Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Sa'lebe Kimdir...? Anlatılanlar Doğru Mudur?

İmam_Leknevi Çevrimdışı

İmam_Leknevi

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Esselamu Aleykum Ve Rahmetullahi Ve Beraketuhu.
Sa'lebe hakkında yazılan yazıyı gördüğüm zaman,bu kıssa hakkında biraz bilgi vereyim dedim.Rabbim bizleri muvaffak kılsın...
Sa'lebe Kimdir?
Sa'lebe kıssası vaizlerin dillerinde ve tefsir kitaplarında meşhur olmasına rağmen sahih değildir.Batıldır,Zayıftır.

-Kurtubi Tefsirinde der ki:
"Sa'lebe ensarlı olup,bedire iştirak etmiştir.ALLAH ve Rasulune imanla şahidlik eden kimsedir.Onun hakkında yapılan rivayetler sahih değildir."
-Ebu Ömer- İbn Abd'i-l Berr- der ki:
"Zekatı vermeyen ve kendisi hakkında ayet inen sa'lebe hakkında söylenen söz sahih değildir."

- İbn Hazm "El-Muhalla" adlı kıymetli eserinde der ki:
"Sa'lebe hakkında rivayet edilen eserler sahih değildir.Bu batıldır.Çünkü sa'lebe bilindiği üzere bedire katılmıştır."

-Beyhaki der ki:
"Bu hadisin isnadında sorun vardır.Tefsir ehli arasında meşhurdur."
Hafız Iraki "İhya" adlı kitabın hadislerini tahriç ederken der ki:
"Bunu Taberani tahriç etmiş ve senedi zayıftır."

Hafız İbn Hacer "Keşşaf" ın hadislerini tahriç ederken der ki:
"Bu isnad gerçekten çok zayıftır."

-Hafız Zehebi "Mizan'u-l İ'tidal" adlı kitabında bu kıssayı zayıf gördü.
-Muhammed b. Tahir "Mevduat" adlı kitabında bu kıssaya zayıf dedi.
İlim ehlinden bir grup ve İbn Hacer'in de dediği gibi sa'lebe Uhud' a şahitlik etmişti.Bu da bu kıssa'nın zayıf olduğunu te'kidliyor.Çünkü yine zikredilir ki sa'lebe hz. osman zamanında vefat etti.

-Bir de bu kıssa şu esasa ve kaideye muhaliftir.Ehli İslam bilir ki can bedenden çıkmayana kadar ALLAH tevbeleri kabul eder eder.

Tüm bu aktardığım delillerden şu çıkar ki,böyle bir kıssayı insanlara anlatmak doğru değildir.ALLAH Rasulu (sallallahu aleyhi ve sellem) i görmüş olan bir sahabe hakkında böyle muhtelif sözler söylenmemesi gerekir.

Ebu Muhammed E-l Makdisi

"Melhuzat'i-l Esir Ale Ba'di Makalet'i-s sa'di fit-tefsir". 4,5,6..."
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
aleykum selam kardeş ,sayfa numaralarını da verseydin çok güzel olurdu.
 
N Çevrimdışı

nengerek

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Selam aleyküm. Kardeş merak ettim şimdi. Allah razı olsun. araştıralım bakalım. Rabbim hakikate muvaffak etsin....
 
N Çevrimdışı

nengerek

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Sayı : 70 Ekim - Kasım - Aralık 2005 [FONT=Arial,verdana]Sa'lebe Kıssasıyla İlgili Rivayet Üzerine Sened ve Metin Esaslı Tahliller

Dr. Kadir PAKSOY
Asırlar boyunca İslâm âleminde yaygın hale gelen Sa‘lebe hadisi, özellikle halkı zekât vermeye teşvik etmek, cimrilik ederek vermeyenleri Sa‘lebe’nin durumuna düşmekten sakındırmak için nakledilmektedir. Ülkemizde de bu rivayet daha ziyade Ramazan ayında vaiz ve hatiplerin cemaate büyük bir hararet ve heyecanla anlattıkları en çarpıcı misallerden biri olarak güncelliğini korumaktadır. Aynı zamanda gazete ve mecmuaların Ramazan sayfalarında sunulan en popüler malzemelerden birisi sayılmaktadır.

Sa‘lebe hadisi, Kütüb-i Sitte gibi temel kaynaklarda yer almamaktadır. Taberânî ve Beyhakî’nin eserleri gibi zevâid türünden bazı hadis kaynaklarında ve tefsir, tarih, tabakat kitaplarında bulunmaktadır. Kıssanın kahramanı Sa‘lebe b. Hâtıb ise Bedir ashabındandır. Bu makalede Sa‘lebe hadisinin sened ve metin yönünden tahlili yapılarak sıhhat durumu ele alınacaktır.

Sa‘lebe Hadisi
Taberî, İbn Kâni‘, Taberânî, Beyhakî, İbn Abdulber ve Vâhidî gibi müelliflerin Ebû Umâme’den naklettikleri rivayet şöyledir:

Sa‘lebe b. Hâtıb Hz.Peygamber’e (s.a.s.) geldi ve ‘Yâ Resûlallah, bana mal vermesi için Allah’a dua et!’ dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Yazık ey Sa‘lebe, şükrünü eda ettiğin az mal, şükrüne güç yetiremediğin çok maldan hayırlıdır.” buyurdu. Sa‘lebe tekrar aynı şeyi istedi. Allah Resûlü (s.a.s.) “Yazık ey Sa‘lebe, benim gibi olmak istemez misin? Zira şu dağların altın ve gümüş olarak benimle beraber yürümesini dileseydim mutlaka gerçekleşirdi.” buyurdu. Sa‘lebe tekrar ısrarla ‘Yâ Resûlallah, bana mal vermesi için Allah’a dua et! Yemin ederim ki, Allah bana mal verirse her hak sahibinin hakkını mutlaka vereceğim.’ dedi. Bunun üzerine Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle dua etti: “Allahım Sa‘lebe’ye mal ver!”

Derken Sa‘lebe birkaç koyun edindi. Koyunları tırtılların üremesi gibi sürü haline geldi. Medine’ye sığmaz olunca taşraya göç etti. Daha önce vakit namazlarını Rasûlullah’ın arkasında kılarken sadece öğle ve ikindiye iştirak etti. Koyunları biraz daha çoğalınca ancak cuma namazına katıldı. Koyunları daha da artınca uzak bir vadiye intikal etti; cuma ve cemaati terk etti.

Bir defasında Rasûlullah (s.a.s.) ashabına “Sa‘lebe’ye ne oldu (hiç görünmüyor)?” diye sordu. Vaziyetinden bahsedilince üzülerek –üç kez- “Yazık oldu Sa‘lebe’ye!” buyurdu. Bu arada Hz.Peygamber’e (a.s.) zekâtı emreden şu âyet nazil oldu: “Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları temizleyesin, arındırasın. Onlar için dua da et; çünkü Senin duan onlar için sükûnettir. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir.” (9.Tevbe 103).

Bunun üzerine Peygamber (sallahu aleyhi ve sellem) Cüheyne ve Benû Selime kabilesinden seçtiği iki zâtı zekât memuru olarak görevlendirdi. Hayvanların nisap miktarlarını belirten bir nâme verdi. Sa‘lebe ile Benû Süleym’den falanca şahsın zekâtlarını tahsil etmelerini emretti. Onlar da Sa‘lebe’ye varıp zekâtını tahsil etmek istediler. Ancak Sa‘lebe bunun bir cizye ya da haraç olduğunu öne sürdü. Önce diğer insanlardan tahsil etmelerini, dönüşte kendisine uğramalarını söyledi. Onlar da Benû Süleym’deki şahsa vardılar. O şahıs zekât memurlarının geldiğini haber alınca develerinin en seçkinlerini hazırlayarak güzellikle karşıladı. Zekât memurları ona en iyilerini vermesinin gerekmediğini, zira kendilerinin böyle bir niyetlerinin olmadığını söylediler. O da bilakis bu seçtiklerini alıp götürmelerini, zira bunları gönül hoşnutluğuyla Allah’dan hayır murad ederek verdiğini ifade etti. Zekât memurları develeri alıp yola koyuldular. Tekrar Sa‘lebe’ye uğradılar. Sa‘lebe zekât kayıtlarına baktı ve ‘Bu cizyeden başka bir şey değildir. Gidin, beni rahat bırakın!’ diye başından savdı. Onlar da Medine’ye döndüler. Rasûlullah (a.s.) onları görür görmez –henüz onlar bir şey demeden- “Yazık oldu Sa‘lebe’ye!” buyurdu. Benû Süleym’den zekâtını veren şahıs için de hayır (bereket) duasında bulundu. Bir müddet sonra Sa‘lebe hakkında şu âyetler nazil oldu: “Onlardan kimi de Allah’a şöyle kesin söz vermişlerdi: Eğer Allah bize lütfundan verirse biz de mutlaka sadaka (zekât) vereceğiz ve elbette sâlihlerden olacağız. Fakat Allah lütfundan onlara (servet) verince cimrilik edip onun hakkını vermediler. Allah’a verdikleri sözden dönmeleri ve yalan söylemeyi âdet edinmeleri sebebiyle Allah da bu işlerinin neticesini kalplerinde kıyamet gününe kadar sürecek bir münafıklık kıldı.” 9.Tevbe 75-77. Bu âyetleri işiten Sa‘lebe’nin bir yakını gidip ona dedi ki: ‘Yazıklar olsun sana ey Sa‘lebe! Sen helak oldun; Allah senin hakkında bu âyetleri indirdi!’ Sa‘lebe ağlayarak Medine’ye geldi ve ‘Yâ Resûlallah, zekâtımı kabul et!’ diye yalvardı. Ama Hz.Peygamber (a.s.) onun zekâtını kabul etmedi. Daha sonra Halife Hz.Ebû Bekr’e bilahare Hz.Ömer’e geldiği halde onlar da kabul etmediler. Nihayet zekâtı kabul edilmemiş olarak Hz.Osman devrinde öldü.1

Rivayetin Sened Yönünden Tahlili
Bu rivayet, sahabî Ebû Umâme ile birlikte ilk dört tabakada tek ravi kanalıyla nakledilmekte; beşinci tabakadan itibaren ravilerin sayısı artmaktadır. İlk dört tabakada yer alan raviler şunlardır: Ebû Umâme, Kâsım, Ali b. Yezîd ve Mu‘ân b. Rifâa. Bu ravilerin cerh ve ta’dil durumları ise şöyledir:

1) Ebû Umâme Sudey b. Aclân el-Bâhilî (ö.86/706) Şam bölgesine hicret ederek o civarda hadis rivayetinde bulunmuş ve Humus’ta vefat etmiş dönemin son sahabîlerinden biridir. Kütüb-i Sitte ravisidir. Hadis imamlarının ittifakıyla sahabenin hepsi âdildir.2

2) Kâsım b. Abdurrahmân (ö.112/731) tâbiîndendir; Sünen-i Erbaa ravisidir. Yahyâ b. Maîn, İclî ve Tirmizî onun makbûl bir ravi olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hâtim de sika ravilerin kendisinden naklettiği rivayetlerin müstakim olduğunu, fakat zaîf ravilerin ona münker rivayetleri nisbet ettiklerini belirtmiştir.3

3) Ali b. Yezîd el-Elhâni ed-Dımaşkî (ö.~117/737) Kâsım’ın arkadaşıdır ve genellikle ondan rivayette bulunur. Tirmizî ve İbn Mâce’nin ricalindendir. Ancak Tirmizî’ye göre zaîf bir ravidir. Ahmed b. Hanbel onun ve şeyhi Kâsım’ın zayıf olduklarına temas eder ve kendilerinden şaşılacak derecede illetli rivayetlerin geldiğini söyler. İbn Maîn ve Ebû Hâtim, bu ravinin Kâsım yoluyla Ebû Umâme’den naklettiği bütün rivayetlerin zayıf hatta münker olduğunu ve isnâddaki illetin Ali b. Yezîd’den kaynaklandığını belirtirler. Buharî, Ali b. Yezîd hakkında “Münkeru’l-hadîs” tabirini kullanmıştır ki, bunun anlamı söz konusu raviden hadis nakletmek caiz değildir. Ebû Zür‘a, Nesaî, Dârakutnî, İbn Adiy, Hâkim ve daha bir çok muhaddis mezkûr ravinin rivayetlerinin ittifakla terk edildiğini (metrûk olduğunu) söylemişlerdir.4

4) Mu‘ân b. Rifâ‘a es-Selâmî ed-Dımaşkî (ö.157/774) İbn Mâce’nin ricalindendir. İbnu’l-Medînî ve Ebû Dâvûd’a göre makbûl bir ravidir. Ebû Hâtim’e göre hadisleri yazılabilir ama ihticac edilemez. İbn-i Maîn’e göre zaîf bir ravidir. Cûzecânî’ye göre hüccet değildir. Ya‘kub el-Fesevî’ye göre leyyin (gevşek) bir ravidir. İbn Hibbân’a göre münkeru’l-hadîstir, münker rivayetleri çoktur. İbn Adiy’e göre ise naklettiği rivayetlerin umumuna mütâbaat yoktur.5

Hadis otoritelerinin raviler hakkında beyan ettikleri bu ifadelere göre Sa‘lebe hadisi, isnâd yönünden son derece zaîf, illetli ve münker bir rivayettir. Özellikle üçüncü ravi Ali b. Yezîd, içlerinde en şiddetli tenkit edilen ve rivayetleri ittifakla terk edilen bir şahıstır. Buharî, “münkeru’l-hadîs” tabiriyle cerh ettiği bu tür ravilerden hadis nakletmenin caiz olmadığını söylemiştir. Ebû Hâtim ile Yahyâ b. Maîn de Ali b. Yezîd’in rivayetlerinin tamamının illetli olduğunu ve bilhassa Kâsım’dan naklettiği haberlerin münker olduğunu belirtmiştir. İbn Hibbân ise şu uyarıda bulunmuştur: “Ali b. Yezîd’in rivayetlerini alırken ciddi bir ayıklama yapmak gerekir. Çünkü o genellikle muasırı Kâsım’dan nakilde bulunur. Kendisinden nakledenlerin ekserisi de tenkit edilen kimselerdir. Öyle ki, bu şahsın bulunduğu isnâdda sadece kendisi cerh edilmekle kalmıyor, bazen iki yahut üç mecrûh ravi bulunuyor. Hal böyle olunca bazen illetin hangisinden kaynaklandığını tespit etmek zorlaşıyor... Mu‘ân b. Rifâa da mecrûh bir ravidir; mürselleri merfû yapar; meçhûl kimselerden münker şeyleri nakleder. Eğer rivayetlerinde maklûb, münker ve akl-ı selime zıt hususlar ağırlıkta ise derhal terk edilmelidir.”6

Hadis Münekkidlerinin Rivayeti Değerlendirmeleri
Sa‘lebe hadisinin sıhhat yönü hakkında âlimlerin ifade ettikleri görüş ve değerlendirmeler şöyledir:

İbn Hazm, Sa‘lebe hadisinin Mu‘ân b. Rifâa, Ali b. Yezîd ve Kâsım gibi zaîf raviler kanalıyla nakledilen asılsız ve bâtıl bir rivayet olduğunu; ayrıca nüzul sebebi yönünden de Tevbe 75-77 âyetlerinin münafıklar hakkında genel olduğunu, dolayısıyla bunun Sa‘lebe ile bir ilgisinin bulunmadığını kaydeder.7

Sa‘lebe b. Hâtıb’ın Biyografisi
Beyhakî, Şuabu’l-îmân adlı eserinde Sa‘lebe’nin münafıklardan olduğu ve bu münasebetle zekâtının kabul edilmediği kanaatindedir.8 Delâilu’n-nubuvve’de ise bu hadisin tefsir ehli arasında (müfessirler mâbeyninde) meşhur olduğunu ancak zayıf isnâdla mevsûl olarak rivayet edildiğini belirtir.9

İbn Abdulber, ed-Dürer’de Sa‘lebe b. Hâtıb’ın zekât vermekten imtina etmesi sebebiyle hakkında Tevbe 75 âyetinin indiğini ancak bu âyetteki münafık nitelemesinin Bedir’e iştirak eden bir sahabî hakkında vârid olan haberlere zıt düştüğünü, dolayısıyla onun hakkında inmiş olabileceğine ihtimal vermediğini ifade eder.10

İbnu’l-Esîr, Sa‘lebe kıssasının sahîh olmadığını yahut Bedir’e katılan Sa‘lebe hakkında şâibeli olduğunu belirtir.11

Kurtubî, Tefsîr’inde ilgili âyetin Sa‘lebe b. Hâtıb hakkında indiğine dair nakledilen rivayetin yaygın olduğunu, ancak bunu Bedir ehlinden bir sahabî için pek tutarlı bulmadığını söyler.12

Zehebî, Sa‘lebe hadisinin münker olduğuna temas eder.13

Irâkî ve Heysemî, Taberânî’nin naklettiği Sa‘lebe hadisinin Ali b. Yezîd adında metrûk bir ravi sebebiyle zayıf olduğuna dikkat çekmişlerdir.14
İbn Hacer bu rivayetin isnâd yönünden cidden zaîf olduğunu ve anlatılan olayın Bedir ehlinden bir sahabî için tutarsız olduğunu kaydeder.15

Abdulfettah Ebû Gudde, Sa’lebe hadisinin illetli ve münker bir rivayet olmasına rağmen bilhassa müfessirler tarafından illetine ve nekaretine temas edilmeksizin nakledildiğine dikkat çeker.16

Âlimlerin de ifade ettikleri bu tenkit ve değerlendirmelere göre Sa‘lebe hadisi, son derece zaîf, illetli, münker, hatta asılsız ve bâtıl bir rivayettir. Elbette böyle bir rivayet, muhtevada sunulan hususlarda delil olamaz. Hatta bu kabil rivayetlerin nakledilmesi dahi uygun düşmez.

Sa‘lebe hadisiyle ilgili metin/muhteva tenkidine geçmeden önce gerekli bazı biyografik bilgilere yer verilmelidir. Zira Sa‘lebe b. Hâtıb bir sahabîdir. Hakkında nakledilen biyografik bilgilere dayanarak mezkûr rivayette zikredilen kıssanın kahramanı olup olmadığına dair bulgulara ulaşmak ya da en azından tutarlı yorumlar yapmak ancak bu şekilde mümkündür.

Adı ve soyu şöyledir: Sa‘lebe b. Hâtıb b. Amr b. Ubeyd b. Umeyye b. Zeyd b. Mâlik b. Avf el-Ensârî.17 Medine’deki Evs Kabilesine mensuptur. Doğum tarihi ile vefat tarihi tam olarak bilinmemektedir. Hz. Osman devrinde vefat ettiği tahmin edilmektedir.18

Babası Hâtıb b. Amr, annesi Umâme bint Sâmit b. Hâlid b. Atıyye’dir.19

İbn Sa‘d’ın tespitine göre Sa‘lebe’nin iki hanımı, altı oğlu ve bir kızı vardır. Evlatlarından Ubeydullah, Abdullah ve Umeyr, Benû Vâkıflı eşinden olmuştur. Rifâa, Abdurrahman, Iyâd ve kızı Amîra ise Gatafân kabilesinden Lubâbe bint Ukbe b. Beşîr adlı hanımındandır.20

Sa‘lebe’nin kardeşi Hâris b. Hâtıb (7/628) ise Bedir, Uhud ve Hendek harbine iştirak etmiş, Hudeybiye’de bulunmuş, Hayber Muhasarasında şehit düşmüş bir sahabîdir.21 Onun Ümmü Abdullah bint Evs b. Hârise adında hanımı ve Abdullah adında bir oğlu vardır. İbn Sa‘d (230/845) yaşadığı dönemde, Hâris’in oğlu Abdullah’ın soyundan devam eden torunlarının mevcut olduğunu kaydeder.22

Bir de Sa‘lebe’nin Hafsa bt. Hâtıb (ö.?) adında kız kardeşi vardır. O, Rasûlullah’a bey‘at eden hanım sahabîlerdendir.23

Kaynaklarda Sa‘lebe b. Hâtıb’dan rivayet edilen herhangi bir hadis yoktur. İsminin raviler arasında geçmemesi, onun sahabî olduğuna eksiklik getirmez. Çünkü sahabenin hepsi de hadis rivayetinde bulunmuş değildir.

Sa‘lebe, Akabe bey’atının ardından Medine’de İslâm’ın hızlı bir şekilde yayıldığı süreçte müslüman olanlar arasındadır. Rasûlullah’ın (a.s.) hicretinde yetişkin ve maddi imkana sahip bir Ensarî olduğu bilinmektedir. Bu itibarla Rasûlullah (a.s.) muhacirlerle ensâr arasında kardeşlik akdi tesis ettiğinde, muhacirlerden Muattib b. Avf el-Hamrâ’yı24 onunla kardeş yapmıştır. Sa‘lebe, muhacir kardeşinin aile efradının ihtiyaçlarını karşılayarak ikamet ve iâşelerinde yardımcı olmuştur. Esasen Medineli müslümanlara Ensâr denilmesinin bir sebebi de bu örnek yardımlaşmadan dolayıdır. Sa‘lebe, ilerleyen yıllarda Bedir ve diğer muharebelere katılmıştır.25

İbn Sa‘d, rivayetlere dayanarak sunduğu biyografik bilgilerin akabinde, kendi döneminde Medine ve Bağdat’ta Sa‘lebe’nin soyundan gelen torunlarının halen mevcut olduğunu bildirir.26 Ama enteresandır ki, mezkûr kıssadan ve Sa‘lebe’nin nifâkından hiç söz etmez. Eğer kıssada anlatılan olayın sahîh bir yönü olsaydı, elbette bundan da bahsederdi. Zira İbn Sa‘d, Sa‘lebe hakkında çok az sahabe için müyesser olan biyografik bilgilere yer vermekte; hatta aile efradının kimliklerine varıncaya kadar tespit etmektedir. Bütün bu bilgilere göre İslâm ve istikamet üzere yaşayan bir aile portresi sunmaktadır.

Her şeyden önce Sa‘lebe b. Hâtıb, Ensâr’dan ve Bedir ashabındandır. Allah, muhacirlerle Ensârın ilklerini Kur’an’da şöyle övmektedir: “(İslâm’da) birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensâr ile onlara güzelce tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı, onlar da Allah’dan razı oldular. Allah onlara içinden ırmaklar akan cennetler hazırladı. Onlar orada devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte bu büyük kurtuluştur.” (9.Tevbe 100). Ayrıca bir çok âyet ve hadiste Bedir’e iştirak eden sahabenin fazileti dile getirilmekte; onların mağfiret ve kurtuluş ehli oldukları müjdelenmektedir. Bu konudaki hadislerden birkaçı şöyledir: “Bedr’e ve Hudeybiye’ye katılan kimse cehenneme girmez.”27 “Allah Bedir ehline muttali olmuş ve haklarında şöyle buyurmuştur: Dilediğinizi işleyin, zira ben sizi mağfiret buyurdum.”28


[SIZE=”3px”]Rivayetin Muhteva Yönünden Tahlili

Koyunların Artması
Rivayette Sa‘lebe’nin ısrarla mal istemesinden sonra birkaç koyun edindiği, bu koyunlardan tırtılların üremesi gibi inanılmaz derecede bir sürünün meydana geldiği, hatta Medine’ye sığmayınca taşraya göç ettiği hikaye edilmektedir. Her şeyden önce bu husus akla, mantığa ve Allah’ın tabiatta koyduğu kanunlara zıt düşmektedir. Zira parmak sayısınca koyundan birkaç sene zarfında böylesine bir sürünün çoğalması imkansızdır.

Sa‘lebe’nin sahralar dolusu bir koyun sürüsüne malik olması demek, dönemin en varlıklı insanlarından birisi anlamına gelir. Öyle ki, saâdet asrında gözden kaçması mümkün olmayacak böyle bir mal varlığından söz eden –asılsız kıssa dışında- başka bir rivayet yoktur. Eğer böyle bir şey yaşanmış olsaydı, mesela Hâtim et-Tâî’nin cömertlikle, Kârun’un da son derece zenginlikle meşhur olduğu gibi, onun da böyle bir mal varlığıyla şöhret bulması gerekirdi.

Farz edelim ki, Sa‘lebe’nin koyunlarının çoğalması Rasûlullah’ın duasıyla vücuda gelen bir bereket yahut mucizedir. Oysa Rasûlullah’ın duasıyla yahut mübaşeretiyle gerçekleşen mucizelerde, ne böyle bir vak’ayı, ne de bir benzerini te’yit eden herhangi bir kayda rastlanmamaktadır. Şayet bu haberin aslı olsaydı, nakledilen mucizeler arasında zikredilmesi ve bu vasıfla iştihar etmesi gerekirdi. Kaldı ki Ensâr’ın ilklerinden bir sahabî için dalâlete ve nifâka düşmesine sebep olabilecek böyle bir dua/beddua talebinde bulunmasına ihtimal verilemez. Binaenaleyh bu husus, Rasûlullah hakkında mümkün görülmediği gibi, Sa‘lebe hakkında da uygun görülemez.

Zekâtla İlgili Hususlar
Rivayette Sa‘lebe’nin sürülerini alıp taşraya göç etmesinin ardından zekâtın farziyetini emreden ve hicrî dokuzuncu senede nazil olan Tevbe 103 âyetinin indiği –hatta bu münasebetle Rasûlullah’ın iki şahsı zekât toplamakla görevlendirdiği- ifade edilmektedir. Oysa alimlerin genel olarak görüşü, zekâtın hicrî ikinci senede farz kılındığı şeklindedir.29 İbn Hacer de Sa‘lebe hadisine dayanarak zekâtın dokuzuncu senede farz kılındığına dair görüş beyan edenlerin isabet etmediklerini, zira delil olarak öne sürülen bu hadisin zaîf, hatta ihticâca elverişsiz olduğunu belirtir.30 Esasen İbn Abbâs, Dahhâk, Katâde v.b. ilk dönem müfessirleri tarafından Tevbe 103 âyetinin Tebûk Seferine mazeretleri olmadığı halde katılamayan Ebû Lubâbe ile Ced b. Kays ve Harâm b. Evs gibi kimseler hakkında indiği kaydedilmektedir. Bu kimseler geri kalmalarına sebep olan mallarından bir kısmını vererek mağfiret talebinde bulunurlar.31 Hal böyle olunca mezkûr kıssadaki anlatımlar tarihî açıdan olsun ahkâm açısından olsun Kur’an’ın zâhiriyle bağdaşmamaktadır.

Tebük Seferi Açısından Sa‘lebe’nin Durumu
Arabistan gibi sıcak bir coğrafyada ve yaz mevsiminde gerçekleşen Tebûk Seferi, samimî inananlarla münafıkların temyiz edilmesinde önemli bir tarihî hâdisedir. Hazırlıklar sürerken Rasûlullah’a gelen bazı kimseler haklı mazeretlerini beyan ederler. Bazıları da yalan söyleyerek izin isterler ve kendilerine izin verilir. Fakat mazeret beyan etmeksizin geri kalan kimseler de olur. Nitekim bu kimseler arasında Ka‘b b. Mâlik, Hilâl b. Umeyye ve Murâre b. Rabî‘ adındaki üç sahabeden bahsedilir. Ebû Lubâbe ve arkadaşlarının affedilme talepleri birkaç gün zarfında, diğer üçünün talepleri –Ka‘b b. Mâlik rivayetinde genişçe anlatıldığı üzere- günlerce sonra kabul edilir. Tevbe 117 ile 119 âyetleri de bu üç sahabî hakkında inmiştir.32

Bununla ilgili olarak diyebiliriz ki: Tebûk Seferinden geri kalanlar arasında Sa‘lebe b. Hâtıb’ın isminden söz edilmemiştir. Eğer geri kalmış olsaydı, Bedir ashabından olması hasebiyle elbette kendisi hakkında da benzer bir durum yaşanacaktı.

Bu arada Vâkıdî gibi tarihçilerin Sa‘lebe b. Hâtıb’ı hem mezkûr kıssanın kahramanı, hem de Tebûk’e katılan münafıklardan birisi olarak nitelendirmesini33 telif etmek mümkün değildir. Çünkü aynı şahsa biçilen bu roller tamamen birbirine zıt hususlardır. Bu yakıştırmayı Sa‘lebe kıssası açısından ele alırsak; sürülerini sevk ve idare etmekten aciz kalan bir şahsın, başkaca vakit bulup münafık olarak Tebûk’e ve diğer faaliyetlere katılmasını bağdaştırmak imkansızdır. Keza, Rasûlullah’ın yanında savaşlara iştirak eden bir şahsın mezkûr kıssayı yaşamış olmasına ihtimal verilemez. Dolayısıyla Sa‘lebe b. Hâtıb’ın bu açıdan da nifâkına delalet eden ne bir hâdise, ne de esaslı bir delil vardır. Haddi zatında hadis otoriteleri, Vâkıdî’nin teferrüd ettiği rivayetlere itimât edilmediğini söylemişlerdir.34

Zekâtını Getiren Kişinin Geri Çevrilmesi Doğru mu?
Rivayette Sa‘lebe’nin pişman olup zekâtını getirdiği halde, gerek Rasûlullah tarafından, gerekse halifeleri tarafından kabul edilmediği anlatılmaktadır. Zekâtını getiren kimseyi reddetmek, başta Rasûlullah’ın, sonra da Râşid Halîfelerin uygulamalarına zıt düşmektedir. Özellikle Rasûlullah’ın münafıklara karşı izlediği tavır ve stratejiler incelenirse, nifâklarını açıkça yüzlerine vurmadığı, İbn Selûl gibi meşhur münafıkları dahi sabırla idare etmesini bildiği görülür. Ayrıca Rasûlullah’ın ve ilk halifelerin uygulamalarına göre imkan sahiplerinden zekât alınması, gerekirse güce başvurulması söz konusudur. Üstelik bu mevzuda ilk halife Hz. Ebû Bekr’in zekât vermeyenlere karşı kararlı tutumu ve harp ilan etmesi bilinen bir vak’a iken, elbette gönül rızasıyla zekâtını getiren kimselerden reddedilmesi diye bir şey olamaz. Bu itibarla Sa‘lebe’nin geri çevrilmesi, ne İslâm ahkamını tatbik eden Rasûlullah’ın ne de onun sünnetini takip eden halifelerin uygulamalarıyla bağdaşmaz. Bütün bu veriler, Sa‘lebe hadisinin metin/ muhteva açısından çelişkilerle dolu olduğunu göstermektedir.
Ne var ki bazı alimler, bu rivayette anlatılan olayları gerçek ve yaşanmış bir vak’a olarak görmekte, kıssanın kahramanı Sa‘lebe’yi nifâkla itham etmektedirler. Zekâtının kabul edilmeyişini de münafık olduğuna hamletmektedirler. Doğrusu rivayetin isnâdı da bellidir, metni de. Rivayet ve dirayet ilimlerine göre bu hadisin sahîh kabul edilmesini gerektirecek sebep ne olabilir ki? Hem bir şahsı nifak ya da küfürle itham etmenin vebali büyüktür. Üstelik Ensâr’ın ilklerinden ve Bedir’e iştirak eden bir sahabî için kayda değer bulunmayan emarelere ve asılsız olduğu her yönünden belli olan bir habere dayanarak nifâkına yahut küfrüne hükmetmenin ne derece riskli olduğu âşikârdır. O halde ilk etapta rivayetin aslının olup olmadığı araştırılmalı, sonra bahsi geçen hususların kitap ve sünnetteki yeri tedkîk/ tahkîk edilmeli, ayrıca dînin temel meseleleriyle kıyaslanmalı ve bütün bu verilere binaen makul neticelere varılmalıdır. Yoksa metrûk ve merdûd raviler tarafından nakledilen asılsız haberlere dayanarak bazı tefsir ve te’villere gidilmesi, uygun bir metot olmasa gerektir.


[SIZE=”3px”]Sonuç
Hz.Peygamber’in vefatının ardından ashabın da sayı itibariyle giderek azalması, bu arada fitne hareketlerinin baş göstermesi, İslâm’a sonradan giren unsurların artması, İsrâiliyât tabir olunan İslâm dışı kaynaklardan gelen malûmatlarla etkileşim, kıssacılık/vaizlik mesleğinin rağbet görmesi v.s. bir kısım asılsız rivayetlerin yaygınlaşmasında ayrı ayrı üzerinde durulması gereken hususlardır.

Özellikle Emevîler devrinde başlayan, Abbasîler devrinde doruğa ulaşan kıssacılık, asırlar boyunca İslâm toplumunda etkinliğini sürdürmüştür. Her geçen gün kıssacılar çoğalmış ve halkı sahîh olmayan bilgilerle meşgul etmişlerdir. Bu kimseler bazı rivayetleri abartılı olarak sunmayı, gerçek olmayan şeyleri rivayetlerin arasına sokuşturmayı, İsrâiliyat nevinden bir kısım haberleri İslâm kültürüyle harmanlamayı, ayrıca düzmece hikayeleri asr-ı saâdetle özdeşleştirmeyi kendilerine meşgale edinmişlerdi. Neticede itibariyle bir kısım asılsız hikayeler yaygın hale gelmişti. Bu hikayeler içinde bir müslümana dahi yakıştırılamayacak söz ve hareketler, çok rahatlıkla sahâbeye izafe edilmiştir.

Bunun en bariz örneklerden biri de Sa‘lebe hadisinde sunulan hikayedir. Genel yapısı itibariyle uydurma hikayelerin karakteristik özelliklerini ihtiva eden bu rivayet, kıssacılar tarafından uyarlanan ve mezkûr sahabî üzerine atfedilen bir hikayeye benzemektedir. Oysa Sa‘lebe b. Hâtıb, Allah ve Rasûlünün övgüsüne mazhar olmuş bir topluluk olan Ensâr’dan ve üstelik Bedir ashabındandır. Onun nifâkına dair mevsûk bir rivayet yoktur.

Hadis münekkidleri, cerh ve ta‘dîl kriterlerini uygulamak sûretiyle Sa‘lebe hadisinin isnâd yönünden son derece zaîf, illetli, münker, hatta bâtıl bir rivayet olduğunu ortaya koymuşlardır. Metin yönünden de bazı tenkitlere yer vermişlerdir. Bu rivayetin nakledilmesini caiz görmeyerek sakındırmaya çalışan hadis ilmi uzmanları, Sa‘lebe b. Hâtıb gibi bir sahabî için anlatılan bu hikayenin gerçekçi olmadığını vurgulamışlardır.

Hasılı, Sa‘lebe hadisi gibi rivayetlerin hadis, tefsir, tarih, tabakât ve irşâd kitaplarında yaygın olarak yer alması, sahîh sayılması için yeterli bir sebep değildir. Bu tür hadislerin rivayet ve dirayet ilimleri açısından kritiğinin yapılması, en azından sıhhat ve sübûtu hakkında hadis otoritelerinin beyan ettikleri görüşlere müracaat edilmesi gerekmektedir. Aksi taktirde geri dönüşü olmayan kritik hatalara sebebiyet verilebilir. Halk ifadesiyle; kaş yapayım derken göz çıkarabilir. Nitekim Allah ve Rasûlüne samimiyetle bağlı olan, salih amellerle hayatını süsleyen, sonraki kuşaklara örnek olan sahabeyi nifak ya da küfür ile itham etmek, göz çıkarmaktan farksızdır. Dolayısıyla rivayetlerin sıhhat yönlerinin araştırılmasına, çok yönlü tenkidinin yapılmasına, varsa illetlerinin ortaya konulmasına dün olduğu kadar bugün de ihtiyaç vardır.

Oldukça zengin bir kültür mirasımız olan rivayet birikiminden daha iyi istifade edebilmek için sistematik ve akademik faaliyetlerin hız kazandığı şu dönemde halka da hitap eden çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bir yönüyle ilim erbabına önemli görevler düşmektedir. Diğer yönüyle de dinî argümanları sunmakta olan hoca, vaiz, hatip, mürşit, mübelliğ gibi şahısların daha dikkatli olmaları, meseleleri/delilleri yeterince tahkîk ve tetkik etmeleri, halkı sahîh bilgilerle bilgilendirmeleri gerekmektedir.


_______________

[SIZE=”1px”]DİPNOTLAR

1- Taberî, Câmiu’l-beyân, Beyrut ts., X, 189-190; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-kebîr, Beyrut 1405, VIII, 219; Abdulbâkî b. Kâni‘, Mu’cemu’s-sahâbe, Medine 1988, I, 124; İbn Abdulber, el-İstîâb fî ma‘rifeti’l-ashâb, Beyrut 1992, I, 210; Beyhakî, Şuabu’l-îmân, Beyrut 1410, IV, 79-80; Delâilu’n-nubuvve, Beyrut 1405, V, 289-292
2- İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, Beyrut 1412, II, 550.
3- Zehebî, Mîzânu’l-i‘tidâl, Beyrut, ts., III, 373; İbn Hacer, Lisânu’l-mîzân, Beyrut 1406, IV, 462.
4- Buharî, et-Târîhu’l-kebîr, Beyrut, ts., VI, 301; İbn Ebî Hâtim, Kitâbu’l-Cerh ve’t-ta‘dîl, Beyrut 1371, VI, 209;
İbn Hibbân, Mecrûhîn, II, 110; İbn Adiy, el-Kâmil, V, 178; Ukaylî, Kitâbu’d-Duafâ, Beyrut, ts., III, 254; Zehebî, Mîzân, III, 161; İbn Hacer, Tehzîb, IV, 249.
5- İbn Ebî Hâtim, Kitâbu’l-Cerh ve’t-ta‘dîl, VIII, 422; İbn Hibbân, Mecrûhîn, III, 36; İbn Adiy, el-Kâmil, VI, 328; Ukaylî, Duafâ, IV, 256; Zehebî, Mîzân, IV, 134; İbn Hacer, Tehzîb, V, 474-5.
6- İbn Hibbân, Mecrûhîn, II,110; III,36.
7- İbn Hazm, el-Muhallâ, Beyrut, ts, XI, 207.
8- Beyhakî, Şuabu’l-îmân, IV, 80.
9- Beyhakî, Delâilu’n-nubuvve, V, 292.
10- İbn Abdulber, ed-Durer fi’htisâri’l-megâzî ve’s-siyer,
Beyrut 1404, I, 119.
11- Izzuddîn İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe fî ma‘rifeti’s-sahâbe,
Beyrut, ts., I, 237.
12- Kurtubî, el-Câmi‘ li ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire 1372, VIII, 212.
13- Zehebî, Tecrîdu esmâi’s-sahâbe, Beyrut, ts., I, 66.
14- Zeynuddîn el-Irâkî, el-Muğnî an hamli’l-esfâr (İhyâ ile birlikte), Beyrut, ts., III, 257; Heysemî,
Mecmau’z-zevâid ve menbeu’l-fevâid,
Beyrut, ts., VII, 32.
15- İbn Hacer, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe, Beyrut 1328, I, 198; Fethu’l-bârî bi şerhi Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut 1407/1987, III, 266; el-Kâfi’ş-şâf fî tahrîci ehâdîsi’l-Keşşâf, Beyrut, ts., II, 292.
16- Leknevî, el-Ecvibetu’l-fâdıla, Haleb 1384/1964, s.107, 137 (Ebû Gudde’nin dipnot açıklaması).
17- İbn Hişâm, es-Sîretu’n-nebeviyye, Beyrut 1991, II, 250; Muhammed b. Sa‘d, et-Tabakâtu’l-kübrâ, Beyrut 1985, III, 460; İbn Abdulber, İstîâb, I, 210; İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, I, 237; İbn Hacer, İsâbe, I, 198.
18- İbn Hibbân, es-Sikât, Beyrut 1395/1975, III, 46; İbn Abdulber,
İstîâb, I, 210.
19- İbn Sa‘d, Tabakât, III, 460.
20- İbn Sa‘d, Tabakât, III, 460.
21- İbn Hişâm, Sîre, IV, 315; İbn Sa‘d, Tabakât, II, 107; III, 461; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-kebîr, II, 87, III, 276;
İbn Abdulber, İstîâb, I, 285; İbn Hacer, İsâbe, I, 568.
22- İbn Sa‘d, Tabakât, III, 461.
23- İbn Sa‘d, Tabakât, II,107; VIII,349; İbn Hacer, İsâbe, VII, 581.
24- Muattib b. Avf, Mekkeli ilk müslümanlardandır. Önce Habeşistan’a sonra Medine’ye hicret etmiştir. Bedir ve
diğer muharebelere katılmış, 57/676 senesinde –78 yaşında- vefat etmiştir. Bkz. İbn Sa‘d, Tabakât, III, 264, 461; İbn Abdulber, İstîâb, III, 1430.
25- İbn Hişâm, Sîre, II, 250; İbn Sa‘d, Tabakât, III, 460; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-kebîr, II, 87; İbnu’l-Esîr, Üsdü’l- gâbe, I, 237.
26- İbn Sa‘d, Tabakât, III, 460.
27- Buharî, “Megâzî” 9, 47; Müslim, “Fezâilu’s-sahâbe” 162.
28- Buharî, “Edeb” 74, “Cihâd” 141; Müslim, “Fezâilu’s-sahâbe” 161.
29- İbn Kesîr, Tefsîr, III, 249; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, Beyrut 1402/1982, II, 2; Yûsuf el-Kardavî, İslâm Huku- kunda Zekât (trc. İbrahim Sarmış), İstanbul 1984, I, 70-5.
30- İbn Hacer, Fethu’l-bârî, III, 266.
31- Taberî, Câmiu’l-beyân, XI, 16-8.
32- İbn Hanbel, Müsned, III, 458; Buharî, “Tefsîru’s-sûre” 9/18; Müslim, “Tefsîr” 9/53.
33- Vâkıdî, Kitâbu’l-Megâzî, Beyrut 1404/1984, III, 1003.
34- İbn Hibbân, Mecrûhîn, II, 290; İbn Adiy, Kâmil, VI, 241-2; Zehebî, Mîzân, III, 660-5; İbn Hacer, Tehzîb, V, 233.





Bu yazı Yeni Ümit Dergisi internet sitesinden alınmıştır.
Yeni Ümit Dergisi - Ana sayfa
 
Üst Ana Sayfa Alt