Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Munazara ; Cedel veya Diyalektik Değildir

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
MUNAZARA

imami-azam.jpg


Munazara ; bir araya gelen iki kişinin veya iki tarafın gerçeği, doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile , öne sürdükleri görüşlerini , kesin delillere dayandırarak belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bütün fikri güçleriyle savunmaları, ve böylece beraberce düşünce üretmeleri, hakikatin ortaya çıkması için kaideli olarak karşılıklı konuşulması anlamına gelen bir terimdir.
Onlarla en güzel şekilde tartış. (Nahl 125)

Munâzara edecek kişi, gerçeği aramakta kaybını arayan kimse gibi olmalıdır. (Taşköprüzâde)
Munâzarayı kendisinden istifâde edilmesi umulan âlimlerle yapmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Munazara kelime olarak nazar kökünden türemiştir. İlmi münakaşa mahiyetindedir ve bu vasfı ile zıt görüşlü kişiyi susturmak esasına dayanan "CEDEL"den ayrılır.


Cedelde taraflar savundukları tezi mantık ve kelime oyunlarıyla sonuna kadar götürürler ve peşin hükümlerle hareket edip tartışırlar.
Munazarada ise ileri sürülen delilleri inceleyip araştırarak bunların uygun olup olmadığına varılır.

Munazara teşkil eden münakaşalarda; ya sadece nass, icma ve kıyasa dayanılır veya savunulan görüşü desteklemek için her türlü bilgiden istifade edilir.
Şurası muhakkaktır ki; "munazara", ilim elde etme yollarından birisidir.
Usulu ile munazarayı yapılırsa bu bir nimettir.

"... Allah ile beraber başka bir ilah mı var? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız, siz kesin delilinizi getirin haydi! (Neml 64)

Musa'nın kıssasında da ibret vardır. Hani biz onu apaçık bir delille Firavun'a göndermiştik. (Zariyat 38)

"Ey Muhanımed! Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde mucadele et (tartış-munazara, delil v.s.). Doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir." (Nahl,125)

Bu ayetin açıklamasında Şehid Ustad Seyyid Kutub Tefsiri zilal'de şöyle demiştir :

Fİ ZİLAL İL KUR'AN

NAHL 125- İnsanları Rabbinin yoluna maharetli bir yöntemle ve güzel öğütlerle çağır, onlarla üslupların en güzel, en etkilisi ile tartış. Hiç şüphesiz Rabbin, yolundan sapanları herkesten iyi bildiği gibi, doğru yolda olanları da herkesten iyi bilir.

Kur'an-ı Kerim davetin temellerini ve ilkelerini bu esaslara dayandırıyor ve bunlarla kullanılabilecek yöntem ve yolları belirliyor.
Onurlandırılmış peygamberin ve ondan sonra O'nun dinine çağrıda bulunacak davetçilerin yolunu belirliyor. Öyleyse yüce Allah'ın bu Kur'an'da belirlediği davetin ilkelerine bir göz atalım:
Davet, Allah yoluna yapılan bir çağrıdır. Davetçinin şahsına ve milletine yapılan bir çağrı değildir. Davetçinin, bu çağrı ile Allah'a karşı görevini yapmaktan öte bir kazancı yoktur. Onun sözkonusu edilebilecek bir üstünlüğü yoktur. Ne dava üzerinde ne de kendisi aracılığı ile doğru yola gelenler üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Bunların ötesindeki mükafatını vermek ise Allah'a aittir.


Hikmet ile davet etmek: Muhatapların durumlarını ve şartlarını gözönünde bulundurmayı, her defasında ne kadar anlatılmasının uygun geleceğine, ağır gelmeyeceğine dikkat etmeyi, insanların bünyeleri hazırlanmadan, onlara yükümlülükler yağdırmamayı, onlara nasıl hitap edileceğini, iyi seçmeyi, şartlara ve durumlara göre bu hitap yöntemlerini ve yollarını çoğaltmayı gerektirir.
Acelecilik, duygusallık ve tepkisellikle işi zora koşup, bu konuların hepsinde ve diğer konularda hikmetin sınırlarını aşmamayı gerektirir.


Güzel öğütle davet etmek: Yumuşak şekilde kalplere girmeye, tatlılıkla, duyguların derinliklerine inmeyi gerektirir. Gereksizce azarlama ve zorlamaya başvurmamayı icap ettirir. Bilgisizlikten veya iyi niyetten kaynaklanmış olabilecek hataları yüze vurmamayı, deşifre etmemeyi zorunlu kılar. Zira öğüt vermedeki yumuşaklık, çoğu zaman katı kalpleri bile doğru yola iletir, birbirinden nefret eden gönülleri kaynaştırır. Neticede azarlama, çıkışma ve rencide etmekten daha iyi sonuçlar doğurur.

Güzel bir şekilde tartışma: Muhatabın üzerine yüklenmek yok. Onu horlamak yok. Çirkin görmek yok. Böylece muhatap, davetçinin amacının tartışmada üstün gelmek olmadığına kesin kanaat getirmeli ve bunu hissettirmelidir. Tek amacının gerçeğe ulaşmak olduğunu anlamalıdır. İnsanların nefislerinin kendilerine özgü bir gururu ve inadı vardır. Yumuşaklıkla yanaşılmadıkça, savunduğu düşüncesinden vazgeçmez ki, yenildiğini hissetmesin. Tartışmada savunulan görüşün değeri ile kişinin kendi onurunun değeri çabucak birbirine karışır. Bu sefer görüşünden vazgeçmeyi onurundan, saygınlığından ve değerinden ödün vermek şeklinde değerlendirir. En güzel biçimde tartışmak ise, bu hassas gurur duygusunu garanti altına alır. Karşısındaki adamın kendi kişiliğinin korunduğunu, değerinin ve onurunun garanti altında olduğunu, davetçinin bir gerçeği dile getirmekten, Allah için bu gerçeğe iletmekten başka amacı olmadığını, kendi kişiliğini güçlendirmek, görüşünü sağlamlaştırmak ve muhatabının görüşünü çürütmek için çalışmadığını gözler önüne serer!
Davet eden insanın duygusallığını ve savunma heyecanını tatmin etmek için Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın kimlerin kendi yolundan saptığını ve kimlerin de doğru yolda yürüdüğünü daha iyi bildiğine işaret etmektedir. Tartışmaya girmeye gerek yoktur. Açıklamak yeterlidir. Bundan sonrası Allah'a kalmıştır.
Dil ile davet ve delillerle tartışma dairesi dışına çıkılmadığı sürece, davetin metodu ve ilkeleri bunlardır.


Ama davet edenlere saldırı yapıldığında durum değişir... Saldırı sıcak bir savaşı ifade eder. Hakkın onurunu korumak, batılın üstünlüğünü bertaraf etmek için aynısı ile karşılık vermek gerekir. Burada da karşı saldırıya geçerken sınırlar aşılmamalı, aşırılıklara ve ölünün organlarını kesmeye varmamalıdır. İslâm, adalet ve itidal dinidir. Barış ve saldırmazlığı öngörür. Kendisini ve müslümanları saldırılardan korur. Fakat kendisi saldırganlık yapmaz:

Seyyid Kutub ; Fi zilal il Kuran Tefsiri , Nahl suresi 125. ayet tefsiri


Taraflar İslam'daki munazarayı yaparken ilmi delillerini ortaya koyar , Allah ve Rasulunun hükümlerine teslim olursa, bundan herkes hem mustefid olur, hemde cahiliyye insanlarından farkı göstermiş olurlar.
Bu endişelerle Hakkın ortaya çıkması için bir araya gelerek Kuran sünnet ölçüsünde delillerle meseleleri anlamaya çalışılabilir. Yeterki taraflar munazarayı bilerek katılsınlar.

İlmi seviyeden düşük olanların ilmi bir şey ortaya koyuyorum diye heva ve hevese uyarak münakaşaya dalması, sonunda da kendini ilim adamıymış gibi sanarak ben munazara yaptım demesi munazaraya iftiradır.
Tabi ki kimse kendini cedel yaptım, cedelciye yakıştırmak istemez. Bundan dolayı istismar edilen İslam için faydalı olan munazaranın hem kendisi hem adı terk edilemez. Ayrıca bundan mahrum kalınması İslama-muslumana zarardır !

Cedel tarifini munazaraya verenler, kendi görüşünü Kur'an ve sünnetin önüne geçirmeye çalışanlar cedel toplantılarının mudavimleridir.
"Allah'ın ayetleri üzerinde inkâr edenlerden başkası mücadele etmez?" (Mu'min, 40)
İnsanlardan kimi de vardır ki ne bir bilgiye, ne bir delile, ne de aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır. (Hac, 8)

Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde ancak yetişemeyecekleri bir kibir vardır. Sen hemen Allah'a sığın. Çünkü her şeyi işiten ve gören O'dur. (Mu'min 56)

Çünkü onlara peygamberleri, delillerle geldikleri zaman, kendilerinde bulunan ilme güvendiler de o alay ettikleri şey onları kuşatıverdi. (Mu'min 83)

Rasûl-u Ekrem (sav)'in "Şeytan; namaz kılanların kendisine uymalarından ümidini kesmiştir. Fakat aranızda fesad çıkarmakla da yetinir." (M. Yusuf Kandehlevî, Hayatu's Sahabe (Hadislerle Müslünıaıılık), İst: 1977, Divan Yayını, c. V, sh. 1773) .

Ehl-i sunnet ve'l cemaatin muctehid imamları ilmi, "ma'lûm olanın, olduğu hâl üzere bilinmesidir" (İmam Ebû Muin en-Nesefi, Bahru'l Kelâm fi Akaidi'1 Elıli'I-İslâm, Konya:1977 sh.15) şeklinde tarif etmişlerdir.

Ayrıca ilim "haber, duyu organlarının faaliyetleri ve istidlâl (akıl yürütme) ile elde edilebileceği" hususunda muttefiktirler.
(Sadru'1 İslâm Ebu Yusr Muhammed Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, İst:1980, sh. 8.)

Eğer munazarada; şer'i hududlara riayet olunursa, mağlûp olan da, galip gelen de bir çok meseleyi öğrenmiş olur. Yeter ki munazarada taraflar, hevâ ve heveslerine kapılıp, birbirini yenme hırsına temayul etmesinler.

Bu noktada İmam-ı Burhanuddin Zernûci'yi dinleyelim; "Kelâm ve munazara ilmini ihtiyaçtan fazla öğrenmek ise mekruhtur.

Rivayet edildiğine göre, İmam-ı Azam Ebû Hanife, oğlu Hammad'ı bundan sakındırmıştır.
Bunun üzerine oğlu Hammad: "Babacığım!.. Bana yasakladığın şeyi, senin yaptığını görüyorum" dedi.

İmam-ı Azam buyurdu ki: "Evlâdım!.. Bizler münazarada biri ile konuşurken, arkadaşımızın ayağının hak yoldan kayması endişesiyle herbirimizin başı üstünde uçmasından korktuğumuz bir kuş varmış gibi davranırdık, ona göre hesaplı konuşurduk. Halbuki sizler konuşurken, münazara ederken, herbiriniz arkadaşınızın ayağının kaymasını (sapmasını) istiyorsunuz. Bu, arkadaşının kâfir olmasını istemek gibidir. Kim arkadaşının kâfir olmasını isterse, arkadaşı kâfir olmadan kendisi, kâfir olur. Mantık ve benzeri ilimlerle meşgul olmaktaki ölçü de böyledir."
(İmam Burhanuddin ez-Zernuci, Ta'limu'l Mutealinı İst.1980, sh.17)

Sırat-ı mustakîm üzere olan iki mü'min; munazarada heva ve heveslerine kapılır, şeytâni vesveselere gönüllerini açarlarsa, birbirlerini tehlikeye sokmuş olurlar.
Her insanda gâlip gelme arzusunun, fıtrî olarak bulunduğu da bilinmektedir. Ancak "gâlip gelme" nedir? suali çok önemlidir.
Eğer mesele; sırf Allah (cc) rızası için ilim elde etmek ve o ilim ile amel etmek ise, "gâlip" veya "mağlûp" ayrımları saçma olur!.. Çünkü munazarada; her iki taraf da birbirinden çok şey öğrenirler.
Bu noktada Rasûl-u Ekrem (sav)'in "Her şeyin bir yolu vardır. Cennetin yolu da ilimdir" (Es-Seyyid Ahmed el-Haşimi, Muhtaru'l Ehâdisi'n Nebeviyye ve'l Hikemi'! Muhammediyye Tercümesi, İst.1978, (4. bsm.) sh.119, Hadis No: 945.) meâlindeki müjdesini hatırlamak durumundayız.

Munazara eden iki mü'min; birbirlerine cennetin yolunu gösteriyorlarsa, mesele yoktur. İşte munazarada dikkate alınacak ilk husus budur.

Günümüzdeki "munazara" usûllerine dikkat edecek olursak ; galip gelmek için her türlü yolu mubah gören, itham ve iftiralarla hedefe varmaya gayret eden insanların "munazara" yoluyla ilim elde edebilmeleri mümkün müdür? suali oldukça önemlidir.
Ayrıca muhkem âyetlerle ve mutevatir sünnetle sabit olan hususları bile sırf gâlip gelebilmek arzusuyla te'vile yeltenen insanların, "munazara" yapmaları ne gibi neticeler doğurur?

Kâ'b b. Malik'ten rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûl-u Ekrem (sav)'in:
"İlmi, âlimler arasında bulunup ilim satmak için veya sefihlerle çatışıp onları yenmek için, veyahut şöhret yapmak, insanların dikkatini üzerine çekmek için tahsil eden kimseyi Allahû Teâla (cc) cehenneme koyar" (Mansur Ali Nasif, Tac Tercemesi, İst. 1976, Müt. Bekir Sadak, c. I, sh.113. Hadis No:131) buyurduğu bilinmektedir.

Munazara hususunda aşırı hassasiyet gösteren kimselerin bu hususları, çok iyi tefekkur etmeleri gerekir.
Rasûl-u Ekrem (sav)'in şer'i ilimleri üç ana esasla izah ettiği malumdur. (Sunen-i İbn-i Mace, İst: 1401, Çağrı Yayın. c. I, sh. 21. Hadis No: 54.)
Bunlar:
1. Mûhkem âyetler.
2. Nesholunmamış sünnet (Sünnet-i kaime).
3. Kitap ve sünnetten çıkarılmış hükümler (Ferizatu'n âdiletun).

Dolayısıyle İslâmî bir meselede münazara ederken; tarafların, bu üç esasa vâkıf olmaları gerekir. Kaldı ki, delâlet-i ve subût-i zanni olan konularda; müçtehid imamlara tâbi olmak vaciptir. (İbn-i Abidin, Raddu'l Muhtar Are'd Durri'1 Muhtar, İst.1982, Şamil Yay., c. I, sh. 93-99.)

Bu durumda, mü'minlerin munazaradan sakınmaları zaruri olur.
İmam Burhanuddin Zernucî bu hususta şunları kaydeder:
"Büyük âlimlerin vefatından sonra ortaya çıkan bu cedel ve hilâf ilmi ile meşgul olmaktan sakın. Zira bu ilimler öğrenciyi, fıkıh bilgisinden uzaklaştırır, ömrü zâyi eder, müslümanlar arasında nefret ve düşmanlık getirir.
Cedel ilmiyle uğraşmak fıkhın ve ilmin ortadan kaldırıldığının işareti olduğu gibi, aynı zamanda kıyametin alâmetlerindendir."
(İmam Burhanuddin ez-Zernuci, Ta'linıu'l Mutealinı, İst:1980, sh. 58.)

Şimdi kendi kendimize soralım: "günümüzde munazara ve munakaşa; mü'minler arasında ilmin yayılmasına mı, yoksa nefret ve düşmanlığın gelişmesine mi sebep oluyor?"
Eğer bu suale "ilmin yayılmasına sebep oluyor" diye cevap verebiliyorsak, mesele yoktur.
Munazara ve munakaşa halinde olan mu'minlerin; şer'i hududlara riayet hususunda titiz davranmaları gerekmektedir.
Birbirlerinin ayıp ve kusurlarını anarak, hedefe varmaya çalışılmamalıdır.
Birbirlerini itham ve iftira yollarına düşülmemelidir .

Ebu Umâme (radıyallahu anh) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Hidayet üzere olan bir millet, ancak cedel ile (iç mücadeleyle) delâlete düşer" (İmam-ı Ahmed b. Hanbel, el-Musned, İst: 1401, c. V, sh. 252, 253.)
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu söyledikten sonra, delil olarak şu âyeti okudu: "Onlar: "Bizim tanrımız mı yoksa O mu daha iyidir?" dediler. Sana böyle söylemeleri, sırf tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz münakaşacı bir millettir" (Zuhruf 58).

[Tirmizî, Tefsir, Zuhruf, (3250); İbnu Mâce,Mukaddime 7.]

Yine Ebu Umâme (radıyallahu anh) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kim haksız olduğu bir münakaşayı terkederse kendisine cennetin kenarında bir ev kurulur. Haklı olduğu bir münâkaşayı terkedene de cennetin ortasında bir ev kurulur."
(Tirmizi, Birr 58, (1994); Ebu Dâvud, Edeb 8, (4800); İbnu Mâce, Mukaddime 7, (51); Nesâî, Edeb (6, 21))

- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
"Kur'an hakkında münakaşa küfürdür"
[Ebu Davud, Sunnet 5, (4603)]

İbnu'l-Museyyeb (rahimehullah) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashâbının (radıyallahu anhum) arasında otururken, bir adam Hz. Ebu Bekir'e hakaretâmiz sözler sarfederek cefa verdi.
Ancak Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) adama karşı sukût etti. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. O yine sukût etti.
Adam üçüncü sefer de eziyet verince Hz. Ebu Bekir (adama hak ettiği cevabı vererek) intikamını aldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hemen kalktı. Hz. Ebu Bekir:
"Ey Allah'ın Rasûlu, yoksa bana darıldınız mı?" diye sordu.

"Hayır"dedi. "Ancak semadan bir melek inmiş, sana söylediklerini tekzib ediyordu. Sen intikamını alınca melek gitti, şeytan oturdu. Bir yere şeytan oturdu mu ben orada duramam. "
[Ebu Dâvud, Edeb, 49 (4896, 4897)]

Mu'minler birbirlerinin velileri ve dostlarıdırlar. Eğer munazara ve münakaşa; aralarına kin ve düşmanlık koyuyorsa, terkedilmesi vacip olur.

Hanefi fûkahası: "Mubah olan fiillerin yapılabilmesi için, o fiilin hiç kimseye eza vermemesi ve zûlme sebeb olmamasını şart görmüşlerdir."
(İmam-ı Serahsi, el-Mebsut, Beyrut, D.Ma'rife Yay. c. XXXVI, sh.188.)

Eğer mubah olan fiil, bir başka mumine zarar veriyorsa veya zûlme sebeb oluyorsa, mubahlık zâil olur.

İmam Ebu Hanife'nin Kelamı Ve Cedeli Yasaklaması

1- “Basra’da heva ehli çoktur. Belki oraya yirmiden fazla gittim. Bazen bir yıl, bazen de daha fazla kaldım. Bu esnada kelam ilmini en hayırlı ilim olarak görüyordum.” [Menakibu Ebi Hanife, el-Kurdi sh: 137]

2- “Ben kelam ilmi ile o kadar uğraştım ki, nihayet geldi parmakla gösterilir oldum. Biz Hammad b. Ebi Suleyman’ın meclisine yakın bir yerde oturuyorduk. Bu arada bir kadın gelip:
“Bir adam var. Cariyesini sünnete göre boşamak istiyor. Ne yapmalı?” diye sordu. Ne yapacağımı bilemedim. Kadının bunu Hammad’a sormasını, sonra da Hammad’in ona ne cevap verdiğini gelip bana söylemesini istedim. Kadın aynı soruyu Hammad’a sorunca, Hammad ona:


“Cariyeyi temizken (hayızlı değilken), onunla cima etmeden bir talakla boşar. Sonra o kadın erkeklerle evlenmeye hak kazanır” dedi. Bunun üzerine benim kelam ilmine ihtiyacım yok diyerek onunla uğraşmayı bıraktım. [Tarihi Bağdad, c: 3, sh: 333]

3- ” Allah Amr b. Ubeyd’e la’net etsin. O, insanlara yararı olmayan kelama giden yolları açtı.” [el-Hervi, Zemmu’l-Kelam, sh: 28-31]
Birisi Ebu Hanife’ye: “insanlardan bazılarının ‘Araz’ ve “Ecsam’ konusunda ihdas ettikleri sözlere ne diyorsun?” diye sorunca Ebu Hanife: “Bunlar felsefecilerin sözleridir. Sen ehl-i hadisin ve selefin yolunu tut. Sakın sonradan uydurulanlara tabi olma, her uydurulan bid’attir”dedi. [el-Hervi, Zemmu’l-Kelam, sh: 194]


4- Ebu Hanife’nin oğlu Hammad diyor ki: “Babam birgün yanıma geldi. Kelamcılardan bazıları da yanımda bulunuyordu. Aramızda bir konuyu tartıştığımızdan dolayı seslerimiz de alabildiğine yükseliyordu. Onun eve girdiğini sezince yanına gittim. Bana:
“Hammad: Yanındakiler kim?” dedi. Ben de:
“Falan, falan ve falan” diyerek isimlerini saydım.
“Peki neyi tartışıyorsunuz?” dedi. Ben de şöyle şöyle bir konuyu tartışıyoruz dedim. Bana:
“Ey Hammad! Kelamı bırak” dedi. Hammad diyor ki:
“Ben babamın böyle karma karışık işlerle uğraştığını görmedim. O, başkasına yasaklamış olduğu şeyi kendisi de yapmazdı. Ona:
“Babacığım! Sen daha önceleri bana kelam ilmini öğrenmemi söylemiyor muydun?” dedim. O da:
“Evet oğlum. Fakat bugün bunu sana yasaklıyorum” dedi. Ben de:
“Niçin?” diye sordum.
“Ey oğlum” dedi. “Bugün bu gördüğün insanlar daha önceleri bir kalp ve din üzere idiler. Daha sonra şeytan onların arasına düşmanlık koydu ve bundan ötürü ihtilaf etmeye başladılar.” [el-Mekki, Menakıbu Ebi Hanife, sh: 183-184]


5- Ebu Hanife, Ebu Yusuf’a: “Sakın ha sakın! Halka dinlerinin aslını öğretirken kelamdan söz etme. Zira onlar seni taklid eden bir kavimdir. Sonra bununla uğraşırlar.” [el-Mekki, Menakıbu Ebi Hanife, sh: 373]



1- İbni Batta, Ebu Bekr el-Mervezi’den rivayet ediyor:
“Ebu Abdullah’ı şöyle söylerken işittim:
Kim kelamla uğraşırsa felaha ermez, kim kelamla uğraşırsa Cehmiye’ye kayması kaçınılmazdır.” [el-İbane, c: 2 538]


2- İbn Abdulber, İmam Ahmed’den rivayet ediyor:
“Kelam”cı asla felaha eremez. Kelama bakıp da kalbinde hıyanet bulunmayan hiçkimse yoktur.” [Camiu Beyani’1-ilim ve Fadlihi, c: 2, sh: 95]


3- el-Herevi, İmam Ahmed’in oğlu Abdullah’tan rivayet ediyor:
“Babam, Ubeydullah b. Yahya b. Hakan’a bir mektup yazarak şöyle dedi: Ben kelam sahibi mütekellim değilim ve kelamın da herhangi bir değeri olduğunu zannetmiyorum. Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün sünnetinden başka bir şey kabul etmiyoruz. Bunun dışında bir şeyde söz söylemek hoş değildir.” [Zemmu’l-Kelam, K-216]


4- İbnu’l-Cevzi, Musa b. Abdullah et-Tarsusi’den rivayet ediyor:
“Ahmed b. Hanbel’i şöyle derken duydum: Kelamcılarla oturmayınız. Sünneti savununuz.” [Menakıbu’l-İmam Ahmed, sh: 205]


5- İbn Batta, Ebu’l-Haris es-Saiğ’den rivayet ediyor:
“Kim kelamı severse, kelam onun kalbinden çıkmaz. Ve böylece kelamcının felaha erdiğini göremezsin.” [el-İbane, c: 2, sh: 539.]


6- Yine İbn Batta Ubeydullah b. Ahmed’den rivayet ediyor:
“Babam bize şöyle nasihatta bulundu.”
Sünneti terketmeyiniz. Hadisle Allah size pek çok hayırlar verir. Siz siz olun, sakın cedel ve tartışmaya girmeyin, Zira kelamcı felaha kavuşamaz. Çünkü Kelam hayra da’vet etmez. Ne kelamı, ne de cedeli seviyorum. Sünnete sarılın, sahabenin eserine uyun, kendisinden yararlanacağınız fıkhı elde ediniz. Kalpleri sapkınların ve riyakarların kelamlarını terkedin. Cedelleşmeyin. Biz, bizden öncekilerin böyle sözlerle hiçbir alakaları olmadığını gördük. Onlar kelamcılardan kaçınırlardı. Kelamcılığın sonu hayır değildir. Allah bizi ve sizi fitnelerden korusun. Bizi de sizi de helak olmaktan beri kılsın.” [ A.g.e. (İbn Batta), c: 4, sh: 539]


7- İbni Batta, İmam Ahmed’den rivayet ediyor:
“Kelâmı seven bir kimseyi görürsen, ona karşı dikkatli ol!” [ A.g.e. c: 2, sh: 540]



1- İbni Abdilber, Mus’ab b. Abdullah ez-Zubeyri’den rivayet ediyor:
“Malik b. Enes der ki: Dinde kelamdan nefret ediyorum. Bizim beldemizdeki alimlerin, bu zamana kadar, insanları kelamdan alıkoyduklarını biliyorum. Cehm’in fikirleri, Kaderciler ve bunlara benzeyen şeylerle uğraşmak gerekmez. Ameli gerektirmeyen bir şeyin konuşulması lüzumsuzdur. Allah’ın dininde kelamı ihdas etmek benim hoşuma gitmiyor. Bu meselede susmak daha iyidir. Çünkü bulunduğum beldedeki alimlerin dinde yararı olmayan sözlerden alıkoyduklarına şahid oldum.” [Camiu Beyani’1-îlmi vefadlihi, sh: 415]


2- Ebu Nuaym, Abdullah b. Nafi’den naklediyor:
“Malik”i, şöyle derken işittim: Bir kimse Allah’a ortak koşmanın dışında tüm büyük günahları işlemiş olsa (bu arada kelamı da saydı) ve sonra ondan vazgeçse, cennete girer. [El-Hilye c. 6 sh. 325]


3- El-Herevi, İshak b. İsa’dan naklediyor.
“Malik derdi ki: Kim dini kelamla öğrenmek isterse zındıklık etmiş olur. Kim kimya ile uğraşırsa iflas eder, kim de hadisin garibini elde etme isterse yalancı olur.” [İshak b. İsa b. Necih El-Bağdadî. İbn Hacer onun hakkında “Saduktur. 214. Hicri senesinde vefat etti demiştir.” Takrib-ût Tehzib 1. cilt 60. sayfa ve Tehzib-ût Tehzib 1. cilt 245 sayfalara hal tercemesi için müracaat et]


4- el-Hatib, İshak b. İsa’dan rivayet ediyor:
“Malik’in dinde cidalleşmeyi ayıplarken şöyle dediğini duydum: Bize gelen cedelci kimseler, birbirlerinden ne kadar çok cedelci olurlarsa olsunlar, Cibril’in getirmiş olduğunu Nebi’ye (sallallahu aleyhi vesellem) geri çevirmemizi bizden istemektedirler.” [Zemmu’l-Kelam: K-173]


5- el-Herevi, Abdurrahman b. Mehdi’den rivayet ediyor:
“Malik’in yanına gitmiştim. Bu sırada bir adam ona soru soruyordu. Malik ona: ‘Herhalde sen Amr b. Ubeyd’in adamlarındansm. Allah ona la’net etsin. O, dinde ‘kelam’ bid’atini icâd etti. Eğer kelam bir ilim olsaydı, sahabe bu konuda konuşurdu. Tıpkı dinin ahkamı hakkında konuştukları gibi’ diye cevap verdi.” [Şerefu Ashabi’l-Hadis, sh: 5. Zemmu’l-Kelam:K-173]


6- el-Herevi, Eşheb b. Abdulaziz’den naklediyor: “Malik’i şöyle derken duydum:
‘Bid’atlerden sakınınız.’ Bunun üzerine:
Ey Abdullah’ın babası! Bid’atler nedir? diye sordular. O da:
Bid’at ehli Allah’ın isimleri ve sıfatları, kelamı, ilmi ve kudreti hakkında konuşup sahabe ve tabiunun sustukları yerde susmayanlardır, dedi.” [Zemmu’l-Kelam: K-173]


7- Ebu Nuaym, Şafiî’den naklediyor:
“Malik’e heva ehlinden bazı kimseler gelmişti. Onunla dinde tartışmak istiyorlardı. Malik onlara: Bana gelince, kendi dinimi çok iyi biliyorum. Eğer sen dininde şek (şüphe) sahibi isen dinde tartış, diye cevap verdi.” [el-Hilye, c: 6, sh: 324.]


8- İbni Abdilber, Ahmed b. Huveyz Mendad’dan naklediyor:
O, Kitabu’l-îcarat’ın Hilaf bölümünde şöyle diyor:
“Malik dedi ki: Heva, bid’at ve yıldız falıyla ilgili kitapların kiralık verilmesi caiz değildir. Bizim ashabımız (ilim ehli) yanında heva ve bid’at kitapları, kelamcıların, Mu’tezile’nin ve benzerlerinin kitaplarıdır. Bu kitaplar kiraya verilmişse kira akdi feshedilir.” [Camiu’l-Begani’1-İlmi ve fadlihi, sh: 416-417.]


İmam Şafii'nin Kelamı Ve Cedeli Yasaklaması

1- el-Herevi, er-Rebi b. Süleyman’dan rivayet ediyor:
“Şafiî’yi şöyle derken işittim: Eğer bir kimse başka birisi için ilim kitaplarını vasiyet etse ve bu kitaplar içinde de kelam kitapları bulunsa, bu kitaplar vasiyete dahil edilmez. Zira kelam ilim değildir.” [Zemmu’l-Kelam, K-213 ez-Zehebi, es-Siyer, c: 10, sh: 30]


2- el-Herevi, el-Hasan ez-Za’ferani’den rivayet ediyor:
“Şafiî’yi şöyle derken duydum: Kelam konusunda bir kez cidalde bulundum. Bundan ötürü de Allah’a istiğfarda bulunuyorum.” [Zemmu’l-Kelam, K-213]


3- el-Herevi, er-Rebi b. Süleyman’dan naklediyor:
“Şafiî dedi ki: Her muhalife karşı cevap niteliğinde büyük bir kitap yazmak isteseydim, bunu yapabilirdim. Fakat ‘kelam’ benim işim değil, ben kelamdan hiçbir şeyin bana nisbet edilmesini istemiyorum.” [Zemmu’l-Kelam, K-215]


4- İbn Batta, Ebu Sevr’den rivayet ediyor:
“Şafiî bana: Kelam libası (elbisesi) giyip de kurtulan hiç kimse görmedim, dedi.” [el-İbnatu’1-kûbra, sh: 535-536]


5- el-Herevi, Yunus el-Mısri’den rivayet ediyor:
“Şafiî derdi ki: Allah’ın bir kimseyi şirkin dışındaki bir şeyle imtihan etmesi, kelam ile imtihan etmesinden daha hayırlıdır.” [Menakıbu’ş-Şafiî, sh: 182]


Önemli İzahat:

Önemli İzahat:
Bir zamanların İslam diyarı olan, halkından da müslümanların olduğu demokratik-lâik kültürün hızla yayıldığı toplumların kurumlarında ; dinsiz mülhidlerin aristo mantığından yola çıkarak, bağlayıcı bir değer, edeb, ölçü ve uslub olmaksızın diyalektik yapmaları, bunun neticesinde tez , antitez çarpıştırarak sentez elde etmelerine müslümanların soğuk ve uzak durmamaları için İslam'dan bir isim kılıf bularak munazara adı vermeleri munazaraya iftiradır, hakarettir.
Bu toplumlarda yeni yetişen gençlerin, arabca ve islam kökenli olup hakikatin ortaya çıkması için kaideli olarak Kuran ve sünnetten delillerle karşılıklı fikir alışverişi yaparak ilmi ve seviyeli konuşulması anlamına gelen munazaraya, diyalektiğin misyonunu yüklediğinden karşı çıkma hatasını göstermektedirler.
Bizlere düşen munazaraya İslamdaki orjin değerini vererek ilmi meselelerde müslümana yakışan bir edeb ve ölçü ile meselelerimize açıklık getirmektir.

 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Munazara ve Diyalektik


Belli kural ve kaideler çerçevesinde karşılıklı konuşma, herhangi bir hakikatin/hakikatlerin vuzuh ve inkişafı adına fikir teâtîsinde bulunma diyebileceğimiz `munazara`, aynı kanun ve esaslara dayanarak beyin fırtınası yaşamanın, müşterek düşünmenin, insaflı ifade ve beyanın ayrı bir unvanıdır.

Biraz daha açacak olursak, munazara, iki veya daha fazla munazırın, herhangi bir konuda, okunup yorumlanacak bir obje, bir nesne vesaireyi doğru okuyup doğru yorumlamak suretiyle gerçeğe ulaşma gayreti; münazara esnasında ortaya konan mülâhaza ve bu mulâhazalara bağlı çağrışımların vaad ettikleri de nazar-ı itibara alınarak tam bir hakperestlik hissiyle bütün bir düşünce gücünün gerçeği bulmaya teksif edilmesi ameliyesidir.

Yukarıda kısmen temas edilen hususlar çerçevesinde cereyan eden münazara, Kur`ân ve Sahih Sünnet`le tanıdığımız munazara usulüne uygun düşmektedir.

Dolayısıyla da, bu şekilde gerçekleştirilen fikir yürütmelere ve her türlü mudâvele-i efkâra rahatlıkla `Kur`ânî` diyebiliriz ve bu türlü musâhabelere diyalektik demek kat`iyen doğru değildir.

Günümüzde münazara adına, değişik platformlarda hemen çoğumuzun şahit olduğu tartışmalara gelince, bunlar büyük ölçüde, Aristo diyalektiğinin tarih boyu değişik istihâlelerden geçerek kısmen farklılaşmış versiyonlarından ibarettir ve böylesi tartışmalara münazara ve müdâvele-i efkâr demektense, cidal, mugalâta ve minvechin demagoji demek daha uygun düşmektedir.

Bu şekilde cereyan eden hemen bütün tartışmalarda, böylesi fikir düellosuna iştirak eden herkesin bir kısım ön kabulleri vardır ve munazırlar, herhangi bir hakikatin tebellüründen daha ziyade ne yapıp yapıp kendi mulâhazalarını karşı tarafa kabul ettirmenin mücadelesini vermektedirler.

Öyle ki, bu hususta ölesiye bir gayret sarf eder; yer yer kelime ve mantık oyunlarına girer; hasımlarını ilzam etme, mahcup düşürme... gibi yakışıksız şeylere başvurur ve hakikate karşı hep kapalı dururlar.

Hakikatin/hakikatlerin ortaya çıkmasından daha çok, karşı tarafın düşünce, ifade ve felsefesine zıt şeyler üreterek musâhabeyi bir cidal, bir mugalâta ve diyalektiğe çevirirler ki, artık münazırlar satranç oynuyormuşçasına birbirini mat etme, küçük düşürme ve devre dışı bırakma (diskalifiye) mülâhazasıyla hareket eder ve bütün gayretleriyle böyle bir düşünce üzerinde yoğunlaşırlar.
Bu tür bir musâhabeye ise kat`iyen münazara denmez; dense dense ona zihnî ve fikrî özürlülerin tartışması denir.


Değişik platformlarda sık sık gördüğümüz gibi, bu tür tartışmalarda taraflar, kendilerini haklı göstermek için, meşru-gayrimeşru ellerinden gelen her şeyi yapar, mantıkî gibi görünen her yönteme başvurur; hasmını devre dışı bırakma adına rahatlıkla yalan söyler; değişik karalamalara girer; tahrik edip onun muvazenesini bozmak ister ve konuyu sürekli kendi ön kabullerine bağlı götürmeye çalışırlar.
Böyle bir münazara veya münakaşada taraflar birbirlerini dinliyor gibi görünseler de dinlemiyorlardır; aksine her biri diğerinin düşünce hatalarını ve ifade sürçmelerini yakalamaya çalışmakta ve söz sırası kendine geldiğinde onu yerden yere vurmayı plânlamaktadır.


Bu itibarla da bu tür kimseler, ilzam edilseler de, hep o devrilmiş düşüncelerini, harabeye dönmüş mülâhazalarını ikame etmeye çalışır; karşı tarafın beyanlarına, mütalâalarına asla hakk-ı hayat tanımaz ve hep bir fanatik gibi davranırlar; davranır ve görüşülen konuya bir katılımcı olmadan daha ziyade, bütün himmetini diğer münazırın zaaflarını tespite ve onun konuşmalarından süzüp elde ettiği mülâhazalarla ortaya farklı kombinezonlar koyup kendini ifade etmeye, maharet göstermeye ve alkış toplamaya sarf ederler.
Beklediklerini bulur veya bulamazlar; ama böyle bir munazarada dünya kadar zamanın heder edilmesine rağmen herhangi bir hakikate ulaşılmadığı/ulaşılamadığı da açıktır.


Aynı zamanda, bütün bunların yanında tamiri çok zor yaralanmalar olmuş; düşmanlıklar körüklenmiş, bencillikler daha bir azgınlaşmış, ruhlar hafakana girmiş, haset tetiklenmiş; kinler, nefretler, münazırları çatlama seviyesine getirmiş; derken umumî atmosfer maksadı aşan söz ve davranışlarla kirlenmiş, insanî değerlere saygısızlıkta bulunulmuş ve fertler arası münasebetlerde onarılması imkânsız kırılmalar meydana gelmiştir.
Bizim düşünce dünyamız ve evrensel insanî kriterler açısından bu tür karşılaşmalara kat`iyen münazara denmez; zannediyorum buna diyalektik demek daha uygun düşecektir.


Öyle ise şimdi bir iki cümle ile de olsa, gelip münazaranın yerine oturan diyalektikten bahsetmek yerinde olacaktır.
Bakış icmalî bir bakıştır, üslûp da bizim üslûbumuz; ifade tarzı yadırganmamalı...


Diyalektik, kesin olmayan ve çok defa muhtemel mülâhazalara bağlı cereyan eden hatta bazen gidip, eskilerin ifadesiyle mugalâta ve safsataya dayanan bir çeşit tartışmanın adıdır.
Ona, cedelleşme, münakaşa etme ve birbirine sataşma sanatı da denebilir. Bazı düşünürlere göre, diyalektik, herhangi bir konuda ileri sürülen ve doğru olma ihtimali de bulunan kanaatlerin açıklanması ve müdafaasından ibarettir.. bilimden önce bilime yol sayılan, ama kat`iyen bilimin evsafını hâiz olmayan bir musâhabe tarzı şeklindeki yaklaşım da diyalektik adına ayrı bir tarif.. ve daha farklı bir sürü yaklaşım...


Diyalektik bütün Orta Çağ boyu hitabın mukabili olarak formel mantığı ifade adına kullanılan bir sistem oldu. Hatta filozof Kant, bütün aldatıcı akıl yürütmeleri –mugalâta da diyebilirsiniz– diyalektik olarak adlandırdı ve tecrübî alan dışında bilgi elde etme veya ortaya koyma iddiasında bulunan kimseler, aklen çözümü ve izahı imkânsız gibi görünen ve neticede gidip tenakuzlara (çelişki) dayanan ne kadar birbirine ters tezler varsa, diyalektik sayesinde o zıtlıkları aşmaya ve telife çalıştılar; belki bir manada problemin üstesinden de geldiler!
Hegel, diyalektiğe tarihî bir buud kazandırarak, bütün tabiî hâdiselerin, hususiyle de manevî derinliği olan olayların tarih içindeki gelişmesi gibi çarpık anlayışları da ona bağlayarak sistemi bütün bütün farklılaştırdı ve ayrı bir kalıba ifrağ etti.

Daha sonraları ise, Karl Marks tarihî maddecilik diyalektiğini işte bu telakki üzerine kurdu ki, zamanla hemen bütün insanlık az-çok bu felsefeden müteessir olarak mantığı da, muhakemeyi de, fikir yürütmeyi de tamamen bu şeytanî sisteme bağlayıverdi. Böylece bir kere daha Faust, Mefisto`ya yenik düşüyor ve düşünce hayatı itibarıyla diyalektiğin paletleri altında presleniyordu.

Oysaki bizim münazara şeklimiz, herhangi bir konuda fikir yürütmemiz çok farklıydı ve tamamen hakkın emrinde ve hakkı tutup kaldırma istikametinde gerçekleşiyordu.

O tamamen bizim temel kültür kaynaklarımıza bağlı gelişmiş ve `fenn-i münazara` unvanıyla bilinen bir kısım disiplinler çerçevesinde oluşmuş ve oluşuyordu. Bu disiplinlere göre, hakkın hatırı âlî tutuluyor ve hiçbir hatıra feda edilmez.
Munazırların birbirini mahcup etmesi kat`iyen söz konusu değildir. Birbirini utandırmak bir yana, haklı çıktığında hasmını utandırmak dahi insanî değerlere saygısızlık sayılır.
Aslında böyle disiplinli bir karşılaşma ve konuşmada daha ziyade hakkın ortaya çıkması veya vuzuha kavuşması esas kabul edilir. Konu dinî olduğu takdirde aslî ve fer`î şer`î deliller göz önünde bulundurularak münazara ona göre cereyan eder.

osmanl%C4%B1+akl%C4%B1-1877.jpg


Alim Şemseddin Ahmed Karabaği, Seyyid Lokman, Nakkaş Osman ve katiplerin meclisi. Şahname-i Selim Han’dan. Ressamı Nakkaş Osman. 1581
imami-azam.jpg


file.ashx
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi

MÜNAZARA

Gerçeğin ortaya çıkarılması için yapılan tartışmaların esaslarını inceleyen bilimin adı.

Sözlükte "bakmak, düşünmek" anlamındaki nazar kökünden türeyen ve "karşılıklı olarak bakmak, birlikte düşünmek" mânasına gelen münazara kelimesi, terim olarak gerçeğin bilinmesine yönelik tartışmaların yöntem ve kurallarını araştırıp belirleyen İlmî disiplini İfade eder.

Kur'an'da münazara kelimesi geçmemekle birlikte nazar kökünden türeyen bazı fiillerle düşünmenin temel bilgi kaynaklan arasında yer aldığına dikkat çekilmiş, fikrî tartışma ise cedel kavramı ile ifade edilmiştir. Ayrıca tartışmaların en güzel şekilde yapılması istenmiştir.
Muhatabın amacını hedefinden saptırmak, ileri sürmediği bir görüşü isnat edip onu mağlûp etmeye çalışmak, muarızın kişiliğini küçük düşürücü tavırlar takınmak, kesin delile dayanmadan cedele girişmek, gerçeğin ortaya çıkmasından sonra tartışmayı sürdürmek, hakkı bâtıl ve bâtılı hak diye göstermeye çabalamak gibi ilmî ve ahlâkî nitelikler taşımayan tartışmalar yerilmiştir.

Yine Kur'an'da, gerçeği savunmak amacıyla yapılması emredilen en güzel tartışma için bazı şartlar öngörülmüştür. Tartışmayı uygun zeminde yapmak, kesin delile dayanmak, getirilen açık delili kabul edip tartışmayı bitirmek ve muhataba karşı nazik davranmak bu şartların başlıcalarını oluşturur.

Kur'ân-ı Kerîm peygamberlerle kavimleri arasında geçen tartışmaları da aktarmaktadır. Bu tartışmalarda bir fikrin doğruluğunu kanıtlama veya yanlışlığını gösterme şeklindeki metotlar kullanılmıştır. Bir düşüncenin doğruluğunu ortaya koymak için gözlem ve deney, kıyas ve karşılaştırma yöntemlerinden faydalanılır.
Düşüncenin yanlışlığını göstermek için de her şeyden önce iddiaya karşılık delil talep etme, iddianın doğruluğuna dair kanıt isteme, iddianın veya gereğinin gerçekle çeliştiğini gösterme, ihtimalleri göz önünde bulundurup tartışmaya açma, muarızı şüpheye düşürme, soru-cevap yoluyla ileri sürülen görüşü çürütme, kararlı bir tavır takınıp kesin bir ifade kullanma, muhatabın samimiyetsizliğini ve dolayısıyla haksızlığını ortaya koymak amacıyla sahte davranış içinde bulunan tarafa müştereken beddua etme [1182] darbımesel ve kıssalar zikretme gibi yöntemlere başvurulur.[1183]
Münazara disiplini kelâm ve fıkıhta mezheplerin teşekkülüne bağlı olarak oluşmuştur. Farklı itikadı ve fıkhî mezhepleri benimseyen âlimler arasında erken dönemlerden itibaren çeşitli meclislerde ve özellikle Abbasîler devrinde halifelerin saraylarında hem müslüman âlimler hem de müs-lüman âlimlerle yahudi, hıristiyan, Mecûsî, mülhid gibi değişik din ve akımlara mensup âlimler arasında ilmî tartışmalara girişilmiş [1184] bunlardan faydalı sonuçlara ulaşabilmek için tartışma âdabı ile kurallarına ihtiyaç duyulmuş ve "ilmü âdâbi'l-bahs ve'1-münâzara" (ilmü'l-münâzara) adıyla bir ilim dalı oluşmuştur. Bazı âlimlerin kullandığı "ilmü'l-cedel" tabiri ise rağbet görmemiştir. Muhtemelen, cedel kavramında sertlik ve muarızı mutlaka mağlûp etme gibi İslâm ahlakıyla bağdaşmayan bir anlamın bulunmasına karşılık münazaranın beraberce düşünmekle irtibatlı olması bu adın daha çok benimsenmesine vesile olmuştur. Zamanla medrese eğitiminde her öğrencinin bu alanda yazılan bir eseri okuması gelenek halini almıştır.
İbn Haldun'un belirttiğine göre cedel ve münazara ilmini konu edinen eserler başlıca iki şekilde telif edilmiştir:
Ebü'l-Usr Fahrü'l-İslâm el-Pezdevî usulü ile Rükneddin el-Amîdî usulü. Pezdevî münazaranın sadece Kur'an, sünnet, icmâ ve kıyastan oluşan dinî delillere dayanılarak yapılmasını esas alır ve dinî çerçeveyle sınırlı kalmasını ister. Amîdî ise tartışmada dinî, felsefî ve mantıkî konularda delil olarak kullanılabilecek her bilgiden yararlanmayı kabul eder. Bu ikinci yöntem, geniş ölçüde akıl yürütme ve her konuda delil getirmeye imkân tanıdığı için daha çok kabul görmüş, ancak mugalata ve safsata türü kıyasların da kullanılmasına yol açması sebebiyle eleştirilmiştir.[1185]

Belirlenen ilkelere göre tartışmanın niteliği ve kuralları şöylece Özetlenebilir:
Bir konuyu tartışan iki kişiden iddia sahibine"muallil" (sebep bildiren ve cevaplayan kimse), diğerine de "sâil" (iddia sahibince öne sürülen fikirleri kontrol edip delile ihtiyaç hissettiren tezlere delil isteyen ve soru soran kimse) adı verilir. Tartışan kimse naklettiği bir görüşü kaynağına dayandırmaya mecburdur. Ancak naklettiği düşüncenin doğruluk veya yanlışlığını ileri sürerse iddia sahibi olur ve tezini kanıtlamakla yükümlüdür. Zira apaçık ve zaruri şekilde bilinemeyen her iddianın delilleri-dirilmesi gerekir. Tartışmada kanıt olarak getirilen kıyasın şekil ve muhteva yönünden doğruluğu zorunludur. Eğer delil şekil bakımından yanlış olursa "mugalata" adını alır ve geçersiz sayılır.

Münazara esnasında bazan sâilin, bazan da muallilin başvurduğu hükümlerle ilgili kurallar şunlardır:

a) Engelleme (men1): Öne sürülen iddiaya delil isteyerek veya delilin öncüllerine itiraz ederek muarızı reddetmek,
b) Delili bozma (nakz): Gösterilen delillerin öncüllerine itiraz etmeden yeni bir delille onu çürütmek,
c) İddiaya karşı koyma (muâraza): Öne sürülen iddianın zıddının doğruluğunu kanıtlamak suretiyle doğrudan doğruya iddiayı çürütmek.
Sâil. delili bozma veya iddiaya karşı koyma şıklarından biriyle hareket etmek istediği takdirde muallil konumuna gelir, muallil de sâilin yerini alır. Sözü edilen üç kuralın her birinde sâil ve muallilin çeşitli görevleri mevcut olup bunlar klasik münazara kitaplarında sayılmaktadır.[1186]
Bir iddianın reddedilmesi onun yanlışlığını göstermekten çok iddiada kapalılık bulunduğuna işaret eder, delilin bozulması ise onun yanlışlığını gösterir. Bu sebeple mukabil bir delille bozulan delilin yanlışlığına hükmedilir. Ancak delilin yanlış olması ilgili iddianın yanlışlığını gerektirmez, sadece iddia o delille kanıtlanmamış sayılır ve başka bir delile ihtiyaç duyulur. İtirazların en zayıfı engelleme ise de gerçeğin ortaya çıkmasına daha çok katkıda bulunduğundan en yararlı itiraz sayılır.[1187]
Kavramlarla ilgili tartışma kuralları "tanım" ve "bölme" kısımlarında incelenir. "Bir kavramın karakteristik kapsamını belirleyen zihin işlemleri" demek olan tanıma ancak tanımın eksik olduğu ve yabancı unsurlar içerdiği iddiasıyla itiraz edilebilir. Bir bütünün parçalara bölünmesi halinde bölmenin tam olmadığı veya bölmeye dahil unsurların dışarıda bırakıldığı ileri sürülerek karşı çıkılabilir. Bölmeyi yapan kimse bunları cevaplandırmakla yükümlüdür[1188]
Tartışma sonunda mu-allil başarılı olması halinde sâili ilzam etmiş, sâil de başarılı olması durumunda muallili ifhâm etmiş sayılır.
Münazara literatüründe üzerinde durulan konulardan biri de münazara âdabıdır; bununla ilgili olarak bazı ilkeler belirlenmiştir.
1. Tartışırken sözü aşın derece uzatmamali, ancak amacın anlaşılmasına engel olacak şekilde kısa da tutmamalıdır.
2. Yan konulara girilmemeli ve hedef saptınlmamalıdır.
3. Tartışma esnasında gülme, hiddetlenme gibi olumsuz tavırlar gösterilmemelidir.
4. Muhataba konuşma fırsatı tanınmalıdır.
5. Münazara kurallarını ve âdabını bilmeyen, ayrıca alay eden ve böbürlenen kimselerle tartışmaya girişilmemelidir.
6. Muhataba karşı nazik ve saygılı bir tavır takınılmalıdır.
7. Muhatabın gerçeği ortaya çıkarmasına engel olunmamalıdır.

Münazarayla cedelin aynı şey olduğunu kabul eden âlimler bulunduğu gibi [1189] bunları ayrı ayrı ilimler sayanlar da vardır. Münazara gerçeğin ortaya çıkarılmasını amaç edinir, cedel ise doğru veya yanlış belli bir fikrin üstün gelmesini yahut geçersiz kılınmasını sağlamayı hedefler.[1190] Kur'an bu amaçla yapılan tartışmaları yasakladığından cedel adıyla ayrı bir ilim dalı gelişme göstermemiştir.
Münazara ilmi hakkında yazılan risale ve kitapların başlıcaları şunlardır: Rükneddin el-Amîdî, el-îrşâd fî Hîmi'l-hilâi ve'l-cedel; Ahmed b. Hibetullah el-Medâinî, Ahkâmü'l-cedel ve'1-münâzara [1191] Adudüddin el-îcî, Âdâbü'l-bahş ve'1-münâzara; Ebû Muhammed İbnü'l-Cevzî, el-îzâh li-kavânîni'1-ıştüâh fi'1-cedel ve'1-münâzara [1192] Muhammed b. Eşref es-Semerkandî, Risale fî âdâbi'l-bahş ve turukı'1-münâ-zara [1193] Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Usûlü'! mantık ve'1-münâzara Taşköprizâde Ahmed Efendi, Âdâbü'î-bahş ve'1-münâzara [1194] İsmail Hakkı Bursevî, Şerh calâ Âdâbi'l-bahş li-Tâşköprîzâde [1195] Saçaklızâde, er-Risâletü'1-Velediyye fî âdâbi'l-bahş ve'1-münâzara [1196] Ali Rızâ Ardahânî, Mi'yârü'1-mü-nâzara [1197] Mustafa Sabri, 'İlmü âdâbi'l-bahş ve'1-münâzara Muhammed Cemâleddin İstan-bûlî, Şerhu'l-Manzûmeü'z-zâhire fî ka-vânîni'1-bahş ve'1-münâzara Şirvanlı Ahmed Hamdi, İlm-i Münazara Hamd b. İbrahim el-Osman, Uşûlü'l-cedel ve'1-münâzara fi'î-Kitâb ve's-Sünne[1198]

Bibliyografya :

et-Ta'rîfât, '"Münazara" md.; Tehânevî. Keşşaf (Dahrüc), M, 1652; İbn Haldun, Mukaddime, 111, 1068; İbn Kutluboğa, Tâcü't-terâcim fî Labakâ-tİ'l-Hanefıyye, Bağdad 1962, s. 41; Taşköprizâde. Miftâhu's-sa'âde, I, 303; II, 599; a.mlf., Âdâ-bü.'1-bahş ue'l-münâzara, İstanbul 1313, s. 1-10; Keşfü'z-zunûn, 1, 38-39, 69, 579-580; Saçaklızâde, er-Risâletü'l-velediyye, İstanbul 1325, s. 1-2, 7-13, 64, 112; a.mlf.. Tertıbü'l-"ulûm [nşr. Muhammed b. İsmail es-Seyyid Ahmed), Beyrut 1408/1988, s. 141-143; Zebîdî, Ittıâfü's-sâde, 1, 279-290; Gelenbevî, Risâletü'l-ûdâb, (baskı yeri ve tarihi yok], s. 1-9; Hasan Paşazade, Fetlju'l-uefıhâb şertyu Risâleti'l-âdâb, İstanbul, ts., s. 20-52; AIİ Rıza Ardahanî, Mi'yârü'l-miinâzara, İstanbul 1307, s. 9-36; Ahmed Cevdet Paşa, Âdâb-ı Sedâd min ilmi'l-âdâb, İstanbul 1294, s. 5-8, 9-58; Şevki Dayf, Târîlju'l-edeb, 111, 457-459; Yusuf Şevki Yavuz, Kur'ân-ı Kerîm'de Tefekkür ue Tartışma Metodu, İstanbul 1983, s. 5-32, 113-182; Abdurrahman Hasan Habenneke el-Meydânî, Da-vâbiÇü'l-ma'rife, Dımaşk 1408/1988, s. 361-375, 451-454; Hüseyin Atay, "Kur'an'a Göre Münazara Metodu", AÜlFD, XVII [1969], s. 259-275; Cemil Saîd, "el-Münâzara n"l-caşiîl-cAbbâsî", Meceiletû Küiliyyeü'd-dirâsâÜ'l-klâmiyye, V, Bağdad 1973, s. 187-204.1

Arap Edebiyatı.

Arap dilinde münazara yanında muhavere, muâraza, mücâdele, müfâhare, münâfere ve mümâ-rât gibi yakın anlamlı birçok kelime kullanılmaktadır. Bunlar "muhavere" başlığı altında yer alan türlerdir. Aralarında bazı mâna farklarının bulunduğu bu kelimelerin çoğu Kur'an'da yer almaktadır. Arap edebiyatında "zıt veya farklı unsurların üstünlüklerinin karşılaştırıldığı edebî tür" şeklinde tanımlanan münazaranın Câhiliye döneminde muhavere, müfâhare ve münâfere olmak üzere nesir şeklinde üç çeşidi tesbit edilmiştir. İki veya daha fazla kişinin bir konuda dönüşümlü olarak görüşünü beyan etliği konuşma türüne muhavere adı verilmiştir. Bazan bu bir tarafın soru sorması, diğer tarafın cevap vermesi şeklinde gerçekleşirdi. Âmir b. Zarib el-Advânî ile Humeme b. Râfi' ed-Devsî arasında Himyer kralının huzurunda yapılan münazara buna örnek gösterilir.[1199] Temîm kabilesinin bilgesi Damre b. Damre el-Müaydrnin Hîre Kralı Nu'mân b. Münzir'le yaptığı muhavere ve ona verdiği hikmet dolu cevap [1200] Utbe b. Rebîa ile kızı Hind arasında geçen ve Ebû Süfyân'la evliliğine dair olan muhavere türün meşhur örneklen içinde yer alır.[1201]
Soy sop, kabile ve aşiret üstünlüğü, ahlâkî erdemlere sahip oluş, mal mülk, evlât ve akraba çokluğuyla övünme şeklinde daha çok kabile ileri gelenleri arasında cereyan eden muhaverelere müfâhare adı veriliyordu. Bunun en meşhur örneği, Sâsânî Hükümdarı Kisrâ Enûşirvân ile Hîre Kralı Nu'mân b. Münzir arasında kisrânın sarayında yapılan muhaveredir. En üstün milletin Araplar olduğunu ileri sürerek münazaraya başlayan Hîre Kralı Nu'mân kisrânın sorularına ikna edici cevaplar vererek galip gelmiştir.[1202] Nu'mân'ın sarayında düzenlenen müfâharelerde yerleşmiş bazı geleneklerin varlığı [1203] onun bu konudaki başarısının sebeplerindendir.
Câhiliye devrinde daha çok Rebîa-Mudar, Bekir- Tağlib, Kays-Temîm ve Evs-Hazrec kabileleri arasında süren müfâhare geleneği, İslâm'ın öğretileriyle uyuşmadığı için Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râ-şidîn dönemlerinde ehemmiyetini kaybetmişse de Emevîler devrinde Arap ırkına dayalı bir siyaset güdülmesinin etkisiyle yeniden alevlenmiştir. Kaynaklar, Muâviye b. Ebû Süfyân'ın huzurunda kabilelerinin cömertlikleriyle ileri gelenlerinin çokluğu ve nitelikleri konusunda münazaraların yapıldığını kaydetmektedir.[1204] Bu türde III (IX) ve IV. (X.) yüzyıllarda birçok eser kaleme alınmıştır.[1205]

Münazaranın en zorlusu olan münâfere, mutlaka bir hakemin nezaretinde ve kaybeden tarafın kazanana ödeyeceği bir ödül ortaya konarak yapılırdı. Câhiliye devrinin yaygın geleneklerinden olan bu tarz münazarada iki taraf ataları ile hasep neseplerinin çokluğu, şeref ve değerlerinin yüceliği konusunda söz düellosuna tutuşurdu. Soyluluğu ayakta tutan ve devamını sağlayan husus bir bakıma mal mülk olduğundan tartışmada servet çokluğu da ana konulardan birini teşkil eder. Tartışma kızıştığında iş ölülerin sayılmasına kadar giderdi. Bu Câhiliye geleneğine Kehf (18/34) ve Tekâsür (102/1-2) sûrelerinde işaret edilmektedir.
Münâferenin, "Ben insan (nefer) sayısı bakımından senden daha güçlüyüm" ifadesiyle başladığı için bu adla anılmış olması da muhtemeldir. Eşraftan ve zamanın bilgeleri arasından seçilen hakemler fitne çıkmasını önlemek için genellikle tarafların eşit olduğunu edebî ve etkili bir konuşma ile ilân ederlerdi[1206]Ortaya konan ödüller 100, bazanda 1000'e kadar ulaşan deve, köle, câriye veya altın oluyordu [1207] Münazara konusunda ilk yazılan eserlerin mü-nâfere türünde olduğu, İbnü'n-Nedîm'in, adında "münâfere, münâferât" kelimeleri geçen ve ilk dönemlerde yazılmış olan bazı eserleri zikretmesinden anlaşılmaktadır.[1208]

Muhavere, müfâhare ve münâfere türündeki Câhiliye münazaralarının karakteristik özelliği çoğunlukla hakemlerin huzurunda cereyan etmesi ve secilerle örülmüş etkileyici edebî bir dilin kullanılmasıdır. Buna karşılık İslâmî dönemde tamamen edebî bir tür niteliği taşıyan ve bir müellif tarafından gece ile gündüz, kılıç ile kalem gibi iki zıt veya farklı unsurun konuşturulması, kendi erdem ve üstünlüklerinin dile getirilmesi ve karşı tarafın delillerini çürüterek galip gelinmesi şeklinde gerçekleşen münazara çeşitleri de ortaya çıkmıştır. Bu türde çok defa hayalî bir kimse yahut zamanın halifesi, valisi veya âlimlerinden biri hakem olarak gösterilmiş, birçoğunda olay bir mahkemede geçiyormuş gibi kurgulanmıştır.
Başta Arap dili ve edebiyatı olmak üzere kelâm, fıkıh, mezhepler, tarih, felsefe ve mantık gibi alanlarda ilmî bir konunun tartışıldığı münazaralar ayrı bir kategori oluşturarak İslâm ilimleri tarihinde önemli bir yer işgal etmiştir. Bu münazaraların birçoğu halife saraylarında seçkin erkânın huzurunda gerçekleşiyordu. Arap dili ve edebiyatına dair ince meselelerin tartışıldığı en çetin münazaralar, Hârûnürreşîd'in sarayında Emîn ile Me'mûn'un hocası ve yedi kurrâdan biri olan Küfe dil mektebinin reisi Ali b. Hamza el-Kisâî ile Basra dil mektebinin reisi Sîbeveyhi arasında gerçekleşmiştir. "el-Mes'eletü'z-zünbûriyye" adı verilen münazarada bir Arap atasözünde geçen bir kelimenin i'rabı tartışma konusu olmuş, hakemlik yapacak bir otorite bulunamayınca çölden getirilen bedevîle-rin hakemliğine başvurulmuş, rivayete göre saray hocası Kisâî'nin küçük düşürülmesi istenmediğinden bedevilere telkin edilen cevap verdirilmiş, neticede Sîbeveyhi, mağlûp duruma düşürülmüştür. Bu haksızlığı hazmedemeyen Sîbeveyhi Arap ülkelerini terkederek asıl memleketi olan İran'a gitmiş ve genç yaşta kahrından ölmüştür. IV. (X.) yüzyılda cereyan eden bu tür münazaraların en tanınmışlarından biri de elli dokuz yaşındaki Ebû Bekir el-Hâ-rizmî ile yirmi dört yaşındaki Bedîüzzaman el-Hemedânî arasında geçmiştir. 382 (992) yılında Nîşâbur'da düzenlenen münazarada her iki taraf din, dil, edebiyat, gramer, aruz ve mantık ilimlerinde gücünü göstermiş, sonuçta Bedîüzzaman galip ilân edilmiş, otoritesi ve itibarı sarsılan Hâriz-mî bir yıl sonra kederinden ölmüştür. Yine bu asırda Aristo mantığını savunan Met-tâ b. Yûnus ile Arap nahiv mantığını savunan Ebû Saîd es-Sîrâfî arasında cereyan eden münazara da meşhurdur. Hârûnnür-reşîd'in veziri Yahya el-BermeKTnin sarayında zamanın İleri gelen âlim ve edipleri arasında aşk ve sevgi konusunda düzenlenen münazarada Eflâtun'un eI-MeJdü-fae (şölen, sempozyum) adlı eserinin tesiri görülmektedir.
Yazılı olarak veya ileriki dönemlerde görüldüğü gibi basın yoluyla gerçekleşen münazaralar da vardır. Hârûnürreşîd ile Süf-yân es-Sevrî arasında halifenin sahip olması gereken adalet vasfı konusunda ya-zışmalı olarak geçen sert tartışma, XIX. yüzyılda Ahmed Fâris eş-Şidyâk ile İbrahim el-Yâzîcî arasında dil konusundaki gazete tartışması ile Lübnan'da yayımlanan el-Muktetaf ve el-Beşîr dergilerinde birçok yazarın taraf olduğu sihir hakkındaki tartışmalar bunların örneklerinden bazılarıdır.

Bibliyografya :

Tehânevî, Keşşaf (Dahrûc), II, 1652; Câhiz. Re-sâ*il (nşr. Abdüiemîr Ali Mühennâ), Beyrut 1988, II, 61-93; Ebü'l-Kâsım ez-Zeccâd, MecâlîsûVulemâ' (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1403/ 1983; İbnü'n-Nedîm, el-Rhrist (Teceddüd). s. 93, 107, 159, 161, 172-173, 176, 188, 209, 242, 250, 409, 550, 642; Ebû Hayyân el-Endelüsî, Tez-kiretü'n-nühât (nşr. Afîf Abdurrahmanl, Beyrut 1406/1986, s. 124-180; İbn Kayyim el-Cevziyye, İrşâdü'l'Kur'ân ue's-Sünne ilâ tarikı'l-münâza-ra (nşr. Eymen Abdürrezzâk eş-Şevvâ|, Dımaşk-Beyrut 1417/1996, neşredenin girişi; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Bulûğu'l-ereb (nşr. M. Behçet el-Eserî), Beyrut, ts. (Dârü'l-kütübi'l-İlmiyye), I, 278-308; Zekî Mübarek, en-Neşrü'l-fennî fî't-karni'r-râbi\ Kahire 1352/1934, II, 397-426; M. Hâşim Atıyye, el-Edebü'l-'Arabl ue târlhuhû fı'l-'aşri'l-Câhm, Kahire 1355/1936, s. 79-80; Brockelmann. GAL, İ, 128; II, 59, 255-256, 390; Suppi, I, 245-246, 809; II, 12, 174, 198, 220, 237, 369, 999; Seyyid Ahmed el-Hâşimî, Cevâhirü'l-edeb, Kahire 1385/1965, I. 224-287; Sezgin, GAS, I, 318, 502, 573, 618; II, 61; IV, 298; Vi, 208; VIII, 76; IX, 97, 129; Ömer Rızâ Kehhâle, el-Edebü'l-'Ara-bî ft'l'Câhilİyye ve'l-İsl&m, Dımaşk 1392/1972, s. 175; Mecdî Vehbe - Kâmi! Mühendis, Mu'ce-mü'l~muştalahâti'l-[Arabiyye ft'l-luğa oe't-edeb, Beyrut 1979, s. 214; Abdullah Abdülcebbâr - M. Abdülmün'im Hafâcî. Kışşatü'l-edeb fi't-Hİcâz fi'l-'aşrCl'CâhUî, Kahire 1400/ 1980, s. 253-254, 316-320; Mîşâl Âsî- Emîl Bedî1 Ya'küb, d-Mu'ce-mü'1-mu.faşşal fı'l-luğa ue'l-edeb, Beyrut 1987, II, 1207-1209; Ali Cirîşe. Edebü.'1-hiüâr ue'l-münâ?ara, Mansûre 1412/1991, s. 59-60, 150-154; Ali el-Cündî. Fî Târîhi'l-edebi'l-Câhilî, Kahire 1998, s. 263-264.

Türk Edebiyatı.

Münazara hem klasik Türk edebiyatında hem Türk halk şiirinde esaslı bir gelenek oluşturmuştur. Tamamı "münazara" üst başlığı altında toplanabilecek, dış yapı ve muhteva bakımından belirli bir tertip göstermeyen, tek ortak yönü karşılıklı tartışma olan bu eserlerin bir edebî tür olmaktan çok bir tarz olarak adlandırılması daha isabetli görünmektedir.

Dîvânü lugâü't-Türk'ün çeşitli yerlerinde bulunan otuz beş dörtlükten ibaret bahar ile kışın münazarası bu tarzın Türk edebiyatında çok eskiye dayandığını düşündürmektedir. Nitekim Mehmed Fuad Köprülü, Arap ve İran edebiyatlarındaki manzum münazara tarzının Türk halk edebiyatının tesiriyle doğduğunu, aslen Türk olan ilk İran şairleri vasıtasıyla İran edebiyatına ve ardından Arapça yazan Horasan şairleri kanalıyla Arap edebiyatına intikal ettiğini ileri sürmüştür.[1233] Orhan Saik Gökyay da Arap edebiyatında münazarayı ilk kullanan şair Abbas b. Ahnef in Horasanlı olmasının bunu teyit eden bir husus gibi görülebileceğine işaret ede.[1234]
Agâh Sırrı Levend münazarayı mizahî eserler, ahlâkî, hikemî ve tasavvufî eserlerle sanatkârane bir üslûba zemin olan konulan ihtiva eden münazaralar olmak üzere üç grupta değerlendirmektedir.[1235] Mizahî mahiyetteki mensur ve manzum münazaralar daha çok mecmualarda ve letâifnâmelerde yer alır. Münazaralar yazılış şekillerine göre de üç grup altında toplanabilir,

a) Müstakil bir eser halindeki münazaralar. Çoğu mensur olan ve manzumların önemli bir kısmı mesnevi tarzında yazılan bu tür münazaralar "münâzara-i gül ü mül, münâzara-i bahar u şitâ, muhâvere-i dil ü âşık" gibi münazara adını taşırken bazılarına "beng ü bade, seyf ü kalem, deh murg" gibi münazara eden tarafların isimleri verilmiştir,

b) Özellikle mesnevilerde ve bazı manzum-mensur eserler içinde bölümler veya müstakil şiirler halinde yer alanlar. Bunlara Ahmedrnin İskendernâme'-sinin başındaki "Şem' ile Micmer", "Şem' ile Pervane [1236] Şemseddin Siyâsînin Mevlid'indeki "Âsumân u Zemîn Şeyh Baba Yûsuf Sivrihisârînin Mevhûh-ı Mahbûb'un-daki "Semâ ve Arz" [1237] münazaraları örnek verilebilir. Yenipazarlı Valî'nin Hüsn ü Dif inde nây-nahl, def-gül, şem'-pervane, kâse-i Çîn-nergis, benefşe-çeng arasında geçen münazaralarda olduğu gibi [1238] bir mesnevi içinde birden fazla münazara bulunabilir. Hayalî Bey'in divanındaki "Münâzara-i Mihr ü Mâh" başlıklı gazelinde olduğu gibi [1239] divanlarda da münazaralara rastlanmaktadır,

c) Karşılıklı konuşma tarzında kaleme alınmış kısa şiirler. Çoğunlukla her iki tarafında insanların bulunduğu ve daha çok "dedim-dedi" şeklinde kalıplaşmış ifadelerle yazılan bu manzumelerin bir kısmı münazara özelliği taşımaktadır. Âşık ile maşuk arasında geçen konuşmalara dayanan şiirler Türk halk edebiyatında başlı başına ele alınacak derecede zengindir. Divan şiirinde de rastlanan "dedim -dedi"ü şiirlerin örnekleri arasında [1240] Mecmau'n-nezâir'deki on kadar gazele işaret etmek gerekir. Bu tarz şiirler mesnevilerde de görülmektedir.[1241]
Kahramanları (tartışmanın tarafları) bakımından münazaralarda şu gruplar ortaya çıkmaktadır:

Kahramanları insan olan münazaralar: Rind-zâhid, tabip-mü-neccim, zengin-fakir, kız-oğlan, evli-be-kâr, bedevî-şehirli...

Kahramanlan hayvan olan münazaralar: Papağan-karga, kedi-fare unsurun birbirine karşı üstünlüklerini ortaya koymak üzere yaptıkları münazaralara da rastlanmaktadır. Münazara kelimesi mesnevilerde "muhavere, mükâleme" anlamında da kullanılmıştır. XV. yüzyıl şairlerinden Mehmed'in Işk-nâme'sinde yer alan "Münâzara-i Ferruh bâ-Mürgân" ve "Münâzara-i Mürgân be-Ahvâl-i Hîş Zârî Kerden" başlıklı kısımlar münazaradan çok karşılıklı konuşmaya dayalı bölümler halindedir. Mesnevi şairlerinin bir fırsatını bulup eserlerini münazaralarla süslemesinin âdeta bir gelenek halini aldığı söylenebilir.
Münazara, Türk halk şiirinde de rağbet görmüş olup divan şiirindeki görünüşünden nisbeten farklı tarzda metinler şeklinde ortaya çıkmaktadır. Nitekim âşık tarzı şiir geleneğinin önemli türlerinden olan atışmalar esas itibariyle bir tür münazara sayılabilir. Elâzığ yöresinde "karşılama" denilen, birer mısra ile karşılıklı olarak söylenen şiirler Karadeniz'de "karşı beri" adı verilen "atma türküler", Kars yöresinde sorulu-cevaplı mâni tarzındaki "akışta"lar ve halk şairleri arasında çok yaygın olan "dedinvdedrii şiirlerin bazıları ile [1242] "deyiştirme" ve "söyleştirme" diye adlandırılan söyleyişler [1243] münazara içerisinde değerlendirilebilir.
Türk halk şiirinde başka münazara örnekleri de oldukça fazladır. Meselâ Âşık Ömer'in, "Yer ile gök azîm etti maslahat / Gök söyledi burc-ı baran benimdir" mısra-larıyla başlayan şiiri [1244] bir yer ile gök münazarası örneğidir. Âşık Ömer Divanında buna benzer çok sayıda münazara yanında Âşık Şenlik'in, "Kış ile nev-bahâr düştüler bahse" mısraıyla başlayan şiiri tipik bir bahar ile kış münâzarasıdır. "Çiğdem der ki ben elayım / Hepisinden ben âlâyım / Yiğit başına belâyım / Benden âlâ çiçek var mı?" mıs-ralarıyla başlayan meşhur türkü, Türk halk şiirinde münazara tarzında söylenmiş anonim ürünlerin mevcut olduğunu göstermektedir. Türk edebiyatında münazaranın Balkanlar'dan Kırım'a, Azerbaycan'dan Başkırdistan'a ve Kazan Tatarlan'na kadar örnekleri görülmektedir.
Bir kısmı tamamıyla manzum, bir kısmı mensur, az bir bölümü manzum-mensur karışık olarak yazılan münazaralardan tesbit edilebilenleri şöylece sıralamak mümkündür: XV. yüzyıl: Yûsuf Emîrî, Beng ü Çağır (Çağatayca); Ahmedî, Sazlar Münazarası; Molla Lutfî, Hamârne [1245] Yakinî, Ok-Yay Münazarası; Necâtî, Münâzara-i Gül ü Hüsrev. XVI. yüzyıl: Uzun Rrdevsî, Münâzara-i Seyî ü Kalem; Lâmiî Çelebi, Münâzara-i Sul-tân-ı Bahar u Şitâ, Şerefü'l-insân, Münâzara-i Nefs ü Rûh; Gazâlî Deli Birader, Dâîiu'l-gumûm ve râfiu'l-hümüm; Fuzûlî, Beng ü Bade; Latîfî, Münazara; Alâî, Münâzara-i Derviş ü Ganî; Derviş Şem-seddin, Deh Murg; Şerîf, Münâzara-i Tû-tî bâ-Zâğ; Gedâyî, Beng ü Bade; Nev'î Yahya, Münâzara-i Tûtî bâ-Zâğ; Şem-seddin Sivâsî, Gülşen-âbâd; Manastırlı Celâl Efendi, Sa'd ü Saîd; Naîmî-i Ha-mîdî, Münâzara-i Seyf ü Kalem; Kınali-zâde Ali Çelebi, Seyf ü Kalem. XVII. yüzyıl: Fürûgî Derviş Ahmed, Münâzara-i Ganî vü Fakîr; Sıdkî, Risâle-i Beri ü Bahar; Vardarlı Fazlî, Mahzenü'l-esrâr; Gazi Giray, Kahve ile Bade, Gül ü Bülbül; Şâbanzâde Mehmed Efendi, Münâzara-i Tîğ u Kalem; Fasîh Ahmed Dede, Münâzara-i Gül ü Mül, Münâzara-i Rûz u Şeb; Bahâî, Münâzara-i Efyûn u Bade vü Beng, Der-Hikâyet-i Eli Abdal. XVIII. yüzyıl: Şâkir-i Enderûnî, Kilk ü Dil; Sünbülzâde Vehbî, Şevk-engîz. XIX. yüzyıl: Abdî, Münâzara-i Nutk-ı Bî-per-vâ vü Akl-ı Dânâ; Emin Hilmi, Muhâke-me-i Ye's ü Emel; Cemal, Muhâverât-ı Seyf ü Kalem; Salim b. Ahmed, Muhâve-re-i Rind ü Zâhid; Memduh Paşa, Eser-i Memdûh; Mehmed Bahâeddin, Seyî-Ka-lem.

Bibliyografya :

Mehmed, Işk-nâme: İnceleme-Metin (haz. Şedit Yüksel), Ankara 1965, s. 230-231; Ahmedî, Cemşld ü Hurşîd (haz. Mehmet Akalın), Ankara 1975, s. 89-97; a.mlf., İskendernâme (haz. İsmail Ünver), Ankara 1983, vr. lb; Şeyh Baba YÛ-suf Sivrihisârî, Mevhûb-ı Mahbüb: İnceleme-Me-ün-Sözlük-İndeks (haz. Ahmet: Kartal), Eskişehir 2000, s. 214-217; Derviş Şemseddin, Kuşların Münazarası: Deh Murg (nşr. Hasan Aksoy), İstanbul 1998; Lâmiî Çelebi, Vâmık u Azrâ (haz. Gönül Ayan), Ankara 1990, s. 279-280; a.mlf., "Münâzara-i Sultân-ı Bahar bâ-Şehriyâr-ı Şitâ" (trc. Mümtaz Şükrü), Uludağ, sy. 20, Bursa 1939, s. 64-83; Hayalî Bey, Dîüân (haz. Ali Nihad Tarlan), İstanbul 1945, s. 85; Taşköprizâde, Âdâbü'l-bahs ue'l-münâzara (nşr. ve trc. Abdurrahim Gü-zeİ, Eü İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 7 |Kayseri 1990| içinde), s. 203-213; Şemseddin Sivâsî. Gülşen-âbâd (nşr. Hasan Aksoy], İstanbul 1990; Basîrî, Münâzara-i Tûtî İle Zâğ (trc. Şerîf], İstanbul 1287; C. Brockelmann, "Altturkestanische Volkspoesie II", AM, I (1924], s. 195-207; G. Jar-ring, Some Notes on Eastern Turkİ (New üig-hur) Münazara Literatüre, Lund 1931; a.mlf., The Contest of the Fruiis: An Eastern Turki Al-legory, Lund 1936; Köprülü, Araştırmalar, s. 22; a.mlf.. "Deli Lutfî'nin Mizahî Bir Risalesi", HM, IV/100 (1926), s. 2; Sadettin NüzhetErgun.Â^ıfc Ömer, Hayatı oe Şiirleri, İstanbul, ts., s. 15; Meserret Şayian (Diriöz), Türk Edebiyatında Münazara (mezuniyet tezi, 1948), İÜ Ed. Fak.; a.mlf., "Türk Edebiyatında Münazara", MK, 11/1 (1980), s. 20-22; Fahir İz, "Yakıni's 'Contest of the Ar-row and the Bow"\ Nemeth Armağanı (haz. |. Erckmann v.dğr), Ankara 1962, s. 267-287; I. V. Steblava, Ravzitie tyurskih poetiçeskih form u XI ueke, Moskva 1971, s. 195-207; Agâh Sırrı Le-vend, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1973,1,140, 141, 144, 152; a.mlf., Dioan Edebiyatı, İstanbul 1984, s. 536; Turgut Günay, "Türk Halk Şiirinde İlk Deyişme (Müşâare) Örnekleri", uluslararası Folklor ve Halk Edebiyatı Semineri Bildirileri, Ankara 1976, s. 253-257; Hayrettin İvgin, "HalkŞi-irinde Dedim-Dedi'", //. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara 1982,1i, 255-264; M. Fatih Koksal, Yenipazarlı Vâlî'nin Hüsn ü Dil Mesnevisi (yüksek lisans tezi, 1996], EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ayşe Yücel, "Türk Edebiyatında Münazara ve Şenlik'in Münâzaralan", Âşık Şenlik Sempozyumu Bildirileri, Ankara 2000, s. 279-292; Orhan Saik Gökyay, "Türk Edebiyatında Münazara", Yücel, XIl/68-72 (1940), s. 74-78; a.mlf., "Tokatlı Lutfî'nin Hamâme'si", Türk Folkloru Belleten, I (1986), s. 155-182; Enver Tun-calp, "Divan ve Halk Edebiyatı Şiirimizde Dedim-Dedi", Bayrak, XVII/61, Ankara 1969, s. 7-9; Gönü! Alpay, "XV Yüzyılın İlk Yansında Yazılmış Bir Münazara: Sazlar Münazarası", Araştırma, X, Ankara 1972, s. 99-132; a.mlf., "Yusuf Emirî'nin Beng ü Çağır Adlı Münazarası", TDAY Belleten (1972), s. 103-125; Nuray Tezcan, "Lâmiî'nin Gûy u Çevgân'ından İki Münazara", a.e. (1980-81), s. 49-63; Şerif Oktürk, "Divan Edebiyatında Dedim-Dedi", Yeni Defne, 11/15, İstanbul 1982, s. 4-6; 11/18 (1983), s. 12-13; 11/19 (1983), s. 15-18; Kemal Eraslan, "Ahmedî: Münazara (Telli Sazlar Atışması)", TDED, XX1V-XXV (1986), s. 129-204; Ahmet Özdemir, "Türk Halk Şiirinde Dedim-Dedi'ler", Trakya Birlik, sy. 38, İstanbul 1995, s. 18-19; İ. Hakkı Aksoyak, "Var-darlı Fazlî ve Mahzenü'l-esrâr Mesnevisi", TT, XXXI/182 (1999), s. 55-61; Dilek Batislam, "Divan Şiiriyle Halk Şiirinde Ortak Bir Söyleyiş Biçimi Mürâca'a-Dedim-Dedi", Folklor / Edebiyat, sy. 23, Ankara 2000, s. 201-210; Lütfı Alıcı, "Klâsik Türk Edebiyatında Mürâca'a Şiirler", ilmî Araştırmalar, sy. 14, İstanbul 2002, s. 1-15; Hasan Aksoy, "Münazara", TDEA, VI, 468-469.

[1182] bk. mübâhele

[1183] Yavuz, s. 113-182

[1184] Şevki Dayf, III, 457-459; Cemîl Saîd, V [ 19731, s. 187-204

[1185] Mukaddime, 111, 1068; münazara ilminin fıkha uyarlanışı için bk. HİLAF

[1186] Yavuz, s, 21-31

[1187] Taşköprizâde, Âdâbü'l-bahş, s. 2-10; Ahmed Cevdet Paşa, s, 9-46

[1188] Saçaklızâde, er-Risâtetü'l-uelediyye, s. 1-2; Gelenbevî, s. 7

[1189] İbn Haldun, IH, 1068

[1190] Saçaklızâde, TertîbüVulûm, s. 142-143

[1191] Keşfü'z-?unûn, I, 69

[1192] Kahire 1955

[1193] Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 2661

[1194] Kahire 1310

[1195] İstanbul 1273

[1196] İstanbul 1325

[1197] İstanbul 1307

[1198] Kuveyt 1422

[1199] Abdullah Abdülcebbâr - M. Abdülmün'im Hafâcî, s. 253-254

[1200] a.g.e., s. 316-317

[1201] a.g.e., s. 316

[1202] Mîşâi Âsî - Emîl Be-di" Ya'küb, II, 1207

[1203] Mahmûd Şükrî el-Âlû-sî, 1, 280-281, 285-286

[1204] a.g.e., 1, 283-285, 287

[1205] İbnti'n-Nedîm, s. 172, 209; Brockelmann, GAL, II, 390; Sezgin, I, 318; II, 61; ayrıca bk. FAHR

[1206] Ali el-Cündî, s. 263-264

[1207] krş. MahmÛd Şükrîel-Âlûsî, 1, 289-307

[1208] el-Fihrist, s. 93, 159, 161, 17Ğ, 188

[1233] Araştırmalar, s. 22

[1234] Yücel, XJI/68-72 11940], s. 74

[1235] Divan Edebiyatı, s. 536

[1236] vr. lb

[1237] s. 214-217

[1238] Koksal, s. 403-406, 407-411, 412-415, 417-420

[1239] s. 85

[1240] Batislam, sy. 23 [2000|, s. 201-210; Alıcı, sy. 14 [2002], s. 1-15

[1241] Lâ-miîÇelebi, VâmıkuAzrâ, s. 279-280

[1242] İvgin, II, 255

[1243] Tezcan, s. 52

[1244] Ergun, s. 15

[1245] Eşek ile uslu Hikâyesi


Türkiye diyanet vakfı ansiklopedisi

, 31. cilt son madde
 
21Subat Çevrimdışı

21Subat

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Ben bu münazara adı altında yapılan cedellerden nefret ediyorum.İnsanlar nefisleri pahasına ayetleri birbirine çarptırıyor,vallahi bir müslümanın böyle riyanın yüksek dozda olduğu hevanın tavan yaptığı yerden uzakdurması gerekir.Dediğim gibi biri bu ayet delildir diyor,diğeri bu ayet delildir.Allah s.v.t nın ayetlerini o pak temiz peygamberinin s.a.v hadislerini birbirine çarptırıyorlar oraya Allahın rahmeti değil,gazabı uğrar bu yüzden müslümanların bu gibi yerleri hemen terk etmesi gerekir.İmam Şafi selefin güzellerinden r.h dediği gibi kelam zındıklıktır.
 
Üst Ana Sayfa Alt