Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tasavvufçuların Küfür Akideleri !

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ



1

images
images


İbn Arabî ve Celâleddin er-Rumî’de olduğu gibi ahlaksızlıkların kendisinde olmadığı, üstelik ömrünün büyük bir bölümü tâğût’un hapishanelerinde geçen, ancak Kur’ân ve Sünnet’e muhalif belli (sufizm) görüş ve düşünceleriyle İbn Arabî ve Celâleddin-i Rumî’den geri kalmayanlardan birisi de Said Nursi (1873-1960)’dır.

Said Nursi, kitaplarının birçok yerinde, İbn Arabî ve Celâleddin er-Rumî sapıklarına ve onların görüşlerine övgüler yağdırır. "Risale-i Nur" diye isimlendirdiği kitaplarının, kendisinin eserleri olmadığını söyler. Risalelerin kendisine iradesi dışında yazdırıldıklarını uzun uzun anlatır. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s 30,93,192;Şualar/234; Asâyı Musa s.7;… Bu konu hemen tüm eserlerinde sıkça vurgulanır)

Aslının vahiy olduğunu söylediği, "Celcelûtiye" adlı kitapta; "Risale-i Nur'ların, "Nur talebeleri" diye adlandırdığı öğrencilerinin ve "Bediüzzaman" lakabıyla kendisinin zikredildiklerini anlatır.(Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.103,108,109; Şualar. S.587,590,591,592;..) Kitaplarına, Kur'an'ın kuvvetli işaretle iltifat ettiğini, İmam Ali (r.a.) v.b. tarafından ehemmiyet verildiğini, kitaplarının hatta içindeki birçok konunun bile isminin iradesi dışında bildirildiğini şu ifadelerle izah eder:

"Çok defa kalbime geliyordu; Neden İmam Ali (r.a.), "Risaletü'n-Nur'a" ve bilhassa "Âyetü'l-Kübrâ Risalesi"ne ehemmiyet vermiş, diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd, o sır ihtar edildi... "Âyetü'l-Kübrâ Risalesi"ni İmam Ali (r.a.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.30; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları.s.787)

"Ben Celcelûtiye'yi okuduğum vakit, sair münacaatlara muhalif olarak kendim bizzat hissiyatımla münacaat ediyorum diye hissederdim. Ve başkasının lisanıyle taktirkarane olmuyordu. Benim için gayet fıtrî ve dertlerime alakadar ve tefekkürât-ı ruhiyeme hoş bir zemin oluyordu. Birkaç sene sonra kerametini ve "Risale-i Nur" ile münasebetini gördüm ve anladım ki; o halet bu münasebetten ileri gelmiş.

Hz. İmam Ali (r.a.), Tugadusiracunnuri fırkasiyle "Risale-i Nur"u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslariyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanice isimleri tâdâd (birer birer söyleyip sıralayarak (Yeni Lügat. “Tâdât” mad) ederek münacaat eder." (Şualar. s.592; Asâyı Musa s.7; Sikkei Tasdiki Gaybi. Sekizinci şua.; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.790,792).
Yine Hz. Ali (r.a.) ahir zamanda "Risale-i Nur"u dua ile ALLAH'tan niyaz ediyor, "Risale-i Nur'u medhü sena ediyormuş.(Sikke-i Tasdik-i Gaybi. sekizinci şua)

Oysa İslâm inancında "ALLAH'tan bilgi almanın yolu vahiydir. Gayb, hakkında bilgi sahibi olmanın yolu da budur." (İslâm İnancında Gayb Problemi. s.103)

Şimdi bir an için düşünelim: Aişe (r.a.) annemizin, Peygamberin bile, yarın ne olacağını bildiğini söyleyenin ALLAH'a iftira ettiğini söylediğini hatırlatması karşısında, acaba Hz. Ali'nin, "Risale-i Nur'u, tarihiyle, ismiyle, mahiyetiyle, esasları ve vazifesiyle birer birer sıralayarak bildirdiğini, ahir zamanda "Risale-i Nur"u ALLAH'tan niyaz ettiğini ve onları övdüğünü söyleyen kişi, ALLAH ile birlikte İmam Ali (r.a.)'a da iftira etmiş olmaz mı?

Şia'nın sapmasının en önemli sebebi; Kur'an ve Sünnet'te bildirilmediği halde Rasûlullah (s.a.v.)'in, İmam Ali (r.a.)'a bir takım özel sırlar verdiği inancıdır. (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.95)

Said Nursi, Şia'nın yanlış görüşünün burasında da kalmaz. Bu sırların vahiy olduğu hezeyanına kadar gider. Risalelerinin hemen her paragrafında batınî manalar yüklenilmiş ütopik çıkartımlara rastlanılır. Aslının vahiy olduğunu söylediği meçhul kitabın*, vahiy nazil olduğu vakit, Rasûlullah (s.a.v.) tarafından İmam Ali (r.a.)'a yazdırıldığını söylüyor. (Şualar. s.588,590; Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.101 (sekizinci şua); Bkz: Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. Abdulkadir Badıllı. s.749)

“Celcelûtiye” veya “Cevşenü’l Kebir” diye bilinen kitap ve duanın ilmi kaynağı hakkında şimdiye kadar hiçbir sağlam (!) bilgi yoktur. Konuşmuş olduğum, “Ağabeyler”in (!) söyledikleri en ciddi söz; “Valla üstad demişse doğrudur.” İfadeleri olmuştur.
Vahyin ALLAH (c.c)’ye nisbet olduğu bilindiğine göre, ALLAH’a rağmen bir zümre üstadın sözünü esas alıyorsa, hesap gününü hatırlatırız. Üstad’a toz kondurmamak için ALLAH’a iftiraya mı razı olacağız?
Önceleri bir zikir olarak kullanılan Cevşen, şimdilerde ise mabet bekçilerinin çıkar kaynağı olarak muska şeklinde de yapılıp satılmaktadır. Nur şakirtlerinin yaşantılarında Üstad’ın öğretileri o denli “din” halini almış ki, “Üstadın sünneti” yanında “Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnet ve hadisleri” ne akla gelir ne de yaşantıda gözetilir olmuştur. Somut bir örnek olması açısından “Vakıf adamlar” olan Said Nursi’nin öz talebeleri ve sonrakilerden bir kısmı (Hoca efendiler v.s.) Üstad’ları evlenmemişler diye Muhammedî sünneti göz ardı ederek onlar da evlenmemişlerdir. Kuşkusuz evlenmemek fiili, insanı kafir, hatta günahkar dahi etmez. Ancak evlenmemelerinin gerekçesi üstadlarının evlenmemiş olması ise, bunun adı, Rasûlün sünnetine değil de Üstad’ın sünnetine ittiba etmektir.
Bu konuda Peygamber (s.a.v.)’in şu hadisi oldukça ibret vericidir. Ebu Zerr (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.)’in huzuruna Akkaf bin Bişr et-Temimi adında bir zat girmişti. Rasûlullah (s.a.v.)’le Akkaf arasında şu konuşma geçti:

-Evli misin ya Akkaf?
-Hayır Ya Rasûlullah; cariyem bile yoktur.
-Cariyen bile mi yok? Halin vaktin yerinde değil midir?
-Halim vaktim iyidir zenginim ya Rasûlullah!
-O halde sen şeytanların kardeşisin. Eğer Hıristiyanlar arasında bulunsaydın onlara rahip olurdun. Nikah bizim sünnetimizdir. Sizin en şerlileriniz bekar olanlarınızdır…
(Ahmed b. Hanbel, Ebu Ya’la, İbnu Mende-Taberani’den nakille; Modern Çağda İslâmi Meseleler. Mevdudi.s.158, 159)

Bununla da yetinmeyen Said Nursi, kullanmış olduğu "Bediüzzaman" lakabının da vahiy ile nazil olan "Celcelûtiye"nin Süryanice karşılığı olmasından ötürü iradesinin dışında kendisine verildiğini şu ifadeler ile söyler;

"Hem madem Celcelûtiye'nin aslı vahiy'dir. Ve esrarlıdır. Ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî umûr-u istikbâliyeden haber veriyor. Ve madem Kur'an itibariyle bu asır dehşetlidir ve Kur'an hesabiyle "Risale-i Nur" bu karanlık asırda ehemmiyetli hâdisedir. Ve sarahat (açıklıkla, şüpheye sebebiyet vermeyecek tarzda) derecesinde çok karine ve emarelerle "Risale-i Nur" "Celcelûtiye"nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş...

"Celcelûtiye," Süryanîce bedî demektir. Ve bedî manasındadır. İbareleri bedî olan "Risale-i Nur" "Celcelûtiye"de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı görüldüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde, bana verilen "Bediüzzaman" lakabı benim değildi. Belki "Risale-i Nur"un manevi bir ismi idi. Zahir bir tercümanına ariyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim hakiki sahibine iade edilmiş..." (Şualar. s.588,590; Sikke-i Tasdik-i Gaybi. S.108,109; Risale-i Nûr’un
Kudsi Kaynakları s.788;…)

İbn Arabî ve Celâleddin er-Rumî'deki "Vahdetü'l-Vücûd" inancı, birtakım övgü ve yergiler ile tevil edilerek, Said Nursi tarafından da savunulur (Mektubat. S.424,425; Lem’alar. S.38-45,299,300(9. ve 28. Lem’alar) Bkz. Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm s.259,261) ve "Fenafillah" hakkında şunları söyler;

" Ehl-i tarikat ve hakikatca müttefikûn aleyh bir esas var ki: Tarik-i hakda sülûk eden bir insan, nefs-i emmâresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lazım gelir ki: Nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenafişşeyh hükmüne gelir. "Ben" dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur ve hâkeza... tâ fenafirresul, fenafillaha kadar gider.." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.122)
"Said Nursi, "Vahdet-i Vücûd"un çok yüce bir meşreb olduğunu söylemekte, ancak halka anlatılmasının birtakım fitnelere sebep olacağını belirtmektedir.

Said Nursi bazı tezahürleriyle "Vahdet-i Vücûd"u tasvip etmez görünürken temelde islâm'ın ve ALLAH sevgisinin en üst zirvesi olduğunu ve İbn Arabi'nin, velilerüstü (Hatemu'l-Evliyâ) bir velayete sahip, islâm ilimlerinin mucizesi olduğunu söylemektedir... Biraz dikkatle bakılırsa, Vahdet-i Vücûd ile Vahdet-i Şuhûd'un netice itibariyle aynı şey olduğu görülür."(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm s.260,261,155 (Lem’alar.s.38-45,299,300-9.ve 28. Lem’a; Mektubat.s. 424,…))
Said Nursi ise yüksek ve kuvvetli iman sahibi Muhyiddin-i Arabî gibi zatlara zevkli, nurani, makbul bir mertebe olduğunu ancak dikkatli olunması gerektiğini söyler. Vahdet-i Şuhûd'un ise zararsız ve yüksek bir meşreb olduğuna inanır. (Lem’alar.s.45)

Said Nursi, Kur'an-ı Kerim'in bir çok âyetinin kendi Risalelerin'e işaret ettiğinden bahseder:

"Sözler adedince otuz üç âyet, hem manasıyla, hem cifirle, "Risale-i Nur"a işaretleri, uzaktan uzağa icmalen görüldü. Ayrı ayrı tarzlarda otuz üç âyet müttefİkan "Risale-i Nur"u remizleriyle gösterdiği, hayal meyal görüldü..." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi s.61; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. s.790; Hakkın Müdafaası Sabahaddin Aksakal Yeni Asya yay.s.214 – 227; Bkz. Diyanet vakfı.ısl. Ans.C:7 Cefr Mad. S.215;C:10 Ebced Mad. S.68; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. s. 790-792…)

Kendisine alenen bir kitap inmeyince, bu kez inmiş olan Kitab-ı Kerim'de kendisini görmeye çalışır, bunun yollarını arar durur.
Bu insanlar eserlerinin aslının vahiy olduğunu niçin söylüyorlar? Böyle bir şeyle neyi hedefliyorlar? Niçin ifsada kalkışır, tahrife yeltenirler?
Kuşkusuz hiçbir müfsid muharrif; "ben ifsad ediciyim, ben tahrif ediciyim" demez! Oysa söyledikleri ayan beyan ortadadır.

Geçmiş kavimlerdeki din tahrifcilerine baktığımız zaman şunu görürüz: insanlara kabul ettirmek istedikleri görüş ve düşüncelerini kendi yanlarından ve indî kanaatleri olduğunu söyledikleri takdirde, bunun kabul görmeyeceğini düşünmüşler. Onlar da kabul ettirmek istedikleri söz ve fiillerinin sahibinin gerçekte ALLAH olduğu yalanına başvurmuşlar ve görüşlerini ALLAH'a nisbet etmişlerdir. Artık insanlar o görüş ve düşünceleri reddedemez ve kendilerini kabule mecbur hissederlerdi. Neticesi(!)... Evet neticesi de geçmiş kavimlerin helak sebeplerinden olan tahrif...

Ancak böylelerinin bu suçu işlemelerine rağmen artık başarıya ulaşmaları mümkün değildir. Çünkü ALLAH (c.c.);
"Doğrusu Kitabı Biz indirdik, onun koruyucusu elbette Biziz." (Hicr/9) buyuruyor.

Peki bu halleri ile, onların ALLAH (c.c.) yanındaki konumları nedir? Bütün bunların cevaplarını Cenab-ı Hakk (c.c.) âyetlerinde bildiriyor;

"Daha doğrusu onlardan herbiri, kendisine (önünde) açılmış sahifeler (ilahi vahiy) verilmesini istiyor. "(Müddessir/52)

"ALLAH'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken "Bana da vahyolundu" diyenden ve "Ben de ALLAH'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim" diyenden daha zalim kim vardır? O zalimler, ölümün boğucu dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: "Haydi canlarınızı kurtarın! ALLAH'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız." derken onların halini bir görsen!"(En'âm/93)

"...Bilgisizce insanları saptırmak için ALLAH'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Şüphesiz ALLAH o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. "(En'âm/144)

"Kim ALLAH'a ("ALLAH böyle buyurdu" diye) karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir? Onlar (kıyamet gününde) Rab'lerine arz edilecekler, şahitler de; "işte bunlar Rab'lerine karşı yalan söyleyenlerdir," diyecekler. Bilin ki, ALLAH'ın lâneti zalimlerin üzerinedir!"(Hûd/18)

"...Okuduklarını kitaptan sunasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları, Kitaptan değildir. Söyledikleri ALLAH katından olmadığı halde: "Bu ALLAH katındandır" derler. Onlar bile bile ALLAH'a iftira ediyorlar."(Âl-i İmrân/78) "

...ALLAH'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" (A'râf/28)

"...Yoksa ALLAH'a iftira mı ediyorsunuz” (Yûnus/59)

"...Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. ALLAH hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? De ki: "ALLAH hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler. "(Yûnus/68,69)

"...Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz."(En'âm/148)

"...ALLAH'a andolsun ki, iftira etmekte olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz!"'(Nisâ/50, En'âm/11, Yûnus/17, Nahl/56, Ankebut/68)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ


2

images


Said Nursi "Şeriat"ın neden ibaret olduğu hakkında da şunları söylüyor;

"Şeriat ta; yüzde doksan dokuzu ahlak, ibadet ve fazilete aiddir. Yüzde bir nisbetinde siyasete müteallıktır, onu da Ulü'l-Emirlerimiz düşünsünler!.." (Tarihçe-i Hayat, Said Nursi, s.65; İthamları Reddediyorum. S.206 Av. Bekir Berk. Yeni Asya yay. Türkiye’de Nurculuk Davası Bekir Berk. S.263; İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. Av. Bekir Berk s.263. (1911/İst. Divan-ı Harbi Örfi’den nak.)) "Şeriat-ı garrânın bin kısmından bir kısmıdır ki siyasete taalluk eder. O kısmın ihmaliyle şeriat ihmal olunmaz..." (İthamları Reddediyorum. s.206 (1913/İst.Münazarat’tan nak.))

"Otuz üç âyât-ı Kur'aniye'nin işaretiyle ve İmam Ali (r.a.)'ın üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Azam'ın kat'i itibariyle tahakkuk etmiş olan "Risale-i Nur"un, siyasetle alakası yoktur. "Risale-i Nur"a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilemez. Daha kimseyi o bahane ile inandıramazlar... Hem, Kur'an bizi siyasetten şiddetle menetmiştir."(Tarihçe-i Hayat,.467,530)

Şeriatın neden ibaret olduğunu bile kavrayamamış böylece, ALLAH'ın; "Kendi hükümleriyle hükmetmeyenleri, kafirlerin ta kendileri..."(Mâide/44) diye bildirdiği despotlara bir manada meşruiyet kazandırmıştır.

Onun bu inanışının, başka zaman şeriatı savunur olduğu görüşleri tarafından düzeltildiğini söyleyenler, acaba Said Nursi'nin, Fenafillah, cifr, gayb v.s konulardaki inançlarının da islâm'a aykırı olmadığını söyleyebilecekler mi? Kaldı ki biz, O'nun bu ifadeleriyle şeriata karşı olduğunu değil, şeriatı neden ibaret sandığı yanlışını anlatıyoruz. Ve yine Said Nursi'ye yönelik "Siyasetle uğraşıyor" suçlamalarına(!) yönelik taraftarlarının bu ithamları red bağlamında konuyu ele aldıkları ve Said Nursi'nin siyasetle uğraşmadığı ve siyaseti böyle anladığı şeklindeki kanaatlerinin ısrarlı savunucuları olduklarını da görüyoruz. (İthamları Reddediyorum. s.205-207; Türkiye’de Nurculuk Davası. S.263; İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. s.263.)

"Bu öylesine tehlikeli bir görüştür ki düzeltilmediği takdirde iler de,tıpkı Aziz Paul'ün ( Tarih Boyunca Tevhid Müc. ve Hz.Peyg. Hayatı, Mevdudi, Pınar Yay. C.2 s.86 ) geliştirip Hz. İsa'nın ümmetini yozlaştırdığı şeriatsiz din kavramı gibi din ile şeriatın birbirinden ayrılmasına kadar varabilir. Çünkü ALLAH'ın emrinin sadece "din"i kurmak, ama şeriatı reddetmekle ilgili olduğu düşünüldüğü takdirde müslümanlar da hıristiyanlar gibi şeriatı önemsiz, kurulmasını gereksiz bulabilirler. Ellerinde kalacak olanlar sadece bir takım akide ve inanç ile bazı ahlak kuralları olabilir.” (Bkz. Tarih Boyunca Tevhid Müc. ve Hz.Peyg. Hayatı, Mevdudi, Pınar Yay. C.1 s.306)


Bugün, ALLAH'ın dini İslâm, Kendi korumasındadır. Kendilerini ciddi manada İslâm'a nisbet ettiklerini iddia edenlerin(!) bir çoğu, İslâm'ı ahlak kurallarından ibaret bir din kabul etme zulmünü göstermişler böylece ALLAH'ın dinini tahrife yeltenmişlerdir. Kur'an'ı az çok okumuş, tevhid mücadelesi tarihine şöyle bir bakan insan bile, şeriatın yüzde doksan dokuzunun ahlak, ibadet, fazilet ve yüzde birinin ise, siyaset (Bkz: Tarihçe-i Hayat, s.65; İthamları Reddediyorum. s.206) olduğunu söylemenin, mutlak manada şeriatın yüzde doksan dokuzunu inkar olduğunu anlar. Böyle bir ihaneti, ALLAH adına reddetmekten geri duramaz. Bu ihanete göz yumarak, karşı çıkmamak, ALLAH'ı yalanlamaktır. Evet! Bu eleştiriler sert ve katı görülebilir. Hatta insafsız diyenler de çıkabilir. Ama ALLAH (c.c.)'ye karşı insafsız ve iftiracı olmaktansa varsın insanlar, kendilerinin yüceleştirdiklerini, kutsallaştırdıklarını eleştirenlere; "saygısız, iftiracı" desinler.

Şâtıbî, şeriatı tanımlarken şunları söylüyor: " Şeriat, kulun, dünya ve âhiret işlerini en üst düzeyde gerçekleştirebilmesi için gerekli olan her şeyi getirmiş ve açıklamıştır. Hiçbir yeni olay yoktur ki, şeriatte ona dair bir hüküm mahalli bulunmasın; bu mümkün değildir. Dolayısıyla da "meskutun anh" yani hakkında sükut geçilmiş bir şey yoktur." (El – Muvâfakât C:1 s.42, 165)

ALLAH (c.c.) nihaî olarak şöyle buyuruyor ;
"Biz sana her hususa cevap veren bir şeriat gösterdik, ona uy! Bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma!"(Câsiye/18)

Divân-ı Harbi Örfi'de; askere, ulülemre; yani subaylara itaatin farz olduğunu hatırlatan, amirlerine itaatsizlikle şeriate muhalefet edildiğini söyleyen (Tarihçe-i Hayat s.67-68; İthamları Reddediyorum. s.291-293; Türkiye’de Nurculuk Davası. s.249,257,273; İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. s.249,257,273) Said Nursi, Şeyhülislamlık tarafından Kuva-yı Milliye aleyhine verilen fetvaya karşi çıkanlardan biri olur(1920). Mustafa Kemal tarafından Ankara'ya davet edilen, bu daveti kabul ederek Ankara'ya giden, mecliste kendisine "hoş geldin" (Hoşamedi) merasimi yapılan, Mustafa Kemal hareketini tebrik ile zaferi için dua eden (1922) Said Nursi; yönetim, laik, demokratik ilke ve inkılâplardan ibaret olduğu halde T.B.M.M'de 19 Ocak 1923 tarihinde milletvekillerine hitaben şu beyannameyi neşreder: (Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi. C:2.s.314)

"Ey mücahidin-i İslâm! Ey ehl-i hail ü akd!..
Şu muzafferiyetteki harikulâde ni'met-i ilâhiye bir şükür ister ki devam etsin ve ziyade olsun. Yoksa nimet şükrü görmezse gider. Madem ki Kur'an'ı, ALLAH'ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur'an'ın en sarih ve en kat'i emri olan "Salat" gibi feraizi imtisal etmeniz lazımdır. Ta ki onun feyzi böyle harika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin. Alem-i İslâmı mesrûr ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız... Bu alemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedâya kumandanlık ettiniz.... Sizin bu muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven cumhûr-u mü'minindir. Ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam müslümandırlar. Ve sizi cidden sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakarlığınızı takdir ederler...
Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek... (Tarihçe-i Hayat s.138-140; Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi. İsmail Kara. Risale yay. 2.cilt s.397-399; Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. Necmettin Şahiner. s.392,393)

1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelişi sebebiyle, Reisicumhur Celal Bayar'a tebrik telgrafı çeker. Ve Celâl Bayar'dan cevabi teşekkür telgrafı alır. (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. s.363 (Emirdağ Lahikası C:2 s.16’dan))

"1950 seçimlerini Demokrat Parti'nin kazanmasıyla Said Nursi'nin hayatında yeni bir dönem başlar. 1957 seçimlerinde açıkça, önceki iki seçimde de zımnen Demokrat Parti'yi destekler... Latin harfleriyle kitaplarının yaygın baskısı Menderes'in özel yardımlarıyla 1957-59 yılları arasında gerçekleşmiştir."(Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi.C:2 s.314,315; Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. s.392,393) Menderes'e yazmış olduğu mektup ile görüş ve kanaatlerini bildirir. Menderes'i ve ekibini "Hakiki dindar" olarak tanımlar, kendisi ve umum nur talebeleri olarak onlara dua edeceklerini açıklayarak sisteme meşruluk(!) kazandırır. Ancak, diğer taraftan da "Küfre rıza küfür olduğu gibi, dalâlete, fıska, zulme rıza da, fısktır, zulümdür, dalâlettir." diyerek (Tarihçe-i Hayat s.590-593 (Said Nursi’nin Menderes’e yazdığı mektup)) kendisinin de dikkat etmesi gerektiği doğru bir prensibi söylemekten de geri durmamıştır.

Kendisi ve en halis talebeleri tarafından bile, ALLAH'ın hükümlerinin dışında hükmeden mahkemeler, "Adaletli ve mübarek" olarak vasıflandırılır. (Tarihçe-i Hayat.s.221; İşarâtü’l İcaz. s.331,332) "Hükümete isyan etmeyiniz. fitneden sakınınız!"(Risale-i Nûr Müellifi Said Nursi. Eşref Edip.s.47) diye telkinde bulunulur. Hatta bazen "Hükümet-i İslâmiye" diye hitap eden, Hükümetin hakemliğine razı olduğunu açıklayan,(Tarihçe-i Hayat s.230,231) hükümetten şikayette bulunmayan, bilakis hükümete şikayet edilmesi gerektiğine kanaat ederek,(Tarihçe-i Hayat s.249) böylece sisteme meşruiyet kazandıran, hayatının son anlarına kadar da bu inançta olan Said Nursi, yazdığı kitaplarını her fırsatta Kur'an gibi vasfediyor; Kur'an-ı Kerim'e, ilahî hükümlere özgü sıfat ve tanımlamaları da (Bakara/256, Lokman/22, Âl-i Imrân/103), kendi eserlerine yakıştırarak şöyle diyor: "Risaletü'n Nur" bu asırda, bu tarihte bir "Urvetül-Vüska"dır. Yani çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir "Hablullah"dır. "Ona elini atan, yapışan necat bulur.(Asa-yı Mûsa.s.82)

Nur talebelerine göre şakirtlerin yaptığı işler, ilâhi koruma ve telkin(!)lerle yapılmaktadır."Asr-ı Saadet'ten beri böyle harika bir surette mu'cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde "Risale-i Nur'un kahraman bir katibi olan Hüsrev'e "Yaz!" emir buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuz'daki yazılan Kur'an gibi" yazıldığına inanırlar. (Asa-yı Mûsa.s.85) Risale-i Nur’un ise bu asırda en yüksek ve en kutsî bir tefsir olduğuna, Hakikatlarının semavî, Kur'an'î olduğuna ve Kur'an okundukça O'nun da okunacağına, O'nu muhakeme etmenin Kur'an'ı muhakeme etmek olduğuna inanırlar. (İşarâtü’l İcaz.s.333; İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.369, Türkiye’de Nurculuk Davası s.369)

ALLAH (c.c.) hesap günü Kur'an'dan sorumlu olunacağını bildirdiği halde bakın onlar neden sorgulanacaklarına inanıyor ve ümit ediyorlar: "Melaikeleri ehli hak ve hakikat yolunda gidenler için birer munis arkadaş yapan ve Risale-i Nur'un Şakirtlerini talebe-i ulûm sınıfına dahil edip Münker-Nekir suallerine Risale-i Nur ile cevap verdiklerini merhum kahraman şehid Hafız Ali'nin vefatıyla keşfeden ve hayatta bulunanlarımızın da yine Risale-i Nur'la cevap vermemizi rahmet-i ilahiyyeden dua ve niyaz eden...” (Asa-yı Mûsa.s.85)

"...Hint dinlerinin hemen tümünde, Antik Mısır mistisizminde, ve Yahudi toplumunun ruhaniyatçı anlayışında nefsin tezkiyesi, çile, ruhun kurtuluşu, aşk ve irfan motiflerinin egemen olduğunu görüyoruz. "ALLAH'ı O'ndan korkmaksızın ve O'ndan hiçbir fayda dilemeksizin sevmek." bunlardandır. Tasavvufçu Rabiatu'l-Adeviyye de (h. 195), cennet arzusu ve cehennem korkusu ile değil, sadece kendisine kavuşmak için ALLAH'a ibadet ettiğini söyler. Rabia; "Ateşinden korktuğum yahut cennetini umduğum için sana ibadet etmedim. Sana sadece zatın için ibadet ettim." demek suretiyle ALLAH'ın iradesinin gereği olan düzenlemeyi hiçe sayarak ALLAH'a iftira eder. Yine Rabia; "Kur'an'ı indirirken, kendisine korkarak ve umarak dua etmemizi emrettiği için Yüce ALLAH'ın yanlışlık yaptığı, cennete bizi teşvik etmek ve cehennemden sakındırmakla haksızlık ettiği"ni ileri sürer... "Bunları bizden isteyen ALLAH'ın bizi yanlış yollara sevk ederek bizi aldattığı"nı belirterek ALLAH'a iftirasını sürdürür... Çünkü bütün bunlar yerine sadece zatını isteyecekmişiz..! Cennetini istemeyecek ve cehenneminden korkmayacakmışız..! Cennet ümidi ve cehennem korkusu ile insanların kendisine yönelip ibadet ettiği ve madde boyutundan soyutlanmadıkları gerekçesiyle müslümanların yöneldikleri Kabe'yi, Rabia, "put" diye nitelemekte ve "yeryüzünde ibadet edilen şu put" demektedir. Çünkü kendisini cenneti istemeyecek ve cehennemden korkmayacak kadar madde boyutundan soyutlanmış kabul etmektedir. Tasavvuf şairi Yunus Emre de; "Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları /Bana Seni gerek Seni." (diyor)

ALLAH (c.c.) Kur'an'da cehennemi vasfederken; "İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır."(Meâric/11-14, Abese/34-37) diye buyuruyor. Said Nursi ise, güya takvanın alâmeti olarak böylesi bir cehennemi kabul edeceğini söylüyor. "Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalâlet-i mutlakadan kurtarmağa, lüzum olsa, dünyevi hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmeyi bir saadet bilirim; binlerce dostlarım ve kardeşlerimin cennete girmeleri için, cehennemi kabul ederim. (Sikke-i Tasdiki Gaybi gir. Böl.; Tarihçe-i Hayat s.600; İthamları Reddediyorum. s.52,220; İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.288; Türkiye’de Nurculuk Davası s.288)

Yine âyet-i kerime'de;
"Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır... "(Secde/16) buyurulduğu halde, Said Nursi ise; "Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Kur'an'ımız yeryüzünde cemaatsız kalırsa Cennet'i de istemem; orası da zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat. s.600) diyor.

Rasûlullah (s.a.v.), Hudeybiye'de geceleyin yağan yağmurdan sonra, sabahleyin sahabîlerine yöneldi; "Aziz ve celil olan Rabb'ınızın ne buyurduğunu bilir misiniz?" buyurdu. Sahabiler: "ALLAH ve Rasûlü en iyi bilendir" dediler. Rasûlullah buyurdu ki; "ALLAH; "Kullarımdan kimi bana mü'min, kimi kafir (olarak) sabaha erişti. Her kim "ALLAH'ın fadl ve rahmetiyle üzerimize yağmur yağdı" dedi ise işte o bana iman etmiş, yıldıza iman etmemiştir. Her kim de fulan ve fulan yıldızın nev'i (yani batıp doğması) ile üzerimize yağmur yağdı" dediyse işte o, Bana iman etmemiş, yıldıza iman etmiştir,” (Buhari.C.2 s.831,988)

Yine Peygamber (s.a.v.)'in oğlu İbrahim'in öldüğü gün güneş tutulunca, insanların güneşin İbrahim'in ölümünden ötürü tutulduğunu söylemeleri üzerine Rasûlullah (s.a.v.);

"Şüphesiz güneş ile ay ALLAH'ın âyetlerinden iki âyettir. Bunlar hiçbir kimsenin ölümü ve de hayatı için tutulmazlar... buyurur. (Buhari.C:3 s.1014, 1015,1031,1021,1022,1034; C:7 s.3018)

Said Nursi'nin talebeleri ise Isparta'da kuraklığın olduğu bir dönemde Üstadlarının Isparta'ya teşrifleriyle nebatâtı yeniden hayata kavuşturacak şekilde yağmurun yağdığını, böyle bir yağmurun bir de doksan üç tarihinde yağmış olduğunu bu tarihin ise Üstadlarının doğum tarihi olduğunu söylüyor, o zaman da yağmış olmasının gerekçesini o sebebe bağlıyorlar. (Sikke-i Tasdiki Gaybi gir. Böl. (Mustafa, Rüştü, Lütfi, Hüsrev, Bekir ve Refetin tesbitleri.)) ALLAH'ın kudreti ve dilemesiyle olabilen bir takım tabiat hâdiselerinin vukuunu, bu tür sebeplere bağlıyor, bunlara inanmayı da adeta imanlarının artması olarak değerlendiriyorlar. Oysa tabiat hâdiselerinin vukuunu, önemli kişilerin doğum ve ölümüne bağlayan inancın, İslâm öncesi cahiliyye insanının imanı olduğunu biliyoruz. (İslâm İnancında Gayb Problemi. s.55)

Hakikaten kimilerinde, mücadele tablolarındaki samimi grafiği bile sorgulatacak hezayanlar görmek mümkündür. Nitekim bir insanın davasında gösterdiği samimiyeti, o insanın doğruluğuna delil değildir. Hayatı kafirlerin hapishanelerinde geçen, o mahkemeden bu mahkemeye süründürülen samimi bir mücadele adamından sadır olan gayr-i İslâmî ifadeleri anlamak ve bir yerlere oturtmak oldukça zordur.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ


3







Said Nursi'nin Kürt kavmiyetçisi olmadığını vurgulamak için kitaplarından alıntılar yapılarak müntesipleri tarafından hararetle savunulan görüşlerinde bakın ne ilginç ilmi(!) tesbitleri var:


"ALLAHü Zülcelâl Hazretleri, Kur'an-ı Kerim'de; "öyle bir kavim getireceğim ki, onlar ALLAH'ı severler, ALLAH da onları sever. "(Mâide/54) diye buyurmuştur. “Ben de bu beyan-ı ilahi karşısında düşündüm, bu kavmin bin yıldan beri alem-i İslâm'ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım... (İthamları Reddediyorum. s.216 (Mülakat, Nurculuk Hakkında, Erzurum, 1964, Hürsöz Yay. s.34’ten alıntı ile) s.292 (İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası, s.268’den alıntıyla))
Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafından olan Türkler ise, müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır...

"Nerede Türk varsa müslümandır.”(Tarihçe-i Hayat.s.223) ifadesi ve "Müslümanlıktan çıkan veya müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır... (İthamları Reddediyorum. s.217-218 (Mektubat’tan alıntılanmış.); İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.268,273); Tarihçe-i Hayat.s.223) ifadelerinin ALLAH aşkına İslâmî ve ilmi bir delili var mıdır? Bu ne demektir? Bu "Müslümanlıktan çıkan bir erkek, erkeklikten de çıkmıştır." demek gibi tutarsız bir ameldir. "Tutarsızdır" diyorum çünkü insanın ırkı, cinsiyeti, rengi, dünyaya geldiği coğrafya gibi unsurları kendi isteğiyle tercih etmediği gibi "Sahip olduğum bu özellikleri beğenmiyorum" diyerek de iradesiyle o özelliklerini değiştiremez.

Diğer taraftan tağuta karşı isabetli ve cesurca çıkışları ise bu kez taraftarlarınca sulandırılıp kılıfına uydurulmak istenmiş, "asıl amacının tağuta karşı olmak filan olmadığı" yönünde izahlara kalkışılarak onurlu ifadeler de aslî anlamından saptırılmıştır. (Bkz: İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. 220… (Türkiye’de Nurculuk Davası. s.220…) Bu konuda ithamları red bağlamında yazılmış kitaplara, savunmalara, mahkemelerdeki savunmalara bakılabilir.)

Rabb'ımız (c.c.) gaybın bilgisini ancak Kendisine has kılmıştır. Peygamberlerinden de seçtiklerine, dilediği kadar bildirmiştir.(Âl-i İmrân/179)

Kitaplarını vahiy, kendilerini de Peygamber gibi gören bu insanlar, "gayb" konusunda da insanı hayrete düşürecek kadar ileri geri konuşmuşlardır. Said Nursi, cefr hesaplarıyla kitaplarının ana temasını oluşturan konulan tesbite çalışmıştır. Çıkarmış olduğu sonuçları da "Üç aşağı beş yukarı isabet eder" diyerek şüpheye mahal yokmuş gibi, "Doğrudur, doğrudur, tastik ederim" vs. ifadeleriyle İslâmî olmayan böyle bir yönteme ve sonuçlarına hem kendisi inanmış hem de yoluna tabi olanlar kanmıştır.

ALLAH (c.c.)'nün, gayb ile ilgili apaçık âyetleri (Bakara/255, Âl-i İmrân/179, Maide/109, En'âm/50, Tevbe/78,94, Yûnus/20, Hûd/23, Mü'minun/92, Haşr/22, Cuma/8 karşımızda duruyor. "Göklerde ve yerde gaybı ALLAH'tan başka bilenin olmadığı"nı (Neml/65) bilip inanıyoruz.

İbn Arabî'nin "Olayların tarihi vukuundan sonra yazılır, bense vukuundan çok önce yazıyorum" ( İslâm İnancında Gayb Problemi. s.173) söylemesi gibi, Said Nursi de istikbale yönelik birçok hadiseyi gayr-i İslâmî bir yöntem olan ebced hesaplamalarıyla sayıp dökmüştür. (Asayı Musa.s.76…; Sikke-i Tastik-i Gaybi. “Karadağın bir meyvesi” ismiyle yazılan böl…; İthamları Reddediyorum. s.46..; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.783) Bu inanışlarını da kendisiyle sınırlamamış İmam Ali (r.a.)'ı vs. bu bilgilendirmelerin ortağı olarak zikretmiştir. Böylece yaptığı işe meşruiyet kazandırmak arzusu ile İmam Ali'yi de kaynak göstermiştir, kullanmıştır.

Örneğin, Said Nursi'nin, şu soruya verdiği cevap, ALLAH'tan korkan herkesin tüylerini ürpertecek cesarettedir. ALLAH'a karşı cesaret(!) ise, gerçekte cehaletin ta kendisidir:
"Sual; Gavs-ı Azam gibi büyük veliler bazı vakitte geçmiş ve geleceği hazır gibi müşahede ederler. Neden maziye ait cihette açıklık sûretinde haber veriyorlar da, gelecekten gizli işaretlerle bahsederler?

el-Cevap: "La ye'lemul ğaybe illallâhu" (Gaybı ancak ALLAH bilir) (Cin/26-27) âyetiyle" ifade ettikleri kutsî yasağa karşı kulluk bilinci ile bir edepli tavır takınmak için açıkça anlatmaktan işaret mesleğine gitmişlerdir ..." (Sikke-i Tastik-i Gaybi, Saidi Nursi, s.132)

Zaten soruyu soran açıkça, geçmişin bilindiği gibi geleceğin de bilindiğini söylüyor. Ve öyle inanıyor. Ancak diyor ki, neden gelecekten açıkça bahsedilmiyor da, işaretlerle bahsediliyor? Said Nursi de aynı inanışla karşılık veriyor. Üstelik ilgili âyetleri de zikrederek, bilmediği gibi bir ihtimali de ortadan kaldırıyor. Yani gaybı ancak ALLAH'ın bilebileceği ile ilgili âyeti de söylüyor. Bu da yetmiyormuş gibi âyetlerin kutsî bir yasak içerdiğini de zikrediyor. Ya daha sonra; işte bunlara rağmen geleceği bilen bu şahıslar "madem ALLAH böyle demiş(!) o halde edepli tavır takınmak ve kulluk sorumluluğunu gözetmek için gelecekten açıklıkla bahsetmiyorlar da(!) işaretle bahsediyorlar" diyor. SubhanALLAH..!

Güya, ALLAH'ı yalanlamamak için böyle yapmışlar! Gerçekte ise ALLAH'ı yalanlamışlar!
ALLAH, (c.c.) âyet-i kerimelerin de şöyle buyuruyor;
"De ki: "Ben size, ALLAH'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem... Gaybın anahtarları ALLAH'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez..."(En’âm/50,59)

"Ona (Muhammed'e) Rabbinden bir mucize indirilse ya! De ki: "Gayb ancak ALLAH'ındır... "(Yûnus/20)

"De ki: "Ben, ALLAH'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."(A'râf/188)

"De ki: "Göklerde ve yerde, ALLAH'tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler."(Neml/65)

"O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar. "(Cin/26-27)

Peygamber (s.a.v.)'den gaybe ve istikbale âid şeyleri bilmenin yalnız ALLAH'a mahsus olduğuna dair bir çok hadis rivayet edilmiştir! (Buhari/ 2/990, 8/3748, 9/4352,4353, 10/4657, 16/7254)

Hz. Aişe (r.a.) rivayetinde şöyle demiştir; "Kim O'nun (Hz.Peygamber'in) yarın ne olacağını bildiğini sanıyorsa, şüphesiz ALLAH'a en büyük iftirayı atmış olur. Zira ALLAH Teala: "De ki: "Göklerde ve yerde gaybı ALLAH'tan başka kimse bilmez..." (Neml/65) buyurmaktadır. (İbn Kesir. C:11 s.6171; Buhari/C:16 s.7254;Müslim/İman)

"Kur'an-ı Kerim'de gayb bilgisinin ulûhiyyet vasıflarından olduğu ve insanların bilgi edinme vasıtalarının dışında kaldığı, ancak ALLAH'ın bazı peygamberlerini dilediği bilgilere muttali kıldığı açıkça belirtilmiştir. Kur'an'a göre gaybe ait haberlerin yegâne kaynağı vahiydir . Şîa mensuplarının, Hz. Peygamber'in kendisine gelen vahiylerin bir kısmını yalnız Hz. Ali'ye bildirdiğini, bu sebeple Ali'nin bilgilerinin de vahye dayandığım iddia etmeleri, Resûlullâh'ın nazil olan vahiylerin tamamını bütün ümmete tebliğ ettiğini ifade eden Kur'an âyetleriyle çelişir (Mâide/67, Hûd/12, Kehf/27). Ayrıca bu iddialar, Hz. Aişe, Hz. Ali ve İbn Abbas gibi sahâbîlerden nakledilen rivayetlere de aykırıdır. (Buhari, "İlim",39, "Cihad";71; Müslim; "Edahi", 8; Müsned,1,108)

Aişe (r.a.) dedi; "Her kim Rasûlullah ALLAH'ın Kitabı'ndan bir şey ketmetti diye zulmederse, ALLAH'a karşı büyük iftira etmiş olur. işitmedin mi? ALLAH: "Ey Rasûl! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et, etmezsen onun risaletini eda etmiş olmazsın!" (Mâide/67) buyuruyor.” (Müslim/İman)

"Kur'an'daki hurûf-u mukatta'a ile diğer bazı âyetlerin bâtınî manalarına dayanan cifir, özellikle İsmâiliyye ve İhvân-ı Safa mensuplarınca bâtınî yorumların temel kaynağı haline getirilmiştir.” (İslâm Ansiklopedisi C:7 cefr mad…s.217)

"Kaynağı itibariyle şeriat-hakikat ikilemi şeriatın zahirî ve bâtınî ikilemine râcidir. İslâm'ın başında müslümanlar bu ayrımı yapmamışlardır. Bu ayrım her şeyin zahirî ve bâtınî olduğu gibi Kur'an'ın, hatta Kur'an'dan her âyetin ve her kelimenin bir zahiri, bir de bâtını olduğunu söyleyen Şia ile başlamıştır.” (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.95)

Said Nursi'nin taraftarları, statükonun selameti için Şiilik'te kıyâmî boyutun ön plana çıkmasından ötürü, Şiilere ve Şiîliğe öfke saçarken, Üstadlarının dinamiklerini Şia'dan aldığını ve birçok konuda onları da geride bıraktığını bilmez veya bilmemezlikten gelirler.
Said Nursi, Kur'ân'ın batınî manası olduğunun da ötesinde, vakit bulabilseymiş Kur'an'ı bütün harfleriyle hesap ederek ilahî şifrelerini çıkaracakmış..! "Rumûzât-ı Semâniye" adlı risalesinde şöyle diyor: "...Her bir harf çok işârât meyvelerini veriyor, çok meanileri de ifade ediyor. Adeta Kur'an harfleri muazzam bir mütenevvi İlahî şifrelerdir... "Rumûzât-ı Semâniye"yi yazdığım zaman hem çok acele te'lif edilmiş, hem de benim eski mahfuzatıma itimad ederek takribi iki mikyas yaptım. Onun ile hem eski ulemânın hesaplarına binaen Kur'an harflerinin i'caz cihetinde sırlarını yazdım.... Daha tam tamına tahkiki bir tarzda bütün Kur'an'ı bütün harfleriyle ve kelam ve kelimâtıyla hesap etmeye ve letâif-i i'câziyeyi onunla tam takviye etmeye vakit bulamadım...” (Zülfikar Mecmuası. Fihriste-i Rumûzat-ı Semâniye. 29.Mek. 8.Kıs. 8.Remz. (Risale-i Nûr Külliyatı. Bediüzzaman Said Nursi. C:2. s.2321 Yeni Asya yay. ist. 1996); Bkz: Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.773-783)

"Said Nursi'nin de bu metotla Kur'ân'ın otuz yerinde "Nûr Risaleleri”ne işaret edilmiş olduğunu açıklamaya çalıştığı görülür.” (İslâm Ansiklopedisi C:10 ebced mad.s.70 Bkz; Said Nursi’nin Şualar. s.234-236,572-594; Sikke-i Tasdiki Gaybi. Birinci şua; Hakkın Müdaafası. 214-227 ve diğer eserleri…) Böyle bir yaklaşımın ALLAH'a iftira olduğu söylenilmesi gerekirken, bakın Nur talebeleri'nin kanaati nedir?

"Risale-i Nur'a Kur'ân'ın işari mana tabakasında Cifr ve ebcede bakan ve işaret eden "İşârât-ı Kur'an Risalesi"in de otuz üç âyet kadar kaydedilmiştir. Rumûzât-ı Semâniye, Kastamonu lahikaları, ve onüçüncü ve ondördüncü Şualar'da ve nihayet Emirdağ Lahika mektuplarında belki on beş âyet daha vardır. Bütün bunların tamamı belki elli âyeti bulmaktadır... Kur'an ve hadisi şeriflerle beraber, evliyaların "Risale-i Nur"a işaretlerinin tamamı, Üstad umum o işaretler için "Bin" demiş. Fakat bence bütün o işaretlerin yekûn teferruatlarıyla beraber mecmu'u, binden çok fazladır.

Lakin Hazreti Üstadca bin olarak ifade edilmiştir. Elbetteki manidardır. Yani nasıl ki Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in mu'cizâtının mecmu'u için, islâm muhakkikleri "bin" demişler, küsuratı nazara almamışlardır, öyle de, Hazret-i Üstad'a ve "Risale-i Nur"a gaybî işaretlerin mecmu'u dahi, küsurlar nazara alınmazsa, bin olması, yani öyle kabul ve kaydedilmesi şayan-ı tefekkürdür.” (Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.790,792)

“İlm-i esrar-ı hurûfla en çok alakadar ve meşgul olan Hz. Muhyiddin-i Arabî (!)in neden herkesten evvel ve daha çok “Risale-i Nûr” ve Üstad Bediüzzaman hakkında gaybî işaretler bırakmamış? diye varid olan bir suale Hazreti Üstad:

“Hazreti Muhyiddin, benim ileride onun mesleğini bir derece tenkid edeceğimi hissettiği için, ben ve “Risale-i Nûr” hakkında işaretleri perdeleyerek bırakmış. Yoksa aslında onun çok işaretleri vardır.” (Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.791) diyebiliyor ve kendisi gibi cefri olan Muhyittin-i Arabî’nin de gaybı, hem de Said Nursi’nin onun mesleğini bir derece tenkid edeceğine varıncaya kadar bildiğini (nazik bir ifadeyle “hissettiği”) söyleyecek kadar İslâm inancına taban tabana muhalif inancın sahibi Said Nursi:

Ne yazık, hayret için de görüyoruz ki, hem bu metodu (Cifr) alabildiğine kullanıyor hem de bu işin İslâm dışı bir usûl olduğunu söylüyor. Tıpkı gayb ile ilgili konuda olduğu gibi, doğruyu bildiği halde böyle bir şeye başvurduğunu da maalesef bütün açıklığıyla izah ediyor.
Muhyiddin-i Arabî’yi, bir hakikat harikası, aldansa bile aldatmayan, mühim bir meşrep sahibi, yüksek ve kuvvetli bir iman sahibi, hâdî (hidayete ermiş, mürşid, rehber, hidayete erdiren) v.s. iltifatlarıyla tanımladıktan sonra (Lem’alar.s.39,45) kendisine sorulan cifr ile ilgili bir soruya da şu cevabı veriyor:

“Biz kendi arzu ve tedbirimizle bu hizmette bulunmuyoruz. İhtiyarımızın fevkinde bize daha hayırlı bir ihtiyar işimize hakimdir. İlm-i cifr meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan hakiki vazifeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta kaç defadır esrar-ı Kur’aniye’ye o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu. Kemâl-ı iştiyâk ve zevk ile mütecevvih olduğum vakit kapanıyordu. “La ya’lemul ğaybe illALLAHu” (Gaybı ancak ALLAH bilir) yasağına karşı edep dışı davranmak ihtimali var. İman ve Kur’an’ın esas hakikatlerini kat’i delillerle ümmete anlatmak ilm-i cifr gibi gizli bilgiler yoluna başvurmaktan yüz derece daha fevkinde ve bir meziyet ve kıymeti vardır. Bu kudsî vazifede kat’i hüccetler ve muhkem deliller su-i isti’male meydan vermiyorlar. Fakat cifr gibi muhkem kaidelere dayanmayan gizli ilimlerin kötü emeller için kullanılma ihtimali vardır…” (Lem’alar.s.41 (Dokuzuncu Lem’a); Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.760)

Bu tür vasıtalara başvurarak bir takım hâdiselerin beyan edilmesiyle ortaya çıkan gayr-i İslamiliğin o denli alenî olması karşısında şu izahatları da yapmaktan kendisini alamıyor,

“İman hizmetin de bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lazım gelirken… halkları ürküttürmek ile manevi kuvveti kırmak cihetiyle ve sebepleriyle… ve bütün o manilere karşı “Risale-i Nûr” şakirtlerinin manevi kuvvetlerinin takviyesine medar ikramat-ı ilahiyeyi beyan ederek “Risale-i Nûr” etrafında manevi bir tahşidat yaptırmak… hikmetiyle bu tür şeyler yazdırılmış… Yoksa haşa kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfuruşluk etmek ise, “Risale-i Nûr”un ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. Bu benim değil “Risale-i Nûr”un kerametidir. “Risale-i Nûr” ise Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir*… Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasa idi daha münasip olurdu. Fakat bu kadar hadsiz karşı gelenler ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında bizlere manevi kuvvet ve cesaret ve sebat ve metanet vermek için kat’i mecburiyet oldu bende yazdım…” (İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası s.287; (Türkiye’de Nurculuk Davası s.287.))

*Yalan hadis uydurup bunu da Rasûlullah (s.a.v.)’e nisbet edenlerin de gerekçeleri arasında bu tür savunmalar vardır.
Zaten cefrî (ceffâr)** olan bir insandan bundan başka bir şey beklenilmez.


** Daha çok Şiiler tarafından geleceğe ilişkin haberlerin bildirilmesinde kullanılan cifr (cefr)le uğraşanlara denir (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.C:7 s.215)

“…Hatta bazen halk arasında dolaşan ve Kur’an-ı Kerim’in şifa ile ilgili âyetlerinin ebced hesabına göre rakamların yazılıp bunlarla yapılan muskalar bulunmaktadır ki, bu rakamların şifa vereceğine inanmak küfürdür. Bu gibi hususlar Hz.Peygamber’in sünnetinde olmadığı gibi ashab, tâbiin ve büyük imamların böyle bir şeye başvurmadıkları ilmen ve tarihen bilinen bir husustur. Ebced hesabına dayanarak ortaya çıkan Hurûfilik, bu işi Kur’an ile fal bakmaya kadar götürmüştür. Bir devlet kuruluşu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, devletin dini anlayışını yansıtmak üzere 19602larda yayımlanan “ALLAH Bizimle” adlı bir kitapçıkta ebced hesabı ile Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ilgili olan bir âyet, 27 Mayıs 1960 askeri darbesine tarih düşürmeye çalışmıştır. Oysa bu hesaplar, bir israiliyat uydurması olup İslâm ile hiçbir ilgisi bulunmamaktır… İslâm tarihinde ilk kez Yahudiler yapmışlardır.” (Şamil İslâm Ansiklopedisi. Ebced mad.)
“ALLAH hiç kimseye gaybdan haber verme hususunda bir ilim ve yetenek vermemiştir. Yalnız bazı peygamberlere âhiret, melekler ve cinlerle ilgili bilgiler bahşetmiştir ki “Cümmel hesabı” diye isimlendirilen cifr hesabına şiddetle karşı çıkmışlardır. İbn Hacer el Askalânî, buna itimat etmenin caiz olmadığını söyler. İbn Abbas’ın da bu hesabı sihir cümlesinden saydığı nakledilmektedir.” (A.g.e; cifr hesabı.s.307) Bkz: İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri. M.Reşit Rıza. El-Hüseyni s.51.)

Bu konuda İbn Kesir ise tefsirinde ebced hesabı ile Hurûf-u Mukatta!aya çeşitli manalar vermek isteyenler hakkında gemişçe izahat verdikten sonra şunları söyler: “Bu harlerle vakitlerin bilindiği, olayların, fitne ve savaşların zamanlarının çıkarılacağını öne sürenler ise Kur’an’da olmayan şeyler iddiâ etmekte ve uçulması gerekmeyen yerde uçmaya çalışmaktadırlar.” (İbn Kesir C:2s.146) “Ebcedle ilgili bazı hadislere de rastlanmakta, ancak İbn Teymiyye bunların başlıcalarını verip ravilerini tenkit ederek güvenilir olmadıklarını açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır.” (İslâm Ansiklopedisi. Ebced mad.s.68. Bkz; İbn Kesir.C:2s.146; İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri. M.Reşit Rıza Çev. Ahmet Hamdi Akseki. D. İ. B. Yay. S.39-80)

-Hurûfilik; Harflerden dinsel anlamlar çıkaran bir Alevi tarikatıdır. İran’lı Şihâbeddin Fazlullah Esterâbâdî (1339-1394) tarafından kurulmuştur. Bu inanca göre; “yaratıcı olan harftir.” Yunan Pitagorasçılığına ve Yahudi Kabalasına dayanan fikirlerden etkilenerek gelişmiştir. Hurûfilik konuşan insanı Tanrılaştırır… İnsan konuşan Tanrı, (Kelâmullah-ı Nâtık)dır… Bâtınîlerin Hurûfilik etkisi altındaki görüşleri de şöyledir; Kelime-i Tevhid (La ilâhe illALLAH) sözü Arap harfleriyle üç harfle yazılır, bunlar da Lam, Elif ve He harfleridir. Bu üç harf aklı, nefsi ve feleki gösterir. Yedi hecedir. Bu heceler insan başının iki gözü, iki kulağı, iki burun deliği ve bir ağzı olmak üzere yedi delikli organlarına işarettir. On iki harfle yazılışı da, insanın on iki organını belirtir. Demek ki, Kelime-i Tevhid, aslında insanı dile getirir ve ALLAH’ın insanda belirdiğini kanıtlar. Özet olarak denilebilir ki, Hurûfilik anlayışında varlık, harflerle açıklanır. Bu tutum, antikçağ Pitagorasçılığının varlığı sayılarla açıklamasının başka bir biçimidir. Bâtınîliğin temel düşüncesini sürdüren Hurûfilik’te amaç, insandır. İnsanın açıklanması ALLAH’ı da açıklar. (Tarih Boyunca Alevilik. Tarık Mümtaz Sözengil.Çözüm yay. S.49)

Said Nursi’nin inanışları söz konusu olduğunda ise, maalesef olayı güya ilmi açıdan ele alarak eleştirileri cevaplayan Nurcular’ın verdikleri izahlar daha bir hayret vericidir. Cifr ilminin gayb haberleri(!) konusunda kullanabilirliğine Muhyiddin-i Arabî, Bîstamî ve Konevî’den (Sadreddin el-Konevi’nin vefatından önce tasavvuf ve İbn Arabî’nin felsefesinden ve Vahdet-i Vücût’tan uzaklaştığı, reddettiği, ömrünün son yıllarını Kitap ve Sünnetle geçirdiğine dair rivayetler için bak: Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm. S.129,130) örnekler getirildikten sonra İslâm inancına ve naslara taban tabana zıt, ilmi dayanaktan yoksun şu alıntı da ayrıca delil olarak verilir:“…Hz. Ali kıyametin kopacağı ana kadar olacak bütün mühim hâdiseleri ilm-i cifr yoluyla açıklamıştır. Hz. Ali’nin evlatlarının da cifr ve camiayı bildikleri…” (İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.378…; Türkiye’de Nurculuk Davası. s.378…) anlatılır. Yine “İmam Cafer-i Sadık’ın yazdığı “Cifr” kitabında, ta kıyamete kadar muhtaç olunan her şey o kitapta mevcuttur.”
(Bkz: Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. Abdulkadir Badıllı. Envar Neşriyat. s. 764) deniliyor.

Cifr’in, Kur’an’ın açık prensiplerine, sahih hadislerin kesin hükümlerine ve sahabi ve onların izleyicilerinin (r.a) yoluna ters düştüğünden bahsedilmezken bizzat bu gayr-i İslâmi işin failleri delil gösterilerek doğruluğu isbata çalışılıyor. Buna da “İslâm Alimlerinin cumhuru ne demişler, onu bilmek lazımdır. Evet cumhur ulemânın fikrinin, Cifr ilmi hakkında müsbet olduğu ileride ispatlanacaktır…” (Bkz: Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. Abdulkadir Badıllı. Envar Neşriyat. s. 764
getimageV2.asp
) denilerek, hiçbir ciddi dayanağı olmayan çoğu Şia kaynaklarına dayalı ve de sahih olmayan(!) rivayetlerle İmam Ali ve İmam Cafer’e nisbet edildikten sonra, İbn Arabî ve Said Nursi v.s gibilerin cifri kullanmış olması ise, işin meşruluğuna delil getirilmiştir. Oysa söz konusu olan, şayet cifrin İslâm dinindeki yeri ise, esas alınması gereken ölçü Kur’an ve Sünnet olmalıydı. Nurculuğu, Nurculuk tarikatının tasavvuf ölçüleriyle değerlendirilip bu değerlendirmeyle de sonuca; “İslâmidir.” Derseniz bu ne İslâmi olur ne de ilmi bir tarafı olur. Farklı bir açıdan; mahkum hakim yapılarak karar verilir ve buna da ilmi izah denilir(!).*

* Hem “Zahiren ve sarih olarak Cifr ve Ebced’in esasları Kur’an’dan ve hadislerden gelmiş olduğu hakkında kesin bir malumat yoktur.” Diyecek, hem de; “Amma lisan-ı haliyle(!) âyetlerinin ifadelerindeki ima ve işaretlerin remzleriyle; “Evet vardır!” denilebilir…” diyeceksiniz. (Bkz. Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.751…)

Yine, “Ebced ve cifr ilmiyle elbetteki muhaddisler taifesi, Usûl-i Şeriat uleması sınıfı, fukaha ve müçtehidler grubu veya Kur’an hafızları ve tecvidçiler zümresi ve akide ve ilm-i kelam alimleri herhalde uğraşmış değillerdir. Çünkü; bunların başka işleri ve başka vazifeleri vardır.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ
4
images


Asa-yı Musa


Said Nursi herkesin kendi kitaplarına muhtaç olduğunu iddia ediyor.(S:9)

Bu acip asırda ehl-i îman, Risale-i Nur'a ve ehl-i fen ve mektep muallimleri Asâ-yı Mûsa'ya şiddetle muhtaç oldukları gibi; hâfızlar ve hocalar dahi Zülfikar'a şiddetle muhtaçtırlar.

Hz.Ali'nin Risale-i Nurları haber verdiği yalanı.(S:10)

İmam-ı Ali RadıyALLAHü Anh, Celcelutiye'sinde pek kuvvetli ve sarahate yakın bir tarzda Risale-i Nur'dan ve ehemmiyetli risalelerinden aynı numara ile haber verdiğini…

Said Nursi ayetleri kullanarak kendi risalelerini reklam ediyor.(S:55)

Ramazan-ı Şerifte Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânı okurken, Risale-i Nur'a işaretleri Birinci Şuada beyan olunan otuz üç âyetten hangisi gelse bakıyorum ki, o âyetin sayfası ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nur'a ve şakirtlerine, kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sûre-i Nur'dan âyâtü'n-nur, on parmakla Risale-i Nur'a baktığı gibi, arkasındaki âyât-ı zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Adeta o makam, cüz'iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Ve bu asırda o külliyetin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirtleridir diye hissettim.


Bir nurcunun kabir sualine gramerle cevap verip rahmeti ilahiyeyi güldürdüğü yalanı.(S:70)

İlm-i sarf ve nahvi okuyan bir medrese talebesinin vefat edip kabirde Münker ve Nekir'in " Men Rabbûke? Senin Rabbin kimdir?" diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip Men mübtedâdır, Rabbûke onun haberidir. Müşkil bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır diyerek, hem o melaikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşful kubur velisini güldürdü ve rahmeti ilahiyeyi tebessüme getirdi.

Hafız Ali'nin meleklerin sualine Risale-i Nur ile cevap verdiği uydurması.(S:70)

Risale-i Nur'un bir şehid kahramanı olan merhum Hafız Ali, hapiste meyve risalesini kemal-i aşla yazarken ve okurken vefat edip, kabirde melaike-i suale mahkemedeki gibi meyve hakikatleri ile cevap verdiği misüllü; ben de ve Risale-i Nur şakirtleri de o suallere karşı risale-i Nur'un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle, istikbalde hakikaten ve şimdi manen cevap verip, onları tasdike ve tahsine ve tebriğe sevk edecekler, inşALLAH.



Said Nursi Felaq suresinin ayetlerini şeytanın telkini yönünde yorumlayarak dostuna sadakatini gösteriyor.(S: 75)

Gayet ehemmiyetli bir nükte-i i'câziyeye dair, birden ihtiyarsız, mağripten sonra kalbe ihtar edilen ve Sûre- “Qul Eûzü bi rabbil felaq” ın zâhir bir mu'cize-i gaybiyesini gösteren uzun bir hakikate kısa bir işarettir.



Ayetin Eskişehir hapsinden kurtulmalarından haber verdiği yalanı.(S: 76)

Meselâ, başta “ Qul eûzü biRabbil felaq” cümlesi, bin üç yüz elli iki veya dört (1352-1354) tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrî ile tevafuk edip nev-i beşerde en geniş hırs ve hasetle ve Birinci Harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan İkinci Harb-i Umumye işaret eder ve ümmet-i Muhammediyeye (a.s.m.) mânen der: "Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz." Ve bir mânayı remziyle, Kur'ân'nın hizmetkârlarından olan Risale-i Nur şakirtlerine hususi bir iltifatla, onların Eskişehir hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihiyle kurtulmalarına ve haklarındaki imha plânının akîm bırakılmasına remzen haber verir, mânen "İstiâze ediniz" emreder gibi bir remiz verir.



Said Nursi ayeti cemaatini reklam için suistimal ediyor.(S: 76)

Hem meselâ min şerri mâ halaq cümlesi (şedde sayılmaz) bin üç yüz altmış bir (1361) ederek bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zâlimâne tahribatını Rûmî ve Hicrî tarihiyle parmak bastığı gibi, aynı zamanda bütün kuvvetleriyle Kur'ân'ın hizmetine çalışan Nur şakirtlerinin geniş bir imha plânından ve elîm ve dehşetli bir belâdan ve Denizli hapsinden kurtulmalarına tevafukla, bir mânâyı remzî ile onlara da bakar, "Halkın şerrinden kendinizi koruyunuz" gizli bir îmâ ile der.


Ayetin dünya savaşlarını haber verdiği düzmecesi.(S: 76)

Hem meselâ en-neffâsâti fil uqad cümlesi (şeddeler sayılmaz) bin üç yüz yirmi sekiz (1328), eğer şeddedeki lâm sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (1358) adediyle bu umumî harpleri yapan ecnebî gaddarların, hırs ve hasetle bizdeki Hürriyet inkılâbının Kur'ân lehindeki neticelerini bozmak fikriyle tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumînin patlamasıyla maddî ve mânevî şerlerini, siyasî diplomatların, radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyâne mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevâfuk ederek en-neffâsâti fil uqad 'in tam mânasına tetâbuk eder.


Said Nursi'nin ayetlerin anlamlarını saptırıp, siyasete alet etmesi.(S: 76)

Hem meselâ “ ve min şerri hâsidin izâ hased” cümlesi (şedde ve tenvin sayılmaz) yine bin üç yüz kırk yedi (1347) edip, aynı tarihte, ecnebî muahedelerin icbarıyla bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar ve felsefenin tahakkümüyle bu dindar millette ehemmiyetli tahavvüller vücuda gelmesine ve aynı tarihte, devletlerde İkinci Harb-i Umumîyi ihzar eden dehşetli hasetler ve rekabetlerin çarpışmaları tarihine bu mânâyı işârî ile tam tamına tevafuku ve mânen tetabuku, elbette bu kudsî sûrenin bir lem'a-i i'câz-ı gaybîsidir.


11.Said Nursî Diplomatları karşı politikasına ayetleri alet ediyor.(S: 77)

Bu lem'a-i i'câziyede, baştaki min şerri maâ halaq da, hem min , hem şerri kelimeleri hesaba girmesi ve âhirde ve min şerri hâsidin izâ hased yalnız şerri kelimesi girmesi ve min girmemesi ve ve min şerrin neffâsâti fil uqad , ikisi de hesap edilmemesi gayet ince ve lâtif bir münasebete ima ve remz içindir. Çünkü, halklarda şerden başka hayırlar da var. Hem bütün şer herkese gelmez. Buna remzen, bazıyeti ifade eden min ve şerri girmişler. Hâsid hased ettiği zaman bütün şerdir. Bazıyete lüzum yoktur. Ve enneffâsâti fil uqad remziyle, kendi menfaatleri için küre-i arza ateş atan üfleyicilerin ve sihirbaz o diplomatların tahribata ait bütün işleri ayn-i şerdir diye, daha şerri kelimesine lüzum kalmadı.



12.Ayetlerden cifir ile Cengiz Han ve Abbasi devletine pay çıkarıyor.(S: 77-78)

Nasıl bu sûre, beş cümlesinden dört cümlesiyle bu asrımızın dört büyük şerli inkılâplarına ve fırtınalarına mânâ-yı işârî ile bakar. Aynen öyle de, dört defa tekraren min şerri (şedde sayılmaz) kelimesiyle, âlem-i İslâmca en dehşetli olan Cengiz ve Hülâgu fitnesinin ve Abbâsî Devletinin inkıraz zamanının asrına dört defa mânâ-yı işârî ile ve makam-ı cifrî ile bakar ve parmak basar.



13.Hz.Ali ve Geylani gelecekten haber vermişlerdir yalanı.(S: 78)

Evet, şeddesiz şerri beş yüz (500) eder; min doksandır (90). İstikbale bakan çok âyetler,

Asa-yı Musa, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, Kelebek Matbaası, Haziran 1994


Mesnevi-i Nuriye

-Said Nursiye göre vahdetül vücud tevhidde boğulan ve düşünceye sığmayan bir tevhid zevkidir iddiası.(S.216-217)

Sual: Vahdetü'l-vücudu nasıl görüyorsun?

Elcevap: Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i ulûhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani Lâ müessira fil kevni illALLAH sonra vahdet-i idare, sonra vahdetü'ş-şühud, sonra vahdetü'l-vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkıkîn-i sofiyenin müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlâl edilmez. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetü'l-vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vâcibü'l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki, mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız bir vücudu, belki bir mevcudu görmüşler.

Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii müşahede etmek, tarik-i istiğrakkârâne cihetiyle cedâvil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve merâyâ-yı mevcudatta tecellî-i esmâ ve sıfâtı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe oldu. Maddeperver hükemâ ve zaîfü'l-itikad ehl-i nazarın vahdetü'l-vücudu ile evliyanın vahdetü'l-vücudu, tamamen birbirinin zıddıdır. Beş cihetten fark vardır:

Birincisi: Muhakkikîn-i sofiye, Vâcibü'l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmiş ve müstağrak olmuş ve ehemmiyet vermişler ki, onun hesabına kâinatın vücudunu inkâr etmişler. Hükemâ ve zaîfü'l-itikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ı nazar etmişler ve müstağrak olmuşlar ki, fehm-i ulûhiyetten uzaklaştılar. Ve o derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hattâ ulûhiyeti onda mezcetmek, hattâ kâinat hesabına ulûhiyetten istiğnâ etmek derecede tarik-i müteassifeye girmişlerdir.

İkincisi: Muhakkikîn-i sofiyenin vahdet-i vücudu, vahdetü'ş-şuhudu tazammun eder. İkincilerin, vahdetü'l-mevcudu tazammun eder.

Üçüncüsü: Birincilerin mesleği zevkîdir. İkincilerin nazarîdir.

Dördüncüsü: Birinciler, evvelen ve bizzat Hakka, nazar-ı tebeî olarak halka bakarlar. İkinciler, evvelen ve bizzat halka bakarlar.


Tenvir

Meselâ, küre-i arz rengârenk muhtelif ve küçük küçük cam parçalarından farz olunursa, herbiri başka hasiyetle levnine ve cirmine ve şekline nispetle şemsden bir feyiz alacaktır. Şu hayalî feyiz ise, ne güneşin zatı ve ne de ayn-ı ziyasıdır. Hem de ziyanın temâsili ve elvân-ı seb'asının tesâviri ve güneşin tecellîsi olan şu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvânı faraza lisana gelseler, herbiri "Güneş benim gibidir" veyahut "Güneş benim" diyeceklerdir.
Fakat ehl-i vahdetü'ş-şuhudun meşrebi fark ve sahvdır. Ehl-i vahdetü'l-vücudun meşrebi mahv ve sekirdir. Sâfi meşrep ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.

Mesnevi-i Nuriye, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, Almanya Baskısı, Mart 1994



Zülfikar Mecmuası

Hasan Feyzi'nin Risale-i Nur'un sahife, satır, kelime ve harfleri ALLAH tarafından ihsan edilmiştir, iddiası.(S: 432)

Ey Risale-i Nur! Senin Kur'an-ı Kerim'in nurlarından ve mucizelerinden geldiğine, Hakkın ilhamı, Hakkın dili olup, O'nun emri ve O'nun izni ile yazıldığına artık şek şüphe yok. Fakat acabe senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak telif ve tertip ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesehat ve özündeki belâgat ve sendeki halavet başka eserlerde görülmüyor. Ehil ve erbabına malum olduğu üzere: âyât-ı beyyinat-ı ilahiyyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm u Arabiyeyi hamil olduğu gibi, sen dahi birçok yücelikler, sahife ve satırlarında, hatta kelime ve harflerinde talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyât taşıyorsun. İşte bu hal, senin bir Mu'cize-i Kur'an olduğunu isbat ediyor.

[Risale-i Nur Külliyatından, Zülfikar Mecmuası, Tenvir Neş.,1998, Said Nursi, S: 432-3]


Hasan Feyzi'ye göre Risale-i Nur Arş-ı A'zamdan inmiştir.

Çünki sendeki mukayese ve muhakemelerin , vakıa ve temsillerin bir naziri bir daha gösterilemez. ALLAH, ALLAH!.. Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse azdır. Gözleri nurlandırıp, gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tabiratın ve kelimat ve teşbihatın Arş-ı A'zam'dan indiği muhakkaktır.

[Risale-i Nur hakkında Ankara Üniversitesinde verilen konferans. Ayyıldız Matbaası, Ankara 1957, Sayfa 37,38,39 da geçen Hasan Feyzi'nin mektubuna Tenvir Neşriyat hiyanet ederek bu kısmı şu şekilde değiştirmiştir:”Arş-ı A'zam'dan inen Kur'an-ı Hakim'in delil, hüccet ve bürhanları olduğu muhakkaktır.” ]

Zülfikar Mecmuası, Said Nursi, Tenvir Neşriyat, Renkler Matbaası, İst. 1998



Barla Lahikası


“Mühim bir zatın Kur'an'ın icazını beyan et emri” uydurması.(S:11)

BİRİNCİ SEBEP: Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: "Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir." Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: "İ'câz-ı Kur'ân'ı beyan et." Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.


Risale-i Nur bütün olarak kusursuz ve noksansızdır iddiası.(S:23)


...bu kardeşiniz hak ve hakikate muvafık ve mutabık bir cevap verebilmek için inayet ve kerem-i İlahi ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberiye iltica eyledi. Şöyle ki: Mübarek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübinin nurlu lemeâtıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır.(Hulûsî)





Bir nurcunun Gavsın gelecekten haber vermesine ve himayesine inanması.(S:76)

Fakire bunca iltifattan başka, hele bu defaki lütufnâmelerinin başına, birçok tavsiften sonra "Hizmet-i Kur'âniyede kuvvetli arkadaşım ve tarik-i Hakta ve ebed yolunda enîs yoldaşım" kelimat-ı lâtîfesi, bu cihan-kıymet kelâmlarınız, benim gibi fakir, hakir, muhtaç bir kardeşinize karşı ibzal ve himmet buyurulması, sizin büyüklüğünüze ve daha doğrusu Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî (kuddise sırruhu'l-âlî) Hazretlerinin teveccüh, dua, himaye ve muhafazası olduğuna nasıl iman etmeyeyim? Nasıl ki, bu defa Gavs-ı Âzamın ihbârât-ı gaybiyesi risale-i şerifesini gördüm, okudum, yazdım. Gavs-ı Âzam, âzam-ı aktâb olduğunu bilir ve kalben tasdik ederiz ve ziyade muhabbet etmekte iken, bu defa bu kanaat, bu muhabbet tasdikimi kat-ender-kat ziyadeleştirdi ve takviye etti. Ve Hazret-i Şeyhe iman ve muhabbetimi habl-i metin ile bağladı.(Asım)


Nurcuların ölmüş insanlardan yardım istemesi.(S:77)

Yeter ki ruhuna nüfuz edebilsin. Çok şükür, sevgili Üstadımızın sayesinde ve teveccüh ve duasıyla bu Nurlardan mütenevvir ve mütena'im oluyoruz. Hele Gavs-ı Azam Şeyh Geylânî Hazretlerinin kerâmât ve ihbârât-ı gaybiyesini hemşireniz o kadar lezzet ve muhabbetle dinliyor ki, üç sene evvelisi hastalığa tutulduğu vakit, o halinde ve kısmen aklı başında olmadığı zamanlar bahçede ağaçların dallarını tutup, "Ya Abdülkadir-i Geylânî, ya Veysel Karânî, meded!" diye bağırıp sallanıyordu. Bu defa kerâmât ve ihbârât-ı gaybiyesini mufassal surette görmeye ve dinlemeye muvaffak oldu.


Camiye gelen ruhaniler içinde Said Nursi de vardı yalanı.(S:79)

Bülbül-i Bağistan-ı Kur'ân, Üstad-ı Ekremim, Efendim Hazretleri!
Mürşid-i ekmel, şeyhim Hacı Rahmi Sultan Hazretleri, seferberliğin ikinci senesinde irtihâl-i dâr-ı beka buyurdular. Burdur'a teşrifinizden bir ay evvel, merhum Rahmi Sultan'la beraber bir cami-i şerifte birkaç cemaatle bulunmakta iken, sükût-i hâl-i murakebeye varıldı. Bazı velîler ruhânî teşrif buyurdular. Nihayette, siz Üstadım teşrif buyurdunuz. Bir cezbe-i Rahmân zuhurla uyandım, kendime geldim. Bir ay sonra Burdur'a teşrifle, bazı yevm sohbet-i irfâniyenizde bulunup ruhlarımıza gıda bahşolundu.


Risale-i Nurda öyle bir kuvvet vardır ki Avrupa filozoflarını teslime mecbur eder yalanı.(S:111)

Evet, Risale-i Nur'da öyle bir kuvvet vardır ki, Avrupa'nın en müannid filozoflarını dahi teslime mecbur eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikîsi olan hakikî iman nurunu arayan Hıristiyan muvahhidler, elbette Risale-i Nur'u görseler, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın vesâyâsı nev'inden kabul edip sarılacaklardır...



Üç velinin kabirde bir araya gelmesi.(S:118)

Birisi: Hazret-i Mevlânâ, zülcenâheyndir. Yani, hem Kadirî, hem Nakşî tarikat sahibi iken, Nakşîlik tarikatı onda daha galiptir. Üstadım, bilâkis, Kadirî meşrebi ve Şâzelî mesleği daha ziyade onda hükmediyor. Ben Üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlânâ Hindistan'dan tarik-i Nakşîyi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şâh-ı Geylânî'nin ba'del-memat hayatta olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlânâ'nın mânen tasarrufu, bidâyeten câ-yı kabul göremedi. Şâh-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbânî'nin ruhaniyetleri Bağdat'a gelip Şâh-ı Geylânî'nin ziyaretine giderek rica etmişler ki, "Mevlânâ Hâlid senin evlâdındır, kabul et." Şâh-ı Geylânî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlânâ Hâlid'i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlânâ Hâlid birden parlamış. Bu vakıa, ehl-i keşifçe vâki ve meşhud olmuştur. O hadise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velâyetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüyayla görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.




Bazı evliyalar Hızır gibi hala yaşıyor yalanı.(S:180)

Bu Kur'ânî risaleler, sair risaleler gibi tefekküh nev'inden değil ki, usanç versin . Belki tagaddîdir.
Saniyen: Gavs-ı Âzam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs'ın hususî İsm-i Âzamı, "Yâ Hayy" olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur, Mâruf-u Kerhî denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü'l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs'tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne'l-evliya meşhur olmuştur.

Barla Lahikası, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, Almanya Baskısı Ağustos 1994
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ
5
images



Emirdağ Lahikası


Said Nursi yapılan eziyetten dolayı 4 defa deprem oldu iddiası.(S:16)

Mahkemede dediğim gibi, nasıl ki dört defa dehşetli zelzeleler, bize zulmen taarruzun aynı zamanında gelmesi gibi pek çok vukuat var... Hattâ tahmin ederim ki; benim hukukumu muhafaza ve beni himaye etmek için çok güvendiğim Afyon Adliyesi, Denizli Mahkemesindeki Risale-i Nur hakkında müracaatıma bilâkis ehemmiyet vermedi, beni me'yus etti, adliyenin yangınına bir vesile oldu ihtimali var.



Risale-i Nur'un başına gelenlerden sonra bulutların ağlaması yalanı.(S:19)

HAŞİYE 2 Garip ve acaip bir hadise: Bu ayda bir gün avluya indim, baktım. Gelen kar üstünde, Risale-i Nur'un eczalarında tevafukatına işaret eden boyalar, kırmızı, sarı mürekkepler misilli, o karın üstünde serpilmiş katreler ve noktalar var. Çok hayret ettim. Sair yerlere baktım, avlumdan başka yerlerde yoktu. Endişe ettim, kalben dedim: Risale-i Nur umum memleketle, belki Kur'ân hesabına küre-i arzla o derece alâkadardır ki, onun başına gelen belâdan, musibetten bulutlar dahi kan ağlıyorlar. Bir-iki adam çağırdım, onlar da hayret ettiler. Benim endişe ve telâşımı gören hane sahibinin biraderzadesi Mehmed Efendi zannetti ki, ben karın çokluğundan yolu kapamasından telâş ediyorum. Ben yukarı çıktıktan sonra, yolu açmak için o karı iki tarafa atıp o işaretli mânidar kırmızı-sarı hadise-i cevviyeyi kapatmıştı. Ona dedim: Kapatmasaydın daha iyiydi. Aynı günde, Risale-i Nur aleyhinde üç hadise zuhur eyledi:

Birincisi: Afyon adliyesiyle buradaki zabıta çavuşluğudur. Kitaplarımın iadesine dair müracaatıma mukabil, "Daha Temyizden tasdik gelmediğinden karışmayız" diye o cihetten benim ümidimi kırdı.

İkincisi: Aynı günde, benim ahvalimi tecessüs etmek için mahsus bir polisi, Afyon'a gönderdiğini öğrendik.

Üçüncüsü: Aynı günde, İstanbul'da bir münafık İhtiyar Risalesini bahane ederek aleyhimizde propaganda etmiş, adliyeye aksettirmiş.

Bu gibi hadiselerden müştaklar çekinmeye başladılar. Ben de [Bütün musibetler karşısında "Biz ALLAH'ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz." Bakara Sûresi, 2:156] dedim, ["ALLAH bize yeter, O ne güzel vekildir." Âl-i İmrân Sûresi, 3:173] siperine girdim.

Said Nursi indî tevillerleriyle ayetlerden kendisine ve Risale-i Nurlara pay çıkarıyor.(S:34-35)

Bugünlerde on ikinci sayfayı okurken birden
âyeti gözüme ilişti. Mâkabline baktım, ilâ âhir gördüm. Arka sayfasına baktım, gördüm ki: Risale-i Nur'a işaret eden dört âyet var ve onlar Birinci Şuâda izah edilmiş. Kalbime geldi: Herhalde bu dehşetli âyet, bu dehşetli ve zulümatlı ve nifakı kuvvetli asrımıza da hususî bakar. Dikkat ettim, kanaatim geldi. Bir emâresi şudur ki: cifir ve ebced hesabıyla, tam tamına nifakın dört mertebesinin tarihlerine tevafukla parmak basıyor. Şöyle ki: Şeddeler sayılır, eğer okunmayan hemze 'ler ve deki okunmayan sayılmazsa, tam tamına 1362 ederek bu seneye parmak basar. Eğer deki şedde bir nun bir lâm -ı aslî hesap olsa, 1342 ederek Birinci Harb-i Umumînin dehşetli nifakları netice veren tarihine tam tamına tevafukla haber verir.

Eğer şedde iki nun sayılsa, okunmayan hemzeler ve de sayılsa, 1376 ederek, bu zulümatlı nifakın sukut mertebesine ve çok âyetlerde nur ile karşılaştırılan kelimesinin makam-ı cifrîsi olan 1372'ye dört farkla tevâfuk ederek haber verir.Eğer okunmayanlar sayılsa ve deki şedde lâm -ı aslî olsa, tam tamına 1306 ederek küfür ve nifakın dehşetli fırtınalarının tarihine tevafukla parmak basar gördüm.

Evet, iki Ra 400, üç Fe iki Lam 300, bir Qaf iki şeddeli Nun lar 300, bir Mim , bir Sin 100, diğer Mim , bir Ye , bir Nun , o da 100, iki Nun , o da 100, yekûnü 1300; bir Lam , bir Kef 50, şeddeli Dal 8, ve iki medde, iki hemze 4, mecmuu 1362 eder. Öteki üç adedi de kıyas edilsin.



Eski ve Said'in kalbine ilham edilen eserler.(S:41)

Kalbime ihtar edilmiş ki: Eski Said'in en mühim eseri ve Risale-i Nur'un Fatihası, Arabî ve matbu olan İşârâtü'l-İ'câz tefsiri, Otuzuncu Mektup olacak ve olmuş. Eski Said'in en son telifi ve yirmi gün Ramazan'da telif edilen, kendi kendine manzum gelen Lemeat Risalesi Otuz İkinci Lem'a olması ve Yeni Said'in en evvel hakikatten şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şule ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua Otuz Üçüncü Lem'a olması ihtar edildi. Hem Meyve , On Birinci Şuâ olduğu gibi, Denizli Müdafaanamesi de On İkinci Şuâ ve hapiste ve sonra Küçük ektuplar Mecmuası On Üçüncü Şuâ olması ihtar edildi. Ben de aziz kardeşlerimin tensiplerine havale ediyorum. Demek birkaç mertebede kapı açıktır; bizlere daha iyi tetimmeler yazdırılabilir.



Said Nursi'nin dersini üç zattan aldığı yalanı.(S: 66-67)

Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzamdan (k.s.) ve Zeynelâbidîn (r.a.) ve Hasan, Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali'den (r.a.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.


Yangında Risale-i Nur bulunan mağaza yanmadı iddiası.(S:106)

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size, mânidar ve acip ve Risale-i Nur'un talebeleriyle ve Risale-i Nur'a ve Âyetü'l-Kübrâ 'nın kerametiyle ve ehl-i dünyanın ilişmek niyetleriyle alâkadar karşımda eskiden belediye bulunan hükûmet dairelerinden birisi, hiçbirşey kurtulmayarak, hiç görmediğimiz acip bir parlamakla gecenin en soğuk bir vaktinde üç saat cehennem gibi yandığı halde, tam bitişiğinde, Risale-i Nur'un Çalışkanlarından bir talebesi, yine iki kardeşinin, mâsum Ceylân'ın sermayelerinin kısm-ı âzamı bulunan büyük mağazaları, o yangın yeriyle iki küçük dükkân fasıla ile o dehşetli yangın bütün şiddetiyle mağazaya doğru gelirken biçare Ceylân yanıma geldi, dedi: "Biz yanıyoruz, mahvolduk."

Ben de iki gün evvel mağazalarında bulunan Âyetü'l-Kübrâ 'nın bir kısım matbu nüshalarını yanıma getirmek için söyledim, fakat getirmedi. Demek o ateşi söndürmek için orada kalmıştı.

Ben de Risale-i Nur'u ve Âyetü'l-Kübrâ 'yı şefaatçı yapıp, "Ya Rabbi, kurtar" dedim. Üç saat o dehşetli yangın hücumunda bütün o büyük daireyi mahvetti. Altında ve bitişiğindeki dükkânları bütün yaktı, yıktırdı. Risale-i Nur'un ve Âyetü'l-Kübrâ' nın hıfzında olan mağazaya kat'iyen ilişmedi ve altındaki şakirdin dükkânı da müstesna olarak sağlam kaldı. Yalnız ahali camlarını kırdılar. Eğer ahali ilişmeseydi, eşyalarını almasaydılar, hiçbir zarar olmayacaktı.


Nurun himmeti sizleri kurtaracaktır, yalanı.(S:132)

Ey Nurcular! Sizin hakikî vazifeniz dünyaya bakmak değildir. Farz-ı muhal olarak dünyaya da bakılsa, bakınız ve görünüz ve zuhuru muhtemel dehşetli yangınlar sebebiyle ve o yüzden karşılaşmanız ihtimali bulunan tehlikeler dolayısıyla kat'iyen sarsılmayınız, fütur getirmeyiniz. Çalışınız, çalışınız, çalışınız ve kat'iyen inanınız ki, Nurun şefaati, Nurun duası, Nurun himmeti sizleri kurtaracaktır. İşte bu dâvânın şâhidi Emirdağlı Nurcuların dehşetli ateşten zararsız kurtulmalarıdır. Şimdiden umumunuza müjdeler olsun.



Said Nursi, Asa-yı Musa'nın hatalarını düzeltirken bir güvercin gelmiş onu tebrik etmiş!(S:167)

Ben, Berat Gecesinden az evvel Asâ-yı Mûsâ tashihiyle meşgulken, bir güvercin pencereye geldi, bana baktı. Ben dedim: "Müjde mi getirdin?" İçeriye girdi, güya eskiden dost idik gibi, hiç ürkmedi. Asâ-yı Mûsâ üstüne çıktı, üç saat oturdu. Ekmek, pirinç verdim, yemedi. Tâ akşama kaldı, sonra gitti, tekrar geldi. Berât gecesinde, tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi, ALLAHaısmarladık nevinden başımı okşadı, sonra çıktı gitti. İkinci gün, ben teessüf ederken, yine geldi, bir gece daha kaldı. Demek bu mübarek kuş, hem Asâ-yı Mûsâ' yı, hem Berâtımızı tebrik etmek istedi.



Nurede Nur şakirtlerine saldırı olursa orada zelzele olur iddiası.(S:170)

Bu mânidar yeni zelzeleyi merak ettim. Kalben dedim: Eğer sair yerlerde bu şiddetle olmuşsa, her halde Nur şakirtlerine dahi yine bir tecavüz var. Yoksa benim yalnız mektubumla alâkadardır, diye sordum. Dediler: Yalnız Ankara hafif, Afyon ve Eskişehir ve bu Emirdağında ve en şiddetlisi bu kasabada olmuş.



Hasan Feyzi isimli bir zat 70 sene evvelinde Nursi'nin geleceğini haber verdi düzmecesi.(S:194)

Muhterem efendim! Mesmuatıma nazaran, Denizli'de, bundan yetmiş seksen sene evvel büyük bir evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zat, birgün talebelerine, "Bugün Kürdistan'da bir evliya dünyaya geldi" diye beşarette bulunmakla zât-ı devletlerini işaret buyurmuş.

***

cilt 2

Said nursi, günümüzde Fethullah Hoca gibi papazlarla iyi geçiniyor.(S:62)
Sıra No: 59

Papalık Makam-ı Âlîsi Kalem-i Mahsusu
Başkitabet Dairesi
Numara: 232247
Vatikan, 22 Şubat 1951

Efendim,

Zülfikar nâm el yazısı olan güzel eseriniz İstanbul'daki Papalık makam-ı vekâleti vasıtasıyla Papa Hazretlerine takdim edilmiştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gayet mütehassis olduklarını bildirirken, üzerinize Cenab-ı Hakkın lütuflarını dilediklerini tebliğe beni memur ettiklerini arza müsâraat eylerim. Bu vesile ile saygılarımı sunarım efendim.

İmza
Vatikan Bayn Başkâtibi

****

Üç dört ayda, Said Nursi ellere verebilecek bir Kur'ân tefsiri çıkaracak, idiası.(S:73)

Birinci nümune: Medrese usulünce hiç olmazsa on beş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki, hakaik-i diniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. O zamanda Said'de, değil harika bir zekâ veya bir mânevî kuvvet, belki bütün istidat ve kabiliyetinin haricinde bir acip tarzla, bir iki sene sarf ve nahiv mebâdisini gördükten sonra, üç ayda acip bir tarzda kırk elli kitabı güya okumuş ve icâzet almış gibi bir hâlet göründü.

Bu hal altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki, o vaziyet ulûm-u imaniyeyi üç dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur'ânî çıkacak ve o biçare Said de onun hizmetinde bulunacak işaretiyle, hem bir zaman gelecek ki, değil on beş sene belki bir sene de ulûm-u imaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamana bir nevi işaret-i gaybiye gibi mânâlar hatıra geliyor.

Emirdağ Lahikası, Sinan Matbaası, İstanbul 1959


Lem'alar



1-Eyyûb(as)'ın yaralarında oluşan kurtların kalbine ve diline ulaştığı yalanı.(S: 8)

Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki:

Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: "Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor" diye münâcât edip, Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini ihsan edip envâ-ı merhametine mazhar eylemiş.



2-Peygamber (as)'ın doğumunda annesi ümmetî ümmetî dediğini işitmiş yalan.(S: 20)

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm "ümmetî, ümmetî" diye refet ve şefkatini göstereceği gibi, yeni dünyaya geldiği zaman, ehl-i keşfin tasdikiyle, validesi onun münâcâtından "ümmetî, ümmetî" işitmiş.



3-Resulü Ekrem Şah-ı Geylani adına Hz.Hasan'ın başını öpmesi yalanı.(S: 20)

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan'ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasan'dan (r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden, Gavs-ı Âzam olan Şah-ı Geylânî gibi pek çok mehdî-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan'ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan'ın (r.a.) başını öpmüş.


4-Resulü Ekrem Zeynelabidin, Cafer-i Sadık hesabına Hz.Hüseyin'in boynunu öpmesi yalanı.(S: 20)

Hem Hazret-i Hüseyin'e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin'in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.



5-Said Nursî Gavs-ı Azam'ın himmet ve duasına inanıyor.(S: 39)

…..âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyan etmekle tefsir ediyor. Hizmet-i Kur'âniyenin bir silsile-i kerameti ve o hizmet-i kudsiyenin etrafında izn-i İlâhî ile nezaret eden ve himmet ve duasıyla yardım eden Gavs-ı Âzamın bir nevi kerameti beyan edilecek. Tâ ki, bu hizmet-i kudsiyede bulunanlar, ciddiyetlerinde, hizmetlerinde sebat etsinler.

Bu hizmet-i kudsiyenin kerameti üç nevidir.



6-Son derece seyrek olarak Levh-i ezeliye kadar keşif sahipleri çıkar uydurması.(S: 98)

Demek, ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şerâitle mukayyet bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o hadise de vukua gelmiyor. Fakat o hadise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbatta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor.

7-Said Nursi şirke sebebiyet veren sakal-ı şerif ayinlerine güzel bir bid'at diyor.(101)

Onun için, eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadetten olmazsa, madem zâhir hale göre öyle telâkki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salâvata vesile oluyor; kat'î senetle o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat'î delil olmasın, yeter. Çünkü telâkkiyât-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi hüccet hükmüne geçer.

Bazı ehl-i takvâ, böyle işlerde, ya takvâ veya ihtiyat veya azîmet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid'a da deseler, bid'a-i hasene nev'inde dahildir. Çünkü vesile-i salâvattır.


8-Zulkarneyn Hızırdan ders almıştır yalanı.(S: 104)

Ehl-i tahkikin beyanına göre, hem Zülkarneyn ünvanının işaretiyle, Yemen padişahlarından, Zülyezen gibi zü kelimesiyle başlayan isimleri bulunduğundan, bu Zülkarneyn, İskender-i Rumî değildir. Belki Yemen padişahlarından birisidir ki, Hazret-i İbrahim'in zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızır'dan ders almış.



11-Said Nursi'de tevafuk ve keramet hastalığı.(S: 142)

Câ-yı hayret ve medar-ı ibret bir tevafuk: İktisat Risalesini, üçü acemî olarak, beş altı ayrı ayrı müstensih, ayrı ayrı yerde, ayrı ayrı nüshadan yazıp, birbirinden uzak, hatları birbirinden ayrı, hiç elif'leri düşünmeyerek yazdıkları herbir nüshanın elif'leri, duasız 51, dua ile beraber 53'te tevafuk etmekle beraber, İktisat Risalesinin tarih-i telif ve istinsahı olan Rûmîce 51 ve Arabî 53 tarihinde tevafuku ise, şüphesiz tesadüf olamaz. iktisattaki bereketin keramet derecesine çıktığına bir işarettir. Ve bu seneye "Sene-i İktisat" tesmiyesi lâyıktır.



12-Arkasından sürgülenmiş kapının kendi kendine açılması yalanı.(S: 235)

HAŞİYE 2 Elhak, o yalnız kabule değil, belki istikbale lâyık * olduğunu gösterdi.

* Risale-i Nur'un birinci şakirdi Mustafa'nın istikbale liyakatine dair Üstadımın hükmünü tasdik eden bir hadise:

Kurban arefesinden bir gün evvel Üstadım gezmeye gidecekti. At getirmek üzere beni gönderdiği zaman, Üstadıma dedim: "Sen aşağıya inme. Ben kapıyı arkasından örtüp odunluktan çıkacağım." Üstadım "Hayır," dedi. "Sen kapıdan çık" diyerek aşağıya indi. Ben kapıdan çıktıktan sonra kapıyı arkasından sürgüledi. Ben gittim, kendisi de yukarıya çıktı. Sonra yatmış. Bir müddet sonra Kuleönlü Mustafa, Hacı Osman'la beraber gelmişler. Üstadım hiç kimseyi kabul etmiyordu ve etmeyecekti. Hususan o vakit iki adamı beraber hiç yanına almaz, geri çevirirdi. Halbuki, bu makamda bahsedilen kardeşimiz Kuleönlü Mustafa, Hacı Osman'la gelince, kapı güya lisan-ı hal ile ona demiş ki: "Üstadın seni kabul etmeyecek; fakat ben sana açılacağım" diyerek, arkasından sürgülenmiş kapı kendi kendine Mustafa'ya açılmış. Demek Üstadımın onun hakkında "Mustafa istikbale lâyıktır" diye söylediği sözü istikbal gösterdiği gibi, kapı da buna şahit olmuştur.

Hüsrev


13-Celaleddin Rûmî herkesin sözünü ALLAH'tan işitebiliyormuş.(S: 261)

Fikren Arşa çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi diyebilir: "Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi, Cenâb-ı Haktan işitebilirsin." Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arşa kadar mevcudatı ayna şeklinde görmeyen adama "Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin" desen, mânen Arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakikat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur.



14-Said Nursî'nin Muhyiddin sapık da olsa velidir yalanı.(S: 261)

Evet, Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavâid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelâmları zâhirî dalâlet ifade ediyor. Fakat kendisi dalâletten müberrâdır. Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış, kavâid-i Ehl-i Sünnete taassup cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş.



15-Said Nursi'ye göre Muhyiddin'in kitapları zararlıdır.(S: 262)

Yani,"Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür." Evet, bu zamanda Muhyiddin'in kitapları, hususan vahdetü'l-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.

Said Nursî



18-Halil İbrahim'in şirk sözleri.(S: 267)

Ger methetmekse tefahurla kendinizi maksadın,
Risale-i Nur'un en sönük yıldızının peykisiniz.
Zinhar seyyare zannetme kardeşim, Risale-i Nur'un,
Arz değil, âfitab dahi peykidir onun.
Pek yakında parlayacaktır âlemde Risale-i Nur,
Sönmez, belki gizlenir, zira nûrun alâ nûr.
Bir nur ki, bahr-i hakikat ve mahz-ı hidâyettir o.
Men Ashabussıratı sseviyyi ve menih tedâ yı oku.
Haktan olmaz şikâyet, belki maksat hikâyet.
Şer'in üzere giderken Hakka malûm,
Risale-i Nur'a ki eylemişim hem de hizmet,
Risale-i Nur ki, Aliyyü'l-Murtezâ ve Gavs-ı Âzam,
Celcelûtiyede ve bazı kasâidde etmişler işaret.
Risale-i Nur ki urvetü'l-vüska, lenfisâm,
Temessük etmiştim, zira hem hidâyet ve ayn-ı hakikat,
Koydular bizleri ki orada durmuştu Yusuf Aleyhisselâm
Hem de beraberimizde idi Hazret-i Üstad.

Halil İbrahim


19-Said Nursi'nin herkese göre İsm-i Azam uydurması.(S:322)

İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ, İmam-ı Ali RadıyALLAHu Anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ

6

images
images


Mektubat

1- Hızır'ın yaşadığı yalanı.(S: 11)

BİRİNCİ SUAL: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise, niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?
Elcevap: Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler.


2- Hızır ile İlyas'ın velilerle görüştüğü yalanı.(S: 11)

İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazan, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, "makam-ı Hızır" tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır'dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.


3- Hz.İdris(s) ve Hz.İsa(s)'nın melek gibi bir hayata girdikleri yalanı.(S: 12)

Üçüncü tabaka-i hayat: Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet kesb eder. Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvatta bulunurlar. "Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-i Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek" meâlindeki hadisin sırrı şudur ki:

Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.


4- Hz.Hamza (ra)'ın tekrar dünyaya dönerek kendisine sığınanları koruduğu yalanı.(S:12)

Dördüncü tabaka-i hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur'ân'la, şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.



5- Evliyanın öldükten sonra cisimlenerek bazı kimselere göründüğü yalanı.(S: 13)

Beşinci tabaka-i hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet, mevt, tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir. Hadsiz vakıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Zaten beka-i ruha dair Yirmi Dokuzuncu Söz, bu tabaka-i hayatı delâil-i kat'iye ile ispat etmiştir.



6-Cehennem yerin altındadır iddiası.(S: 14)

Cehennemin yeri, bazı rivâyatla, "tahte'l-arz" denilmiştir. Başka yerlerde beyan ettiğimiz gibi, küre-i arz, hareket-i seneviyesiyle, ileride mecma-ı haşir olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise, arzın o medar-ı senevîsi altındadır demektir. Görünmemeleri ve hissedilmemeleri, perdeli ve nursuz ateş olduğu içindir. Küre-i arzın seyahat ettiği mesafe-i azîmede pek çok mahlûkat var ki, nursuz oldukları için görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahlûklar, gözümüzün önünde olup göremiyoruz.



7-Mecazi ve hakiki aşk uydurması.(S: 16)

DÖRDÜNCÜ SUAL: Mahbuplara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâp ettiği gibi, acaba ekser nasta bulunan, dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılâp edebilir mi?

Elcevap: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inâyet onu kurtarsın.


11-Said Nursî Yakub(as)'a hadis uyduruyor.(S: 56)

Hazret-i Yâkuptan sorulmuş ki, "Niçin Mısır'dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Kenan kuyusundaki Yusuf'u görmedin?" Cevaben demiş ki:

"Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz."



12-Meşhur evliyaların dünyanın yedi tabakasından ve Kafdağı arkasını gördüklerini onaylıyor.(S: 82)

Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin-i Arabî (k.s.) ve İnsan-ı Kâmil denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (k.s.) gibi evliyayı meşhure, küre-i arzın tabakat-ı seb'asından ve Kaf Dağı arkasındaki arz-ı beyzâdan ve Fütuhat' ta "meşmeşiye" dedikleri acaipten bahsediyorlar, "Gördük" diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise, halbuki bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı vaki ve hilâf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?

Elcevap: Onlar ehl-i hak ve hakikattirler, hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rüya gibi rüyetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, "asfiya" denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, kitap ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.


13-Vahdet-i vücut'un kainat hesabına ALLAH'ı inkar etmeye çıktığının itirafı.(S: 84)

İşte şu meşrep sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârâne bir şuhuda mazhar ise, vahdetü'l-vücuddan değil, belki vahdetü'ş-şuhuddan neş'et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ, ALLAH hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa, esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevağğıl ise, vahdetü'l-vücud demesi, kâinat hesabına ALLAH'ı inkâr etmeye kadar çıkar.



14-Said Nursî şeytanla karşılıklı münazara etmiş.(S: 299)

O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat'î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı.


17-Hz.Musa (s), Hz. Azrail(s)'ın gözüne tokat vurmuş iftirası.(S: 335)

"Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâmın gözüne tokat vurmuş, ilh." 1 meâlindeki hadise dair ehemmiyetli bir münakaşayı kaldırmak ve halletmek için yazılmıştır.

Eğirdir'de bir münakaşa-i ilmiye işittim. O münakaşa, hususan şu zamanda yanlıştır. Hattâ münakaşayı bilmiyordum. Benden de sual edildi. Muteber bir kitapta, hadis-i Şeyheynin ittifakına alâmet olan işaretiyle bir hadis bana gösterildi; "Hadis midir, değil midir?" sual edildi.

Ben dedim: Böyle muteber bir kitapta Şeyheyn hadisinin ittifakına hükmeden bir zâta itimad etmek lâzım. Demek hadistir. Fakat hadisin, Kur'ân gibi bazı müteşabihâtı var; ancak havass onların mânâlarını bulabilir. Şu hadisin zâhiri dahi, müşkülât-ı hadisin müteşabihat kısmından olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş; öyle kısa değil, belki böyle cevap verecektim:

Evvelâ: Bu çeşit mesâili münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki:

Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla birşey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var.

Saniyen: Sebeb-i münakaşa, eğer hadis ise, hadisin merâtibini ve vahy-i zımnînin derecâtını ve tekellümât-ı Nebeviyenin aksâmını bilmek lâzım. Avam içinde müşkülât-ı hadisiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde, avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir.

Madem şu mesele açılmış, medar-ı münakaşa edilmiş, biçare avâm-ı nasın zihninde sû-i tesir ediyor. Çünkü şu gibi müteşabih hadisleri aklına sığıştıramadığı için, eğer inkâr etse, dehşetli bir kapı açar; yani küçücük aklına sığışmayan kat'î hadisleri dahi inkâra yol açar. Eğer zâhir-i hadisin mânâsını tutarak öyle kabul edip neşretse, ehl-i dalâletin itirâzâtına ve "Hurafattır" demelerine yol açar. Madem bu müteşabih hadîse, lüzumsuz ve zararlı bir tarzda nazar-ı dikkat celb edilmiş ve bu çeşit hadisler çok varid olmuş. Elbette şüpheleri izale edecek bir hakikati beyan etmek lâzım gelir. Şu hadis kat'î olsun veya olmasın, o hakikati zikretmek gerektir.



18-Said Nursî'nin kitaplardan fal açarak kurtulmaya çareler araması gafleti.(S: 339)

Bundan otuz sene evvel, Eski Said'in gafil kafasına müthiş tokatlar indi, el-mevtü hakkun kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halâskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylânî RadıyALLAHu Anhın Fütuhu'l-Gayb namındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tefe'ülde şu çıktı:

“Ente fî dâril hikmeti fatlub tabîben yudâvî kalbeke”

Aciptir ki, o vakit ben Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye âzâsı idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta bendim. Hasta evvelâ kendine bakmalı; sonra hastalara bakabilir.

İşte, Hazret-i Şeyh bana der ki: "Sen kendin hastasın. Kendine bir tabip ara."

Ben dedim: "Sen tabibim ol." Tuttum, kendimi ona muhatap addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetliydi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum.

Fakat sonra, ameliyat-ı şifakârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcâtını dinledim, çok istifaza ettim.



19-Said Nursi yanına hıyanetle gelenleri yılan suretinde görüyormuş.(S: 344-345)

İhvanlarıma, medar-ı intibah bir hadise-i cüz'iyeye dair bir suale cevaptır.

Aziz kardeşlerim,

Sual ediyorsunuz ki: "Cami-i şerifinize, Cuma gecesinde, sebepsiz olarak, mübarek bir misafirin gelmesiyle tecavüz edilmiş. Bu hadisenin mahiyeti nedir? Neden sana ilişiyorlar?"

Elcevap: Dört Noktayı, bilmecburiye, Eski Said lisanıyla beyan edeceğim. Belki ihvanlarıma medar-ı intibah olur; siz de cevabınızı alırsınız.

BİRİNCİ NOKTA

O hadisenin mahiyeti, hilâf-ı kanun ve sırf keyfî ve zındıka hesabına, Cuma gecesinde kalbimize telâş vermek ve cemaate fütur getirmek ve beni misafirlerle görüştürmemek için bir desise-i şeytaniye ve münafıkane bir taarruzdur. Garaiptendir ki, o geceden evvel olan Perşembe günü tenezzüh için bir tarafa gitmiştim. Avdetimde, güya iki yılan birbirine eklenmiş gibi uzunca siyah bir yılan sol tarafımdan geldi, benimle arkadaşımın ortasından geçti. Arkadaşıma, o yılandan dehşet alıp korktun mu, diye sordum:

"Gördün mü?"

O dedi: "Neyi?"

Dedim: "Bu dehşetli yılanı."

Dedi: "Yok, görmedim ve göremiyorum."

"FesübhânALLAH," dedim. "Bu kadar büyük bir yılan ikimizin ortasından geçtiği halde nasıl görmedin?"

O vakit hatırıma birşey gelmedi. Fakat sonra kalbime geldi ki: "Bu sana işarettir, dikkat et."

Düşündüm ki, gecelerde gördüğüm yılanlar nev'indendir. Yani, gecelerde gördüğüm yılanlar ise, hıyanet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse, onu yılan suretinde görüyordum. Hattâ bir defa müdüre söylemiştim: "Fena niyetle geldiğin vakit seni yılan suretinde görüyorum; dikkat et" demiştim. Zaten selefini çok vakit öyle görüyordum. Demek, şu zâhiren gördüğüm yılan ise, işarettir ki, hıyanetleri bu defa yalnız niyette kalmayacak, belki bilfiil bir tecavüz suretini alacak.


22-Said Nursî'nin Ebu Talib için cehennem içerisinde özel bir cennet yaratılır iddiası.(S: 375-376)

Diyorsunuz ki: "Amcası Ebu Talib'in imanı hakkında esah nedir?"

Elcevap: Ehl-i teşeyyu', imanına kail; Ehl-i Sünnetin ekserîsi imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur:

Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib'in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir.



23-“Kur'an” kelimesinin ebcedini yaparak, Kur'an'ı asıl maksadından saptırıyor.(S: 415)

“Kur'an” kelimesi ebced hesabıyla bin üç yüz elli birdir. İçinde iki elif var; mahfî elif “elfün” okunsa, bin manasındaki elfün'dür. Demek, bin üç yüz elli bir senesine, sene-i Kur'aniye tabir edilebilir. Çünkü, lafzi “Kur'an”daki tevafukun sırr-ı acibi, Kur'an'ın tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında o sene göründü;…..



27-Said Nursi, Hz.Ali'ye iftira ediyor.(S: 446)

Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) nasıl ki,

….(Arapça bir metin)

diye birinci fıkrasıyla Yedinci Şuâya işaret etmiş. Öyle de, aynı fıkra ile "âlî bir tefekkürnâme ve tevhide dair yüksek bir mârifetname" namında olan Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem'aya dahi işaret eder….



28-Mutlaka Okuyun! (S: 448)

Hem madem Celcelûtiye'nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor.

Ve madem Kur'ân itibarıyla bu asır dehşetlidir ve Kur'ân hesabıyla Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hadisedir.

Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle Risale-i Nur Celcelûtiye'nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.

Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali'nin (r.a.) nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatleri ve kıymetleri var.

Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Siracü'n-Nur'dan, zâhir bir surette haber verdikten sonra, ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden sonra Mektuplardan, sonra Lem'alardan, risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali'nin (r.a.) işaret ettiğini ispat eylemiş.

Ve madem başta,

Bede' tü bismillah rûhî bihihtedet…

risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillâh Risalesine baktığı gibi, kasem-i câmi-i muazzamın âhirinde, risalelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem'alara ve Şuâlara, hususan bir âyetü'l-kübra-yı tevhid olan Yirmi Dokuzuncu Lem'a-i harika-i Arabiye ve risale-i esmâ-i sitte ve risale-i işarât-ı huruf-u Kur'âniye ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ ve Asâ-yı Mûsâ gibi, dalâletlerin bütün mânevî sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir mânâda Âyetü'l-Kübrâ namını alan risale-i harikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifade görünüyor.

Ve madem, birtek meselede bulunan emâreler ve karineler, meselenin vahdeti haysiyetiyle, emareler birbirine kuvvet verir, zayıf bir münasebetle bir tereşşuh dahi menbaına ilhak edilir.

Elbette, bu yedi adet esaslara istinaden deriz: Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) nasıl ki meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubat'tan bir kısmına ve Lem'alardan en mühimlerine tertiple bakmış. Öyle de, “ bi esmaikel hünsâ ecirnî mineşşeteti”

cümlesiyle Otuzuncu Lem'aya, yani müstakil Lem'alardan en son olan Esmâ-i Sitte Risalesine tahsin ederek bakıyor ve “ hurûfun lebihrâmin alet ve teşâmehat” kelâmıyla dahi Otuzuncu Lem'ayı takip eden İşarât-ı Huruf-u Kur'âniye Risalesine takdir edip işaretle tasdik ediyor.

“Bi ismu âsâ Mûsâ bihizzulme tun celet” kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve imanın elinde Âsâ-yı Mûsâ gibi harikalı en kuvvetli burhan olan mecmua risalesini senâkârâne remzen gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden bilâperva hükmediyoruz ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) hem Risale-i Nur'dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mânâ-yı hakikî ve mecazî ile işârî ve remzî ve îmâî ve telvihî bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa, işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi kalmaz zannediyorum.
Mektubat, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, Almanya Baskısı Ocak 1994
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ

7


images




Siracu’n-Nûr


Said Nursî'nin zehirlendiği anı ebcedle tahlil şaşkınlığı.(S: 172)

[Bu fıkra, resmi me'murlann ellerine bir casusun eliyle geçtiği için buraya girdi.]

Ramazan-ı Şeriften bir gün evvel gizli zındık düşmanlarım tarafından olduğunu kuvvetli ihtimal verdiğimiz ve doktorun tasdikiyle bir zehirlenmek hastalığıyla hararetim kırk dereceden geçmeğe başlamışken Kastamonu'da adliye müdde-i umumileri ve taharri komiserleri menzilimi taharri etmeğe geldiler. Ben o dakikadan sonra başıma gelen dehşetli taarruzu bir hiss-i kable'l vuku' ile anlayarak ve şiddetli zehirli hastalığım dahi beni ölüme götürüyor diye İsparta vilayetinde kıymettar kardeşlerimin kucaklarında teslim-i ruh edip o mübarek toprağa defnolmamı kalben niyaz ettim.

Hizbü'l Ekber-i Kur'an'ı açtım. Birden bu ayet-i kerime karşıma çıktı. "Bana bak" dedi. Ben de baktım, üç kuvvetli emare ile bana ve bize teselli veriyor. Şimdi başımıza gelen bu musibeti hiçe indirdi. Ve İsparta'ya mevkuf ane beşinci nefyimi o kalbî duamın kabul olmasına delil eyledi.

Birinci emare: Şeddeler sayılır, hesab-ı ebced ile binüçyüzaltmışiki ederek bu sene arabi aynı tarihine tevafuk edip manasıyla der: "Sabreyle, başına gelen kaza-yı Rabbaniye teslim ol. Sen inayet gözü altındasın. Merak etme. Gecelerde tesbihat ve tahmidata devam eyle."

Tahlil: Üç ra altıyüz; dört nun ikiyüz; bir sin bir mim yüz; bir sad bir Fe bir mim ikiyüzon; dört kef bir Ayn yüzelli;-üç ha bir vav bir ye kırk; bir lam dokuz be bir dal bir vav dört elif altımışiki eder. Yekûnu binüçyüzaltmışiki ederek bu senenin aynı tarihine ve başımıza gelen musibetin aynı dakikasına tam tamına tevafuku kuvvetli bir emaredir.

ikinci emare: Bu ayetin manasını tam tamına hakkımda me'mûlümün çok fevkinde aynen müşahede ettim.

Üçüncü emare: Beyanına şimdilik lüzum olmadığından yazdırılmadı.

S a i d N u r s i


Said Nursi'nin Hz.Ali'ye "Kaside-i Celculitiye" iftirası.(S: 174-175)

Bu hâdise te'siriyle ben kendimi masum kardeşlerime nza-yı kalb ile feda etmeye kafi azm-u cezmettiğim ve çaresini fikren aradığım vakitte, "Cel-celûtiye"y\ okudum. Birden hatıra geldi ki, îmam-ı Ali RadıyALLAHü Anh: "Yâ Rab! Eman ver!" diye dua etmiş; inşâALLAH, bu duanın sırriyle selâmete çıkarsınız.

Evet Hazret-i Ali RadıyALLAHü Anh, "Kaside-i CeJceJûtiye"de iki suretle Risâle-i Nur'dan haber verdiği gibi, "Âyetü'lKübrâ Risâlesi"ne işareten:

der. Ve bu işarette îmâ eder ki:

l

"ÂyetülKübrâ" yüzünden ehemmiyetli bir musibet Risâle-i Nur talebelerine gelecek ve Âyetü'l Kübrâ" hakkı için o fecet ve "musibetten şâkirdlerine Eman ver, "diye niyaz eder, o risaleyi ve men-baını şefaatçi yapar. Ve "Âyetü'l Kübrâ Risâlesi"nin tab'ı bahanesiyle gelen musibet, aynen o remz-i gaybîyi tasdik etti.

Hem o kasidede, Risâle-i Nurun mühim eczalarına, tertibiyle işaretlerin hatimesinde, mukabil sahifede der:


Yâni: "İşte Risâle-i Nur'un sözleri, hurufları ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını topla ve mânalarını tahkik et. Bütün hayır ve saadet, onlarla tamam olur" der. "Hurufların manâlarını tahkik et" kari-

nesiyle meâni ifade etmiyen hecaî harfler murad olmadığına belki kelimeler manasındaki "Sözler" namıyle Risale-i Nur muraddır.



Hz.Ali'ye iftirada tarihte İbn-i Sebe, günümüzde Said Nursî.(S: 179)

Efendiler, Hâkimler!

Çok geniş, Risale-i Nur'a ait, İsparta müdde-i umumisinin hem mükerrer, hem intizamsız, hem muhtelif, hem çok suallerine karşı benim de Risale-i Nur'u müdafaa mecburiyetiyle böyle intizamsız ve parça parça ve bazen mükerrer ifadelerime, nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ederim.

Risale-i Nur'un kıymetini gösteren bazı hususi mahrem risaleler - ki, Kerâmet-i Aleviye ve Kerâmet-i Gavsiye ve Işârât-ı Kur 'aniye risaleleridir - elinize geçmek ihtimaliyle derim:

Bu mahkemenin, Risale-i Nur'a itiraz ve tenkid değil, onu müdafaa etmek bir vazifesi olduğunu iddia ediyorum. Evet, vahdet-i mesele cihetiyle, o mezkur üç mahrem risaleler, yüzer işârâtıyla Risale-i Nur'u tasdik ve hakkaniyetine imza basıyorlar. Bir davada bu kadar emareler şehâdet ettikleri halde, o dava çürütülmez.

Risale-i Nur'un arkasında otuzüç âyât-ı Kur 'aniye işar âtı ve Hazret-i İmam-ı Ali RadıyALLAHu Anh 'ın üç kerâmât-ı gaybiye ile ihbârâtı ve Gavs-ı A 'zam 'ın sarahate yakın şehâdeti var Ona hücum, bunlara hücumdur.



Said Nursi ayetin cifr-ebced hesabını yaparak Ku'an'ı suistimal ediyor.(S: 179-180)

Sorgu hâkimi beni isticvab için çağırdığı gün, ben kardaşlarımı nasıl mü-afaa edeyim diye düşünürken, Imam-ı Gazâlî'nin "Hizbü'l-Masun" unu açtım. Birden bu gelen âyetler nazarıma göründü:

Baktım ki; birinci âyet, (şeddeler sayılsa ve meddeler sayılmazsa âmenû daki "Vav" dahi meddedir) makam-ı cifrî ve ebcedisi binüçyüz altmışiki (1362) eder ki, tam tamına bu senenin hicrî aynı tarihine ve bizim mü'min kardaşlarımızı müdafaaya azmetiğimiz aynı zamanına, hem mânâsı, hem makamı tevafuk ediyor. "Elhamdülillah, dedim. Benim müdafaama ihtiyaç bırakmıyor." Sonra hatırıma geldi ki: "Netice ne olacak?" diye merak ettim, gördüm: ALLAHu hafîzun Alîm..Tûbâ Lehum deki cümle(tenvin sayılmak şartıyla) makam-ı cifrisi aynen binücyüzaltmışiki(1362), eğer bir medde sayılmazsa binüçyüzaltmış üç (1363) eder. (Eğer o medde dahi sayılsa) tam tamına hıfz-ı İlâhî'ye pek çok muhtaç olduğumuz bu zamana ve bu senenin ve gelecek senenin hicrî aynı tarihine tevafuk ederek, bir seneden beri büyük bir dairede ve geniş bir sahada, aleyhimize ihzar edilen dehşetli bir hücûmkarsısında. mahfuziyetimize te'minat ile teselli veriyor.


Bu başlık Kur'an'a ve onun ilk katiplerine bir iftiradır.(S: 203)


[Elmas kalemli, ahun başlı mu'çizdi Kur'an'm katibi Hüsrev'in mutabık bir fıkrasıdır.]



Risale-i Nur'un kerameti ve ilişenlere belalarınsel gibi geldiği yalanı.(S: 203-4)

Risâle-i Nur'un kerametlerindendir ki: Üstadımız (R.A.) çok defa Risâle-i Nur'da "Ey mülhidler ve ey zındıklar Risâle-i Nur'a ilişmeyiniz. Eğer ilişirseniz yakından sizi bekleyen belâlar sel gibi başınıza yağacaktır" diye on seneden beri kerratla söylüyorlardı. Bu hususta şahid olduğumuzfelâketlerden:
Birincisi: Dört sene evvel Erzincan'da ve izmir civarında vukua gelen hareket-i arz olmuştur. O vakitler münafıklar desiselerle İsparta mıntıkasın-da Sav ve Kuleönü ve civarı köylerdeki Risâle-i Nur Talebelerine iliştiler. Otuz kırk kadar Risâle-i Nur Talebelerini camiye gitmiyorsunuz, takke giymiyorsunuz, tarikat dersi veriyorsunuz diye mahkemeye sevketmişlerdi. Cenab-ı Hak İzmir civarını ve Azerileri ve civarındaki halkı dehşetler içindebırakan zelzelelerle Risale-i Nur'un bir vesile-i def-i belâ olduğunu gösterdi. Bu zelzeleden sonra mahkemeye sevkedilmiş olan o kardeşlerimizin hepsi beraat ettirilerek kurtulmuşlardı.

İkincisi: Yine vakit vakit Risale-i Nur Talebelerinin arkalarında koşmakta devam eden mülhidler, Hatt-ı Kur'ânla çocuk okuttuklarını bahane ederek İsparta'da müteveffa Mehmed Zühdü ile Sav karyesinden müteveffa Hafız Mehmed isminde iki Risale-i Nur Talebesine hücum etmişler. Çocuklar bu iki kardeşimizin evlerinden alman Risale-i Nur cezalarıyla birlikte mahkemeye sevkedilmiş. Merhum Mehmed Zühdü para cezasıyla mahkum edilmek istenilmiş. Merkez-i Erbaa ve Tokat'ta vukua gelen ikinci bir korkunç zelzele ile Cenab-ı Hak, Risale-i Nur bir vesile-i def-i belâ olmakla şakirdlerine yardım ederek Üstadlarının verdiği haberin sıhhatini tasdik etmek için o kardeşimizi beraat ettirmiştir.


Tasavvufa göre keşif inancı İslam'a iftiradır.(S: 215)

Bir de cifir ve ebced heskardeşrı, değil yalnız Muhyiddin-i Arabî gibi dahi muhakkiklerin, belki ekser edibler ve ulemâların hususan ehl-i keşfin ma beyninde câri bir medar-ı istihraç ve esrardır.


Kur'an sana Said demiş iftirası.(S: 250-251)

Madem ki Kur'an sana Said ( ) demiş... Elbette sen saidsin hem ismin ve hem resmin saiddir. Madem ki, Kur'an sana Said ()demiş... Elbette hem için temiz ve tahir, hem de dışın.
Madem ki, Celcelutiyye sana Bedi' demiş. Bundan daha güzel medh ve bundan daha a'lâ ve ezka bir vasıf mı olur. Sen böyle nişanlar ve ihsanlarla, bu asrın bir hidayet serdarısın. Bizler senin kadrini ve bu kıymetini bilemedik. Senin büyük kadrini ve şanını gelecek olan asırlar takdir edip, asıl menkıbe ve mersiyyeni yine onlar yazacaklar.


Kur'an'da (Said), hadiste (Seyyid) yalanı.(S: 255)

Deriz hep, diye cümleten cevap verip, oradan başlarımız ve parmaklarımız üstünde, yalınayak ve baş açık, arz-ı Hicazı velveleye ve dehşete salan tekbir ve tehlil sadaları ve meleklerinde çıkardığı yas ve matem sesleriyle, Medine-i Resulullah'a ve Ravza-i Mutahhara'ya varalım
İşte emanetin, işte Risale't-ün Nur'un kahramanı, işte Kur'an'da (Said) ve Hadiste (Seyyid) diye söylenen mübarek Üstadımız diyerek, seni Fahr-i Âleme sunalım.

Siracu’n-Nûr, Said Nursi, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1988


Sözler


Tarihte Said Nursî gibi kendisiyle övünen bir kişi daha zor bulunur.(S: 141)

Saniyen: Madem Risale-i Nur, bu mucize-i kübrânın elinde bir elmas kılıç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur'âniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me'hazı ve mercii olmayan ve bir mucize-i mâneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor. Ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış. Ve dalâletin en sert, kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi ile parça parça etmiş. Ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Mûsâ' daki Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş.


Onbeş senelik ilmi beş-on haftada temin ettiği iddiası.(S: 141)

Elbette bize lâzım ve millete elzemdir ki, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususî dershaneler açılmaya izin verilmesine binaen, Nur şakirtleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük birer dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. İman hakikatlerinin izahı olduğu için hem ilim, hem marifetullah, hem huzur, hem ibadettir.

Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaALLAH Nur medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.



Risale-i Nur'un neşrine çalışmanın geçmiş günahlara kefaret olacağı yalanı.(S: 141)

Hem hükümet, bu millet ve vatanın hayat-ı dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faydası bulunan bu Kur'ân lemeatlarına ve Kur'ân dellâlı olan Risâle-i Nur'a değil ilişmek, belki tamamiyle terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki; geçen dehşetli günahlara kefaret ve gelecek şiddetli belâlara ve anarşiliğe karşı bir set olabilsin.

Evliyanın ve ölenlerin ruhları semaya gider uydurması.(S: 163)

Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semaya gider. Öyle de, ağırlıklarını bırakan ervâh-ı enbiya ve evliya veya cesetlerini çıkaran ervâh-ı emvat, izn-i İlâhî ile oraya giderler. Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler. Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve lâtif bir kısım sekene-i arz ve hava, semaya gidebilirler.


Said Nursi veli ve abdal dediği kimselere olağanüstü sıfatlar vererek ALLAH'a iftira ediyor.(S: 178-9)

Hattâ, evliyadan, ziyade nuraniyet kesb eden ve abdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş.

Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler ayna olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı ayna hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde bir vasıta-i seyir ve seyahat suretine geçerler. Ve o ruhanîler, hayal sür'atiyle o merâyâ-yı nazifede, o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.Madem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyet nimnuranî masnular, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken pek çok yerlerde bulunabilirler. Mukayyet bir cüz'î iken mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz'î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler.


Said Nursi tüm yaratılmışların zikrini anlıyormuş.(S: 143)

Eğer o yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git, fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. "Ne diyorsunuz?" de. Elbette "Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr" dediklerini işiteceksin.

Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. "Ne diyorsunuz?" de. Elbette "Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyecekler.

HAŞİYE Hattâ birgün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: "Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?" Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi, sarih bir surette "Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyerek, güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı.
Aklıma geldi: "Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?" Sonra, sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil; fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette hırhırları arkasında "Yâ Rahîm" fark edilir. Git gide hırhırları, mırmırları aynı "Yâ Rahîm" olur; mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel "Yâ Rahîm" çeker. Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, "Bir derece işitiyoruz" dediler.
Sonra kalbime geldi: "Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir? Ve niçin insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar?"
Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit, hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilâfına olarak esbabı bırakıp, yalnız kendi Hâlık-ı Rahîminin rahmetini kendi âleminde ilân ile, nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve "Yâ Rahîm" nidâsıyla, kimden medet gelir ve kimden rahmet beklenir, esbapperestlere ihtar ediyorlar.



Batın alimlerine göre Kur'an baştan sona gaybî ihtarlardır iddiası.(S: 369)

İKİNCİ ŞAVK : İstikbale ait ihbârât-ı gaybiyesidir. Şu kısım ihbârâtın çok envâı var. Birinci kısım hususîdir. Bir kısım, ehl-i keşif ve velâyete mahsustur. Meselâ, Muhyiddin-i Arabî Elif lam mim ğulibetirrûm Sûresinde pek çok ihbârât-ı gaybiyeyi bulmuştur. İmam-ı Rabbânî, sûrelerin başındaki mukattaât-ı hurufla çok muamelât-ı gaybiyenin işaretlerini ve ihbârâtını görmüştür ve hâkezâ... Ulema-yı bâtın için, Kur'ân baştan başa ihbârât-ı gaybiye nev'indendir. Biz ise, umuma ait olacak bir kısmına işaret edeceğiz. Bunun da pek çok tabakatı var; yalnız bir tabakadan bahsedeceğiz.



Keşif sahibi kimselerin ölenlerin ruhları ile temasları, onları görmeleri yalanı.(S:476-477)

Ruh, katiyen bâkidir. Birinci Maksattaki melâike ve ruhanîlerin vücutlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu meselemiz olan beka-i ruha dahi delildirler. Bence mes'esele o kadar kat'îdir ki, fazla beyan abes olur. Evet, şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, burhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Had ve hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfü'l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avâmın da onlarla muhabereleri ve umumun da rüya-yı sâdıkada onlarla münasebet peydâ etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde adeta beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî birşeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izale için, hads-i kalbînin ve iz'ân-ı aklînin pek çok menbalarından bir mukaddime ile dört menbaına işaret edeceğiz.



Ruhlar aleminde ölmüş insanların ruhlarının ruhlarının bizimle ilişkileri vardır yalanı.(S:478)

…öyle de, şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta, ölmüş, vefat etmiş insanların ervâhı pek çok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor; onların nuranî feyizleri de bizlere geliyor…


Herbir veli kalbiyle şimşek cismiyle yerden arşa, arştan yere gidip gelebilir yalanı.(S: 520)

Herbir insan, aklıyla, hayal sür'atinde seyeranı; herbir velî, kalbiyle berk sür'atinde cevelânı; ve cism-i nuranî olan herbir melek, ruh sür'atinde Arştan ferşe, ferşten Arşa deveranı; ehl-i Cennetin insanları, burak sür'atinde, haşirden beş yüz sene fazla mesafeden Cennete çıkmaları olduğu gibi, nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha lâtif ve emvâtın ruhlarından ve melâike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan ruh-u Muhammediyenin (a.s.m.) hadsiz vezâifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (a.s.m.), elbette onun ruh-u âlisiyle Arşa kadar beraber gidecektir

Sözler, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, Almanya Baskısı Mart 1994
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ

8


images
saitrq1.jpg


Şualar


1-Risale-i Nur'un bazı risalaleri ihtiyarsız yazılmız.(S: 151)

Bu Risalenin mahall-i zuhuru olan şu memleket muhitinde Risaletü'n-Nurun şâir risaleleri bulunmadığından ve ihtiyarsız olarak burada te'lif edildiğinden, Âyetü'l-Kübra gibi risalelerde, zahiri; bir tekrar suretinde başka Sözler'in ve Lem'alar'ın bir kısım mühim mes'eleleri zikredilmiş ve buralardaki şâkirdlere nisbeten herbiri birer küçük Risaletü'n-Nur hükmüne geçmek hikmetiyle böyle yazdırılmış.


2-Said Nursi'nin yazdığı kitaplarda tevafuk (rast gelme) araması hastalığı.(S: 151)

Bu müsveddenin birinci tebyizi bir mübarek zât tarafından oldu. O zâtın tevâfukdan haberi yokken yazdığı nüshada, kayda lâyık şöyle lâtif ve manidar bir tevâfuk gördük ki: O nüshanın satırları başında "Elifler altıyüz altmışaltı olarak yazılmıştır. Bu hâl ise, Hazret-i İmam-ı Ali (RadiyALLAHu Anh) tarafından bu hususi risaleye verilen Âyetü'l-Kübra namının cifrî ve ebcedi makamı olan altıyüz altmışaltı adedine tam tamına muvafakati ve mutabakatı ile, bu risalenin bu nâma liyakatini gösterir. Hem âyât-ı Kur'aniyenin adedi olan altıbin altıyüz altmışaltı'mn dört mertebesinden üç mertebesine tevâfuku dahi, bu risalenin, âyâtın bir lem'ası olduğuna bir işarettir diye telâkki ettik.


3-Güvercinler Said Nursi'yi ziyarete geliyormuş.(S: 236)

Haddimden yüz derece ziyade olan bu mektup muhteviyatını tevazu ile reddetmek bir küfran-ı nimet ve umum şâkirtlerin hüsn-ü zanlarına karşı bir ihanet olması ve aynen kabul etmek bir gurur, bir enâniyet ve benlik bulunması cihetiyle, umum namına Risale-i Nur kâtibinin yazdığı bu uzun mektubu, on üç fıkraları ilâve edip, hem bir şükr-ü mânevî, hem gururdan, hem küfran-ı nimetten kurtulmak için size bir suretini gönderiyorum ki, Meyvenin On Birinci Meselesinin âhirinde "Risale-i Nurun Isparta ve civarı talebelerinin bir mektubudur" diye ilhak edilsin. Ben bu mektubu, bu tâdilât ile yazdığımız halde, iki defa bir güvercin yanımızdaki pencereye geldi. İçeriye girecekti. Ceylân'ın başını gördü girmedi. Birkaç dakika sonra başkası aynen geldi. Yine yazanı gördü, girmedi. Ben dedim: "Herhalde evvelki serçe ve kuddüs kuşu gibi müjdecileridir. Veyahut bu mektup gizli müteaddit mektupları yazdığımızdan, mübarek mektubun tâdili ile mübarekiyetini tebrik için gelmişler" kanaatimiz geldi.

Said Nursî


4-Bir şakirdin sapık inanç şekli.(249-250)

Eskişehir mahkemesinde makam-ı iddianın nasılsa bir sehiv neticesi, Risale-i Nurun iman derslerine "Halkları ifsad ediyor" gibi bir tâbir ve sonradan o tâbirden vazgeçtiği halde, Risale-i Nur şakirtlerinden Abdürrezzak nâmında bir zat mahkemeden bir sene sonra demiş:

"Hey bedbaht! Otuz üç âyât-ı Kur'âniye işârâtının takdirine mazhar ve İmam-ı Ali'nin (r.a.) üç kerametinin ihbar-ı gaybîsiyle ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) kuvvetli bir tarzda ihbarıyla kıymet-i diniyesi tahakkuk eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiç kimseye hiçbir zarar vermemesiyle beraber binler vatan evlâdını tenvir ve irşad eden ve imanlarını kuvvetlendiren ve ahlâklarını düzelten Risale-i Nur'un irşadlarına 'ifsad' diyorsun. ALLAH'tan korkmuyorsun, dilin kurusun!" demiş.

Şimdi, bu şakirdin haklı olarak bu sözünü makam-ı iddia gördüğü halde, "Said, etrafına fesat saçmış" tabirini insafınıza ve vicdanınıza havale ediyorum.


5-Said Nursi'nin zıvanadan çıkması ve Hz.Ali'ye iftiraları.(S: 260-261)

Evet, Hazret-i Ali RadıyALLAHu Anh, Kaside-i Celcelûtiyede iki suretle Risale-i Nur'dan haber verdiği gibi, Âyetü'l-Kübrâ risalesine işareten: "Ve bil Âyetü'l-Kübrâ eminnî minel fecet” der. Bu işarette îma eder ki, Âyetü'l-Kübrâ yüzünden ehemmiyetli bir musibet Risale-i Nur talebelerine gelecek ve "Âyetü'l-Kübrâ hakkı için o fecet ve 'musibetten şakirtlerine aman ver" diye niyaz eder, o risaleyi ve menbaını şefaatçi yapar. Evet, Âyetü'l-Kübrâ risalesinin tab'ı bahanesiyle gelen musibet, aynen o remz-i gaybîyi tasdik etti.

Hem o kasidede, Risale-i Nur'un mühim eczalarına tertibiyle işaretlerin hâtimesinde, mukabil sayfada der:

Ve tilke hurûfunnûri fecme' havâssahâ-ve haqqıq meânîhâ bihel hayru tümmimet

Yani, "İşte, Risale-i Nur'un sözleri, hurufları ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını topla ve mânâlarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet onlarla tamam olur" der. "Hurufların mânâlarını tahkik et" karinesiyle mânâyı ifade etmeyen hecaî harfler murad olmayıp, belki kelimeler mânâsındaki "Sözler" namıyla risaleler muraddır.


6-Kapını kendi kendine açılıp kapanması yalanı.(S: 265)

Size dün yazdığım lâtifenin üç zerafeti var:

Birincisi: İstikbalde gelecek mübarek heyetin şahs-ı mânevîsinin bir mümessili olmasından, o şahs-ı mânevînin sırrıyla ve bereketiyle sürgülü kapı kendi kendine açıldığı gibi, yine o tahakkuk edip vücuda gelmiş mübarek heyetin bir mümessilinin on sene sonra yarım dakika benimle görüşmesi sebebiyle bana hiddet edildi. Ben de hiddet ettim, "Kapıları kapansın!" tekrar eyledim. Aynı günün gecesinin sabahında-hiç vuku bulmamış-kendi kendine nöbetçilerin kapıları kapandı, iki saat açılmadı.



7-Said Nursi kitaptan fal açarak teselli buluyor.(S: 266-7)

İki gün evvel sorgu hâkimi beni çağırdığı vakit, ben kardeşlerimi nasıl müdafaa edeyim diye düşünürken, İmam-ı Gazâli'nin Hizbü'l-Masûn 'unu açtım. Birden bu âyetler nazarımda göründü:

İnnellahe yudâfiu …..

Baktım ki: Birinci âyet, şeddeler sayılsa ve meddeler sayılmazsa âmenû daki "Vav" dahi meddedir) makam-ı cifrîsi ve ebcedîsi bin üç yüz altmış iki (1362) eder ki, tam tamına bu senenin aynı tarihine ve bizim mü'min kardeşlerimizi müdafaaya azmettiğimiz zamana, hem mânâsı, hem makamı tevafuk ediyor. Elhamdülillâh dedim, benim müdafaama ihtiyaç bırakmıyor.

Sonra hatırıma geldi ki: "Acaba netice ne olacak?" diye merak ettim. Gördüm:

[Allâhu hafîzun Alîm – Tûbâ lehum]

deki iki cümle, tenvin sayılmaz şartıyla, makam-ı cifrîsi aynen bin üç yüz altmış iki. Eğer bir med sayılmazsa, iki, eğer sayılsa üç eder. Tam tamına hıfz-ı İlâhiyeye pek çok muhtaç olduğumuz bu zamanın, bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihine tevâfuk ederek, bir seneden beri büyük bir dairede ve geniş bir sahada aleyhimize ihzar edilen dehşetli bir hücum karşısında mahfuziyetimize teminat ile teselli veriyor. Risale-i Nur bu hadisede daha parlak fütuhatı hâkim dairelerde bulunmasından, şimdiki muvakkat tevakkuf bizi meyus etmez ve etmemeli. Ve Âyetü'l-Kübrâ 'nın tab'ı sebebiyle müsaderesi onun parlak makamına nazar-ı dikkati her taraftan ona celb etmesine bir ilânname telâkki ediyorum. Rabbenâ etmin lenâ nûranâ veğfirlenâ âyetini şimdi okudum. veğfirlenâ cümlesi tam tamına bin üç yüz altmış iki eder. Bu senenin aynı tarihine tevafuk eder ve bizi çok istiğfara davet ve emreder ki, nurunuz tamam olsun ve Risale-i Nur noksan kalmasın.


8-Said Nursi ayetleri kendine reklam için kullanıyor.(S: 270)

Aziz kardeşim, ve hasira hunâlikel kâfiru Bu âyet dahi vel asri innel insane lefî husrin işaretine işaret eder ki, kâfirlerin bu kadar tahribatları ve harpleri faydasız ve hasâret içerisinde ayn-ı zarar oldu. vel asri işaretinde Risale-i Nur'a bir îma bulunması remziyle, bu âyet dahi remzen bin üç yüz altmış Rûmî tarihi olan bu senede münafıklar ve küfre düşenler Risale-i Nur'a ilişecekler, fakat hasâret ederler. Çünkü zelzele ve harp gibi belâların ref'ine bir sebep Risale-i Nur'dur. Onun tatili (durdurulması) belâları celb eder diye bir gizli îma olabilir. - Said Nursî

9-Said Nursi bir kafiri mürşid yapıyor!(S: 279-280)

Bir zaman, müslim olmayan bir zat, tarikatten hilâfet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zat ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: "İşte beni anladın." O da dedi: "Madem senin irşadınla bu makamı buldum; seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım" diye Cenâb-ı Hakka yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış. Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor.



10-Risale-i Nur için uydurulmuş faydalar.(S: 283)

Aziz kardeşlerim,

Bu fecirde, birden bir fıkra ihtar edildi. Evet, ben de Hüsrev'in zelzele hakkında tafsilen yazdığı keramet-i Nuriyeyi tasdik ederim ve kanaatim de o merkezdedir. Çünkü Risale-i Nur ve şakirtlerine dört defa şiddetli taarruzların aynı zamanında dört defa dehşetli zelzelenin hücumu tam tamına tevafukları tesadüfî olmadığı gibi, Risale-i Nur'un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu'nun sair yerlere nisbeten âfâttan mahfuz kalmaları ve Sûre-i Ve'l-Asr işaretiyle, âhirzamanın en büyük bir hasâret-i insaniyesi olan bu İkinci Harb-i Umumîden, çare-i necat ise iman ve amel-i salih olmasından, Risale-i Nur'un Anadolu'nun her tarafında iman-ı tahkikîyi neşri zamanına Anadolu'nun fevkalâde olarak bu hasâret-i azîme-i harbiyeden kurtulması tam tamına tevafuku dahi tesadüfî olamaz. Hem Risale-i Nur'un hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanında gelen şefkat veya hiddet tokatlarının yüzer vukuatları tam tamına tevafukları tesadüfî olmadığı gibi, Risale-i Nur'a hüsn-ü hizmet edenlerin hemen hemen bilâistisna maişetinde vüs'at ve bereket kalbinde meserret ve rahat görmelerinin binler hadiseleri dahi tesadüfî olamaz.


11-Risale-i Nura ilişenler deprem ile cezalandırılıyor iddiası.(S: 284)

İşte Bediüzzaman'ın uzun senelerden beri "Zındıklar Risale-i Nur'a dokunmasınlar ve şakirtlerine ilişmesinler. Eğer dokunurlarsa ve ilişirlerse, yakınında bekleyen felâketler, onları yüz defa pişman edecek" diye Risale-i Nur ile haber verdiği yüzler hadisat içinde, işte zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört hakikatli felâket daha... Cenâb-ı Hak bize ve Risale-i Nur'a taarruz edenlerin kalblerine iman, başlarına hakikati görecek akıl ihsan etsin. Bizi bu zindanlardan, onları da felâketlerden kurtarsın. Âmin. – Hüsrev


12-Hafız Ali, Said Nursi'nin yerine ölmüş!(S: 288)

Ben merhum Hâfız Ali'yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. Eski zamanlarda bazen böyle fedakâr zâtlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti.


13-Said Nursi berzah alemini gördüğünü sanıyor.(S: 288-9)

Medar-ı hayrettir ki, ben şimdi onun mânevî, belki maddî hayatıyla âlem-i berzaha gitmesi cihetiyle, o âleme gitmek için bende bir iştiyak zuhur etti ve ruhuma başka bir perde açıldı. Nasıl ki buradan Isparta'daki kardeşlerimize selâm gönderip muarefe, muhabere ile sohbet ediyoruz. Aynen öyle de, Hâfız Ali'nin tavattun ettiği âlem-i berzah, nazarımda Isparta, Kastamonu gibi olmuş.



14-Said Nursi ölmüş kişi ile rabıta kuruyormuş.(S: 289)

Hattâ bu gece, mesmuatıma göre, buradan birisi oraya gönderilmiş (vefat etmiş) . On defadan ziyade teessüf ettim. "Niçin Hâfız Ali'ye onunla selâm göndermedim?" Sonra ihtar edildi ki, selâm göndermek için vasıtalara ihtiyaç yok; kuvvetli rabıtası telefon gibidir. Hem o gelir, alır.


15-Risale-i Nur'un haylaz şakirtleri tokatladığı iddiası.(S: 291)

Risale-i Nur'un Gençlik Rehberinde ve Meyve Risalesindeki beş meselesinin, haylaz gençlerde dokuz tokadı Risale-i Nur'un bir lâtif kerameti olduğunu o gençler dahi tasdik ediyorlar.

Birincisi: Bana hizmet eden Feyzi. Ona bidayette dedim: "Sen Meyvenin bir dersinde bulundun, haylâzlık yapma." O yaptı, birden tokat yedi, bir hafta eli bağlı kaldı.

Evet, doğrudur. Feyzî

İkincisi: Bana hizmet eden ve Meyveyi yazan Ali Rıza. Bir gün, yazdığını ona ders verecektim. O, haylâzlığından yemek pişirmek bahanesiyle gelmedi, birden tokat yedi. O vakit onun tenceresi sağlamken, dibi yemeğiyle beraber tamamen düştü.

Evet, doğrudur. Ali Rıza

Üçüncüsü: Ziya, Meyvenin gençliğe ve namaza dair meselelerini kendine yazdı, namaza başladı. Fakat haylâzlık yaptı, namazı ve yazıyı bıraktı. Birden, o vakitte tokat yedi. Hilâf-ı âdet ve sebepsiz, başı üstündeki sepeti ve elbiseleri yandı. O kadar kalabalık içinde yanıncaya kadar kimse farkında olmaması, kasdi bir şefkat tokadı olduğunu gösterdi.

Evet, doğrudur. Ziya

Dördüncüsü: Mahmud. Ona Meyveden gençlik ve namaz meselelerini okudum ve dedim: "Kumar oynama, namaz kıl." Kabul etti. Fakat haylâzlık galebe etti, namaz kılmadı ve kumar oynadı. Birden, hiddet tokadını yedi. Üç dört defada daima mağlûp olup fakir haliyle beraber kırk lira ve sakosunu ve pantolonunu kumara verdi, daha aklı başına gelmedi.

Evet, doğrudur. Mahmud

Beşincisi: On dört yaşında Süleyman namında bir çocuk, ziyade haylâzlık yapıp başkalarının da iştahlarını açıyordu. Ona dedim: "Uslu dur. Namazını kıl. Senden büyük haylâzların içinde bu halin sana tehlike getirir." O, namaza başladı, fakat yine namazı terk ve haylâzlığa girdi. Birden tokat yedi. Uyuz illetine müptelâ oldu, yirmi gündür yatağında yatmaya mecbur oldu.

Evet, doğrudur. Süleyman

Altıncısı: Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıya yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben, hiddet ettim, çıktım. Gördüm ki, hilâf-ı âdet, Ömer'dir. Ben de hilâf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilâf-ı âdet olarak Ömer başka hapse gönderildi.

Yedincisi: Hamza namında, on altı yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor, başkalarının da iştahlarını açıyor, haylâzlık ediyordu. Ona dedim: "Böyle yapma, tokat yiyeceksin." Birden, ikinci gün bir eli yerinden çıktı, iki hafta azabını çekti.

Evet, doğrudur. Hamza


16-Nurcular Hz.Ali'yi emellerine alet ediniyorlar.(S: 316)

Hem bu memlekete maddî ve mânevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı Kur'âniyenin işârâtıyla ve İmam-ı Ali RadıyALLAHu Anhın üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) kat'î ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur; bizim âdi ve şahsî kusurlarımızla mes'ul olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddî, hem mânevî, telâfi edilmeyecek derecede zarar olacak.



17-Bir nurcunun Risale-i Nur'a iltifatları.(S: 384)

"Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili ve hakkın ilhamı olup onun izniyle yazıldığına şüphe yok... Ben kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur'ânîyim. Bir lâyemutun eserinden fışkıran kerametli bir Nurum... Sen çok feyizli ve rahmetli bir hak kitapsın.



18-ALLAH katran ağacının dalları arasında Nursi için ekmek yarattıyor yalanı.(S: 410)

Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kâfi geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: "Git, ekmek getir." İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. "Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum" dedi. Ben de dedim: "Tevekkelnâ alâllah, kal."

Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız vardı. Dedim: "Kardeşim, bir parça çay yap."

O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: "Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak bize rızık verdi."

O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfi geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddîkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.


19-Said Nursi kedilerin zikrini işitiyormuş.(S: 411)

Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi.

İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; veya hizmet-i Kur'âniyeye bir ikramdır; veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahut: “Ya Rahim,Ya Rahim” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dinlesen, "Yâ Rahîm, yâ Rahîm" çektiklerini anlarsın.


20-Risale-i Nur'un ağlaması ile yer titrer, hava ağlar yalanı.(S: 424)

Pek çok tecrübelerle ve hadiselerle kat'î kanaat verecek bir tarzda, Risale-i Nur'un ağlamasıyla ya zemin titrer veya hava ağlar. Gözümüzle çok gördüğümüz ve kısmen mahkemede dahi ispat ettiğimiz gibi, tahminimce bu kış emsalsiz bir tarzda, yaz gibi bidayette gülmesi, Risale-i Nur'un perde altında teksir makinesiyle gülmesine ve intişarına tevafuku; ve her tarafta taharri ve müsadere endişesiyle tevakkufla ağlamasına, birden bire kış dehşetli hiddeti ve ağlamasıyla tetabuku kuvvetli bir emaredir ki, hakikat-i Kur'âniyenin bu asırda parlak bir mucize-i kübrâsıdır, zemin ve kâinat onun ile alâkadar...


21-Bazı evliyaların Said Nursi kılığında göründüğü yalanı.(S: 425)

Bir zaman meşhur bir allâmeyi, harbin müteaddit cephesinde cihada gidenler görmüşler, ona demişler. O da demiş: "Bana sevap kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler."


22-Said Nursi'nin aynı anda birkaç yerde görüldüğü yalanı.(S: 425)

Aynen bunun gibi, Denizli'de camilerde beni gördükleri, hattâ resmen ihbar edilmiş ve müdür ve gardiyana aksetmiş. Bazıları telâş ederek, "Kim ona hapishane kapısını açıyor?" demişler. Hem burada dahi aynen öyle oluyor.

Şualar, Said Nursi, Sözler Yayınevi, İstanbul 1992
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ

9


2wx8.jpg


Tarihçe-i Hayat

Said Nursi'ye gördüğü bir rüyada Hz.Peygamber soru sormamak şartıyla Kur'an ilmi öğretileceğini müjdelemiştir yalanı.(S: 30)

Nurşin'de bir müddet kaldıktan sonra Hizan'a döndü. Sonra medrese hayatını terk ederek, pederinin yanına geldi ve bahara kadar evde kaldı. O sırada şöyle bir rüya görür:
Kıyamet kopmuş, kainat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber Aleyhissalatü Vesselamı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet Sırat Köprüsünün başına gidip durmak hatırına gelir. "Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim" der ve Sırat Köprüsünün başına gider. Bütün peygamberan-ı izam hazeratını birer birer ziyaret eder; Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar olunca uyanır.
Artık bu rüyadan aldığı feyiz, tahsil-i ilim için HAŞİYE 2 büyük bir şevk uyandırır.

HAŞİYE 2
Tarihçe-i hayatında yazılmamış o rüyada mazhar olduğu bir hakîkati sonradan şöyle anladık ki:
Molla Said Hazret-i Peygamberden ilim talebinde bulunmasına karşılık, Hazret-i Resûl-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, ümmetinden sual sormamak şartıyla ilm-i Kur'an'ın talim edileceğini tebşîr etmişler. Aynen bu hakîkat, hayatında tezahür etmiş; daha sabavetinde iken bir allame-i asır olarak tanınmış ve katiyen kimseye sual sormamış, fakat sorulan bütün suallere mutlaka cevap vermiştir.


Bir yenilik yapmak için ilim ve fennin özünü üç ayda öğrenmiştir yalanı.(S: 31)

Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcud bulunan îcad ve teceddüd fikrini medrese usûllerinde göstermek ve bir teceddüd vücuda getirmek HAŞİYE ve bir sürü haşiye ve şerhlerle vakit zayi etmemekti. Bu sûretle, ale'l-usûl yirmi sene tahsili lazım gelen ulûm ve fünûnun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.

HAŞİYE
Yirmi üç senede telifi tamamlanan ve yüz otuz kitaptan müteşekkil Risale-i Nur adlı eserleriyle, ilm-i kelam sahasında bir teceddüd yaptığı görülmüştür.
Evet, kendisi, on beş sene tahsili lazım gelen ilmi üç ayda elde etmesi, gaybî bir işarettir ki: "Bir zaman gelecek, on beş sene değil, bir sene bile ilm-i îman dersini alacak medreseler ele geçmeyecek. İşte o zamanda müştaklara on beş senelik dersi on beş haftada ellere verebilecek Kur'anî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde bulunacak."



Said Nursi rüyasında adam öldürme emri alıyor.(S: 36)

Tillo'da iken, bir gece Şeyh Abdülkàdir-i Geylanî Hazretlerini (k.s.) rüyasında görür. Geylanî Hazretleri (k.s.) kendisine hitaben:
"Molla Said! Mîran aşîreti reisi Mustafa Paşaya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete davet ediniz; yaptığı zulümden vazgeçerek, namaza ve emr-i marufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz."


Şakirtler büyük kutbun himayesine muhtaç değildir safsatası.(S: 270)

Faşetmek hatırıma gelmeyen bir sırrı, faş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:
Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı manevîsi "ferîd" makamına mazhar oldukları için, değil husûsi bir memleketin kutbu, belki ekseriyetle Hicaz'da bulunan kutb-u azamın tasarrufundan hariç olduğu gibi onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskiden Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı Azam'da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, "ferdiyet" dahi bulunduğundan, ahirzamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.


Risale-i Nur kudsi bir eserdir iddiası.(S: 286)

….Cenab-ı Hak, Üstadımıza, Risale-i Nur'un telifinde öyle bir iktidar-ı bedî ihsan etmiştir ki; bu herkese nasip olacak hasletlerden değildir. O harika Nur Risaleleri, herbiri, gurbette, hastalık içinde, dağda, bağda, katipsiz, tahammülü müşkül gayet ağır şerait dahilinde, zahirî nice müşkülatlarla meydana gelmiş ve mü'minlerin imdadına yetişmiştir. Fakat, Cenab-ı Hakka şükrolsun ki, inayet-i İlahiye, harika bir tarzda Üstadımıza fevkalade muvaffakıyet ihsan etmiştir. İşte bu sırdandır ki, Cenab-ı Hak, ona kainatı bir kitab-ı semavî ve arzı bir sahife gibi keşf ve şuhudla bihakkalyakîn okuyacak bir iktidar vermiş, mahz-ı inayetle böyle kudsî bir esere sahip kılmıştır.


Kalpten geçenleri okuyan Said Nursi!(S: 287)

Hem, Üstadımızın harika halatı ve şayan-ı hayret garaib-i ahvali başta Risale-i Nur olarak pekçoktur. Evet, biz îtiraf ediyoruz ki, Üstadımız bizim hatırat-ı kalbimizi bizden ziyade okur, çok defa haberimiz olmadığı bir meselede bizleri şiddetli telaşla ikaz ederler, bizi hayrette bırakırlar. Fakat, günler geçtikten sonra aynen Üstadımızın ikaz ettiği şeyle karşılaşır, aklımız başımıza gelirdi. Üstadımızla dağa gittiğimiz zaman, daha şehre dönme zamanı gelmeden, birden Üstadımız kalkarlar, bize de emrederlerdi. Hikmetini sormak istediğimizde, "Acele gidelim, Risale-i Nur hizmeti için bizi bekliyorlar." Hakîkaten, şehre avdetimizde, mutlaka mühim bir Risale-i Nur şakirdi bizi bekliyor bulur veya birkaç defa gelip gittiğini komşular haber verirlerdi.


Said Nursi gelecekten haber verirdi yalanı.(S: 287)

Üstadımız arasıra bizlere, husûsan Feyzi'ye latîfe tarzında buyururlardı ki:
"Cezanız var, tokat yiyeceksiniz, hapse gireceksiniz..." diye Denizli hapsimizi bize remzen haber verip, hem bizi ikaz, hem kable'i-vukù bir mühim hadiseyi keşfen beyan ediyorlardı. Hakîkaten çok geçmedi, Üstadımızın dediği çıktı.


Risale-i Nur'a ilişirlerse afetlerin hücumuna sebep olurlar uydurması.(S: 288)

Yine, Üstadımız tevkifimizden evvel mükerreren buyururlardı ki: "Ehl-i dünya, Risale-i Nur'a ilişmesinler; ilişirlerse, afetlerin hücumuna sebep olurlar." Hakîkaten herkesçe malûmdur ki, Risale-i Nur şakirtleri tevkif edilir edilmez her tarafta afetler, zelzeleler, hastalıklar başlardı; ta Risale-i Nur'un hakkaniyeti tasdik olunup vatana faideli olduğu îtiraf edilinceye kadar. Çok yerlerde, ezcümle Kastamonu'da zelzele devam etti.


Kastamonu kalesi taşlarını atarak Said Nursi'yi tasdik etmiş!(S: 288)

Hatta Kastamonu'nun tarihî yüksek kal'ası (Ki, bazı risalelerin medresesi hükmüne geçti.) Risale-i Nur'a ve müellifi olan Üstadımıza iştiyak ve hasretinden matem tutup, en sağlam köklü taşlarını aşağı atarak, Üstadımızın ihbar-ı gaybîsini maddeten tasdik etmiştir.


Ayet bize cifirle haber veriyor yalanı.(S: 288)

Üstadımız, tevkifimizden mukaddem buyururlardı ki:
"Risalé-i Nur'a müthiş bir hücum planı var; fakat, merak etmeyiniz. Müjde, inayet-i İlahiye imdadımıza yetişecek. Şöyle ki:
"Bugün, okumak için Hizb-i Azam-ı Nûrîyi açmıştım, birden karşıma, ayeti çıktı; manen, 'Bana bak!' dedi.
"Ben de baktım; gördüm ki, manasının çok tabakalarından husûsan mana-i işarîsiyle ve cifrîsiyle hem hapis musîbetine, hem necatımıza işaret ve bize beşaret ediyor" buyurdular.


Nurcuların Hz.Ali'ye ve dine korkunç bir hakareti!(S: 291)

İmam-ı Ali (r.a.) gaybaşina nazarıyla (gaybı gören bakışı ile) bu risaleyi görmüş, "Kasîde-i Celcelutiye"sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine işaret edip, fıkrasıyla onu (risaleyi) şefaatçi yaparak dua etmiştir.
Bu "Ayetü'l-Kübra"nın tetkîki neticesinde Üstad ve talebelerinin beraetle hapisten kurtulmaları, İmam-ı Ali'nin (r.a.) bu duasının kabulünü ispat etmiştir.


Bir nurcunun mahkemeye beddua ederken kendi hurafelerini görememesi.(S. 362)

Risale-i Nur şakirtlerinden Abdürrezzak namında bir zat mahkemeden bir sene sonra demiş:

"Hey bedbaht! Otuz üç ayat-ı Kur'aniye işaratının takdirine mazhar ve Imam-ı Ali'nin (r.a.) üç kerametinin ihbar-ı gaybîsiyle ve Gavs-ı Azamın (k.s.) kuvvetli bir tarzda ihbarıyla kıymet-i dîniyesi tahakkuk eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiç kimseye hiçbir zarar vermemesi ile beraber binler vatan evladını tenvir ve irşad eden ve îmanlarını kuvvetlendiren ve ahlaklarını düzelten Risale-i Nur'un irşadlarına `ifsad' diyorsun. ALLAH'tan korkmuyorsun; dilin kurusun" demiş.



Zehirlenen Said Nursi cevşen okuyarak şifa bulmuş!(S: 401)

Bir siyasî memurun iğfali ve "Imhası için yukarıdan emir aldık" demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış; ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde; kendisi, "Cevşenü'i-Kebîr gibi evrâd-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat, hastalık, ıztırap çok şiddetlidir" derdi.

Said Nursi Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, Almanya Baskısı Temmuz 1994



Tılsımlar Mecmuası



Risale-i Nur’un kıymetini tam hadis ve ayet ile ispat etmesine hayretle barekellah dedim, iddiası.(S: 168)


Evvelâ: Aydın havalisinin Hasan Feyzi'si ve Husrev'i ve Mehmed Feyzi'si ve Risale-i Nur'un manevî avukatı Ahmed Feyzi'nin üç seneden beri âlimâne, mudakkikâne yazdığı şu gelen istihrâcât-ı gaybiyeyi ve Sikke-i Tasdik-i Gaybiye'nin bir kuvvetli hücceti ve şahidi bulunan şu risaleciği dikkatle mütalaa ettim. O'nun tedkikatına ve Risale-i Nur'un kıymetini tam hadis ile ve âyet ile isbat etmesine karşı, hayret ve istihsan ile "MâşâALLAH, Bârekellah" dedim. Fakat, bir derece tâbire muhtaçtır. Ayn-ı hakikattir; fakat "Said" hakkında husûsan son kısmın haşiyelerinde -şahsiyetim itibarıyla haddimden yüz derece ziyade bir hüsn-ü zannı ile- hakikatin sureti değişmiş...


Said Nursi Kitaplarını yere göğe sığdıramıyor.(S: 168)

Evet, hem Sikke-i Gaybiye, hem O'nun yazdığı âyetler ve hadisler müt-tefikan bu asırda bir hakikat-ı nûrâniyeye işaret ediyorlar.


Said Nursî ayetleri kendini reklam için kullanıyor.(S: 168)

Bazı âyât-ı kerîme ve ehâdis-i şerîfe âhirzamanda gelecek bir müceddid-i ekberi mânâ-yı işârî ile haber veriyorlar.


Mehdi’nin doğum tarihi Said Nursî ile aynıymış!(S: 203)

AYN-I HARİKA T BİR KERAMET-İ GAYBİYEDİR

İ'tikad-ı Ehl-i Sünnet'çe hurûc-u eşrat-ı saatten olarak mervî olan Mehdi'nin (R.A.) velâdeti dahi, zuhuru gibi âhirzamanda olacaktır. Ve Âl-i Beyt'ten olduğuna göre ismi, ism-i Nebîye (A.S.M.) ve pederinin ismi, ism-i ebî Nebîye (A.S.M.) uyacaktır. Bu bâbta ehl-i hakâik câniblerinden menkûl olan kuşûfâtın henüz birşey kiz-be çıkmayanı, Mevlâna Hasenü'l Adevî'nin Mevâkıtü'l Şa'râni'den naklettiği keşiftir ki, Abdülvehhab-ı Şa'rânî Hazretleri Kitabül'-Yevâkıtü'l-Cevâhir'i, Mehdi-i âhirzamanın 1255 senesi Şaban'ın 15'inci gecesi dünyaya geleceğini, Şeyh Hasan-ı Irakî'den nakl ve bu re'yde kendi şeyhleri Ali Havâsî Hazretlerinin dahi muvafakati olduğunu beyan buyurmuştur.

(Meşahirü'n-Nisâ cilt l, sahife 227, dârü'l tab'atü'l âmire)

Merhum Hacı Zihni Efendi'nin Meşahirü'n- Nisa unvanlı eserinden nakl ettiğimiz bu satırlarda beyan olunan olunan 1255 senesi ile kitabın sahifesinin kenarına haşiye olarak kaydedilen 1294 senesi ile sevgili Üstadımızın tarih-i veladetlerine; ikincisi, yani 1294 tarihi ise besmele-i hayatlarına başladıkları tarihtir.


Said Nursi’nin ilginç mehdi teorisi.(S: 208)

Hazret-i Mehdi (R.A.), zamanındaki mehdilerin en yükseği ve umûr-ü dinde müctehidlerin en mükemmeli olacaktır. Bu da müşarünileyhin azametinin kemâline, cemalinin şerefine, mertebesinin yüksekliğine ve derecesinin meziyetine delalet eder.



Said Nursi çocuk iken evvelin ve ahirin ilimlerine varis kılınmış!(S: 208)

Hadis-i Şerif meali: "Mehdi, evlâdımdan kırk yaşında bir şahısdır. Yüzü, necm-i ziyadar gibi; onca zulm ve haksızlık ile doldurulan yeryüzünü, hak ve adaletle doldurur. Hilâfette; yerde, göktekiler ve hatta havadaki kuşlar bile razı olacaklardır."

Haşiye 1: Bu cihet güneş gibi aşikar bir hakikattir. Ki, O zât-ı zîhavârik daha hâl-i sahavetinde iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere, üç aylık bir tahsil müddeti ulûm-u evvelin ve afiirîn, ledün'niyat ve hakâik-ı eşyaya, esrar-ı kâinata ve hikmetri İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle bir mazhariyet-i ulyâya kimse nail Olmamıştır. Bu hârika-i ilmiyenin işi asla mesûk değildir. Bu cihet, Risale-i Nur'u çınlayarak okuyanlara malumdur.



Mehdi çıkmadan önce doğudan kuyruklu yıldız doğacaktır uydurması.(S: 208)

Hadis-i Şerif meali: "Mehdi (R. A) çıkmasından önce, şarktan, parlak kuyruğa sahi b bir yıldız doğacaktır." (Haşiye 1: O yıldız, birinci harb-i umumide, Risa'e-i Nur'un ilk intişarı anlarında zuhur etmiştir. Bu senede görenlere şâyân-ı dikkattir.)



Said Nursi’nin mehdi olduğunun ilginç delilleri.(S: 208)

Hadis-i Şerif meali: "Mehdi (R. A.), evlâdımdan kırk yaşında bindir. Yüzü necm-i ziyadar gibidir. Sağ yanağında siyah bir ben vardır. Üzerinde iki pamuklu hırkası bulunur. Bu halife, benî-îsrâil erkeklerine benzer. Hazineler istihraç edip, şirk medînelerini feth edecektir.(Haşiye 2: Hazret-i Üstada dikkat edenler, sağ yanağındaki siyah beneği kolaylıkla görebilirler, iki pamuklu hırkası olup, hâl-i sahavetinden beri acîb ve başkalara benzemeyen bir giyime sahib olup, Hadis-i Şerifi fi'len tasdik etmektedir. Usanandaki sıklet ise, kendisi ile görüşenlere malumdur. Ve kırk yaşında Risale-i Nur'un te'lifine meşgul olup, mukaddes vazifesine, imân-ı tahkikinin neşri vazifesi başlamıştır.

Tılsımlar Mecmuası, Said Nursi, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1988
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
D(H)iyanet İşleri Başkanlığı Yayınları - RİSALE-İ NUR DEĞERLENDİRMESİ
images

(S.5)

Mübarek dinimizin nurlu yolu, insanları gerçek îmana, tevhide götüren îslâm hidayeti Kur'ân-ı Kerim ve Peygamberimiz'in hadîs-i şerifleriyle tesbit ve tâyin edilmiştir. Buna rağmen bu aziz dinin, her asırda bazı aşırı cereyanlar ve Bâtınî hareketlerin tesiri altında gerçek îmana ve esaslarına uymayan alana itildiği de müşahade edilmiştir. İslâm tarihi Haricîlerin, Müşebbihenin, Batınîlerin, Hurufîlerin, imamet fikri ile ortaya çıkanların ve benzerlerinin din adına îslâma yaptıkları zararlar ile doludur.

Bu aşırı ve yıkıcı ceryanların bir kısmı hakikatte siyasî guruplaşma hareketlerini daha tesirli kılabilmek için dinî bir görünüşle ortaya çıkmış, bir kısmı da Kitab'ın ve Sünnet'in savunucuları olarak görünmüşler, fakat îslâmın tevhid akidesini başka yönlere tevcihe çalışmışlardır. Bütün bu cereyanlar arasında Ehl-i Sünnet âlimleri İslâm'ın doğru yolunu müdafaa babında çalışmışlar, sayılamayacak kadar çok eserler bırakmışlardır.



(S.6)
Bu durumda, selef. âlimlerinin yaptığı tevcih hareketine uyarak manevi durumumuzun huzura kavuşmasında, İslâm'ın gerçek hüviyetinin gösterilmesini Diyanet İşleri Başkanlığı ön görmüştür. Bu yönden, İslâm'a ve onun tevhit görüşüne zarar veren, itidalini kaybetmiş cereyanların ve maddeci akımların, dinî esaslara uymayan durumlariyle dine karşı olan görüşlerinin efkârı umumiyeye arzını ve bu meselelerde Müslümanları uyarmayı vazife bilmiştir. Bu hususda Misyonerlik, Komünizm, Batınîlik, Biberîlik ele alınacak, esas hüviyetleriyle ortaya konacaktır.



(S.6-7)
Bu risalemizde ise bu günlerde Müslümanların zihinlerini fazlasiyle işgal eden Nurculuk adı altındaki cereyan dinî bakımdan incelenerek mü'minlerin bu bapta tenvirine çalışılacaktır.

Said Nursî tarafından yazılan risaleleri ve hususiyle, talebelerinin kattıkları ifadeler, keramet, velayet ve Mehdî gibi îslâm âleminin mübarek kelimelerinin Said Nursî'ye isnadı, âyet-i kerimelerin tefsirinde mananın tahammül edemiyeceği tarzda batını ve indi manalar verilmeye çalışılması bunların dinî yönden tekrar ele alınmasını ve Nurculuğu gerçek Müslümanlık zannedenleri uyarmayı zaruri kılmıştır.


NUR RİSALELERİ HAKKINDA MÜŞAVERE KURULU KARARLARINDA BİLDİRİLENLER (S.7-9)


Nur Risaleleri, Said Nursî talebelerinin ilâveleri ve tekrarları ile meydana getirilmiş takriben 130 küsur eserden ibarettir. Bu risaleler hakkında daha önce Başkanlığımız Müşavere Kurulu üyeleri tarafından bilir kişi sıfatiyle ve yahut Kurulun mütalaası olarak bazı görüşler açıklanmıştır. Bu raporların hususiyle dinî yönden üzerinde durdukları meseleler şöyle hülâsa edilebilir:

1 — Ebcet hesabiyle ve tevafuklarla manalar verildiği, bunların Müslümanlık esaslarına göre dinî ve ilmî kıymeti olmadığı... (1948/323)

2 — Risâle-i .Nûr'un ve müellifinin manevî işaretle müjdelendiği ve buna binaen vazife sahasında bulunduğu, muhalefetin doğru olmadığı muhabbetin ise Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazandıracak bir yol olduğu iddiası (1960/156)

3 — Nur Risalelerini toplu olarak okumak bir nevi hizipçilik olduğu (1960/203 no: )

4 — Risâle-i Nur'un dini mukaddesat okumak bir nevi mukaddesat arasına katılmak istendiği; yalnız Nurcular için dua yapılarak, Müslümanlar arasında bir zümre meydana getirildiği ve tefrikaya yol açıldığı (1962/5)

5 -Nurculuk propagandası yaptığı (1962/28)

6 — Said Nursî ve eserlerinin harikuladeliğinden ve kerametlerinden bahsolunduğu. indî teviller ve mübâlâğalı ifadeler kullanıldığı (1962/526)

7 — Said Nursî'nin ve eserlerinin harikuladeliği ve kerametleri hakkında indî teviller ve mübalâğalı ifadeler kullanıldığı (1962/538)

8 — Mübalâğalar, indî tevil ve mütalâalar (1962/547)

9 -- Mübalâğalı indî tevil ve mütalâalar (1962/548)

10-- Birtakım indî tevillerle hizipçiliğe müeddî oluşu (1963/506)

11 — Kur'ân-ı Kerîm'in harflerinden birtakım manalar istihracına kalkışmak gibi ulemanın ekserisince benimsenmiyen bir yol tutulduğu, Asa-yi Musa adlı eserinde bazı âyet ve kelâm-ı kibarı indî olarak tevil ederek bunların Risale-i Nûr'u tebşir ve teyid ettiği iddiası (1963/520)

12 - - Nur Risalelerini Kur'ân-ı Kerîm'in manevî mucizesi olarak göstermesi iddiası (1963/572)

13 — Nur Risalelerinde Said Nursî'nin tasavvufla karışık şahsî görüşleri, mübalâğalı fikirler, indî teviller ve hurufilik (1963/669)

Hülâsa, Müşavere Kurulu'nün bazı kararlarında ana hararını verdiğimiz mes'elelerde mübalâğalı fikirler, indî teviller, hurûfîlik, nur risalelerini manevî mucize olarak gösterme, hizipçilik. Millet arasında tefrikaya sebep olma kerametler, selef ulemasının benimsemediği harflerden manalar çıkarma, Said Nursî'nin manevî işaretle müjdelendiği ve benzeri aşırı, sınırsız iddialar gerçektekten üzerinde durulması gerekli bir meseledir. Kararların müttefikan üzerinde durdukları noktalar ve Nur Risalelerindeki bu tutumun mahzurları Müslümanı tehlikeli sonuçlara götürür. Selefin itikât ve ilim görüşüne muhalif o lan, yukarıda işaret edilen "aşırı beyanlar Nur Risalelerinde sayısızdır. Şimdi bu hususta, tesbit ettiğimiz örnekler üzerinde duracağız.

NUR RİSALELERİNİN İLÂHÎ BİR İLHAMA DAYANDIĞI İDDİASI (S.11-12)


Nur risalelerinin baştanbaşa ilâhî bir ilhama dayandığı intibaı kısmen Said Nursî, bilhassa naşiri olan talebelerince halka telkin edilmek istenmiştir. Meselâ (îşaratu'1-icaz) kitabında (Arap harfleriyle teksir s. 281) nur talebelerinden Mehmed Kayalar :

«Risale-i Nur, Kuran'm bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatleri semavîdir, Kur'ânîdir. O halde Kur'an okundukça o da okunacaktır.» der. Halbuki İşaratu'1-icaz kitabı Kur'ân-ı Kerîm'in tamamına şamil bir tefsir olmadığı gibi bu kitabın içindekilere Kur'ân-ı Kerîm derecesinde bir kudsiyet izafe olunması doğru değildir. Bu asırda en yüksek tefsir, denen bu kitap, Bakara sûresinin 31 âyetinin, tefsir ilmi usulüne uymayan indî bir görüşle yapılan bir açıklamasıdır. Diğer risalelerde de âyet-i kerîmelerden rastgele bazıları her hangi bir va'z risalesi halinde ele alınmıştır. Bu durumda nur risaleleri iddia edildiği gibi Kur'ân-ı Kerimin tefsiri değildir.

Meyve Risalesindeki Felâk sûresinin tefsiri, hurûfîlik usuliyle bir tevilden ibarettir. Bu da ötedenberi bilindiği gibi Fıkıh usulündeki tefsir kaide ve şartlarına ve bunca müfessirin (icma) mahiyetindeki görüş ve izahlarina uymaz. Meselâ, bu risalede (Felâk) sûresinin büyücülüğe temas eden 5 inci âyetinde: «Bu ayetin 1328 senesine tevafuk ettiği..» denilerek radyo ile yapılan siyasî telkine hamledilmesi aynı uygunsuz tevillerin bir örneğidir.

Zülfikar risalesinin hatimesinde, (Arap harfleriyle teksir, S. 4) «Risale-i Nur'un mescid ve mabedlerde, minber ve kürsilerde okunacağı» yazılmak suretiyle hiç bir dinî esere 14 asırdır verilmemiş olan imtiyaz bu esere kazandırılmak istenir. Bu şekilde hareket yani nur risalelerinin mescid ve mabedlerde cemaata okunmasının gerekliliği hakkındaki tavsiyeler, islâm dininin ibadet uygulamalarına ve formüllerine uymaz. Çünkü bu gibi yerlerde, okunacak ve manası anlatılacak kitap yalnız Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-i şerifler olup, bunların nasıl okunacağı ve manasının açıklanacağı da sarih usûllere bağlanmış bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk'm emrinde Hz. Peygamber'in fiilinde olmayan bir işi ibâdet haline getirmek din yolunda gitmek isteyene yakışır mı?



NUR RİSALELERİNİN İSİMLERİNİ KOYMADA GARİP İDDİALAR : (S.12 -13)


Nur risalelerine Hz. Ali'nin, İmam Rabbanî'nin, Abdülkadir Geylânî'nin ad verdikleri iddiası ileri sürülmektedir. Meselâ: Hz. Ali'ye Nisbet edilen Celcelutiye risalesinde (Asayı Musa) tabiri kullanılmış olmasından dolayı, bunu okuyan Said Nursî, bu tabiri bir kitabına advermiş ve onun mukaddimesinde Hz. Ali'nin bu kitabı o sözle haber vermiş olduğunu yazmıştır ki, bu, ciddiyetle ve ilimle telif edilemez. Bu telâkkiler tasavvufi - batıni bir görüş tarzıdır, îlim erbabınca doğru görülemez. Çünkü, gaybı, Allah'tan başka kimse bilemez. Her mü'mine ilham vaki olması mümkündür. Yalnız ilhama mazhar olan kimsenin bunun kendisine mahsus kalması ve başkaları için hiç bir surette itikada ve ibadete delil olmaması üzerine ötedenberi ulemanın ittifakı bulunmaktadır. İlham ve kanaatler şahsîdir.

(Sikkeyi tasdik-i gaybî) adlı kitabında (Arap harfleriyle teksir S. 91-92) de nur talebelerinden Ahmed Nazif, Hz. Ali'nin (Keramet-i gaybiye) sinde Risale-i Nur'a (Sıracü-n-nur) adının verildiğini iddia eder ki, aynı garabettedir. Kur'ân-ı Kerîm'de (Sırâcen münîrâ) yâni: «Aydınlatıcı çerağ» deyimi, Peygamberimiz (S.A.S.) hakkında varid olmuş bir vasıftır. Bunun risale-i nura atfedilmesi yersiz ve indî bir tevcih olur. Bu eserde umumiyetle ifade edilen görüşler bâzı tasavvufî-batınî te'ville. re dayanmaktadır. Bu gibi teviller, âlimîerince hoş karşılanmamış ve âyetlerin böyle usûl dışında tevillere uğratılması da hiç bir zaman doğru görülmemiştir.

Onuncu hicrî asırda gelen ve o asrın müceddidi sayılan İmam Rabbânî'nin (Mektubat) adlı kitabında (Bediûzzaman) deyimi bulunduğu ve bunu Said Nursî'nin benimsediği aynı lâkap dolayısiyle tefe'ül ettiğine istinaden talebeleri bunu bir tefahur vesilesi yapmışlardır ki, gülünç bir iddiadır.

NUR RİSALELERİNİN ARŞ-I A'ZAM'DAN İNDİĞİ İDDİASINDAKİ CÜR'ET VE KİTAB'A, SÜNNET'E DAYANMAYAN AKIL DIŞI TEVİLLERİ : (S.14-15)


Risale-i Nûr'un yüceliği hakkında propaganda o dereceye vardırılmış ki, (Zülfikar) risalesinde: «Bu hüccetler ve talimatın, bu kelimat ve teşbihatın Arş-ı A'zam'dan indiği muhakkak...» gibi ;son derece sınırsız iddialarla semavî kitaplar arasına sokulmak istenmiştir. Bu kitapta, kelimat ve tebligatın Arş-ı A'zam'dan indiği hakkındaki izah, ifadenin ilhama dayandığını açığa vurmak gayesini gütmektedir. Vahyin Kur'ân-ı Kerîme mahsus bulunduğu ve Hz. Peygamber'den başkasına ait ilhamın delil olmayacağı için böylece bir tutum din ilmince doğru görülemez. Bu gibi uygunsuz ifadeler ötedenberi Batınîlerce benimsenmişti.

Böyle aşırı tevillerin bulunduğu (Sikke-i tasdik-i gaybî) eserinin baş tarafında, birinci sayfadan evvel, bizzat kendisi tarafından «Eski medreslerde 5-10 seneye mukabil, inşallah Nur medreseleri 5-10 haftada aynı neticeyi temin edecek ve 20 senedir ediyor.» denilmektedir. Böyle bir şeye imkân var mıdır? Bu zihniyet, Peygamberimiz'in «Beşikten mezara kadar ilim öğrenin» sözüne uymadığı gibi, İslâmî tahsile de bir suikast olmaz mı? Yine aynı eserde «Bu kitabın neşrine çalışılması, dehşetli günahlara kefaret ve gelecek müthiş belâlara ve anarşistliğe bir set olacağı...» yazılmakta, 41. sayfada:

«Kalp, istiyor ki şu defineleri, gizli olan lem'alan göstereyim. Fakat ne yapayını ki makam kaldırmıyor...» gibi megalomaniye kaçan sözlere rastlanmaktadır. Bu temsiller gerçekle ilgisi olmayan bir takım garip iddialardır.



SAİD NURSÎ ASR-I SAADETTEN SONRAKİ DEVRİN EN BÜYÜK ÂLİMİ İMİŞ! : (S.15-16)


(Ankara Üniversitesinde konferans) adlı risalenin 9. sayfasında: «Asrı saadet hariç, İslâm Âlemi böyle bir âlim yetiştirmemiştir.» denilmektedir/ İslâm fıkhını derlemiş ve Müslümanlara bu hususta önder olmuş dört büyük mezhep imamiyle İslâm İnancını dağınıklıktan koruyan iki âlim, yani Ehl-i Sünnet'in itikatta iki büyük imanını, Ebû Mansur Mâturîdî ve Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'yi bile küçümsemiş olan yazı sahibi, bunlardan sonra asırlar boyunca gelen ve Hüccetü'l-İslâm, Şemsü'l-Eimme, Sadru'ş-Şerîa, Sultânü'l-Ulemâ vesaire gibi şerefli lâkaplarla yüceltilmiş, yahut isimlerini bütün Müslümanların, hatta Batı âlimlerinin hürmetle andığı büyük mütefikkirleri, meşhur âlimleri büsbütün unutmuş bulunmaktadır. Fahruddîn-i Râzî, Sa'deddîn-i Teftâzânî, Seyyid Şerif Cürcânî, Muhyiddin-i Arabi, Zemahşerî, Aliyyülkari, Süyûtî, İbn Kayyım, İbn Teymiye, Âlûsî gibi ölmez eserler meydana getiren bu âlimler bunu yazanın meçhulü müdür? Bunların içinde eserleri 400 ü aşanları vardır. Nur talebelerinin, bu değerli âlimleri hiçe sayması kadar abes bir şey tasavvur olunamaz.

Görülüyor ki bu eserdeki beyanlarda Said Nursi'nin, Asr-ı Saadet'ten sonra yetişen bunca âlim ve müçtehitlerden üstün görülmesi, hakikatlare aykırı bir düşünüş tarzıdır.



NUR TALEBELERİNİ İSLÂMÎ ESASLARA UYMAYAN TE'VİLLERİ : (S.16-17)


İslâmî esaslara uygun düşmeyen sınırsız, aşırı üslûp, hususiyle Nur talebelerinin seçtikleri ifade tarzıdır. Bu yolla Said Nursî'yi en büyük müceddit tanıyan Nur talebeleri (Fihrist) mecmuasının sonundaki takrizde şöyle derler:

«Ehl-i kalbin lâtîf keşiflerinden birisi de: beklenilen zât bir kitap yazacak, geçmişte hiç kimse ona benzer bir kitap yazmıyacaktır. Elhak, Risale-i Nur, bunun güneş gibi delilidir. Evet onun şakirtleri kat'iyyen îman ediyorlar ki, şimdiye kadar böyle eser görülmemiştir ve kıyamete kadar yazılmıyacaktır. Ehl-i keşif o nur'un tercümanı olan zatı nuranî (mescûnün-nisa) yâni müteehhil bulunmayacak, ihtiyar yaşta olacak... diye bahsediyorlar. Bu tevafukun her halde başka şekilde izah ve tefsirine ihtiyaç yoktur. Maziden, yâni bulundukları zamandan istikbale nazar eden ve bu zamanın halini tarassud eden ehl-i keşfin, keşfe müstenit daha çok beyanları vardır. Kısa keserek sizi onlara bırakıyoruz, îşte Risale-i Nûr'u yalnız ben medh etmiyorum, onu Hz. Kur'an medhediyor, Hz. Ali methediyor. Gavs-i a'zam methediyor, Hz. Murtaza Celcelutiyesinde Risale-i Nur'a (bedî) diyor.

Şu halde elbette ki o (Bedîuzzaman) dır, (Fahrü'd-devran'dır).»

Görüldüğü gibi (Nur şakirtleri kat'iyyen îman ediyorlar ki) sözü ile Said Nursî ve onun eserlerini Kur'-ân'ın, Hz. Ali'nin ve diğer büyüklerin methine mazhar kılarak yapılan tevcihler, daha da ileri gidilerek, Kur'ân-ı Kerim'deki 100 e yakın âyetin ebcet hesabiyle Said Nur-sî'ye, lâkabına, risalelerine tarih düşürülmesi suretiyle isbat edilmeye çalışılmaktadır. Tılsımlar kitabında 189-190, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de 41-95. Ahmed Fevzi'nin Maidetü'l-Kur'ân'ında 173-191 inci sayfalar, böyle yersiz, sınırsız tevafuklarla doludur. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'in gerçeklerini Said Nursî'ye yönelten zorlamalardır. Hakikatle hiç bir ilgisi olmadığı gibi Kur'ân-ı Kerîm'e ve onun tefsir usulüne bir tecavüzdür ve daha önce de belirtildiği gibi Batınîlerin maksatlarına ulaşmak için yürüdükleri yoldur. Yukarıda gösterilen mecmuada Bedîuzzaman kelimesinin çıkışına ve Said Nursî'nin şahsına dair yazılar, aşırı bir sevgi sonucunda müritlerin şeyhlerine, bazı talebelerin hocalarına gösterdikleri sınırsız ifratçı tazimleri ifade ediyorsa, da, Hurufîlik yoluyla âyetlerden mana çıkarılması da Kur'ân'ı anlamadaki kaide ve usul lere taban tabana aykırıdır. Bilinmiş olmalı ki, âyet-i kerîmeler böyle keyfî tasarruf mevzuu olmak için nazil olmuş değildir. Mahzâ hidayet olan Kitâb-ı Mübîn'i, hakikatlerini böyle bir yolla açıklamak yüce dinin usulüne aykırıdır.


NETİCE (22-24)


Netice olarak: Nur Risaleleri Kur'ân-ı Kerîm'in tefsirinden bazı itikat ve îman meselelerini ele almış, yalnız bunlarda tefsir usulüne uymayan indî hatta keyfî bazı tevilllere geçmekle zihinlerde teşevvüşler meydana getirmiştir. Said Nursî imam Rabbanî, Abdulkadir Geylânî ve diğerleriyle kıyaslanarak hepsinin üstünde sayılmış ve bu bazı garip ifadelerle' belirtilmiştir.

Nurcuların inanış ve telâkkileri, İslâm Dini'nin Kur-ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyyedeki kaide ve formüllerine uymayan bir akide tarzı olmuştur. Nurculuk dinî meselelerde işi çığırından çıkaran bir istismara ilâveten millî ve içtimaî konularda da birlik fikrini baltalayan bir zihniyeti temsil etmiştir. Risalelerde gösterilen sırf dinî ifadeler bile yapılan aşın teviller ve keyfî görüşlerle, yukarıda örnekleriyle gösterildiği gibi manevî, millî bütünlüğümüzü bozan, gerçek ittikayı gölgeleyen bir hal almıştır. Bu Risaleleri okuyanlar, kendilerini bütün müslümanlardan üstün görmüşler, yalnız ve yalnız Nurcu olanları cennete ehil, Nur Risalelerini günahlara keffaret saymışlar ve netice olarak da Nur Risalelerini okumayı bir ibadet haline getirmişlerdir.

Ey müslüman kardeş! Dine yararlı telif ve irşatta bulunanlar Peygamberimiz'in hizmetkârları durumunda 'oldukları için, Kur'ân-ı Kerim'de Peygamber Efendimiz'e hitap edilmiş âyetleri onların şahsına atfetmek yakışık almaz. Böyle bir telâkkimi benimsemek de Müslüman tevazuuna sığmaz.

Said Nursî'ye uyanlar Nurcu ise, diğer müslümanlar zulmetçi midir?
Esasen Nur, Kur'ân'ın dır. Kur'ân ise bütün Müslümanlarındır. Hatta Kur'ân bütün âleme gelmiştir. Bir Batılı da, bir uzak Doğulu da ondan feyz alacaktır. Nasıl ki vaktiyle Endülüs, Kur'ân sayesinde bütün Avrupaya ilim menbaı olmuştu, îbn-i Rüşd'ün eserlerini okuyan Hıristiyan din adamları Katolikliğe karşı isyan ederek Protestanlığı ihdas etmişlerdi. Bugün bütün dünyada önem verilen içtimaî munâvenetin teşkilâtlandırılması hususunda vaktiyle Batı memleketlerinde yapılmış ilk teklif, Endülüs'teki zekât tatbikatını gören bir İspanyol âlimi tarafından olmuştu.

Hülâsa: Kur'âni-ı |Kerîm bütün insanlığın hidayet rehberidir. Asırlar boyunca îslâm âlimlerinin yazdığı eserlerin toplamı dahi Kur'ân'ın hakkiyle tefsirini başarmış değildir. Her biri kendi istidat ve ihtisası olan cihette bir özellik gösterebilmiştir, diğer taraflarda basit kalmıştır. Hal böyle iken, Nur Risalelerini Kur'ân'ın en mükemmel bir tefsiri addetmek Allah kelâmının kıyamete kadar, ondan sonra olacak şeylere ve bütün ilimlere şümulünü bilememek demektir.

Nurcuların bu gerçeği bilmemelerine imkân yoktur. Onların bizden ayrı kalmasını değil Peygamberimizin (Livâülhamd) adı verilen maneviyât sancağı altındaki birlik ve beraberlik içinde olmalarını dileriz. Livâülhamd = Hamd sancağı, kâinatta mevcut her şeyde Allah'ın yaratıcı sıfat, kudret ve bilgisini görüp takdir edebilen olgun zihniyeti temsil eder. Kur'ân'ın dünyaya hidayet feyzini yaymak için yegâne başarı imkânı, din ve ilmin müstakilen zihinde birbirine refakat edebilmesindedir ki, bu yol Livaülhamd'inj altına giden yoldur. Göklerde ve Arz'da her ne varsa, hepsinin insana müsahhar kılındığı Kur'an'da bize bildirilmiştir. Bu muazzam: nimeti kavrıyacak ilmî olgunluğa ancak bu suretle ulaşılabilir. O halde metodumuz bir insanın mahdut idrakini ve mahdut görgüsünü kabullenip onunla yetinmek değil, günden güne zenginleşen ve yükselen ilmî idrak ile Allah Kelâmının manasını değerlendirmek ve böylece dünya münevverlerinin îmanına imkânlar hazırlamaktır. Asıl faydalı olan bu yoldaki hizmettir. Kendi birliğimizi ve dirliğimizi bozan ayırıcılık ve mahdut bir fikre saplanıp kalmak, zararlı bir zihniyettir.
D(H)iyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1964, Resimli Posta Matbaası
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
FETHULLAH GÜLEN'in KİTAPLARINDAKİ SAPIKLIKLAR



1

gulenpapa3pe.jpg


“Ruhanilerin görmesi, cisimlenmesi” hurafesi. (s.21)

Ruhanîlerin Görmesi

Ruhanî kendi çerçevesi dahilinde pek çok şeyi müşahede edebilir. Ruhanilerin cismaniyete ait şeyleri görmeleri, onlar için zahmetsiz sıkıntısız bir şekilde gerçekleşebilir. Bazen ALLAH onlara, mükâfat-ı cismaniye de verir. Ancak bu, hiçbir zaman hulûl ve ittihad şeklinde gerçekleşmez. Bu ruhun, cismaniyetle iç içe münasebeti şeklinde tecelli eder. Dolayısıyla ruh-cesed beraber olarak kendilerine ait şeyleri müşahede ederler. Siz, bir dürbünle dağları gördüğünüz, daha hassas bir dürbünle yıldızları müşahede ettiğiniz gibi, ruhlar da, cismaniyete ait şeyleri böyle çeşitli dürbünler kullanarak, cismanîlerin görme ve duyma buudları içerisinde müşahede ederler.
[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 21 ]


Ruhların tekrar cisimlenebileceği iddiası(s.23)

Ruh ve Cesed

Madde ile kayıtlı olmayan ruhlar, dünyadaki cesetlerine benzer misalî cesedleriyle tekrar görülebilirler. Bunun sayısız denecek kadar misalleri vardır.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 23 ]



Veli dediği üç kişiyi nebi ile karşılaştırma hurafesi.(s.24)

Velinin bütün hayat boyu varacağı yere, nebi daha doğduğunda varmıştır. Mevlâna, Muhyiddin-i Arabî ve “80 küsur senelik hayatımda dünya zevki namına birşey tatmadım” diyen Bediüzzaman da buna dahil... Onlar bayraklarını nereye götürüp dikerlerse diksinler, orada Nebinin sesini-soluğunu duyarlar.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 24 ]



Bişr-i Hafî ve köpekler hurafesi.(s.24)

Bişr-i Hafî’ye Saygı

Bişr-i Hafî’nin vefat ettiği gün, Bağdat’ın köpekleri sokaklara pislemeye başlamışlar. Bunu gören ehlullahtan biri, “Eyvah, Bişr-i Hafî vefat etti” diye irkilmiş. Zira, Bişr-i Hafî devamlı yalınayak gezermiş. Bundan dolayı köpekler de ona olan saygılarından orta yere pislemezlermiş. Bu bir menkıbe, aslına değil, faslına bakılmalı.!

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 24 ]



Veli ve keramet hurafeleri.(s.25)

Velâyet ve Keramet

Velâyetin ilk basamaklarında çok keramet görülür. Bunlar, şekerleme nevinden, veli namzedinin aşkını, şevkini artırmak içindir. Ama, evliyanın en mükemmelini temsil eden sahabe-i kiramda o kadar çok keramet yoktur. Çünkü onlar, yollarını ve istikametlerini bulmuşlardır ve şekerlemeye de ihtiyaçları yoktur.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 25 ]



Velide hızır makamı yalanı.(s.25)

Hızıriyeti Temsil

Bazı veliler Makam-ı Hızıriyeti temsil ettiklerinden, uğradıkları yer yeşerir. Bediüzzaman da bu makamı temsil etmişse gezdiği yerler yeşerecektir. Bugün Türkiye’de hizmet adına birtakım yerlerdeki yeşillik bundandır. Buna Almanya, Rusya, Kosturma da dahil edilebilir. Onun geçtiği başka yerler de vakti geldiğinde mutlaka yeşerecektir.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 25 ]



ALLAH’a ulaştıran aşk yolu yalanı.(s.26)

İnsanı Cenab-ı Hakk’a ulaştıran yollardan biri de “Aşk”tır. Aşk, beş duyunun dışında cereyan eden bir vak’adır. Aşk yolu, caziptir çekicidir. Bu yola girip de dönen olmamıştır. Bunun için, aşktan çok misal verilmiştir. Bir kere, aşk yolunda mahbûbda kusur aranmaz. Sonra aşkla ulaşılan cezbe gider ilâhî incizaba dayanır. Derken kul bir hamlede ALLAH’a ulaşır.

Yaşadığımız devir arızalı bir devirdir. “ALLAH” deyip de burnunun kemikleri sızlayan insan, ne kadar da az..!

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 26 ]



Peygamberimize mesnedsiz bir iftira.(s.27)

İnsan-ı kâmil mertebesi ile ecel arasında bir ilişki vardır. O mertebenin sahibi, o makama gelmeden ölmez. Efendimiz, vefatından evvel “ALLAHümme Refika’l-A’la” diyerek adımını atmış ve yükselişini devam etmiştir.

Zaten Rubûbiyet ile ubûdiyet birbiriyle ayrılmaz bir bütünlük arzeder. Ubûdiyyet dairesi, bütünüyle Rubûbiyet dairesi hesabına çalışır.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 27 ]




Peygamberize yapılan büyük iftira.(s.27)

Soru: Muhyiddin ibn-i Arabî, “Hatemü’l-Enbiya’nın nuru Hâtemü’l-Evliya’nın nurundan istimdad eder” der. Bu, nasıl izah edilebilir?

Cevap: Çok su götürür bu soru ile alâkalı şimdilik şu kadarı yeter. Şöyle ki: Bu gibi zatlar, seyr-i sülûk ile ulaştıkları mertebelerde kendi nurlarını müşahede ediyorlar. Tabiî, kendi nurları kendilerine daha yakın, Efendimiz’in nuru da uzak bulunduğundan, kendi nurlarından gözleri kamaşıyor ve Sema-i Risâletin Kamer-i Münir’i olan Efendimiz’in nuru kendi çerçevesiyle görülemeyebiliyor. Bunu güneşten daha büyük oldukları halde, bu’dümüzün zulmetlerinden ötürü küçük gördüğümüz dev güneşlerle misallendirebiliriz. Ayrıca, bu zatlar söylediklerini bir sekir halinde de söylemiş olabilirler.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 27 ]



Seyr ü sülûkun tanımı adı altında Yüce Rabbe mesnedsiz hakaretleri.(s.28)

Seyr ü sülûkun üç mertebesi vardır: Seyr ilâllah, Seyr fillah, Seyr minALLAH ve billah.

“Seyr ilâllah”, ALLAH’a doğru seyretme ma’nâsındadır ve Seyr ü sülûkun ilk mertebesidir. Fakat onun da kendi içinde mertebeleri vardır: İlme’l-yakin, ayne’l-yakin, hakka’l-yakin’in mertebeleri gibi...

“Seyr fillah”, ALLAH’da seyretme demektir. Bu, insanın her an O’nunla olması, O’nun esmâ ve sıfât dairesinde dolaşması, isim ve sıfatlarının tecellileriyle baş başa kalması demekdir ki, bir ma’nada sâlik, bu makamda tamamen ALLAH’ta fanî olur ve fenâfillah’ı ihraz eder.

Üçüncü mertebe ise, “Seyr minALLAH”dır. Sâlikin seyrini tamamladıktan sonra, varlığın özüyle alâkalı gördüğü bütün göz kamaştırıcı, baş döndürücü güzelliklere rağmen, insanlar arasına döner. Bu dönüş gördüklerini, tattıklarını bildirmek için dönüştür ve halk içinde Hakk’la beraber olma halidir.

Bu mertebelere nâil olanların hali, peygamberlerin Cenab-ı Hakk’ın muhtelif isimlerine mazhar olmaları haline benzer. En iyisi de, insanın bu mazhariyet ve bu hallerini bilmemesidir. Eğer biliyorsa, istidraç olmaması için duâ etmeli ve gizlemeye çalışmalıdır.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 28 ]



F.Gülen, ALLAH’ın tasarruf yetkisini şeyhlere veriyor.(s.37-38)

Soru: Gavs, Kutup, Üçler-Yediler-Kırklar diye bilinen veliler, bütün İslâm ülkelerine mi dağılmıştır? Yoksa Türkiye’de ayrı, Mısır’da ayrı mıdır?

Cevap: Belki ALLAH (cc)’ın velileri dört bir tarafa dağılmıştır. Ancak “iki imam” dediğimiz zatlar, her zaman bulunabilir ama, Gavs her zaman olmayabilir.

Ayrıca her Kutup, Gavs değildir. Bir ölçüde kutbiyet, gavsiyetin hasse-i lazimesidir. Ve bunlar vefat edince ALLAH’ın izniyle vesayetleri devam eder. Yani tasarrufları, bir rahmet bulutu gibi üzerimizde tüllenir durur. İmam Rabbanî, A. Kadir-i Geylanî, Şeyhu’l-Harranî ve Bediüzzaman gibi zatları bunlardan sayabiliriz.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 37-38 ]



Mantıksız bir soruya, deli saçması bir cevap.(s.38)

Soru: Evliyaullah birbirini tanırlar mı?

Cevap: Kutbiyet ve gavsiyet mertebesine gelenler tanıyabilir. Diğer evliyâ ise tanıyabilirler de tanımayabilirler de. Çünkü onlar temsil ettikleri ve zıllinde seyrettikleri makamlarla vardırlar. Böyle her zaman kendileri olamadıklarından, zaman zaman zılliyet ile aslı birbirine karıştırılabilir. Mesela, Hz. İlyas (as)’ın makamı, Hz. Mesih’in makamı, Muhammedî Makam gibi makamları (sav) tefrik edemeyenler, hatta, zıll ile aslı karıştırıp, bu Hz. Hızır’dır bu Hz. Mesih’tir... falan diyebilirler. Halbuki o bildiğimiz velidir ama, belli bir ismin gölgesinde seyrettiği için, halk onu o makamın asıl sahibi zanneder. Bu çok dakik bir mevzudur. En büyük velide bile bazen böyle durumlarda iltibaslar görülebilir. Bazen birisi, yaptığı irşad ve hizmetlerle makam-ı Mehdiyetin cüz’î bir hassasını temsil ederken, hüşyar fakat, ihatasız ruhlar da bu şahsa Mehdi derler. Halbuki bilmiyorlar ki o zat, büyük bir hakikatin sadece bir zıllini temsil ediyor. Onun içindir ki; bu türlü televvünat esnasında her zaman ifrattan sakınmalı; zira, ifrat edilirse mesul olunur. Evet, veli de olsa mesul olur.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 38 ]



F.Gülen, Asfiya kullara gayb alemini seyrettiriyor.(s.40)

İşte Asfiyâ da, Hakk’a karşı böyle bir rasat kabiliyet ve imkânıyla serfirazdır. Sizin en pes dediğiniz şeylerde bile onlar Hakk’ın tecellilerini görürler. Bunlarda ilk mevhibe, cebrîdir de, ama sonra inkişafla, iradeleriyle de Halık’a açılırlar. Hakka açık olunca, mülk âlemini seyrettikleri gibi, melekut âlemini de her zaman temâşâ edebilirler. Bu müşahede ve seziş firasetten farklı bir şeydir. Zira, ferasete bazen tecrübe ile ulaşılabilir.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 40 ]




Gavs-Azam adını kullanarak Sünnetullah Şeriatını hiçe sayıyor.(s.45)

Halk, yevm-i şek şüphesi içinde. Sonra “gidin, falanın bugün doğan bebeğine bakın. Eğer süt emmiyorsa Ramazandır, emiyorsa değildir” diyorlar. Tam o esnada Gavs-ı Azam’ın annesi de oğlu süt emmiyor diye ağlıyormuş. Hali görünce, “ana ağlama, bugün Ramazan; oğlun onun için süt emmiyor” diyorlar. Bunlar Cenab-ı Hakk’ın husûsî atayasına mazhar kimselerdir.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 45 ]



Şerefli Rasûle, Hz. Osman’a ve Hz. Ali’ye çirkin iftiralar.(s.50-51)

Hz. Osman, âsîler tarafından muhasara altına alındığında, Asiler kendisine su bile vermediler. Sinesinden yediği hançerle kanının, okumakta olduğu Kur’ân’ın “Onlara karşı ALLAH sana yeter” ayetinin üzerine damlayacağı günün sabahında o hulasa olarak şöyle diyordu:

“Bu gece rüyamda Efendimiz’i (sav) gördüm. Bana, “Osman, seni susuz mu bıraktılar?”, “Evet yâ RasûlALLAH” dedim. Bana bir kova su getirdi; kanıncaya kadar içtim ve şu anda kanımda, hala içtiğim suyun dolaştığını hissediyor gibiyim. Sonra bana, “Osman, seni muhasara mı ettiler?” dedi. “Evet, yâ RasûlALLAH” cevabını verdim. ALLAH Rasûlü (sav), o arada turfanda hurma istedi. Yanında Ebû Bekir ve Ömer vardı. Bana, “Yâ Osman, bizimle mi iftar etmek istersin, yoksa aile efradınla mı?” diye sordu. “Sizinle, yâ RasûlALLAH” dedim.”

Akşama çıkmadan şehit olacağını bilen Hz. Osman, hiç bir zaaf eseri göstermeden, tam bir teslimiyet ve tevekkül içinde başına gelecekleri inşirah içinde karşılayıvermişti.

Hz. Ali, mihrapta yiyeceği hançerle şehâdet şerbetini içeceği sabah namazına çıkarken, etrafında dolaşan tavukları kovalayan çocuklarına, “Bırakın, onlar babanızın yasını tutuyorlar” dediği nakledilir.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 50-51 ]



F.Gülen, Said Nursî’yi kutsallaştırıyor.(s.60)

Mürşid bu düşünce ve amel ufkunu -ALLAH’ın inayetiyle- yakalayabilirse, ALLAH (cc) da, onun birini bin eder, gönlünü ilham kaynağı yapar. Bir avuç kor olan mahiyetini, okyanusları söndürecek derecede genişletir. İşte kendinden evvel de yüzlercesi gibi Bediüzzaman! Altı aylık tahsil hayatına deryaları sığdıran insan.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 60 ]





Kur’an’a uymayan bir hikaye.(s.162)

Bir gün Hz. Muaviye’yi şeytan namaza kaldırır. Hz. Muaviye şaşkınlıkla neden kaldırıldığını sorar: Şeytan ona şu ibretâmiz cevabı verir: “Ben şeytanım. Geçen gün birisi sabah namazını kaçırdı. Kalktığında öyle bir “of” etti ki, onun nedameti yüzü suyu hürmetine ALLAH pek çok kimseyi bağışladı. Seninki de öyle olur diye korktum ve onun için seni namaza kaldırdım.”

[ Fasıldan Fasıla1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 162 ]



F.gülen’in tavsiye ettiği şirk dolu kitaplar.(s.182)

1- Halkadan Parıltılar - Necip Fazıl Kısakürek

2- Tezkiretü’l-Evliya - Feridüddin Attar

3- Nefahatü’l-Üns - Molla Cami

4- Tabakatü’l-Kübra - İmam Şa’rani

5- Mektubat - İmam Rabbani

6- Kûtul-Kulub - Ebu Talip Mekkî

7- İhyâ - İmam Gazali

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 182 ]




Hz.Ali’yi ebced-cifirci yapma sapıklığı.(s.186)

Soru: Kur’ân-ı Kerim’den tefe’ül edip, ebcedini hesaplamak caiz midir?

Cevap: Caiz değildir, hattâ yerine göre büyük bir vezir de sayılabilir. Taşkö<ACRONYM title="Page Ranking">pr</ACRONYM>ülüzade’nin “Mevzûatü’l-Ulûm” adlı eserinin “Cifr” maddesinde şöyle denmektedir: “Ebced, bu ümmetin başında Hz. Ali’ye verilmiş. Sonra da Ehl-i Beyt’ten gelen bir zat bunu bilecek.” Bu açıdan, mülhemûndan olmayanların ebced hesaplarına girmemeleri gerekir. Yoksa, günah işlemiş olabilirler. Ama, ölüm ve doğum tarihlerine ebced düşürmede mahzur yoktur.

Ebcedin aslı vardır ve doğrudur, tarihen de sabittir. Fakat, bazı mes’eleler vardır ki, -bazı müşabih hadîsler, ebced ve cevşen gibi- hakikat oldukları halde, nakledenlerinden dolayı zamanla zaafa uğramışlardır. Eğer kuvvetli kişiler rivayet etselerdi, diğerleri gibi onlar da iştihar edecekti. Biz öyle şeylere inanıyoruz ki, ebced onun yanında çok basit kalır. Kaldı ki, ebcede inanmamanın getirip götüreceği bir şey de yoktur.

Cevşen’e gelince: Sünnî kaynaklarda Cevşen’den bahsedilmiyor, Ama, İmam-ı Gazali, İmam-ı Şazelî ve Bediüzzaman gibi kametlerin tasdik ettikleri bir mes’elede temkinli olmamız, hiç olmazsa sükut etmemiz gerekmez mi? Hz. Ali’ye ait mes’eleleri nakledenlerin çoğunun Şii olması, bu rivayetleri toptan reddetmemizi gerektirmez. İbn-i Hadid, Nehcu’l-Belaga şerhinde çok önemli şeyler naklediyor; o söyledi diye, kötünün yanında iyi şeyleri de reddedemeyiz ya! Önemli olan, sünnet-i sahihanın kıstas kabul edilmesidir.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 186 ]




Hz. Peygamber ile Hz.Meryem’in nikahlandığı iftirası.(s.197)

Hz. Mesih’i Nefheden “Ruh”

Soru: Hz. Meryem’e Mesih’i nefheden Ruh kimdir?

Cevap: Bütün tefsirler bunu Cebrail (as) olarak ifade ediyorlar. Fakat âyette “Ruh” tabiri kullanılıyor. Bu Ruhun tayininde ise ihtilaf vardır. İhtimalin sınırları ise, ihtilafın çerçevesini aşkın ve Efendimizin (sav) ruhunu da içine alacak kadar geniştir. Çünkü Hz. Meryem çok afife ve nezihe bir kadındı, bu itibarla da gözlerinin içine bir başka hayalin girmemesi gerekirdi. Ayrıca Efendimiz (sav) de, bir makamda onun kendisiyle nikahlandığına işaret etmektedir. Bu açıdan da “Ruh” Efendimizin (sav) ruhu da olabilir. Fakat, bu kat’i değildir, bir ihtimaldir. İhtimaller ise, delillerle takviye edilecekleri an’a kadar kat’iyet ifade etmezler.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 197 ]



ALLAH’a ve Peygambere korkunç iftiralar(s.221-222)

Temsil Noktası

Hizmetin aslını enbiya-ı izam yapmıştır. Çünkü onlar, Zat-ı Ulûhiyetin zatî cilvelerinin gölgeleridir. Gelen ümmetler ise zıllîdir.

Efendimiz’den sonra peygamber olmadığı için, gelen evliya ve mücedditler nübüvveti temsil etmişlerdir. Efendimiz’de hakim olan unsur, bu velilerde de hakimdir. Tıpkı Hz. Davud’da hakimiyet, Hz. Adem’de tevhid hakim olduğu gibi, ALLAH Rasûlü’nde de ferdiyet hakimdir. Her halde, ism-i A’zam sayılırken başta “Ferd” isminin zikredilmesinin sırrı da bu olsa gerek.

Ayrıca, “ALLAH” lafz-ı celâlinin baş harfi olan, “Elif”, Ahmed’in de baş harfidir. ALLAH (cc), Ahmed’de mütecellidir. Hizmet-i imaniyede bulunanlar, hangi nebinin cemaatinden olurlarsa olsunlar şeffaf birer ayna hükmündedirler. Onlara bakanlar, aslî olan peygamberlerini görürler. Tahrifden evvelki Hristiyan Hz. İsa (as)’ı, Müslüman ise, Hz. Muhammed (sav)’i görür. Bugün, hizmetteki bazı hususiyetlerde evsaf-ı İseviye ne kadar ileri giderse gitsin, evsaf-ı Muhammediye daima hakimdir. Zira Hz. Mesih, bir hadîsin işaretiyle “Bazınız bazınıza imamsınız” buyurur. Bu: “Ben imam olamam” demektir. Bugün, devrin getirdiği şartlar ve hizmetin stratejisi açısından, bir yanağına vurana öbür yanağını çevir, karşılık verme, sokağa dökülme” diyorsak, bir ma’nada bu ruhu temsil gereğinden dolayıdır. İlerde İnşaALLAH Muhammedî zemin tam oturacak ve Muhammedî renk bütün renklere hâkim olacaktır.

Şimdilik bu cemaatte mülayemet ve müsamaha ma’nasına Mesihiyet yönü galip olabilir, o şeffaf aynada Mesih (as) görülebilir. Bu ma’nâyı anlamayanlar ve aslı tecellî ile karıştıranlar, mesihî ruhun temsilcisine mesih nazarıyla bakabilirler. Bu iltibasa Bediüzzaman Hazretleri bir yerde işaret ederek, “Evliya mertebeleri içinde bir mertebe vardır ki, o mertebede Hz. Hızır ile görüşülür ve buna “Makam-ı Hızır” denilir. Bu makamdaki bir veli bazen ayn-ı Hızır, yani Hızır’ın bizzat kendisi olarak görülebilir” demektir.

[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 221-222 ]


(Devam edecek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
FETHULLAH GÜLEN'in KİTAPLARINDAKİ SAPIKLIKLAR
2

gulenpapa3pe.jpg


Hz.Meryem, Hz.İsa ve Mehdi hakkında asılsız iddialar ve indi teviller.(s.12)

Maamâfih, diğer annelerde olduğu gibi, Hz. Meryem’de de embriyolojik safhalar söz konusudur. O da hâmile kalır, karnı büyür ve doğum sancıları gelince, bir kenar semtte su arkının bulunduğu bir hurma ağacının yanına gider ve hamlini vaz’eder. Ancak, bu hâmile kalış ve embriyolojik vetirenin başlaması nasıl olmuştur? İşte bunlar, âdetâ birer sır paketi gibidir. Hz. Meryem, karşısında Cebrâil midir, yoksa zaman üstü husûsiyetiyle Hz. Rûh-u Seyyidü’l-En’âm’ın cevher-i hayatı mıdır da ona temessül etmiş, o da bu rûhu görünce, heyecan -tabii bedene ve cismâniyete âit olmayan bir heyecan- duymuştur. İşte bütün bunlar bizi aşan ve “Kudret” dâiresinde cereyan eden şeylerdir. Evet, Hz. Meryem bir iffet âbidesidir; onun cismânî bir heyecan duyması şöyle dursun, o en derin bir iffet hissiyle şahlanıp, karşısında temessül eden rûha, “senden ALLAH’a sığınırım” demiştir. Öyleyse burada çok ciddî bir mücerrediyet vardır; yani, bu mes’eleyi esbâb dâiresi içinde ve “tenâsüb-ü illiyet” prensibiyle izah etmek mümkün değildir. Mes’elenin ikinci yanı, âhir zamanda Hz. Mesih Mehdi’ye iktidâ edecek ve saflaşan Hristiyanlık, saflaşması ölçüsünde (iradî ya da gayr-i iradî) Muhammedî rûhla aynı kaderi paylaşacaktır ki bu da mebde’deki bu sır ve rûhâniliğin bir uzantısı olsa gerek.

[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 12 ]





Eserlerini sarhoş olarak yazan veli.(s.27)

Soru: Muhyiddin İbni Arabî, hayatı boyunca vecd ve istiğraklarını yazdı. Kendine geldiği ve yakazaya döndüğü zaman, bunları neden tashih etmedi? Neden iltibasa müsâit bu mülahazaları olduğu gibi bıraktı?

Cevap: Bence, evvelâ, büyüklüğünü ölçemeyeceğimiz bu kimseler hakkında, hücum ve teşni yerine daha dikkatli olmak icab eder.

Evet bunların, şeriatın rûhuna muhalif beyânları karşısında insanın, “Hazret, bunları niçin daha sonra tahkik ve tashih etmedin?” diyesi gelebilir. Ancak, onlar asıl âlemi, vücûd olarak, kendi sekir(sarhoşluk) ve istiğraklarıyla yaşadıkları âlem kabul ediyorlar ve bizim âlemimize döndükleri veya diğer bir tabirle, kendi âlemlerinden ayrıldıkları zaman da uykuya dönmek kabul ediyorlarsa, neyi ve niye tashih ve tahkik edecekler ki!..

[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 27 ]




Gülen'in iki şirk örneği.(s.28-29)

Keşif ve Keramet Üzerine

Nebinin mucizesi nasıl haksa, velinin kerameti de öyle hak ve gerçektir. Ehl-i Sünnet’in inancı bu merkezdedir.. bu merkezdedir ve bu husus yüzlerce-binlerce vak’ayla te’yid görmüştür. Mucize ve keramet ve keşif arasındaki farklar, tasavvuf ve bir kısım kelâm kitaplarında mevcuttur. Geniş bilgi için oralara müracaat edilebilir.

Yaygın olan bir kanaate göre, ehlullaha ilk defa inkişâf eden, kabirlerdeki insanların ahvalidir. Ve bu, eşyanın perde arkasına atılan adımların ilki sayılmıştır. Tabii, avam-ı halk içinde çok ileri bir seviye sayılır. Oysaki muhtemelen âlem-i berzaha âit keyfiyetler ve keşifler anlatılırken hep, bunların çok da mühim şeyler olmadığı vurgulanmak istenmiş ve ihtimal böyle bir ölçü de işte bunun için konulmuştur.

İkinci derecede ehlullaha inkişâf eden şey onların, gönülden geçen şeyleri okumaları ve onlara muttali olmalarıdır.

[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 28-29 ]





Gülen'in diğer bir şirki.(s.28-29)

Evliyaullah’ın İlk Keşfi

Dünyada geleceği ve geçmişi gören bazı evliyaullahın ilk keşfi, kabir âlemine muttali olmaktır. Ölünün mezara konulmasıyla berzah âlemi başlar. Bize göre bu bir kabir âlemidir. Görenlerin görüşüne arz edilmiş olması hasebiyle de o âleme biz misal âlemi diyoruz.

Esasen misal âlemi, eşyanın ilmî vücutlarının tecelli âlemidir. Bu hayat, kudret ve kaderin içine girince dünya hayatı gibi bir hayat oluyor. Yaşandıktan sonra, plân ve program sanki yine arşivde duruyormuş gibi geliyor. İşte, evliyaullahın nazarı bunlara ulaşır. Bu konuda, Şah Veliyullah Dehlevî’nin “Hüccetullahi’l-Baliğa” adlı eseri ile, Mevlânâ Şiblî’nin Asr-ı Saadet serisinin 1 ve 2. cildinin Mi’rac bölümünde geniş malûmat bulmak mümkündür.

[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 28-29 ]





F.Gülen şirki işlemeye devam ediyor.(s.37-38)

Kabirlerin Keşfi

Velilerin menkıbelerinin anlatıldığı eserlerde, kabirlerin keşfinden bahsedilmektedir. Hatta Ehlullaha ilk inkişâf eden şeyin kabirlerin keşfi olduğu söylenmektedir. Bunu şu şekilde anlamak lazımdır. ALLAH dostlarına gösterilen, açılan o kadar gizli hakikatler vardır ki; onlardan bir tanesi de, -belki velayetin ilk basamağı- kabirlerin keşfidir. Dolayısıyla mezarın içini, daha doğrusu âlem-i berzahta olup biten şeyleri bir ehl-i keşfin müşahedesi, çok ileri bir seviye değil sadece işin başıdır.

Yine velilerin, insanın içinden geçen şeylere -ALLAH’ın izni ile- muttali olması ve söylemesi, “intak-ı bi’l-hakk” şeklinde olup, farkında olmadan, onları ALLAH’ın konuşturmasıdır. Bu sezme şeklinde de olabilir. Onlar muhatablarının zihinlerinden geçen düşünceleri sezer ve üstü kapalı bir şekilde ifade ederler. Ve anlatılanları ancak ilgili şahıslar anlayabilir. Aynı rûh haleti içinde olmayanlar ise konuşanı deli-divane zannederler.

[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 37-38 ]





Gülen'in mesnedsiz uydurmaları.(s.171)

Belhum Edal

“Ülâike kel en’ami belhum edal” âyeti:

1. Dünyevî zevkleri tatma ve lezzetleri yaşama açısından onlar, hayvan gibi veya onlardan daha aşağıdırlar.

2. Bir rivayete göre ALLAH (cc) ahirette bütün hayvanları bir tek nev’ (tür) olarak yaratacak ve onlar o şekilde Cennet’ten lezzet alacaklar. Ama, kâfirler o zevkten dahi mahrum kalacaklar, ma’nâsına gelir.

[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 171 ]





F.Gülen , M. Arabi’nin şirklerini örtmeye çalışıyor.(s.309-310)

Firavun Hakkında Mülâhazalar

Soru: Firavun denizde boğulduktan sonra askerlerinden ve tâbilerinden geri kalanlara ne olmuş?

Cevap: Tevrat’a göre Firavun’un ölümünden sonra Hz. Asiye ve ağabeyi, Firavun’un amca çocukları, ordu kumandanları ve askerlerinin büyük bir kısmı imân etmişlerdir. Firavun topluluğunun şerirleri, iş başından kovulduktan sonra, Kıptî kavmi arasında Hz. Musa’nın tebliğ ettiği din hızla yayılmıştır. Zaten Firavun’u hezeyana sevkeden de buydu ki, sihirbazların Hz. Musa’ya imân etmesi onu çileden çıkartmıştı. Ayrıca bu hâdise, zamanlama açısından da tam bir Nebi firasetini göstermektedir.

Muhyiddin-i Arabî yorumlarında Firavun’dan farklı bahseder. Bunlar vecd ve istiğrak insanıdırlar. Gaybî ve objektif olmayan müşahedelerini, bütünüyle te’vile memur olmadıkları halde te’vil edebilirler. Oysa böyle bir te’vil işi, onların üstünde bulunan insanlara âittir. Bu yüzden de, bilmedikleri, görmedikleri ve tanımadıkları bu insanlar hakkındaki te’villeri isabetli olmayabilir.

Buna benzer bir hata da, kendi nurunu Hatemü’l-Enbiyâ’nın nurundan daha parlak gördüğünü ifade ettiği yerde müşahede edilir. Bu bir hatadır. Hazret kendi nuruyla muhat olduğu için, nuru gözlerini kamaştırdığından ve daha uzakta ve kendi nurundan daha parlak olan nebi nurunu daha zayıf görmüştür. Bunu bir misalle daha açık bir şekilde şöyle izah edebiliriz: Gökte herhangi bir yıldız güneşten 20 kat daha büyük ve parlak olabilir. Eğer o yıldız güneşin yerinde bulunsa, Güneş Sistemi’ndeki bütün gezegenler buharlaşır ve yok olur. Ne var ki, bu yıldız bize çok uzak olduğundan ışığı da daha zayıf gelir. Şimdi bize sorsalar “Güneş mi daha parlak bu yıldız mı?” Vereceğimiz cevap elbetteki “Güneş” olacaktır. Çünkü biz onun nuruyla muhat bulunuyoruz. İşte Hazretin durumu da aynen böyle olsa gerek...

Bu hususta hatıra şu da gelebilir. Bugün nursuz pek çok insan bunu anladığı halde bu büyük zâtlar bunu nasıl anlayamamışlar? Bu bizim anladığımızdan değil, anlayanlardan naklettiğimizdendir.

Biz de kendi müşahedelerimizle baş başa kalsaydık aynı hatayı işleyebilirdik.

Ledünniyata âit mevzular ciddi bir tecrübe sahasıdır. Bizim mesleğimiz herkesi kabullenme mesleğidir. Onun için Muhyiddin-i Arabî ve İmam-ı Rabbanî gibi büyük zatları tenkid etmek ve onların kritiğini yapmak bize düşmez.

[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 309-310 ]





F.Gülen’in Hz. Ebubekir’e iftirası.(s.312)

Vücûdumu O Kadar Büyüt ki...

Hz. Ebu Bekir’e isnat edilen böyle bir söz var: “Ya Rabbi vücûdumu o kadar büyüt ki, cehennemi ben doldurayım. Oraya bir başkası girmesin..” Bu sözün Hz. Ebu Bekir’e isnadı oldukça zayıftır. Bazıları da aynı ifadenin Beyazid-i Bistamî’ye âit olduğunu nakletmektedirler. Üstad Bedîüzzaman’ın Tarihçe’sinde de benzeri bir ifadeye rastlanır. Gerçi Tarihçe’deki bu ifade, ayniyle, Üstad’a âit midir, değil midir bilemeyeceğim? İhtimal ki onun söylediği bu meâldeki bir sözü, Eşref Edib o üsluba ifrağ etmişti. Her ne şekilde olursa olsun, aynı ma’nâya gelen bu ifadeyi Bedîüzzaman da kullanmıştır, diyebiliriz. Ne var ki, bütün bunlardan, bu şahısların cehennemi hafife aldıkları ma’nâsını çıkarmak da fevkalade yanlıştır. Bunlar ve benzeri ifadeler, belli şartlar altında ve belli hallerde (buna tasavvufî ma’nâda sekir hali dememiz de mümkündür) söylenmiş sözlerdir ve umûmi kanaati aksettirme gibi bir mülâhaza da söz konusu değildir.

[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 312 ]




Tasavvuf dini’nin meczup velileri.(s.6)

Halk arasında, “her yerin bir delisi, bir de velisi vardır” şeklinde bir kanaat mevcuttur. Bunun ne denli doğru olup olmadığını bilemiyoruz ama, tarihe baktığımızda bunun pek çok misalini görebiliyoruz. Mesalâ; Hazret-i Üftâde’nin yanında meczup bir insan, Ahmed Şazelî’nin yanında başka bir meczup vardır. Bunlardan başka bir de halk tarafından kabul görüp saygı duyulan, Somuncu Baba, Derviş Ali Baba, Ayakkabıcı Baba, Nalbant Ahmed Efendi.. gibi insanlar bulunuyor. Bütün bunlar, bulundukları devirde halk üzerinde koruyucu melek olmuş ve âdeta Hızır gibi onların yardımına koşmuşlardır.

[ Fasıldan Fasıla 3, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 5.Baskı, 1998, Sayfa 6 ]



Fethullah Gülen kahinlere inanıyor.(s.14)

Tarihî Tekevvünler

Büyük tarihî tekevvünler birden gerçekleşmez. Onların geliştiği belli bir vetire ve belli süreler vardır. Mesela; bu büyük oluşumların biriyle alâkalı bazen bir müjdenin verildiğini duyarsınız. Efendimiz (s.a.s)’in gelmeden önce, “570’de bir insan çıkacak ve nuru bütün dünyayı kaplayacak” diye müjdelerin verilmesi gibi.. oysaki 570 olur, 610 olur, hatta 630 olur, henüz beklenildiği ölçüde herhangi bir zuhur ve tecelli söz konusu değildir. Aslında bu zuhur beklenildiği zaman değil, belki daha ilerde olacaktır.

[ Fasıldan Fasıla 3, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 5.Baskı, 1998, Sayfa 14 ]



Gülen : Bir reklam, bir şirk.(s.14)

Aynı şekilde, 1876’da Şark’ın yalçın kayalıklarından bir ateş-pâre zuhur edeceği ve Din-i Mübîn-i İslâm’ı yeniden gönüllerde ihyâ edeceği bazı ehl-i keşif tarafından müjdelenmiştir. Oysaki müjdelenen zat, o tarihte henüz dünyaya teşrif etmiştir. Misyonunun tamamlanması gelecek yıllarda gerçekleşecektir. Evet, çekirdekte ağaç, damlada derya görülür ve müjdelenir. Ağacın tam büyümesi, deryanın bütünüyle ortaya çıkması ise, zamana bağlıdır; belli bir sürenin geçmesine vabestedir. Öyleyse kuluçka sabrıyla zamanın çıldırtıcılığına karşı beklemek icap eder.

[ Fasıldan Fasıla 3, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 5.Baskı, 1998, Sayfa 14 ]


Raşit Halifeler nurcuları ziyarete geliyormuş!(s.217-218)

Tahiri Mutlu

Hz. Bediüzzaman’ın hizmet anlayışına göre; eğer bir beldede onun bir talebesi varsa, orası, İslâm düşüncesi hesabına fethedilmiş demektir. Demek ki o kendine çıraklık yapan hemen her ferdi, “himmetim milletimdir” diyen insanlar konumunda kabul ediyor. Aslında bu anlayışta ve bu düşünce istikametinde yapılacak hizmetler, bizden hem ALLAH’ın hem de Peygamberin (s.a.s) beklediği hizmetlerdir. Evet, ben de bu düşünceye gönülden katılarak diyorum ki: Arkadaşlarımızdan herhangi biri, bir beldeye gittiğinde orada tam merci olmalı ve bütün karanlıkları parçalayacak bir performans sergilemeli.. duygu ve düşünceleri ışığa garkedecek bir misyon ortaya koymalı ve çevresinde hemen yüzler, binler halelenmelidir -ve inşâALLAH öyle olur- Bu ise ancak, Sahabenin ilkleri gibi, dâvâyı hayatının gayesi bilmekle gerçekleşecek bir husustur.

Konuyla alâkalı bir hatıra nakledeyim size: Kitaplar ilk defa baskıya gireceği dönemde Üstad, sağa-sola hem de 50-100 lira gibi küçük bir para bulmak için adam gönderiyor. Tahiri Mutlu -makamı cennet olsun- bunu duyuyor ve koşa koşa köyüne gidiyor. Köy meydanında bütün mülkünün satılık olduğunu ilan ediyor, arazisinin bir kısmını haraç-mezad satıyor.. satıyor ve parayı sevine sevine getirip Üstadına teslim ediyor. Sadece o mu? Elbette hayır. Hulusi Efendi, Hüsrev Efendi, Mustafa Gül.. ve diğerleri hep aynı duygu ve düşünceyi paylaşırlar. Demek ki onlar, öyle samimi ve öyle bir safvet içinde idiler ki, bunu hayatlarının gayesi biliyor ve o uğurda hırz-ı can ediyorlardı. Gün geliyor bu safvet, onları ilklerle buluşturuyor. Biri, gecenin geç saatlerinde teksir makinesinin kolunu çevirirken, “Hasbî Rabbî cellALLAH, mâfî kalbî ğayrullah, Nur Muhammed sallâllah” diyor. Tam o esnada birden kapı açılıyor ve içeriye Raşid Halifeler giriyor, “Devam edin, bizler sizinle beraberiz” diyorlar.

[ Fasıldan Fasıla 3, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 5.Baskı, 1998, Sayfa 217-218 ]


Bir rahibin ruhunun cesedinden ayrılarak gezdiği yalanı (s.78)

Fransızca Le Monde La Vie adlı derginin Mart 1963 sayısında, -eğer Hristiyanlık propagandası maksadı taşımıyorsa- bir rahibin başından geçen şöyle bir hâdise anlatılmaktadır: Bu rahip, bir grup çocukla gezmek için İsviçre dağlarına gittiğinde yolda uyur. Kendine geldiğinde, şuurlu bir şekilde vücudundan uzaklaştığını ve kollarını oynatamadığını farkeder. Kısa zamanda duruma alışınca dağların üzerinden uçmaya başlar. Çocuklar aklına gelince, yanlarına gitmek ister ve gider; sonra eşini hatırlar ve kendini şehirde eşinin yanında bulur. Kendisi hareketlerini bizzat izlerken, onu kimse görmez. Ardından anî bir rahatsızlık hisseder ve kendisini vücudunun içinde bulur; artık geri dönmüştür. Sonra, gördüklerini bir bir anlatınca herkes hayrete düşer. Bu olay, İngiltere'de araştırılıp, doğruluğu kabûl ve teslim edilmiştir.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 78]


“Veliler aynı anda iki yerde görülebilir” yalanı (s.79)

Ruh, kendi zâtında maddî kılıfı olan ceset gibidir. Mânevî kılıfı da, âdeta misâlî bedendir. Ehlullah temessül ettiği zaman, bu ikinci bedeniyle aynı anda beş on yerde görülebilir. Meselâ onları hapishanedeyken, sabah namazında camide ve aynı zamanda Kâbe'de tavafta görebiliriz.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 79 ]



“Abdülhamit hiç hacca gitmediği halde Ka’bede görüldü” yalanı (s.79)

Abdülhamid Cennetmekân Hazretleri hiç hacca gitmediği halde, onu hacda gördüklerini yeminle söyleyenler vardır. Hattâ, “Geldi ve şu evde kaldı” diyenleri dinlemiştik. Halkımız arasında, “Falan muharebede, falan velî gelip yardımda bulundu” şeklinde çok hâdiseler de anlatılmaktadır.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 79 ]



“Velinin pilotun yanına binip yardım etiiği“ yalanı.(s.79)

Uzağa gitmeye gerek yok; Kıbrıs çıkartmasında falan velî zâtın, pilotun yanına oturup, “Evlâdım, bombaları şuraya, şuraya bırak” diye rehberlik ettiği söylenir. Fakat, hakikî vücutları nerde ise, nerede kendinden geçip vücudu mevhibe-i Rabbanîyi kazanmış, lâtifeleşmiş ve incelmiş ise, kendileri gerçekten oradadır. Bunun dışında misâlî bedenleriyle, aynalar içinde görülen misâlî şekiller gibi değişik yerlerde görülebilirler.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 79 ]



“Velilerden ‘abdal’ sınıfı şu anda iki yerdedir”, yalanı.(s.79)

Ehlullahtan ‘abdal’ sınıfı içinde bulunanlar, şu anda diyelim camidedirler; ama aynı anda, Efendimiz (sav)'in huzurunda bulunurlar. Kâbe'dedirler, ya da bir yerde irşadla meşgûldürler. Farkına varılsa, el atılsa, eliniz bellerinden öbür tarafa geçiverir. Çünkü, elinizin değdiği, ne onların asıl vücududur, ne de ruhlarıdır; belki, akıcı ve ruha kılıf olmuş misâlî bedenleridir ve onlar temessül halindedirler.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 79 ]



“Evliyaullah, gelecekten haber verir”, yalanı.(s.81)

Evliyâullah, ilmini ALLAH (cc)'a havale etmek suretiyle gelecekten haber vermişlerdir. En başta Üstad-ı Küll, Kâinatın Fahri Efendimiz (sav)'in bu türden haberleri çoktur. Evet O, kıyâmete kadar zuhur edecek hâdiseleri bir televizyon ekranında seyrediyor gibi ümmetine bir bir takdim buyurmuştur. Hz. Ali-Hz. Zübeyr Vak’ası (Cemel Savaşı), Hz.Osman'ın şehadeti ve Hz. Fatıma'nın vefatı, haber verdiği hâdiselerden sadece bir kaçıdır.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 81 ]





Muhyiddin b. Arabi’nin şirkleri.(s.83)

Muhyiddin b. Arabî, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bir asır önce yaşamış olmasına rağmen, Edirne kütüphanesinde bulunan ve Efranî tarafından tercümesi yapılmış olan “Şeceretü’n-Nu’mâniyye” adlı eserinde, Osmanlılar devrinde zuhur edecek pek çok hâdiseyi aynen haber vermiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan ve Şam'la Mısır'ın fethinden Yavuz Selim’in Şam’a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkarılacağına kadar bir düzine hadiseden rümuzlu bir şekilde bahseder. Yine aynı eserde, Hafız Paşa’nın dokuz ay muhasara etmesine rağmen Bağdat'ı alamayacağı ve fethin 40 gün içinde Dördüncü Murad'a müyesser olacağı anlatılır. Dünyâya gelmesinden asırlar önce, Sultan Abdülaziz'in katledileceğini haber verir. Muhyiddin b. Arabî, bu eserinde Rus-Japon savaşından söz ettiği gibi, müslümanların düşmanlarıyla muharebe edeceklerinden ve neticede galip geleceklerinden de bahseder. Türkler hakkında da “Türkler için muzafferiyet ve saadet var” der.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 83 ]




“Müştak Dede geleceği haber verdi”, yalanı.(s.83)

Bitlisli Mustafa Müştak Dede, Divan’ında Ankara’nın başşehir olacağını 70 sene evvelinden haber vermişti. Şiirinin mısra sonlarına düşürdüğü harfler, Osmanlıca olarak yanyana dizildiğinde -elif, nun, kaf, rı, he- Ankara’yı gösterdiği gibi, bu hâdisenin savaşlar neticesi gerçekleşeceğini ve Hacı Bayram'dan bahisle de, Ankara’nın başşehir olacağını gayet açık bir şekilde ifâde etmektedir.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 83 ]





“Said Nursi gelecekten haber vermiştir”, yalanı.(s.84)

Yine asrımızda bir tefsirci, seneler evvelinden, 1971'de bir muhtırayla ordunun Türk siyasi hayatına vaziyet edeceğini haber verir. Kendisine “Ne zaman?” diye soranlara da cevabı, “12 Mart” olur. Aynı şahsın 1980 hareketini haber verdiği de söylenmektedir.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 84 ]





F.Gülen’in 3000 km’den vasıtasız konuşturma saçmalığı.(s.85-86)

5.Cenâb- Hakk, kurbiyetine mazhar kıldığı kişinin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olur:

Rusya bile telepatilerle uğraşmaktadır. İlk defa, “ma'nâyı madde ile idam ettim” diye ilânatta bulunmuş olmasına rağmen, bugün Rusya, belki kapitalist dünyâdan da önce, telepatik yollarla haberleşme imkânlarını değerlendirme çalışmaları yapmaktadır. 20-50 kişilik bir biyofizik doktorlar heyeti, bu mevzûda birçok deneme gerçekleştirmiş bulunuyor. Bunlar, 300 kilometre mesafede elektrik ve ışıktan tecrid edilmiş bir odada bulunan bir adamla muhabere yapma yolunu denemektedirler. Yabancı dinleme istasyonlarının tesbit sahasına girme tehlikesi bulunmaksızın, denizaltılarında da aynı usulle haberleşme ve madde ötesi, beden ötesi kuvvetlerle muhabere imkânlarını araştırmaktadırlar. Ve hedefledikleri nokta, 3000 kilometre ötedeki kimse ile konuşup 30-40 sayfalık mesajlar almak, birinin orada dikte ettiklerini buradaki medyum vasıtasıyla aynı anda tesbit etmek ve neticede yakalanma ve takip edilme tehlikesi bulunmadan, masrafsız bir casusluk şebekesi kurmaktır.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 85-86 ]





F.Gülen Hoca’nın medyum saçmalıkları.(s.90)

Mesaj de La' mecmuasında anlatıldığına göre, bir medyum, altı-yedi kişilik bir ilmî heyetin yanında ellerini önündeki masaya koyunca, karşıdaki masa hareket edip gezinmeğe başlıyor.

Bornova'da, çadırda biri, masanın üzerindeki buğdayları yukarıya doğru çıkarmaya başlıyor. Orada bulunanlardan bazıları okumaya geçince “dümen bozuldu.. aranızda kötü niyetliler var” diyor.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 90 ]




F.Gülen Hoca’nın Hz.Peygamber’e iftiraları.(s.91)

Biz müslümanlar ise, on dört asır evvelinden bu ve benzeri pek çok hâdiseye vâkıf ve âşina bulunuyoruz. Hz. Muavviz (ra)'in Bedir'de kopan kolu, eczahane hükmündeki O Nurlu El'in Sahibi (sav) tarafından yerine yapıştırılıyor ve hiç bir iz kalmıyordu. Uhud'da Ebu Katâde (ra)'nin çıkan gözü, yine aynı el tarafından yerine konup şifa buluyordu. Ve tabîi bunlar, harikalar kuşağının son sınırında cereyan eden mu’’cizelerdi...

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 91 ]





F.Gülen’in mü’minleri ruh çağırıyor.(s.93)

Bir mü'min anlatıyor: “Ankara'da bir savcı arkadaşımla Mevlâna'nın ruhunu çağırdık. Yeşil kisvesi ve Mevlevî külâhıyla karşımıza dikilen şahsı ikimiz de gördük. Fakat, yüzünü kaçırıyordu. İhtimal ki, gelen şeytandı ve bize yüzünü göstermek istemiyordu.

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 93 ]



“Rüyalarla olayları bilme”, yalanı.(s.100)

Rusya’da Tanrı’ya Dönüş isimli kitapta da, bu kabil hâdiseler ve rü'yâlar anlatılır. Anne Ostrovsky adlı bir yazarın annesi, Almanların Rusya'ya girmesinden beş sene evvel rü'yâsında savaşın çıktığını çoğu sahneleriyle görmüş ve bunlar o günkü gazetelerde neşredilmişti......

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 100 ]





F.Gülen’in, Azrail(as) ile ilgili uydurduğu hurafeler.(125-126)

Vefat anında herkes Azrail (as)'le kontak olur. Bir hastalık, musîbet, kaza, kısaca herhangi bir sebep baş gösterince, hemen Azrail (as)'le irtibat kurulmuş olur. Bu yüzden, Azrail (as)'ın onu aramasına lüzum yoktur. Diyelim ki, muhtelif dalga boylarında neşriyat yapan bir cihaz geliştirilse.. ve bu cihaz, bir düğme ile bin frekansta neşriyat yapsa, aynı anda pek çok cihazı durdurur. Aynı frekanstaki belli bir nokta ile hepsi birden kontak olduğundan, yayın kolayca gerçekleşebilir. ALLAH (cc)'ın icraatında da bu vüs’at ve dolayısıyla da böyle bir sühulet ve kolaylık mevcuttur.. bir emirle binler askerin hareket etmesi ve güneşin aynı anda binlerce cam parçası ve su kabarcığında yedi rengi, ışığı ve hararetiyle temessül etmesi misali böyle bir teveccüh ve temasla aynı ölüm frakansında buluşan herkes, Azrail (as) dokunduğu anda ruhunu teslim eder. Tıpkı, bir elektrik şartelinin düğmesine dokunmakla, aynı anda yüzlerce âvize ve lambanın sönmesi gibi...

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 125-126 ]




“Muhyiddin i.Arabî’nin ruhlarla görüştüğü”, yalanı.(s.133)

Âli ve yüce ruhlar içinde Berzah Âlemi’ndeki ruhlarla temas kuranlar vardır. Muhyiddin İbn Arabî (ra), ervah-ı âliye ile sık sık temas ettiğinden bahseder. İmam Süyûtî, Efendimiz'le yakazaten 70 defa görüştüğünü ve Ahmed Rufâi Hazretleri de, Aleyhissalâtü ve’s-Selâm’ın ruhuyla teşerrüf ettiğini anlatır. İmam Buhari (ra)'nin abdest alıp namaz kıldıktan sonra murakabe ile, rivayetlerinin doğru olup olmadığını Rasûlüllah (sav)'a arzettiği nakledilen haberlerdendir... Rüyâ yoluyla görüşmek ise, zaten mümkündür. Kötü ruhlara gelince; buradaki iyiler onlarla niye görüşsün ki?!

[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 133 ]




Hz.İbn-i Abbas ve Hz.Meymun ile ilgili hurafeler.(S: 47)

İbn-i Abbas vefat ettiğinde ben oradaydım. Techiz ve tekfini yapılırken, kuş gibi bir şeyin kefeniyle cesedi arasına girdiğini gördüm. Daha sonra onu kabre koyarken gaibten bir ses duyuldu. Ses:

"Ey mutmainne olmuş nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön. İyi kullarının arasına gir. Cennetime gir." (Fecr/27-30) ayetini okuyordu. Herkes donup kalmış ve bu sesi dinlemişti. (Hilyetü'l-Evliya, 1/329)

Hz. Meymun'un gürdüğü ne idi? Evet o infisal etmiş bir ruhu, yani asıl bedenin dadublesini müşahade etmişti. Ve sanki Cenab-ı Hakk, bu sevgili kuluna "Hoşgeldin" diyor ve onu rûhânîlerle karşılıyordu. Hz. Meymun gördüğü hadiseye, binlerce insanı şahid tutuyor ve söylediğini öyle söylüyordu. Ve işte bu binlerce insan susmalarıyla O'nu tasdik ediyor ve hadisenin doğruluğuna şahitlik yapıyorlardı.

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 47]



Bir şahıs 20 ayrı yerde görülebilir yalanı.(S:49)

Ehlullahtan "Abdal" kısmı buna her zaman mazhar olurlar. Bu meseleye o kadar çok misal vardır ki, saymakla bitmez, anlatmakla tükenmez. Bir şahıs yirmi ayrı yerde görülür. Mesela, son Nakşi şeyhlerinden Aziz Efendi, Havran'da olduğu aynı anda Edremit'te de görülür. Ve bu nice defalar tekrar eder durur. Turgutlu'daki bir başka zatı da aynı zamanda Salihli'de görenler olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri hapishanede demir parmaklıklar arkasında tutsak bulunduğu aynı an ve zamanda, şehrin ortasındaki en büyük camide, Cuma vaktinde cemaat içinde namaz kılarken görülmüş; gardiyanlar hayret ve dehşetle hapishaneye döndüklerinde de onu hapishanede bulmuşlardır.

Abdülhamid Cennetmekan hiç hacca gitmemiştir. Halbuki o, her sene hacda görülmüştür.

İşte bütün bunlar ve bunlara benzer vak'alarda görülen o şahsın dedublesidir.

Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998,
(son)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
FETHULLAH GÜLEN'in KİTAPLARINDAKİ SAPIKLIKLAR


3

url




Ölüm anında ruhun görülebileceği yalanı.(S:56-61)

Ölüm Ânındaki Müşahedeler

Madam Florance Marryant anlatıyor: "Dostlarımın arasında medyumluk melekeleri üstün olan yüksek sosyeteye mensub genç bir bayan tanırım ki, bu kabiliyetini ancak birkaç yakını bilmektedir. Kendisi, bir sene evvel 20 yaşında, bulunan plöreziden hasta kızkardeşini kaybetmiş bulunuyordu. Edith (medyumun ismi) bu sırada bir dakika bile kızkardeşinin başı ucundan ayrılmamıştı. Duru görü (Clairvoyance) (Clairvoyance; başkalarının görmediği, gözle görülmeyen şeyleri görme kudreti) halinde ruhun bedenden yavaş yavaş ayrıldığını görmüştü.

Anlattığına göre zavallı hasta, hayatının son günü, son derece hassas, geveze ve heyecanlı bir hal almıştı. Sırt üstü yatağa uzanmış mütemadiyen anlaşılmayan sözler ve cümleler söylüyordu. Edith bu esnada, akıcı bir bulut şeklinde, hafif dumana benzeyen bir şeyin, hastanın başı ucunda toplanmakta olduğunu gördü.

Bulut yavaş yavaş yoğunlaşarak hastanın şeklini aldı. Rengi müstesna, her hususta tamamiyle kız kardeşine benziyor ve hastanın biraz üstünde, yüzü yere çevrilmiş olarak, havada dalgalanıyordu. Akşama doğru hasta sakinleşmeye başladı. Güneş battığı sıralarda hasta artık tamamiyle bitkin bir hal almış, son dakikalarını yaşıyordu.

Edith, o an titreyerek kızkardeşine baktı. Yüzü morarmış, bakışları bulanmıştı. Buna mukabil üst kısımdaki hayal, bu sırada, bedenden kendisini kurtararak tamamiyle teşekkül etmiş ve canlılık kazanmıştı. Hasta, hareketsiz ve şuursuz bir halde, yatağında serili yatarken üstünde dalgalanan hayal fluoresan ışığına benzeyen parlak kordonlarla onun kalbine, beynine ve hayati organlarına bağlı canlı bir hal almıştı.

Nihayet mühim an geldi; hayal hareket etmeğe başladı. Bu hareket hafif olmakla beraber, vücutta canlılık doğuruyordu. Edith, bu esnada, bu meraklı sahneyi seyre dalmıştı. Bu sırada, parlak iki şekil daha belirdi. Bunlar, büyük annesi ile büyük babası idi. Bu evde ölmüşlerdi. Her ikisi de, cesetten ayrı duran hayale doğru yaklaştılar. Onu şefkatle kucakladılar. O da, başını büyükbabasının omuzu üzerine bıraktı. Hastanın nefesi kesilinceye kadar bu halde kaldılar ve sonra hayal, kendisini cesede bağlayan parlak bağları kopararak ötekilerin kucaklarında, hep birlikte pencereden uçup gittiler."

Madam Joe Suell anlatıyor: "20 sene devam eden hasta bakıcılığım sırasında, bir çok ölüm vak'alarında, ölenlerin başları ucunda bulundum. Ölümü müteakip daima insan şeklinde ruhi bir varlık, cesedin üzerinde yükseliyor ve sonra gözden kayboluyordu."

Anlattığı vak'alardan birini aşağıda aktarıyoruz: "Maggie'nin annesi, ağır hasta olan kız kardeşinin yanına gitmiş ve yokluğu sırasında kızının yanında kalmamı benden rica etmişti. Kızı üç gün sonra, birdenbire ağırlaştı ve doktor yetişmeden kollarımın arasında son nefesini verdi. Bir ölümle ilk defa karşılaşıyordum. Kalbin durmasını müteakip, su buharına benzeyen bir şeyin cesetten ayrıldığını gördüm. Vücuttan çıkan bu buhar, yavaş yavaş yükselerek kendisine benzer şekilde yoğunlaşıyordu. Hatları evvela belirgin değilken, sonra yavaş yavaş beyaz sedef elbiseli bir insan şeklini aldı. Yüzü değişmemiş, ancak parlak bir şekil almıştı ve artık ızdıraplı çırpınmanın hatlarını taşımıyordu."

Meşhur medyumlardan A.J.Davis bir kadının vefatı esnasındaki müşahadelerini şöyle naklediyor: "Kadında canın çıkışı sırasında bedenin beyin kısmında vukua gelen ve her an artmakta olan kuvvetli bir yoğunlaşma beliriyordu. Yoğunlaşan bu şey, çırpınmalar azaldıkça ve vücuttaki sarılık arttıkça parlak ve ziya saçan bir hal alıyordu. Can çekişme sırasında görülen bu çırpınışların çekilen acı ile herhangi bir alakası olmayıp, ruh tarafından hissedilmezler. Bunlar tamamiyle organik olan bir takım hareketlerdir. Ölüm anı yaklaştıkça bedenin organları, boşalan torbalar gibi birer birer yatağa seriliyor, buna karşılık hastadan ayrı olarak, ruhî bir bedenin teşekkülü tamamlanıyordu. Can çekişen hastadan ilk kurtulan, ruhî bedenin baş kısmı oldu ve yavaş yavaş diğer kısımları da ayrılarak tam ruhi bir beden olarak kadının başı ucunda ayakta durdu. Bu iki vücudu birbirine, göbeklerinden, hayat bağı dediğimiz, parlak bir kordon bağlıyordu. Bu kordon kopunca bir parçası cesette kaldı. Herhalde cesedin derhal bozulmasına mani olan budur. Kadının ruhi bedeni serbestliğe yavaş yavaş alıştı ve birdenbire ne yapacağını kestirmiş gibi harekete geçerek evden çıktı. "

Dr. F.A.Kraft anlatıyor: "Birinci Dünya savaşında hudutta çarpışan bir nefer 1920 yılında hastahanede ölmüştü. Son nefesini vermeden iki dakika kadar evvel şöyle bağırıyordu: "Hanri, Şarl, demek sizler oradasınız... Artık, etrafa hep birlikte tırpan atarız. Ben iki seneden beri hastayım... ah... evet bekleyin.."

Ölenler, hemen bütün hallerde kendilerinden evvel ölmüş olan akraba ve arkadaşlarını görürler ve onlara isimleriyle seslenirler.

Bu konuda ilgi çekici bir başka vaka ise şudur: "Amerika iç harbi kalıntılarından, uyanık ve serbest fikirli eski bir savaşçı, yatağına uzanmış son saatini bekliyordu.

Bir çarşamba günü hasta, adetinin aksine, bir acelecilik göstererek muhtelif ricacılarla beni ısrarla istetti. Saat sekize doğru koğuşa girdiğim zaman elini kaldırarak yaklaşmam için bana işaret etti. Tasalı yüzü, sevinçli bir hal almıştı. Bana dedi ki: "Bu sabah saat üçte uyanmıştım. Gözlerim açık, hareketsiz yatıyordum. Birdenbire karyolamın ayak ucunda bir varlığın mevcudiyetini hissettim. Hiç bir korkum yoktu. Bilakis istirahat edebilmem için, ölümü istiyordum. Bu görünüş, bana bunu daha iyi anlamak imkanını vermiş oldu. Yavaş yavaş kardeşim James'in yüzünü tanıdım. Canlılığı açık şekilde belli idi. Bana doğru eğildi ve tarif edilemeyecek kadar kolay bir tesirle bana söylemek istediği şeyleri anlattı. Derhal evvelce biricik iyi dostum olan kardeşimle birlikte geçirdiğimiz hayatı bütün tafsilatı ile hatırladım. Konuşmaya başlayınca da sesini iyice tanıdım. Bana: "Maxvelle, önümüzdeki pazar günü sabah 11' de benimle birlikte geleceksin." dedi ve sonra kayboldu. İtiraf ederim ki, kendimi hakikaten bahtiyar hissediyorum. Bunun bir hayal veya aldığım ilaçların tesirinden mütevellid olmadığına katiyyen eminim.

Pazar günü hastanın başı ucunda idim. Sakin bir hali vardı. Saat 10'a doğru, hareketsiz yatıyor, hiçbir kelime söylememekle beraber, zaman zaman bana tanıdığını hissettirecek şekilde bakıyordu. Onbire çeyrek kala sağ elini kaldırdı ve sol tarafındaki köşeyi göstererek tamamiyle anlaşılan bir sesle: "Kardeşim James" dedi. Tam saat onbirde, daha evvel söylemiş olduğu gibi ruhu öteki aleme gitmek üzere cesedini terketti."

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 56-61 ]



Ruhun fotoğraflarla görüntülenebileceği yalanı.(S:71)

Madde ötesi varlıkların, varlık delillerinden bir diğeri de "Ruh Fotoğrafçılığı"dır. Günümüzde ruh fotoğrafçılığı en ileri seviyeye ulaşmış durumdadır. Öyle ki, ruh artık aynen maddî cesed gibi görüntülenmekte ve böylece madde ötesi varlıkları inkar edenlerin ne derece büyük yanılgı içinde oldukları gözler önüne serilmektedir.

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 71 ]



Fethullah'ın “medyumluk melekesi” yalanı.(S:72)

Ruh fotoğrafçılığı olarak bilinen konu bir medyumluk çeşididir, fotoğrafı çekende de, çektirende de bu medyumluk melekesi geliştirilebilir. 1862'de, Amerika'da, Boston'lu bir hakkak olan Mr. Mumler arkadaşlarının fotoğraflarını çekmişti; negatiflerinde, arkadaşlarının yanısıra başka kimseler de bulunuyordu. Bundan dolayı bu tipteki olaylara "Ruhî Fotoğrafçılık" ismi verildi. Mumler bu fotoğrafçılardan ilki olarak tanınır. O zamandan bu yana, buna benzer pek çok ruhî fotoğraf elde edilmiştir.

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 72 ]



Ölenlerin evlerinden ayrılmadığı ve aile ile birlikte yaşadığı yalanı.(S:73-74)

Tom Patterson, elindeki ruhî fotoğraflarla ilgili olarak şöyle devam ediyor:

"İngiltere'de, Sheffield'den Mr. E..., 5 Haziran 1961'de bana bir fotoğraf gönderdi. Zarfın içinden bir de şu mektup çıktı:

"Bu fotoğrafı çektiğim zaman film rulosundaki rakam 8'i gösteriyordu niyetim, yeni dekore ettiğim mutfağımın resmini çekmekti. Akşam kameramı mutfağa, uygun bir yere yerleştirmiş ve objektifi bir müddet açık bırakmıştım; önünden geçmemeye özellikle dikkat ettim. Daha sonra, filmi, banyosu ve baskısı için fotoğrafçıya gönderdim. Netice bu fotoğraf oldu. Fotoğrafın karıma ait olduğuna eminim. Onun, ölümünden beri yine burada bizimle beraber olduğuna dair daimi bir his içindeydim. Fotoğrafta karım, eskiden yaptığı gibi masaya eğilmiş, oğlumuz David'in dört yaşında iken çekilmiş bir fotoğrafına bakarken görülüyor.

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 73-74 ]



Öldükten sonra kocasının hücumuna uğrayan kadın ve ölmüş annesinin sesini duyan rahip yalanı.(S:101-102)

Ölmüş Annenin Sesi

"İsviçreli şifacı Ernest Kapp, akıl hastalıklarını da tedavi etmekte idi. Bir doktor onu hususi bir hastaneye çağırdı. Çok tehlikeli bir kadın, hasta hakkında fikrini almak istiyordu. Kadın, bir devlet akıl hastanesine sevkedilmek üzere idi. Kapp, hastanın odasına girdiği zaman hemşire elinde bir iğne tutuyor, kadın da atılmağa hazırlanan bir kaplan gibi iki büklüm duruyordu. Hemşire, onun elini yakaladı, iğneyi koluna batırmak üzere idi ki, şifacı, enjeksiyon yapmamasını rica etti. Çünkü, eğer iğne yapılırsa kendisi hiçbir şey yapamayacaktı. Kendisini hasta ile yalnız bırakmalarını istedi. Hemşire, zilin yerini gösterdi ve çıktı.

Kapp, kadınla yüzyüze kaldı. O anda gözlerini kapayan rahip, yapması icap eden şeyin, kendisine bildirilmesi için dua etmeğe başladı. Sol kulağında ölmüş annesinin teganni eden sesini işitti; bir Alman ninnisi söylüyordu. "Ama burası Amerika, Almanya değil" diyecek oldu. Ses, teganniye devam ediyordu. Kendisi de ninniyi Almanca olarak söylemeğe başladı. Dördüncü kelimeye gelmişti ki, kadın tepeden tırnağa titremeğe başladı. Kapp, "şimdi üstüme saldıracak" diye düşündü. Fakat ninniye devam etti. İkinci mısra bittiği zaman kadın, hıçkırarak ağlamağa başlamıştı. Ve Almanca olarak, "Siz ALLAH'ın bana gönderdiği bir melek olmalısınız" dedi. Fevkalade bir klervayan (Clairvoyance) hassasına sahip olan Kapp, kadının üstüne çökmüş olan ağır absesyon bulutunun dağılıp gitmekte olduğunu görebiliyordu. Ayağa kalktı, ellerini hastanın üzerine koydu ve şükretti. Kadının sonradan Kapp'a anlattığına göre, kocası gırtlak kanserine yakalanmıştı. Kadın, ona gece gündüz bakıyordu. Bir gün, hastanın odasına girdiği zaman onu yerde kanlar içinde buldu, adam gırtlağını keserek intihar etmişti. O zamandan beri de kadın kocasının tasallutuna uğramıştı. Bir kaç dakika sonra Kapp, doktorla hastabakıcıya, yukarı çıkıp hastayı görmelerini söyledi. Kadın iyileşmişti. Derhal taburcu edildi."

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 101-102 ]



Ruh çağırma seanslarına iştirak eden ve etmeyen ruhlar uydurması. (S:102-103)

Yüce ve Süflî Ruhlar

Âlî ve temiz ruhlar, insanlar için koruyuculuk vazifesi yaparken, habis ve şerir ruhlar da insanlara zarar vermek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Zaten ruh çağırma seanslarına koşarak gelenler de ekseriyet itibariyle böyle ruhlar veya cinlerdir. Yoksa yüce ruhların öyle meclislere gelmesi mümkün değildir.

Fahreddin Razi dediğinde haklıdır. O şöyle demektedir: "Habis ruhlar davete icabette seri, kuvvetli ve güçlü ruhlar ise ağırdırlar."

Efendimizin ruhu ve diğer nebilerin ervahı, katiyyen böyle davetlere icabet edip gelmezler. İmam Rabbani, Abdülkadir-i Geylani, Muhyiddin İbn-i Arabi ve Bediüzzaman Hazretleri gibi âli ruhları da bu tür metodlarla davet imkânsızdır. Habis ve alçak ruhlardır ki, her türlü süflî davete koşarak gelirler. Cinlerin ayak takımı da böyle davetlere icabette seridirler.

Ve bunlar, aynı zamanda insanlara hasım ve düşmandırlar. Bütün şerlerin ve kötü şerârelerin altında bunlar bulunurlar. Karakter, irade ve ruh bakımından zayıf insanları tesir altına alır ve kullanırlar. Bunların eline düşmüş zavallı insanlara, tıp çeşitli isimler verir; "paranoyak", "şizofreni" der, fakat ekseriyetle de bu tür hastalıklara tıp şifa bulamaz. Zira, her türlü cinnet vak'asının altında kesinlikle şerir cinler ve habis ruhlar vardır. Öyledir ki, bu tür rahatsızlıklar çoğunlukla dua ve okumakla iyi olmaktadırlar.

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 102-3]



Fethullah Gülen'in teyzesi ve anlattığı hurafeler.(S: 103-105)

Teyzem âbide, zâhide bir kadındı. Alvar İmamı'na da yürekten bağlıydı. Başından iki defa delirme hadisesi geçti. Birini ben hatırlamıyorum. Söylenen şu: Teyzem gece kalkmış tesbihini çekiyor. Bir ara, spiritualistlerin "Mekandan uzaklaşma" dedikleri hal oluyor ve teyzem seccadesinin üzerinde bir metre kadar havaya yükseliyor. Kocası bu durumu görünce endişe ediyor ve ayaklarından tutup onu yere çekiyor, teyzem de deliriyor, hatta mütecaviz bir hal alıyor. Öyle ki ancak zincirle zaptedebiliyorlar. Hattâ bir keresinde, düğün evinde ne kadar ayakkabı varsa hepsini toparlayıp tandıra atıyor ve elinde sopayla tandırın kapısı önünde nöbet tutuyor. Hiç kimse cesaret edip yanaşamıyor ve bütün ayakkabılar tandırda cayır cayır yanıyor... Nasılsa dedem arkasından yakalayıp onu oradan uzaklaştırıyor.. Daha sonra teyzeme birisi bir muska yazıyor. Hadisenin bundan sonrasını dayım şöyle anlatırdı:

"Misafir odasında oturuyorduk. O yine zincirle bağlıydı. Yazılan muska yerine konulduktan kısa bir müddet sonraydı ki, ağlamalı bir sesle: "Dadaş beni niye bağladınız ki?" dedi... Hemen çözdük. İyileşmiş ve tamamen eski haline dönmüştü..

İkinci delirmesine de ben şahid oldum. Küçüktüm, hafızlık yapıyordum. Alvar İmamı'nın torunu ilk dönemlerde hocamızdı. Birisi, bir iki kelimelik, pek de öyle hakaret olmayan bir söz sarfetti. Rahmetli dedem ve teyzem oturuyorlardı. O böyle deyince birdenbire bir çığlık kopardı: "Benim efendime ha?" dedi. Yine delirdi. Zorla arabaya koydular. Dedem onu götürdü. Psikiyatriye yatırdılar. Klinik, hastahanenin 4. katındaydı. Kendini 4. kattan aşağıya attı ama hiçbir şey olmadı. Bu hadise üzerine teyzemin kocası Erzurum'dan bir hocaya gidip muska yaptırdı. Teyzem anında şifa buldu ve gayet sakin olarak eve döndü.

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 103-5 ]



Fethullah Gülen'in dostunun anlattığı bir hurafe.(S:110)

sözüne güvenilir müşahid bir dostum bana şunları anlatıyordu: "Tarlayı sürerken saban sert bir şeye takıldı. Baktım, bu bir ceseddi. Etrafını itina ile kazıp cesedi çıkardım. Mehmetçik, üzerindeki elbisesiyle sırtüstü yatıyordu. Elindeki silahı da sımsıkı tutmuştu. Ne kadar gayret ettimse de elinden silâhı alamadım."

Aynı benzer bir hadisede veya bu hadisenin devamında şöyle ikinci bir vakıa daha cereyan ediyor. Daha sonra bu askerin yanına ona komutanlık yapmış, yaşlı bir zatı getiriyorlar. Komutan askerini tanıyor ve ona ismiyle hitap ederek silahını teslim etmesini istiyor. İşte o zaman mehmetçiğin eli gevşiyor ve silâhını teslim ediyor.

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 110 ]



Fincan kullanarak ruh çağırma yalanı.(S: 136-139)

Sinir mütehassısı olan bir arkadaşımız bulunduğum yerde yedek subaylık yaparken, bir zamanlar şahid olduğu bir vak'ayı bana aynen şöyle anlatmıştı: "Bir yerde fincan kullanarak ruhları çağırıyorlardı. Bu fincan belli harflere uğrayarak sorularımıza cevap veriyordu. Ben elimi fincanın üzerine koydum, fincanın hareket ettiğini gördüm. Fincanın, masa üzerindeki harflerin, rakamların karşısına gittiğini dikkatle takip ettim. Derken, bir aralık ruhları çağırıyorduk ki, oraya şeytan geldi. "Kimsin?" dedik. "Şeytan" diye yazdı. Hepimiz ürperdik. Hazret-i Âdem'den beri, insanlığın bu ezelî hasmı, hem de davet edilmeden gelmişti. Sordum:

-Sana Meyve'nin Altıncı Meselesini okusam dinler misin?

-Dinlerim, dedi ve okumaya başladım:

………

Evet, ben okurken o, misallere "evet", misallerin gösterdikleri hakikatlara "hayır" çekip durdu. Ve sonra, kendisine "Cevşen okuyayım mı?" diye teklif ettim. "Oku" dedi. Ben Cevşenü'l-Kebir'i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar sür'atli hareket ediyordu ki, parmağımla zabtedemiyordum. Bir aralık düştü. Hatta bir aralık "bırak şu gırgırı" diye de yazıvermişti.

Beyin mimarımız diyor ki: "Şu asırda bir kısım kimseler maddî vücudlarını atıverseler, şeytan olurlar. Şeytanlar da maddî vücud giyseler bu devirdeki bir kısım insanlar gibi olurlar."

İşte bu fincan deneyinde de aynı netice görülüyor. Şeytan, Cevşen okunurken, "Bırak şu gırgırı" diyor. Cevşen'den rahatsız oluyor. İnsî hemcinslerine nasıl da benziyor!..

Bazıları "ruh çağırıyoruz" diyorlar.. herhalde gelenlerin cinler olması ihtimali daha güçlü. Böylece bunlar, cinne, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddi, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir, zannediyorum. Şimdikilerin yaptıkları ise maskaralıktan başka bir şey değil.

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 136-9 ]



Fethullah Gülen'in ermişliği.(S: 139-141)

Berzahî Tablolar

Edremit-Avcılar'da kamp yapıyorduk. Bir ara emniyetin bu ma'sum kampa baskın yapacağı şâyiası duyulmaya başladı. İşte o günlerden birinde, öğle yemeğinden sonra "Ashab-ı Bedir"i okudum. Sırtımı çadır direğine vermiş oturuyordum. Biraz içim geçmişti ki bu, eskilerin "Beyne'n-nevm ve'l-yakaza" (Uyku ile uyanıklık arası) dedikleri haldir. Baktım tuğlu sancaklı, ellerinde mızrakları okları, gürül gürül bir ordu. Kampta tarlaların olduğu tarafta duruyorlar. Birisi mi söyledi, öyle mi anladım, yoksa biz Ashab-ı Bedir'iz mi dediler bilemiyorum. Ashab-ı Bedr'in geldiği kanaatine vardık. Ben öyle hayran hayran onları seyrediyordum ki bulunduğum yer, sanki birden bire kale kapısı gibi bir şey oldu, ben söveleri kalınca tahtadan bu kapının verasında durmuş onlara bakıyorum. Biri güç gösterme manasına elindeki demir kalemi (Kalem, mızraktan daha küçük elle atılan bir harp aletidir) öyle bir salladı ki, o kalın tahta kapıyı deldi geçti ve ben müthiş bir heyecanla uyandım.

(Bir kaç defa) rüyamda Ashab-ı Bedir'i görmüşümdür. Kampta da öyle oldu. Hatta bir iki defa da rüyamda kendimi onların içinde harbe gidiyormuş gibi görüyor ve "ALLAH ALLAH! Ashab-ı Bedr'in içinde bulunuyorum ama, ben onlardan çok sonra geldim, nasıl olur da onlarla beraber olurum?" diye düşünüyor ve hayret ediyordum. Zannediyorum onların bazılarını seçebiliyordum da; ama kamptaki müşahedemde fertleri tam seçemiyordum. Her halde sadece Hz. Hamza'yı tanıyabilmiştim. Daha sonra meydana çıktı ki tam o dakikalarda, kampa baskın yapmak isteyen bir grup, tam yol ayrımına gelince trafik kazası olmuş ve onların arabaları cayır cayır yanmış. Daha sonra bu arabayı biz de gördük. Zaten yolumuzun üstündeydi. Demek ki, o demir kalemin atılması, misal aleminde bu neticeye işaretmiş. Kapının görünmesi ise, inayet altında olduğunun emaresiymiş. Yani bu mini rüyada sahabi, sanki oradakilere: "Siz inayet ve koruma altındasınız. Dava, düşünce, duygu bir olunca, aynı Nebi'nin arkasında da bulununca, zaman ve asırlar bizi sizden ayıramaz. Birimiz dünyada, birimiz ukbada, birimiz şarkda, birimiz garbda da olsak yanyanayız" demektedir.

Evet, böyledir; elverir ki çizgi korunsun. Aynı frekansta bulunulsun. Aksi halde sesimizi onlara duyuramayız. Onların sesini de alamayız.

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 139-141]



Fethullah Gülen gaybe muttali olunabileceğini sanıyor.(S:153-154)

Bir insanın gayb alemine muttali olmasının yolu, arzettiğimiz hususlar gibi şeylere riayetten geçer. Günde üç öğün yemek yiyen, karnını tıka basa doyuran ve kendini gevezeliğe salıp, bilip bilmediği her şeyi konuşan, zikre devam etmeyen ve cemiyet hayatında, çoğunlukla kendisini ilgilendirmeyen mâlâyâniyatla meşgul olan.. çok uyuyan ve gaflette boğulan bir insanın, bana niçin gayb perdesi açılmıyor, diye itiraza hakkı yoktur. Zira o, kendini neticeye ulaştıracak yolun erkanına riayet etmemektedir. Menzile varılmaması da gayet normaldir.

[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 153-4]

(Devam edecek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
FETHULLAH GÜLEN'in KİTAPLARINDAKİ SAPIKLIKLAR


4

url




Fethullah Gülen'e göre: Herhangi bir ruh farklı yerlerde iktidar sahibi olabiliyor. (s.179)

ALLAH'ın günü, gazete ve mecmua haberlerinde, her hangi bir insan dublesi ve bir perisprinin, cismin bulunduğu yerden çok uzaklarda bulunması ve bulunduğu yerlerde iktidar ve tasarruf izhâr etmesinden bahsedilmektedir ki; meselenin aslı ne olursa olsun, ruh gibi lâtif varlıkların cisme nisbetle daha seyyâl, daha aktif ve daha muktedir olduğunu göstermektedir.

[ Asrın Getirdiği Tereddütler, M.F.Gülen, T.Ö.V Yayınları, 1996, 12.Baskı, Sayfa: 179 ]





Velilerin istediği yere elini uzatabileceği ve dilediğini yapabileceği yalanı.(s.181)

Bu hususda onun (Hak dostu) bir ferd olmasının hiçbir zararı yoktur. Bulunduğu yerden bir şua gibi aksederek, istediği yere elini uzatabilir ve istenilen tasarrufda bulunabilir. Ona, ne mesafelerin uzaklığı, ne de münâsebet kurduğu şahısların çokluğu mânî' olamaz. Güneşin bir tek şey olmasına rağmen, kendisine bağrını açan âyinelerin kabiliyetlerine göre, her yerde görülüp hissedildiği ve te'sirine şâhid olunduğu gibi, tamamen nur ve nurâni olan melekler, evveliyetle her yerde görünebilir ve icraatda bulunabilirler.. Hayat üfleyebilir ve ruhları kabzedebilirler.

[ Asrın Getirdiği Tereddütler, M.F.Gülen, T.Ö.V Yayınları, 1996, 12.Baskı, Sayfa: 181 ]




Fethullah Gülen'in tarikat uydurmalarını tasdik etmesi ve izahı.(s129-130)

Evet zannediyorum şimdilerde kutbiyet ve ferdiyet daha çok şahs-ı manevîlerce temsil ediliyor. Bazı zamanlarda kutbiyetle gavsiyet beraber bulunduğu gibi, irşada yönelik olması itibariyle bugün, kutbu’l-irşad birkaç tane de olabilir. “Evtad” dediğimiz zevat da ihtimal, bu müşterek anlayış içinde temsil edilecek veya bu anlayışla bütünleşen ve bütün İslâmî cemaatler arasında dağılarak, geleceğin mukaddes ve muhakkak birliğinin canı ve kanı olarak misyonunu edâ edecektir.

[ Prizma 1, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1996, 3.Baskı, Sayfa 129-130 ]



Fethullah Gülen'in olmayan 7’ler ve 40’lar vs hakkındaki uydurmaları.(s.130)

Dünya kadar evliyâ ve dünya kadar irşad kutbiyetine merdiven dayamış yediler, kırklar gibi haslar var. Bunlar ayrı ayrı görünseler de, bir gün mutlaka bir birleşme noktasına ulaşacaklardır; zira Efendimiz (sav) “Ruhlar cunûd-u mücennededir, tanıştıkları ölçüde biraraya gelirler” buyuruyor. Aynı ruhu, aynı mânâyı ve aynı düşünceyi paylaşan insanlar, birbirlerinden uzakta olsalar da, mutlaka bir gün birleşeceklerdir.. tıpkı ırmakların denizlere dökülmesi ve yerinde dağları delerek bazen açık, bazen kapalı engeller karşısında kendilerine yeni mecralar bularak, hedefe ulaştıkları gibi.. ve tıpkı hacca niyet edenlerin Arafat’ta, Metaf’ta, Ravza’da buluştukları gibi, gidip orada buluşacaklardır. Buluşma kasıtları olmasa da, vazife yapmak istedikleri yerler onları biraraya getirecek, buluşturacak; onlar da bu büyük hakikati, ümitbahş “cemm-i gafir”le temsil edeceklerdir.

[ Prizma 1, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1996, 3.Baskı, Sayfa 130 ]



Fethullah Gülen'in Peygamber cisimlenerek görülebilir yanılgısı.(s.132)

...bir insan, temessülen (cisimlenerek) Efendimiz’le görüşebilir. Farz-ı muhal, bu görüşme esnasında Efendimiz’den ona söylenenler eğer şer’î ölçülere muhâlif ise, -bunu farz-ı muhâl çerçevesinde dahi olsa ürpererek söylüyorum- o insan kesinlikle şer’î ölçülere ters düşen o ifadeleri tatbik edemez ve Efendimiz’le görüşmesini kendisi için delil ve hüccet sayamaz....

[ Prizma 1, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1996, 3.Baskı, Sayfa 132 ]



Fethullah Gülen'e göre cinler çeşitli kılıklarda görülebilirmiş!(s.133)

Cinler çeşitli şekil ve kılıkta görünebilme kabiliyetine sahiptirler. Bu sebeple de, bazı insanları kandırmaları her zaman söz konusudur. Nitekim bu yolla onlar, pek çok insanı kandırıp iğfal etmişlerdir. Hatta bazılarını o denli kandırmışlardır ki; bu zavallılar kendilerini mehdi, hatta peygamber zannetmişlerdir...

[ Prizma 1, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1996, 3.Baskı, Sayfa 133 ]




Fethullah Gülen'in insanın ruhani aleme erişebileceği iddiası.(s.4)

....İmam Gazalî’nin bu konudaki ölçüsü biraz farklıdır. O, bu vâridâtların inkişafı ile ilgili hatıralarında; “Bana birinci “erbaîn”de bazı şeyler inkişaf etti. İkinci ‘erbaîn’de, birincide müşahede ettiğim şeylerin yanlış olduğunu gördüm ve daha engin şeylere muttali oldum. Üçüncü defasında ‘erbaîn’le, yakalanabilecek gerçek ufku yakalayabildim” demektedir. İstenilen kıvama gelmek için; onun tesbitiyle üç erbaîn; yani 120 gün gerekir.

Evet, lâhut(ruhani) âleminin esrarına muttali olmak için çıkılan yolculukta bilet ve vesika, en azından yapılacak olan ‘erbaîn’lerle, şer eğilimlerin kökünü kurutup, hayır meyelanlarını coşturma şeklinde bir irade takviyesidir. İşte bundan sonra belki mânâ âlemine açılacak kapı aralanabilir ve başka âlemlere intikal mesajı alınabilir.

[ Prizma 2, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1997, Zaman Gzt. Hediyesi, Sayfa: 4 ]





Hz. Ebubekir’in ağzına taş koyma yalanı.(s. 8 )

Meselâ, sadakat kahramanı Hz. Ebu Bekir -sahih kaynaklarda şimdiye kadar rastlamadığım ama doğru olmasa bile, hiç yadırgamadığım ve yadırgamayacağım bir menkıbeye göre- ulu orta konuşmamak için ağzına küçük bir taş koyarmış; konuşması gerektiği zaman onu çıkartır, konuşur, sonra tekrar koyarmış. Evet, onun gibi bir temkin insanı, kendini zabt u rabt altına almak için böyle bir şey yapmış olabilir. Bu menkıbeye, sahih kaynaklara dayanarak hicretten sonra, Hz. Ebu Bekir’in Nebiler Serveri Hz. Muhammed (s.a.s)’in yanında birkaç yüz kelimeyi geçmeyen konuşmaları mesned olarak gösterilebilir.

[ Prizma 2, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1997, Zaman Gzt. Hediyesi, Sayfa: 8 ]



Pek çok kimsenin ölmüşleri koridorlarda gördüğü yalanı.(s.158 )

Günümüzde de yalan söyleyeceklerine ihtimal vermeyeceğimiz sağlam, sika insanlar veya yalan üzerinde ittifak etmesi mümkün olmayan pek çok kimse defaatle gelip, ruhanîleri veya Kanuni’yi, Yavuz’u, Fatih’i bulundukları mekânların koridorlarında gördüklerini söylemişlerdir. Bunlar rüyalarda olduğu gibi yakazaten de görülen şeylerdir. Konuyla alâkalı dosyayı kurcalayacak olsak, yüzlerce birbirini teyid eden müşahede çıkacaktır ortaya. Demek ki, onlar mü’minlerin başarılarını alkışlamak, âyetin ifadesiyle “büşra” müjde vermek için gelip görünüyorlar.

Yalnız görme meselesi herkes için geçerli değildir. Bedir’den Çanakkale’ye ve günümüze kadar devam eden süreçte, yeryüzüne inen bu ruhanîleri herkes görmemiş veya görememiştir. Nice nezih insanlar vardır ki hiçbir şey görmemiştir; ama bazıları da her zaman görebilmektedir ve bu, bir nasib meselesidir.

[ Prizma 2, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1997, Zaman Gzt. Hediyesi, Sayfa: 158 ]



Bazı kişilerin eşyanın perde arkasını görebildiği yalanı.(s.161)

Fakat bazı gözü keskin ve kendisine eşyanın perde arkasına muttali olma imkânı bahşedilmiş insanlar olabilir ki; bunlar, bin bir perde ötesinden, sebepler dünyasında yapılacak olan mualecelerin fayda vermeyeceğini müşahede ederek “tedaviye gerek yok” diyebilirler. Ne var ki, bizim gibi sıradan düz insanlar, sebepler dünyasında yaşadığı müddetçe onun kanunlarına riayet etmeğe mecbur ve mükelleftir.

[ Prizma 2, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1997, Zaman Gzt. Hediyesi, Sayfa: 161 ]



Fethullah Gülen Kutbu’l irşada ilah vasfı kazandırıyor.(s.180)

Kutub makamının bir adım ötesinde “gavsiyet” makamı yer alır. Bu makamı ihraz edenlerin en büyük özelliği, tasarruflarının öldükten sonra da devam etmesidir. Her gavs bir kutuptur, fakat her kutub bir gavs değildir. Öyleleri de vardır ki, bu her iki makamı bünyesinde cemetme bahtiyarlığına ermiştir. Zannediyorum “kutbu’l-irşad” işte bu iki makamı birden ihraz etmiş ve halkı irşada me’zun insanlara verilen isim olsa gerek..

[ Prizma 2, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1997, Zaman Gzt. Hediyesi, Sayfa: 180 ]



Fethullah Gülen'in , Hz.Ebu Hanife’ye iftirası.(s.184-185)

İbrahim Ethem Hazretleri’ne ait bir menkıbe anlatılır. O, Belh’de bir hükümdar iken tacını tahtını terk eden, makam ve mansıpta zirveyi yakalamışken her şeyi ayaklarının altına alan ve velilik makamına yükselen bir şahıstır. Kendisinin Ebu Hanife ile muasır olduğu söylenir. Hadis imamları, İbrahim Ethem Hazretleri geldiğinde, Ebu Hanife’nin ayağa kalktığını naklederler. Bir gün: “Ya imam, ne diye bu zata ayağa kalkıyorsunuz? Haddizatında o, sizin talebeniz bile olamaz!” dediklerinde, “biz işin zahiriyle meşgul olurken, onlar özüyle meşgul oluyorlar; bundan dolayı da ona sonsuz saygı duyuyorum” demiştir.

[ Prizma 2, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1997, Zaman Gzt. Hediyesi, Sayfa: 184-5 ]



İbrahim Ethem’in gaybdan sesler duyması ve meşru bir sevgiyi şeriata muhal göstermesi.(s.185)

İşte böyle bir insan bir gün her şeyini arkada bırakıp Mekke’ye gider. Aradan yıllar geçtikten sonra da, bir hac esnasında oğlu ile metafta karşılaşır.. karşılaşır ve bir baba şefkatiyle onu bağrına basıverir. Zatında bu hal fıtrîdir ve bir baba için de önüne geçilmez bir duygudur. Bu itibarla da insan, bundan dolayı kat’iyen muaheze edilmez. Ancak kalbini tamamen Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerine tahtgâh yapmış bir mukarrebîn için bu hâl, hem de Kâbe’nin yanında uygun düşmemektedir. İşte bu esnada İbrahim Ethem Hazretleri, “Yâ İbrâhîm! Bir kalpte iki sevgi olmaz” diye hâtiften(*) bir sesle ikaz edilir. Bunun üzerine Hazret: “Birini al yâ Rab!” der.. der ve çocuk dizlerinin dibine yığılıverir. Bu bir menkıbedir ve o makamı ihraz etmiş insanlara mahsus bir televvündür. Bu yönüyle o makamda bulunmayan insanları bağlayıcı bir yönü de olamaz.

[ Prizma 2, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1997, Zaman Gzt. Hediyesi, Sayfa: 185 ]



ALLAH’a ve Hz.Adem’e atılan delilsiz bir iftira.(s.245)

O’nu, kendinden önce gelen her peygamber, misyonu ölçüsünde ve çerçevesinde anlatmış ve haber vermiştir. Meselâ, Endülüslü büyük alim Kadı Iyaz’ın Şifa-i Şerif’inde geçtiği üzere, Hz. Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâb-ı ALLAH’a O’nu şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Cenâb-ı ALLAH’ın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe illALLAH, Muhammedün rasûlüllah’ yazısını gördüm. İsmi, Senin İsm-i Şerifi’nin yanında anılan biri, Sen’in yanında en kıymetli olmalıdır” şeklinde cevap vermiştir.

[ Prizma 2, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1997, Zaman Gzt. Hediyesi, Sayfa: 245 ]



Hakikat-i Muhammediye ve hakikat-i Ahmediye yalanı.(s.245-246)

Hz. İsa, O’nu Ahmed olarak haber vermiştir. İlâhî bir tevafuktur ki, dedesi Abdülmüttalib, “Gökte ve yerdekiler O’nu övsün” diyerek, O’na Muhammed ismini koymuştur. İmam-ı Rabbanî gibi büyük zatlar, önemle Hakikat-ı Ahmediye ve Hakikat-ı Muhammediye üzerinde dururlar. O, yeryüzüne gelmeden önce “Hakikat-ı Ahmediye”nin sahibiydi. Dolayısıyla Hz. İsa, O’nu Ahmed ismiyle müjdelemiştir. Dünyadaki misyonu itibarıyla de O “Hakikat-ı Muhammediye”yi temsil etmiştir. Nebiler Serveri bu temsil sonunda Hakikat-ı Ahmediye’ye bi’l-fiil ulaşarak veya Hakikat-ı Ahmediye’yi bilfiil gerçekleştirerek, yine “Hz. Ahmed” ünvanıyla işaret buyurulan varlığın ruhu olma âlemine dönmüştür.

[ Prizma 2, M.F.Gülen, Nil Yayınları, 1997, Zaman Gzt. Hediyesi, Sayfa: 245-6 ]




Fethullah Gülen'in , Muhyiddin Arabi geçmiş ve geleceği biliyor yalanı.(s.5)

ALLAH’ın lutfuyla geçmişi, geleceği de önündeki kitabın sayfaları gibi görüp okuyan, açık-kapalı te’villerde bulunan bir meşrebin kutbu ve harika bir zattır.

[ Şüpheler ve Çıkış Yolları, M.A.Şahin(Fethullah Gülen), Zaman Gzt.1990, Sayfa 5]




Fethullah Gülen , Şeceretün-Numaniye kitabının gelecekten haber verdiğini sanıyor.(s.9)

Hz.Muhyiddin , Osmanlı devletinin kuruluşundan evvel yaşadığı, hatta Mevlana celaleddin Rumi Hz.’lerinden daha yaşlı yani Selçuki döneminde yaşadığı halde, Osmanlı dönemine ve daha sonralara ait bir kısım vukuatı açık-kapalı haber vermiştir.

[ Şüpheler ve Çıkış Yolları, M.A.Şahin(Fethullah Gülen), Zaman Gzt.1990, Sayfa 9]



Müştak Efendi'nin geleceği bildiği yalanı.(s.10)

Manisalı Müştak Efendi, cumhuriyetten takriben yüz sene evvel, istanbul’a bedel payitahtın Ankara’ya intikal edeceğini söylemiştir ki, gazeteler yazdı.

[ Şüpheler ve Çıkış Yolları, M.A.Şahin(Fethullah Gülen), Zaman Gzt.1990, Sayfa 10]




Fethullah Gülen'in , ALLAH’a ve İslam’a büyük bir iftirası.(s.42)

ALLAH’la münasebette derinleşen bir insan, gayb alemine muttali olur, melaike-i ikramla görüşebilir, cinlerle münasebete geçer, ruhanilerle muhabereye girişebilir, Hızır (as)’ı görür, hatta onun makamına yükselir.. Hz.Mesihle hemdem (arkadaş) olur; Hz. Mehdi ile tecdid musahabesind ebulunur... Evet, insan ALLAH ile münasebette derinlşir, şekilden, suretten kurtulup, ruhun bütün dinamiklerini ALLAH’a vasıl olmada kullanabilirse olur bütün bunlar...

[ Şüpheler ve Çıkış Yolları, M.A.Şahin(Fethullah Gülen), Zaman Gzt.1990, Sayfa 42 ]




Saf (temiz) kimseler gaybdaki herkesle görüşebilir yalanı.(s.43)

Sıdkına, sadakatına sadık ve masduk olduğuna inandığımız Efendimizden(sav), devrimize kadar pek büyük safi kimseler, ruh u safiyeye mazhar olan kişiler Hızır (as)’la da melaike-i Kiram’la da, ruhanilerle de görüştüklerini ifade ediyorlar.

[ Şüpheler ve Çıkış Yolları, M.A.Şahin(Fethullah Gülen), Zaman Gzt.1990, Sayfa 43]
(son)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
FETHULLAH GÜLEN'in KİTAPLARINDAKİ SAPIKLIKLAR

5

fethullah+g%FClen


Fethullah Gülen yeni bir din icat ediyor.(s.55)

Birisi gözünü yumduğunda kabirlerin altında neler oluyor onu müşahede eder. Bu veliliğin en basit mertebesidir. Evet kabirlerin ve mezarda yatan kimselerin durumunun keşfedilmesi, velayetin en basit mertebelerinden biri. İnsanın içinin bir kitap gibi okunması, daha ileri derecesi, başına gelecek şeyleri, ALLAH’ın ona bildirmesi ile bilmesi, farkında olarak veya olamayarak onları başkalarına anlatması ayrı bir kademesidir.

[ Şüpheler ve Çıkış Yolları, M.A.Şahin(Fethullah Gülen), Zaman Gzt.1990, Sayfa 55]




İlk basılan “Küçük dünyam” niçin toplatıldı?(s.10)

Küçük Dünyam, daha önce Zaman Gazetesi'nde yayımlandı. Lehinde, aleyhinde çok şeyler söylendi, yazıldı. Burası ne lehte yazanlara teşekkürün ne de aleyhte yazanlara cevabın yeri. Ancak yayın sırasında bazı yanlışlıkların olduğu da bir gerçek. Şimdi biz bu tür yanlışları tashih, yanlış anlaşıldığından dolayı yanlış yorumlara sebep olan kısımları da çıkararak eseri yeni baştan ele almış bulunmaktayız.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, Sayfa: 10 ]


Fethullah Gülen'in uçtuğu iddiası(s.20)

Enterasandır; Şamil Dedem için umre yaparken birden bire bende bir hal değişmesi oldu. Sâfâ ile Merve arasında gidip gelirken ayaklarım yerden kesiliyor ve ben, adeta havada uçuyordum. Vücudumdan raşeler dökülüyordu.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, Sayfa: 20 ]



Fethullah Gülen'in şeyhinden gördüğü hokkabazlıklar.(s.40-41)

Tekke ve Medrese
Ben medreseye devam ederken de tekkeyi ihmal etmezdim. Alvar İmamı hayatta iken hep onun yanına gidip geldim. Zaten ilk gözümü açtığım, ruhumu mayaladığım yer tekkedir. Bende tekke ve medresenin izleri hep aynı ritmi dokuyarak devam etmiştir.

Alvar İmamı'nda gördüğüm açık kerametler, çocukluk ihsaslarımla beni böyle bir bütünlüğe götüren ilk basamaklar olmuştur. Alvar İmamı'nın vefatından sonra Rasim Baba adında bir Kadiri şeyhine devam ettim. Bu şeyhin Mehmed adında bir oğlu vardı. O da Osman Bektaş Hocâ dan okurdu.

Rasim Baba, yaşım çok genç olmasına rağmen beni hemen sağında otuırturdu. ilgi ve alakası son derece fazlaydı. Fakat müritler arasında bir laf dolaşmaya başladı; Şeyhin beni kendisine damat yapmak istediğinden bahsediliyordu. Bu söylenti soğumama sebep oldu. Bir daha o tekkeye gitmedim.

Çok enerjik bir insandım. Hareketliydim. Kültürfizik yapmayı ihmal etmezdim. Ancak bu potansiyeli hep müsbet yöne kanalize etmeye gayret ettim. ALLAH' a çok şükür gençliğin en tehlikeli anlarını salim atlattım.

Geceleri geç vakitlere kadar Erzurum'daki bütün türbeleri geziyor ve onlara Yasin okuyordum. Erzurum'dan ayrılacağım ana kadar da bu adetimi sürdürdüm.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 40-41 ]



Rüyaların Fethullah Gülen üzerindeki etkisi.(s.46-47)

Sabah namazından önce Sadık Efendi vaaz verdi. O da çok hissî vaaz vermişti; ekseriyetle de öyle verirdi. Efendimiz, der dudağını yalardı. Öyle bir peygamber aşığı insandı. Onun vaazı da bana çok dokundu. Vaaz süresince de hep ağladım. Yırtınırcasına yine aynı duayı yaptım. Hatim duasından sonra da camiden çıktım.

Tam caminin önünde Hatem Hoca beni anyordu. Görünce koşarak yanıma geldi. "Bu gece rüyamda Üstad'ı gördüm. Sana "Tarihçe-i Hayat" taki mektubu yollamıştı. Bir de sana bir güveç dolusu ceviz gönderdi" dedi.

Ben o esnada nasıl ayakta durabildim hâlâ hayret ederim. Akşamki hicran dolu gözyaşlarım, şimdi beni sevincimden ağlatacaktı. Hislerime sahip olmaya çalıştım. O sırada Alvar İmamının dediklerini dedim:

"Değildir bu bana layık bu bende Bana bu lütf ile ihsan nedendir."

Rüyada ceviz, yolculuk diye tabir edilir. İki üç ay önce gelen selam, benim bu akşamki ruh halim ve Hatem'in rüyası üst üste gelince; artık kendimi bu arkadaşlarla bütünleşmiş hissettim. Onlar nasıl kabul eder bilemem, fakat ben kendimi hep onlarla beraber bildim.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 46-47 ]



Fethullah Gülen kendini kedi, ayı ve goril gibi hissediyor.(s.60-61)

Başka Türlü Görüyordum

Riyazat yaptığım devrede, önce nefsimi bir kedi gibi gördüm ve onu kovaladım. Riyazata devam ettim. Bu arada, onu ayı gibi gördüm. Kapıştık. Ben mi onu o mu beni yendi belli olmadan uyandım. Bir müddet daha riyazat yaptım. Bu sefer de nefsimi goril gibi gördüm. Ondan kaçarak surların üzerine çıktım. Bütün bu riyazatlara rağmen anladım ki nefsim beni sağ tarafımdan vuruyor. Çünkü o devrelerde başkalarını ve bilhassa oburca yemek yiyenleri hep başka türlü görüyordum; ve yer yer onlara kızıyordum. Ve anladım ki, nefis ile mücadelede insanlardan bir insan olarak hareket etmelidir. İlahi davaya omuz verme, ayağımız kaymadan yaşayabilmemizin en büyük teminatıdır. Mücadele ruhu varsa bu bir fa'li hayırdır..

İlk gidişimde Edirne'de üç sene kadar kaldım. Bunun iki buçuk senesi pencerede geçti. Daha sonra da askere çağrıldım..

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 60-1 ]



Fethullah Gülen'in Rasulullah’a bir ifitrası.(s.63)

1978 yıllarındaydı. Çamaşırlarım iyice birikmişti. Akşam yıkarken bayağı canıma tak etti. Bir ara içimden "Acaba evlense miydim?" diye geçti. Katiyyen düşünme şeklinde değil, şimşek süratinde gelip geçen bir fıkir.

Ertesi gün erken vakitlerde bir arkadaş geldi ve bana şunu nakletti: Akşam rüyamda Efendimiz'i gördüm. Size selam söyledi ve "Evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem" buyurdu. Bu bir rüyaydı. Rüya ile amel edilmeyeceğini de biliyordum ama şahsım adına bu işarete saygılı olmaya çalıştım.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 63 ]



Fethullah Gülen'in geçirdiği vesveseler.(s.65-66)

- Bazı zatlarda vesvese dönemi oluyor Ben şahsen buna billurlaşma dönemi demeyi daha uygun buluyorum. Sizin hayatınızda da böyle dönemler oldu mu?

- Evet hayatımda iki defa çok şiddetli vesvese geçirdim. Birincisi: Edirne'de ilk kaldığım yıllarda oldu. İçinde yer yer Darvinizm'den de bahseden bir Türk yazarının romanını okuyordum.

Gerçi kültür olarak Darvinizm'e yabancı değildim. Fakat romandaki düşünceler ve anlatmadaki ustalık, ruhumu Darvinizm ile ilgili vesveseleıin sarmasına sebep oldu. Acaba Darvinizm'de bir gerçeklik payı olabilir mi? diye düşünüyordum. Hamdi Yazır gibi tefsircilerin bu görüşe yumuşak bakması ve Hüseyini Cisri gibi alimlerin, "Bu bir nazariyedir. Eğer ilmi durumu isbat edilirse, ayetlerle te'lif ederiz" tarzında beyanları içimde bir rahatsızlık uyandırdı. Dolayısı ile o türlü düşüncelerle temasım olmaya başladı. Bunlar itikad ve akideme tesir etmedi. Namazımı kılıyor, dini hassasiyetimi en küçük meselelerde dahi koruyordum; ancak içimi de bir kurt durmadan kemirip duruyordu. Ciddi rahatsızlık geçirdim. Sonra Cenabı Hakk' ın inayetiyle zail oldu..

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 65-66 ]



Gazali ve Said Nursi’nin geçirdiği ruh halleri.(s.68)

İmam Gazali de, Üstad Hazretleri de böyle ruh haletleri geçirmişler. Fakat bu hallerini hep gizlemişler. Necip Fazıl'ın hafakan dediği hallerdir bunlar. Fıtratı müteheyyiç insanlarda az çok hafakan olur. Eskiler böylelerine, eserliteperli insan, derlerdi. Böyle eserliteperli insanlar, iklim itibariyle, muhit itibariyle veya konum itibariyle bu türlü hallere maruz kalırlar. Her devrin şüphesi, vesvesesi başkadır. O şahsın hususi ruh durumu ve mazhariyeti itibariyle maruz kaldığı şeyler de başkadır. İşte vesveseye maruz kalmam en azından bunları anlamama sebep oldu. Eğer buna tesir denirse, böyle bir tesirden söz etmek mümkündür.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen, Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 68 ]



Birisinin rüyasında Peygamberin Fethullah'ı övmesi ?!!(s.90)

Güzel Rüya

Bir gün bu arkadaşlardan biri rüya görüyor. Hatice validemiz kapının dışında Efendimiz de içeride oturuyor. Ders yaptığımız dört-beş kişiyi kastederek Hatice Validemiz, Efendimize: "Ya RasullALLAH, bunlar; 'Bizden hoşnut musun ya RasulALLAH?' diye soruyorlar" diyor. Ve Efendimizden cevap geliyor: "Evet hoşnudum. Hele birisi, hele birisi!..." diyor...

Görüldüğü gibi rüyada bile ALLAH Rasülü'nün isim tasrih etmemesi, arkadaşların hepsinin "hele birisi" diye ifade edilen şahıs olmak için aşk, şevk ve iştiyaklarına medar oldu. Onun için bu rüya birkaç gün boyunca anlatıldı ve arkadaşlar her anlatılışında tekrar tekrar ağladılar ve ardından "Ne zamana kadar böyle dört-beş kişi devam edeceğiz" demeye başladılar. Kısa zamanda gelip-gidenlerin ve sohbete devam edenlerin sayısı 30'u buldu. Caminin içinde bir halka çeviriyor ve kitap okuyorduk.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 90 ]




Kale içinde Fethullah'ın narasından ödü kopanlar.(s.94)

Kendimi Buldum

O gün söylediklerinden hatırımda kalan şu sözü oldu: "Sayın hâkimler, geçmişimin nasıl olduğunu çok iyi bilirsiniz. Kale içinde içip nara attığım zaman herkesin ödü kopardı. Ben de bir devlet memuruyum. O zaman öyle idim. Şimdi de gördüğünüz gibi böyleyim. Benim bu dönüşüm bu arkadaşlar sayesinde oldu. Oraya gidip geldim ve kendimi bulup idrak ettim. Bütün kötülüklerden kurtuldum.."

Daha önce hâkimlerle savcılarla beraber yiyip içen Rıfat Bey, bizim Dar'ül Hadis camiinde yaptığımız sohbetlere devam etmiş ve Cenab-ı Hakk da onu hidayete erdirmişti. Ondaki bu ani değişiklik bütün Edirneli tarafından ilgiyle izlenmişti. Uzun boylu, görkemli bir insandı. Tabii ki onun söyledikleri o gün için çok mühimdi. Ve daha sonra da bu sözlerin tesirini görecektik.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 94 ]


Fethullah Gülen'in İzmir’de Nurcularla tanışması.(s.102)

Nur Talebeleri

Bana ilk sahip çıkan Mustafa Birlik Bey oldu. Yusuf Pekmezci Bey ise, dıştan bir insan, cami cemaatından biri olarak yanıma gelir giderdi. Çok samimi bir insandı. Her konuşmadan sonra, ağlayarak sanlır ve alnımdan öperdi. Mehmed Metin, Hüseyin Çağdır, Sami Bey de alaka gösterdiler. Sami Bey kısa bir müddet, Güzelyalı'daki yurtta da idarecilik yaptı. Bunlar eski Nur talebelerindendi ve iman hizmetine yürekten gönül vermiş hasbilerdi.

İzmire ilk geldiğim günlerde Sungur Ağabey de gelmişti. Bana: "Fethullah kardeş, burada hiç evimiz yok. Bir ev açalım. İzmir büyük bir yer" demişti.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 102 ]




Fethullah Gülen'in tasavvuf dersleri.(s.108)

Tasavvuf Dersleri

Bazen de seminer şeklinde tasavvuf dersleri olurdu. Bir keresinde Necdet Bey de bulunmuştu. Sohbetten sonra, Vahdet-i Vücud ve Hallac-ı Mansur hakkında çeşitli sorular da sorulmuştu. Necdet Bey bu sohbetten çok hoşlanmış ki, daha sonra yanıma gelip, bir hayli takdirkâr sözden sonra, ikili sohbet yapmamızı teklif etmişti. Üç-beş defa biraraya geldik. Bu sırada Gültekin Sarıgül Bey de sohbete gelmeye başladı. Halbuki Necdet Bey, bazı çevrelerle görülmekten endişe ediyordu. Bu sebeple sohbetlere ara vermek zorunda kaldık. Sohbet günü o, bir iş münasebetiyle Ankarâ ya gitti. Sohbet de yapılamadı sonra. 12 Mart Muhtırası olunca benimle de görüşmekten çekindi ve bir daha da biraraya gelmemiz mümkün olmadı.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 108 ]


Fethullah Gülen'in para toplamaya başlaması.(s.110)

Himmet

Varlıklı insanların, para vermeyişleri çok tuhafıma giderdi. Bir fabrikatör, çıkarıp elli lira vermişti, bunu çok garipsemiştim.

Böyle dolaşmakla bir yere varılamayacağını anladım. Para isteyeceğimiz insanları biraraya toplayalım ve birbirlerini teşvik etsinler, dedim. Bu teklifim kabul edildi ve Hacı Ahmed Bey'in mağazasının üstünde toplandık.

On kişi kadardık. Hatırladıklarım arasında, Konyalı Hacı Mustafa, Ali Rıza Güven, Hacı Ahmed Tatari ve İsmail Alkan Beyler vardı. Ben bir şeyler söyledim. Ali Rıza Güven Bey de bir şeyler anlattı. Daha sonra da para toplandı. Ahmet Tatari 100 bin lira verdi. Ali Rıza Güven Bey elli bin lira ile onu takip etti. Herkes bir miktar söyledi. İsmail Alkan ise 2500 lira verdi. Halbuki çok zengin bir insandı. Verirken de "Herkes inandığı kadar yapar" dedi. Bu sözü hiç unutmadım.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 110 ]

(Devam edecek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
FETHULLAH GÜLEN'in KİTAPLARINDAKİ SAPIKLIKLAR

6

fethullah+g%FClen


Nurcular arasında havanın gerilmesi.(s.112)

Gergin Hava

Sonra Salih Özcan Bey gazeteden ayrıldı. Her şeyde beraber olduğum için, ayrılmadan evvel beni de İstanbul'a çğırdalar. Hacı Kemal, Mustafa Birlik Bey ve ben üçümüz İstanbul'a gittik. Florya Oteli'nde görüştük. Zübeyr Ağabey'in dışındaki bütün büyükler oradaydı. O gelmemişti. Havanın gerginliğinden, hiç de hoş olmayacak bir hadisenin vukuunu sezmiştim. Ayrıca Zübeyr Ağabey'in toplantıya gelmeyişi kuşkumu daha da arttırmıştı. Bir ittifak ve ayrılık seziyordum ve bu da beni çok üzüyordu.

Bu arada Abdülvahid adındaki bir arkadaş bana "Zübeyr Ağabey sizinle görüşmek istiyor" dedi. Gittim, görüştüm. Şahsım adına vifak ve ittifakın ancak, bu işin dışında kalmakla mümkün olacağına inandım ve aktif planda bir şeye karışmamaya karar verdim.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 112 ]



Muhit ismindeki 40 milyon askerli cin ve Atılgan ismindeki 40 milyarlık ordusu olan cinin Ankara’ya doğru hareket ettiği, düzmecesi.(s.151)

Cin Faslı

Bunların cinlerle alakaları, hapse girmeden önceki zamana dayanıyormuş. 12 Mart Muhtırası verilmeden evvel veya o günlerde, her sabah erkenden kalkar kalkmaz radyonun başına koşuyor ve cinlerin idareye el koyup, koymadıklarını öğrenmeye çalışıyorlardı. Bu tuhaf ve ümitsizce bekleyiş haftalar ve aylar sürüyor. Birgün idareye vaziyet etme işinden ümitlerini kesince, teselli için, bizi kastederek "Cinler bu işi tahakkuk ettireceklerdi ama, içimizdeki bu insanların yüzünden ettiremediler" demiş ve radyo dinlemeden vazgeçmişler.. tutukevinde de benzeri hikayeler sürüp gitti:

Muhit ismindeki cin, kırk milyonluk ordusu ile Eskişehir'den Ankara'ya doğru hareket etti ve ediyor.. Atılgan ismindeki daha büyük bir cin, kırk milyarlık bir ecinni taifesi ile şimdi falan yerde otağını kurdu.. harekete emir bekliyor.. yakında bütün muhaliflerin işi tamam vesaire... Bir türlü bitmeyen bu hikayeleri defaatle dinledik; dinledik ve İslam adına bu hezeyanlarla kim bilir kaç kere sarsıldık, kaç kere öfkemizi yuttuk ve inledik... Dinlememek elimizden gelmezdi; çünkü aynı koğuşta kalıyor, aynı masada oturuyor ve sabah-akşam beraber oluyorduk.

Onlara doğruyu anlatmaya, yanlışlarını tashih etmeye de gücümüz yetmezdi. Zira bize inanmıyorlardı. Yüzüme "köpek" dediklerini bugünkü gibi hatırlıyorum. Ben öyle, diğer arkadaşlar da beni taklid eden maymunlar. Ve bu hakaretler, ayrı zamanda birer iddia da değil; onların müşahedesine veya cinlerin ihbarına dayanan, tevil götürmeyen muhkemât.. (!) Birinci semayı sarık deposu, ikincisini misvak atelyesi gören bu zihniyetteki insanlarla bir arada bulunmanın verdiği ızdırabı, bilmiyorum anlatmaya gerek var mı...?

[ Küçük Dünyam-F.Gülen Hocaefendi, Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 151 ]



Cinlerin Fethullah Gülen ve arkadaşlarını hapishanede vuruşturması, uydurması.(S: 152)

Kavga

Bu arada, bizden bazı arkadaşların aşırı hassasiyeti de işi bütün bütün şirazeden çıkarıyordu. Ve bir gün bardağı taşıran bir durum oldu. Onlardan ayrılma Mehmet ismindeki birisi, solculardan İslam’a biraz sıcak bakan bir arkadaşını bizim koğuşa getirdi.. bu daha önce de olmuştu. Bizim koğuşa gelip İzzet Hocaefendi'den İman ve Kur'an'a dair bazı şeyler öğreniyorlardı. Gel gör ki, bazı mübarek ve muhterem arkadaşlarımız bu işin içinde çaşıtlık dönüyor diye, böyle bir şeyin yapılmasını istemiyorlardı. Derken, o gün öğle yemeği sonrası, tam Kur'an öğrenme ve öğretme başlayacaktı ki, birden bire karşılıklı laf çarpmalara girildi.. hava elektriklendi ve birkaç saniye içinde, Avukat Bekir Bey, yerinden kalktı. Mehmet'e hafif vurdu. Meğer meczuplar grubu, pusuda bu pozisyonu bekliyorlarmış. Hepsi birden yataklarından fırladı ve Bekir Bey'in üzerine çullandılar. Hadiseler o kadar seri gelişmişti ki, önüne geçmek ve engellemek mümkün değildi. Önce Mustafa Birlik Bey sonra da ben, atlayıp oraya gireceğimiz ana kadar, oturakla Bekir Bey'in kafasına vurup onu yere sermişlerdi. Bir müminin diğer mümine karşı bu kadar hınçlı olacağını ve öldürme kastıyla saldıracağını tahmin edememiştik. Mustafa Birlik Bey'i de bir tarafa savurduktan sonra ben araya girmiş, onlara sağa sola atmaya çalışmıştım ama, bir sandalye de benim yemem mukadderdi.. onun için ilk fırsatta pencereye koştum ve askerleri çağırdım. Böylece, Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle mukadder gibi görünen bir cinayet önlenmiş oldu.

Muhit ve Atılgan'ın cinlerden birer orduları olsun veya olmasın, cinler, şeytanlar, ekrem-i mahluk olan insanları hem de çok ciddi olarak bir kere daha vuruşturuyordu.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 152 ]



Fethullah Gülen ve nurculara tüküren gardiyan!(s.152)

Gardiyan Tükürüğü

Bu cin ve şeytan şokunu henüz üzerimizden atamamıştık ki, koğuşun kapısının önünde tın tın gardiyanın sesi duyuldu:

"Tuh size bir de Müslüman olacaksınız" dedi. Hiçbir zaman unutamayacağım bu sözlerden hem utandım, hem üzüldüm, hem de "bu kadar boş, bu kadar zayıf insanlarla ne yapılır ki?" dedim ve sarsıldım.

Hadiseden sonraki tablo şu idi: Bilerek, bilmeyerek kavgaya iştirak edenler hücreye atılmış, sebebiyet verenlere ilişilmemiş, biz de koğuşta oturup kara kara düşünmeye başlamıştık. Mikro planda dört asırlık İslam dünyasının hicranlarını, hasretlerini tedayi ettirecek şeyleri yaşıyorduk... ve tarih bir kere daha “tekerrür” deyip yutkunuyorduk....

[ Küçük Dünyam-F.Gülen Hocaefendi, Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 152 ]



Hüsrev ismindeki çocuğun kuşla konuşması, düzmecesi.(S: 169)

Kuş Ne Demiş?

Yine bir ara tel örgüye bir kuş kondu ve birkaç kere öttü. Ali Osman oğluna kuşun ne dediğini sordu. O da "Annen seni merak ediyor, artık eve dön" diyor, dedi. Ve onu annesinin yanına gönderdiler. İşte Hüsrev böyle saçma sapan şeyler söylüyordu; ama Yazıcı denilen grııp bu çocuğa kesin olarak inanıyorlardı. Hatta bıı çocuğun anlattıklarıyla komünistlere tesir etmeye çalışıyorlardı. Hüsrev'i Türkeş ve Erbakan'la da görüştürmüşler.. Belki çocuğa cinler musallat oluyordu, bilemiyorum. Ama onun bir çocuk olduğunu unutup meseleyi bu kadar büyütenleri anlamak mümkün değildi. 1nsan ister istemez Bekir Bey'in hafakanlarına hak veriyordu.

[ Küçük Dünyam-F.Gülen , Latif Erdoğan, Ad Yay., 1.Baskı,1995, S: 169 ]



Küçük Dünyam 2, Zaman Gazetesi 28 Kasım 1996- Fethullah GÜLEN


getimageV2.asp
images

Fethullah GÜLEN, Peygamberimizin amcası Hamza’nın kendine, sayılamayacak kadar çok yardım ettiğini iddia eder ve onlardan birini şöyle anlatır:

Ankara’dan İstanbul’a geliyoruz... “Kartal civarına kadar geldik. Hava hafif hafif yağıyordu. Oralarda çukurca bir yer varmış; tam biz oraya yaklaşmıştık ki, yağmur olanca hızıyla şiddetlendi. Rampanın dibine indiğimizde de bujileri su aldı ve araba stop etti. Bir-iki dakika içinde su kabardı ve bizim arabayı yüzdürmeye başladı. Her geçen dakika su daha da kabarıyor ve bir afet halini alıyordu. Öyle ki kısa bir müddet sonra kalas yüklü kamyonları bile kaldırıp, sağa sola sürüklemeye başladı. Camı biraz açayım, dedim, içeriye dolan su üçümüzü de sırılsıklam ıslattı. Hemen camı kapattım. Elden bir şey gelmiyordu. Koca otobüs ve kamyonlar dahi suyun yüzünde adeta saman çöpüne dönmüşlerdi. Hatta onlardan birkaçı, sağımızdan, solumuzdan geçerken “Geçen sene burada bir sürü taksi sürüklendi gitti.” diyerek moralimizi de bozdular... Ya araba kıyıdaki bariyerlere vurur da parçalanırsa; halbuki emanet.. durmadan bunları düşünüyorum...
Bir ara baktım büyük bir kalas bize doğru geliyor. Aklımdan, şu kalas bizim ile sütre arasında dursa hiç olmazsa araba kıyıdaki sütrelere çarpmaz diye düşündüm ve tam o esnada arkadaşlara “dua edin” dedim. Kendim de “Ya Seyyidena Hamza! Ya Seyyidena Hamza!” diyerek o yüce ruhu, imdadımıza göndersin diye Cenab-ı Hakk’a dua ettim. Üzerimize doğru gelmekte olan kalas, yanımızdan geçerek gözden kayboldu... Ve hayrettir selin mecrası birden değişti, hızı da azaldı... Olayın şahitleri var. Bu değişikliği ve birden selin hızının azalmasını fiziki kanunlarla izah imkansız. Hiçbirimizin şüphesi kalmadı ki, Cenab-ı Hakk o mukaddes ve yüce ruhu istihdam buyurdu ve yardımımıza gönderdi... .
( Küçük Dünyam 2, Zaman Gazetesi 28 Kasım 1996, ayrıca

Kucuk Dunyam (30/11/2003) )

Hem “Ya Seyyidenâ Hamza! Ya Seyyidenâ Hamza!” yani “Efendimiz Hamza, efendimiz Hamza yetiş!..” diyor, hem de “o yüce ruhu, imdadımıza göndersin diye Cenab-ı Hakk’a dua ettim ” diyor.
Bunun neresi ALLAH’a dua? Sonra şöyle diyor:

“Ehl-i tahkik, şahıslardan istimdat etmeyi mahzurlu görürler. Kanaatimce her meselede olduğu gibi, bu meselede de ölçüyü iyi ayarlamak, ifrat ve tefritten kaçınmak gerekir. Bize göre büyük ve mukaddes ruhlardan istimdat olabilir; fakat kalbin ibresi her an Cenab-ı Hakk’ı göstermelidir. Yani bu büyüklere, vesile ve vasıtalıktan öte tasarruf adına hiçbir paye verilmemelidir. Zaten onları vesile olarak istihdam buyuracak da yine Cenab-i Hak’tır. O dilemedikten sonra, hiç kimsenin, hiçbir meselede yardımcı olması, bir şey yapması mümkün değildir. Ama, Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder; halk eder esbabını bir lahzada ihsan eder.” Bu hususu da böyle tespit ettikten sonra: Büyük ve mukaddes ruhlar ceset kafesinden kur-tulduklarında, adeta bir melek haline gelirler... Hele bunlardan, canlarını yüce, yüksek bir ideal ve davaya adamış olanlar, kendileriyle aynı düşünceyi paylaşanları ALLAH’ın izniyle her zaman destekler, onlara arka çıkar ve onları korurlar. Ama, arz ettiğim gibi frekans birliği şarttır”.



İsa’ya ALLAH diyen Katolikler de benzeri ifadeleri kullanarak şöyle diyorlar:
İsa kendiliğinden bir şey yapamaz. Her şeyi kendisini gönderen Baba’dan alır . (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 859. )
Şimdi o, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. ALLAH’ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır( Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 519)

ALLAH Teâlâ şöyle buyurur:
“İşte Rabbiniz olan ALLAH… Hakimiyet onundur. Onun yakınından çağırdıklarınız bir çekirdek zarına bile hükmedemezler. Onları çağırsanız, çağrınızı işitmezler; işitmiş olsalar bile size karşılık veremezler; kıyâmet günü de sizin ortak saymanızı tanımazlar. Hiç kimse sana, her şeyin iç yüzünü bilen ALLAH gibi, haber veremez.” (Fatır 13-14)

“De ki: “Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtaran kimdir? Bundan bizi kurtarırsan şükredenlerden olacağız diye ona gizli gizli yalvarır yakarırsınız.”
De ki: “ALLAH sizi ondan ve her sıkıntıdan kurtarır, sonra da ona ortak koşarsınız.” (En’am 63-64)

“Gemiye bindiklerinde, şirkten uzak bir şekilde, yalnız ona boyun eğerek ALLAH’a yalvarırlar. ALLAH onları karaya çıkardı mı, bir de bakarsın ona eş koşmaya kalkışıyorlar.” (Ankebut 65)

Hamza gibi şehidlerin ölmediğini ispat için şu ayete dayanılıyor:

“ALLAH yolunda öldürülenlere ´ölüler demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ama siz bunu fark edemezsiniz.” (Bakara 27154)

ALLAH, “siz bunu fark edemezsiniz” dediğine göre bize söz düşmez. Onlardaki canlılık, insanın fark edebileceği cinsten olsaydı, öncelikle Peygamberimiz fark eder, Hamza’nın ölümüne pek fazla üzülmezdi.
Abdullah b. Mes’ud diyor ki; “biz onun, Hamza’ya ağladığı kadar bir şeye ağladığını görmedik. Onu kıbleye doğru koydu, cesedinin başında durdu ve sesli olarak, hıçkıra hıçkıra ağladı” (Safiyyu’r-Rahmân el-Mubârekfûrî, er-Rahiku’l-Mahtûm, Beyrut 1408/1988, s. 255-256.)

Konu ile ilgili diğer âyetler şöyledir:
“ALLAH yolunda öldürülenleri ölü sanma. Hayır, onlar diridirler, Rableri katında rızıklanırlar.Onların içleri açılır; çünkü onlara ALLAH, kendi ikramından vermiştir. Arkadan gelip kendilerine henüz katılmamış olanlar adına da sevinirler. Çünkü onları korkutacak veya üzülmelerine sebep olacak bir şey yoktur.
ALLAH’ın nimeti ve ikramı sebebiyle de sevinirler. ALLAH, müminlerin alacağı karşılığı azaltmayacaktır.” (Al-i İmran 169-171)

Bir an için “siz bunu fark edemezsiniz” hükmünün olmadığını ve iyi müminlerin onların farkına vardığını düşünelim. Bu durumda fark edilecek tek şey, içinde bulundukları nimetler olur. Bu, onların insanlara yardım edeceğine delil olmaz. Onlardan yardım isteyenlerin durumu, şu ayette açıklanandan başkası değildir:
“ALLAH’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseyi çağırandan daha sapık kimdir? Oysaki bunlar onların çağrısından habersizdirler.” (Ahkaf 5)

Mekke müşrikleri de tanrılarında var saydıkları gücü ALLAH’ın verdiğine inanırlardı. Kabe’yi tavaf ederken şöyle derlerdi:
Lebbeyk lâ şerîke lek illâ şerîkun huve lek temlikuhu ve mâ melek”
“Emret ALLAH’ım, Senin hiçbir ortağın yoktur. Yalnız bir ortağın vardır ki, onun da bütün yetkilerinin de sahibi sensin.”

Bu, delilsiz bir iddiaydı. Bunu bize nakleden İbn Abbas diyor ki, onlar “Lebbeyk lâ şerîke lek = Emret Al-lah’ım, Senin hiçbir ortağın yoktur.” dediklerinde Muhammed sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle derdi: “Yazıklar olsun; burada kesin, burada kesin(Müslim, Hacc, 22, Hadis no 1185.)

ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Desen ki: ‘Gökten ve yerden size rızık veren kim? Ya da işitmenin ve gözlerin sahibi kim? Kimdir o diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran? Ya her işi düzenleyen kim?’ Onlar: ‘ALLAH’tır!’ diyeceklerdir. Deki; ‘O halde ona karşı gelmekten sakınmaz mısınız?’
İşte sizin gerçek Rabbiniz ALLAH budur. Hakkın ötesi sapıklık değildir de ya nedir? Nasıl da çevriliyorsunuz?” (Yunus 31-32)

Hamza’yı, Abdulkadir Geylânî’yi veya başkasını yardıma çağıranlarla zaman zaman şöyle konuşmalar yaparız:
- Onlar sizi tanıyor mu?
- ALLAH tanıtamaz mı?
- Onlar sizi duyabilirler mi?
- ALLAH duyuramaz mı?
- Onlar sizin konuştuğunuz dili bilirler mi?
- ALLAH öğretemez mi?
Peki onlar ölmemişler midir?
- Onlar ölmezler, desem okuduğun ayetlere göre bunun bir faydası yoktur.
- Demek ALLAH Teâlâ önce onlara dirilik verecek, sonra sizi ona tanıtacak, sesinizi duyuracak, dilinizi öğretecek ve sizi anlamasını sağlayacak; sonra da sizin lehinize aracılık yapmasına, kendine karşısında sizi savunmasına müsaade edecek. Size göre aynı anda on binlerce kişi onlara baş vurmakta ve yardım istemektedir. Bunların her birini anlaması ve sıraya koyması da gerekecektir. Bu, ancak hayal aleminde olabilir!

ALLAH Teâlâ şöyle buyurur:
“ALLAH’ın yakınından çağırdıklarınız da, sizin gibi kullardır. Eğer haklıysanız onları çağırın da size cevap versinler bakalım.
Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var, veya işitecek kulakları mı var? De ki: “Ortaklarınızı çağırın sonra bana tuzak kurun, hiç göz açtırmayın.”
“Çünkü benim velim Kitap’ı indiren ALLAH’tır. O, iyilere velilik eder.”
“Onun yakınından çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler.” (Araf 191-197)

(son)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tarikatlarda On Esas
pamuk96k.jpg
- Necmeddin-i Kübra- Şerh: İsmail Hakkı Bursevî, Pamuk yay.



“Necmeddin-i Kübra'nın bir bakışı insan velilik mertebesine ulaştırır.” Yalanı (S.5-6)

Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.) Hazretleri'ne cezbe hali geldiği zaman, mübarek bakışı kime isabet ederse o şahıs velilik mertebesine erişirdi.
Bir gün bir tüccar sohbet dinlemek için Hazreti Şeyh'in dergâhına girdi. Şeyh o sırada kuvvetli bit cezbe hali içerisinde idi. Bakışı o tüccara isabet etti. O da hemen velilik mertebesine ulaştı. Şeyh hazretleri tüccara hangi vilayetten olduğunu sordu.

Tüccar: "Filan vilayettenim." deyince, Hazretı Şeyh:
"Memleketinde halka Hakk yolu göstermek için sana irşad icazeti verdim" buyurdu


“Kuşlar ve köpekler bile bir bakışıyla irşad oluyor.” Yalanı (S.6-7)

Bir gün de sohbet sırasında, Eshâb-ı Kehf'ten söz açılmıştı. Şeyh Sâdüddîn-i Hamevî (k. s.). Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.) Hazretleri'nin ileri gelmiş müridlerinden olup orada aklından şöyle bir şey geçti:
"Acaba bu ümmet içerisinde sohbeti köpeğe dahi tesir eden bir kimse var mıdır?"

Hazret-i Şeyh, müridinin aklından geçeni firâset nuru ile anladı. Yerinden kalkıp dergâhın kapısında durdu ve beklemeye başladı. Bir müddet sonra karşısına bir köpek geldi. Kuyruğunu sallayarak önünde durdu. O sırada Hazret-i Şeyh'in köpeğe baktığı görüldü. Köpek olduğu yerde şaşkın bir hale geldi, bir ara kendinden geçti. Kabristana doğru yüzünü yere sürterek yürümeye başladı. Kısa bir süre sonra o köpeğin çevresi etraftan toplanan köpeklerle doldu.

Bu olaydan sonra Hazret-i Şeyh'in bir yere gitmesi durumunda etrafını köpekler sarar, sessizce takip ederlerdi. Hazret-ı Şeyh oturduğu zaman onlar da on ayaklarını Şeyh'e doğru uzatıp yatarak sessizce kendisini dinlerlerdi. Şeyh Hazretlerinin yakınında hiç birşey yemedikleri ve havlamadıkları nakledilmektedir.


İbrahim Ethem ve İbrahim Havvas'ın Hızır'la görüşmesi yalanı (S.45)

Bu ümmet içinde, Allah dostlarının büyüklerinden iki İbrahim gelmiştir. Bunlar:

1- İbrahim b. Ethem (k.s.).hazretleri.

2- İbrahim b. Havvas (k.s.) hazretleri.

İbrahim b. Havvas (k.s.) hazretleri bir gün k ırda dolaşırken Hızır Aleyhisselam'a rastladı. Ona n e sebeple rastladığını, kendisine görünmesinin sebebini sordu. Hızır Aleyhisselam: "Bi birrike ümmike" (annene yaptığın iyilik sebebiyle) diye karşılık yermiştir.

Burada anneye yapılan hizmet ve iyi davranışın çok önemli bir ibadet olduğu, Allah dostlarının en büyükleriyle bile görüşüp tanışmaya vesile teşkil ettiği vurgulanmaktadır.

Hızır Aleyhisselam, İbrahim b. Havvas (k.s.)
" Sen halen nefsine hangi makamda riyazet veriyor ve hangi makama ulaşıp yerleşmeye çalışıyorsun?" diye sordu. O da:
"Otuz seneden beri "Tevekkül Makâmı"nda nefsime riyazet veriyor ve onu düzeltmeye çalışıyorum" dedi.


Tasavufta dört ölüm uydurması (S.53)


Ölüm Olayı Bir Kaç Şekilde Olur:

1. Kırmızı ölüm: Bu ölüm şekli, nefsin emrine girmeyip onu öldürmektir.

2. Beyaz ölüm: Açlıktır; mideyi öldürmektir. Tokluk, kalbin yüzünü siyahlatmaktadır.

3. Yeşil ölüm: Yamalı elbise giymektir. Servet sahibi olduğu halde eskiler giymek, yeşil ölümle ölmek anlamına gelmektedir. Eski giyinmek demek, yırtık, partal ve paçavra gibi giyinmek değildir. Yeni ve şık giyinme özentisi şöhret vesilesi olarak görülmüştür.

4. Siyah ölüm: Halkın eza ve cefâsına katlanmaktır.



Kırklar ve üçyüzler yalanı (S.61)

Rivayete göre, Nûreddin Mahmud Zengi Şam m eliklerinden biri olup, derecesi "Üçyüzler"den idi. Oğlu Melik Salih de "Kırklardan idi. Saltanat sahibi olmaları bu kimselerin Allah dostluğunu devam ettirmelerine engel olmadı


“Şeytan bir Allah dostunun kırk yıl mescide gidiş gelişinde fenerini taşıdı.” Hurafesi (S.73)

Şeytan “Mudıll” isminin mahzarı iken, bir Allah dostunun kırk sene mescide gidiş gelişinde fenerini taşıdı.Ey ihlas ve tevekkül sahipleri bundan ibret almak gerek.


Ahrette Allah'ı görmek için renkler ve renksizler ayrımı (S.116)

Şunu iyi bilmek gerekir ki, Yüce Allah kulunun renginde gözükür. Çünkü O'nun herhangi bir rengi yoktur. Ahirette de kulun inancına göre gözükecektir. Yani görülecek olan kulun itikadının şeklidir. Mükemmele erişen kullarına ise gerçek varlığı ile gözükecektir. Çünkü onlar daha dünyada iken renksizliğe erişmişlerdir. Yine onlar, ilahi isimlerin tamamına mazhardırlar. Sözün burası çok incedir! iyi anlamak gerekir.



Allah'ın cemalini olduğu gibi görmek iftirası (S.146)

Yüce Allah'ın hasın hası kullarına sunduğu an son ve en büyük ikramı; O'nun mübarek cemalini olduğu gibi görmek ve seyretmektir.

İşte bu en üstün seviye, Yüce Allah'ın bizzat seçtiği kullarına özel ikramıdır. Bunu kendi fazl ve kereminden verir. Bu makamda bulunanlara "Mukarrebîn" denir. "Hasın hası" deyimi bu makam sahipleri için kullanılır.

Tarikatlarda On Esas - Necmeddin-i Kübra, Şerh: İsmail Hakkı Bursevî, Pamuk yay
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tasavvufa Giriş - M.Esad Coşan



Esad Coşan Tasavvuf diye bir din tarif ediyor. (S.5-6)

TASAVVUF: KALBİN FIKHI

Kalbimizi pak eylemeye çalışalım, ihlâsımızı sağlam etmeye çalışalım, çimizden geçenleri kontrol edelim. Duygularımıza düşüncelerimize hâkim olalım. Niyetlerimizi ıslâh edelim Allah bizi rızasını kazanmağa muvaffak etsin, gafil ve cahillerden eylemesin, iki cihan saadetini sağlayanlardan eylesin, mahrum kalanlardan fırsatı kaçıranlardan, sonunda hâib ve hasir, pişman ve perişan olanlardan etmesin. Onun için muhterem kardeşlerim büyüklerimiz çok büyük bir dikkatle bu işin üzerine eğilmişlerdir, önün için Tasavvuf,ilimlerin en şereflisidir. En önemlisidir. Çünkü fıkh-ül kalbdir bâtının fıkhıdır, kalbin fıkhıdır. Başka bir şey değildir, Kur'an'dır Kur'an'ın özüdür, İslâm'ın özüdür. Peygamber Efendimiz'în sünnetidir. Peygamber Efendimizîn ahvalidir, ahlakıdır, İşin perde arkasındaki mah iyetidir.O bakımdan hepimiz bu hususta gayret edelim. Şimdiye kadar hangi mevkiye çıktıysak çıktık, hangi mesleği sağladıysak sağladık, hayatımız hangi noktaya ulaştıysa ulaştı, şimdiye kadar, bu noktaya ne yaptıysak yaptık, bilmiyorum.



“4.900.000 sevap böyle geliyor.” Hurafesi (S.8-9)


4.900.000 SEVAP

Hocamızın bir hatırasını size nakledi vereyim: Hocamız (Rb.A) Ankara'da bir kardeşimizin evine gitmişti. Çok geniş salonu olan Kayserili hacı kardeşimizin evine, Sami Efendi Hazretleri'nin ihvanından bazı kimseler de hocamızı sevdikleri için gelmişlerdi. Onlardan bir hoca, vaiz, vaazı çok sürükleyici, temaati kendisini seven, konuşkan, bilgili, Arap ülkelerinde tahsil gördüğü için Arapcası mükemmel, Kur'an okuyuşu şahane bir kardeşimiz hocamızın yanına sokuldu. Hocamız ona iltifat ederdi. O da hocamıza kendi hocası olmadığı halde çok muhabbet ediyordu. Dedi ki: "Hocam, Medine-i Münevvere'de kılınan bir namaz başka yerde kılınan bir namazdan bin kat daha sevaplı oluyor. Mescid-i Haram, Mekke-i Mükerremede, Kabe'nin civarında kılınan bîr namaz başka yerlere göre 100.000 misli sevaplı oluyor, Bunun gibi başka sevablı ameller var mıdır?

Kendisi vaiz, kendisi hafız, kendisi Arap ülkelerinde okunuş, kendisi bilir birçok şeyi. Hocamıza soruyor. Yani sevaplı işler peşinde, sevap kazanmak için soruyor. Kur* naz, akıllı, kârını düşünen insan... Hocamız sanki onun soru sormasını bekliyormuş gibi, hiç tereddüt etmeden, "evet vardır" dedi. Sözünü bitirir bitirmez "evet vardır" dedi Yani şöyle bir başını eğsin, biraz düşünsün, taşınsın filan, hayır! Hemen "evet vardır" dedi. Nedir diye böyle hevesle bakınca, ben de pür dikkat dinliyorum. Dedi ki; Bir insan zikrullahla iştigal ede ede, zikrullah kalbine yerleşir. Kalbi zikretmeye baslar, kalbi zikrettiği zaman belki buraya geçen sefer geldiğimde, hesabını yapmışımdır, 4.900.000 sevap kazanıyor, insan. Kalbi yani her Allah deyişinde 4,900,000,... Sevaplar böyle geliyor. Tümen tümen geliyor, Böylece kalbe yerleşir zikir, önce zikir lisandan başlar sonra kalbi? yerleşir. Halk içinde Hak'la olur insan (Hal vet der encümen) nakşilikteki halvet der encümen hâli hasıl olur.


“Şeyhler öldükten sonra'da insanlara tesir ederler yani tasarruf sahibidirler.” (S.13)


Estâğfirullah, estağfurullah, estâğfirullah el azirn diyoruz. İşin doğrusu budur. Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V) böyle öğretiyor. Onun için 25 defa estâğfirullah. Sonra bir Fatiha, üç İhlas-ı şerif okuyun, büyüklerimize. Evli yaullâh'a sâdât-ı âliyemize, meşâyıh-ı turuk- ı aliyemize hediye edin. Evliyaullah Allah'ın sevgili kulları, Allah'ın rızasını kazanmış kullar, vefatlarından sonra da insanlara müessirdirler.Yani tasarruf sahibidirler. Yani sizinle münâsebetleri vardır. Alâkaları vardır. Rüyamıza girerler, nasihat ederler, ikâz ederler .



“Allah nasihatlerini rüyada mürşid suretinde yapar.” Şirki (S.20-21)

SEVGİ, SAYGI OLMADAN
İkincisi zikrullahı beraber yaptığımızı düşünün, hocalarımızla beraber şöyle bir mübarek latif mescidde oturmuşuz, onlarla beraber zikrediyoruz, diye düşünün mürşidinize, hocalarınıza gönlünüzü bağlayın. Çünkü Allah-u Tealâ Hazretleri füyuzatını evliyâullahından kullarına gönderir. Evliyâullahını, ibâdının mürebbisi kıldığından rüyada nasîhatiarı mürşidi suretinde yapar. Yapan eden hep Allah'tır. Ama mürşidi suretinde olur. Bunun için mürşidinize irtibatı güzel yapın. Bu irtibatın aslı muhabbettir, sevgidir, saygıdır. O sevgi, o saygı olmadan müridin terrakisi mümkün olmaz.

Tasavvufa Giriş, M.Esad Coşan, Gümüş Yayınevi, Konya 1990
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
ZULUM KARIŞMIŞ KİTAPLARA 33 MİSAL

( 1. Bölüm)
Hazret! - İbrahim Ramazanoğlu Elhac Mahmud Sami - Fatih Gençlik Vakfı Yayınları

Sayfa 32: "... İbrahim aleyhisselâm oğlunu kesmek için hazırlandı ve eline bıçağı alarak şöyle söyledi:

- 'Ey Allah'ım! bu benim oğlumdur. Kalbimin meyvesidir ve bana insanların en sevgilisidir..'

Bu arada Hazret-i İbrahim aleyhisselâm şöyle bir nida işitti:

-" Sen benim kulumun helak olmasını istediğin geceyi hatırlıyor musun? Senin oğluna şefkatli olduğun gibi benim de kullarım için şefkatli ve merhametli olduğumu bilmiyor musun? Sen benden kulumu helak etmemi istemiştin. Şimdi ben de senden oğlunu kesmeni istiyorum. İlk başlayan daha zalimdir." (Hikem-i Atâî)

Bu eserde buna benzer bir kaydı daha görmek isteyenler baksın (sh. 34): Güya Cenab-ı Hakk'ın Hz. İbrahim'e sürülerini satıp vakıf kurmasını vahyettiğini yazmış. Vakıf hâlâ o kaynaktan besleniyormuş. İlmî bir kaynak yok.
İbrahim Ramazanoğlu Elhac Mahmud Sami Fatih Gençlik Vakfı Yayınları Nu. 2


irfan Sofraları Niyâzî-i Mısrî - Kılıç Kitabevi

Sayfa 150:
"Allah Teâlâ Muhammed'e (s.a.v.): 'Ben, Bu bölüm uygun görülmemiştir iyya oğlu Yahya için doksanbeşbin kişi öldürdüm. Senin kızın oğlu Hüseyin için bunun iki mislini öldüreceğim' diye vahyetti.." Kaynak yok, ne büyük iftira.

irfan Sofraları Niyâzî-i Mısrî - Çeviren: Dr. Süleyman Ateş İsteme Adresi: Kılıç Kitabevi Baskı: 1971


Tezkiretu'l-Evliya Feriduddîn-i Attar'dan - M. Z. K.- Gümüş Neşriyat

Sayfa 80:
"... Cenab-ı Hak,
• Ya Cüneyd! Uçmağa girer misin? buyurdu.
• Sultanım, ben seni güçle buldum, beni karşına koy, hayran olayım durayım. Hak Teâlâ:
• Ya Cüneyd! Ben seninim, sen benim. Şimdiye değin sen benim dediğimi tutardın, şimdiden sonra ben de senin dediğini tutanm, buyurdu."
Kaynak yok. iftira.


Sayfa 128:
"... Bir zâlim Rabia'yı altı akçaya sattı. Rabia'yı alan kişi ona iş buyurdu. Rabia işe giderken düştü. Elini dayadı. Yüzünü yere koydu:

- Bari Hûda! Atam, anam yoktur, ben esir oldum. Bunun cezasına guşam yoktur amma senin rızanı isterim. Dileğim odur ki sen benden hoşnut olasın, dedi.
Bir ün işitti:
- Ya Rabia! Seni öyle bir mertebeye erdireyim ki gökteki feriştahlar sana gıpta etsinler, dedi..." Kaynak yok.
Bu kitabta, benzer zulümler eksik değil. Meselâ, 5. sahifede 'Veysel Karanî'nin Allah Teâlâ ile bir pazarlığının' diyalogu var. Tabii ilmi bir kaynağı yoktur.

Tezkiretu'l-Evliya Feriduddîn-i Attar'dan Hazırlayan: M. Z. K. Gümüş Neşriyat No.1 Baskı: 1959


Ihyâ-i Ulûmi'd-Dîn -İmâm-ı Gazali -Aîi Arslan

Cild 5, Sayfa 8:
"Rivayet ediliyor ki, Cenab-ı Hak (c.c.) Musa'ya (aleyhisselam) şöyle buyurdu:
-'Ya Musa! Herhangi bir kimse ki, annesine ve babasına karşı iyi davranır, sadece bana isyan ederse, onu mutî kullarımdan yazarım. Ve kim ki, bana itaat eder, babasına ve annesine isyan ederse, onu âsi yazarım.'
Deniliyor ki: Ya'kub (aleyhisselâm), oğlu Yusuf'un (aleyhisselam) huzuruna girdiği zaman, Yusuf (aleyhisselâm) ayağa kalkmadı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak kendisine şu vahyi gönderdi:
- Sen baban için ayağa kalkmayı, kendin için bir küçüklük mü sanıyorsun? izzet ve celâlim hakkı için yemin ederim: Bu hareketinden dolayı senin sulbünden bir tek peygamber bile çıkarmayacağım."
Delil yok. Bir de zaif rivayetlerle benzer haksızlıklar yer alıyor bu kitapta. Misal olsun diye (cild 6, sh 10.; cild l, sh. 309.)

Ihyâ-i Ulûmi'd-Dîn İmâm-ı Gazali Tercüme Eden: Aîi Arslan Baskı: 1979 Ihyâ-i Ulûmi'd-Dîn İmâm-ı Gazali Tercüme Eden: Aîi Arslan Baskı: 1979


Tam Müzekkin Nüfus - Eşrefoğlu Rumi - Arslan Yayınları

Sayfa 283:
"... Şeytan:
- Yâ Rabbi! Ben de senden birkaç şey dilerim. Hak Teâlâ buyurdu ki:
• Yâ Mel'un söyle, ne dilersen dile. Şeytan dedi ki:
• Bana asker lâzımdır. Hak Teâlâ buyurdu ki:
• Sokaklarda gezen kadınlar senin askerin olsun.
Şeytan dedi ki:
• Bana duracak yer lazımdır.
Hak Teâlâ buyurdu ki:
• Hamamlar, fıskhaneler sana durak olsun.
Şeytan dedi ki:
• Bana bir yer ver ki benim adamlarım orada bölük bölük dursun. Yalan ve mâlâyanileri varsa o mekânda söylesinler.
Hak Teâlâ buyurdu ki:
• Pazarlar senin ehlinin mekânı olsun. Orada mâlâyani konuşsunlar.
Efendimiz buyurdular ki: Çarşı pazar ehli (eğer ihanet ederlerse) cehennem ehlidir'
Şeytan dedi ki:
• Yâ Rabbî! Bana binmek için eşek gerek.
Hak Teâlâ buyurdu ki:
• Emrimi tutmayan ve namaz kılmayanlar senin eşeğin olsunlar.." Kaynak yok.



Sayfa 269-270 :
"Hz. Eyyûb inlemekte idi: Şeytan o esnada haykırdı. Ve dedi ki:
- Şimdi tam Eyyûb'u aldatmanın zamanıdır. Rab binden uzaklaştırdım. Aralarını ayırdım. Şikâyet et mesini temin ettim. Hak Teâlâ şiddetle buyurdu:
- Ben şikâyet edilecek miyim ki benden şikâyet edersin? İzzetim ve celâlim hakkı için bir daha âh edersen muhabbetimin yardımım senden keserim."
Kaynak yok.


Sayfa 311:
"Hak Teâlâ nefsi yarattığı zaman sordu:
• Ey nefis! Sen kimsin, ben kimim? Biliyor musun?
Nefis:
• Sen sensin, ben de benim diye cevap verdi.

İşte, nefis tâ o zamanda Hak Teâlâ'nın huzurunda senlik benlik davasında bulundu. El'an da bu davasını elinden bırakmadı. Hak (celle ve âlâ) bunun üzerine nefse hışım etti. O hışım kıvılcımlarından cehennem yaratıldı. Hakkın emriyle cehennemi üçbin yıl yaktılar. Öylesine karardı ki cehennemin içinde göz gözü görmez hale geldi. Gayet de sıcak. Hak Teâlâ'nın emriyle nefsi getirdiler. Cehennemin içine attılar, îyice yandıktan sonra çıkarıp Allahu Teâlâ'nın huzuruna getirdiler. Tekrar Hak Teâlâ nefse sordu:
• Ey nefis! Sen kimsin, ben kimim? Yine nefis Hak Teâlâ'ya:
• Ben benim, sen sensin, dedi. Hak Teâlâ yine bu yurdu:
• Bunu bin yıl daha cehennemde yakın!. Tekrar çıkardılar ve kendisinden soruldu. Tekrar eskisi gibi cevap verdi. Tekrar Hakk'ın emriyle bin yıl daha cehennemde yakıldı. Böyle toplam olarak nefs-i emmare üçbin yıl cehennemde yandı. Henüz senlik-benlik davasını elden bırakmadı. Tekrar Hak Teâlâ emretti ki:
• Gidin bunun gıdasını kesin..."
Daha ne iftiralar, ne asılsız diyaloglar var, meselâ bkz. sh. 301-302.

Tam Müzekkin Nüfus - Eşrefoğlu Rumi - Arslan Yayınları Baskı: 1976


Fihi Mâfih - Mevlâna -Maarif Vekâleti Yayınları

Sayfa 192:
"...Yine Yüce Tanrı buyurur ki: Eshab zayıf olduğundan, can korkusundan ve kıskançların kötülüğünden senin adını halkın kulağına gizli gizli fısıldıyorlar. "
Nerede buyurdu? delil yok.

Sayfa 86:
'Tatarlar, padişahlarının yanına dert yanmağa gittiler ve: 'Mahvolduk' dediler. Padişahlan on günlük izin istedi. Bir mağaranın kovuğuna gitti ve tam bir vecd içinde ibadet etti, Allah'a yalvardı. Ulu Tann'dan: 'Senin dileğini, yalvarışlarını kabul ettim. Dışarı çık. Her nereye gidersen, muzaffer ol' diye bir ses işitti, (İşte böyle) Tanrı'nın buyruğu ile çıktıklarından, karşılarında bulunanları yendiler ve bütün yeryüzünü kapladılar."
Geh Allah, geh Tanrı diye verdikleri haberlerin kaynağı yok.

Sayfa 237:
"Bayezid dedi ki: Yarabbi! Ben sana hiç ortak koşmadım.
Tanrı: 'Ey Bayezid süt gecesi de ortak koşmadın mı ve bu süt bana dokundu, demedin mi? Halbuki zarar ve fayda veren benim' buyurdu. Bayezid sebebe baktığı için Tanrı onu müşrik saydı.."
Allah Bayezid'i ne zaman müşrik saydı? Kaynak yok.

Sayfa 171:
"Ulu Tanrı, Bayezid'e: 'Ey Bayezid! Ne istiyorsun?' buyurdu.
Bayezid: 'Bir şey istememeyi istiyorum' (K.K.) cevabını verdi."
Bu diyalogun da kaynağı görülmüyor. Ve aynı kitap sayfa 33'te bir dostunu görmek isteyen ve bu uğurda Allah ile diyalogda bulunan bir kula güya Allah, "eğer onun sana görünmesini istiyorsan başını feda et.." demiş. Hani kaynak? Yine yok.

Fihi Mâfih - Mevlâna - Çeviren: Meliha Ülker Tarıkâhya -Maarif Vekâleti Yayınları -Baskı: 1958


Sohbetname II- İmam Efendi

Sayfa 60:
"Mansur, fani olduktan sonra hak onun lisanından: 'Enelhak' dediği halde Cenab-ı Hak yine razı olmayarak Mansuru dara çektirmiştir. Ya haksız olarak 'ene' diyen ne olur bilmem! Bu sözümü Vahdetciler duysunlar. Bazı zevat 'ene' dediklerinden Cenab-ı Hak onlara: 'Kulum sözünde doğrusun lâkin bu işi hoş etmedin' diye emir buyurduğu mervidir."
Hani kaynak; nereden mervidir? Yok.

Sayfa 128:
"Hz. İsa (a.s.) hasta olduğu zaman, ilâç tavsiye etmişler kabul buyurmamış ve Cenab-ı Hakka arzetmiş ve Cenab-ı Hakk:
'Ya îsâ! Ben senin için sebebleri kaldırmam' diye emir buyurmuştur." Kaynak yok.

Sohbetname II- İmam Efendi -Hazırlayan: Cemalettin Emiroğlu Baskı: 1984.


Halkadan Pırıltılar- Necip Fazıl Kısakürek- Türk Neşriyat Yurdu -Baskı: 1948

Sayfa 180:
"Birgün Horasan'daki büyük velinin huzurunda Mansur'un (Hallaç) bahsi geçti. Ahî Ali'nin sualine Horasan büyüğü cevap verdi:
- Birgün murakabede Mansur'u yüksekler yüksekliğinde buldum ve Allah'a yalvardım: 'Ya Rabbi! Bu ne sır ve hikmettir ki, Firavun da, Mansur da Hüdalık davası ettikleri halde birinin ruhunun yükseklerde, öbürünün ki de aşağılıklardadır?' Hitap geldi:
'Firavun, sadece kendisini görerek, kendisine nisbet ederek o lafı söyledi; Mansur ise bizden başka hiçbir şeyi görmeyerek ve kendisine nisbet şuurunu kaybederek... Artık farkı sen anla!.."
Kaynak yok. Bu eserde kaynaksız olarak Allah adına konuşturulmuş hayli söz var. Meselâ, bir zâtın bağlılarının "Cehennemden kurtuluşunu" haber alması ( sh. 210) ve meselâ, güya Allah Mansur hakkında, "Kendi sırrımı ona açtım; o herkese gösterdi..." demiş. Bu uydurmayı, insan rüyada da görse söylemekten çekinir. (sh. 61)

Halkadan Pırıltılar- Necip Fazıl Kısakürek- Türk Neşriyat Yurdu -Baskı: 1948


Mektûbât -İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî Serhendî -Tercüme: Hüseyin Hilmi Işık

Sayfa371:
".. Çok zaman sonra, AllahuTeâlâ, merhamet ederek, bu mes'elenin (bir çeşit kâfirin ebediyette halinin ne olacağı konusu) hallini ihsan eyledi. Şöyle bildirdi kî, bu (tür) kâfirler, ne Cennette, ne Cehennem'de kalmayacak, âhirette dirildikten sonra, hesaba çekilip, kabahatlari kadar mahşer yerinde azâb çekeceklerdir. Herkesin hakkı verildikten sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir..."

Böyle olacağını, Allah "şöyle bildirdi" deniyor. Hani bu bildirinin kaynağı? Yok.

Mektûbât -İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî Serhendî -Tercüme: Hüseyin Hilmi Işık


Otuz Ramazan Otuz Mev'iza - Yakup Altın -Salah Bilici Kitabevi Yayınları -Baskı: 1968

Sayfa 119:
"Bir gün îsâ (aleyhisselâm) Cenab-ı Hakk'a ciddi bir şekilde ibadet eden bir kavme uğradı. Baktı ki, çoluk çocuk toplanmış (....) refah içinde yaşadıklarını gördü. Ne iyi diyerek oradan uzaklaştı. Bir zaman sonra Hz. İsa oraya uğradı. İlk gördüğünden hiçbir şey kalmamış, orası bir harabelik olmuştu. Bunun üzerine Hazreti îsâ: Ya Rabbi! Bu ne hal? Ne oldu bunlara? Yoksa bunlar namızımı terketti, neden bunları helak ettin? deyince kendisine şu vahy geldi:
Ey Isâ! Onlar namazlarını terketmediler, bana isyan da etmediler. Fakat onların kullandıkları sudan, bir beynamaz elini yüzünü yıkadı. O suda onların diyanna ulaştı, bunun için ben, onları helak ettim, buyurdu."

Vaiz efendi namazsızlığın fecaatim söyleyecekse, Allah'a iftira etmesine gerek var mıydı? Kaynak yok.

Otuz Ramazan Otuz Mev'iza - Yakup Altın -Salah Bilici Kitabevi Yayınları -Baskı: 1968


Rehber ilmihâli -E. Müftü Hasan Yavaş -Hakikat Kitabevi (Türkiye Gazetesi) -Baskı: 1986

Sayfa 345:
"... Sevgili Peygamberimiz kızı Fatıma'nın evlenme çağına girdiğini müşahede etti. Eğer annesi hayatta olsa idi, şimdi çehizini hazırlardı, diye düşünürken Cebrail aleyhisselâm gelip dedi ki:
- Yâ Rasullallah! Hak Teâlâ hazretleri sana selâm ediyor. Hiç merak etmesin. Kızı Fatıma'nın bütün ihtiyaçlarını, elbiselerini Cennet'ten temin edip, yakında Mü'min ve sadık bir kulumla evlendireceğim, buyurdu.
Rasûlullah Efendimiz, bu sözleri duyunca şükür secdesi yaptı. Cebrail (aleyhisselam) geri döndü. Elinde bohça ile örtülü bir altın tepsi ve yanında bin melek vardı. Arkasından Mikâil, israfil ve Azrail (aleyhisselam), üzeri bohça ile örtülü bir altın tepsi ve ta'zim için herbiri bin melek ile geldi. Peygamber Efendimiz bunlan görünce buyurdu ki:
- Ey kardeşim Cebrail! Hak Teâlâ'nın emri nedir? Bu altın tepsiler nelerdir?

Cebrail (aleyhisselam) cevap verdi:
• Ey Allah'ın Rasûlu! Allahu Teâlâ sana selâm ediyor. Ben Habibimin kızı Fâtıma'yı, Ali'ye verdim. Arş-ı A'zam'da nikâh etsin. Tepsilerin birinde Cennet elbiseleri vardır. Onu Fâtıma'ya giydirsin. Diğer tepsilerde Cennet yemekleri vardır. Onlar ile eshabına ziyafet versin!
Rasûl-i Ekrem Efendimiz bu müjdeyi işitince Hazret-i Fâtıma'ya müjde götürdüler. Fâtımatu'z-Zehra razı olmadı. Hemen Cebrail (aleyhisselam) gelip buyurdu:
• Yâ Rasûlallah! Allahu Teâlâ buyuruyor ki, Fâtıma dörtyüz akçaya razı olmuyorsa, dörtbin akça olsun!
Hazret-i Fâtıma'ya bunu haber verdi. Yine razı olmadı. Cebrail (aleyşhisselâm) yine geldi. Dörtbin altın emir olunduğunu haber verdi. Hazret-i Fâtıma dörtbin altına da razı olmadı. Rasûllullah Efendimiz, kızının yanına vardı, esas maksadının ne oluğunu sordu. Hazret-i Fâtıma dedi ki:
- Babacığım! Kıyamet günü mü'minlerin günahkâr olarından ne kadar kimseye şefaat edersen, ben de o kadar hanımlara şefaat etmek istiyorum, muradım budur.

Rasûlullah Efendimiz kızının isteğini Cebrail'e (aleyhisselâm) bildirdi. Cebrail (aleyhisselâm) Hak Teâlâ'nın Hazret-i Fâtıma'nın arzusunu kabul etiğini, onun da hesap günü ayrıca şefaat edeceğini söyledi."
Kaynak yok.

Sayfa 389:
"Birgün Hazret-i Ali, sabah namazı için mescide giderken bir ihtiyara rastladı, ihtiyarın aksakalına hürmet edip, önüne geçmedi, ihtiyarın arkasından ağır ağır yürüyordu. Mescid kapısına kadar geldiler, ihtiyar içeri girmeyip gitti. Hazret-i Ali bu ihtiyarın hıristiyan olduğunu anladı. Hazret-i Ali mescide girince Rasûlullah Efendimizi Eshab-ı Kiram ile rukû'da eğilmiş buldu. Namaz bittikten sonra Eshab-ı Kiram Rasûlullah Efendimizden birinci rükûda çok beklediklerinin sebebini sordular. Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki:

(Adet olan teşbihi yapıp rükudan kalkacağım zaman Cebrail (aleyhisselâm) Sidretü'l-Münteha'dan süratle geldi. Başımı tutarak rukû'dan kalkmama engel oldu. Bunun hikmetinin ne olduğunu da bilmiyorum.) O sırada, Allahu Teâlâ da Cebrail'e (aleyhisselâm) buyurdu ki: 'Ey Cebrail! Habibime söyle, rükû'da beklemesinin hikmetini bildir de, Ashabına sırnnı açıklasın!) Hemen Cebrail (aleyhiselâm) Rasûlullah Efendimizin huzuruna gelerek:
- Yâ Rasûlallah! dedi. Siz, rukû'dan kalkacağınız zaman, Allahu Teâlâ, 'Git Habibimin sırtını tut ta rukû'dan kalkmasın. Çünkü sevgili kulum Ali, yolda rastladığı bir ihtiyarın aksakalına hürmet ederek yavaş yürüyor, cemaat sevabından mahrum olmasın! bu yurdu"
Nerede buyurdu; tabii bir kaynak yok. Allah'a ve Rasûlü'ne iftira...

Sayfa 256:
"...Cebrail Aleyhiselam isimli melek göründü. Peygamber Efendimize şunları söyledi:
- Ya Rasulallah Hak Teâlâ'nın selamı var. Eğer Pey gamberin Mağara arkadaşı Sıddık; bir kere daha 'Allah' deseydi; 'Yüceliğim' hakkı için bütün şehitleri diriltirdim..."
Kaynak yok.


Sayfa 325:
"Hazret-i Musa Aleyhisselam zamanında kıtlık olmuştu. Kaç defa yağmur duasına çıkılmışsa da duaları kabul olmamıştı. Allahu Teala Musa aleyhisselam'a vahyetti ki: (içinizde bir koğucu vardır. O bulunduğu müddetçe duanızı kabul etmem?) Musa aleyhiselam dedi ki:
- Ya Rabbi, onu bildir, aramızdan çıkaralım. Allahu Teala buyurdu ki:

Ey Musa! Ben sizi koğuculuktan men ederken, kendim koğuculuk yapar mıyım?"

İşte böyle delilsiz kaynaksız hikayeleri marifet sanan yeni kitaplar bile, hayırlı buldukları, işleri arasına zulüm karıştırmadan edememişlerdir. Dergilerde, gazetelerde, takvimlerde haksız ifadeler arzı endam eder olmuştur. Mesela ; Yenilerde çıkmaya başlayan HİCRET takvimine; 22-2-1986 yaprağı: "...İbrahim Ethem (k.s) hazretleri diyorlar ki, 'Ben mültezem kapısı önünde durdum ve dedim ki, Ya Rab sana ebediyyen isyan etmemek üzere beni masuminden kıl. Hafiften bir ses kulağıma geldi. ' Ya İbrahim, sen benden ismet istiyorsun, bunu bütün kullarım da istiyor, ben herkesi masum edince kime mağfiret edeceğim?"
Kaynak yok.
Rehber ilmihâli -E. Müftü Hasan Yavaş -Hakikat Kitabevi (Türkiye Gazetesi) -Baskı: 1986


Din Adamının Din Düşmanlığı - Hüseyin Hilmi Işık- Işık Kitabevi

Sayfa 41:
"... Allahu Teala insanlara Kur'an-ı Kerim'den hüküm çıkarınız diye emretmiyor. Rasûlunün ve esbabının çıkardığı hükümlere uyunuz, bunları kabul ediniz diyor"
Nerede diyor? Kaynak yok.

Sayfa 14:
"Halbuki dört mezhebin ayrılmasını Kur'an-ı Kerim emrediyor."
Hangi ayette?

Sayfa 69-70:
"...İbni Abidin'e tâbi' olmak istemeyen ise, Kitab'a ve Sünnet'e tâbi' olmayıp, kendi hevâsına, nefsinin arzulanna tâbi' olan bir kimsedir. Böyle kim senin Cehenneme gideceğini Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler haber vermektedir.."
Bu ifadelerin Kuran'da olduğu söyleniyor, fakat delil verilmiyor.
Din Adamının Din Düşmanlığı - Hüseyin Hilmi Işık- Işık Kitabevi 1975 Dördüncü Barkı.



Yeni ictihad Fikri ve Müctehid Taslakları- Enver Baytan - Baytarı Kitabevi

Sayfa 89:
"İmam-ı Âzam Hazretleri, "Cenab-ı Hak onu ictihad için yaratmış..."
İmam Malik, İmam Ahmed ibni Hanbel, İmam Şafii'nin de aynen öyle yaratıldığı iddia ediliyor. Neye dayanarak söylüyor bunları? Kaynak yok.


Yeni ictihad Fikri ve Müctehid Taslakları- Enver Baytan - Baytarı Kitabevi -Baskı: 1975


islâm Fıkhında Devlet - Ayetullah Humeyni Çeviren: Hüseyin Hatemi - Düşünce Yayınları

Sayfa 53:
"Yüce Allah vahy yolu ile Rasûl-i Ekrem'i şunu tebliğ etmeye memur etti. Rasul-i Ekrem de (s.a.v.) Hazret-i Emiru'l-Müminin'i (a.s.) hilafete tayin etti."
Hani sözkonusu vahyin ilmi bir kaynağı? Delil yok. Böyle bir vahiy var idiyse, Ensar ve Muhacirin bu vahye karşı gelerek mi Hz. Ebu Bekr'i halife olarak seçtiler? Bu iftira Rasûlullah'ın ashabına da yapılmıştır.

islâm Fıkhında Devlet - Ayetullah Humeyni Çeviren: Hüseyin Matemi Düşünce Yayınları


Ertelenen İslâmi Hayat - ibrahim Balcı, M. Balcı - iklim Yayınları
Sayfa 119:
"Nuh (a.s.) iman etmemiş oğlunu kurtarmak isteyince: 'Ey Nuh! Sen bir oğluna kıyamadın. Bunca insan benim kulum değil mi idi ki onlara beddua ettin' hitabıyla, Allah'ın ikazı, Nuh'u (a.s.) uyandırmış.." Kaynak yok.
Ertelenen İslâmi Hayat - ibrahim Balcı, M. Balcı - iklim Yayınları -Baskı: 1986
(Devam edecek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
ZULUM KARIŞMIŞ KİTAPLARA 33 MİSAL

( 2. Bölüm)

Nefahatü'l-Üns -Molla Cami -Bedir Yayınevi

Sayfa 123:
"Güneyde dediler ki: 'Vatanın nerededir? Arşın altındadır' dedi. Hak Teâlâ, Musa'ya (aleyhisselâm) buyurdular: 'Ya Musa sen garipsin ve senin vatanın benim" Nerede kaynak? Hoş olmayan ifadeler de var bu kitapta. Meselâ sh. 42.
Nefahatü'l-Üns -Molla Cami -Çevirenler: Kâmil Candoğan, Sefer Malak -Bedir Yayınevi -Baskı: 1971


Nura Doğru - Yazan ve Tercüme Eden: Abdullah Aydın

Sayfa 1634:
".Hz. Musa Tur Dağı'nda Yüce Allah'a şöyle niyazda bulunur:
• Ya Rabbi! Kullarının dilinden şikayetçiyim. Beni onların dillerinden kurtar ki, aleyhimde konuşmasınlar! Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu:

• Ya Musa! Ben alemlerin Rabbi iken, kullarım benim dahi aleyhimde bulunuyor. Ben bile kullarımın dillerinden kurtulamazken, sen nasıl kurtulursun."

Sayfa 1040:
"Arazisi taşlık olan bir köy halkı Hz. Muhammed'e (s.a.v.) başvurarak; 'Ey Allah'ın Elçisi! Köyümüzde bulunan taşlar yüzünden, arazimiz çok dardır, o taşların kaldırılması için sonsuz gücün sahibi ulu Allah'a dua etmez misiniz? diye o NUR'a dilekte bulundular, Peygamberimiz de (s.a.v.) sahabilerden bazılarını alarak o taşlık köye gitti ve taşların kalkması için Yüce Allah'a niyazda bulundu. Dua esnasında ulu Allah Cebrail'e (a.s.), 'Ey Cebrail! Elçime benim selâmım söyle ve taşlara kutsal eliyle işaret etmesini tenbih eyle taşlara işaret eden Peygamberimiz (s.a.v.) ve seçkin sahabiler gördüler ki taşlar tamamen ve tüm olarak toprak oluvermişler."
Görüldüğü gibi burada da Allah'a ve Rasulü'ne atıflar yapılırken kaynak yok.

Nura Doğru - Yazan ve Tercüme Eden: Abdullah Aydın - İlaveli 4. Baskı (Tarihi Görülmedi)


Büyük Mutasavvıf Abdulkadir Geylani -Mustafa Ertuğrul -Gayret Kitabevi

Sayfa 18-19:
"Birgün; Şeyh Mehmet Sühreverdi'nin hanımı Hazreti Abdulkadir'in evine geldi. Ve kendisinin hiç çocuğu olmadığından Cenab-ı Allah'a bir erkek evlat ihsan etmesi için niyazda bulunmasını rica etti. Hazreti pir:
- Ya Rabbi! Bu hatun bir erkek evlat ihsan etmeni istiyor!' deyince Cenabı Allah'tan şu hitabı duydu:
Ya Gavsül Azam, bu kadının kaderinde evlat yoktur!.
Hazreti Abdulkadir üç defa Allah'a yalvardı. Ve üçünde aynı cevab karşısında kalınca aşkı muhabbetleri bir derya kabardı ve sırtında hırkai şeriflerim çıkardı attı.

- Ya Rabbi! Bu hatuna evlat ihsan etmedikçe bu hırkayı giymiyeceğim! dedi. O sırada Sultanı Külli Enbiya, Allah'ın aynası, gönüllerin padişahı Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselam zuhur etti. Ve eliyle hırkayi Pire uzattı:

- Ey benim gözümün nuru oğlum, aşık ile maşuk arasında bu gibi nazlar, cilveler daima olur. Allah, o hatuna bir evlat ihsan buyurdu!.
Hazreti pir Allah'a şükretti. Ve hatuna müjdeyi verdi. Bir müddet sonra, hatun bir kız evlat doğurdu. Evladının bir kız evlat olduğunu görünce onu bir kırmızı kundağa sarıp Hazreti Abdulkadir'in yanına vardı.
- Ya sultam alem, ben Allah'tan bir erkek evlat istemiştim. Halbuki kız oldu. Hazreti Bazül Eşhep: Çocuğu kucağına aldı. Ve kimyayı saadet olan ilahi bakışlarını çocuğun yüzüne dikti. Ve kerametleriyle erkek olan çocuğu validesine uzattı.."
Bunların ne bir ilmî kaynağı ve ne de tutarlı bir taran yok! iftira. Tek kelimeyle Oha yanii
Büyük Mutasavvıf Abdulkadir Geylani -Mustafa Ertuğrul -Gayret Kitabevi -Baskı: 1948


Ariflerin Menkıbeleri - Demir Kitabevi -Baskı: 1970

Sayfa 349:
"Hak Teâlâ Hazretleri otuz yıl Cüneyd diliyle halka hitap buyurdu."
Gerçekten böyle mi oldu? iftira değil mi bu?

Sayfa 13-14:
"Gavsü'l-A'zam Sultan Şeyh Abdulkadir Hazretleri bir sene kadar ayak üzerinde ibadet ve Batınî ilimlerle meşgul iken Cenab-ı Hak'dan şu merkezde emir ve ferman geldi:

- Ya Gavsü'l-A'zam! Bunca zamandır meşakkat ve eziyete nefsini alıştırmış, kıyama durmağı âdet haline getirmişsin. Bunun sebebi nedir? Hazret-i Bazül Eşhep Sultan Abdulkadir şu yolda münacaatta bulundu:

• Her şeyi bilen ve hacetleri yerine getiren ya Rab bi! Zat-ı ulûhiyetine ne malûm değildir ki: Zat-ı Ecellü Suhaniye'nin mahbub ve aşıklanyla alemin yüzü uzun uzadıya doludur. Buna binaen ayağımı uzatmam edebe aykın olduğundan utanıyorum. Bu hal üzerine Cenab-ı Hak o vakit:
• Ya Gavsül A'zam ayağım indir evliya-ı kiram kaddesellah esrarahum hazeratının omuzları üzerine koy! diye kati ferman buyurdu."
Bu kat'i ferman hani, nerede? iftira.
Ariflerin Menkıbeleri - Önsöz: Demir Kitabevi - Demir Kitabevi Baskı: 1970

Mucizatu'l-Enbiya - Elhac Muzaffer Ozak -Salah Bilici Kitabevi- Baskı: 1965

Sayfa 49:
"... Ebi Leheb'in oğlu Utbe ve arkadaşları huzuru saadete gelip, hak peygamber isen filan yerdeki ağaca emirediniz yanınıza gelsin, dediler. Bu teklif üzerine Cebrail nazil olup: Yâ Rasullullâh Cenab-ı Al lah size selâm ediyor. Dua ederse ağaç istediği yere gelecektir."
Kaynak yok.

Sayfa 81:
"... Bazıları efendimize gelip halanızın iki koyunundan başka bir şeyi yoktur, dua ediniz, belki Cenab-ı Hak duanız bereketiyle halanızı zengin eder, diye rica ettiler. Derhal Cebrail nazil olup, Yâ Rasulallah! Cenab-ı Hak selam eder, elini koyunların arkasına koysun diye vahy getirdi."
Bu vahiy nerede kaynak yok.
Mucizatu'l-Enbiya - Elhac Muzaffer Ozak -Salah Bilici Kitabevi- Baskı: 1965

Hazret! Muhammed'in Hakikat Olmuş Rüyaları ve istikbali Bildiren İhbarları - Mehmet Fazıl Ressam Kemal -Bakı Yayınevi -Baskı: 1961

Sayfa 22:
"Hazreti Muhemmed eshabma dedi ki: "Cenab-ı Hak bana şunu bildirip söyledi: Biz Hazreti Yahya'nın intikamını yetmiş bin ile aldık. Senin torununun intikamını yetmiş bin misliyle alacağız."
Öbürlerinde olduğu gibi bunda da kaynak yok. Allah'a ve Rasulüne iftira var.

Hazret! Muhammed'in Hakikat Olmuş Rüyaları ve istikbali Bildiren İhbarları - Mehmet Fazıl Ressam Kemal -Bakı Yayınevi -Baskı: 1961

Dürretül Vaizin - Ermişlerden Osman Efendi

• Ey Cebrail! Kıyamet günü ümmetim ne olacak? Bunu anlat bana. Cebrail:

• Sana şunu müjdeleyeyim ki, Ulu Allah şöyle buyuruyor: Ey Muhammed! Sen girene kadar cenneti diğer peygamberlere haram kıldım; ümmetin girene kadar da diğer ümmetlere yasakladım. Peygamber:
• İşte şu an içim rahat etti, tasam dağılıp gitti."
Kaynak yok. İftira.


Sayfa 499:
"...îsâ peygamber bu olayın sebebini merak eder. Fakat soracak kimse yoktur. Yalvarıp yakararak ulu Allah'a, 'Ey Rabbim! der. 'Burada eskiden yaşayan o insan topluluğuna ne oldu? Yoksa namaz kılmadılar, sana baş mı kaldırdılar? Ulu Allah Hz. İsâ'ya, 'Ey sevgili Peygamberim! O aklına gelenler yüzünden değil. Onlar gerçekten iyi insanlardı. Fakat aralarına bir beynamaz karıştı, îşte ne olduysa ondan sonra oldu. Birgün bize karşı da isyanında damlayı ta*şıran son bir çirkin harekette bulundu. Biz de birlikte silip süpürdük."
-Enisu'l-Mecalis- ilmi bir kaynak verilememiştir. Delil yok.
Dürretül Vaizin - Ermişlerden Osman Efendi - Tercüme Eden- Abdullah Aydın - İkinci Baskı: 1976
Dürretül Vaizin - Ermişlerden Osman Efendi - Tercüme Eden- Abdullah Aydın - İkinci Baskı: 1976



Dürretül Vaizin - Ermişlerden Osman Efendi - İkinci Baskı: 1976

Sayfa 86:
"... İslâm, Allah'ın deyimiyle, onu, insandaki ilahi fıtratın gelişmesi ve olgunlaşmasının bir faktörü olarak görür: 'Ey kulum, bana itaat et ki, seni de kendim gibi yapayım."
Kaynak yok, iftira olmasın, sakın. (Entel görülen Ali Şeriati'nin tenkidi için bakınız: Bu kitabın kişiler bölümüne.)

Dürretül Vaizin - Ermişlerden Osman Efendi - Tercüme Eden- Abdullah Aydın - İkinci Baskı: 1976


Aşıkların Nurları (Envâru'l-Âşıkîn)- Ahmed Bican- Tercüman 1001 Temel Eser-

Sayfa 222:
"Hz. Musa:
-Ey Rabbim! iblisin tevbesini kabul et, dedi.

Hak Teâlâ:
Varsın Adem'in kabrine secde etsin. O zaman secdesini kabul edeyim, buyurdu."

Sayfa 203-204:
"Musa (A.S.):
- Ey Rabbim! Firavuna mühlet verdin. Bundaki hikmet nedir? dedi.
Hak Teâlâ hazretleri:

Firavn'da güzel sıfatlar vardır, ben o sıfatlan severim. Onun için Firavnı hemen helak etmiyorum, buyurdu.
Musa (A.S.):
-Ey Rabbim! O sıfatlar nelerdir? dedi.
Allah Teâlâ hazretleri:

- Benim şehirlerimi adaletle imar etti ve kullarım arasında adaletle hükmeyledi. Onun yalan iddialarından bana ne ziyan vardır? buyurdu ."
Kaynak yok.

Sayfa 260:
" Hak Teâla hazretleri buyurdu:
- Ey İlyas muhakkak çok kişileri helak ettin, ölümlerine sebeb oldun. Halbuki onlar bana âsi olmadılar."
Yaratıcısına asi olmayan kişileri Hz îlyas gibi bir nebi nasıl ve neden helak etmiş? Kaynak bile yok.

Sayfa 47:
"..Kalem:

- Ey Rabbim Dervişler için ne yazayım? dedi.
Allah Teâlâ:
- Onlar benimdir, ben onlarla beraberim. Aramızda hiçbir perde ve vasıta yoktur, buyurdu."

Sayfa 274 ve 275 :
" Davut (A.S.):
- Ey Allah'ım bir kimse kederli kişinin hatırını sormaya varsa onun sevabı nedir? dedi.
Hak Teâlâ hazretleri:

- Ona iman ve takva, dervişlik elbisesini giydiririm, buyurdu"

Sayfa 223:
"Gene Allah Teâlâ:
- Ey Musa! Dilermisin ki, kıyamet gününde hasenatını bütün halkın hasenatı gibi yapayım? buyurdu.
Musa (A.S.):
- Ey Rabbim isterim, dedi.. Hak Teâlâ:

- Öyle ise hastaların hatırını sor ve dervişlerin kaftanını bitle."
Bu kitaptaki iftiralar da kaynaksız ve i zahsız olarak doğrular arasında delilsiz olarak verilip durmuş. Bkz. sh.221, 238, 299, ve 269-271. sayfalarda Hz. Davud Peygamber'e iftiralar, ve Hz. Âdem'in Hz. Davud'a ömründen kırk yıl bağışladığı, yaratıcının da
buna melekleri şahit tuttuğu halde, sonradan "Bağışlamadım", dediğini ve buna benzer iftiralar için, sh. 101 ve 113. Hiçbirinde kaynak yok.

Aşıkların Nurları (Envâru'l-Âşıkîn)- Ahmed Bican- Türkçesi: Fatih Selim- Kitabı Sunan- Ahmed Karaman- Tercüman 1001 Temel Eser:48 Baskı: 1973



islâm'da Kur'an -Allâme M.H. Tabatabai --Bir Yayıncılık-

Sayfa 51:
Kur'ân'ın 33/33. âyeti için diyor ki Tabatabai, "Bu ayet özellikle Ehl-i Beyt için inmiştir. Ve arınmışlardan oldukları için, onların, Kur'an'ın te'vilini bildiklerini gösterir."
Rasulullah'ın muhterem hane halkını gözardı ederken ne tutarlı bir izah ve ne de ilmî bir kaynak vermiştir.

islâm'da Kur'an -Allâme M.H. Tabatabai Çeviren: Ahmet Erdinç -Bir Yayıncılık -Baskı :1988


Mevlit -Süleyman Çelebi - Devlet Kitapları Yayınları

Sayfa 117:
"Hakk Teâlâ'dan irişdi bir nida/ Ya Muhammed ben sana kıldum atâ/..Zatuma mir'at idin- düm zâtuni/ Bile yazdum adum ile aduni.../ Gel habî- bum sana aşık olmışam/ Cümle halkı sana bende kıl mışam.."
Hak Teâlâ cümle halkı Rasulullaha bende (kul, köle) mi kılmıştır? Yüce Yaratıcı habîbine aşık mı olmuştur? (Aşk, aşın sevgi. Türkçe Sözlük) Allah Teâlâ'ya aşırılık mı yakıştırılıyor?

Said Nursi'de " sana âşık oluşum tabiri (...) Vaci-b-ül-Vücudun kutsiyetine ve istığna-i Zatîsine, mânâ-ı örfi ile münesip düşmüyor.." diyor. ( Mektubat. Bediuzzaman Said Nursi, 1958 baskı, Sh.280)

Aslında Mevlidte geçen bütün ifadeler'in Çelebi'ye ait olduğu görülmüyor. Çünki, "Süleyman Çelebi mevlidi metni bir hayli karışıklığa uğramıştır." ( îslâmî Türk Edebiyatı, Dr. Necla Pekolcay, 1967 bşk, s. 154)

Prof. Ahmet Ateş'in 'Eski el yazması nüshalara göre bastırılan geniş bir tetkikine bakılınca da mistik edalı Ahmet adlı bir şair gibi "..batini akidesi taşıdığı.." görülenler tarafından mevlide karıştırmalar yapılıp durmuştur. ( Mevlid, Ahmed Ateş, 1954 bşk, s. 61-83)

Ömer Rıza'nın "..müceddid liyakafında görerek takdim ettiği bir ilim adamı da "Mevlit kitabı namı altında Arapça-Türkçe hususi risaleler de yazılmıştır.

Her memlekette okunmaktadır, içerisinde doğru sözler olduğu gibi malesef bir takım uydurma ve mübalağalı sözler de vardır.." diyor. (Ana Kaynaklara Göre îslâm Dini, Mehmet Hatiboğlu, 1946 bşk, s. 14 ve 131).

Her ne ise konumuz bu değil. Ancak Allah'a atıflarda bulunurken kaynak gerekmez mi? Delil yok.
Mevlit -Süleyman Çelebi - Hazırlayan: Faruk K. Timurtaş -Devlet Kitapları Yayınları -Basımı :1972


Sohbetler -Ahmed Şahin - 29.6.1992 Tarihli Zaman Gazetesi

"Bak, bütün ikram ve ihsanların sahibi olan Rabbi mizin sevgili kulu Bayezid-i Velisi'ne nasıl hitap ediyor:

- Ey Bayezid! Benim huzuruma gelirken hazinemde bol bol bulunan ibadetlerle, ikramlarla, ihsanlarla, faziletlerle gelmeyi kâfi bulma. Bunların yanında benim hazinemde olmayanlarla gel!..

Bayezd-i Veli düşünmeye başlar. En sonunda feryad eder:

- Ey Rabbim! Senin hazinende olmayan var mı ki, ben o olmayanlarla geleyim?

Şöyle cevap gelir Sultanulârifin'e:

- Evet, ey Bayezid! Benim eşsiz zenginlikteki hazinemde olmayanlar da vardır. O olmayanlar, acz, fakr, zaaf ve çaresizliktir! Sen de aczinle, zaannla, fakrın ve
çaresizliğinle gel. Kendini bunlarla bil. Bunları giydiğin elbise, sarındığın gömlek, örtündüğün cübbe gibi benimse. İşte o zaman seni haddini bilmiş, durumunu anlamış, makamını tayin ve tesbit etmiş bir kul olarak kabul eder, huzuru izzetime buyur ederim!..."
Bayezid, nerede Allah'la böyle konuşmuş? Kaynak yok. Ahmed Şahid Bey'in diğer yazılarına, benzer zulümler karıştırılıyor bazen. Mesela Zaman Gazetesi, 31.3.1991' - deki sütununa bu kitapla 'zulüm karışmış kitap beş'- teki bir iftirayı da almış.

Sohbetler -Ahmed Şahin - 29.6.1992 Tarihli Zaman Gazetesi



Cennete Kimler Girecek -Süleyman Karagülle -Kitap Dergisi, Sayı: 40,41,42. -Baskı: 1990

Sayfa 69:
"Allah Kur'an'da Hıristiyanlarla Müslümanların birleşeceğini ve dinsizlik afetini insanlıktan defedeceklerini haber vermektedir."
Nerede bu haber Kur'an'dan bir delil yok. îstedikse de, verdiği kaynakta böyle denmiyordu.
Cennete Kimler Girecek -Süleyman Karagülle -Kitap Dergisi, Sayı: 40,41,42. -Baskı: 1990


Camide Konuşmak -Ali Güler -23.5.1991 Türkiye Gazetesi

"Melekler, 'Yâ Rabbi! Bu kulun, camide dünya kelâmı söylemesinden dolayı ağzından çıkan fena koku, bizleri rahatsız ediyor.' derler. Hak Teâlâ da buyurur ki: 'îzzetim, Celâlim hakkı için, onlara büyük bir bela veririm."
Allah nerede böyle demiş, kaynak yok.

Camide Konuşmak -Ali Güler -23.5.1991 Türkiye Gazetesi



Diriliş - Sahibi ve Yönetmeni: Sezai Karakoç -Sayı: 23, 26 Aralık 1988

Yazı Başlığı: Risale-i Şeyh Muhyiddin-i Arabi

Sayfa 6:
Makaleden cümleler: "Pes Hak Teâlâ kalb-i Muhammediye'de istila etti..."
"Pes Muhammed Rasulullah, mazharullah ve arşullahdır.." "Hak Teâlâ kemalatına Muhammedi mir'at bıraktı.." "Hak Teâlâ eyitmekle nefyetti Muhammed'den evvel Ve mâ remeyte dedi. Andan sonra isbat etti suret-i Muhammediye'de iz rameyte' dedi..."
"Pes Hak Teâlâ kendü zatını görreye anı mir'at kıldı"
"Pes Muhammed aleyhisselam evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır.." Bu sözlerin Kur'-ânî tarafı yok. Delil de yok. Kaynak ta yok. Diriliş'in hemen hemen her sayısında buna benzer, hak batıl karışımı, kaynaksız ve tutarsız rivayetler yer almaktadır. Dergi hiçte yoksa bunlardan teberri etse ya, baktığımız kadarıyla verdiği bu mistik sayfalarda bir kritik göremedik.

Camide Konuşmak -Ali Güler -23.5.1991 Türkiye Gazetesi



Cevşenü'l-Kebir - Sözler Yayınevi

Sayfa 2:
"Hazret-i Peygamber'e (sallallahu aleyhi ve sellem) Cebrail (aleyhisselam) vahy ile getirdiği ve zırhını çıkar bunu oku dediği.."
bir dua sunuluyor, fakat kaynak bir kitap gösterilmiyor. Detaylı reddiyesini Cevşen isimli Başka bir yazımda ayrı bir başlık olarak izah ettik.

"Büyük Cevşen' âdı ile, büyütülmüş, 234 sayfalık bir kitabı 'Yeni Asya Neşriyat" tarafından 1991'de neşredilen bir kitabın 49. sh.'da, bu sefer "Said Nursi" imzası konulmuştur. Fakat yukarıdaki ifade aynendi...

Cevşenü'l-Kebir - Yazar ve Hazırlayan Adı Görülmedi- Neşreden- Sözler Yayınevi Baskı: 1984



Sikke-i Tasdik-i Gaybi - Said Nursi - Sözler Yayınevi

Sayfa 101:
(220 sayfalık bu kitapta Hulusi, Hulus-i Sani, Mehmed Fevzi, Husrev, Ali Ulvi, Ceylan, Şamlı Hafiz, Mustafa Ramazanoğlu gibi 20'yi aşkın kimselerin yanında Said Nursi imzalı yazıların da çokça yer aldığı halde, şimdi aşağıda vereceğimiz cümlelerin yer aldığı 19 sayfalık kısmın altında bir isim görülemedi.)

Sayfa 101:
"Celcelûti'ye vahy ile Peygamber (aleyhissalatu vesselam'a nazil olmuş" deniyor. Hani bu vahy nerede imiş? Hüccet olacak bir kaynak yok. Görülemedi.

Sayfa 99:
"...îmam-ı Gazali (r.a.) Hüccetu'l-İslâm diyor ki: 'Onlar vahy ile Peygamber'e (a.s.m.) nazil olduğu vakit îmam-ı Ali'ye (r.a.) emretti, "Yaz" O da yazdı.." Hani bu yazının ilmi bir kaynağı nerede? Nazil olduğu iddia edilen bu vahyinde muteber bir deliline rastlanamadı.
Bir de Yeni Asya Malatya temsilcisi Ahmet Kurnaz Bey'in (müteşekkirim) 1.9.992 tarihli Zaman Gazetesi'nin "Akademi" başlıklı sayfasından keserek getirdiği bir yazı... buyrun:

"..Cevşene gelince; bizim kaynaklar da bir tek işaret yok. Ama, imam Gazali, İmam Şazeli ve Bediuzzaman gibi kametlerin tasdik ettikleri bir meselede bizim fikir yürütmemiz kendimizi onlarla kıyas etmek demek olur. Hz. Ali'ye ait meseleleri nakledenlerin çoğunun Şii olması bu rivayetleri reddetmemizi gerektirmez, îbn-i Hadid, Nehcu'l-Belağa şerhinde çok önemli şeyler naklediyor; o söyledi diye kötünün yanında iyi şeyleri de reddedemeyiz ya! Önemli olan sünnet sahihanın kıstas kabul edilmesidir.

Evet, önemli olan bu tür şeylerde ehl-i sünnet prensiplerine ters düşülmemesidir. Yani, sünnete muhalif şeyler var mı yok mu ona bakmak lazım."

Evet, gerçekten de mes'ele sünnet ailesinden olmak; ama Allah Rasûlü'nün Sünneti'ni mevzu uydurmalardan arındırmak daha da büyük bir problem olarak karşımızda duruyor.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi - Said Nursi - Sözler Yayınevi - Baskı: 1988


Tam Miftah-ül-Kulub -El-Hac Mehmed Nuri Şemsüddin - Salah Bilici Kitabevi

Sayfa 37-38:
"Salik, bu makamda da şevk ve muhabbetini artırarak ve mürşidinin ruhaniyetinden imdat isteyerek murakabesine devam ederken, Allah Tealâ sonsuz lütuf ve ihsaniyle BEKABÎLLAH tecellisini zuhura getirir. Bu, Hak'la baki alametidir ki, âlem-i lâhuta kadar çıkar. Doğudan batıya bütün mevcudat, melekler, ins ve cin, vahşi hayvanlar ve kuşlar, ağaçlar... zerreye varıncaya kadar her şey önünde açılır ve kendisine artık gizli-örtülü bir şey kalmaz. Karanlık gecede, kara taş üzerinde kara karıncanın yürüdüğünü görür, ayağının sesini işitir.

Bu öylesine bir ihsandır ki, anlatmakla anlamağa imkân ve ihtimal yoktur. En küçük zerreye kadar, bütün mevcudat sâlike itaat eder ve boyun eğer. Kendisi:

-Evveliyn ve âhiriyn ilimlerini sana ihsan eyledim. Var git kullarımı irşat edip bana getir, hitab-i izzetine mazhar olur."
Yaratıcı hangi kulunu, böylesine bütün güçleri verircesine, "hitab-ı izzetine mazhar kılmıştır? Hiçbir kaynak yok! Cenab-ı Hakk'a ne büyük iftira! Bu kitapta daha ne büyük fecaatlar yer almış. ( Miftahu'l-Kulüb, sh: 48, 71, 100, 121... Ve bu kitap sh. 93'e bakınız.)

Tam Miftah-ül-Kulub -El-Hac Mehmed Nuri Şemsüddin -el-Nakşibendi (Sultan 2. Mahmut Devri Yazarı)-Yayınlayan: Salah Bilici Kitabevi


ibac Oğlan ve Emir Celal - Mim Kemal öke -Türkiye Gazetesi-24.9.1992

"...Milliyetçiydi, iki söze kanıverirdi. Bayrağını seviyordu ne yapsın? Al-i İmran Suresi'nin yüzüncü ayeti aklına geldi.

(Meal-i şerifi: "Ey mü'min! Ahdinde sadık, imanında sabit ol. Dünyada herkes dininden dönse, kâfir olsa, vatanına milletine ihanet etse, sen dininden dönme."

Bunda kaynak verilmiş ama, Kur'an'da bu mealde bir ayet bulunamadı. Büyük zulüm olan iftiralar, kasıtlı veya kasıtsız, böylece devam edip gidiyor İslâm Âleminde...Yazık çok yazık...

ibac Oğlan ve Emir Celal - Mim Kemal öke -Türkiye Gazetesi-24.9.1992

son
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Ana Sayfa Alt