Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Şehid Seyyid Kutub'u Yanlış Anlayanlar ve Hatalı Tekfir Edenlerin Hatası

Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Seyyid Kutub'u Yanlış Anlayanlar ve Hatalı Tekfir Edenlerin Hatası

Seyyid Kutub’u bazı meselelerde hatalı görüp tekfir edenler ya akide yetimi mutasavvıflar ya da Kelime-i tevhid söyleyen herkes ne yaparsa yapsın kafir olmaz inancındaki kendilerinin selefi olduklarını iddia (zan) eden (telefi) Suud yanlısı ve desteklisi kimselerdir. Bu kişiler (kralcılar); Seyyid Kutub'un tağutlara ve zalim yönetimlerin pisliklerinin ifşası ve düzenlerinin yıkılması hakkında açıklamaları ve pratiklerini bilmelerinden dolayı; Krallarının tağuti rejimlerini ve mucahidlere ve muvahhidlere olan kinlerini bildiğimizden dolayı hem Krallıkları hemde Tağuti düzenlerdeki partileri ve oy kullanarak desteklemelerinin asli sebeblerini çok iyi anlıyoruz

Tasavvufçuların yaralarını ve akidelerini bildiğimiz için hiç kaale almıyor ve kendilerini ehli sunnete nisbet ederek selefi olduklarını zanneden fakat selefiliği sadece tasavvufun sapkınlıklarına karşı çıkmak ve namazda elleri kaldırıp pantolon paçalarını kısaltarak sınırlandıran fakat cihad ve hakimiyet mevzuunda "defolu Selefi" olduklarını iddia eden bu kimselerin ithamlarına geçiyorum?

Bilindiği gibi Seyyid Kutub’un iki ayrı dönemi olmuştur. İlk döneminde Fizilal-il Kuran’ın tefsirini yazmış, fakat akidesi tam netleşmediği için tefsirinde akideyi sarsacak birtakım görüşleri olmuştur. Akide de netleştikten sonra Yoldaki İşaretler adlı kitabı yazmış, hapis hayatında Fizilal-il Kuran’ı 13. cüze kadar tekrar gözden geçirmiş, akideye ters düşen düşünce ve görüşleri ayıklamış, fakat tamamını düzeltmeye ömrü yetmeden kafir Mısır yönetimi tarafından hapishanede asılarak şehid edilmiştir.

Seyyid Kutub’un akidesi netleşmeden önce yazmış olduğu, akideye ters düşen yazı ve sözleri sanki müslüman olduktan sonrada aynı düşüncedeymiş gibi insanlara yaymaya çalışan ve ona reddiyeler yazanlar; her iki dönemini de bir birinden ayırmadan reddiye yazıp kendisini tekfir etmişlerdir.

Seyyid Kutub’un müslüman olmadan önceki dönemine ait tekfirine gerekçe gösterilen görüşler:


Abduh’a üstad demesi
Osman (r.anh)’a uygun olmayan sözü
İhlas suresinde vahdet-i vücudu andıran sözleri


Bu ve buna benzer İslam’a uygun olmayan başka sözleri müslüman olmadığı dönemine aittir.

Seyyid Kutub bütün bu görüş ve düşüncelerinden dönmüştür. Son kitapları buna şahiddir. Bunun dışında Seyyid Kutub’u yakından tanıyanlar, onun dava kardeşleri ve yakın çevresi kendisinde ki bu değişimin en canlı şahidleridirler. İşte Kutub’u tekfir edenler son dönemini göze almadan, önceki dönemiyle birlikte değerlendiriyorlar. Böylelikle Kutub’u tanımayanları da onun ışık saçan görüşlerinden uzaklaştırmaları her an için ihtimal dahilindedir.

Seyid Kutub’un müslüman olduktan sonraki fikirleri nelerdi. Neden selefi olduklarını iddia edenleri bu kadar rahatsız etmiş daha da ileri giderek reddiye yazmaya ve onu tekfir etmeye kadar bunları götürmüştür. Asıl bunları rahatsız eden şahadetine sebebiyet veren fikirleridir.

Osman ve Muaviye (r.anhuma) Hakkında Yazdıkları

Seyyid Kutub'un "İslam'da Sosyal Adalet" adlı eserinde Osman ve Muaviye (r.anhuma) hakkındaki bazı sözlerine de burada bir açıklık getirmek istiyoruz:
Seyyid Kutub bu eserini 1946'da yazmaya başlayıp 1948 de bitirmiştir. Eseri çok rağbet görmüş zamanla, İngilizce, Fransızca, Almanca, Türkçe ve Farsça'ya tercüme edilmiştir.
Bu eserin ilk baskılarında Muaviye ve onunla birlikte bulunan sahabe-i kiram ile Osman (r.anhuma)'ı tenkid eden sözler sarf edilmiştir. Bu sözlerinden dolayı Allame Mahmud Şakir ve diğer bazı ilim adamları tarafından tenkid edilmiştir.
Kutub, sağlığında bu konudaki yanlışlarını bizzat kendisi düzeltmiş ve adı geçen kitabın altıncı baskısında tenkid konusu sözleri tamamen çıkarmıştır. Kitabın son şekli 1964'te basılmıştır. (Salah Abdulfettah Halidi, Seyyid Kutub mine'l-Milad ile'l-İstişhad - Doğumundan Şehadetine Seyyid Kutub, sh. 540)
Kitabın Türkçe tercümelerinde ilk baskılar esas alındığından hala bazı tercümelerde bu sözlere rastlamak mümkündür. Ancak hakikat yukarıda belirtildiği gibidir.
Fi Zilal'la ilgili iddialara Muhammed Kutub tarafından, Seyyid Kutub'un İslam Düşüncesi ve Esasları adlı kitabına yazdığı mukaddimede cevab verilmiştir. (Bu kitap Resul Tosun tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir.)

seyyid.jpg
( Bu kitabı tavsiye ederim)

Biz Seyyid Kutub'un tamamen hatasız olduğunu iddia etmiyoruz. Ancak kendisinden mutlaka istifade edilmesi gereken değerli bir mucahid aynı zamanda ilim, fikir adamı olduğuna, çağdaş İslami harekete hem düşüncesiyle hem de yaşantısıyla büyük bir katkıda bulunduğuna inanıyoruz. O, Müslüman davetçilerin önündeki karanlıkları aydınlatan Şehid bir kandildir..



Seyyid Kutub’un fikirleri:

Seyyid Kutub (r.aleyh) cehaletin cirit attığı, zulmün insanlığı kasıp kavurduğu bir dönemde Allah’ın kendisine hidayet ettiği bir dönemde Kur’an ve Sünnete dayanarak şunları haykırıyordu :

"Sorun aslında iman, küfür, şirk, tevhid, cahiliye, İslam sorunudur. Açık olması gereken durum işte budur. Cahiliye hayatı yaşayan insanlar, iddia ettikleri gibi müslüman değildirler. Eğer onlardan kendilerini yada başkalarını aldatmak isteyen, İslam’ın bu cahiliye ile birlikte bulunabileceğine inanan bir kimse çıkarsa, onun bu durumu var olan gerçekten hiç bir şeyi değiştirmez. Ne bu İslam’dır, ne de onlar iddia ettikleri gibi müslümandır. Bu günün daveti, o cahillerin İslam’a dönüşlerini,onların yeniden müslüman olmalarını salama temeline dayalıdır.

İslam şu iki toplum türünden başkasını tanımaz. Bir İslam’i toplum. İki cahili toplum. İslam’i toplum akide ve ibadet, yasa ve düzen, ahlak ve suluk olarak İslam’ın uygulandığı toplumdur. Cahili toplum ise İslam’ın uygulanmadığı akide ve düşüncesine, değer ve ölçüsüne, düzen ve yasasına, ahlak ve sulukuna Allah’ın hükmetmediği toplumdur.

Bu toplum namaz kısa, oruç tutsa Kâbe’yi hacc etseler de bu toplumun kanunu İslam şeriati değilse bu insanların kendilerini müslüman olarak adlandırması onları İslam toplumu yapmaz. Allah’ın gönderdiğininin Rasulullah’ın açıkladığının dışında ki kimselerin kendilerince bir İslam icad edip; örneğin modern İslam adı verdikleri toplumlar da İslam toplumu değildirler
."


Allah’tan başka insanlar üzerinde şu veya bu şekilde ilahlık taslayarak kanunlar koyan yöneticilerin ve amirlerin zalim ve kafir olduğunu,
Hukuki işlemlerde ceza meselelerinde insanlar üzerinde yetki ve tasarruf hakkına sahib hiçbir merci ve otoritenin olmadığını bu otoriteye sahib olduğunu iddia edenlerin kafir ve muşrik olduğunu, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin Allah’ın hükmünü beşeri hükümlerle değiştirenlerin yine kafir ve muşrik olduğunu, Amerikan ve Yahudi uşaklığı yapmanın ve onlara velaya varan davranışlarda bulunmanın küfür olduğunu, bunu yapanların tekfir edilmesi gerektiğini, Kur’an ve sünnete dayanmayan bir ülkenin bir beldenin kesinlikle müslüman ülke olmayacağını belirten görüşlerine son eserlerinde rastlamak mümkündür.
Seyyid Kutub’un kitablarını araştıranlar onun yukarıda saydıklarımız ve daha Kur’an ve sünnete ters düşen fikir ve alışkanlıkların küfür olduğu, bunları reddetmeden iman ve İslam iddiasında bulunmanın mümkün olmayacağına rastlayacaklardır.
Müslüman olan bir kimse bilir ki yukarıda saydığımız şartlara uyanlar namazda kılsalar oruçta tutsalar hacca da gitseler bu zalim ve tağutları reddetmedikçe müslümanlık iddiası boş ve geçersizdir. Bunları Seyyid Kutub’un özellikle Fizilal'in 13. cuzüne kadar ve yoldaki işaretlerde görmek mümkündür.

Seyyid Kutub idama mahkum olduğu zaman şunları söylüyordu:
"Eğer Allah’ın kanunu ile makhum edilmişsem ben hakkın hükmüne radıyım.
Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahib olduğum için batıldan ve munafıklardan merhamet dilemem. Allah’a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım.
"

Seyyid Kutub’u müslüman olduktan sonra, müslüman olmadan önceki durumundan dolayı tenkid ve tekfir etmek aynen; sahabelerin cahiliye döneminde işlemiş oldukları şirk ve küfürlerinden dolayı tekfir etmek gibidir.
Mecbur kalındığında Allah’ ait olan hüküm verme yetkisini zalim tağutlara verilebileceğini savunurlar.
Küfrün Dar’un Nedvesi olan meclislere giren vekilleri müslüman sayıp kâfir kanunlarıyla İslam'ın hakim kılınabileceğini savunurlar.
Hukuki işlemlerde ceza meselelerinde Kur’an ve sünnetin dışında beşeri hukuka da uymayı caiz görürler.

İşte bu kimseler, Seyyid Kutub’un son dönemlerine ait fikirlerini yansıtan eserlerin çoğalması son derece rahatsız etmiştir. Bu eserler de küfrü gerektiren her hangi bir şey bulamadıkları için çareyi, Seyyid Kutub’un önceki fikirlerinde ki küfrü gerektiren eserlerine çevirmişlerdir.
Zaten bu kimseler de dirilerden ziyade ölüleri tekfir etmekte,onlara reddiye bile yazmaktadırlar.

Sözümüzü şu hadis-i şerifle nihayete erdiriyorum :

Rasulullah (sav) şöyle buyuruyor;
Biriniz din kardeşini övecekse: ‘Ben falan kimseyi şöyle zannediyorum. Ben Allah’a karşı kimseyi temize çıkarmam’ desin (Muslim no: 3000).





Şehid Seyyid Kutub'dan Cihad ayetleri Tefsiri ve çok Nadir Olan Gerçek Tasavvuf Yorumu


54- Ey mûminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki, yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lutfu geniştir, O herşeyi bilir.

55- Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren rukua varan mûminlerdir.

56- kim Allah'ı, Peygamberi ve mûminleri dost edinirse bilsin ki, gâlib gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların grubudur.

İman eden kimselerden dinden dönenlere burada, bu şekilde ve bu bağlamda yöneltilen tehdit, yahudiler ve hristiyanlarla dostluk ile İslâm'dan dönmek arasında bir bağlantı olduğunu gösteriyor. Daha önce, onları dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan kopup, onlardan biri haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu doğruluyor: "Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur." Buna göre, ayetlerin akışı içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı vurgulamakta ve kesinleştirmektedir. Yine aynı şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya değiniliyor. Burada kafirler ile ehl-i kitab aynı kategoriye sokularak, onlarla dost olunması yasaklanıyor. Ehl-i kitabla dostluk, kafirlerle dostlukla aynı bağlamda değerlendiriliyor. İslâm'ın ehl-i kitab ile kafirleri onlara karşı yapılması gereken muamele bakımından farklı değerlendirmesinin, dostluk meselesiyle bir ilintisi yoktur. Ehl-i kitab ile kafirler arasındaki söz konusu farklılık, dostluk bağlamında değil, daha başka meselelerdedir.

"Ey mûminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar mûminlere karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lutfu geniştir, O herşeyi bilir."

Allah'ın mûmin grubu seçmesi, yeryüzünde Allah'ın dininin yürürlüğe koyulması bağlamında "takdir-i ilahi"nin gerçekleşmesine vesile olmaları, insanların yaşamlarında Allah'ın otoritesini egemen kılmaları, tavır ve düzenleri O'nun sistemine göre belirlemeleri, her meselede, her sorunda O'nun şeriatını uygulamaları ve de bu sistem bu şeriat sayesinde yeryüzünde kurtuluşu, iyiliği, temizliği ve gelişmeyi sağlamaları içindir. Bunları gerçekleştirmek üzere mûminlerin seçilmiş olması, Allah'ın bir lutfu, bir bağışıdır. Bir kişi bu lutfu reddeder ve kendini bundan yoksun kılmayı dilerse, -her kim olursa olsun- Allah'ın ne ona ne de bir başkasına ihtiyacı olmadığını unutmamalıdır. Allah kendilerinin bu yüce lutfa layık olduklarını bilen kullarını, elbette ki seçecektir.

Ayet-i Kerime'nin burada çizdiği seçkin topluluğun bu tablosu, karakteristik özellikleri son derece belirgin, çizgileri de oldukça güçlü bir tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar, kalblere de son derece sempatik gelmektedir.

" ..Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler."

Karşılıklı sevgi ve hoşnutluk, onlarla Rableri arasındaki bağı oluşturmaktadır. İşte bu topluluğu şefkatli Rablerine bağlayan bu akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı duygudur.

Yüce Allah'ın, kullarından birini sevmesi; O'nu, kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatını bilen takdir edebilir.
Kimdir Allah?
Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir?
Küçücük bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim yaratmıştır?
Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir?
Kimdir tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir?
Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan Allah'ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini de bilir.

Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah'ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir lütuftur.

Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O'na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye'nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularıma taşımaktadır!

Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,


Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm yaratıklar dargın olsun.

Seninle aramız iyi olduktan sonra

Alemler bozuk olsa ne çıkar.

Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.

Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.


Ulu Allah'tan, kullarından birine ve bu kuldan, nimetleri veren, lütuf sahibi Allah'a yönelik bu sevgi, varlık alemini bürüyüp koca evrene yayılıyor. Her canlının, herşeyin özüne işliyor. Hava ve gölge gibi varlık alemini seven, sevilen şu kul da somutlaşan insan varlığını bürüyor adeta.

İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir kereye özgü geçici bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede yer alan bir öz, bir gerçek ve bir öğedir.

"İman edib salih ameller işleyenlere, Rahman; onlara bir sevgi kılacaktır." (Meryem Suresi, 96)

"...Kuşkusuz Rabbim merhametlidir, sevendir." (Hud Suresi, 90) "

"O, bağışlayandır, sevendir" (Buruç Suresi, 14)

"Eğer kullarım sana benden sorarlarsa, onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince kabul ederim." (Bakara Suresi, 186)

"...Mûminler en çok Allah'ı severler." (Bakara Suresi, 165)

"De ki; Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah sizi sevsin." (Al-i İmran Suresi, 31) Benzeri ayetler çoktur.

Bütün bunları gördükleri halde, "İslâm düşüncesi, kuru ve katı bir düşüncedir. Allah ile insan arasındaki ilişkiyi, baskı, zor, azab, ceza, kabalık ve kopukluk şeklinde tasvir etmektedir. İsa-Mesih'i Allah'ın ve tanrısal unsurlardan biri kabul eden ve böylece sentezle Allah ile insanı birbirine bağlayan düşünce gibi değildir" diyenlere şaşmamak elde değildir.

Kuşkusuz İslâm düşüncesinde, ilahlığın gerçeği ile kulluğun gerçeğinin başkalığına ilişkin netlik, Allah ile kul arasındaki sevimli yumuşaklığı kurutmaz. Bu, adalete dayalı bir ilişki olduğu gibi merhamete dayalı bir ilişkidir. Bu şefkate dayalı ilişkidir, soyutlanmaya dayalı olduğu gibi. Ve o sevgi ilişkisidir, Allah'ı tenzih etmeye dayalı bir ilişki olduğu gibi.

İşte bu, insan bünyesinin alemlerin Rabb'iyle ilişkisinde ihtiyaç duyduğu, herşeyi kapsayan eksiksiz bir düşüncedir.

Bu dine inanmış seçkin müminler topluluğunun sıfatları sıralanırken, şu olağanüstü ifade yer almaktadır!

"Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler."

Bu ifade, ağır yükün altında bükülen mümin gönlün ihtiyaç duyduğu bir hava estiriyor. Artık, mumin nimetleri veren yüce Allah tarafından seçildiğini, kendisine lütfedildiğini ve Rabbine yaklaştırıldığını anlıyor.

Ardından ayetin akışı, mûminlerin, karakteristik özelliklerinden geri kalanlarını, sunmaya devam ediyor:

"...Bunlar mûminlere karşı alçak gönüllüdürler."

Bu itaatkarlıktan, uysallık ve yumuşaklıktan kaynaklanan bir sıfattır. Buna göre mümin bir diğer mümine karşı, son derece alçak gönüllüdür. Ona karşı serkeş değildir. Hiçbir zaman zorluk çıkarmaz. Son derece rahat ve uysaldır. Kolaylaştırıcıdır, kardeşinin ihtiyacını karşılamaya büyük özen gösterir. Oldukça hoşgörülü ve şefkatlidir. Müminlere karşı alçak gönüllü olmanın anlamı budur.

Müminlere karşı alçak gönüllü olmada bir alçaklık, bir aşağılanmışlık söz konusu değildir. Bu kardeşliktir. Engellerin ortadan kalkması, zorlukların bertaraf edilmesidir. Gönül gönüle karışır, artık başkasına karşı serkeşlik ve ayrılık duygularına yer kalmamıştır.

Kişiyi inatçı, isyancı ve kardeşine karşı cimri kılan, toplumdan uzak durmanın ve bağları koparmanın doğurduğu bireyselliktir. Ancak gönlünü mümin topluluğun gönülleriyle birleştirince artık, kendisini engelleyen ve isyan oluşturmasına neden olan duygulardan kurtulur. Onlar hakkında başka bir duygu yer edebilir mi ki gönlünde?

Allah için kardeş olup bir araya gelmişler. Allah onları seviyor, onlar da Allah'ı. Bu yüce sevgi aralarında yayılmış, onu paylaşmışlardır.

"...Kafirlere karşı onurlu davranırlar."

Kafirlere karşı dirençli, yüz vermez ve üstün bir konumdadırlar. Bu özelliklerinin burada ayrı bir yeri vardır. Bu üstünlük kişisel onurdan kaynaklanmıyor. İnsanın kendi üstünlüğünü sağlama amacına da yönelik değildir. Aksine bu, inancın onurudur. Kafirlere karşı, altında birleştikleri sancağın üstünlüğüdür. Bu üstünlük, sahip oldukları inancın tamamen iyilik olduğuna olan güvenlerinden kaynaklanmaktadır. Görevlerinin, sahip oldukları iyiliğe! başkalarının boyun eğmesini sağlamak olduğunu biliyorlar. Başkalarının kendilerine boyun eğmesini sağlamak ya da kendilerinin başkalarına ve sapık inançlarına boyun eğmesine meydan vermek değildir. Sonra bu üstünlük; Allah'ın dininin ihtirasların dinine, Allah'ın gücünün onların gücüne ve Allah'ın hizbinin cahiliye hiziplerine galip geleceğine olan sonsuz güvenlerinden kaynaklanmaktadır. O halde yol boyunca kimi çarpışmalardan bozguna uğramış olsalar bile, her zaman üstündürler.

"...Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler."

Allah'ın sistemini yeryüzüne yerleştirmek, insanlar üzerinde Allah'ın otoritesini duyurmak ve insanlar adına iyilik, doğruluk ve gelişme sağlamak için, O'nun şeriatını hayata egemen kılmak uğruna yapılan Allah yolunda cihad; onlar aracılığıyla yeryüzünde dilediğini gerçekleştirmek için, yüce Allah'ın seçtiği mûmin topluluğun sıfatıdır.

Onlar Allah yolunda cihad ederler. Kendileri, ulusları, ülkeleri ve ırkları uğruna değil, Allah yolunda, O'nun sistemini gerçekleştirmek, O'nun otoritesini yerleştirmek, O'nun şeriatını uygulamak ve bu yolla tüm insanlık adına iyiliği gerçekleştirmek için... Bu işte kendileri için birşey yok. Kendilerine bir pay da çıkarmazlar. Herşey tamamen Allah için ve hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O'nun yolunda yapılmaktadır.

Onlar Allah yolunda cihad ederler, bu yüzden kınayanın kınamasından korkmazlar. Hem sonra insanların kınamasından nasıl korkarlar ki; onlar, insanların Rabbinin sevgisini garantilemişlerdir. Allah'ın kanununa uydukları ve O'nun sistemini hayata egemen kıldıklarına göre, insanların alışkanlıklarını, ulusal geleneklerini ve cahiliyenin genel geçer törelerini dikkate alırlar mı hiç?
Hayat ölçülerini ve hükümlerini insanların arzularına dayandıranlar, yardım ve desteği insanlardan bekleyenler, insanların yergisinden çekinirler. Ancak insanların arzularına, ihtiras ve değer yargılarına hakim olması için Allah'ın terazisine, kriter ve değerlerine başvuranları, gücünü ve onurunu Allah'ın gücünden ve O'nun verdiği onurdan alanları, insanların ne söyledikleri ve ne yaptıkları hiç ilgilendirmez. Bu insanların durumu ne olursa olsun, realiteleri ne olursa olsun. Bu insanların uygarlıkları, bilim ve kültürleri ne düzeyde olursa olsun, durum değişmeyecektir.

Biz insanların söylediklerini, yaptıklarını, sahip oldukları üzerinde uzlaşma sağladıkları şeyleri, pratik hayatlarında edindikleri değer ve ölçüleri, her zaman göz önünde bulundururuz. Çünkü biz; ölçü, kriter ve değerlendirme konusunda baş vuracağımız temelden habersiz ya da yanılgı içindeyiz. Bunun Allah'ın sistemi, şeriatı ve hükmü olduğundan haberimiz yok. Oysa sadece O gerçektir. Ona karşıt olan herşey de batıldır, boştur. İsterse milyarların geleneği olsun, onlarca asır boyunca gelip geçen ulusların üzerinde birleştikleri birşey olsun.

Sırf şu anda mevcuttur, realite budur, milyonlarca insan tarafından benimsemektedir. Ona göre yaşamakta ve hayatları için bir temel edinmektedir diye, hiçbir kurum, gelenek ve görenek ya da değer yargısı bir anlam ifade etmez. Bu ölçüyü, İslâm düşüncesi kabul etmez. Herhangi bir durumun, gelenek ve göreneğin veya değer yargısının bir anlam ifade etmesi için, Allah'ın sisteminden bir temele dayanması gerekmektedir. Değer ve ölçülerin alındığı tek kaynak budur.

Bu yüzden, mümin topluluk, Allah yolunda cihad ederken kınayanların kınamasından korkmaz. Bu, seçkin müminlerin karakteristik özellikleridir.

Sonra, Allah tarafından seçilmeleri, O'nunla seçkin muminler arasındaki karşılıklı sevgi, onların özellikleri ve ünvanları haline getirdiği bu karakteristik çizgiler, onların gönlünde yer eden Allah'a güven duygusu, cihada girişirken O'nun yol göstericiliğine göre hareket etmeleri... Evet tüm bunlar Allah'ın lütfudur.

"Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir."

Bu lütfundan ve sınırsız bilgisinden verir. Yüce Allah'ın ilminden ve takdirinden dilediği için seçtiği bu bağıştan daha bol ne olabilir ki?

Yüce Allah, iman sıfatına uygun düşen tek dostluk yönünü de müminlere göstererek, dost olacakları kimseleri açıklamaktadır:

"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren, rukua varan müminlerdir."

Ayet bu şekilde kesin ifadelidir. Bir demogojiye ve tevile imkan bırakmamaktadır. İslâmî hareketin ya da İslâm düşüncesinin cıvıklaştırılmasına fırsat vermemektedir.

Gerçekte işin böyle olması zorunludur da. Çünkü sorun -dediğimiz gibi özünde inanç sorunudur, bu inanca göre hareket etme sorunudur. Dostluğun bütünüyle Allah'a özgü olması için, mutlak anlamda O'na güvenilmesi için, "din" olarak İslâm'ın benimsenmesi için, sorunun müslüman saf ile İslâm'ı din edinmeyen, onu hayat düzeni olarak benimsemeyen, diğer sıfatların ayrılığı sorunu olarak algılanması için ve İslâmî hareket, ciddiyet ve düzen bulunması için. Biricik önderlikten ve yegane sancaktan başka kimsenin dostluğu söz konusu değildir. Mumin topluluktan başkasıyla yardımlaşma mümkün değildir. Çünkü İslâm'ın hayat düzeninde işbirliği, inançtan kaynaklanmaktadır.

İslâm'ın sırf isimden ibaret olmaması, bir arma ve sembol olarak kalmaması, dille söylenen bir kelimeden, nesilden nesile geçen bir kültür mirasından ya da herhangi bir bölgede oturanlara özgü bir sıfattan ibaret olmaması için, ayetin akışı müminlerin belli başlı karakteristik özelliklerini açıklamaktadır:

"...Namaz kılan, zekat veren, rukua varan müminler.."

Onların belirgin sıfatlarından biri namaz kılmaktır. -Sırf eda etmek değil namaz kılmaktan, eksiksiz eda edilmesi kastedilmektedir. Bu şekilde kılmaktan, yüce Allah'ın şu ayette belirlediği sonuçlar doğmaktadır:

"Kuşkusuz namaz, insanı kötülükten ve çirkin şeyleri yapmaktan alıkoyar." (Ankebut Suresi, 45)

Kıldığı namaz kişiyi kötülükten ve çirkin şeyleri yapmaktan alıkoymuyorsa bu, namaz dosdoğru kılınmamış demektir. Çünkü şayet Allah'ın söylediği şekilde kılınmış olsaydı, kuşkusuz onu bunlardan alıkoyardı.

Bir diğer sıfatları da zekat vermektir. Yani gönül hoşnutluğu ve isteğiyle Allah'ın emrine itaat etmek ve O'na yaklaşmak amacıyla malın hakkını vermektir. Kuşkusuz zekat yalnızca mâli bir vergi değildir. O, aynı zamanda ibrettir de. Ya da ibadettir. Bu da bir tarzda değişik hedefleri gözeten İslâm düzeninin belirgin bir özelliğidir. Bir hedefi gerçekleştirirken, birkaç hedefi göz ardı eden yeryüzü düzenlerinin hiçbiri böyle değildir.

Toplumun durumunu düzeltmek için, uygar anlamda ve malın vergisini toplamak veya devlet adına, ya da halk adına yahut herhangi bir yeryüzü mercii adına zenginlerden alıp fakirlere vermek yeterli değildir. Bu haliyle sadece bir tek hedef gerçekleştirilmiş olur; ihtiyaç sahiblerine mal ulaştırmak.

Zekat ise; ismi ve anlamı, amacını belirlemektir. Her şeyden önce zekat, temizlik ve gelişmedir. Allah'a yönelik bir kulluk şekli olmakla ve beraberinde fakir kardeşlerine karşı insana güzel duygular ilham ettirmekle, vicdan temizliğini sağlamaktadır. Allah için açılan bir kulluk olmasından dolayı, bu eylemi gerçekleştiren de ahiratte güzel bir mükafat alma ümidini doğurmaktadır. Bereketle ve bereketli ekonomik düzenle, malının dünya hayatında artacağını ummasını sağladığı gibi. Sonra, zekatı alan fakirlerin gönüllerinde güzel duygular uyandırır. Zenginlerin mallarında kendileri için bir hak belirlemekle yüce Allah'ın, kendilerine lütfettiğini anlarlar. Artık zengin kardeşlerine karşı kin ve çekemezlik duygularına kapılamazlar. Bununla beraber İslâm düzeninde zenginlerin helal yollarla mal kazandığını, maldan paylarına düşeni toplarken hiç kimseye haksızlık etmediklerini de hatırlatalım. Son olarak bu hoşnut, iyi, güzel atmosferde; zekat, temizlik ve gelişme atmosferinde malî bir vergiyi de yerine getirmiş oluyor.

Zekat vermek, müminlerin hayatî işlerde Allah'ın şeriatına uyduklarını gösteren en belirgin özelliklerinden biridir. Bu, aynı zamanda her işlerinde, yüce Allah'ın otoritesini kabul ettiklerini de göstermektedir. İşte İslâm budur.

"...Rukua varan mûminler.."

Bu onların karakteristik durumudur. Sanki sürekli olarak asıl durumları budur. Bu nedenle, "namaz kılanlar" sıfatıyla yetinilmemektedir. Bu yeni özellik, daha genel ve daha kapsayıcı bir özelliktir. Çünkü bu gönüllerde sürekli durumları buymuş gibi bir düşünce uyandırıyor. Onların en belirgin özellikleri ve onunla tanındıkları bu özelliktir.

Bu tür münasebetlerle, Kur'an'ın ifade tarzının uyandırdığı ilhamlar, ne kadar da etkileyicidir.

Yüce Allah, kendisine güvenmelerine, O'na sığınmalarına, sırasıyla yalnızca O'na, peygamberine ve mûminlere dost olmalarına ve tamamen Allah için oluşmuş saffın dışında tüm saflardan bütünüyle ayrılmalarına karşılık, mûminlere yardım ve galibiyet vaad etmektedir.

"Kim Allah'ı, peygamberi ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların grubudur."

Bu galibiyet sözü, imandan kaynaklanan bir kuralın açıklanmasından sonra yer almaktadır. Bu kural Allah'a, peygamberine ve müminlere yönelik dostluktur. Ayrıca bu, yahudi ve hıristiyanları dost edinmemeye, bunun müslüman saftan ayrılıp yahudi ve hıristiyanların safına katılmak olduğuna, aynı zamanda dinden dönmek anlamına geldiğine ilişkin bir uyarıdır.

Burada Kur'an'ın genel bir yaklaşımı göze çarpmaktadır. Yüce Allah, sadece İslâm daha iyidir diye teslim olmalarını istemektedir müslümanlardan. İleride gâlib geleceği, yeryüzüne egemen olacağı için değil. Bunlar zamanı gelince gerçekleşecek sonuçlardır. Sadece yüce Allah'ın, bu dini yerleştirmesine ilişkin takdirini gerçekleştirmek için meydana gelirler, insanları bu dine girmeye teşvik etmek için değil. Müslümanların gâlib gelmelerinde kendileri için herhangi bir şey söz konusu değildir. Ne benlikleri ne de kişilikleri için bir pay çıkarmazlar. Bu, sadece onların eliyle gerçekleşen Allah'ın kâderidir. Bunu, akideleri için bahşetmiştir yüce Allah, şahıslardan dolayı değil. Elbette bu uğurda sarf ettikleri çabanın mükafatını alacaklardır. Bu dinin yeryüzüne yerleşmesinin ve bu yerleşmeden dolayı yeryüzünün ıslah olmasının doğurduğu sonuçların sevabını alacaklardır.

Aynı şekilde yüce Allah, kalplerini sağlamlaştırmak, onları karşılarına çıkan red engellerden kurtarmak için, müslümanlara gâlibiyet vaad etmektedir. -Bunlar çoğu zaman son derece çürük engellerdir- Sonuçtan emin olunca, sıkıntıları aşma ve zorlukları atlama konusunda kalpleri daha bir güçlenir. Allah'ın müslüman ümmete vaadettiği galibiyetin, kendi elleriyle gerçekleşmesini isterler. Böylece bu uğurda yaptıkları cihadın, Allah'ın dinini yeryüzüne yerleştirmenin ve bu yerleştirmenin doğurduğu sonuçların mükafatını hakketmiş olurlar.

Bu ayetin burada yer alması, o günkü müslüman kitlenin durumunu ve Allah'ın taraftarlarının oluşturduğu grubun gâlib geleceğine ilişkin kuralın hatırlatılması gibi müjdelere ne kadar ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Bunu da sûrenin bu bölümünün indiriliş tarihine ilişkin tercih ettiğimiz görüşten anlıyoruz.

Sonuçta zaman ve mekanla bir ilişkisi bulunmayan şu kuralı öğrenmiş oluyoruz. Bu kuralın, Allah'ın değişmez yasalarından biri olmasıyla güven duyuyoruz. Kimi çarpışmalarda ve bazı konumlarda mümin topluluk bozguna uğramış olsa da, durum değişmeyecektir. Hiçbir zaman değişmeyen yasa; Allah'ın hizbini (taraftarlarını) oluşturanların gâlib olacaklarıdır. Kuşkusuz Allah'ın kesin vaadi, yolun kimi aşamalarında beliren durumlardan daha doğrudur. Allah'ı, peygamberi ve müminleri dost edinmek, yolun sonunda Allah'ın vaadinin yerine gelmesine bir araç konumundadır.

Sonra... Kur'an'ın sunuş tarzı, mûminleri inançlarına karşı çıkan Kitab hhli ve muşriklerin dostluğundan alıkoymak ve bu imana dayalı kuralı, vicdanlarına, duygu ve akıllarına yerleştirmek için, İslâm düşüncesinde ve İslâmî harekette, bu kuralın önemine işaret eden çeşitli yöntemlere başvurmuştu.

Birinci çağrıda; doğrudan yasaklama ve yüce Allah'ın katından bir fetih veya olayla münafıkları ortaya çıkarması şeklindeki korkutma yöntemine başvurmuştu. İkinci çağrıda; Allah'ın, peygamberinin ve mûminlerin düşmanlarını dost edinmek suretiyle dinden dönmekten (irtidat) sakındırma ve Allah tarafından sevilen ve Allah'ı sevenlerin oluşturduğu seçkinler topluluğundan olmalarını teşvik etmek ve Allah'ın her zaman gâlib hizbine yardım vaad etme yöntemlerine başvurmuştu.

Şimdi ise; Kur'an-ı Kerim'in bu derste ye ralan, mûminlere yönelik üçüncü çağrıyla; gönüllerine, düşmanlarının eğlence ve alaya aldıkları dinlerini, ibadetlerini ve namazlarını koruma duygusunu serptiğini görüyoruz. Dostluklarından alıkoyma noktasında Ehli Kitab ile diğer kafirleri de bir tuttuğunu, bunu Allah'tan korkmaya bağladığını görüyoruz. Bu arada bu çağrıya kulak vermeyi, iman sıfatıyla irtibatlandırdığını, kafirlerin ve Ehli Kitab'ın mârifetlerini kınadığını, onları akıl etmezler olarak nitelediğini görüyoruz:















Seyyid Kutub Kitaplığı


indir:
http://www.mediafire.com/file/a2rq96z34uz94ak/Yeni_Klas%25C3%25B6r.rar/file


yoldaki4.jpg
yoldaki7.jpg

1-Yoldaki İşaretler




Şehid Seyyid Kutub - Yoldaki işaretler 11. Bölüm
[GULYARASI]7461[/GULYARASI]



Tavsiye :

'Yoldaki İşaretleri'n yaklaşık 4 saat süren geniş ve güzel bir özetini Mp3 olarak indirip dinleyebilmek için link :


 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
ŞEHİD SEYYİD KUTUB - İZ BIRAKANLAR

,



Şehid Seyyid Kutub'un Hayatı ve Mucâdelesi
4 Kasım 2015 Çarşamba - Mahmud Varhan Hoca

 
A Çevrimdışı

azzam

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Selamun Aleykum,
Aklıma hep su soru takılmıştır ancak sormaya da çekinmişimdir. Seyid kutub neden sakalsız? Belki bir cevabı yoktur ancak böyle ilim sahibi kardeşlerin olduğu bir forumda sormus olayım.
 
Üst Ana Sayfa Alt