istediği takdirde nasıl davranması gerektiğini Ebu Hanife'ye sorar.

Ebu Hanife:

"İki elini ve ağzım yıkar, sonra yer" diye karşılık verir. İmam Muhammed:
"Eğer elleri temizse ve yıkamadan yerse ne olur?" diye sorunca Ebu Hanife şöyle der:

"Bunun bir zararı olmaz. Ancak bana göre en hoş olanı ellerini ve ağzını yıkamasıdır".[464]

Burada Ebu Hanife, muhtemelen, konuyla ilgili hadisin[465] illetinin temizlik olduğundan hareketle, ellerin temiz olması halinde hadisin ibaha ifade edeceğim düşünmüş, ancak hadise ittiba açısından da, temiz bile olsalar ellerin ve ağzın yıkanmasını uygun görmüştür.

9- Hanefiler, teyemmüm yapan kimsenin abdesti bozulana veya su bulana kadar, yeni bir teyemmüm yapmadan namazlarını kılabileceği görüşündedirler. Medineliler ise her farz namazda suyu araştırıp bulamazsa yeniden teyemmüm yapar diyorlar. Onlara göre, nafile veya vitir için yeniden teyemmüm gerekmez.

İmam Muhammed, Medinelilere yönelttiği tenkidinde şöyle der:

"Nafile ile farz arasında ne fark vardır? Bunların hepsi birdir. Teyemmüm ancak hades ile veya su bulununca bozulur. Ayrıca bu konuda eserler (hadisler) varid olmuştur. Fakat sizin bu konuda bir tek hadis rivayet ettiğinizi bilmiyorum. Bize Ebu Hanife, Hammad'dan, o da İbrahim'den bildirdiğine göre;

"Bir kimse teyemmüm ettiği zaman, su bulmadıkça veya hades vaki olmadıkça, teyemmümü devam eder".[466]

İmam Muhammed, bu konuda Medinelileri tenkid ederken önce aklî yönden itirazını yapmakta, ayrıca bunu teyid eden rivayeti de ekleyerek, onların bu konuda dayandıkları bir hadis bile olmadığını belirtmektedir.

10- İbn Teymiyye'nin belirttiğine göre, Ebu Hanife, "Hz. Ali'nin duasıyla, batan güneşin geri döndüğünü" ifade eden rivayeti, şeriata ve akla aykırı gördüğü için reddetmiştir.[467] Halbuki Ebu Hanife, Şia'nın yurdu Irak'da yaşadığı gibi, Hz. Ali ve ahfadına karşı da büyük sevgi besleyen birisiydi.[468]

11- Hz.Peygamberin:

"Herhangi bir kadın, cilbabını (örtüsünü) kocasının evi haricinde çıkarırsa, Allah'ın, meleklerin, insanların laneti üzerine olsun"[469] buyurduğu nakledilmiştir. Bunun üzerine Ömer b.Abdilaziz, sadece hasta ve nifaslı kadınların hamama gidebileceklerini belirterek bunun dışındakilerin gitmemesini emretmiştir.

Serahsî sözkonusu hadisi makul ve illetine uygun bir şekilde yorumlayarak şöyle der:

"Bize göre kadınlar şayet iffetli olarak dışarı çıkarlar ve hamamda izarlı olurlarsa, hamama gitmelerinde bir sakınca yoktur. Çünkü hamam zinet içindir. Zinet te kadınlara erkeklerden daha layıktır. Ayrıca kadınların yıkanma sebepleri daha çoktur. Erkeklerin havuz ve nehirlerde yıkanmaları mümkünken, kadınların böyle bir imkânı yoktur. Bu hadisin tevili; ancak kocasının izni olmadan çıkanlar için yasak variddir', şeklindedir".[470]

Hz. Peygamber zamanında umumi hamamlar olmadığına göre, mezkur hadis ancak böyle bir tevile müsaittir.

12- "Ayrılmadıkları müddetçe, satıcı ve alıcıdan herbiri diğerine karşı muhayyerlik hakkına sahiptir, bundan satış muhayyerliği hariçtir"[471] şeklinde Hz.Peygamber'den nakledilen hadisteki "ayrılma" tabirinden Ebu Hanife, satıcı ve alıcının "sattım" ve "aldım" şeklindeki sözlü ayrılmalarını anlamıştır. İbrahim Nehaî'den nakledilen bu görüşe İmam Muhammed de katılmaktadır.[472]

Buradaki ayrılmayı, alıcı ve satıcının bizzat (fizikî olarak) ayrılması şeklinde anlayanların itirazlarına karşı, Ebu Hanife'nin, "gemide olsalar veya hapiste olsalar, ya da seferde olsalar nasıl ayrılacaklar?" şeklinde karşılık verdiği belirtilmektedir.[473] Bu rivayetin sıhhati tartışmalı olmakla beraber,[474] böyle bir değerlendirme, Ebu Hanife'nin hadis yorumuna uygundur.[475]


KAYNAKLAR:

i.Hakkı Ünal -Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı ve Hadis Metodu-

konlpanel10.jpg

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal

Resimlerini atmak aklıma gelmemişti..Hatırlatman iyi oldu..


Ben Sana ne diyeyim akxim Allah-sanada banada Rahmet etsin..:kanka (Selahaddin Eyyubi)



[409] Bununla ilgili örnekler için bkz. Zerkeşî, el-Icâbe li-İradi mâ İstedrekethu Aişetu ale's-Sahabe; Dümeynî, Mekâyîs u Nakdi Mutuni's-Sünne, 55-107.
[410] Bkz. Rifat Fevzi Abdülmuttalib. Tevsîku's-Sünne fil-Karni's-Sânî el-Hicrî, 297-318; Dümeynî, age, 295-302.
Hadisçilerin bir kısım bu usûlü benimsemedikleri gibi, tehlikeli sayarak tenkid etmişlerdir. Çünkü onlara göre, Kitab ve Sünnet, (vahiy mahsûlü olmaları itibarıyla) aynı derecededir. Hatta bazılarına göre. Sünnet, Kitab'a hakimdir. (el-İtticâhât, 205)
İbn Hazm bu görüşü şöyle özetler: "Aslında Kur'ân'a muhalif sahih bir haberin bulunmasına imkân yoktur. Şeriatla ilgili her haber, ya Kur'ân'da olana izafe edilerek, ona atfedilerek mücmelini tefsîr eder veya ondan istisna edilerek mücmelini beyan eder. Üçüncü bir şekle imkân yoktur", (el-İhkâm, II, 81)
İbn Kayyım ise, Ahmed b. Hanbel'in de içinde yer aldığı hadisçilerin bu konudaki görüşlerini kabul ederek, bir kimsenin Kur'ân'ın zahirinden anladığı ile Rasûlullah'ın sünnetini reddetmesinin caiz olmadığını belirtir ve bu konuda birçok örnek sıralar. (Bkz. İ’lâmul-Muvakki'în, II, 293 vd.)
Bu usûlü, hadisleri kabul etmeyip, Kur'ân'ın zahirini yeterli gören Havâric ve Rafı za'um da kullandığı, konuyla ilgili hadisleri onların uydurduğu da söylenmiştir. (Bkz. el-İtticâhât, 206)
[411] el-Hakka: 44-47.
[412] Nisa: 80.
[413] Ebu Hanife, el-Alim, 26-27.
[414] Ebu Yusuf, er-Redd, 31.
[415] Age., 31.
[416] Ebu Yusuf, et-Redd, 32.
[417] Age., 24-25. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 86
[418] Age., 30.
[419] Serahsî, Usul, 1,364.
[420] Age., I, 365. Şafiî'nin, bu rivayeti tenkidi için bkz. er-Risâle, 224-225. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 86
[421] Rivayetin tenkidi için bkz. Dümeynî, Mekâyis, 290-294.
[422] Serahsî, Usul, I, 364. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 87
[423] Buharî, Büyü, 67. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 87
[424] Serahsî, Usul, I, 364-365.
[425] Age., I, 367.
[426] Ebu Davud, es-Sünne, 15; Tirmizî, iman, 11.
[427] Nur: 2.
[428] Nisa: 16.
[429] Ebu Hanife, el-Alim, 27.
[430] Ebu Hanife'nin bu görüşü için bkz. Risale ilâ Osman el-Betlî, 69.
[431] Diğer bir (anıma göre ise irca. Hz. Osman'ın kaili üzerine ortaya çıkan iç harpte, taraflar hakkındaki hükmü sonraya bırakma işidir. Ebu Hanife'nin irca ve amel-iman ilişkisi hakkındaki kendi görüşü için bkz. el-Alim, 24-25 ve Risale ila Osman el-Betlî, 66-70. îrcâ konusunda geniş bilgi ve Ebıı Hanife'nin Mürcieden sayılıp sayılmayacağı tartışmaları için bkz. Laknevî, er-Refu ve't-Tekmîl, 352-373 ve Tehânevî, Kavâid. 141-146.
[432] Bu örneklerden bazıları için bkz. Serahsî, Usul, I. 365-366. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 84-88
[433] Örnekler için bkz. Zerkeşî, el-Icâbe, 64 vd.
[434] Müslim, Tahâre, 87. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 88
[435] Mihras, içi oyuk ve diktörtgen taş oluk. (Bkz. Feyyûmî, el-Mısbâhu'1-Münîr. 244)
[436] Ebu Hanife, Hz. Aişe'nin bu tür düzeltmelerini genellikle kabul etmiştir. Örneklerinin bkz. Ebû Yusuf, el-Asâr. 47; Şeybânî, el-Asâr, 31; Muvatta. 113,123-124; Zerkeşî, el-lcâbe, 67-68,101,102,107-108)
[437] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 88
[438] Zerkeşî, el-İcâbe. 109. Hz. Aişe'nin, Ebu Hureyre’nin bu rivayetini tashihi için bkz. age., 107-108.
[439] Buhari, Hars, 15; Ebu Davud, imâre. 37.
[440] Ebu Yusuf, Kitabü'l-Haraç, 64.
[441] Şeybânî, Muvatta, 295-296.
[442] Benzer bir rivayet için bkz. Aliyyü'1-Kari, el-Masnû. 57. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 89
[443] Sefahsî, Şerhu's-Siyeril-Kebîr, I, II. Hac'da kavgayı yasaklayan ayet için bkz. Bakara, 197.
[444] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 90
[445] Külle: Testiden biraz büyük su kabı; Bidâa kuyusu: Medine'de içine hayız bezi, köpek leşi gibi şeylerin de atıldığı büyük bir kuyu
[446] İbn Ebi Şeybe, Musannaf. XIV. 160. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 90
[447] Age., XIV, 160.
[448] Bkz. Kevserî, en-Nüket, 33-35.
[449] Laknevî, el-Ecvibe, 231-232.
[450] İbn Ebi Şeybe, Musannaf, XIV, 149-151.
[451] Age., XIV, 151.
[452] Tahâvî, Şerhu Meâni'1-Âsâr, I, 384-385.
[453] Age., I, 385-386.
[454] Kevserî, en-Nüket, l 1
[455] A. İbn Hanbel, Müsned, I, 301. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 91
[456] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 92
[457] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 92
[458] Şeybânî, el-Hucce, I, 59-60.
[459] Serahsî, Şerhu’s-Siyeri'l-Kebîr, I, 48. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 93
[460] Şeybânî, Muvatta, 320. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 93
[461] Age., 320.
[462] Serahsî, Şerhu's-Siyer, I, 48.
[463] Şeybânî, el-Asl, 1,32.
[464] Age., I, 54.
[465] Ebu Davud, Tahâre, 88; Tirmizi, Cum'a, 6.
[466] Şeybânî, el-Hucce, I, 48-51,52.
[467] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünne, VIII, 197-198. Söz konusu rivayet ve geniş bir tenkidi için bkz. age., VIII, 164-198.
[468] Age., VIII, 197.
[469] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 94
[470] Serahsî, Şerhu's-Siyer, I, 36.
[471] Şeybânî, Muvatta. 277. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 94
[472] Şeybânî, Muvatta, 277.
[473] Bağdadî, Tarih, XIII, 389.
[474] Bkz. Murtaza ez-Zebîdî, Ukûdü'l-Cevâhiri'l-Münîfe, II, 9-10.
[475] Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 88-95
 
Üst Ana Sayfa Alt