Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Rab Nedir? / Ebu'l A'lâ El-mevdudî

Ummu Aişe Çevrimdışı

Ummu Aişe

حسبي الله ونعم الوكيل
Site Emektarı
RAB NEDİR?



Kur’an’ı Kerimde RAB Kelimesinin Çeşitli Kullanış Şekli:

1.Mürebbi,gereksinimleri karşılayan, terbiye veren ve yetiştiren;
2.Kefil,gözetici,koruyup kollayan, ıslahla sorumlu olan;
3.Çeşitli kimselerin oluşturduğu bir toplulukta merkezi bir sıfata sahip olan;
4.Kendisine bağlananların efendisi, sözü geçen, üstünlüğü ve yüceliği kabul edilen ve tasarruf hakkına sahip, itaat ve boyun eğilen efendi, güç ve egemenlik sahibi reis;
5.Malik,efendi.

Rab kelimesi Kur’an-ı Kerim’de yukarıda açıkladığımız tüm manalarda kullanılmıştır. Ayetlerde, bazen bu manalardan sadece bir ya da ikisi bazen daha fazlası bazen de beş anlamıyla birden kullanılmıştır. Bunu Kur’an-ı Kerim’den çeşitli misaller vererek daha da açık bir şekilde göstermek istiyoruz:

a. Rabb’ın ilk manada kullanılışına misal:


“O (Yusuf) (Bundan) beni güzel bir şekilde korumuş olan Rabbime sığınırım dedi.” (Yusuf, 23)

b. Birinci manayı da kısmen ihtiva eden ikinci manada kullanılışına misal:

“Doğrusu sizin bu mabudlarınız benim düşmanımdır. Benim dostum, ancak beni yaratmış olan ve hidayete erdiren, beni yediren ve içiren, hastalandığımda bana şifa veren, alemlerin rabbidir.” (Şuara, 77-80)

“Sahip olduğunuz ne kadar nimet varsa, hepsi Allah’tandır. Sonra, herhangi bir belaya düşerseniz, şaşkın bir halde hemen O’na yönelirsiniz. Ancak O,sizden belayı giderince, (bütün bu nimetler ve sıkıntıları gidermelere rağmen) sizlerden bazıları rablerine başkalarını ortak koşarlar.” (Nahl, 53-54)

“De ki: Her şeyin rabbi yalnız O iken, Allah’tan başka rabler mi arayayım?” (En’am, 164)

“Doğunun da batının da rabbi O’dur. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse O’nu vekil (tüm işlerinde kefil ve mesul) tut.” (Müzzemmil, 9)


c.Rabb’ın üçüncü anlamda kullanılışına misal:

“O rabbinizdir ve dönüşünüz O’nadır.” (Hud, 34)

“Sonra, dönüşünüz rabbinizedir.” (Zümer, 7)

“De ki: Rabbimiz sonunda hepimizi toplar.” (Sebe, 26)

“Sizin gibi bir ümmet olmayan, ne yeryüzünde bir canlı ne de havada iki kanadıyla uçan bir kuş vardır. Biz kitabımızda bunlardan hiçbirini gözümüzden kaçırmadık. Sonra, onların hepsi rableri(nin huzuruna) toplanacaklardır.” (En’am, 38)

“Sura üfürülünce, onların hepsi mezarlarından rableri(nin huzuru)na koşarak çıkarlar.” (Yasin, 51)


d. Rab kelimesinin az çok üçüncü manayı da ihtiva eden dördüncü manada kullanılışına misal:

“Onlar Allah’ı bırakıp ta alimlerini ve dervişlerini rabler edindiler.” (Tevbe,31)

“Bizden hiçbir kimse Allah’tan başkasını rab edinmesin.” (Al-i İmran, 64)


Bu son iki ayette erbab (rabler) kelimesi ile kastedilen, milletlerin ve toplumların kesin olarak kendi önder ve liderleri olarak benimsedikleri kimselerdir. Bu kimselerin uyguladıkları emir ve nehiyler, kural ve kanunlar,helal ve haramlar herhangi bir delile ihtiyaç duyulmaksızın kabul edilmekte ve onlar haddi zatında kendilerini hüküm ve yasak koyma hakkına haiz görmektedirler.

“Yusuf (a.s) dedi ki: Sizlerden biri rabbine (efendisine) şarap içirecek… ve bu ikisinden kurtulacağını sandığına Yusuf rabbinin (efendinin) yanında beni an dedi.Ancak,şeytan rabbine (efendisine) onu hatırlatmayı unutturdu…” (Yusuf, 41-42)

“Haberci Yusuf’a geldiği zaman Yusuf ona; rabbine (efendine) geri dön ve ellerini kesen kadınların durumunu sor dedi. Muhakkak ki Rabbim onların tüm hilelerini bilir.” (Yusuf, 50)


Bu ayetlerde Hz.Yusuf Mısırlıları muhatap alarak Mısır Firavununu onların rabbi olarak nitelemiştir. Çünkü Mısırlılar Firavunun merkezi kişiliğini ve üstün otoritesini kabul etmekte, onu emretme ve nehyetmeye tam yetkili olarak görmektedirler. Şu halde o, onların rabbi idi.

e. Beşinci manada rab kelimesinin kullanılışına misal:

“Öyleyse onlar, kendilerini açken rızıklandıran ve korkudan emin kılan bu evin sahibine ibadet etsinler.” (Kureyş, 3-4)

“Onur ve egemenlik sahibi Rabbin, onların yakıştırdığı tüm noksan sıfatlardan beridir.” (Saffat, 180)

“Arşın maliki rabbin, onların yakıştırdığı tüm noksan sıfatlardan beridir.” (Enbiya, 22)

“(Onlara) sor ki yedi göğün ve yüce arşın sahibi kimdir?” (Mü’minun, 86)

“Göklerin, yerin, bunlar arasında ne varsa ve üzerine güneş doğan her şeyin malikidir O.” (Saffat, 5)

“Doğrusu Şi’ra’nın (yıldız) sahibi de ancak O’dur.” (Necm, 49)




Rububiyet Konusunda Sapıklığa Düşen Bazı Kavimlerin Görüşleri:

Bütün bu misallerden rab kelimesinin anlamı şüphe götürmez bir şekilde ortaya çıkmaktadır.Şimdi bizim sapık kavimlerin rububiyetle ilgili görüşlerini incelememiz Kur’an-ı Kerim’in onları hangi noktalardan ve niçin reddetme yoluna gittiğini ve buna karşılık Kur’an’ın insanları nasıl bir rububiyet anlayışına çağırdığını gözden geçirmemiz gerekir.Bu noktada meselenin tamamen açıklığa kavuşabilmesi için Kur’an’da söz konusu edilen sapık kavimlerin ayrı ayrı incelenip,görüşlerinin tartışılması daha uygun gözükmektedir.

Nuh (a.s)’un Kavmi:

Kur’an-ı Kerim’den açıkça anlaşılmaktadır ki bu kavmin mensupları Allah’ın varlığını inkar etmiyorlardı.Hz.Nuh (a.s)’un kendilerini hak dine davet etmesine karşılık olarak bu kavmin verdiği cevabı Kur’an-ı Kerim aynen şöyle aktarmaktadır:


“Bu kişi,sizin gibi insandan başka bir şey değildir.Size üstün gelmek (size hakim olmak) istiyor.Eğer Allah herhangi bir elçi göndermek isteseydi melekleri gönderirdi.”(Müminun, 24)

Onlar Allah’ın yaratıcı olduğunu kabul ediyor ve hatta Rabbin birinci ve ikinci manasıyla Rab olduğunu yadsımıyorlardı.Nitekim Hz.Nuh (a.s) onlara:

“O rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz.” (Hud, 34)

“Rabbinizden bağışlanma dileyin,O bağışı oldukça bol olandır.” (Nuh, 10)

“Allah’ın yedi göğü nasıl kat kat yarattığını,aralarında aya aydınlık verip güneşin ışık saçmasını sağladığını ve Allah’ın sizi yerden bitki bitirir gibi nasıl bitirdiğini görmez misiniz?” (Nuh, 15-17)

şeklinde hitap ettiğinde,onlardan hiçbiri Allah’ın rableri olmadığını veya gökleri,yeri ve kendilerini O’nun yaratmadığını ya da kainat nizamını O’nun yürütmediğini söylememiştir.

Onlar,Allah’ın ilahları olduğunu da inkar etmiyorlardı.Bu yüzdendir ki,Hz.Nuh (a.s) davetini onlara “Sizin Ondan başka ilahınız yoktur” ibaresiyle sunmuştur.Aksi taktirde,eğer onlar Allah’ın ilahlığını yadsır bir pozisyonda olsalardı,Hz.Nuh (a.s) davetini “Allah’ı ilah tutun” şeklinde sunardı.

O halde onlarla Hz.Nuh (a.s) arasındaki çekişmenin özü ne idi? Kur’an-ı Kerim ayetleri dikkatlice incelenirse,söz konusu çekişmenin temelini iki noktanın oluşturduğunu gözlemleriz:

1. Hz.Nuh (a.s)’un öğretisi şuna dayanmaktaydı;Sizlerin de benimsediğiniz gibi, (ey kavmim) alemlerin rabbi,tüm kainatın yaratıcısı ve tüm gereksinimlerinizin karşılayıcısı ve kefili olan Allah,aslında sizin tek ilahınızdır.Ondan başka hiçbir ilah yoktur.Sizin ihtiyaçlarınızı giderecek,sorunlarınızı çözecek,niyazlarınızı işitecek ve yardımınıza koşacak başka bir varlık yoktur.O halde O’na boyun eğiniz.


“Ey milletim,Allah’a ibadet edin,O’ndan başka ilahınız yoktur… Ben ancak alemlerin Rabbinin elçisiyim ve size rabbimin çağrılarını iletiyorum.” (A’raf, 59-62)

(Hz.Nuh’un) aksine kavmi,alemlerin Rabbi’nin yalnızca bir tek Allah olduğunu kabul etmekle birlikte,başkalarının da ilahlık düzeninde az çok katkısı bulunduğu,gereksinimlerinin onlara da bağlı olduğu ve bu yüzden de Allah’la birlikte,başkalarını da ilah olarak benimsedikleri üzerinde ısrar ediyorlardı.

“Onların önderleri ve ileri gelenleri (ey kavmimiz),ilahlarınızı sakın bırakmayın, ved,suva,yegus,yeuk ve nesr’den sakın vazgeçmeyin dediler.” (Nuh, 23)

2. Nuh kavmi, Allah’ı yalnızca yaratıcıları, yer ve göklerin maliki ve kainat düzeninin en yüce yürütücüsü anlamında rab olarak görüyordu. Ancak onlar ahlak,davranış,medeniyet, siyaset ve hayatın her muamelesinde yüce otoritenin O’nun hakkı olduğuna kail değildiler.O’nun tek başına önder,kanun koyucu,emretme ve nehyetme selahiyetine sahip olduğunu bir türlü kabullenemiyor,yalnızca O’na itaat edilmesi gerektiğini onaylamak istemiyorlardı.Onlar,bütün bu muamelelerde kavmin ileri gelenleri ve dini önderlerini rabler edinmişlerdi.Onların bu davranışı hilafına Hz.Nuh (a.s) onlardan rububiyeti parçalamamalarını,tam ve bütün anlamıyla yalnız Allah’ı rab olarak kabul etmelerini ve O’nun elçisi olması hasebiyle,kendilerine iletmekte olduğu kanun ve hükümlere tabi olmalarını istiyordu.

“Ben,Allah’ın sizlere gönderdiği güvenilir elçisiyim.Öyleyse Allah’tan korkun da bana itaat edin.” (Şuara, 107-108)

İbrahim (a.s) Kavmi ve Nemrud:

Bu kavmin kralı Nemrud hakkında yanlış bir genel anlayış vardır.O’nun Allah’ı inkar ettiği ve bizzat kendisini ilah olarak gördüğü sanılmaktadır.Oysa,Nemrud Allah’ın varlığını kabul etmekte ve O’nun yaratıcı ve kainat nizamının yürütücüsü olduğuna inanmaktadır.Ancak,rab teriminin üçüncü,dördüncü ve beşinci anlamları itibariyle kendisinin de Rab olduğu davasını gütmekteydi… Yine aynı şekilde,Semud kavminin de Allah’ı hiç tanımadığı ve O’nu ilah ve Rab olarak kabul etmediği şeklinde genel bir yanlış anlayış vardır.Halbuki bu kavmin durumunu da Nuh (a.s), Ad ve Semud kavimlerinden farklı değildir.Onlar da Allah’ın varlığını kabul ediyor,O’nun rab olduğunu,yerin ve göklerin yaratıcısı ve kainat nizamının yürütücüsü olduğunu biliyorlardı.Allah’a ibadet etmeyi inkar da etmiyorlardı.Ancak,terimin birinci ve ikinci anlamıyla gök cisimlerini de rububiyete ortak görüyor,bu nedenle Allah’la birlikte onları da mabud kabul ediyorlardı.Öte yandan üçüncü,dördüncü ve beşinci manaları itibariyle de padişahlarını rabler edinmişlerdi.
Kur’an’ın bu konudaki izahları o denli açık olmasına karşın,insanların bu meseleyi anlamaktan uzak kalmalarına şaşırmamak elde değil.Her şeyden önce,Hz.İbrahim (a.s) henüz peygamber değilken,onun hakkı arama yolunda izlediği aşamaları gösteren ve aklını kullanarak onu hakka ulaştıran olayı ele alalım:


“Üzerine gece (karanlığı) çökünce bir yıldız gördü.İşte benim rabbim dedi.Yıldız batınca da ‘Batanları sevmem’ dedi.Ayı parlarken görünce ‘İşte benim rabbim’ dedi.Ancak o da batınca ‘eğer rabbim bana doğru yolu göstermeseydi şüphesiz sapıklardan olurdum’ dedi.Güneşi parlarken görünce ‘işte benim rabbim,bu hepsinden büyük’ dedi. Ancak,o da batınca, ‘Ey kavmim! Ben,sizin (Allah’a) şirk koştuklarından uzağım’ dedi. Doğrusu ben yüzümü gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve ben şirk koşanlardan değilim.” (En’am, 76-79)

Yukarıdaki ayetlerden Hz.İbrahim (a.s)’in içinde gözlerini dünyaya açtığı toplumda gök cisimlerinin rabliği düşüncesinin yanında göklerin ve yerin yaratıcısı ve bu yaratıcının rab olduğu düşüncesinin,mevcut olduğu açıkça anlaşılmaktadır.Böyle bir düşüncenin var olmaması için bir sebep yoktur.Çünkü bu kavim Hz. Nuh(a.s.)’a iman etmiş olan müslümanların neslindendi ve bunların yakın akrabaları ve komşuları olan Ad ve Semud kavimlerine peyderpey gönderilen peygamberler vasıtasıyla İslam dini yenilenerek ihya ediyordu.

“Onlara önlerinden ve arkalarından peygamberler geldi”(Fussilet,14) ayet buna delalet etmektedir. O halde Hz.İbrahim(a.s.) Allah’ın göklerinde ve yerin yaratıcısı ve rabbi olduğu düşüncesini çerçevesinden almıştı.Tabii ki onun kafası kurcalayan şöyle bir soru vardı; Rububiyet Allah’la birlikte ay, güneş ve yıldızların ortak olması şeklinde kavmi içerisinde doğup yaygınlaşan düşünce ve buna dayanarak bu insanların ubudiyette de onların Allah’a ortak koşmaları ne ölçüde gerçeklere uyuyordu?
Nitekim, İbrahim (a.s.) nübüvvetinden önce, bu soruyu cevaplandırmanın peşine düşmüş ve gök cisimlerinin doğuş ve batışındaki eksiksiz düzen İbrahim (a.s.) için yerin ve göğün yaratıcısından başka rab olmadığı hakikatini yakalamada yoldaki işaretler vazifesini görmüştür.Bu nedenle Hz. İbrahim (a.s.) ayı batarken görünce “eğer rabbim,yani Allah,beni doğruya yöneltmeseydi benim de hakikate ulaşamamamdan ve etrafımdaki yüzbinlerce insan gibi dış görünüşlere aldanmamdan korkulurdu”demektedir.
Daha sonraları Hz. İbrahim (a.s.) nübüvvet makamıyla şereflenince Allah’a davete başladı. O’nun bu daveti sunarken kullandığı ibareler üzerinde durulursa bizim yukarıda açıklamaya çalıştığımız konu biraz daha aydınlanacaktır.İbrahim(a.s.)şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerinin uluhiyet ve rububiyete ortak olduklarına dair Allah sizlere hiçbir senet (delil) göndermediği halde, siz onları Allah’a ortak koşmaktan korkmazken,ben neden sizin Allah’a ortak koştuklarınızdan korkayım?” (En’am,81)

“Sizden de, sizin Allah’tan başka çağırdıklarınızdan da uzak duruyor ve Rabbime sığınıyorum.” (Meryem,48)

“O (İbrahim) ‘Hayır, rabbimiz ancak, göklerin ve yerin rabbidir. Bütün bunları O yaratmıştır’ dedi … O halde Allah’ı bırakıp ta size hiçbir fayda ve zarar vermeyecek olan başkalarına mı tapıyorsunuz?” (Enbiya,56-66)

“Bir zaman İbrahim babası ve kavmine şöyle demişti: Siz kime tapıyorsunuz? Allah’ı bırakıp ta kendi uydurduğunuz ilahlara kulluğu mu istiyorsunuz? O halde alemlerin rabbi hakkında düşünceniz nedir?” (Saffat, 85-87)

“(İbrahim (a.s) ve O’na inananlar kavimlerini muhatap alarak) şöyle dediler: Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız.Sizi(n dininizi) inkar ettik.Artık bizimle sizin aranızda bir tek Allah’a iman edinceye kadar ebedi düşmanlık ve öfke baş göstermiştir.” (Mümtehine, 4)


Hz.İbrahim’in bütün bu sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır ki,O’nun muhatapları Allah’tan kesinlikle habersiz,O’nun alemlerin rabbi ve mabudu olduğunu bilmeyen ya da inkar eden kimseler değillerdi.Bilakis Hz.İbrahim’in kavmi Allah’a rububiyet (birinci ve ikinci anlamda) ve uluhiyette başkalarını ortak koşmaktaydı.Bu yüzden Kur’an’ın hiçbir yerinde Hz.İbrahim (a.s)’in kavmini Allah’ın varlığına ve O’nun rab ve tek ilah olduğuna inandırmaya çalıştığını gösteren bir ayet yoktur.Bilakis konuyla ilgili her ayette sadece Allah’ın rab ve ilah olduğu olgusu işlenmektedir.

Konunun Nemrud’la ilgili boyutuna gelince;Onun Hz.İbrahim (a.s)’le yaptığı tartışma Kur’an-ı Kerim’de aynen şöyle nakledilmektedir:


“Allah kendisine hükümdarlık verdi diye İbrahim’le,Rabbi hakkında tartışanı gördün mü? İbrahim ona ‘Ölüm de hayat ta Rabbimin elindedir’ deyince,o da ‘Ben de öldürür ve diriltirim’ demişti.İbrahim ‘doğrusu,Allah güneşi doğudan doğduruyor,sen de onu batıdan doğdursana’ deyince de afallayıp kalmıştı.” (Bakara, 258)

Kur’an’ın naklettiği bu konuşmadan,asıl tartışmanın Allah’ın var olması ya da yok olması hakkında değil de,İbrahim’in (a.s) kimi “rab” olarak gördüğü konusunda olduğu açıkça anlaşılmaktadır.Şöyle ki;ilk olarak,Nemrud Allah’ın varlığını kabul eden bir kavme mensuptu.İkinci olarak,Nemrud’un yerin ve göğün yaratıcısı,ayın ve güneşin yürütücüsü olmak gibi ahmakça bir iddiaya kalkışabilmesi için,katıksız bir deli olması gerekirdi.O halde o “Ben Allah’ım” veya “Ben göklerin ve yerin rabbiyim” gibi bir iddiaya kalkışmamıştı.Bilakis Nemrud, İbrahim (a.s)’in de bir fert sıfatıyla yaşadığı ülkenin rabbi olduğunu savunuyordu.Onun bu rablik iddiası,rububiyetin birinci ve ikinci anlamları itibariyle değildi.Çünkü bu bağlamda bizzat Nemrut ta ;ay,güneş ve yıldızların rububiyetine inanıyordu.Şu da varki,o kendisini ubudiyetin üçüncü,dördüncü ve beşinci manaları itibariyle,ülkesinin rabbi olarak görüyordu.Yani,onun iddiası şuydu; “Ben bu ülkenin sahibiyim,ülkenin tüm sakinleri benim kulumdur.Benim merkezi otoritem onların toplum düzeninin temelini oluşturmaktadır.Benim buyruklarım vatandaşlarım için kanundur.”

Ayette geçen “Allah kendisine hükümranlık verdi diye” ibaresiyle onun,bu rububiyet iddiasının temelini hükümranlık sanısına dayandırdığına işaret edildiği açıkça anlaşılmaktadır.Nemrud,kendi tebaasından İbrahim isimli bir gencin ne ayın,güneşin ve yıldızların olağanüstü rububiyetini ve ne de vaktin padişahının siyasi ve toplumsal rububiyetini kabul etmediğini duyunca şaşırır ve Hz.İbrahim (a.s)’i çağırarak “öyleyse kimi rab kabul ediyorsun?” diye sorar.İbrahim (a.s) buna cevap olarak ilk önce, “ölüm ve hayat benim Rabbimin gücü dahilindedir” demiştir.Ancak Nemrud bu sözdeki inceliği yakalayamadığından “Ölüm ve hayat benim de gücüm dahilindedir,istediğimi öldürür istediğimin canını bağışlarım” diyerek kendi rububiyetini kanıtlamak ister.Bunun üzerine Hz.İbrahim (a.s) “Ben yalnızca Allah’ı rab olarak kabul ediyorum,rububiyetin bütün anlamları itibarı ile,bana göre rab,sırf Allah’tır.Güneşin doğuş ve batışı üzerinde zerre kadar bile etkisi olamadığı halde bu kainat nizamında başkasının rububiyetine nasıl yer verilebilir?” diye cevap verince,zeki bir kişi olan Nemrud,bu delili işitince hakikati kavramıştı.Gerçekten de Allah’ın bu saltanatında onun rablik iddiası batıl bir kuruntudan başka bir şey değildi.Bu yüzden sesi soluğu kesilip öylece kalakalır.Ancak,bencilliği,şahsi ve ailevi menfaatlere kölelik derecesinde bağımlılığı,hakkın gün gibi ortaya çıkmasına karşılık Nemrud’un keyfince yürüttüğü hükümranlık makamından inip Allah ve O’nun rasulüne itaata yanaşmasına engel oldu.Bu nedenle Nemrud’la İbrahim (a.s) arasındaki tartışmadan sonra Allah Teala; “Hayır,Allah zalimleri hidayete erdirmez” buyurmaktadır.Yani Nemrut,hakkın ortaya çıkmasından sonra,tutması gereken yolu tutmayıp,despotça idaresini sürdürmüş,hem başkalarına ve hem de kendisine zulmetmeyi tercih etmiş,Allah da onu hidayet aydınlığından mahrum bırakmıştır.Çünkü,bizzat istemeyene hidayetini zorla dayatması Allah’ın sünnetinden değildir.

Firavun ve Hanedanı:

Şimdi de,hakkında Nemrud ve kavminden daha fazla oranda yanlış kanılar bulunan Firavun ve kavmini ele alalım.Firavun hakkında,onun sadece Allah’ı inkarla kalmayıp,kendisini tanrı olarak gördüğü şeklinde bir genel kanı vardır.Yani o,herkesin gözü önünde,açıkça,yerin ve göğün yaratıcısı olduğunu iddia edecek kadar aklını oynatmış ve kavmi de onun bu iddialarına kanacak derecede akılsız idi!… Oysa,Kur’an-ı Kerim ve tarihteki veriler uluhiyet ve rububiyet noktasında,Firavun ve kavminin sapıklığının, Nemrud’un ve kavminin yoldan çıkmışlığından pek fazla farkının olmadığı hakikatini gözler önüne sermektedir.Aralarındaki fark yalnız şudur:O ortamda,siyasi sebepler dolayısıyla İsrailoğullarına yönelik milliyetçi bir zıtlaşma ve taassuba dayalı bir düşmanlık baş göstermişti.Bunun sonucu olarak günümüzde de ateistlerin çoğunda olduğu gibi,Allah’ın rab ve ilah oluşu,kalblerde gizlice itiraf edilmesine rağmen,sırf inat yüzünden görünürde inkar ediliyordu.
Aslında meselenin özü şudur; Hz.Yusuf (a.s) Mısır’da iktidarı ele aldıktan sonra,İslam öğretisinin yayılması için tüm gücünü sarfetmeye başlamıştı.Hz.Yusuf’un davetinin Mısır üzerindeki etkileri o kadar derindi ki,yüzyıllar boyunca bu etkileri silmeye kimsenin gücü yetmedi.O halde,firavun devrinde,bütün Mısır halkı hak dini üzere olmasa da,Mısır’da herhangi bir kimsenin Allah’ı tanımaması,ya da göklerin ve yerin yaratıcısının O olduğunu bilmemesi mümkün değildi.Sadece bununla da kalmayıp,Hz.Yusuf (a.s)’un öğretileri her Mısırlı üzerinde,en azından metafizik manada Allah’ı,ilahların ilahı ve rablerin rabbi olarak kabul edecek ve hiçbir Mısırlının Allah’ın uluhiyetini inkar etmeyecek derecede etkisi vardı.Bununla beraber,onlardan küfür üzerinde ayak direyenler,uluhiyet ve rububiyette Allah’a başkalarını ortak koşuyorlardı.Hz.Yusuf (a.s)’un bıraktığı bu etkiler Hz.Musa’nın peygamberliğine kadar süregelmiştir.
Nitekim,bir Kıpti liderin,Firavun’un sarayında yapmış olduğu konuşma,bunun açık delilidir.Firavun,Hz.Musa (a.s)’yı öldürmek istediğini açığa vurunca,Müslüman olmasına rağmen bunu gizleyen,saraydaki Kıptilerin bir reisi,dayanamayarak şöyle der:


“Rabbinizden size apaçık ayetler getirdiği halde,Rabbim Allah’tır dediği için mi bu şahsı öldüreceksiniz? Eğer yalancı ise,yalanının vebali kendisine.Ama,eğer doğru sözlü ise,sizi tehdit edegeldiklerinin bir kısmının da olsa başınıza gelebileceğinden sizi sakındırmaktadır.Şüphesiz Allah aşırı yalancıyı doğru yola iletmez.Ey kavmim,bugün iktidar sizin,yeryüzünde galip sizsiniz,ancak,eğer yarın Allah’ın azabı gelir çatarsa bize kim yardım eder…” (Mümin, 28-29)

“…Ey kavmim,nice büyük kavimlerin üzerine gelen o günün,size de gelmesinden ve sonunuzun Nuh,Ad,Semud ve onlardan sonra gelen kavimlerinki gibi olmasından korkarım…” (Mümin,30-31)

“Daha önce Yusuf da size apaçık burhanlar getirmişti. Onun getirdiklerinden de şüphelenip durmuştunuz.Sonunda Yusuf ölünce”Allah ondan sonra elçi göndermeyecek” demiştiniz.” (Mümin, 34)

“Ey kavmim,ne tuhaftır ki ben sizi kurtuluşa davet ettiğim halde,siz beni ateşe çağırıyorsunuz.Siz beni Allah’ı inkar etmeye ve bilmediğim şeyleri O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz.Bense sizi O aziz ve çok bağışlayana çağırıyorum.” (Mümin, 41-42)


Bu ayetler Hz.Yusuf (a.s)’un üstün şahsiyetinin etkilerinin aradan birkaç yüzyıl geçmesine rağmen hala devam ettiğine açıkça delalet etmektedir.
Bu yüce peygamberin öğretisinden etkilenmiş olmaları hasebiyle,Mısır halkı,Allah’ın varlığından; O’nun ilah ve rab olarak tabiat güçleri üzerindeki hüküm ve tasarrufundan;gazabından korkulan,rahmetine ümit bağlanan üstün ve kahir bir mabut olduğundan büsbütün habersiz kalmaları mümkün değildi.
Son ayetten şu da açıkça anlaşılmaktadır ki,bu kavim,Allah’ın uluhiyet ve rububiyetini kati bir şekilde inkar etmeyip,bunların sapıklığı da diğer kavimlerde açıkladığımız cinstendi.Yani,uluhiyet ve rububiyet bağlamında Allah’a başkalarını ortak koşuyorlardı. Firavun meselesinde şüpheleri üzerine çeken bir iki noktayı da burada açıklamamız gerekiyor.Böyle bir şüphe Hz.Musa (a.s)’nın “biz alemlerin rabbinin elçisiyiz” dediğinde,Firavun’un “Bu alemlerin rabbi dediğin de nedir?” diye sorması,veziri Haman’a:


“Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap belki yollara,göklerin yollarına erişirim de Musa’nın rabbine bir söz atarım.” (Mümin, 36-37)

demesi,Hz.Musa’yı “benden başkasını ilah edinirsen seni hapsederim” diye tehdit etmesi,tüm ülkeye “en yüce rabbiniz benim” diye ilan ettirmesi ve saray ehline “Ben sizin için benden başka ilah tanımıyorum” diye böbürlenmesi gibi nedenlerden ileri gelmektedir.Bu gibi ibareleri gören insanlar,Firavun’un Allah’ın varlığını bile inkar ettiğini,alemlerin rabbi diye bir şey tanımadığını ve sadece kendisini mabud olarak gördüğü zannına kapılmaktadır.Oysa Firavun bütün bunları aslında katı bir milliyetçiliğe dayalı düşmanlık nedeniyle söylemişti.
Hz.Yusuf zamanında,sadece O’nun üstün kişiliğinin etkisiyle Mısır’da İslam öğretisi yayılmakla kalmamış,iktidarı elinde tutması dolayısıyla da İsrailoğullarının Mısır’daki nüfuzu oldukça artmıştı.Hz.Yusuf (a.s)’u müteakiben,İsrailoğullarının Mısır’daki nüfuz ve gücü üç-dört asır sonrasına kadar devam eder.Daha sonra İsrailoğulları aleyhine milliyetçi akımlar filizlenmeye başlar.Sonunda iş o noktaya gelir ki,İsrailoğulları iktidardan uzaklaştırılır ve Mısırlı milliyetçi bir aile ülkenin dizginlerini eline geçirir.Bu yeni hükümranlar sadece İsraillileri baskı altında tutmak ve onları ezmekle yetinmeyip Yusuf (a.s) devrinin tüm etkilerini de tek tek yok ederek,kendi eski cahili din ve adetlerini yeniden ihya etmeye çalışmışlardır.Durum bu minval üzere devam ederken,Hz.Musa (a.s)’nın gönderilmesiyle bu yeni iktidar sahipleri,iktidarlarının tekrar kendi ellerinden çıkıp İsraillilerin ellerine düşmesi korkusuyla telaşa kapılırlar.İşte bu inat ve düşmanlık yüzündendir ki,Firavun kızarak Hz.Musa (a.s)’ya

“Bu alemlerin rabbi dediğin de nedir?” ve “Benden başka kim ilah olabilir?” diye soruyordu.Yoksa,aslında o alemlerin rabbinden habersiz değildi.Örneğin;bir ayette Firavun,Musa’nın Allah’ın elçisi olmadığını ispatlamak için kavmine şöyle demektedir: “O’ na altın bilezikler verilmeli ya da yanında O’na yardım edecek melekler gelmeli değil miydi?” (Zuhruf, 53)

Bu sözler,Allah ve melekler hakkında tamamen habersiz bir kimsenin sözü olabilir mi? Yine başka bir yerde,Hz.Musa (a.s) ile Firavun arasında şöyle bir konuşma cereyan eder:


“Firavun O’na: ‘Ey Musa! Ben seni büyülenmiş sanıyorum’ dediğinde Musa da O’na: Andolsun ki bunları,göklerin ve yerin rabbinin açık açık ibretler olarak indirdiğini biliyorsun.Ey Firavun! Doğrusu senin felaketin yakındır sanıyorum diye cevap vermişti.” (İsra, 101-102)

Başka bir ayette Allah Teala, Firavun kavminin kalbi durumlarını şöyle beyan buyurmaktadır:

“Ayetlerimiz gözlerinin önüne serilince, “Bu apaçık bir sihirdir” dediler.Kalpleri kesin olarak kabul ettiği halde,haksızlık ve büyüklenmelerinden dolayı bile bile inkar ettiler.” (Neml,13-14)

Kur’an-ı Kerim iki taraf arasında geçen başka bir diyaloğu şu şekilde aktarır:

“Musa ‘yazıklar olsun size’ dedi. Allah hakkında (böyle) yalan(lar) uydurmayın;yoksa şiddetli azabıyla kökünüzü kazır.Doğrusu Allah’a iftira eden perişan olmuştur. (Sihirbazlar bunu işitince) kendi aralarında işlerini tartıştılar ve gizli görüşmeler yaptılar. (Musa ve Harun’u göstererek) Dediler ki: Bunlar iki büyücü,başka bir şey değil.Sizleri sihirleriyle ülkenizden çıkarmak ve ideal hayat düzenimizi yok etmek istiyorlar.” (Ta-Ha, 61-63)

Hz.Musa’nın,Allah’ın azabıyla korkutma ve Allah’a iftira atmanın sonuçlarını bildirmesiyle sihirbazlar arasında çıkan bu tartışmaya o insanların kalplerindeki Allah’ın azameti ve korkusunun sebep olduğu açıktır.Ancak iktidarı elinde tutan milliyetçi zümre yaklaşmakta olan bu siyasi tehlikeyi görür ve hemen harekete geçer.Musa (a.s) ve Harun (a.s)’ın çağrısına uymanın,Mısır halkı için,yeniden İsrailoğullarına teslim olmak anlamına geldiği propagandasına başlarlar.Bu propaganda sonucu Mısırlıların kalpleri yeniden katılaşır ve peygamberlere karşı birlikte mücadele vermeye karar verirler.
Bu siyasi gerçek ortaya çıktıktan sonra,şimdi,Hz.Musa (a.s) ile Firavun arasındaki kavganın asıl sebeplerini; Firavun ve kavminin hangi noktada sapıtıp yoldan çıktığını ve Firavun’un hangi anlamda uluhiyet ve rububiyet iddia ettiğini düşünebiliriz. Bu amaçla sırasıyla şu ayetleri dikkatlice gözden geçirelim:

Firavun’un saray ehlinden Hz.Musa (a.s)’nın davetinin kökünden yok edilmesi üzerinde ısrar eden bir grup,bir ara Firavun’a hitaben şöyle diyorlar:


“Yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar,seni ve tanrılarını terk etsinler diye mi Musa (a.s) ve kavmini başıboş bırakıyorsun?” (A’raf, 127)

Diğer taraftan yine saray ehlinden,ancak,Hz.Musa (a.s)’ya iman etmiş olan şahıs bu insanlara şöyle hitap etmektedir:

“Siz,beni Allah’ı inkar etmeye ve hiçbir ilmi delile sahip olmadığım birini O’na ortak koşmaya mı davet ediyorsunuz?” (Mümin, 42)

Bu iki ayeti;tarihi araştırmalar ve arkeolojik bulgularla birlikte değerlendirirsek,Firavun’un hem kendisinin hem de kavminin,rububiyetin birinci ve ikinci manaları itibariyle bazı tanrıları İlahlıkta Allah’a ortak koştuklarını ve onlara tapındıklarını açıkça görürüz.

Açıkça görülüyor ki,eğer Firavun tabiatüstü nitelikte tek tanrı olduğunu iddia etseydi,yani,sebepler zincirinin hakiminin kendisi olduğunu,göklerde ve yerde kendisinden başka ilah ve rab bulunmadığı davasını gütseydi,başka ilahlara tapmazdı.
Firavun’un Kur’an’da nakledilen şu sözleri;


“Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum.” (Kasas,38)

Bu ibarelerden Firavun’un kendisinden başka tüm ilahları tanımadığı anlamı çıkarılmamalıdır.Onun asıl amacı Hz.Musa (a.s)’nın davetini reddetmektir.Çünkü,Hz.Musa (a.s) öyle bir ilaha ibadete davet ediyor ki,O,sırf tabiatüstü nitelikte mabud olmayıp,bilakis,siyasi ve toplumsal alanda da yasa koyucu ve en büyük otoritenin sahibidir.Bu yüzden Firavun,kavmine, “sizin benden başka böyle bir ilahınız yok” demiş ve Hz.Musa’yı da, “eğer bu anlamda benden başkasını ilah edinirsen zindan nasılmış görürsün” şeklinde tehdit etmiştir.
Aynı şekilde,Kur’an’ın bu ayetlerinden anlaşılmaktadır ki,Firavunların sadece kendilerinin Mısır’ın mutlak egemenliğine sahip oldukları iddialarıyla beraber,duygu ve düşüncesinde kendi hakimiyetlerini iyice pekiştirebilmek gayesiyle,sahte tanrılarla kendi aralarında birtakım bağlar kurarak bir çeşit kutsanmışlık iddiasında da bulunmuşlardır.Bunu tarihsel veriler ve arkeolojik eserler de tasdik etmektedir.Bu bağlamda Firavunlar tarih boyunca yalnız değillerdir; dünyada şahlıkla yönetilen birçok ülkedeki şahlar,siyasi egemenliğe ilave olarak,metafizik manada da uluhiyet ve rububiyete az çok ortak olmaya çalışmışlar,halkın kendi önlerinde istedikleri türden bir ibadet töreni yapmasını mecbur tutmuşlardır.Fakat,bu mecburi ibadet ettirilip ve rububiyet taslama asıl amaç değildir,bir ayrıntıdır.Oysa asıl hedeflenen,kendi siyasi egemenliklerini perçinleştirmekti.Bu nedenle,sadece bir tedbir olarak metafizik anlamda ilahlık davası güdülmektedir.Vakıa böyle olunca,gerek Mısır’da olduğu gibi,gerekse diğer cahiliyenin hakim olduğu müşrik düzenlerde,siyasi çöküş ve yıkılmayla beraber,şahların,kralların ilahlıkları da sona ermektedir.Sonuçta tahta kimler hakim olur ve otoritelerini sağlarsa uluhiyete de onlar sahip olmaktadırlar.
Firavun aslında metafizik nitelikte değil de siyasi anlamda ilahlık davası gütmekteydi; O, şöyle diyordu: Rububiyetin üçüncü,dördüncü ve beşinci anlamları itibariyle “Ben Mısır ülkesi ve halkının yüce rabbiyim.Bu ülke ve kaynaklarının sahibi benim.Buranın mutlak hakimiyet hakkı bana aittir.Burada medeniyet ve toplumun temelini,sadece benim merkezi şahsiyetim oluşturur.Bu topraklarda benden başkasının kanunları geçmez.”

Kur’an’ın ifadesiyle Firavun,bu iddialarının temellerini şuna dayandırmaktaydı;


“Firavun kavmine; ‘Ey kavmim!’ diye seslendi. Ben Mısır’ın sahibi değil miyim ve bu ırmaklar benim ayaklarımın altından akmıyor mu? Görmez misiniz?” (Zuhruf, 51)

Aynen Nemrud da rablik iddiasını işte bu temellere dayandırıyordu:

“Allah kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim’le rabbi hakkında tartışanı gördün mü?” (Bakara, 258)

Hz.Yusuf (a.s)’un çağdaşı kral da benzer iddialarla kendini ülkesinin rabbi ilan etmişti.
Firavun ve hanedanının Hz.Musa (a.s)’nın davetine itiraz ettikleri asıl nokta,Hz.Musa (a.s)’nın davetinde alemlerin rabbi olan Allah’tan başka,hangi anlamda olursa olsun başka hiçbir ilah ve rabbin yer almamasıydı.Hz.Musa şöyle diyordu:
“Metafizik nitelikte de,siyasal ve toplumsal anlamda da sadece O,tek başına İlahtır ve Rabdır.İbadet de yalnız O’na yapılmalıdır,kulluk ve mutlak itaat de yalnız O’na gösterilmelidir.Yalnız O’nun kanunları meşrudur.O,beni apaçık delillerle bir temsilcisi olarak size göndermiştir.Benim aracılığımla size emir ve nehiylerini kapsayan hükümlerini iletmektedir.Öyleyse,O’nun kullarını yönetme ve yetki otoritesi sizin değil de benim ellerimde olması gerekir.” Bu yüzdendir ki Firavun ve hükümetinin ileri gelenleri defalarca şunu yinelemektedirler: “Bu iki kardeş (Musa ve Harun) bizi bu toprakların idaresinden uzaklaştırmak,yetki ve otoriteyi kendi ellerine almak ve ülkemizin dini ve toplumsal düzenini bozarak,kendi siyasal sistemlerini kurmak istiyorlar.”

“Muhakkak ki biz Musa’yı ayetlerimizle ve açık bir belgeyle, (sultan:eek:torite) Firavun ve onun ileri gelenlerine gönderdik.Onlar Firavun’un emirlerine boyun eğdiler.Oysa Firavun’un emirleri hiç de doğruya iletici değildi.” (Hud, 96-97)

“Biz,onlardan önce Firavun’un kavmini imtihan etmiştik.Saygın bir elçi onlara gelmişti. ‘Allah’ın kullarını bana bırakın’. Doğrusu ben sizin için güvenilir bir elçiyim.Allah’a karşı üstünlük taslamayın.Ben size apaçık bir kanıt getirdim demişti.” (Duhan, 17-19)

” (Ey ehl-i Mekke) Nasıl ki Firavuna bir elçi göndermişsek,size de durumunuza şahitlik edecek bir elçi gönderdik.Ne var ki,Firavun elçimize kafa tuttu da onu amansızca yakalayıverdik.” (Müzzemmil, 15-16)

“Firavun, Ey Musa, (siz ne tanrıları ve ne de şahlık ve krallık hanedanlarını rab olarak görmüyorsanız,o halde) sizin rabbiniz kimdir? diye sorunca, Musa da; ‘Bizim rabbimiz,her şeye özel bir düzen veren ve sonra ne yapacağını gösterendir’ demişti.” (Ta-Ha, 49-50)


“Firavun ‘bu alemlerin rabbi dediğin de nedir?’ diye sormuştu da,Musa; ‘eğer gerçekten inanmak istiyorsanız,bilinki O,göklerin,yerin ve her ikisi arasındakilerin rabbidir’ diye cevap vermiş, Firavun etrafındakilere ‘işitiyor musunuz?’ demişti.Musa devamla sizin de,atalarınızın da rabbidir’ deyince Firavun ‘doğrusu size gönderilen bu peygamberiniz hiç şüphesiz delidir’ demişti.Musa devamla ‘eğer aklını kullanabilen kimselerseniz,doğunun,batının ve bu ikisi arasındaki her şeyin rabbidir’ deyince Firavun,Musa’ya hitaben ‘eğer benden başka bir ilah edinirsen,andolsun ki seni zindandakilerin arasına katarım’ demişti.” (Ta-Ha, 23-29)

“Firavun ‘Ey Musa,büyü ile bizi topraklarımızdan çıkarmaya mı geldin?’ dedi.” (Ta-Ha, 57)

“Firavun ‘bırakın da Musa’yı öldüreyim’ dedi, İsterse rabbini yardıma çağırsın.Onun dininizi değiştirmesinden veya ülkede bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.” (Mümin, 26)

“Bu ikisi sihirbazdırlar.Sihirlerinin gücüyle sizi topraklarınızdan çıkarmak ve sizin örnek olarak seçip benimsediğiniz hayat sisteminizi ortadan kaldırmak istiyorlar.” (Ta-Ha , 63)


Buraya kadar sıraladığımız bütün bu ayetleri dikkatlice gözden geçirirsek,Rububiyet konusunda başka dönemlerde ve başka ülkelerde yaşayıp gitmiş toplumların içine düşegeldikleri sapıklığın karanlık gölgesini Nil vadisinde de görmekteyiz.
Yine,Musa ve Harun (a.s)’un memur oldukları insanları,çağırdıkları yönünde,onlardan önceki bütün peygamberlerin (a.s) davet edegeldikleri taraf olduğunu ifade edebiliriz.

Yahudi ve Hıristiyanlar:

Firavun ve kavminden sonra karşımıza İsrailoğullarıyla,Yahudi ve Hıristiyan inanç-ibadet sistemini benimseyen toplumlar çıkar.Bu toplumlar için Allah’ın varlığını inkar ettikleri yada O’nu ilah ve rab olarak görmedikleri gibi bir zanda bulunmak imkansızdır.Çünkü bizzat Kur’an onları Ehl-i Kitap olarak tanımlamış ve onların bu konudaki inançlarına tanıklık etmiştir.O halde,bizim asıl üzerinde durup düşünmemiz gereken şudur: Rububiyet noktasında Kur’an’ın bu insanları sapık olarak nitelemesine yol açan akide ve amellerinde alışkanlık haline getirdikleri belirgin sapmaların mahiyeti nedir?
Bu sorunun kapsamlı cevabını bizzat Kur’an’da bulmaktayız:


“De ki; Ey Kitap ehli,dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın,daha önce sapmış,birçoklarını da saptırmış ve doğru yoldan çıkmış bir kavmin heveslerine uymayın.” (Maide, 77)

Bu ayet-i kerimeden anlaşılmaktadır ki, Yahudi ve Hıristiyan kavimleri de kendilerinden önce gelen kavimler gibi aynı noktalarda sapıtmışlardır.Benzer şekilde, bu sapıtmanın onlara dinde aşırı gitmeleri yoluyla sirayet ettiği anlaşılıyor. Şimdi, bu ayeti kerimenin ayrıntılarını açıklayan diğer ayetlere şöyle bir göz atalım:

“Yahudiler ‘Üzeyr Allahın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesih Allahın oğludur’ dediler.Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini), önceden inkar etmiş (olan müşrikler)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah (c.c) onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar.” (Tevbe,30)

“Allah,Meryem oğlu mesih’in ta kendisidir diyenler şüphesiz,kafir olmuşlardır.Oysa Mesih ‘Ey İsrailoğulları rabbim ve rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.Zira kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak ki,Allah ona cenneti haram etmiştir;zalimlerin yardımcıları yoktur’ demişti.” (Maide, 72)

“Allah üçten biridir diyenler hiç şüphesiz kafir olmuşlardır.Oysa, bir tek tanrıdan başka bir tanrı yoktur.Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkar edenlerden acı bir azap dokunacaktır.” (Maide, 73)

“Allah demişti ki: ‘Ey Meryem oğlu İsa,insanlara sen mi ‘beni ve annemi Allah’tan başka ilahlar olarak benimseyin’ dedin?’ Haşa dedi, sen yücesin,benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz.Eğer demiş olsam,sen bunu bilirsin,sen benim nefsimde olanı bilirsin,ben senin nefsinde olanı bilmem.Çünkü gaybleri bilen yalnız sensin, sen!”(Maide,116)

“Allah’ın,kitap,hüküm ve peygamberlik vererek yücelttiği bir kişinin,insanlara ‘Allah’ı bırakıp ta bana kulluk edin’ demesi yakışmaz.Ona yakışan ‘Allah’ın kitabını öğrenen ve öğreten bir kimse olarak rabbe tapıcılar olun’ demesidir.Yine size melekleri ve peygamberleri rabler edinin’ diye emretmesi de yaraşmaz.Müslüman olduktan sonra size inkar etmeyi mi emredecek?” (Al-i İmran, 79-80)


Bu ayetlere bakarak,Ehl-i Kitab’ın sapıtmasına yol açan birinci noktanın şu olduğunu görüyoruz: Onları dindeki mevki ve makamlarından dolayı peygamber,evliya ve melekler sevgi ve saygıya layık görmüşler,onlara karşı hürmet ve tazimde çok aşırı gitmişler,böylece onların gerçek makamlarını gözlerinde aşırı derecede büyüterek ,ilahlık makamına eriştirmişler,Allah’ın işlerine ortak yapmışlardı.Onlara tapmışlar ve onlardan niyazda bulunmuşlardı.Onları metafizik manada rububiyet ve uluhiyete ortak görmüşler ve bağışlama,yardım etme,koruma ve kollama yetkilerine sahip olduğu zannına kapılmışlardı. Onların sapıttığı ikinci noktayı şu ayet açıklamaktadır:


“Onlar Allah’ı bırakıp ta alim ve rahiplerini rabler edindiler.” (Tevbe, 31)

Ayet-i kerimenin de belirttiği gibi,din düzeni içerisinde,işleri sırf,Allah’ın şeriatını öğretmek ve toplumun ahlakını Allah’ın rızasına uygun bir şekilde ıslah etmek olan kişiler,gitgide öyle bir özellik kazanmaya başladılar ki,artık onlar kendi arzu ve heveslerine göre istediklerini haram,istediklerini de helal kılmaya başladılar.Allah’ın kitabından herhangi bir delil getirmeksizin istediklerini emreder ve istediklerini nehyeder,istediklerini sünnet ilan eder oldular.Böylece bu toplumlar da,daha önceleri Nuh,İbrahim,Ad,Semud,Medyen ehli ve diğer kavimlerin tutulduğu iki büyük temel sapıklığa düşmüş oldular.Aynen onlar gibi metafizik nitelikte melekler ve büyüklerini rububiyet bağlamında Allah’a ortak koştular.Yine aynen onlar gibi,toplumsal ve siyasi rububiyeti Allah’a mahsus kılınacakları yerde insanlara verdiler.Kendi medeni,toplumsal,siyasi ve ahlaki kanun ve prensiplerini Allah’ın delillerine gerek duymadan insanlardan almaya başladılar.Öyle ki iş ta şu noktaya dayandı:

“Kendilerine Allah’ın kitabından bir pay verilmiş olanları görmedin mi; Onlar Cibt ve Tağuta inanıyorlar ve küfredenlere; ‘Bunlar inananlardan daha doğru yol üzerindeler’ diyorlar.” (Nisa, 51)

“De ki; Allah katında fasıklardan daha kötü cezanın kime uygulandığını size haber vereyim mi? Allah kimlere lanet ve gazap etmiş, kimlerden maymunlar,domuzlar,tağuta kulluk edenler yapmışsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en fazla sapmış olanlardır.” (Maide, 60)

Cibt; sihir,muska,tılsım,kehanet,falcılık,uğursuzluk ve fıtrata aykırı işler gibi vehmin bütün kısımları ile hurafeler için kullanılan geniş kapsamlı bir sözcüktür.
Tağut ise; Allah’a karşı isyana kalkışmış ve kulluk sınırını aşarak ilahlık bayrağını yükselten bütün şahıs,zümre ya da yönetimlerdir.
O halde, Yahudi ve Hıristiyanlar,yukarıda zikrettiğimiz iki büyük sapıklıktan birinci sapıklığı işlemekle her çeşit vehim ve hurafeleri kalp va kafalarına iyice yerleştirmişler,ikinci sapıklığı isteyerek de alim,rahip,zahid ve sofilerine kul olmuşlar; böylece Allah’a açıkça karşı çıkan zalim ve despotların tutsağı ve birer uydusu durumuna düşmüşlerdir.

Kur’an’ın Çağrısı:

Şimdiye kadar incelediğimiz kavimlerin gözünde,metafizik manada yaratıkları rızıklandırması,ihtiyaçlarını görmesi,sıkıntılarını gidermesi ve koruyup kollaması anlamlarıyla Rabb kavramı başka bir keyfiyete sahipti.Bu anlayışları itibariyle,onlar her ne kadar en yüce rab olarak sadece Allah’ı kabul etmiş olsalar da melekler,sahte ilahlar,cinler,görünmez güçler,yıldızlar,gezegenler,peygamberler,veliler ve ruhani liderleri de O’nunla birlikte rububiyete ortak görüyorlardı.
Yine Rab kavramının,emretme ve nehyetme yetkisine sahip tek merci,egemenliğin tek sahibi,hidayet ve yönlendirme kaynağı,kanun koyucu,ülkenin başkanı ve toplumun merkezi olması şeklindeki anlamı onların gözünde tamamen başka bir niteliğe sahipti.
Bu anlayışları nedeniyle onlar;teorik planda Allah’ı mutlak otorite,egemen güç v.s. anlamlarıyla rab olarak görüyorlardı.Pratik hayatlarında ise toplumun katında güçlü olan,nüfuz sahibi kimselerin ahlaki,siyasi ve toplumsal anlamdaki rububiyetlerini kabul ederek onlara itaat ediyorlar,onların siyasal otoritelerine tabi oluyorlardı.
Bu sapıklığı ortadan kaldırmak için yüce Allah her dönemde değişik toplumlara kendi içlerinden peygamberler göndermiş ve son olarak da bu görev için Hz.Muhammed (s.a.v)’i memur kılmıştır.Söz konusu bütün peygamberler insanlaru şuna davet etmiştir; Bütün anlamları itibariyle Rab sadece bir tanedir.Bu tek Rab ise Allah (c.c.)’tır.Rububiyet bölünmez bir bütündür.
Rububiyette hiçbir anlamda, hiçbir yaratığın Allah’tan başka hiç kimsenin en ufak payı yoktur.Kainat nizamı tek bir ilahın yaratmış olduğu kamil,külli bir nizamdır.Yine bu nizam üzerinde bir tek ilahın hakimiyeti vardır.Bu nizamda bütün yetki ve güçlerin sahibi de yine o bir tek ilahtır.Bu nizamın yaratılmasında başka bir varlığın herhangi bir şekilde herhangi bir katkısı söz konusu değildir.Bu nizamın yönetim ve idaresinde herhangi bir kimsenin rolü yoktur ve O’nun hakimiyeti mutlaktır,ortaksızdır.Merkezi otoritenin sahibi olması itibariyle tek bir ilah olan yüce Allah,hem metafizik manada hem de siyasi,ahlaki ve toplumsal manada Rabb’dir.Yegane mabudumuz O’dur.O’dur secde ve rüku edilecek olan.O’dur duaların ulaşacağı hedef.O’dur tevekkül ve itimadın destekçisi.O’dur gereksinimlerin kefili.Aynı şekilde padişah ta O’dur,mülkün sahibi de O.Kanun koyucu da O’dur,emretme ve nehyetme yetkisine sahip olan da O.Cehalet nedeniyle insanların birbirinden ayırmış olduğu rububiyetin bu iki özelliği,gerçekte uluhiyetin gereği ve ilahın ilah olmasının vazgeçilmez özelliğidir.Bu iki özelliği birbirinden ayırmak mümkün değildir.Aynı zamanda bu iki özellikten herhangi birinde herhangi bir yaratığı Allah’a ortak koşmak doğru bir davranış olamaz.

Bu çağrıyı Kur’an’ın sunduğu şekliyle bizzat Kur’an’ın dilinden dinleyelim:

“Gerçekte sizin rabbiniz,gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra da arşa istiva eden Allah’tır.O, geceyi, durmaksızın kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten,güneşe,aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir.Haberiniz olsun,yaratmak da,emir de yalnızca O’nundur.Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.”(A’raf, 54)

“Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir? Kulaklara duyma,gözlere görme gücü veren kimdir? Kimdir ölüyü diriden,diriyi de ölüden çıkaran? Kimdir bu alem nizamını yürüten (çekip,çeviren)? diye sor onlara. ‘Allah’ diyecekler.O halde ‘artık sakınmaz mısınız?’ de. (Bütün bunları O yapıyorsa) o halde sizin gerçek rabbiniz sadece Allah’tır.Öyleyse haktan sonra geriye sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl oluyor da haktan döndürülüyorsunuz?” (Yunus, 31-32)

“O, gökleri ve yeri hak üzere yaratmıştır.Geceyi gündüze,gündüzü de geceye O sarıp örtmektedir.Her biri belirli bir ecele doğru akıp giden güneşi ve ayı da kendi kanunlarına tabi kılmıştır… İşte budur rabbiniz olan Allah.Hükümranlık ancak O’nundur.Ondan başka ilah yoktur.Öyleyse neye aldanıp ta çevriliyorsunuz?” (Zümer, 5-6)

“Allah,geceyi kendisinde sükun bulmanız için yaratmış,gündüzü de aydınlatmıştır… İşte budur rabbiniz olan Allah.Her şeyin yaratıcısıdır O.O’ndan başka ilah yoktur.Öyleyse neye aldanıp ta çevriliyorsunuz? Sizin için yeryüzünü bir karar yeri kılan ve gökyüzünü de çatı gibi ayakta tutan Allah’tır.O sizleri biçimlendirmiş,biçimlerinizi de en güzel kılmış ve güzel şeylerle rızıklandırmıştır.İşte budur rabbiniz olan Allah.Alemlerin Rabbi Allah’ın bereketi ne yücedir!.. O diridir.O’ndan başka ilah yoktur.Öyleyse, dini O’na has kılarak (Allah’a) dua edin.” (Mü’min, 61-65)

“Allah sizi topraktan yarattı… Geceyi gündüzle,gündüzü de geceyle perdelemektedir.Her biri belirlenmiş eceline kadar akıp giden,güneşi ve ayı kendi kanunlarına tabi kılmıştır.İşte budur rabbiniz olan Allah.Hükümranlık yalnız O’na mahsustur.Onu bırakıp ta tapmakta olduğunuz diğer varlıkların zerre kadar bile yetkisi yoktur.Onları çağırsanız,çağrınızı duymazlar,duysalar bile isteklerinizi karşılamaya güçleri yetmez.Kıyamet gününde ise sizin onları Allah’a ortak koşmanızı kendileri reddeder.” (Fatır, 11-14)

“Gerçek şu ki, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir.Ben de sizin Rabbinizim.Şu halde yalnızca bana kulluk edin.Ama insanlar rububiyet ve kulluk meselesini aralarında paylaştılar. (Oysa) onların hepsi (sonunda) bize döneceklerdir.” (Enbiya, 92-93)

“Rabbinizden size indirilene uyun, O’nu bırakıp ta başka velilere uymayın.” (A’raf, 3)

“De ki; Ey Kitap Ehli bizimle sizin aranızdaki şu ortak bir kelimeye gelin.Ne Allah’tan başkasına kulluk edelim, ne O’na herhangi bir şeyi ortak koşalım ve ne de Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinelim.” (Al-i İmran, 64)

“Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa,artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf, 110)


Bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Kur’an rububiyeti tamamıyla hakimiyet ve egemenlikle eşanlamda tutmakta ve Rabb’in kainatın mutlak sultanı,ortaksız sahibi ve hakimi olduğu şeklinde bir düşünceyi gözlerimizin önüne sermektedir.Her çeşit rububiyetin, kainat düzenini oluşturan tek bir Allah’a mahsus olduğuna,bizzat bu düzenin merkeziliği şehadet etmektedir.Bu yüzden, bu nizam içerisinde yaşayan bir kimse,rububiyetin herhangi bir bölümünü,herhangi bir manada Allah’tan başkasına yakıştığını düşünüyor ya da yakıştırıyorsa,aslında hakikatle savaşmakta,sadakate yüz çevirmekte, hakka isyan etmekte, böylece gösterdiği nankörlük yüzünden bizzat kendine zarar vermekte ve felaketini kendi elleriyle hazırlamaktadır.

Seyyid Ebu’l A’la el-Mevdudi (Kur’an’ın Dört Temel Terimi)


Tüm serinin linkleri:

1. İlah Nedir? / Ebu'l A'lâ El-mevdudî

2. Rab Nedir? / Ebu'l A'lâ El-mevdudî

3. Ibadet Nedir? / Ebu'l A'lâ El-mevdudî

4. Din Nedir? / Ebu'l A'lâ El-mevdudî
 
Üst Ana Sayfa Alt