Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tasavvufçuların Küfür Akideleri !

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İnsan-ı Kamil - Abdulkerim Ceyli
cilt 2

ab8e3401574dd3629e83c3dfb6247ee8.jpg


“Kıyametten sonra iblise lanet yoktur. İlahi yakınlığa döner.” İftirası (S.176)

Kıyamet günü geçtikten sonra, İblis'e lanet yoktur...

Z i r a:

—Kıyamet günü..

Dediğimiz DİN GÜNÜ, tabiî zulmetin hükmü kalkar..

Nitekim DİN GÜNÜ tefsiri, bu kitabın KIRKINCI BÖLÜM'ünde geçti..

Bu manaya göre iblis: ilâhî huzurdan, ancak kıyamet gününden önce kovulur ve tard edilir.. Zira onun, asli durumu bunu gerektirir..

"Ünün aslının iktizası ise., tabiî engellerdir.. Ru hun ilâhî hakikatlerle tahakkukuna engel olur..

Amma, bundan sonra.. Tabiî durumlar, kemalât cümlesinden sayılır.. Ona lanet yoktur, sırf yakınlık vardır...

Ve o zaman İblis, önce olduğu gibi, ALLAH ka tında bulunan ilâhî yakınlığa döner..

Bu ise.. cehennemin zevalinden sonra olur..

Çünkü: ALLAH-ü Taâlâ'nın yarattığı her şey, cennette önceden bulunduğu hale dönecektir..

Bu asalet durumu, kat'îdir..

Bu manayı anla...



Cili'ye göre “Bütün gayri müslümler cezasını çektikten sonra ilahi saadete nail olurlar.”iftirası (S.327-339)

Bunlar on millete ayrılır.. Bu on millet, çeşitli milletlerin aslıdır.. Teferruata geçilecek olsa, bit mez.. O kadar ki çoktur..

Hepsinin dayanağı şu on millettir:

• Küffar..

• Tabaiyye..

• Felâsife..

• Seneviyye..

• Mecus..

• Dehriyye..

• Berahime..

• Yahud..

• Nasara..

10. Müslimun..

Bu anlatılan taifeden hangisi olursa olsun; ALLAH-ü Taâlâ: Bir kısmını, cennet için; bir kısmını da, cehennem için yaratmıştır..

Hele geçmiş zamanlardaki küffara bir bak: O zaman da peygamberlerin daveti ulaşmayan bel gelerde oldukları halde, yine ikiye ayrılmışlardır..

Onların bir kısmı hayır işlemiş; ALLAH-ü Taâlâ, cennet mükâfatı vermiştir..

Bir kısımları da şer işlemiş; ALLAH-ü Taâlâ ce hennemle cezalandırmıştır..

Kitap ehlinin durumu da budur..

Şeriat gelmeden evvel, onlar için hayır şuydu: Kalblerin kabullendiği, nefislerin sevdiği, ruhların hoşlandığı..

Şeriat geldikten sonra da, onlar için hayır şu oldu: ALLAH'ın kullarının ibadet emrine uyması..

Şeriatın nüzulünden önce ser ise., şu idi: Kalb lerin kabul etmediği, nefislerin kötü gördüğü, ruhların acı duyduğu..

Şeriatın nüzulünden sonra ise., şer: ALLAH'ın

kullarına yasak ettiği şeyler oldu..



Bütün bunlar, ALLAH'a ibadet ederler.. Ama, .nasıl ibadet etmeleri uygun ise, öyle..

Zira onları, ALLAH-ü Taâlâ. zatı için yaratmıştır., kendileri için değil..

Onlar, hakkı olduğu şekilde, Yüce Hakkındır..

Sonra..

Sübhan olan Yüce ALLAH, bütün bu milletleri: İsimlerinin, sıfatlarının hakikati olarak yaratmıştır.. Hepsine zatı ile tecelli eylemiştir..

Bu sebeple: Bütün zümreler, ona ibadet eder ler..

KÜFFARA GELELİM:

Bunlar, bizzat ALLAH'a ibadet etmektedir..

Şöyle ki: Sübhan olan yüce Hak baştan sona, bu varlığın hakikatidir.. Küffar da bu varlık cüm lesinden sayıldığına göre., onların hakikati odur..

Onlar, kendileri için bir RABB olmadığı yolunda inkâra sapıp kâfir oldular..

Bu böyledir.. Çünkü, ALLAH-ü Taâlâ onların hakikatidir.. Onun için bir RABB olamaz.. Mutlak RABB kendisidir..

Böylece onlar, aynen zatları neyi gerektiriyor sa., ona göre ibadet ettiler...

PUTA İBADET EDENLERE GELELİM:

Bu dahi, Yüce Hakk'ın varlık sırrına dayanır. O: Hülulsüz, katıksız olarak, vücud zerreleri nin her birinde, kemali ile vardır..

Bu açıdan, Yüce ALLAH, onların ibadet ettiği put ların dahi hakikatidir..

Bu manaya göre: Ancak ALLAH'a ibadet etmiş olurlar..

Bunun böyle olması onların bilmesine mühtaç değildir.. Aynı şekilde, onların niyetlerine de muhtaç değildir..
Zira: Hakikatlerin gizliliği ne kadar uzarsa uzasın; elbette iş neyse., onun üstünde açık zuhurla rı zarurîdir..

Şu mana da, onların içten Hakk'a tabi olduk larının sırrıdır..
Şöyleki: Onların kalbleri, bu işte hayır olarak lehte onlara sehadet eder.. İtikadlan da bu işin hakikatına bağlıdır..
Bu mana ise.. Kulunun ona ait zannıdır..
Bu manada, şu hâdis-i şerif önemlidir:
- «Müftüler fetva verse dahi: kalbine danış..!
Bu kalb fetvası umumî manadadır.. Hususî kalb fetvasına gelince., o zaman iş değişir..

Her kalb doğru fetva veremez.. Her kalbden fetva sorulmaz., danışılmaz..

Bundan bazı kalbler murad edilmiştir; hepsi değil..

Bu, itikada dayalı incelik; onların yaptığı işin hakikatına uygundur.. Onları, bu yoldan hakikat, işin zuhuruna çeker götürür., ama, âhirette..

ALLAH-ü Taâlâ bu manada şöyle buyurdu:

— «Her cemaat, kendilerinde olanla sendir-» (30/32)

Yani: Dünyada da böyledir; âhirette de.. Bu böyledir.. Çünkü: İsim müsemmadan ay rılmaz..

Onları şenlikle isimlendiren odur.. Onları, bu şekilde vasıflandırdı..

Bu vasıf ise., mevsufa mugayir değildir..

Ancak:

— Her cemaat, kendilerinde olanla şen oldu..

Denseydi.. o zama n, bu fiil sığası ile gelmiş olurdu.. Yukarıdaki manaya aykırı düşerdi.. Muzari sığası ile:

—Şen olur...

Deseydi.. o zaman, arada bir açıklık olurdu..

Amma, isim böyle değildir.. O, sürenin deva mını gerektirir..

Yani: Onlar, dünya hayatında yaptıkları ile sendirler.. Âhirette ise., halleri ile şendirler.. Ellerinde bulunanla daimî bir şenlik içindedirler..

Bu mana icabıdır ki: Dünyaya geri çevrilseler; yine kendilerine yasak edilen şeyi yaparlar.. Yaptıkları işin sonucunu azap bildikleri halde.. Zira o işte, bir lezzet, lütuf bulurlar.. Bu lezzet dahi, o azapta bekalarının sebebidir..

Zira Hak Taâlâ'nın rahmeti icabıdır ki:

Kuluna âhiret azabı dilediği zaman, onun için bu azapta gizli bir lezzet yaratır. Azap görenin cesedi de, ona aşık olur..

Böyle olur ki: O azaptan ALLAH'a ilticası ve o azaptan ALLAH'a sığınması yerinde bir şey olmaya.. O lezzet, onun için var oldukça azap içinde kala..

Ama, ALLAH-ü Taâlâ, onun azabını hafifletmeyi dilediği zaman, o lezzeti yitirir.. O zaman rahmete yönelmeye muztar kalır.. ALLAH-ü Taâlâ'nın şanı odur ki: Muztar kalmışın duasına icabet ede..

İşbu durumdaysa.. o kulun azaptan ALLAH'a il ticası ve ona sığınması yerinde olur.. Hak Taâlâ ise.. onun sığınmasını kabul buyurur...

Yukarıda anlatılan mana icabıdır ki: Küffarın ALLAH'a ibadeti zatîdir."

Onlann bu şekilde ibadeti, her nekadar kendi lerini saadete götürür ise de., dalâlet yoludur..

Dalâlet yolu olması da, o yoldan saadet husulünün uzadığıdır..

Zira o yoldan gidene, hakikatler inkişafı, an cak âhiretin azap tabakalarına girdikten sonra mümkündür.. Bunların tümü, dünyada tabiat ateşi tabakalarına dalmasının cezasıdır.. Beşeriyeti ica bı onlara, sözle dalmıştı; işle dalmıştı; halle dalmıştı..

Bu cezasını bitirdikten sonra, ALLAH'a vardıran yolunu da kat etmiş olur.. Bunun böyle oluşu, ken disine gelen nidanın uzaktan oluşudur..

Ancak, bu hallerden sonra, ilâhî saadetine nail olur.. İlk adımda yakınlık bulanların erdiğine erer..

Bu ilklere yakından nida gelmiştir... A n l a..

TABİATÇILARA GEÇELİM ; Bunlar, ALLAH-ü Taâlâ'ya dört sıfatı cihetinden ibadet ederler..

Bu ilâhî dört sıfat şunlardır: Hayat, ilim, kud ret, irade..

Bunlar, vücud binasının aslıdır.. Hararet, bürudet, rutubet, yübuset ise., o dört sıfatın, bu kâi nat alemindeki zuhur yerleridir..

Rutubet, hayatın zuhur yeridir..

Bürudet, ilmin zuhur yeridir..

Hararet, iradenin zuhur yeridir..

Yübuset, kudretin zuhur yeridir..

Bütün bu zuhur yerlerinin hakikati ise., anlatılan sıfatların sahibi olan Yüce Sübhan'dır...

Anlatılan zuhur yerlerinde var olan, bu ilâhî incelik, sair tabiatçıların ruhlarına da açılınca; bu ilâhî dört vasfın eserim de, gördükten sonra., bu varlığı: Hararet, bürudet, yübuset ve rutubete bağladılar..

Ve., kabiliyetler, ilâhî istidat ciheti ile bildi ki: Anlatııan sıfatlar, bu suretlerin manasıdır..

Yahut:

- Bu kalıpların ruhudur..

- Bu zuhur yerlerinde zahir olanlardır..
Şeklinde anladıklarını da söyleyebilirsin..
İşbu sırrın icabıdır ki: Anlatılan tabiî kuvvet lere ibadet olundu..

Bazısı bunu bilerek yaptı.. Bazısı da bilmeden ' yaptı..

Bilen önde gitti; cahil de katıldı..

Her ne ise., onlar, Hakk'ın âbid kullarıdır.. Amma, sıfat cihetinden.. Neticede işleri saadete ula şır.. Tıpkı, bunlardan önce anlatılanların durumu gibi..

İslerinin bineği olan hakikatlerin zuhuru ile, durum anlatıldığı gibi olur...

FELSEFECİLERE GELELİM :

Bunlar Yüce Sübhan'a isimleri cihetinden iba det ederler..

Zira: Yıldızlar, onun isim mazharlarıdır.. ALLAH-ü Taâlâ ise., zatı ile, onların hakikatidir..

Şöyle ki:

Güneş, ALLAH isminin mazharıdır.. Nuru ile, bütün yıldızların yardımına koşar.. Tıpkı: Bütün isimlerin, ALLAH isminden yardım aldıkları gibi..

Kamer, (ay) Rahman isminin mazharıdır.. Zira: Yıldızların en kâmilidir.. Güneşin nurunu taşır.. Tıpkı: Rahman isminin, bütün isimlere nazaran, en yüce mertebeye sahip olduğu gibi.. Bunun beyanı daha önce, kendi yerinde yapıldı..

Müşteri, Rabb isminin mazharıdır.. Zira o: Se mada yıldızların en saadetlisidir.. Tıpkı: Rabb is mi, mertebeler içinde özel bir mertebeye sahip ol duğu gibi.. Zira o: Merbubun hükmüne göre, kibriya kemâlini şümulüne almıştır..

Zühal., bu yıldız, vahidiyet mazhandır.. Zira, bütün felekler onun kapsamına girer.. Tıpkı: Bü tün isimler ve sıfatlar vahid ismi altında olduğu gibi..

Merih, kudret mazharıdır.. Zira o: Kahhariyet fiillerine ait bir yıldızdır..

Zühre ise., iradenin mazharıdır.. Zira o: Ken di özünde, çok seri bir tekallübe sahiptir.. Aynı şe kilde Yüce Hak: Her an bir başka şey murad eder..

Utarit, ilim mazharıdır.. Zira o: Semada kâtiptir..

Baki kalan malum yıldızlar ise., onun güzel isimlerinin mazharlarıdır., ki onlar, sayılabilirler..

Bilinmeyip baki kalan yıldızlar ise,, sayıya gel meyen isimlerin mazharlandır..

İşte., felsefecilerin ruhları, bu manaları tadınca.. ki bunu: İdrâk yönü ile tadarlar.. Bu idrâki ise., kendilerinde var olan, ilâhî fıtrat istidadından alırlar..

İşbu durumda, anlatılan yıldızlara ibadet etti ler.. Bu ibadet ise., her yıldızda bulunan ilâhî latife içindir..

Sonra..

Hak Taala bu yıldızların hakikati olduğuna göre.. onun zatı namına mabud olması icab eder... Onların ibadeti, bu sırra dayalıdır..

Bu varlıkta, Âdemoğlu ve onun dışında kalan hayvanatın ibadet etmediği hiç bir şey yoktur..

Meselâ: Bukalemun, güneşe ibadet eder..

Meselâ: Necaset böceği kötü kokuya ibadet eder..

Ve.. hayvanatın diğer çeşitleri...

Bu varlıkta, ALLAH'a ibadet etmeyen hiç bir canlı yoktur..

Ya takyid yollu ibadet eder, ki bu: Zuhur yerine veya yaratılmış bir şeydir..

Ya da itlak yolludur..

İtlak yollu ibadet eden, muvahhiddir.. Yani: Tevhid ehlidir..

Takyid yollu ibâdet eden ise... Şirk ehlidir.. müşriktir...



Hâsılı: Anlatılanların ve anlatamayanların tümü, hakikat üzere ALLAH'a ibadet etmektedir.. Şunun için ki: Hakkın varlığı ondadır..

Zira, Hak Taâlâ, zatı cihetinden şunu iktiza eder ki: Hangi şeyde zuhur ederse., o şeye ibadet oluna.

Halbuki o: Kâinatın bütün zerrelerinde zuhura gelmiştir..

Bundandır ki: İnsanların bazısı tabiata bağlı şeylere vücudun aslıdır diye ibadet etti. Onlardan, yıldızlara ibadet edenleri de var.. Madene ibadetleri de var.. Ateşe ibadet edenleri de var..

Hâsılı: Varlıkta hiç bir şey yoktur ki: Bu âlem-de bir şeye ibadet etmiş olmasın... Ancak, MUHAMMEDİ olanlar müstesna..

Bunlar, mutlak yoldan, ALLAH'a ibadet ederler..

Bu ibadetlerini mahlukat parçalarından hiç bi ri ile takyıd etmemişlerdir.. Bütün varlık olması yönü ile, ona ibadet etmişlerdir..

Sonra.. Bunların ibadeti, bir yana bağlı, bir yandan ayrı; batına bağlı, zahirden ayrı oımak gi bi bir ilgiden yana da pek nezihdir...

Bunların yolu: Sonunda zatına vardıran ALLAH'ın yoludur..

Bu sebepledir ki: İlk adımda yakınlık derecesini bulmuşlardır..

Bunlar o zümredir ki, ALLAH-ü Taâlâ, şu cüm lesi ile onlara işaret etmiştir:

— «İşte.. bunlar, yakın mekândan nida olunmuşlar..» (50/41)

Bunlar, cihet yönü ile, tabiata bağlı şeylerden birine, yıldızlara ibadet edenlere benzemezler..

Hele putçular ve benzerleri gibi hiç değildirler.. Zira, putçuların durumuna şu âyetle işaret olunmuştur:

— «Bunlara uzaktan nida olunur...» (41/44)
Zira, bunların Hakka dönüşü, ancak ibadet et tikleri zuhur yönünden olmaktadır.. Sadece, ona o olduğu için ibadet ettiler, Hak bilerek değil.. Böyle olunca da onlara başka yönden bir zuhur olmadı..
İbadetlerine dayanak bildikleri bu durum ise., onlara göre uzaklığın taa, kendisidir..

Ancak... Ancak... esas konağa vardıktan sonra., uzaktan çağırılan da, yakından çağrılan da aynı olur"

Bunu anla; olur mu?

SENEVİYYE KISMINA GELELİM:

Bunlar, Yüce ALLAH'a zatı cihetinden ibadet et tiler. Zira, ALLAH-ü Taâlâ, bütün zıdları özünde top lar.. Hakka ait mertebeleri, halka ait mertebeleri şümulüne alır.

İki vasıfta, iki hükümle zuhur eyledi..

Dünya ve âhirette, iki sıfatla zuhur eyledi..

Hakka bağlı hakikate mensup olan, nurlarda zahir olandır..

Halka bağlı hakikate mensup olan da, zulmet ten ibarettir..

İşbu ilâhî sır icabıdır ki: Nura ve zulmete iba det ettiler.. Zira, bu ilâhî sır:'İki vasfı, iki zıddı, iki itibarı, iki hükmü camidir.. Onun bu cami oluş şeklini, nasıl istersen öyle söyle.. Nasıl dilersen öyle hükmeyle..

Çünkü Sübhan ALLAH, o dilediğin şeyi ve zıddı zatı ile camidir..

Hâsılı: Seneviyyeler, Yani: Puta ibadet eden ler, bu ilâhî latife icabı ona ibadet ettiler.. Bu iba det şekli de, Yüce Sübhanın zatı nasıl iktiza ediyor sa.. Öyle oldu..

Çünkü: Hak, olarak isimlendirilen odur.. Halk olarak isimlendirilen odur... Nur odur; keza zulmet- de.. AMMA MECUS..

Bunlar, ALLAH-ü Taala'ya AHADİYET yönü ile ibadet ettiler..

Şundan ki: Ahadiyet, bütün mertebeleri isim- leri ve sıfatları ifna eder.. Ateş de aynıdır..

O da, anasır arasında en çok güce sahip olan dır.. En üstünüdür.. Hizasına gelen bütün tabiî kuvvetleri yok eder..

Ona yaklaşan her tabiî kuvvet, mutlaka galip kuvveti ile ateşe çevrilir..

Ahadiyet de aynıdır. Ona mukabil duran İsim ve sıfat mutlaka onda" kaybolur.. Onda muzmahii olur..

İşte.. Onların ateşe ibadetleri, bu latife icabı dır.. O ateşin hakikati ise.. ALLAH-ü Taâlâ'dır..



Heyula zuhurundan önce, tabiat rükünlerinin 3 rüknüydü.. Ki bunlar: Ateş, hava, su ve topraktır..

O heyula bu rükünlerinden hangisine isteseydi; o zaman girebilirdi..

Ancak, bu rükünlerden birinin suretini giy dikten sonra, artık o suretten soyunamaz.. Böyle bir şey onun için mümkün değildir.. Başka bir surete de artık giremez..

Vahidiyet gözünde, esma ve sıfatın durumu da aynıdır..

Bu esma ve sıfatlardan her birinin ikinci bir manası da vardır..

Meselâ: Mün'im, müntekimin kendisidir..

Ancak, isimler, ilâhî mertebelerde zuhura ge lince., o zaman her isim, iktiza ettiği hakikati ifa de eder..

İşte., o zaman, Mün'im müntekimin zıddı olur..;

Ateş ise., tabiat kuvvetlerinin sırasına göre, isimlerden vahidiyetin mazharıdır..

Ne zaman ki, Mecus ruhları, bu miskin kokusu nu aldı; başka koku almaktan yana nezleye tutuldu; alamadı.

Ve., ateşe ibadet ettiler..

Amma, Vahid, Kahhar ALLAH'tan başkasına ibadet etmediler..

DEHRİYE FASLINA GELİNCE..

Bunların ibadeti, Yüce Hakk'a hüviyeti yönü iledir..

Bu manaya işaret olarak, Resulüllah Selamun Aleykum. efendimiz şöyle buyurdu:

— " Dehre sövmeyiniz; zira dehr, o ALLAH'tır.."
Bu, onun hüviyetini ifade eder..

BERAHİME İSE..

Bunlar, mutlak yoldan. ALLAH'a ibadet ederler.. İbadetlerini ne nebi cihetinden yaparlar; ne de resul..

Bunlar derler ki:

— Bu vücudda ne varsa o. ALLAH için mahluktur..

Bu sözleri ile onlar, bu varlıkta yüce ALLAH'ın vahdaniyetini ikrar ederler.. Ama, nebileri ve resulleri inkâr ederler..

Bunlar. kendilerini İbrahim evlâdı sanırlar..

Kendilerinin yanında bir Kitap olduğunu, bu kitabı da, İbrahim Halil a.s. kendiliğinden yazdı., diye anlatırlar..

- Kitap Rabbı katından geldi.. Demezler..

— O kitapta hakikatler anlatılır.. Beş cüzdür.. Bundan dört cüzü, herkesin okumasını mu bah sayarlar..

Beşinci cüzü ise., kendilerinden ancak bazı fertlere, okumayı mubah sayarlar.. Bunun sebebi ise., onun derinliğidir..

Onlar arasında bu beşinci cüzü okuyan meşhur olur..

Bunların netice yolu İslama çıkar.. Resulüllah Selamun Aleykum. efendimizin dinine girer..

Bu taife çoğunlukla Hind ülkesinde bulunur..

Orada, birtakım insanlar vardır ki; bunların kılığına girerler, BERAHİME olduklarını iddia ederler, ama bunlardan sayılmazlar..

Bunlar, BERAHİME arasında puta ibadetle tanınmıştır..

Halbuki, onlardan biri puta ibadet ettimi, kendilerine göre BERAHİME sayılmaz..

Hâsılı:

Yukarıda cins cins anlatılan zümreler, bu ibaet şekillerini kendilerinden icad ettikleri için; şekavetlerine sebep oldu..

İsterse, bu iş, onlan saadete götürsün..

Zira şekavet: Saadet zuhurundan evvel., onların sabit kıldıkları uzaklıktan başka bir şey değildir..

İşte.. şekavet bu manadır., anla..
İnsan-ı Kamil cilt 2 - Abdulkerim Ceyli, Üçdal Neşriyat, İst-1980
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tasavvufi Hayat - Mehmet Ildırar, Sey-Taç Yay.
url



1




Bunlar Allah'ın velisi değil, şeytanın evliyası (S.9)



İşte bunun gibi evliya-ı izamın elini tutmak, hakikatte enbiyanın elini tutmaktır. "Hakikatte sizin elleriniz üzerinde benim kudret elim vardır" kelam-ı mübareği ile Allah'ın elini tutmaktır.


Bir menkıbe ile mukaddimemizi noktalayalım:


Mevlana Halidi Bağdadi (k.s.) hazretlerinin halifesi Seyyid Taha hazretlerine Ermeni komşusu geldi: "Sizin dininizde komşu hakkı vardır, Hristiyan olan komşuya da vardır. Benim sana bir işim düştü. Bizim hiç çocuğumuz olmuyor. Sen Muhammed (a.s.)'in varisisin. Bir dua ediver de çocuğumuz olsun." Seyyid Taha hazretleri yanındaki sofiye: "Bizim sürüye git, koyunlardan iki tane kıl kopar da getir." dedi. Sofi istenileni getirdi. Seyyid Taha hazretleri Ermeniye: "Şu iki kılı al, yumuşak bir şeye sar. Hanımın, karnına bağlasın. İnşallah çocuğunuz olur." dedi. Ermeni kılları aldı gitti. Her sene ikiz çocukları oldu.


Muhteremler, çocukları halkeden Cenab-ı Allah'dır. Evliyanın işi, ahlakıyla, kemalatıyla Peygamber'in ahlakına varis olduğundan, Allah'a ellirini kaldırıp dua edince, duası kabul oldu. Bu yüzden bizler kendimizi ıslah etmedikçe evliyadan fayda ummak olmaz. Musibetlerin, yüzümüzü Hakk'a dönmek için olduğunu da unutmamak gerekir. Ancak, takatımızın yetmediği hallerde ariflerin, evliyanın ellerini tutmakla manen ve maddeten güçleneceğimiz de bir gerçektir.



Allah'a Rasulune ve Hz. Ali'ye iftira (S.13-14)



İmam -ı Ali (r.a.)'ye Resu l - i Ekrem (s.a.v.) buyurdu:


-Ya İmam, Allah'a asi olanların en büyükleri kimdir?


-Allah ve Resulü bilir.


-Birisi Salih Peygamberin devesini kesip şehid eden, biri de senin b aşına zehirli kılıcını vurup kanını akıtandır.


-Ya Resulallah benim başıma zehirli kılıç mı vuracaklar?


-Evet


-Kim?


-İşte şu senin kölen. İsmen, cismen bildi.


Hz. Ali (r.a.) o köleye dedi ki:


-Sen beni bir gün katledersin


-Ya Ali, mümkün mü? Gel, ben seni bir gün katletmeden şu k ılıncı al, sen beni katlet.


-Allah günah işlemeyenin boynunu vurmayı helal etmedi.


Ama sen beni katledersin.


Hakikaten o köle Hz. Ali'yi katletti. Bizler Hz. Ali (r.a.) değiliz ki sabredelim. Yarın başımıza geleceği bugünden söyleseler, deli oluruz da yarına tahammülümüz kalmaz. Onun için Allah birçok esrar-ı ilahiyeyi gizli tutmuştur.



Tacü'l – Arifin Ebü'l Vefa Allah adına yalan söylüyor. (S.22-23)


Evliya-i izamdan Tacü'l-Arifin Ebü'l Vefa hazretleri bir gün müridleri ile beraber bir sahraya çıktılar. Orada bir sofra kurup yemek yediler. Yanlarından bir yolcu geçiyordu. Ebü'l Vefa hazretleri yolcuyu çağırdı ve "Sofraya buyurun." dedi. Yolcu karnının tok olduğunu söyleyince "Ey yolcu, misafirin hakkıdır. Bari elimdeki bir lokmayı ye." diyerek saadetli eliyle yolcunun ağzına lokmayı koydu. Lokmayı yiyen yolcu "Allaha ısmarladık" deyip gitti.


Tacü'l-Arifin, o zat uzaklaşınca sofi cemaatine şöyle dedi: "Bu yediği lokmadan bir oğlu olsa gerek. Onun adına Hüseyin koysa gerek. O, büyüyünce evliyadan olsa gerek. Bize de gelip mürid olsa gerek." Meğer o yolcunun çocuğu olmuyordu. Tacü'l-Arifin'in verdiği lokmayı yiyince kan oldu. Hanımı hamile kaldı. Vakti gelince bir oğulları oldu. İsmini Hüseyin koydular. Babası çok zengindi. Çocuk büyüyünce sürülerinin başına çoban oldu. Sürülerin sayısı, ineklerin sütü arttı. Herşey bereket kazandı. Rai, Arapçada çoban demektir. Hüseyin Rai, Hz. Tacü'l-Arifin'i duydu. "Allah yoluna girmeden bir kamil el tutmak gerek." diyerek yerini öğrenip Ebü'l Vefa hazretlerinin yanına geldi.


Ebü'l Vefa hazretleri, uzaktan Hüseyin gelirken, "Haza eserü'l lokma" dedi. 15 veya 20 sene önce o meseleye şahid olanlar, tebessüm ettiler ve dediler ki, "Ne lokrnadır ki Allah ona,bu zatı getirdi"


Hüseyin Rai, Ebü'1-Vefa hazretlerinden ders aldı. Kamil bir zat oldu.Ravda ismindeki köyün ahalisindedi. Şeyh Vefa hazretleri, bulunduğu semte şeyh olmasını söyledi. Zaviye kurdu, nice azmışları yola getirdi. Ölünceye kadar halkı ve gafilleri irşad ile meşgul oldu. Derman arayan nice dertlilere yardım elini uzattı. Bütün bunlar Hz. Seyid Tacü'l-Arifin Ebü'l Vefa'nın yüce himmet ve bereketiyle oldu.



Böyle veliler olduktan sonra İslam'da Tıbba hiç önem verilir mi ? (S.28)



Fatih Sultan Mehmed'in hocası Akşemseddin hazretlerinin torunu Şeyh Abdülkadir hazretlerine, gözüne ilaç sormak maksadıyla görmeyen bir kadın getirdiler. Mübarek buyurdu: "Bu gece bize konuk ol, sabahı dek görelim Mevla ne ilaç eyler."


Ertesi sabah kadının gözleri iyileşmiş ve görür olmuştu. Abdülkadir hazretleri, bu gece konuk ol, derken "Mevla bizimle beraberdir, ilacı vermeye muktedirdir." İnancı ile, öyle sıdk ile (Allah'dan istedi ki Rabbü Teala hazretleri onun bereketli nuraniyet hürmetine kadının gözlerini açtı.




Sakalın mı çıkmıyor hem şeyhe müracaat et (S.28)


Kataroğlu ismiyle tanınan çok zengin bir bey vardı. Sakalı bitmemiş, köse idi. Akşemseddin hazretlerinin oğlullarından Nurü'-l Hüda ismindeki muhterem zata gelerek: "Allah aşkına, babanın hatırına himmet eyle de sakalım bitsin." dedi. Nurü"l Hüda Kataroğlu'nun yüzüne baktı, tükürüğünü eline aldı. nerede tüy çıkmadıysa tükürüğü ile yüzünü sıvazladı. "Git var yat. Sabah ola sakal bite." dedi. Kataroğlu yattı, sabah kalktı,simsiyah sakal bitmiş.


İşte "Allah beraberdir" budur. Nurü'l Hüda ile Allah beraberdir de bizimle değil mi? Nurü'l Hûda'nın yakınlığı bizde yok. O. ağaçtan elma koparır gibi kudrel-i Sübhaniyeyi müşahede ediyor.


Kataroğlu sabah kalkıp simsiyah sakalı görünce, çok zengin olduğundan. Nurü'l Hûda'ya altın sırma işlemeli bir cüppe getirdi. Nurü'l Hûda sırmalı kaftanı aldı,"bekledi. Bir kelp geldi. Cüppeyi ona giydirdi ve:"Allah adamına sırmalı kaftan yakışmaz, köpek süsüdür." dedi. Köpek sırmalı kaftanı aldı gitti. Bu da "zinetlerin terki" oldu.




“Zikir meclislerinde evliyanın ruhları hazırdır, ve onların ruhani yardımları olmadan mürid terbiye edilemez.” Yalanı (S.30-31)



Dördüncü sebep. Bağdat'ın ulu evliyasından Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine sordular:


-Evliya-i izamın menkıbelerinden, sözlerinden mürid için ne gibi fayda vardır? Cüneyd-i Bağdadi hazretleri buyurdu ki:


-Bunların sözleri aziz ve celil olan Allahü azimüşşan hazretlerinin fer kişilerinin, Allah ordusundan olan askerlerinin sözleridir. Zira Sûre-i Fetih'in 4 ve 7, Sûre-i Müddesir'in 31 ve Sûre-i Hud'un 120'inci ayet-i celilerinde Rabbim Teala şöyle beyan buyurmuş (Bu ayetlere Feridüddin Attar hazretlerinin verdiği toplu meal şöyledir): Şayet müridin kalbi kırılır, morali bozulursa, onunla kuvvetlenir. Allahü azimüşşan'ın o er kişileri olan velayet sahiplerinin ruhaniyetlerinden medet umar. Allahü azimüşşan onların ruhaniyetleri ile onun ruhuna inayet, kuvvet ve kudreti indirmeyi vesile kılar.


İmam-ı Fahreddin Razi hazretleri, şeytandan istiaze bahsinde ! "Euzü" den maksadın Allah'a sığınmak olduğunu ve ruhani olan er kişilerin diğer bir tabirle evliya-i izamın ulvi ve kudsi ruhaniyetlerinin, süfli ruhlara ve nakıs insanlara yardım etmesiyle yüzlerini Hakk'a çevireceklerini beyan etmektedir.


Gavs-ı Hizan hazretleri de Minah ismindeki eserinde buyuruyor ki: Hiçbir mürşid-i kamil ruhaniyet alemindeki evliya-i izamın ruhlarının yardımı olmadan asla müridlerini terbiyet edemez.


Şu halde hatme-i haceganda, sohbetlerin içerisinde, zikir meclislerinde evliya-i izamın, sâdat-ı kiram olan mübarek insanların ruhaniyetleri hazır olur. O ruhaniyetler, Allah'ın nuraniyet ve kudretiyle, o kullar üzerine, tıpkı bulutun hazır olup yağmuru indirdiği gibi feyz-i ilahinin, bereket-i subhaniyenin yağmasına vesile olur. Yoksa Allah'ın kudreti dışında evliya-i izam bir şey yapamaz.



Bu veliler kahine ihtiyaç bırakmıyor. (S.39)


Muhammed Şemseddin hazretleri Miftahü'l Kulub'da:


"Bir insan dünyanın en büyük alimi olsa, aynı zamanda da 'dünyanın en büyük abidi olsa nefs-i muinime makamını geçemez" diyor. Adetullahda doğuştan veli gelenler vardır. Bunlardan biri de İbrahim Düsuki hazretleridir. Seyid İbrahim Düsuki, doğuştan veli olduğunu ve iki kerametle dünyaya geldiğini söylüyor ve babasının Seyid Abdülmecid, annesinin Seyide Patıma olduklarını hatırlatarak: "Zamanın evliyasından Muhammed bin Harun ne zaman babamı görse ayağa kalkarmış. Bir gün ayağa kalkmamış. Bunun sebebini babam kendisine sormuş. Muhammed bin Harun şöyle cevap vermiş: "Ya Seyid, ben sana kalkmıyordum. Senin zürriyetinden Gavs-ı Samedani Gavsü'l Azam İbrahim isminde bir evladın gelecek, cihanın kutbu olacak, ben ona kalkıyordum. Yakın vakitte o ruh ana rahmine düştü. Şimdi anasını görsem, ona kalkarım." Şu halde tasavvuf nurani inkişaftır. Nefsin cibilliyeti muktezası esaretinden kurtulmak içindir.




Keşf'ül Mahcub yazarı Osman Hucviri Allah adına yalan söylüyor. (S.39-40)



Keşfü'l Mahcub sahibi Osman Hucviri buyuruyor: Şeyhimin anlattığına göre, yılların birinde evliyaullah bir çölde toplanmıştı. Benim pirim Hazret-i Husr, beni yanına alıp o çöldeki velilerin toplantısına götürdü. Velilerin her biri değişik şekillerde geliyordu. Kimisi taht üzerinde getirildi. Kimileri kuşlar gibi uçarak geldiler. Her birisi kendi kemalatına göre, Allah'ın kudretiyle göz açıp yumuncaya kadar geldiler. Nihayet nalınları parçalanmış, asası kırılmış, başı açık bedeni yanık bir genç yorgun argın toplantıya geldi. Şeyhim Husr hazretleri derhal yerinden kalkarak, o genci yüksek bir yere oturttu. Ben ise bu işe taccüb ettim. Şeyhime, sonradan gelen bu yorgun ve perişan genci niye yüksek mertebeye oturttuğunu sorunca, onun yüce bir veli olduğunu söyledi ve: "O velayete tabi değil bilakis velayet ona tabi idi. Diğerleri yorulmadan kerametle geldiler. Bu ise Allah'ın düşmanı olan nefsini ezmek için öyle geldi. Bu sebepten en yüksek makama çıkarıldı." buyurdu.




Allah adına uydurulmuş bir masal (S.40-41)


Arifibillahın biri vefat etti. Elleri sımsıkı kapalı, gözleri de yumuktu. Gasil veren gassal yıkamak için ellerini de, gözlerini de açamadı. Gayb aleminden ses geldi: "Onun ahdi var. Cemalimizi görmeden, hak ve hakikat eline geçmeden ikisini de açmam dedi. Cenneti görse de açmaz illa cemali görecek."İşte tasavvuf bu hallerdir.



Tasavvufta müşrik olmanın bir örneği ‘Rabıta' (S.90-99)
RABITA


Rabıta'nın lügat anlamı, iki şeyi birbirine bağlamaktır. Tasavvuf ıstılahatında rabıta, ilahi ve zati sıfatlarla muttasıf şuhud makamına ulaşmış kamil bir şeyhe kalbi bağlamaktır. Yani bu müridin şeyhine bağlanması demektir. Bu bağlanma şeyhin huzurunda, şeyhin gıyabında suretini, siretini, nuraniyetini, kudsiyetini hayalen kendisi ile birlikte/ muhafaza etmek; yanında bulunduğu zaman edebe bürünüp himmet ve inayeti Allah'dan niyaz ederek mürşidden beklemektir. Mevlana Halid Zülcenaheyn hazretlerinin bildirdiğine göre rabıta, müridin, fenafillah makamına ulaşmış olan şeyhinin suretini hayalinde saklayarak ruhaniyetinden istimdad dilemektir.


Rabıtanın yapılış şekilleri:


Birincisi: Talib olan mürid tarafından kamil mürşidin sureti tam karşıda hayal edilip iki kaşı arasına bakmak suretiyle, ruhaniyette onunla beraber olduğu tasavvurunda bulunmasıdır. Bu nakış ve bağlanışta mıhlanarak baka kalma, kendinden geçip kaybolma hali başlayıncaya kadar rabıtada manevi birlik ve beraberliği sürdürmek lazım gelir. Rabıta ile kendinden geçmek olabilir. Ölü gibi yere düşer, görenler vefat etti zannederler oysa o bakış ve bağlanışta mıhlanarak çakılmış bir çivinin duvardaki hali gibi, şeyhinin ruhaniyet ve siretine baka kalarak kendinden geçme hali meydana gelmiştir.


İkincisi: Müridin kendisini, mürşidinin heyet ve kıyafetindeymiş gibi görmesidir. Salik yine kendinden geçinceye kadar bu hali muhafaza eder. Bu durumda olan salik zatını mürşidin zatında, sıfatlarını mürşidin sıfatlarında yok etmek, böylece ruhaniyet ve üstünlüklerini onun suretinde bulmak mevkiindedir. "Benim mürşidim ikindiden sonra bir cüz Kur'an okur. Hiçbir zaman virdini bırakmaz. Binlerce insan gelir, sabreder, herkesin derdini dinler, hastayım demez, hiçbir şeyden şikayet etmez. Kuvvetinin yettiğine ruhaniyetle, yetmediğini Mevlayı müteale arz ederek hayırlarını taleb eder. Sabır, metanet, vakar sahibidir. Onun bütün derdi kendi derdini unutup ümmet-i Muhammed'in derdine melhem olmaktır." düşüncesi ile mürşidin sıfatına bürünerek onun gibi olmak, her gün onun halinden bir hal kapıp, onun hali devam bir sıfatla cem olup,kendisini onun gibi oluncaya kadar o hali devam ettirmek rabıtadır. Yani suretini değil siretini ve ahlakını ona benzetebilmek için yavaş yavaş halini değiştirmektir.


Tarikat-ı Nakşıbendiyede hamiyet sahibi olan bir mürid şöyle buyurmuştur: Mürşidinden ve şeyhlerinden aldığı bu manevi sıfat ve hailen emsaline nakletmedikçe hamiyet sahibi bir mürid olunamaz.


Bugün siyasiler kendi partilerinin amaçlarını nice vasıtalarla yaydıkları gibi, bir mürid de şeyhinden aldığı feyiz ve güzel halleri ümmet-i Muhammed'e nakletmeye mecburdur.


Abdulkadir Geylani hazretleri buyuruyor: "Şeriatta zekat olduğu gibi tarikatın da zekatı vardır." Şeriatın zekatı, nisaba malik olanın muayyen maldan, muayyen nisbette vermesi; tarikatın zekatı marifet, muhabbet, seyr-i sulukda iyi bir amel ve mertebeye ulaşmak için çalıştığı, noksan ve fena huylarını iyi hallere yükselttiği gibi ümmet-i Muhammed'e tebliğ etmektir. Bu vazifeyi yapmadıkça ebna-yı cinsi, nev-i beşer o müridden davacıdır. Bu yüzden her mürid asgari bir kişinin hidayetine vesile olmaya çalışmalıdır. Nasıl cenaze omuzlardan sıra sıra götürülürse, bu asırda ümmet-i Muhammed' in çirkin hallerini cenazeye benzetmek suretiyle, onun kulpundan tutmak şarttır. İnsan, Allah rızası için gayret ederse, bu asırda ümmet-i Muhammed'in hidayetine vesile olabilecek sohbetler, bantlar dağıtıp tasavvufa dair kitaplar verebilir. Gittiği yere pasta,çikolata, çiçek götürmek yerine tasavvuf ve tarikat hayatının nurani bir eserini götürebilir.


Üçüncüsü: Gümüşhanevi hazretlerinin beyanıyla: "Mürşidin suret ve nuraniyetini karşısında görüp, onu kalbinin tam ortasına indirmek ve kalbini uzun ve geniş bir dehliz farz ederek, mürşidini o dehlizde yürüyor, kendisine doğru geliyor şeklinde canlandırmaktır."


Demek ki, rabıta mürşidle kurulan muhabbetin huzurunda olduğu gibi gıyabında da ızharıdır.


Kıymetli mü'minler, şu bir hakikattir ki, birçokları rabıta-ı şerifini şeriatta yeri olmadığını söylerken, içtimai hayatımızda, kendi şahsi hayatımızda rabıtasız bir vaktimizin, dakikamızın geçtiğini düşünemeyiz. Herkes birini, bir şeyi düşünür. Köyünü, iznini, anasını, akrabasını... düşünür; gönlünü bağlar, rabteder. Nişanlı, nişanlısını, anne, askerdeki oğlunu düşünür. Bu da rabıtadır. Hırsız çalacağı şeyi planlar, haram bir rabıtadır. Hayat safhamızın her anında bir rabıta bulunur. İnsanoğlu gönlüne bir şey getirmeden, ölü gibi, bir saat duramaz. Biz de sofi olarak, sevdiğimiz evliyayı unutamayıp düşünüyorsak, güzel hallerini gözümüzün önüne getiriyorsak neden bunda şirk olsun?


Müridin makam ve mertebelerine göre değişikm rabıta şekilleri vardır.


Birincisi, mübtedi mürid oturup gezdiği her yerde, şeyhinin huzurunda durduğu gibi durmalı, hayalen mürşidinin kendisinden ayrılmadığına, daima kendisi ile berabermiş gibi olduğuna -değil hareketlerine, hislerine bile vakıf olduğuna- inanmalıdır. Uykusunda, annesinin yavrusunu başucunda beklediği gibi, şeyhi de ayak ucunda sabaha kadar onu bekliyormuş gibi, farzetmelidir. Kamil bir mürşid, bir anneden daha şefkatlidir, kamil olan ruhaniyeti Allah'ın azametinden çekmiş olduğu feyizleri müridine akıtır. Abdestli olarak zikirle yatan, selatü selamla yatıp uyuyan, uykusunda evliya-i izamı sanki başucunda duran bir anne gibi düşünen mürid rabıtanın başlangıcındadır, ikincisi, mutavassıt yani orta halli bir müridin hayatının her anında sanki Resulullah'ı görüyormuş, onunla hareket ediyormuş gibi; şeyhiyle Resulullah arasında, Resul-i Kibriya'nın ruhaniyetini, risaletini milyonlarca anneden daha şefkatli olarak "Ümmeti, ümmeti" dediğini, bizlere şefaaçi olduğunu, o şefaatiyle noksan amellerimizin Allah'a kabul ettirilmesine vasıta olduğunu bilmesi lazım gelir. Şu halde, kamil bir sofi, Resulullah'ın risaletini ve ruhaniyetini daima düşünmek mecburiyetindedir. Şeyhler gökteki yıldızlar ve ay gibi ise Resul-i Kibriya (s.a.v.) bütün alemi aydınlatan güneş gibidir. Onun ruhaniyetinin bulunmadığı, nurani kemalatının ve mü'minlere olan yardımının ulaşmadığı bir mekan düşünmek mümkün değildir. Üçüncüsü, vuslata yaklaşma kabiliyetinde olan salihin, mürşidine ve


Resul-i Kibriya Efendimizin ruhaniyetine sığındığı gibi, ihsan üstünden Allahu Azimüşşan'ı hatırdan çıkarmamasıdır. Yani mürşidini düşüne düşüne Resulullah'ın nuraniyetini anlamağa çalışır. Buradan da, bütün mükevvenatın Allah'ın yed-i kudretinde olduğunu idrake başlar "Ben Rabbimi görmüyorum ama kudret-i ilahiye, benim tırnağımın büyümesinden, bir harfi konuşmamdan, kafamdaki idrak ve hissiyatıma kadar her şeye vakıftır." bilincinde olur. Bu bilinçle kimseye kötülük edemez.


İnsan, her üç günde bir makam geçmeye çalışsa, hali güzelleşse, kamil bir insan olsa, Peygamber (s.a.v.)'i görür hale gelir. Ebu'l Abbas Mürsi hazretleri: "Ben 40 senedir Resul-i Kibriya (s.a.v.)'i bir an görmesem kendimi mü'min saymam." buyurmuştur. Nice evliya-i izam ruhani halini inkişaf ettire iki cihan serveriyle müşerref olup, cesed-i pakini açık şekilde görüp, görüşmüşlerdir.


Şah-ı Nakşıbend hazretlerinin halifesi Alaaddin Attar hazretlerine rabıta-i şerif hakkındaki düşüncesi sorulduğunda: "Şeriatta helal, tarikatta vazife, hakikatta haramdır." buyurdu.
Hakikatta haramlığının nedeni sorulunca: "Mürşid bir önceki rehberdir, sonra Resul-i Kibriya rehberdir; hakikatta Allah'ın azametini unutmamak lazımdır. Allah'ı daima görür gibi huzur-ı ilahide olduğunu hatırlamalıdır. Bu da teveccüh] ve murakabe yapan, zat-ı muhterem olan şeyhlerin makamıdır. Şu halde esas olan Allah'dan gafil olmamaktır, şeyhden gafil olmamak değil." cevabını verdi.


Rabıta herşeyden de önce mürid için nurani bir vazifedir. Vesveselerin, havatır dediğimiz gönlümüze doğan düşüncelerin kovulması için şeyh hazretleri bir musluğun süzgeci mesabesindedir ki gafleti izale etmeye yarar. Rabıta yapıla yapıla sonunda murakabe derecesine geçilir. Seyid Muhammed Raşid hazretlerinin bir-iki saat rabıta yapması Allah'ın rahmet ve inayetinin inmesiyle, bir balık deniz içinde dolaşıp nasıl menfaat görürse, Allah'ın rahmetinin her an yağdığını murakabe ede ede tamamiyle ruhaniyeti kamil bir sıfat kazanmasına vesile olmuştur. Şu halde "hakikatte haramdır" sözü Allah'dan gafil olmamak demektir.


(Devam edecek -1. bölüm )
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tasavvufi Hayat Mehmet Ildırar, Sey-Taç Yay.
url

2. Bölüm

Rabıtanın şeriatta hükmü vardır, tarikatta vazifedir. Nice hadis, tefsir ve fıkıh alimleri rabıta yapa yapa büyük evliya olmuşlardır.

Rabıtanın delilleri

Kur'an-ı azimüşşan'da ve hadis-i şeriflerde rabıtanın delilleri olduğunu evliya-i izam bildirmişlerdir. Bunların en önemlilerinden biri de Gavsü's Sakaleyn (insanların ve cinlerin gavsı), allame, müceddid-i zaman ve tarikat-ı Nakşıbendiye vasıtasıyla Gavsü'l azam olan Mevlana Halid Zülcenaheyn'in Risale-i Halidiye'deki beyanlarıdır. Mevlana Halid Bağdadi hazretleri rabıtayı bid'at kabul edenler için müstakil bir risale yazmıştır. Rabıtaya delil olan ayetler:

"Ey iman edenler Allah'dan korkun, bir de sadıklarla beraber olun." ayet-i kerimesini Hace Ubeydullah Ahrar hazretleri şöyle tefsir etmiştir:
Sadıklarla beraber olmak, imanında, amelinde, ahdinde, sözü ve özünde doğru olanları, hakikatten ayrılmayanları seçin, onlarla bir olun demektir. Hakiki beraberlik, sadıklar meclisinde kalp huzuruyla bedenen bulunmakla beraber gıyabında o kemalatları tahayyül ederek ve onların yaşadığı hayatı aynen yaşayarak hayalen, zikren, fikren ve amelen olan beraberliktir.

"Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için böyle deliller gösterdik. Şüphesiz o ihlaslı kullarımızdandir."


Önce mutezile imamı olup sonra ehl-i sünnete geçen büyük tefsir sahibi Zemahşeri hazretleri bu ayetin tefsirinde Hz. Yusuf'un gaybi olarak "Sakın, sakın ha" sesini işittiğini, bu sese iltifat etmediğini ve bu sesin üç defa tekrarlandığını, neticede Hz. Yakub'un temessül ettiğini (sanki televizyonda görüldüğü gibi), bunun üzerine Hz. Yusuf'un kendisine gelip Züleyha'dan yüz çevirdiğini yazmaktadır ki bu rabıtaya açık bir işarettir.


Muhammed Ziyauddin hazretlerinin Molla Kasım'la yazdığı 77. cevab mektubunda:


"Mektubunda, gözümü kapattım üstadımın şeklini gördüm, diyorsun. Kardeşim, müridin rabıtada gördüğü üstadın şekli gerçi zahiri suretine benzer ama, o üstadın zahiri sureti değil, belki manadan ibarettir. O mürşidinin bir manasıdır. Rabıtada mezkur suretin zahir olması bir nevi kalbin tasfiyesine, nefsin kaydından kurtulmasına bağlıdır." buyuruyor. Demek rabıta yapa yapa şeyhi görür hale gelmenin ahvali kalbin tasfiyesine bağlıdır. Nefsinin kayıt ve esaretinden kurtulursa şeyhini görür hale gelir. Onun için çok çalışıp çok cehdetmek lazımdır. Mektubun devamı şöyledir: "Gördüğün rüya senin için bir müjde olup onunla müjdeleneceğin şeyin size hasıl olmasını Allah (c.c.)'dan dilerim. Yine orada, taata ve çok çalışmanıza işaret var. Çünkü rüyada meyve gibi bir şey koparmak, ibadet edip neticesinde fayda hasıl olmasına delalet eder. Rüyada mürşidin suretini görmek rabıtanın tahsiline işarettir. Kardeşim, mürid ibadete çalışmayı kendine mahbup edinmesi, kendisine halet hasıl olup olmadığına bakmaması lazımdır. Şayet mürid kendine çalışmasından bir haletin husulünü gözetse öyle bir belaya düşer ki az kimselerden başka ondan kurtulamaz."


Başka bir mektupta da, şekli görmekle beraber konuşmasını da dinlemenin daha kamil bir yol olduğunu, konuşmanın hükmünün ise şeriat-ı Muhammediye'ye uymak şartıyla ve mürşidine haber vermek suretiyle amel edilebileceğini haber vermiştir. Yani rabıtada gördüğü maneviyat şeriat-ı Muhammediye'ye uygun ise bu defa da mürşidine soracak. Mürşide danışılmadıkça amel edilmez.


Rabıtaya delil olan üçüncü ayet-i celile:
"Ey iman edenler, Allah'dan korkun. Ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda savaşın ta ki muradınıza eresiniz."
Vesile mefhumu ile kasdedilen şudur: Emir taalluk edince ya Resulullah'a ya da onun manevi mirasçılarına duyulan muhabbet ve bağlılıkla, O'nun kavli ve fiili sünnetlerine aynen birlikte imiş gibi uymak demek olan rabıta Allah'a yaklaşmak için en faziletli bir vesiledir.


Dördüncü ayet-i celile:
"Habibim de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin, suçlarınızı örtsün."
Burada Peygamberimize uyulması görmeyi gerektirir. Bu görme, ya gözümüzle görmek ya da manevi olarak düşünce dünyamızda canlandırmak şeklinde gerçekleşir. Uymak, hem onun sıfatlarına hem manevi haline uymayı gerektirir.


Hanefi imamlarından Şeyh Ekmelüddin Şerh-i Meşarik adlı eserinde "Beni gören Hakk'ı görür." hadis-i şerif bu ayetin tefsiri gibidir, der. Devamla, ittihadın (birleşmenin) ya uykuda ya da yakaza halinde ve bir şahsı toplamaktan ibaret olduğunu söyleyerek bu birleşmenin beş aslı gerektirdiğini ifade eder.
Bunlar: l- Zatta birleşmek 2- Sıfatta birleşmek 3- Halde birleşmek 4- Fiillerde birleşmek 5- Mertebede birleşmek.
Şu halde "Beni gören Hakk'ı görür." hadisi ile bu beş halden biri insanda meydana gelirse, bu rabıtanın hakikatına işarettir. Kendisinden bu beş hal hasıl olan kimse dilediği zaman o aıhlarla da toplanır.


İmam-ı Fahreddin Razi hazretleri "Euzu besmele"nin tefsirinde süfli ve günahkar ruhların ulvi ve Allah katında makbul ruhların ruhaniyetiyle makam ve mertebece yardım görebileceğini anlatmıştı. Gavs-ı Hizani hazretleri de: "Bir halife, makamı ne kadar ali olursa olsun, sadat-ı Nakşibendi'nin ruhaniyetleri ona yardım etmedikçe müridlerini irşad edemez." buyuruyor. Onun için sadat-ı kiramın ruhları, mübarek mürşidlerle bir arada bulundularında zatta, fiilde, sıfatta, halde ve mertebede de buluşurlar. Bu yüzden mürşid-i kamillerin ruhaniyetleri sadat-ı kiramın ruhlarıyla hatme-i haceganda ve vird çekerken buluşurlar. Teveccühde yapılan iş, sadat-ı Nakşibendi'nin ruhlarını çağırmaktır. (Teveccühe güneş doğduktan iki, ikibuçuk saat sonra aç karnına girilir. Binlerce insan gelir. İlk girenler bir tarafa, daha önceden girenler bir tarafa oturur. İki sıra olunur. Yüzler birbirine bakar, sırtlar da sırt sırta gelir. Gözler yumulu, bir-iki saat sürer. Teveccühde sultanımız her bir müridin başında ruhani feyiz ve bereketiyle yardımda bulunur.) Hatme-i haceganlarda gözler yumulur. Bunun sebebi, gelen sadat-ı kiramı görmemek içindir. Gözler açık olursa, onların nurlarından gözlere zarar gelmesi çok muhtemeldir.


Şafii imamlarından İmam-ı Gazali, İhya'da namazdaki son oturuşta "Esselamü aleyke" dendiği zaman Peygamber Efendimizin muhterem şahsiyetini gönlünde hatırlamayı unutmayarak, ol vecihle hitapta bulunması ve bu selamın melaike-i kiram tarafından huzur-ı risalete arz ve takdim ile şeref-i mukabeleye mazhar olunacağına inanılması gerektiğini anlatmaktadır. "Ettahıyyatü lilahı vessalavatü vettayyibat esselamü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekatüh. Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin" Bu meselede, iki cihan serveri Efendimizin ruhaniyetini risaletinin cihetiyle, Allah'ın habibidir, hatemü'l enbiyadır. Benim mürsel peygamberimdir diyerek öylece düşünüp selam verdiğinde namaz kılanlarla kılmayanları ayırd etmek, Resul-i Kibriya Efendimizin "ve aleyküm selam" sesini duyabilmek kadar rabıtayı inkişaf ettirmek de vardır. Şu halde biz "Ettahiyyatü" yü okurken namazın içinde veliyi düşünmek olmaz.


Sultanımız buyurdu: "Namazda şeyh rabıtası olmaz, namazda bunu yapanın namazı ifsad olur. Kasden namazını bozduğundan azab-ı ilahiyeye duçar olur." İhya'da ise "Ettahiyyatü" de, "Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin" de kendisini de o salihlere dua zımnında katabileceği ve verdiği selama Allah Resulünün mukabele etmesini isteyebileceği bildirilmiştir. O halde "Ettahiyyatü" yü okurken Efendimizi şeklen değil risaleti cihetiyle, bu benim peygamberim Habib- i Hüda'dır, Hatemü'l Enbiya'dır diye düşünüp, "Ben selamımı verdim, Efendim selamımı aldı inancı ile günde yirmi defa bunu tekrarlamak, bize ruz-ı cezada şefaat edeceği inancını ve sevincini verir. Bu konuda, Şafii imamlarından Şahab İbni Haceri'l Mekki, Risale-i Şerh-i Abbasiye'de şehadet kelimesinin manasını izah ederken buyuruyor ki: Esselamü aleyke sözünde Hazret-i Peygamber Efendimizin muhatab olması, ümmetten namaz kılanların belli olması, daima ümmeti ile hazır ve nazır bilinmesi, üstün amellerinden olan salavatta ise ümmetine şehadet etmesi manası vardır. Böylece iki Şafi imam birbirini teyid etmektedir.


Şafi imamlarından Şehabeddin Sühreverdi, Avarifü'l Maarif adlı eserinde salavatın yaklaşmaya vesile olduğunu, namazda mü'minler Hazret-i Peygamber Efendimize selam ederken, şeklini canlandırarak değil, Allah'ın Habibi ve Resulü olduğunun düşünülmesi şeklinde buyurmuş, ama namazın içinde Peygamberimizden başka evliyanın olmayacağını bildirmiştir. Hanefi mezhebinin ileri gelenlerinden Şerif Cürcani hazretleri de Şerh-i Mevakıf sonlarında, namaz dışında velilerin şekillerinin tahayyül edilebileceğim, bunun şeyhin vefatından sonra feyiz verebilecek ruhani bir güç olduğunu bildirirken, bunun namaz içinde olmayacağını belirtmiştir.


Birçok kişinin psikolojik bakımdan başkalarını talid ile hayatlarına yön verdikleri göz önünde bulundurulursa, "İnsan sevdiği ile bareberdir" hadis-i şerifine göre, kişinin başkaları ile beraberliği olgunluğa erişebilme bakımından büyük değer taşır. Bu asırda, insanların her hareketine psikolojik faktörlerle yön verilmeye çalışıldığı görülmektedir. Rabıta-i şerif de müridin sevdiği Allah ehlinin halidir ki, asrımızdaki dünyevi menfaatler göz önüne alınırsa, o da müride hem dünyevi hem de uhrevi menfaatler verir.


Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de bu konuyla ilgili olarak 17 inci Lem'anın 13 üncü noktasında "Medar-ı iltibas olunmuş beş meseleyi verir" başlığı altındaki beşinci meselede: "Mürşidin ruhu ve kalbi bir aynadır. Cenab-ı Hak'dan gelen feyze ma' kes olur. Müritten aksedilmesine de vesile olur." demektedir. Buna göre nasıl elime bir ayna alıp karanlık bir odaya tutarsam, odayı aydınlatır, nasıl güneşin ışığını başka bir yere yansıtırsa mürşidin ruhu ve kalbi Allah'dan gelen feyz-i ilahiyi ayna gibi yansıtır.





a)Mürid rabıta ile şeyhin batıl bir ilah edinir. (S.99-102)


Rabıtanın tesirsiz oluşu


Şeyh Muhammed Ziyaüddin hazretleri Nurslu Abdullah'a yazmış olduğu 13 üncü mektupta şöyle diyor: "...Bununla beraber rabıtanın size tesirsiz oluşunun sebebi, şartlarının yerine getirilmemesindendir. O şartların bazısı şunlardır ki, ne olursa olsun mahbubtan başka hiçbir şeye kalben iltifat etmemektir. Mümkünse virdlerini ayrı ayrı vakitlerde yani sabah, kuşluk, öğle, ikindi namazından sonra, mümkün olmazsa yatmadan önce yapmanız, akşam Ve yatsı namazlarından sonra da rabıta niyetiyle gözünüzü kapamanız lazımdır. Sadatın böyle yaptığı düşünülerek sureten bir şey görmesek dahi adetlere uyma bakımından tefekkür etmeniz lazımdır."


Muhammed Raşid (k.s.) hazretlerinin: "Ben rabıtadan feyiz' alamıyorum demeyin, siz bilmezsiniz, rabıtaya oturduğunuz dakikada muhakkak surette menfaat görürsünüz." buyurduğunu duydum.


Şeyh Ahmed Hıznevi (k.s.) hazretlerinin Molla Zeynüdin'e yazdığı beşinci mektubunda rabıta hakkındaki hükmü şöyledir: "Hayali rabıta yapmayı daha önce sana emrettik. Hayali rabıta şöyledir: Mürid, sanki üstadı her zaman kendisiyle berabermiş gibi onu hatırından çıkarmayıp onu anmasıdır."


İmam-ı Rabbani hazretleri: "Hayali rabıta, pirin gölgesinin (rabıtasının) hayale getirilmesi, Hakk'ın zikrinden efdaldir." buyurdular. Bu şöyle tefsir edildi: Bu efdallik, menfaat vermesi bakımından olup faziletçe değildir. Allah'ın zikrinden daha üstün bir şey olmaz. Yani, bir kimse bir zikri yapsa, ondan hasıl olan sevap deftere; geçerken hasıl olan feyz-i ilahiye de kalbine girer. Ama ardından bir günah işleyen kimsenin, kalbine inen o feyz-i ilahiyeyi o günah siler süpürür. Kaybolan feyzidir, sevabı durur. Halbuki mürid rabıta yapmağa başlasa, kalbini münevver ve mücella etse, nefsin ağırlıklarından kurtulsa o kalb münevver ve mücella olduğundan, Allah'ctan inen feyz-i ilahiyeyi tutar; çektiği zikir, amel, itaat kaybolmaz, devamlı olur. Şu halde rabıta, tarlanın hazırlanışı gibi, kalbin nuraniyetiyle tamirine yarar. Kalb mamur olunca zikir de kaybolmaz, ulvi bir makam kazanır. Şeyh Fethullah şöyle buyurmuştur: "Nefsi, şeyhin hayalinin vasıtasından yani rabıtadan başka hiçbir şeyle öldürmeye gücün yoktur. Ancak nefsin zulmetini şeyhin rabıtası öldürür. Bu iş devamlı yapıla yapıla kalpte vesvese kalmaz. Kalp beslene beslene iyi bir mahsul alındığı gibi, rabıta yapa yapa huzur melekesi kazanılır."


Bazı evliya-i izam, rabıtanın nuru güneşin, zikrin nuru ise çıranın nuru gibi dediler. Bu, devamlılık cihetiyledir. Zikrin nuru az, rabıtanınki çok demek değil, rabıta hiç çıkmadan durur da gaflete girmezse, işte o nur feyizlere işarettir. Onun için Gavs-ı Azam Seyid Sıbgatullah Arvasi (k.s.) hazretleri, rabıtadan ayrılmayın, diyerek daima en ulusunun rabıta olduğunu söylerdi.


Şeyhülekber Şeyh Fethullah Verkanisi hazretleri Şeyh Muhammed Ziyaüddin hazretlerine öğle namazından sonra ikindiye kadar rabıta yapmasını emretmiş, sıcak bir yaz gününde, hiç kımıldamadan, gözünü açmadan rabıta yapmıştır. Şeyh Muhammed Ziyaüddin hazretleri de Şeyh Ahmed Hıznevi'ye aynısını emretmiş; sonra halini sormuş: "Elhamdülillah bu rabıtadan çok fazla feyiz buldum." cevabını almıştır. Hazret (k.s.)'de: "Rabıta insana Allah'ın nurunu, feyzini devamlı sel gibi akıtır." buyurmuştur.


Gavs-ı Hizani hazretleri şöyle buyurmuştur: "Zikretmeksizin, sırf rabıta sayesinde hedefe varmak mümkündür fakat bunun tersine rabıtasız yalnız zikirle Mevla'ya varılmaz." İmam-ı Rabbani'nin, rabıtanın menfaatçe üstünlüğünü bildirmesi, bu sözle teyid edilmiş oldu. Şu halde bütün kusurumuz rabıtanın devamlı olmayışındandır. Rabıtamız devamlı olsa, zikrimizi de yapsak nefsin azgınlığı gider ve günah kapısı kapanır.


Şazeli tarikatının piri şeyh Hasan Şazeli, "Bir insan zikir çekmez hale gelirse, bu kalbindeki fitneden ötürüdür. Bir insanın kalbine günah ve isyanın fitnesi girerse, Hayırlı amel olan zikrü rabıtayı bıraktırır." buyurmuştur.


Sıbgatullah Arvasi (k.s.) hazretleri, rabıta şeyhinin vird şeyhinden daha üstün olduğunu belirtmek üzere, "Vird şeyhinin müridi, virde devam ettiği halde tarikattan dönebilir ama rabıta şayhinin müridi ihlaslı oldukça tarikattan dönmez."buyurdu..


Şeyh Abdurrahman Tahi (k.s.) hazretleri de rabıta ile ilgili olarak şunları söyledi: Bir mürid, yedi gün boyunca kalbini rabıta üzerinde yoğunlaştırırsa ve kalbinde rabıtadan başka bir şey kalmazsa, o insan rabıtayı gerçekleştirmiş olur. Eğer bu mürid bir sene rabıtayı böyle devam ettirse bir daha tarikattan geri dönme olmayacağı gibi, ilahi bir istikamet ve Allah yolunda kökleşmiş bir tarikata salik olur. O mürid günah-ı kebair işlemedikçe bir cuma ile diğer cuma arasındaki küçük günahları; günah-ı kebair işlemedikçe bir Ramazan ile diğer Ramazan arasındaki küçük günahları, günah-ı kebair işlemedikçe iki hac arasındaki küçük günahları yıkanır.


Şah-ı Nakşıbend (k.s.) hazretlerinin halifesi Muhammed Parisa (k.s.) hazretleri buyuruyor: "Allah ile kul arasında perde, dış suretlerin gönülde nakış yer etmesiyledir. Bu nakışlar, perişan sohbetler, türlü renkler, şekiller yüzünden ziyadeleşir. Ne kadar mihnet ve meşakkat karşılığında olursa olsun, bu nakışlan silmeye çalışmalıdır. Talibe bunları nefyetmek vaciptir. (Buradaki vacip, muhakkak gereklidir demektir.) Gerektir ki hayali azdıran şeylerden uzaklaşıp saf gönülle Allah'a yönelesin. Allah'ın adeti o hikmet üzerinedir ki, mihnet ve meşakkat olmadan, hissi lezzet-ve şehvetleri yenmeden bu mana ele geçmez. Mü'minin istediği rahat ahirettedir."


Seyid Sıbgatullah Arvasi (k.s.) hazretleri de: "Zikir kalbi arındırır, rabıta kalbe yükselme verir. Kamil velilerin sohbetleri kırmızı yakut gibidir. Bir ülkeyi gezsen böyle bir yakuta rastlamazsın." buyurmuştur. Biz de bu sözlere "Menakibi evliya illah nüzüli rahmetillah" yani "Allah'ın evliyalarını anlatmak semadan rahmet yağdırır." hadis-i şerifini ekliyoruz. Gavs hazretlerinin şu sözleriyle sohbetimizi bağlıyoruz: "Mürşidin tekkesine gelen, bir defa gelse bile, aldığı manevi yük, zayi etmediği takdirde ona ömrü boyunca yeter." Ama bu yükü kimileri mürşidin tekkesinde unutuyor, kimileri yolda bırakıyor, kimileri evinin kapısından sokmadan kaybediyor, kimileri de evinin kapı ve penceresini açık bırakıp haramiye çaldırıyor!


b)Müslüman şehadetini bozan tasavvuf masalları (S.114-120)


Târikat-ı Nakşiyede rabıtanın sağladığı menfaat çok fazladîh Rabıta ile mürid, kalbine giren vesveseleri çıkartır, kalb huzurunu bulur. Şeyhin rabıtası ilahi nuraniyet kazandırır. Böylece zikrin faziletinin bereketi kalbe daha tesirli olur. Tarlayı sürdük, çapaladık, tohunu attık. Hazır tarlaya yağan rahmet nasıl menfaat verirse, evliya-i izamın feyz-i Rabbanisi de müridin kalbine yağmur gibi gelir.


Allah'ın feyzi yalnız evliyaya değil bütün Varlıklara yağar. Kainattaki herşey Allah'ın feyzi ve inayeti ile ayaktadır.


Şeyh Muhammed Raşid hazretlerinin sağlığında, kardeşi ve halifesi Abdülbaki hazretlerine soruluyor: "Ya seyidim, bir insanın rabıta zamanında dünya işi olsa, bu rabıtayı sonra kaza mı edecek, ne yapacak?" Şöyle cevap verdi: "Bizi birisi çağırırsa, 25 estağfirullah çekip gözümüzü açarız. Giderken gözler açık olduğu halde rabıta devam eder. Mecbur olmadıkça konuşmayız, elimiz işte olsa da gönlümüz rabıtada olur.



Başka bir sual: "Seyidim, kitaplarda çeşitli rabıtalar tarifedilmiş. Siz nasıl yapıyorsunuz?" "


Rabıta akşam namazından sonra yapılır. 15 dakikadan az olmaz, birbuçk saate kadar uzayabilir. Rabıta yapacak olan yüzünü kıbleye döner. Otururken sağ ayağını sol ayağının altından çıkarır. Gözlerini yumar. 25 estağfirullah çeker. Kendi sesini duyacak kadar söyler. Estağfirullah'lar ile, günün ağırlıkları ve dünya didişmelerinden kirlenen kalbini silmeye başlar. Daha sonra Sultanımızı azim, nurani ve latif bir makamda düşünür. Mesela bir kürsüde. Durduğu yerin başından arş-ı alaya uzanan nurani bir sütun tasavvur eder. Allah'ın rahmet-i ilahiyesi su tltanımızın başına nurani bir sütun ile iner ve birleşir. Mürid, o nurani sütundan nurani bir ziyanın kılıç gibi kendi kalbine aktığını düşünür. Kalpteki günahların, mermere damlayan asit gibi kalpte yara açtığını düşünerek, bu nurun o yaralara melhem olup kalbi cilalandırdığına inanır. Cilalaya cilalaya bir hafta kadar rabıtanın içinde kaybolurs; rabıtası yoğunluk kazanır ve o insan istikamet sahibi olur. Huzur- ilahiye yönelerek amel-i salih sahibi olur. Tarikattan çrkmak istese de artık çıkamaz.


"Şeyh Abdurrahman Tahi (k.s.) hazretleri hastalığı zamanında yanındaki nurani zatlara şöyle dedi: Beni ziyarete gelenlere tenbih edin, edeple otursunlar. Çünkü velilerin ruhları ziyaret maksadıyla devamlı odamda bulundukları için, gelenlerin edep noksanlıkları dolayısıyla, velilerin rahatsız olmalarından korkarım.Yine aynı zat son hastakğında şunları anlattı: Bir gün bile oyuna katılmazdım. Çünkü annem, başka çocuklara günah olmasa da benim için günah olacağını söylerdi. "O çocuklar cahildir, onlara azap yok, oysa sen alim gibi sayılırsın. Bu yüzden senin için azap da, günah da var." derdi. Böylece günahtan kaçmaya başladım. Tıpkı Yahya (a.s.) gibi. Oyun oynayan çocuklar Yahya (a.s.)'a niçin oynamadığını sorduklarında: "Ben dünyaya oyun oynamaya gönderilmedim" cevabını verdi.


"12 yaşıma kadar böylece korku ile yetiştim. Bu yaşta bir gaflet eseri mecazi aşka kalkıştım ama çabuk kurtuldum. 13 yaşımda Molla Ziyaüdctin Arvasi'ye başvurdum. Bu zat muhabbetin mecazına yer olmadığını, hakikatına gitmemizin vazife olduğunu ferman ederdi.


Daha sonra Hacı Emin Şirvan i hazretlerine baş vurarak onun tariki ile Rufai tarikatına girdim. Zikirlere ve nafile ibadelere başladım. Cezbe ve muhabbetle ileri gittim. Daha sonra Şeyh Hamza Telvi hazretlerine vararak ona biat ettim Bir süre onun müridi olarak kaldım. Bu arada cezbe ve muhabbet halim daha kuvvetlendi.


Bir süre sonra saf, temiz, gerçeğe yaklaşmış kamil bir şeyh olarak tanıdığım Kadiri şeyhlerinden Seyit Nureddin Birgivi hazretlerine intisab ettim. Yeni şeyhim beni tasarrufu altına aldı. Oruç tutmamı, az yememi, sık sık mezarlıklara gitmemi emretti ve riyazetler verdi. Öyle olurdu ki, geceleyin kalkar, Tahi köyünün mezarlığına varır, üstü açık bir kabirin içine girer sabah namazına kadar zikir çekerdim. Bir defasında şeyhim bana, bir gece ve bir günde yüz yetmiş bin Lailahe illallah çekmemi emretti ve dedi ki: "Lailahe illallah cümlesini ateş taşı kabul et, kalbini de bir demir say. Kalbini bu zikir ile, muhabbet ve cezbe ile döv. Buna, demirden kıvılcımlar çıktığı gibi kalbinden nurani kıvılcımlar çıkana kadar devam et." Ben bu zikri çeke çeke kalbimden kıvılcımlar çıkmaya başladı. O zikrin ateş taşı tüm kalbimi aydınlatıyordu. Arkasından cezbeye dayanan bir huzura varıyordum. Öyle ki, bu kemalden daha üstün bir kemal olmayacağını zannettim. O sıralarda Kadiri halifesi de oldum.


Bitlis deresinin öbür tarafı olan Hizan vadisinde Gavs-ı Hizani hazretleri yaşıyordu. Oraya yakın Külad'da yaşayan ve Gavs hazretlerinin müridlerinden olan Süleyman Evbasi isimli sofi bana. uğradığında ona alaylı bir şekilde: "Külad'daki sofiler nasıldır, ne yapıyorlar?" diye sordum. Sofi Süleyman: "Vallahi Bitlis deresini geçsen böyle demezdin." dedi. Ona, Gavs-ı Hizani'nin müridleri nasıl diye sormam gerekirdi. Sofinin bu sözü kalbimi etkiledi. O sırada halife idim ve birkaç da müridim vardı. Bu sözümün cezasını başımı ve sakalımı tıraş ederek çekmek istedim. Niyetimi söylediğim bir müridim bana: "Kadiri şeyhi sakal kazıtır mı?" dedi.


Allah, Gavs-ı Hizani hazretlerinin nuraniyetini-kalbime tecelli ettirdi. Müridlerime, gidip bu şeyhe bağlanacağımı söyledim. Bana: "Sen hâlifesin, müridlerin de var. Külad'a gidip cahil sofilere mi karışacaksın?" dediler.


Mü'minler hiçbir zaman kendi şeyhlerinin ululuğunu göstermek için başka bir şeyhi ve müridlerini kötüleyip küçümsernemelidirler. Onlar da Resulullah (s.a.v.)' ın ordusundandır. Onlar da ümmet-i Muhammed'in hidayet bekçileridir.


Ben, sofilere: "Böyle konuşmayın, bu davadan vaz geçmem" dedim. O gece endişe içinde uyuyamadım. Seher vakti sofi Süleyman Evbasi' nin evine vararak, şeyhi Gavs-ı Hizani hazretlerine götürmesini istedim. Sofi memnun oldu, birlikte yola çıktık. Bitlis deresini geçer geçmez acaip bir hisse kapıldım; Külad' a varınca cennet bahçelerinden bir bahçeye ulaştığımı sandım. Beşinci şeyhim Gavs-ı Hizani hazretleri oldu. Kadirinin halifesi iken Nakşinin sofisi oldum.


Başkalarının bir yılda sağlamayadığı tasarrufu Cenab-ı Gavs Sıbgatullah (k.s.) hazretleri bende bir günde sağladı. O sırada dillerin Sıb gatullah edemeyeceği, kulakların danayamayacağı acaip haller gördüm, duydum. Daha önce elde ettiğim hallerin gafletten ve boşuna ömür h arcamaktan başka bir şey olmadığını anladım.


Gavsül azam hazretlerine intisab ettiğim ilk günlerde ağır bir hastalığa tutuldum. Hastalığım o kadar ağır seyrediyordu ki aklımı kaçıracağımdan korkuyordum. Bir gece İmam-ı Şafı hazretlerini ayakucumda, şeyhim Gavsülazam hazretlerini başucumda gördüm. İmam-ı Şafi hazretleri Gavsülazam hazretlerinden bana şefaatçi olmasını, hayatta kalmam hususunda himmetini kullanmasını istedi. Cenab-ı Gavs: "Ben ulu Allah'ın muradına karşı koyamam." diye buyurdu. İmam-ı Şafi hazretleri bırakmadı. "O kitap yazıyor, henüz bitirmedi. Himmetini kullan şu zat ölmesin." Ölüm meleği geldi. İmam-ı Ş afi hazretleri: "Azrail (a.s.) onun yerine babasının ruhunu alsın." dedi. Gavsül azam hazretleri: "Olmaz, adamın hanımını ve kızını acıya düşürmeye hakkımız yok." deyince İmam-ı Şafi hazretleri: "Öyle ise Azrail (a.s.) onun yerine kızının ruhunu alsın, babası razı olur fakat annesi kızından ayrılmaya razı olmaz." derken her iki imam benim yerime Azrail'in kızımın ruhunu almasında görüş birliğine vardılar. Bu sırada ben gözümü açtım. Hanımın, "kızım öldü" diye ağlıyordu. Hanıma işin iç yüzünü anlatınca, bu defa da sevindi.


Allah katında evliyanın ne kadar makbul olduğu görülüyor. Evliya-i izam ve şeyhlerimiz bu yüce makamlara tasavvuf ve tarikatın kemalatı ile ayak bastılar.


"Musa (a.s.) buyurdu: "İmana gelecek musibet cesede gelir.


Cesede gelecek musibet mala gelir."


Hz. Musa zamanında, ümmetinden biri: "Ya Musa, bana hayvan dilini öğret." dedi. Musa (a.s.): "Bunu bilsen ne çıkar, gel bundan vazgeç, Allah'a itaatkar ol." karşılığını verdi. Adam çok ısrar edince ona, evine gitmesini ve birkaç hayvanın konuşmasına şahid olabileceğini söyledi.


Adam evine gitti, yemek yediler. Sofranın örtüsünü çocuklardan biri pencereden bahçeye silkeledi. Evin köpeği ile horozu koşuştular. Lokmayı horoz kaptı. Köpek ona, haksızlık ettiğini, sabahleyin de yem yediğini, dökülenlerin kendi hakkı olduğunu söyleyince horoz, üzülmemesini, o gün sahibinin katırının ayağı kırılacağını, böylece öldürmek zorunda kalacaklarını ve köpeğin de bol bol hissesine yiyecek düşeceğini anlattı. Ev sahibi bunları anlayınca çok sevindi. Katırı hemen sattı.


Ertesi gün yine sofra artığını silkelediler. Yine yiyecekleri horoz kaptı. Köpek kızdı. Horoz: "Bugün ev sahibinin öküzünün ayağı kırılacak, o da öküzü kesecek, merak etme sana da pay düşer." dedi. Bunu duyan adam öküzü de sattı.


Üçüncü gün yemekten sonra yine örtü silkelendi. Yine horoz kaptı. Köpek, yalan söylediği için horoza kızdı. Bunun üzerine horoz: "Biz asla yalan söylemeyiz. Allah bize arş-ı alada öten meleğin sesini duyurur. Efendi katırı da, öküzü de sattı. Ama bugün efendi ölecek. Cenaze için çift öküz kesecekler, bol bol yersin." dedi. Efendiyi tasa aldı. Kendini kime satsın! Katırın da öküzün de satıldıkları yerde ayaklan kırıldı. Ziyan, sattığı adamaların üzerine kaldı.


Adam Musa (a.s.)'a koştu. Durumu anlattı. Hz. Musa ona : "İmanın da gidecek. Allah'ın sırrına agah oldun. Allah sana sır olarak hayvanların dilinden kader muktezası, suçlarına karşı ceza olarak hayvan cezası verdi. Mala gelenler her bir cezanın karşılığıdır, sebebi vardır. Allah senin imanına zarar vermeden cesedine verir. Allah'ın adeti l budur. Cesede zarar vermeden malına verir. Cesedine zarar verecekti, imalına verdi. Sen onları sattın. Zarar o adamlara gitti, bile bile zalim oldun. Şimdi imanın gidecek, kafir öleceksin." Adam çok pişman oldu. "Ya Nebiyallah! tövbe olsun, benim hayvan dili bilmek neyime idi. Beni Allah için bağışla" diye yalvardı. Hz. Musa elini açtı, Rabbim Teala bağışladı. "İmanına dokunmam ama cesedini alırım." dedi. Musa (a.s) adama bu durunu söyledi. Adam, evine gitti ve öldü.


Mala gelen cana geleceğin kefaretidir. Ya maldan ya candan çıksın. Yeter ki iman gitmesin.


Mevlana Celaleddin Rumi hazretlerinin huzuruna mavi gözlü sarışın bir genç girdi. Selam verdi, konuştular. Ayrıldı, gitti. Cemaat baktı ki bu tanınan bir sofi değil. Delikanlının kim olduğunu sordular. "Sıtma hastalığı idi." cevabını verdi. "Seni üç gün sıtmaya yakalayacağım, rızan var mı?" diye sorduğunu ve kendisinin de: "Mevladan gelen sefa da hoş, cefa da! Buyur efendim." dediğini anlattı, S ofiler cezbeye yakalandılar ve: "Dua et, aynı hastalık bizi de üçer gün sarsın." dediler. Allah'a dua etti. hepsini üçer gün sıtma tuttu.


Allah'ın nurani ameldeki her bir ahvali ahirette maddi sıfatlara dönüşecek. Yoksa sıtma hastalığı sarışın,mavi gözlü bir adam değildir. Rabbim ona öyle tecelli ettirdi.


Muhteremler, Hakk'ın emri hoştur. Çekilen cefa boş değildir. İnsanın şükretmesi lazımdır. Said Nursi hazretlerinin "Hastalar Risalesi"ni okuyan hasta olmayı adeta niyaz edecektir. Hastalık aynıyla nimet, aynıyla şifadır. Sonbahar yapraklan nasıl dökülürse, bir musibet, bir dert, bir hastalık da günahları döker. Arifin biri: "Bela, Allah'a yakınlık alametidir." buyuruyor.


Hz. İbrahim (a.s.) nasıl Halilullah oldu? Allah (c.c.) Halilini bütün melaikeye göstermek için, onu niçin sevdiğini bildirmek için cilve-i Rabbaniye olarak sığırın çiğ derisi içine koydurttu. Hz. İbrahim'i onun içinde diktiler, gülle gibi atmağa kalktılar. Yeryüzündeki ve gökyüzündeki melekler hayrette kaldı. Allah'ın meleklerinin yardımını dahi talep etmedi. Melekler yardım teklif ettiler. Hz. İbrahim: "Rabbim benim halimi bilir. Ben Cibril (a.s.)'dan dahi yardım istemeye haya ederim." dedi. Ondan sonra İbrahim (a.s.) Halilullah ismini aldı. Yusuf (a.s.) kırk sene zindanda, Yunus (a.s.) balığın karında kaldı. Eyüp (a.s)'ın dertler vücudunu sardı. Musa (a.s)'ın Firavun'dan ve Beni İsrail'den çekmediği kalmadı. Günahlarımız alemleri dolduracak kadar, bırakalım da dünyada temizlesin . Allah (c.c.) inayetiyle bağışlasın , günahlarımızı dünyada temizletsin , ahirete bırakmasın . Amin.

( Devam edecek- 2. Bölüm )
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tasavvufi Hayat Mehmet Ildırar, Sey-Taç Yay.

url


3. Bölüm


Nakşi tarikatına bağlı mutasavıfların batıl rabıta izahları (S.129-133)



Tekrar rabıtaya dönüyoruz. 6 ve 7 inci sohbetlerimizde rabıtanın şeriatta helal olduğunu ayetlerle izah etmiştik. Rabıta vasıtadır. Rabıta, şeyhin suretini, siretini, ahlakını kalpte zabtu rabt edip hatırdan çıkarmamaktır, demiştik.


Bütün evliya-i izam rabıtadan geçmiş olup milyonlarca müridlerinin rabıta yaptığını ve bu rabıtalarla kemal sıfatlar kazanarak ahirete intikal ettiklerini görüyoruz. Bu da rabıta ile insanın Allah'a yaklaşabileceğini gösterir. Rabıta tasavvuf yolunun en önemli bir hükmü olup, insanın murada ermesine ve nefsini terbiye etmesine vesiledir. Bunun için Gavs-ı Hizani hazretleri: "Nefsin ıslahı ancak şeyhin gölgesi iledir." buyurmuştur. Abdurrahman Tahi hazretlerinin bildirdiğine göre şeyhin gölgesi, şeyhin elini tutmak olup bundan maksad Allah'a varmak, nefsin ve şeytanın tuzaklarından kurtulup evliya-i izamın terbiyesine yani gölgesine sığınmaktır. Demek ki rabıta şeyhin feyzinin akmasıdır ve kalbin boş meşguliyetlerden kesilerek evliya-i izamın nuruyla nurlanmasıdır.


-Gâvsül azam"Arvasi hazretleri bir sohbetinde şöyle buyurdu


"Nakşibendi şeyhleri ve onların öğrettiği kimselerin okuyup bağışladığı tehlil ile ölülerden kabir azabı kalkar." Rabıta yapa yapa kamil i nsanlar o mertebeye gelir ki, bir cenaze vukua geldiğinde yetmiş bin k elime-i tehlili okursa iman sahibi kabir ehlinden muhakkak kabir azabı kalkar.


Abdurrahman Tahi (k.s.) hazretleri şöyle buyurmuştur: "Benim rabıtayla aramdaki bağlantı sağlamlaşıp, rabıtamda şeyhde fani olur hale gelince, tuvaletteyken bile rabıta benden ayrılmıyordu. Bundan büyük utanç duyuyordum. Ama her bir meseleyi mürşide sormak vazife-i kudsiye olduğundan, bu durumu da pirim Arvasi hazretlerine sordum. Buyurdular ki: "Bu ruhani bir haldir. Ondan utanç duyma. Ayrıca Hz. Ebu Bekir (r.a.), Muhaınıned (s.a.v.) Efendimize aynı durumdan yakındı. Peygamber Efendimiz de bunun ruhani bir durum olduğunu ve utanmamasını söyledi. Şu halde rabıta en sonunda, beşerin bize göre çirkin sayılan hallerinden bile, kendinden ayrılmaz hale gelir.


Rabıta ilerledikçe mürid mürşidleri rabıtada görür ve konuşur. Gerek Şah-ı Hazne'nin mektubatında gerekse Sadat-ı Nakşıbendinin Mübarek Sözleri'nde bu mesele ayniyle vardır.


Abdurrahman Tahi hazretleri, şeyhinin kendisine baş üzerinde rabıta kurmasını emrettiğini söyledi. Bu çeşit rabıtanın faydası şeytanı kolayca kovmaktır. Başka bir sefer de Gavs-ı Hizani hazretleri şöyle buyurmuştur: "Siz rabıtada şeyhinizi başınızın üzerinde bağdaş kurup oturuyor gibi farz edin. Böyle devam ederseniz mürşidiyle rabıtada konuşma hali daha çabuk meydana gelir. Çünkü bu durum müridin mürşidine karşı olan edebinin fazlalığına işarettir.


Gavsımızın bildirdiğine göre, rabıta esnasında veya rüyada mürşid kendisine şekil olarak belirir ve kelam olarak konuşmaya başlarsa, işitilen sözler şeriat ölçüsüne vurulur. Şeriata uyuyorsa mürşide danışılır. Mürşid emir vermedikçe, onun manevi olarak rüyada veya rabıtada verdiği emri icra edilmez. Molla Kasım'a yazılan 77 inci mektupta Şeyh Mııhammed Ziyaüddin hazretleri bu mesele hakkında: '"Şeyhe teslim olmak lazımdır. Yani mürid, mürşidinin huzurunda, ölü yıkayıcının yanında cenaze nasıl kıpırdamıyorsa, öylece nefsini teslim edip kendisini bir cenaze gibi bilmelidir. Müridde bu halin ziyadeleşmesine yardımcı olan şey, daima onlardan bahsetmek ve hayalinde tutarak sıkı rabıta yapmaktır. Şeyhe muhabbet, şeyhe teslimiyetin meydana gelebilmesi bunlarla mümkündür." diyor.


"Mürid : "Gözlerimi kapattım, üstadımın şeklini gördüm." derken rabıtada gördüğü üstadın şekli, zahiri suretine benzer ama o, üstadın zahiri sureti olmayıp belki manevi suretidir. Manadan ibarettir.


"Mürid mürşidini başında tahayyül edebileceği gibi kalbinin yanındaki boşlukta da tahayyül edebilir. Böyle tahayyül etmesi mürşidin az'alarından, mesela gözünden gözüne, kulağından kulağına feyz-i ilahiyenin akmasına sebep olur. Eğer rabıta esnasında gaflet beliriyor ve bu gaflet devam ediyorsa, bundan kurtulmak için abdest tazelenir. Bazan da gusül alınır ve yeniden rabıta kurulur.


Mürid rabıta yaparken mürşidinin şeklini canlandıramıyor veya feyiz alamadığı gibi bir düşünceye kapılıyorsa, rabıta terk edilmez. Rabıtadan maksad, şeyhiyle nurani irtibatının olduğuna kani olmaktır. Bu kaanat ile oturan bir mürid muhakkak şeyhinden feyiz alır.


Bediüzzaman Said Nursi hazretleri 17 inci Lem'anın 13 üncü notasında (Altıncı Sohbette geçti) medar-ı iltibas olunmuş beş meselenin beşincisinde, kamil bir mürşidin ruhu ve kalbinin, Allah'ın feyzini müridin kalbine aksettirmekte bir ayna olduğunu bildirmektedir. Birinci meselede ise: "Turuk-ı hakda seyr-i sülük eden kimse, kendi ubudiyetine bakmak lazım gelirken, Hakk'ın işine karışmamalı." demektedir. Yani mürid yalnızca emr-i ilahiyeye uymakla mükellef olduğunu bilmeli, ne zaman veli, ne zaman kamil, ne zaman keşif sahibi olurum gibi düşüncelere kapılmamalıdır. Kul, emrolunanı yapar. Emreden ne icabederse ikram ya da makam, ona verir. Beklenmez, istenmez, verilir. İtilası bozan bir meseleye girmemek lazımdır. İhlası kazanmanın yolu, dünyanın darü'l hizmet, ahiretin darü'l mükafat olduğunu bilmekledir. Kulun Rabbinden razı olduğunun alameti, Allah kulunu ne halde bulunduruyorsa ona rıza göstermesidir. Ona razı isen abd. razı değilsen asi olursun. Bu rızanın yolu kalbin huzurudur. Kalbin huzurunun yolu. kalbin tasfiyesidir. Onun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi olup ondan murad istikamettir. Hakkın rızası istikamettir. Onun için İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri buyurmuşlar:


Def tarikat Nakşibendi terk'-i amed terk- i ciz


Terk-i dünya terk-i ukba terk-i hesti terk-i terk


Nakşibendi tarikatına göre dört şeyi terketmeden vuslat meydana gelmez. Terk-i dünya. Allah'a ibadet hususunda kulun ilk yapacağı şeydir. Fudayl bin İyad hazretleri dünya için tımarhane, hastahane demişti. Terk-i ukba olmaz, insan ya cehennemdedir, ya cennette. Ancak cennet ibadetlere karşılık olarak islenmez. Nice er kişiler cennet değil de cemal isterler. Terk-i hesti, kendini terketınektir. Yani kendisi ve yaptıkları ile övünmeyi terketınektir. Zira ne yaparsak Allah katında bilinir, hiçbiri kaybolmaz. Terk-i terk, bütün hepsini terketmek, terkettiklerini de anmamaktır. Bu işin sonu yani sofiliğin sonu istikamettir.


Huzura kavuşmanın ikinci kapısı istikamet makamıdır. Sünnete muhalif olan bid'atı, haramları, ibadetleri bozacak fenalıkları terketmek, ibadet ve taatı yerli yerinde yapmak istikamettir. İbadeti bozacak fenalık ihlassızlık ve riyadır. Övünmek de ibadeti bozar. Namaz kılmak şeriat, tacdil-i erkan ile, vaktinde kılmak istikamettir. Oruç tutmak şeriat, orucu bozan şeylerden kurtulmak istikamettir. Şu halde istikamet, emredilen şeriat amelinin en mükemmel şekilde yerine getirilmesidir. İstikamet, kamil insanın itikad, ibadet ve ahlakında meydana gelir. İtikadda ehl-i sünnet ve'l cemaat itikadına uyarak, ibadette hakkıyla yaparak, ahlakta kamil bir insan olarak teşekkül eder.


Gavsü'l azam Hasan Şazeli (k.s.) hazretlerine göre, tevazu ile hüsn-i muaşerette bulunmak, mahlukatta ayıp görmekten sakınmak, mükevvenatın halikına daimi bir edep ile bulunmak, Allah Resulünün sünnetlerine sarılmak istikamettir.


Şeyh Ahmed Gümüşhanevi (k. s.) hazretlerine göre istikamet, Allah'la kul arasında olan ahidleri yerine getirmek, ifrat ve tefritten sakınmak, mubahlarla herşeyi ortalama ayarlamaktır. Allah'ın emirlerine nefsi teslim etmek, yani Allah senin hakkında neyi murad etmişse ondan razı olmaktır.


İstikamet için önce tövbe lazımdır. Tövbe etmekdikçe zulmetten kurtulunmaz. Tövbe etmek için kamil bir mürşidin elini tutmak, Allah'ın feyz ve inayetinin onun eliyle geldiğini bilmek gerekir.



Önce günahkar bir Müslüman iken sonunda müşrik oldu. (S.133-137)


Şimdi tövbe ederek bu yola girmiş iki kardeşimizle yaptığımız söyleyişiyi veriyoruz.


İlk kardeşimiz Konyalı olup adı Cengiz idi. Bugün ismini Adem olarak değiştirdi. Almanya'da 19 senesini dolduran Adem kardeş Hamburg'da oturuyor ve gemi tersanesinde boyacılık yapıyor.


-Adem kardeş, sen bu kapıya gelmeden önce nasıldın? Kendini bize tanıtır mısın?


-Eskiden elektronik makinalarla kumar oynama müptelası idim.


-Kaç sene oynadın?


-16 sene oynadım.


-Bir günde en çok ve toplam 16 yıl boyunca ne kadar kaybettin?


-Bir günde 1000-1500 mark verdiğim oldu. 16 sene boyunca da 250 bin mark belki de daha fazla kaybettim. Makinanın başına gitmeden evvel cebime iki mark otobüs parası ayırır, aileme de nereye gideceğimi söylemeden evden çıkardım. Bütün paramı makinalara kaptırınca son umutla kalan iki markı da oynardım. Tabii onu da kaybederdim. Bu defa da 10 kilometrelik evimin yolunu yayan yürümek zorunda kalırdım.


-Sana Allah hiç pişmanlık vermedi mi?


-Cebimde param varken pişmanlık duymaz, param bitince pişman olurdum.


-Kaç kişiye bakıyordun?


-4 çocuğum var. Bir hanımım, bir de ben 6 nüfus


-Bu yoldan nasıl oldu da Hakk'ın yoluna döndün?


-Arada camiye gider namaz kılardım. Cumalarımı da hiç bırakmazdım. Ama para buldum mu bu kötü alışkanlığımdan vaz geçemezdim. Bazan pişmanlık içerisinde: "Ya Rabbi, bana elimden tutacak birini gönder de bu hayattan beni kurtarsın." diye dua ederdim. Çevremdeki sakallı kardeşlerime bana yardımcı olmadıkları için içimden kızar fakat yanlarına gitmeye utanırdım.


-Haklısın, burası çok önemli. Ruz-ı cezada böyle insanlar bize, doğru yolu bildiğiniz ve birçok nurani kitaplar okuyarak hakikatleri öğrendiğiniz halde niçin bizleri ikaz etmediniz, bize duyurmadınız diye kızacaklar. Onun için, bu yolda kim mürşidinden nurani bir hal gördüyse, önce aile efradına, sonra komşularına ve akrabalarına ve herkese duyurmağa mecburdur. Sonra?


-Bir gün kumardan eve dönerken ağladım, Allah'a yalvardım. O gece rüyama yeşil sarıklı bir zat-ı muhterem girdi. Tövbe etmeden 3-4 ay kadar önceydi. Daha sonra Türkiye'ye gittik. Hanımım benim halimden çok şikayetçi idi. Kendisine bir vekil ağabeyimizin hanımı: "Sen tövbe edip ders al, beyin de bu yola girer." demiş. Hanımım da öyle yapmış. Önceleri kumara gitmeme çok kızdığı halde artık kızmaz olmuştu. Buna bir mana veremiyordum. Bir defasında 2-3 gün eve gelmedim. 1500 mark kaybetmiştim. Döndüğümde hanım gene sesini çıkartmadı. Bana, akşam sakallıların geleceğini söyledi. Hem yorgun, hem uykusuz hem.de moralim bozuktu. "Kovala gitsinler" dedim. Akşam Başçavuş Mustafa Ağabey geldi ve beni alıp başka bir yere götürdü. Oraya girince kendimi cennette sandım. Sohbet başladı. "Burası herhalde Allah kapısı" dedim. Herkes tövbe ediyordu. Sıra bana gelince: "Camide de tövbe edersin, kendi başına da edersin. Böyle tövbe mi olur?" diye kendimi kandırmaya başladım. Derken tövbeyi yaptım. İçimi bir sevinç doldurdu. Eve gelip durumu anlatınca, hanımım çok sevindi ve elimi öptü.


-Aradan epey zaman geçti. Kumar makinalarına hiç gittin mi?


-Gittim. Dönüşlerine baktım. Aptallığıma şaştım kaldım.


-Tasavvuf yoluna girince, nefsin gene git oyna demedi mi?


-Demez mi! Ama ben "Himmet Sultanım" diyordum. Çok şükür nefsimin sözünü dinlemedim.


-Hacca gittin mi?


-Evet gittim.


-O kadar çile çeken hanımını da götürdün mü? Onunla helalleştin mi?


-Evet götürdüm. Kendisi ile helalleştim. Artık parayı ona veriyorum.


-O yolda sana göre noksanın kumardı. Bunu Allah'ın izni ile terkettin. Şimdi sana noksan bir halin görünüyor mu? Dünyaya ve ahirete bakışın nasıl oldu?


-Eskiden kusurum bir tane derdim. Şimdi bin tane olduğunu görüyorum. Rabbim bana kamil bir şeyh verdi. Şimdi gayretimin, taatımın, ibadetlerimin noksan olduğunu anlıyorum. Dini bilgim noksan, sünnet-i seniyeleri hakkıyla uygulayamıyorum, Bu arada mevcut aklımı yalnızca dünya için kullanmış olduğumu, ahirete ve! ölüme hiçbir hazırlık yapmadığımı anlıyorum. Bütün bu noksanlarımı telafi için de bana gayret düşüyor.


-Kardeşlerine ne tavsiyede bulunursun?


-Bu kapı Allah ve Resulünün kapısıdır. Allah'a tövbe eden mutlaka murada erişir. Bir noktayı daha belirtmek istiyorum. Konyada yaşayan babam yüzde yüz alkolikti. Allah'a babamı ıslah etmesi için yalvardım. Babamı da alıp Sultanımıza gittim. Bir Ramazan günü Adıyaman'a vardık. Sultanımızın Menzil'deki evinin önüne gelince, orasının rüyamda aylar önce yeşil sarıklı zat-ı muhteremi gördüğüm yer olduğunu anladım. Yeşil sarıklı zat da Sultanımızdı. Annem Sultanımıza ağlayarak anlatmış, halimiz çok perişan demiş. Sultanımız "İnşallah tövbe eder." buyurmuş. Babam o akşam yaptığı tövbe ile bir daha ağzına içki koymadı. Hacca da gitti, annemi de götürdü. Konya' da arkadaşları: "Mehmet Ağa, ilaç mı yuttun, ne yaptın? Bize de ver. biz de bırakalım" diyorlarmış. Babam da: "Adıyaman'a gittim. Sultanınım yanına giden kurtulur." diyormuş. Kardeşlerim, bu kapıya gelen herkesi Allah ihya ediyor. İnsan nefsi önce zorlanıyor; ibadet noksanı ve bilgisiz olduğundan utanıyor. Ancak, ne kadar noksanlı olursan ol, sıdk ile Allah'a tövbe edip kendindeki kötü ahlakları bu kapıda temizlersin, Allah'ın inayeti, Sultanımızın himmetiyle, Allah'a şükür artık paralarım cebimde, çoluk çocuğumla gönlüm huzur dolu.


İkinci kardeşimiz Bekir Ankaralı 13 senedir Hamburg'da oturuyor. Almanya'ya kulağından ameliyat olmak için 12 yaşında iken gelmiş. Almanya'da çalışan babası, okusun diye onu Türkiye'ye göndermemiş. Sene 1978. Gerisini kendisi anlatıyor:


-Annem Almanya'ya daha sonra geldi. Aile içinde geçimsizlik" vardı. Ben, bu arada hırsızlık yapan kötü arkadaşlar edinmeye başladım. Çoğunun ailesinde geçimsizlik vardı, evlerine pek gitmezlerdi. İhtiyaçlarını hırsızlıkla karşılarlardı. 16 yaşımda ben de evimi terkettim. Ara sıra uğrardım. Git gide eroine de alıştım. Hem içiyor, hem satıyordum. Param çok, nefsim azgındı. Bir Alman dostum vardı. Dört sene beraber yaşadık. Eroin işi yüzünden ayrıldık. Bu arada polise de düştük. Ceza yemedim ama başıma gelmedik kalmadı.


Bir gece Alman kızı şeytan şeklinde rüyama girdi. Beni uçurumun kenarına götürdü, tam aşağı atıyordu. Korku ile bağırıp yardım istedim. O esnada beyaz sarıklı iki muhterem zat geldi. Onları görünce şeytan, sinek gibi uçtu gitti.


Annem namazını kılan dindar bir kadındı. Ama tarikat bilmezdi. Bana da hep namaz kılmamı söylerdi. Bense namazdan ve dindarlardan kaçardım. Rüyamın ertesi günü namaza başladım. Kendi basıma oturduğum evden de ayrıldım. Bu evde eroin işleri yapıyordum. 1984'den 1988'e kadar bu işte bir milyon mark kadar harcadım. Gençlik gecelerimde her gece 1500-2000 mark harcardım. Kumar oynar, içki içer, hırsızlık yapardım. Yapmadığım tek iş adam öldürmekti.


1988'de babam beni tekkeye götürdü. Birkaç defa tövbe aldım ama tam ıslah olamıyordum. Çünkü henüz tadını alamamıştım. İçimden bazı dervişlere kızdığım da oluyordu. Gide gide bu yolun hakikatini anladım, imanın tadını tattım.


-İyi kötü, hayır şer herşeyi görmüşsün. Emsalin gençlere ne tavsiyede bulunursun.


-Bu yolda Allah bizi kabul etmeseydi, Hristiyanlık bile kabul etmezdi. O kadar günahkar ve kötü idik. Şimdi gönlüm öyle mutlu ve huzurlu ki bu yolda canımı verebilirim. Allah dalalette olan herkesi bu yola çevirsin inşallah.


Sohbetimizin konusuna bu iki kardeşimizin anlattıklarının güzel ibretler olduğunu sanıyoruz. Allah (c.c.) hepimizin nefsini İslah eylesin. Amin.



“Habib Ayağını Dicle'ye bastı yürüdü.” Yalanı (S.172-173)



Hasan Basri hazretleri bir gün Dicle kenarına geldi. Karşıya geçmek için bir sandal aradı, bulamadı. Habib-i Acemi de o sırada oraya g eldi. Baktı ki üstadı karşıya geçmek için bekliyor. Sordu:


-Üstadım, ne yapıyorsun?


-Karşıya geçeceğim ama bir vasıta bulamadım"


-Üstadım, ilmi olanın hasedi gönlünden çıkarması, bütün işleri Allahü azimüşşan'dan bilmesi ve Hak'dan gelen belaları ganimet bilip şikayetsiz, itirazsız razı olması gerekir. Eğer bu haller ilim erbabında tecelli ettiyse ayağınızı suya vurup geçersiniz.


Habib hazretleri Dicle'ye ayağını attı, yürüdü ve karşıya geçti. Habib-i Acemi hazretleri evliya-i izam, Hasan Basri hazretleri hem ilim sahibi asfiya (ilimle velayeti cem' eden) hem irfan sahibidir. İlmi mertebe ne kadar ulvi ve kudsi olursa olsun, nefsani sıfatları çıkarmak gerekir. Çıkmadıkça yüktür. Çıkarılırsa deryayı yürür geçer, havada kus gibi uçar geçer. Bu yüzden temizlenmesi lazım gelen bir gönül ve nefis vardır,




Hıristiyan kadınına yapılan bir iftira (S.174)


Davud-ı Tai hazretleri kibar-ı meşayih, ehl-i tasavvuf, İmam-ı Azam hazretlerinden yirmi yıl ilim okumuş, ilminde fakihü'l fıkıh] olmuşur. Hazret-i Fudayl bin İyad, İbrahim Edhem hazretlerini görmüş, Habib-i Rahi ve Habib-i Acemi'nin de müridi olmuştur. Davud-ı Tai hazretleri birgün oturmuş yemek yerken yanından bir Hristiyan geçiyordu. Adab-ı muaşeretten yemeğe davet etti. Hristiyan geldi, Davud-ı Tai hazretlerinin yanında doyasıya yedi, içti. O gece Hristiyanın Hanımı Ma'ruf-ı Kerhi hazretlerine hamile kaldı.



1- Tac'ül Arifin Ebu'l Vefa elindekini bir kuşa yedirerek ondan bir oğlan müjdesi alması (S.174)



Tacü'l arifin Ebü'l Vefa hazretleri yemek yiyordu. Oradan geçen zatı buyur etti. Tok olduğunu söylese de, elindekini ona yedirdi. O zat giderken Ebü'l Vefa hazretleri yanındakilere şöyle dedi: "Bu adamın ç ocuğu yoktur. Bu gece hanımı hamile kalıp bir oğulları ola. Bu çocuğun adına Hüseyin koyalar. O da dönüp gele bize mürid ola." Ebü'l vefa hazretleri yirmi sene sonrayı söyledi.


Bu çocuk doğdu. Adına Hüseyin Rai koydular. Hüseyin Rai b üyüdü, kendine şeyh aradı. Ebü'l Vefa hazretlerine geldi. Gelirken şeyh: "Haza lokma eseri geliyor." dedi. İrfan Allah vergisidir.


Davud-ı Tai hazretlerini tövbesi şöyle olmuştu: Bîr gün yolda giderken gayb aleminden bir ses duydu: "Dünya fani, abiret bakidir.'' diyordu. Kalbi müteessir oldu. Bu nurani hitab ile kalbi dünya dan soğudu. Melul, mükedder, şeyhi İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretlerine geldi. Ebu Hanife hazretleri Davud-ı Tai'nin yarasını keşfetti:


-Ya Davud, yüzün soluk, rengin uçuk, gönlün melul, derdin deruni. Bu ne meseledir?


-Efendi hazretleri, hal sana ayandır. İrfan sahibisin, tasavvufun ve şeriatın en ulu evliyasısın. Benim gönlüme dünyadan bir soğukluk düştü. Mecazdan hakikata, taklidden tahkike yol göründü. Erenlerin yolu tecelli etti. Hakkın inayet rüzgarı gönlüme esti. Kalbime muhabbetin nuraniyeti vurdu.


-Evladım, Hakkı taleb eden halktan uzaklaşır. Bir köşeye çekil, uzlet et, Hakka talib ol.


Uzlete çekildi, dünya gözünde söğüdü ama merhale bitmedi. Halktan kaçıp Hakka koşmak olur ama sıfat-ı aliyenin değişmesi için İmam-ı Azam hazretlerinin Davud-ı Tai'ye Şeriat-ı Muhammediye'nin nurundan nur saçması gerekti. Bir gün Davud-ı Tai hazretlerinin uzletteki evine geldi. Davud-ı Tai, İmam-ı Azam'ı karşıladı. İmam-ı Azam ona şöyle buyurdu: "Ya Davud, marifet uzlete çekilmekte değildir, sıfat değiştirmektedir. Uzlet sabin aşmalıdır. Sabır uzlette yetismez."


Tasavvufi Hayat - Mehmet Ildırar, Sey-Taç Yay., 1.Baskı, Ankara 1996

son
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
1- Envâru’l-Âşikîn’de Yanlış Bir Allah Anlayışı -
[Geniş bilgi için , Dr. Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s.75-80]
9757161055.jpg




( 1. Bölüm )

Ahmed Bîcan’ın kitabında aktardığı bir takım rivâyetlerle Allah’ı doğru tanıtmadığı ve yanlış bir ilah tasavvurunun oluşturulmasına katkı sağladığı görülmektedir. Nitekim âhirette kullarına Kur’ân okuyacak ve Peygamber’ine cenâze namazı kıldıracak bir Allah anlayışının sergilenmiş olması, iyi niyetle yapılmış olsa bile bir takım yanlış anlayışların oluşumda etkili olmaktadır.

O, bu rivâyeti şu şekilde aktarmaktadır.
“Nakildir ki, yarın kıyâmet gününde kullar dediler: “İlâhunâ ve Mevlânâ! Dünyada Kur’ân okuduk ve hatim eyledik.” Hak Teâlâ Hazretleri dedi: “Ey benim kullarım! Siz okudunuz, ben işittim. İmdi siz oturun, benim cemâlime nazar eyleyin, ben dahi Kur’ânı okuyayım, siz dahi dinleyin!” Pes Tâ’hâ ve Yâsîn sûresini okuya” [AHMED BÎCAN, s. 332]
dedikten sonra, Allah’ın bu iki sûreyi yerler ve gökleri yaratmadan bin yıl önce okuduğunu, meleklerin bu sûreleri işitip: “Gönlünde Kur’ân olana ne mutlu! Kendilerine Kur’ân nâzil olan Muhammed ümmetine ne mutlu!” dediklerini haber vermektedir.

Herhangi bir eleştiriye tabi tutulmaksızın nakledilen bu rivâyet insanları, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’in tanıtmadığı bir Allah anlayışına götürmektedir. Dolayısıyla böyle bir anlayış, Peygamber’ine cenaze namazı kılan bir ilah tasavvurunu da beraberinde getirmektedir.
Şöyle ki, Hz. Peygamber ile Hz. Ebû Bekir (13/634) arasında geçen diyalog aktarılırken, Hz. Ebû Bekir’in ölüm döşeğinde ki Hz. Peygamber’e: “Seni kim yıkasın?” diye sorduğunu,onun da: “Amcamoğlu Ali yıkasın, Abbas’ın oğlu Fazl su döksün. Sonra kefenimi sarıp, beni kabrimin üstüne koyun! Bir zaman dursun” dediğini, sonra da şöyle devam ettiğini bildirmektedir. “Evvel benim namazımı Rabbim kılar. Yani Hak Teâlâ Hazretleri bana rahmet eder. Ondan sonra feriştehler (melekler) kılar. Ondan sonra Ehl-i beytim kılsın. Ondan sonra Müslümanlar kılsınlar…” [AHMED BÎCAN, s. 258. Bîcan tarafından nakledilen rivâyeti, Muhammed b. Ahmed b. el-Bişr, Abdülmünim b. İdris b. Sinan, Vehb b. Münebbih, Câbir b. Abdillah ve Abdullah b. Abbas tarikiyle Taberânî; Abdulmünim b. İdris, Vehb b. Münebbih, İbn Abbas tarikiyle de Ebû Nuaym tahric etmişlerdir. (TABERÂNÎ, Kebîr, III, 58-64; EBÛ NUAYM, Hilye, IV, 72-79). Bu uzunca rivâyeti değerlendiren Heysemî, senedde yer alan Abdulmünim b. İdris’in “kezzâb, vaddâ” olduğunu kaydetmiştir. (HEYSEMÎ, Mecma’, IX, 26-31). Dolayısıyla Bîcan tarafından nakledilen bu rivâyetin uydurma olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu rivâyette “yani Hak Teâlâ Hazretleri bana rahmet eder” şeklindeki açıklamanın olmadığı görülmektedir. Bîcan, kafasını karıştıran rivâyeti bu şekilde şerh etmeye çalışmış olmalıdır.]

Görüldüğü üzere, burada her ne kadar “Rabbim bana rahmet eder” şeklinde îzah edilmeye çalışılsa da, “benim namazımı Rabbim kılar” ifâdesi doğru değildir. Zîra namazı, Allah’ın rızasını gözeterek kullar kılar. Bîcan’ın naklettiği rivâyeti üretenlerin âyette ifâde edilen [Ahzâb, 33/56.]
“salât” kelimesinden yola çıkarak böyle bir sonuca varması kuvvetle muhtemeldir. Oysa âyette belirtildiği üzere Rabbin ve meleklerin nebî’ye “salât”ı, ona her yönden yardım ederek “desteklemiş” olmalarıdır.

Aynı şekilde inananların da “salât”a teşvik edilmesiyle verilmek istenen mesajı;
Hz. Peygamber’e gerçek anlamda destek verilmesi, onun ilkelerinin hayata geçirilmesi noktasında üstün bir çaba gösterilmesi ve onun rehberliğine tam anlamıyla teslim olunması gerektiği şeklinde anlamak da mümkündür. “Salât” kelimesinin sadece bir anlamının ele alınıp zorâki yorumlar yapmak yerine, farklı anlamlarından yola çıkılarak Kur’an’ın esas vermek istediği mesajın dikkate alınması daha isabetli olacaktır.

Envâru’l-Âşikîn’de yanlış ilah tasavvurunun [Kitâb-ı Mukaddes’te insanlaştırılmış Tanrı tasavvurunu yansıtan âyetler bulunmaktadır. Mesela; “Günün serinliğinde, bahçede gezmekte olan Rab Allah’ın sesini işittiler ve adamla karısı Rab Allah’ın yüzünden bahçenin ağaçları arasına gizlendiler.” Bkz. Tekvin, 3/8, s. 3. Aynı şekilde, şu âyette de sanki bir terzi Tanrı anlayışı mevcuttur. “Ve Rab Allah, Âdem için ve karısı için deriden kaftan yaptı ve onlara giydirdi.” Bkz. Tekvin, 3/21, s. 3. Ayrıca bkz. Tekvin, 1/4, s. 1; İşaya, 26/21, s. 691. Çıkış, 4/14, s. 57; Levililer, 2/1-3, 8-10, 11-16; Sayılar, 12/4-8, 9-11; Tensiye, 20/4, 31/29, 32/1; Matta, 25/ 35-46; Luka, 1/35, 43, 11/20; Yuhanna, 14/11, 23, 16/15; Efesoslulara, 6/23-24] oluşumuna katkı sağlayan, mülkünde kuralsız ve kanunsuz tasarrufta bulunan, keyfine göre hareket eden buna benzer pek çok anlayışlar mevcut [AHMED BÎCAN, s. 26, 39, 86, 97, 98, 114, 116, 119, 123, 133, 137, 165, 219, 221, 224, 225, 231, 239, 240, 275, 276, 282, 284, 295, 315, 332, 350, 353, 358, 363, 367, 385, 394, 395, 397, 398, 405, 407, 409, 413, 415, 419, 420, 421, 423, 440, 456. (Salt gücünden ve mutlak mülkiyetinden dolayı kötülük ve haksızlık yapma hakkını kendinde gören, kuralsız ve kanunsuz bir zorba ilah anlayışının İslâm’ın genel ruhuyla bağdaşmayacağı, böyle bir Allah’ın nasıl insanlara ahlâkî bir model olabileceği, kendi uymadığı şeyleri Kur’ân’da nasıl bizden isteyebileceği ifâde edilmekte ve böyle bir Tanrı tasavvurunun İslâm dünyasını ahlaksızlığa, yamukluğa kadüklüğe ve çarpılmışlığa sürüklediği ifade edilmektedir. Bkz. GÜLER, İlhami, Allah’ın Ahlâkîliği Sorunu, s. 145, 151.)] olup bunların yeniden gözden geçirilerek doğrularının ikâme edilmeye çalışılmasında yararlar olacağını düşünmekteyiz.
Zîra Yüce Yaratıcı’nın insanlara en doğru bir şekilde tanıtılması, zihinlerde pek çok sorunun cevabının daha rahat bulunmasına imkan sağlayacak ve kullarının O’nu hakkıyla takdir etmeleri belki bu şekilde çok daha kolay olabilecektir.

Ahmed Bîcan’ın eserinde bir takım eski kültürlerin tesirinde kalarak insanlaştırılan, dolayısıyla da sınırlandırılan bir ilah tasavvurunun oluşumuna ve toplumda yaygınlaştırılmasına katkı sağladığı görülmektedir. Şu örneklerde de bunu görebilmek mümkündür.
- Yüce Allah’ın kul hakkı ilgili kendi koyduğu ilkeleri çiğneyerek kıyâmet gününde Hz. Dâvud’a özel bir ayrıcalık yapacağı; [AHMED BÎCAN, s. 133]
- fakir zâhidlerin canını Azrail’in (a.s.) değil, bizzat Allah’ın kendisinin alıp cennete buyur edeceği; [AHMED BÎCAN, s. 219-220.]
- Allah’ın üç konuda, Hz. Âdem’den özür dileyeceği;[AHMED BÎCAN, s. 407]
- Hz. Peygamber’in, Allah Teâlâ’yı rüyada görmek için yapılması gerekenleri anlattığı; [AHMED BÎCAN, s. 315. Kırbaşoğlu, Hz. Peygamber’in Allah’ı rüyada gördüğüyle alakalı rivâyetlerin mitolojik ve efsanevî unsurlar içeren nakiller olduğu kanaatindedir. Bkz. Alternatif Hadis, s. 288]
- Cehennem’in bile kendisine Allah’ın azap etmesinden korktuğu [AHMED BÎCAN, s. 385.] anlatılırken, Yüce Allah’ın yanlış tanıtıldığı [Rivâyetlerde yer alan yanlış Tanrı tasavvuruyla ilgili bkz. KIRBAŞOĞLU, Alternatif Hadis, s. 336-338] fark edilememektedir.


Zîra, bilineceği üzere Allah Teâlâ’nın kendi koyduğu kuralları kendisinin çiğnemesi söz konusu değildir. Bu dünyada iken onu rüyada görmek mümkün olmasa gerektir. Bununla beraber, Allah’ı sevdirmeye çalışmaktan ziyâde, her fırsatta azap eden ve cezalandıran bir ilah anlayışına temas edilmesi ve beyinlere sürekli bu mesajın verilmesi de doğru olmamaktadır. Nitekim sevgiden uzak, sadece korkuya dayalı bir eğitimin veya böyle bir anlayışın uzun vadede başarılı olmasının mümkün olmadığı bugün çok daha iyi anlaşılmaktadır.

Aktarılan şu rivâyette de Yüce Allah’ın insanlara ne kadar yanlış tanıtıldığı fark edilememektedir. Ebû Hureyre’den rivâyeten kıyâmet günü Hz. İbrâhim’in, babası Âzer’i kurtarmak için Allah’a: “Ya Rabbi! Sen bana vaad eyledin ki, kıyâmet gününde beni rüsvây eylemeyesin. Bundan dahi rüsvâylık ne ola ki, atamı (babamı) od’a (cehenneme) bırakırlar.”dediği haber verilmektedir. [AHMED BÎCAN, s. 412.]

Bu ifâdeler, gerek Kur’an’ın ruhuna, [Bakara, 2/80; Âl-i İmrân, 3/9; Ra’d, 13/31; Hac, 22/47; Rûm, 30/6; Zümer, 39/20]
gerekse Kur’an’ın bize tanıttığı bir peygamberin kişiliğine[Bakara, 2/135; Âl-i İmrân, 3/68, 95; Nisâ, 4/54, 125; En’âm, 6/74, 161; Tevbe, 9/114; Hûd, 11/75; Nahl, 16/120; Meryem, 19/41; Enbiyâ, 21/69; Hac, 22/78; Ankebût, 29/16; Zuhruf, 43/26; Mümtehine, 60/4] taban tabana zıt ifâdelerdir.

Bir peygamberin ne bu dünyada, ne de âhirette böyle bir üslupla, hem de Allah’a karşı bu şekilde bir söz söylemesi mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla bu rivâyetin uydurma olduğu anlaşılmaktadır. [Bu rivâyet, tezimizin III. Bölümü “Kâfirlerin Durumu” bahsinde değerlendirilmiştir.]


(Devam edecek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
1- Envâru’l-Âşikîn’de Yanlış Bir Allah Anlayışı - 2

Resim-149.jpg


2. Bölüm


Hz. Peygamber’in ve Ebû Hureyre’nin adının bu rivâyete maksatlı olarak karıştırılmış olması kuvvetle muhtemeldir.

Bir başka yerde de, Yüce Allah’ın durup dururken sebepsiz yere, her istediğini kuralsız şekilde yaptığı gibi bir izlenimin doğmasına yol açan şu rivâyet nakledilmektedir.
“Ya Musa! Müttekilere de: ‘Amellerine mağrur olmasınlar! (güvenmesinler) Eğer diler isem, azap ve eğer diler isem rahmet ederim. Belki benim rahmetime ümit tutsunlar. Rahmetim onların amelinden yeğdir (iyidir).’ [AHMED BÎCAN, s. 92-93. ]
Allah’ın rızâsı ve rahmetinin her şeyin üzerinde olduğu ve gerçek müttekîlerin amellerine güvenmeyecekleri mâlumdur. Ancak (Fetih 14 de )burada, Yüce Allah’ın “dilersem azap, dilersem rahmet ederim” şeklindeki ifâdesi bağlamından kopartılarak verilmek sûretiyle Yüce Allah yanlış tanıtılmaktadır. Bu âyette, Allah’ın kastettiği mânâ, Bîcân’ın anladığı şekilde değildir. Zîra Yüce Allah, bu ifâdeyle en katı günahkarları bile, gerçek anlamda pişmanlık duyup yollarını değiştirmeleri halinde affedebileceğini beyan etmektedir.[Fetih, 48/14. ]

Bununla beraber Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de, kendi katından verilmiş bir söz olmasa, insanları azgınlıkları sebebiyle helâk edeceğini, yeryüzünde tek bir canlı bırakmayacağını söylemektedir. Lâkin verdiği bu söz nedeniyle bunu yapmayacağını ve insanlara mühlet verdiğini bizzat kendisi ifâde etmektedir.[Nahl, 16/61; Şûrâ, 42/21. Ayrıca bkz. Kâf, 50/29; Hûd, 11/117; Hac, 22/53; Furkân, 25/37; Zuhruf, 43/83; Mearic, 70/42; Tarık, 86/17. ]

Buradan anlaşılıyor ki, koyduğu kurallara öncelikle Yüce Allah’ın kendisi uymaktadır. Bir keyfîlik söz konusu değildir. Kâinat oyun ve eğlence olsun diye değil, derûnî bir anlam amaç üzerine yaratılmıştır.[Duhân, 44/38-39. Ayrıca bkz. Enbiyâ, 21/16-17 ]

İnsanın yeryüzündeki hayatını anlamlı kılan, öteki dünyanın var olmasıdır. Yüce Allah, dünyada iken rahmetini hak etmiş bir kulunu, âhiret de cehenneme atarak sözünün hilafına iş yapacak değildir. [Âl-i İmrân, 3/9; Nisâ, 4/122; Ra’d, 13/31; İbrâhim, 14/47 ]
Mü’minlere iki cihanda da yardım edeceği, onları sıkıntılarından kurtaracağı, O’nun vaadleri arasındadır. [Mâide, 5/9; Yûnus, 10/103; Rûm, 30/47; Gâfir, 40/51-52; Fetih, 48/29. ]

Elbette Yüce Allah yaptıklarından sorguya çekilecek değildir. [Enbiyâ, 21/23 ]

Ama rahmeti ve şefkati kendisine ilke edinen [En’âm, 6/12, 54. Ayrıca bkz. Bakara, 2/64, 105; Nisâ, 4/83, 152; A’râf, 7/156; Kehf, 18/58; Nûr, 24/10, 20, 61; Ankebût, 29/23.] Yüce Allah, hak edene hak ettiği rahmeti, iyilik yapanlara da bunun karşılığını mutlaka verecektir.[Yûsuf, 12/56] Zîra O, kendi ifâdesiyle belirttiği üzere hiçbir kimseye asla haksızlık yapmayacaktır. [Bakara, 2/ 57; Âl-i İmrân, 3/25, 117, 161; Nisâ, 4/40; A’râf, 7/160; Hûd, 11/101; Nahl, 16/33, 111; Yûnus, 10/44; Rûm, 30/9; Yâsîn, 36/54; Gâfir, 40/17; Fussilet, 41/46; Câsiye, 45/22; Talâk, 65/1]

Bir başka rivâyette ise, cehennemden çıktıktan sonra cennete girecek günahkar mü’minlerin alınlarına “Hâülâi’l- Cehennemiyyûne Utekâu’r-Rahmân” yazısının yazılacağı, bu kimselerin gâyet melûl olup cennet ehlinden utanacakları ve ağlayacakları, bunun üzerine Allah’ın Cebrâil’e bu yazının silinmesi emrini vereceği anlatılmaktadır. [AHMED BÎCAN, s. 439-440]

Kur’ân-ı Kerim’in ve Rasûlullah’ın bize tanıttığı Yüce Allah’ın böyle bir yazıyı en baştan yazdırmasının ve böyle bir uygulamada bulunmasının geçerli ve mantıklı bir îzahını yapmak güç görünmektedir. Zîra,
- kullarının ayıpların örten, [BUHÂRÎ, 46/Mezâlim, 3 (III, 98); MÜSLİM, 45/Birr, 15, 20 (III, 1996, 2002); 48/Zikr, 11 (III, 2074); EBÛ DÂVUD, 40/Edeb, 38, 60 (V, 201, 235); TİRMÎZÎ, 15/Hudûd, 3 (IV, 34-35); 25/Birr, 19 (IV, 326); 42/Kur’ân, 10 (V, 289); İBN MÂCE, Mukaddime, 17 (I, 82); 20/Hudûd, 5 (II, 850); İBN HANBEL, II, 91, 252, 296, 389, 404, 500, 514, 522; IV, 62, 104; V, 375 ] <O:p></O:p>
- tövbeleri kabul eden, [Tevbe, 9/104, 118; Gâfir, 40/3; Şûrâ, 42/25]
- rahmet ve mağfiret sahibi olan [Ta’ha, 20/82; Ahzâb, 33/5, 24, 50, 59, 73; Zümer, 39/5; Nûh, 71/10.] Yüce Allah’ın, cennete sonradan girecek mü’minlere ikinci sınıf insan muâmelesini revâ görmesi söz konusu değildir. Kaldı ki cennette gam, keder ve üzüntü de olmayacaktır. [ Bakara, 2/62,112, 227, 262; Âl-i İmrân, 3/170; Mâide, 5/69; En’âm, 6/48; A’râf, 7/35, 49; Ahkâf, 46/13. ]

Dolayısıyla, böyle bir rivâyetin doğru olma ihtimâli zayıflamaktadır. Bununla beraber, öyle bir yazının alınlara yazılmasının kime ne yarar sağlayacağı konusunu da anlamak da güç görünmektedir. Cennete kıskançlık, kin ve hased gibi kötü duygulara yer olmadığına göre, [A’râf, 7/43; Hicr, 15/47] tamâmen insânî his ve heyecanla ortaya konulmuş böyle bir mizanseni, Yüce Allah’a izâfe etmeye kalkışmak ve insanın muhâkemesini zorlayan bu rivâyetin doğruluğunu ispatlamaya çalışmak akıl ve vicdanla bağdaşmamaktadır.

Bîcan’ın naklettiği bir diğer rivâyette, Allah’ın Hz. Peygamber’e:
“Ya Muhammed! Benim dahi senin katında bir hâcetim vardır” dediği,
Hz. Peygamber’in: “Ya Rabbi, Rabbin kuluna ne hâceti ola?” diye sorduğu, Allah’ın: “Benden ne kadar dilersen dile ki sana vereyim. Zîra ben kerim padişahım. Şol kadar vereyim ki benden razı olasın. İzzetim hakkı içün, eğer cemî halkı (yaratılmışları) benden ister isen vereyim” dediği haber verilmektedir. [ AHMED BÎCAN, s. 394]

Burada her ne kadar Yüce Allah’ın kerim, cömert, zengin ve hiçbir kimseye muhtaç olmadığı, Hz. Peygamber’in de ne kadar üstün bir elçi olduğu mesajı veriliyorsa da, Yüce Allah’ın Peygamberiyle, bu tarzda ve bu içerikte bir diyaloga girmesi, Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan peygamber anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Zîra

- herkes vazîfesini yapmaktadır. [Âl-i İmrân, 3/183,184; Nisâ, 4/165, Mâide, 5/15, 32, 67, 92, 99; A’râf, 7/62, 67, 79, 93; Hûd, 11/57; Ra’d, 13/50; Nahl, 16/35,82; Nûr, 24/54; Ahkâf, 46/23,35; Talâk, 65/11; Mücâdele, 58/21.]

- Zaten peygamberlere vaad edilen yüce makamlar bellidir [Bakara, 2/253; Tevbe, 9/72; Meryem, 19/57; Mü’minûn, 23/11; Mücâdele, 58/11; İnşirah, 94/4.]
- Yüce Allah elbette fazlasını da vermeye kadirdir.[İsrâ, 17/79.]
Hal böyleyken Allah-ü Teâlâ’nın, bir kimseye kendini bu şekilde ispatlamaya çalışması, onun bir eksikliği olup olmadığı konusunu akla getirmektedir ki, o bütün bunlardan münezzehtir. Zaten Hz. Muhammed’in O’ndan razı olduğu, O’na gönülden inanıp teslim olduğu, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmasından bellidir. [BUHÂRÎ, 19/Teheccüd, 6 (II, 44); 65/Tefsîr, 48-2 (VI, 44); MÜSLİM, 50/Münâfikûn, 18 (III, 2171-2172); TİRMÎZÎ, 2/Salât, 187 (II, 268-269); NESÂÎ, 20/Kıyâmu’l-leyl, 17 (III, 217-218); İBN MÂCE, 5/İkame, 200 (I, 456); İBN HANBEL, IV, 251, 255; VI, 115]
Onun (a.s.) gâyesi; ne cennet arzusu, ne de cehennem korkusudur. Sadece risâlet görevini tam ve eksiksiz yaparak Allah’ın sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Şâhit olunduğu üzerede o, bu vazifesini bihakkın yapmıştır.[ Mâide, 5/3; En’âm, 6/115.]
Özetle ifâde edilecek olursa, Yüce Allah’ı kişileştirerek, dolayısıyla da sınırlandırarak hâceti olan bir yaratıcı şeklinde takdim etmek, İslâm’ın ortaya koyduğu inanç esaslarıyla çelişmektedir. Ahmed Bîcan’ın “nakildir” diyerek, İbn Abbas’tan aktardığı bir rivâyette, Hz. Muhammed’in kıyâmet günü diğer peygamberlerin “altın”dan minberler üzerinde otururken kendisinin oturmayıp beklediği, zîra, eğer kendisi cennete girerse, ümmetinin geride kalıp cehenneme konulacağı endişesini taşıdığı, bunun üzerine Hz. Allah’ın: “Ümmetine ne muamele edeyim?” diye sorduğu, Hz. Peygamber’in de: “Ya Rabbi! Hesaplarını kolay eyle” dediği, böylece Allah’ın, onların kimini kendi rahmeti ile ve kimini de Hz. Muhammed’in şefaati ile cennete koyduğu anlatılmaktadır. [AHMED BÎCAN, s. 395]

Bu rivâyette de, Hz. Muhammed’in (a.s.) diğer peygamberlerin aksine, fedâkar bir şekilde ümmetini beklediği, çünkü ondan habersiz ümmetinin bir kısmının cehenneme atılabileceği kaygısı taşıdığı mesajı verilmektedir. Açıkça görüldüğü üzere bu mesaj verilirken böyle bir uygulamayı Yüce Allah’ın yapabileceği zannının oluşturulması doğru değildir. Bir peygamberin, Allah’ın adâletinden şüphe ettiği izleniminin doğmasına yol açabilecek bu rivâyet hiç düşünülmeden nakledilmekte, dolayısıyla Yüce Allah ve Peygamber’i yanlış tanıtılmaktadır. Bununla birlikte, halkın yanlış bir şefaat anlayışına sahip olunmasına da yol açılmaktadır. [AHMED BÎCAN, s. 212. Diğer bir kısım yanlış şefaat anlayışları için bkz. s. 231, 257, 260-261, 271, 275, 321, 330, 394, 401, 411, 425. Kırbaşoğlu, yanlış bir şefaat anlayışını yansıtan bu tür rivâyetlerin Kur’an’a ters düştüğünü söylemektedir. Bkz. Alternatif Hadis, s. 358-360.]

Oysa, gerek peygamber, gerekse velilerin, şartsız ya da kendiliklerinden şefaat ve aracılık yapabilecekleri yolundaki yaygın inanç, âyetlerle reddedilmektedir.[Bakara, 2/255, “Kim şefaat edebilir O’nun katında, O’nun izni olmadan?”; Yûnus, 10/3, “O’nun izni olmadıkça, araya girip kayıracak kimse yoktur.”; Zümer, 39/44, “De ki: Şefaat (hakkını verme yetkisi) yalnız Allah’a aittir.”. Ayrıca bkz. Sebe, 34/23; Necm, 53/26]
Aynı şekilde şefaat edilmeye hak kazanmak için de, Allah’ın iznine ihtiyaç bulunmakta, O’nun varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz bir îmâna sahip olunması gerekmektedir.[Taha, 20/109; Zuhruf, 43/86]

Dünya hayatında tövbeleri ve olumlu çabalarıyla, Allah’ın bağışlamasını ve rızasını zaten kazanmış bulunan günahkarlar için kıyâmet gününde peygamberlere sembolik olarak şefaat etme izni verilecektir. [ESED, M., s. 391, Yûnus, 10/3, 7 no’lu dipnot. Şefaati, Allah’ın mutlak adalete dayanan yargılamasında -hâşâ- Allah’ın kanaatini değiştirmeye yönelik bir girişim olarak değerlendirmek doğru değildir. Kur’an’da şefaatten söz edilmesi, şefaatçileri onurlandırmaya yönelik bir husus olsa gerektir. Bkz. ÖZSOY, Ömer- GÜLER, İlhâmi, Konularına Göre Kur’an (Sistematik Kur’an Fihristi), Fecr Yay., Ank., 2005, s. 290.]

Büyük günah sahipleri, Allah’ın varlığına ve birliğine inanmış olmaları şartıyla, peygamberlere verilecek olan bu şefaat hakkı sâyesinde Allah’ın bağışlamasını umabileceklerdir. [Meryem, 19/87; “(Bu günde hayattayken) O sınırsız rahmet sahibiyle bir bağ, bir bağlantı içine girmiş olmadıkça, kimse şefaatten pay alamayacaktır.”. Ayrıca bkz. Enbiyâ, 21/28.]
Özetle peygamberlere verilecek şefaat hakkı ya da yetkisi, Allah’ın bu günahkarları bağışlamasının bir ifâdesi olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla böyle bir şefaati kazanmaya hazır hâle gelmek için de, çok ciddî çabalar sarf edilmesi gerekmektedir.

Aynı şekilde aktarılan bir başka rivâyette de, Hz. Peygamber ile Cebrâil arasında geçen cehennem konulu diyalogda, sadece kendisine verilen görevi yapmakla sorumlu olan ve günah işleme özelliği bulunmayan Cebrâil’e söylettirilen şu sözle Yüce Yaratıcı yanlış tanıtılmaktadır. Şöyle ki, cehennemin azâbının büyüklüğü karşısında Hz. Peygamber ağlayınca Cebrâil de onunla birlikte ağlamakta, Hz. Muhammed, hiç günahı olmadığı halde ağlayan Cebrâil’e bunun nedenini sormakta, o da şu şekilde cevap vermektedir: ‘Ya Muhammed hûd (zaten) Tanrının mekrinden (hilesinden, ne yapacağından) emin olmazam, azâbından korkarım (o yüzden ağlarım)’ [AHMED BÎCAN, s. 415.] demektedir. Allah’ı en iyi tanıyanlardan biri olan Cebrâil’e böyle bir sözün söylettirilmiş olması, onun adının bu rivâyete maksatlı olarak karıştırıldığı düşüncesini akıllara getirmektedir. Zîra, kural tanımayan ve her istediğini istediği şekilde yapan bir ilah anlayışının zihinlere yerleştirilmesine katkı sağlayan bu rivâyetin nakledilmesindeki yanlışlık ortadadır. Çünkü Kur’ân’da kendisini bizzat ve açıkça tanıtan Yüce Allah’ın bu şekilde hareket etmesinin doğru olamayacağı bilinmektedir. Dolayısıyla bu rivâyetin kıssacıların bir uydurması olduğu her halinden belli olmaktadır.

Netice olarak, Ahmed Bîcan’ın eserinde tespit edildiği kadarıyla, yanlış ilah tasavvurunun oluşumuna katkı sağlayan buna benzer pek çok örneğe rastlamak mümkündür. [AHMED BÎCAN, s. 86, 97, 114, 116, 119, 133, 134, 165, 219, 221, 224, 231, 239-240, 254, 256, 258, 275, 276, 282, 284-285, 295, 315, 329-330, 332, 353, 363, 367, 385, 394, 395, 397, 405, 409, 419, 421, 423, 440, 456.]

Böyle bir anlayışın topluma aktarılmasından vazgeçilmesi gerekmektedir. Zîra yanlış tasavvurlar insanları yanlış yollara sürüklemekte, İslâm’ın özünden ve ruhundan uzaklaşılmasını da beraberinde getirebilmektedir.

son
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
2- Envâru’l-Âşikîn’de Yanlış Bir Peygamber Anlayışı
Resim-149.jpg

1. Bölüm

Ahmed Bîcan’ın diğer mutasavvıfların genellikle yaptığı gibi, Hz. Peygamber’in tanıtılması noktasında, “aşırı yüceltilmiş bir peygamber anlayışı” ortaya koyduğu ve onu örnek alma konumundan uzaklaştırdığı görülmektedir. Oysa olması gereken, Hz. Peygamber’i bütün yönleriyle abartmadan tanıtmak olmalıdır. Bununla birlikte Hz. Peygamber bu şekilde tanıtılırken, diğer peygamberlerin de aynı vazîfeyi yaptıkları, vahiy aldıkları, getirdikleri evrensel mesajın tek bir kaynağa dayandığı, görev ve sorumluluk îtibârıyla aralarında hiçbir farkın olmadığı da unutulmamalıdır.

Görüldüğü üzere yanlış bir peygamber tasavvurunun oluşturulmasına ve Allah’ın elçilerinde olmayan özelliklerin varmış gibi gösterilmesine katkı sağlayan rivâyetler ve anlayışların nakledilmesinde aracı bir rol üstlenen müellif, bunları yaparken hata yaptığını değil, hizmet ettiğini düşünmektedir.

Nitekim;
- Hz. Dâvud’un mescide giderken böbürlenerek yürümesi; [AHMED BÎCAN, s. 143.]
- bir gecede beraber olduğu 99 karısı olmasına rağmen,[AHMED BÎCAN, s. 131] bir başkasının karısına göz koyup onu hileli bir şekilde elde etmesi; [AHMED BÎCAN, s. 132. Kevâşî, (680/1281) Hz. Dâvud’un beğendiği evli kadını elde etmek için kocasını savaşa göndererek en önde savaştırması, ölümüne neden olduktan sonra bu kadınla evlenmesi hâdisesinin tamamıyla İsrâiliyyât olduğunu, bu sebeple anlatılan kıssayı tefsîrine almadığını belirtmektedir. Geniş bilgi için bkz. ATA, Mehmet Mahfûz, Kevâşî ve Kur’an’ı Yorumlama Yöntemi, Emre Matbaacılık, İst., 2002, s. 219]
- Hz. Mûsâ’nın bir yumruk vurup Azrâil’in (a.s.) bir gözünü çıkartması; [AHMED BÎCAN, s. 117. (Nemci SARI, yaptığı çalışmada bu hadisin doğruluğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Bkz. SARI, Necmi, Hz. Musa’nın Ölüm Meleğinin Gözünü Çıkarması Hadisini Anlamaya Doğru, Ümmü’l-Kura Yay. İst. 2003. Lâkin bu hadisin, bedihî gerçeklere ters düştüğü için eleştirilen hadislerden olduğu, geçmiş devirlere ait bir mitoloji olarak değerlendirildiği kanaati de söz konusudur. Bkz. ÖZAFŞAR, M. Emin, “Rivâyet İlimlerinde Eser Karizması ve Müslim’in el-Câmiu’s-Sahîh’i”, AÜİFD., Ank., 1999, XXXIX, 339,341. Ayrıca bkz. KIRBAŞOĞLU, M. H., İslâm Düşüncesinde Hadis Metodolojisi, Ank. Okulu Yay. Ank., 1999, s. 270; KIRBAŞOĞLU, Alternatif Hadis, s. 348).]
- Hz. Âdem ile İblis’in dertleşip ağlaşmaları ve hatalarına birlikte bir suçlu aramaları; [AHMED BÎCAN, s. 39.]
- Hz. Âdem’in verdiği sözü unutup, Allah (c.c.) ile ömür pazarlığına girişip kazanması; [AHMED BÎCAN, s. 48]
- cenneti görmeye giden Hz. İdris’in verdiği sözü unutup, cennetten tekrar çıkmaya yanaşmaması; [AHMED BÎCAN, s. 51]
- Hz. Nûh’un da verdiği sözde durmaması; [AHMED BÎCAN, s. 54-55]
- Hz. İlyas’ın duâ ederek ölen oğlu Yunus’u 15 gün sonra tekrar diriltmesi; [AHMED BÎCAN, s. 127]
- Hz. İlyas’ın ölmediği, halen yaşadığı, dilediği yere atı ile uçtuğu, Hızır’ın da onunla beraber olduğu; [AHMED BÎCAN, s. 130]
- Hz. Eyüp’ün: “İlahi! Ne günah işledim ki, sana baid (uzak) oldum. İlâhî! Beni öldür. Bana ölüm yeğdir (iyidir) hayattan.” diye duâ ettiği; [AHMED BÎCAN, s.87]
- Hz. Muhammed’in (a.s.) kabrinde diri olup, gördüğü ve işittiği, [AHMED BÎCAN, s. 260]
- kızı Fatıma’yı da yanına aldığı; [AHMED BÎCAN, s. 261. Hz. Peygamber’in, başkasını değil de niçin o kızını yanına aldığı konusu, bu rivâyetin kimler tarafından uydurulup ortaya atıldığı konusunda yeterince ipuçları içermektedir.]
- Hz. Süleyman’ın üç yüz nikahlı hatunu, yedi yüz tane de câriyesi olduğu, cümlesine yakınlık ettiği [AHMED BÎCAN, s. 155]
gibi hususlar anlatılırken peygamberlerin ne kadar da yanlış tanıtıldığı fark edilememektedir.

Oysa hiçbir peygamberin böbürlenerek yürümesi; verdiği sözde durmaması; hileye baş vurması;hatasını kabul etmemesi veya “beni öldür Allah’ım!” diye duâ etmesi, peygamberlerin bize bildirilen vasıflarıyla çelişen hususlardır.
Ayrıca cinsel konularda çok güçlü bir peygamber imajının da verilmesi uygun değildir. Her ne kadar burada peygamberlerin çok güçlü olduklarından bahsedilmek istenmiş olsa da, insanların kafalarında kalan husus, onların güçlü olmalarında ziyâde kadınlara olan düşkünlüğü konusudur ki, kimsenin peygamberleri bu şekilde zan ve töhmet altında bırakmaya, dolayısıyla da getirdikleri evrensel mesajların yanlış değerlendirilmesine sebep olmaya hakları yoktur.

Aynı şekilde Hz. Süleyman’ın çok sevdiği atlarını seyrederken farkında olmayarak ikindi namazını kaçırması, bu yüzden sinirlenerek atların boyunlarını vurdurması, [AHMED BÎCAN, s. 147] bunun üzerine güneşin tekrar geriye getirilip namazını kılması [AHMED BÎCAN, s. 148] anlatılırken sağlam bir muhâkeme yeteneğine sahip olduğu bilinen bir peygamberin atlarını seyre dalarak namazını kaçırmayacağı öngörülememektedir. Öyle olmuş olsa bile, suçsuz hayvanları cezalandırma yoluna gitmeyeceği[[17]] ve güneşin tekrar geriye döndürülmesinin mümkün olamayacağı düşünülememektedir.[[18]]

Hz. Yûşâ’nın da, uzayan savaş nedeniyle güneşi bir müddet olduğu yerde durdurması, hava kararmadan harbi tamamlaması,[[19]] hep aynı mantığın ürünlerine benzemektedir. Peygamberlerin bu şekilde abartılarak yanlış tanıtılması ve tabiat kanunlarının[[20]] bu denli ters yüz edilmesi kanaatimizce doğru değildir.

Hz. Muhammed’in (a.s.) abdest suyunu alıp içen ve yüzlerine süren sahabîlerin olduğu,[21]
Huneyn savaşı esnasında Hz. Peygamber’in (a.s.) ak katırdan aşağı inip yerden aldığı bir avuç toprağı kâfirlerin üzerine saçtığı, onların da korkudan kaçtıkları anlatılırken,[[22]] Hz. Peygamber’in aşırı şekilde yüceltilip yanlış tanıtıldığı yine fark edilememektedir.[[23]]
Elbette onun mucizeler göstermesi söz konusudur. Fakat onun hayatın her anında mucizeler göstermediği de bilinmektedir. Bu itibarla sebeplere sarılmak, tedbir almak, her türlü hazırlığı çok önceden yapmak ve planlı hareket etmek gibi konulara vurgu yapılması gerekirken, bir avuç toprakla işini halleden bir peygamber anlayışının yerleştirilmesi isâbetli değildir. Zîra, böyle yapıldığında otomatik olarak Hz. Muhammed örnek olma konumundan çok yukarılara ve hayatın dışına itilmiş olmaktadır ki, böyle bir anlayışı kabul edebilmemiz mümkün görünmemektedir.

Sa’d b. Vakkas’a (55/674) dayandırılan bir başka rivâyette de, Uhud savaşı (4/625) esnasında Rasûl-ü Ekrem’in yanında iki kişinin olduğu, ak donları ile gâyet iyi cenk ettikleri, bunlardan birinin Cebrâil (a.s.), diğerinin ise Mikâil (a.s.) olduğu hususu anlatılırken,[24]
o gün niçin Hz. Peygamber’in yaralandığı, mübârek dişlerinin niçin kırıldığı ve meleklerin neden onu korumadıkları gibi konulara hiç girilmemiştir.

Meseleye bir bütün halinde bakıldığında, bu soruların cevaplarının ortaya çıktığı görülecektir. Elbette Kur’ân-ı Kerim’de, Yüce Allah’ın Müslümanların yardımına meleklerle koşacağı ifâde edilmektedir.[25]

Ancak bunun mâhiyetinin nasıl olacağı konusu üzerinde düşünüldüğünde, müteakip âyetlerde ifâde edildiği üzere bunun bir müjde, kalplerin rahatlaması, huzur, itminân, rûhî sükûnet ve kendine güven duygusu şeklinde inananların kalplerine ulaştırılması da imkan dahilindedir.[26]

(Devam edecek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
2- Envâru’l-Âşikîn’de Yanlış Bir Peygamber Anlayışı -2

Resim-149.jpg


2. Bölüm

Melekler Allah’tan aldıkları emir gereği, mânevî mahiyette ve psikolojik planda, inananların yardımına koşarak onları yüreklendirmiş, “Allah’ın mutlaka inananlarla beraber olduğu”[27] mesajını onların gönüllerine ulaştırıp motive etmek sûretiyle destek sağlamışlardır. Hz. Muhammed de, hicret esnasında mağarada yol arkadaşına “üzülme Allah bizimle beraber”[[28] derken aynı düşünce ile hareket etmiş, meleklerin mânevî yardımlarını aldıklarını bu sözleriyle ortaya koymuş olmalıdır. Âyetin devamında belirtildiği üzere, Allah’ın kendileriyle beraber olduklarını dilleri ile ifâde ettiklerinde anda rahatlamışlar, bunun üzerine Allah onlara katından bir güven duygusu bahşetmiş ve görünmeyen güçlerle onları desteklemiştir.[29]]

Allah Teala, gerçek mü’minlerin kalplerine îmânı nakşetmiş ve rûh (ilâhî ilham) ile onların yanında yer almıştır.[30]
Meleklerini de bu ilahî ilhamı ulaştırmakla görevlendirmiştir.[31]
Kur’an’ın ifâdesine göre Hz. Îsâ’da aynı şekilde kutsal rûh (ilâhî ilham) ile güçlendirilip, desteklenmiştir.[32]
Rasûlullah’ın ashabtan şâir Hassan b. Sabit’e “Ruhü’l-kudüs (ilâhî ilham)” nimetini bahşetmesi için dua etmesi de ilâhî ilhâmın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.[[33]]
Dâvâlarının haklılığına olan güçlü bir inançla dopdolu bir grup insan, Allah’ın gönderdiği bu yardımla, benzer inançtan yoksun sayıca ve maddî bakımdan üstün düşmana karşı zafer kazanmışlardır.[[34]]

Dolayısıyla önemli olan; bu yardımı hak edebilmek için sağlam bir îmâna, güçlü bir iradeye ve sadece Allah’a yönelmeye olan ihtiyaçtır.[[35]]
Bu gerçekleştirildiğinde gözle görülmeyen ama kalpte hissedilen o güven duygusu, cesâret ve motivasyon ile harekete geçen mü’minler, mücâdelelerini mutlak surette kazanacaklardır. Bu itibarla meleklerin yardımlarının olduğu muhakkaktır. Ancak onun mâhîyetinin nasıl olduğu ise tam olarak bilinmemektedir.

Hıristiyan ve Yahûdîler’in peygamberlerini “Allah’ın oğlu” diyecek kadar aşırı yüceltmelerinde yaptıkları yanlışa düşmeden, elbette Hz. Peygamber’in de övülmesi gerekmektedir. Ancak ölçü kesinlikle kaçırılmamalıdır. O, hayatında iken bu ölçünün kaçırılacağı tehlikesini görmüş ve sahâbîlerini uyarmıştır.[[36]]
Nitekim, onun Mûsâ’dan ve diğer bütün peygamberlerden üstün olduğu şeklindeki konuşmalar üzerine, şu açıklamalarda bulunmak zorunda kalmıştır. “Beni Mûsâ’dan üstün tutmayın! İnsanlar kıyâmet günü bayılacaklar, bende onlarla birlikte bayılacağım. Ayıldığımda Mûsâ’yı Arş’a[[37]] sıkı sıkıya tutunmuş bir vaziyette göreceğim. Bilmiyorum, o da bayılıp benden önce mi ayılacak, yoksa Allah bundan onu istisna mı tutacak?”[[38]]

Bakara sûresinin ilgili âyetini[[39]] tefsir eden Kurtûbî de (671/1272) Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemenin câiz olmadığını belirterek bunun âyetin açık anlamına aykırı olduğunu ifâde etmiştir.[[40]]

Dolayısıyla Hz. Peygamber’in de insan olduğu, Allah’ın koyduğu kurallara uygun hareket ettiği, tedbirler aldığı, bununla beraber meleklerin de mânevî yardımlarının olduğu bir bütün halinde ve dikkatle okuyucuya sunulmak durumundadır. Hz. Peygamber beşer üstü görülüp öyle tavsîfe kalkışılınca bir takım aksaklıkların meydana gelmesi kaçınılmazdır.[[41]]

Konuların ve kişilerin abartılması, ifrat ve tefrit noktasında gidip gelinmesi, Hz. Muhammed’in (sav) efsânevî, esrârengiz, neredeyse beşerî hüviyetinden tecrit edilip adeta melekleştirilmesi doğru değildir. Aksi halde dünyada karşılaşılan problemlerin çözümü her geçen gün daha da zorlaşacaktır. Zîra çok boyutlu düşünülmeden konulan tek taraflı yanlış teşhisler, tedâviyi imkansızlaştırabilmektedir. Nitekim Müslümanların ekserisinin bugünkü hali bu durumun apaçık bir göstergesidir.

Bir diğer rivâyette, Hz. Âdem’inHz. Muhammed’i görmek istediği, ancak Allah’ın, onun sadece nûrunu görebileceğini bildirdiği, bunun üzerine Hz. Muhammed’in nurunun Hz. Âdem’in eline geldiği, oradan şehâdet parmağına ulaştığı, Hz. Âdem’in o nuru görünce, parmağını kaldırıp şehâdet getirdiği, ondan dolayı şehâdet parmağını kaldırmanın sünnet olduğu[[42]] anlatılırken de Hz. Muhammed aşırı derecede yüceltilmektedir. Oysa Hz. Peygamber olduğu gibi bütün yönleriyle tanıtılmalıdır.[[43]]
Ahmed Bîcân’ın eserinde buna benzer yanlış peygamber tasavvurunu yerleştiren ve destekleyen çok sayıda rivâyet bulunmaktadır.[[44]]

Ahmed Bîcan, eleştirel bir bakış açısıyla meselelere yaklaşmadığı ve genellikle rivâyetleri olduğu gibi alıp aktardığı için olsa gerek yanlış tasavvurların ortadan kaldırılmasına katkı sağlayamamıştır. Nitekim, peygamberlerle ilgili bilgiler verirken, her peygamberin hayatından değişik tablolar yansıtmış, fakat konuyu onların kaç yıl yaşadıklarını söyleyerek kapatmıştır.[[45]]
Oysa, hayatını anlattığı peygamberlerle ilgili bölüm sonlarında çarpıcı mesajların verilmesi, onların yaşamlarından çıkartılacak derslere işâret edilmesi, çok daha anlamlı olabilirdi.
Ama o, böyle bir anlatım tarzından daha ziyâde, insanların çoğunluğunun hoşuna gidecek ve herhangi bir sorumluluğu gerektirmeyecek hususları ön plana çıkarmayı tercih edebilmiştir.
Böylelikle insanlar pek o kadar da önem arz etmeyen ve faydası da sınırlı olan peygamberlerin yaşam sürelerine odaklandırılmışlardır. Elbette insanların ilginç konuları merak edip öğrenmek istemeleri normaldir. Ancak zor fakat gerekli olan şeylere vurgu yapılması, peygamberlerin örnek alınacak yönleri üzerinde daha fazla durulması, onların çalışmaları, gayretleri, fedâkarlıkları, azimleri, sabırları, kararlılıkları ve cesaretlerinin insanlara model olarak sunulması kanaatimizce çok daha büyük önem arz etmektedir.

Netice îtibârıyla, Envâru’l-Âşikîn’de yer alan yanlış ilah tasavvurlarının değiştirilmesi gerektiği gibi, peygamber anlayışlarının da yeniden gözden geçirilerek düzeltilmesi ve bütün peygamberlerin abartılmadan en güzel ve en doğru şekilde gelecek nesillere ve tüm insanlığa tanıtılması için çaba sarf edilmesi gerekmektedir.

son
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
3- Envâru’l-Âşikîn’de Yanlış Bir Kur'an Anlayışı
Resim-149.jpg


Ahmed Bîcân’ın eserinde rastlanılan yanlış anlayışlardan bir diğeri de Kur’ân tasavvurudur. Nitekim, nakledilen bir rivâyette, âhirette Allah’ın görülmesinden önce diğer bütün peygamberlerin kendilerine inzal edilen kitapları okuyacakları, onların okuyuşlarını tamamlamalarından sonra da, Hz. Muhammed’in Kur’ân’ı başından sonuna kadar okuyacağı ve sonrasında Allah’ın görüleceği haber verilmektedir. [AHMED BÎCAN, s. 436]

Burada Kur’ân-ı Kerim’in son olarak tilâvet edilmesiyle Allah’ın görülmesi arasında, bir ilişki kurulurken, Kur’ân’ı anlamanın değil, okumanın ibâdet olduğu gibi bir izlenimin oluşturulması isâbetli değildir. Çünkü Kur’ân orada değil, burada okunup anlaşılmak ve yaşanmak için gönderilmiş bir kitaptır.

Bahsedilen rivâyetin öncesinde ve sonrasında bu hususa dâir yeterli ve kuvvetli vurguların yapılmadığı görülmektedir. Bu ve benzeri rivâyetlerde, sürekli Kur’ân’ı yüzünden okumaya yapılan teşvikler, âdetâ Müslümanların çoğunluğunun ortak bir kanaati haline gelmiş bulunmaktadır. [Kırbaşoğlu, yanlış Kur’an tasavvurunun düzeltilmesi, sağlıklı ve gerçekçi bir hâle getirilmesi ve Kur’an’ın bir tilâvet ve sevap kitabı olmaktan ziyade, yol gösteren bir hidâyet kaynağı olduğu gerçeğinin unutulmaması gerektiğini belirtmektedir. Bkz. Alternatif Hadis, s. 346]

Bugün gelinen noktada daha rahat görüleceği üzere Kur’ân’ı anlamaya yoğunlaşmak çok daha önemlidir. Sadece namaz kılarken, yüzünden ve mânâsı üzerinde düşünmeden yapılan bir okuma ideal bir okuma değildir. Bu durum; Kur’an’ın gönderiliş maksadını kavramaya çalışmamak demektir. Bu nedenle dirileri uyarmak, [En’âm, 6/19, 92; İbrâhim, 14/52; Meryem, 19/97; Enbiyâ, 21/45; Kasas, 28/46; Secde, 32/3; Fâtır, 35/33; Yâsîn, 36/6,10, 11, 70; Şûrâ, 42/7; Ahkâf, 46/12; Naziât, 79/45]
- açıklanmak, [Bakara, 2/118, 219; Âl-i İmrân, 3/118, 138, 187; Mâide, 5/75; İbrâhim, 14/4; Nahl, 16/44, 64, 89; Hadîd, 57/17]
- anlaşılmak [Bakara, 2/44, 266; Nisâ, 4/82; Yûnus, 10/24; Yûsuf , 12/2; Nahl, 16/69; Enbiyâ, 21/10; Sâd, 38/29; Zümer, 39/42; Zuhruf, 43/3; Câsiye, 45/13; Muhammed, 47/14; Haşr, 59/21]
- ve yaşanmak [Bakara, 2/62; Mâide, 5/69; Kehf, 18/110; Gâfir, 40/40; Fussilet, 41/33, 46; Mülk, 67/2] maksadıyla gönderilmiş[Bakara, 2/231, 285; Nisâ, 4/136; Mâide, 5/67; En’âm, 6/92, 155; İbrâhim, 14/1; İsrâ, 17/106; Furkân, 25/1; Ankebût, 29/47; Zümer, 39/23, 41] bir kitabı ve O’nu gönderen Yüce Yaratıcı’yı hakkı ile takdir edebilmenin[En’âm, 6/91; Hac, 22/74; Zümer, 39/67] yolu, Kur’ân-ı Kerim’e sımsıkı bir şekilde sarılmaktan[Bakara, 2/256; Lokmân, 31/22. Ayrıca bkz. Bakara, 2/63, 93; A’râf, 7/171; Meryem, 19/12] ve ondan gereken dersleri almaktan[Bakara, 2/221; En’âm, 6/80,126, 152; Nûr, 24/1, 27; Secde, 32/4; Sâd, 38/29; Zümer, 39/9; Duhân, 44/58] geçmektedir.

Arzu edilen böyle bir okuma neticesinde Yüce Kur’ân’ın kıyâmete kadar değişmeyecek evrensel ilkeleri mü’minlerin kişiliklerini inşâ edecek ve inananların ahlakları da, Kur’ân ahlâkı[MÜSLİM, 6/Müsâfirîn, 18 (I, 512-513); EBÛ DÂVUD, 5/Tatavvû, 26 (II, 88); TİRMÎZÎ, 25/Birr, 69 (IV, 368); NESÂÎ, 20/Kıyâmü’l-leyl, 2 (III, 199); İBN MÂCE, 13/Ahkam, 14 (II, 782); DÂRİMÎ, 2/Salât, 165 (I, 284); İBN HANBEL, VI, 54, 91, 111, 163, 188, 216] olabilecektir. Dolayısıyla, nakledilen bu rivâyetin sağlam dayanaklardan mahrum olduğu ve Kur’an’ı esas anlamda okumanın âhirette değil, dünyadayken yapılması gerektiğidir.




4- Envâru’l-Âşikîn’de Yanlış Bir Kader Anlayışı
Resim-149.jpg


Envâru’l-Âşikîn’de Ahmed Bîcan, yanlış bir kader anlayışının yerleşmesine neden olan bir takım rivâyetlere de yer vermektedir. Nitekim, hesap gününde günahkarların halinden bahsederken dünyada günah işleyip kendilerini cennete lâyık görmeyen mü’min kimselere karşı Yüce Allah’ın: “Siz benim takdirim ile günah işlediniz ve takdirimden kaçmadınız. Öyleyse şimdide kaçamayacaksınız.” [AHMED BÎCAN, s. 404]
deyip cennete girdirmesini konu edinen rivâyeti naklederken doğru olmayan bir kader anlayışını topluma yansıtmaktadır.

Zîra, kişinin kendi tutum ve davranışlarını, eğilimlerini, irâdesini yok sayan, başına gelen her şeyi Allah’ın takdiri olarak görüp sorumluluktan kaçmayı hedefleyen, “kader mahkumu” anlayışını pekiştiren, hatalarını sorgulamasına imkan tanımayan böyle bir düşüncenin İslâm’ın genel ilkeleriyle bağdaşmadığı görülmektedir. Buna benzer mesajların verildiği bir takım örneklere Envâru’l-Âşikîn’de rastlamak mümkündür. [AHMED BÎCAN, s. 113, 234, 239, 240, 277, 283, 321, 354, 404. Yapılan bir araştırmada bu tür kader anlayışını yansıtan rivâyetlerin, insan sorumluluğunu ortadan kaldıran bir düşünceyi telkin ettiği sonucuna varılmıştır. Bkz. BAĞCI, Hacı Mûsâ, Hadislere Göre Kader Problemi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, AÜ., SBE., Ank., 1993, s. 202-205.]

Elbette kaderi inkar etmek söz konusu değildir. Ancak insan özgürlüğünü ve sorumluluğunu adeta ikinci plana atarak ortaya konulan böyle bir “ilâhî kader” anlayışının[GÜLER, İlhami, “Allah-İnsan İlişkisinin Ahlâkî Boyutu (Allah’ın “kulları” mıyız?)”, İslâmî Araştırmalar, C. 5, S. 3, s. 201, Ank., 1991.] doğru olmadığı ve insanları nemelazımcılığa sürüklediği de bir gerçektir. [GÜLER, İlhami, Allah’ın Ahlâkîliği Sorunu, Ehl-i Sünnet’in Allah Tasavvuruna Ahlâkî Açıdan Eleştirel Bir Yaklaşım, Ankara Okulu Yay., Ank., 2000, s. 152]

İslâm’da sorumluluğun esas merkezinin fert olduğu, herkesin imtihân edildiği, [Bakara, 2/155; Âl-i İmrân, 3/140, 186; Hûd, 11/7; Kehf, 18/7; Muhammed, 47/31; Mülk, 67/2; İnsân, 76/2.]
herkese yaptıklarının karşılığının verileceği, [Nahl, 16/96-97. Ayrıca bkz. Âl-i İmrân, 3/145; A’râf, 7/40, 147, 180; İbrâhim, 14/51; Tâhâ, 20/127; Kasas, 28/84; Sebe, 34/4, 17, 33; Fussilet, 41/27; Saffât, 37/39; Gâfir, 40/40; Câsiye, 45/28; Tûr, 52/16; Tahrîm, 66/7.]
kişinin günahları kendi irade ve arzusu ile işlediği, dolayısıyla da sonuçlarına katlanması gerektiği açık ve net bir şekilde ortaya konulmaktadır. [Zilzal, 99/7-8; Şems, 91/9-10; Zümer, 39/70; Gâfir, 40/17; Ankebût, 46/19; Necm, 53/39-41. Ayrıca bkz. Meryem, 19/93, 95]

Bu itibarla, insanlara yaptığı bütün eylemlerin sorumlusunun kendisi olduğunun öğretilmesi ancak doğru bir kader anlayışıyla mümkün olabilecektir.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
5-BÜYÜKLERİN YANINDA ÇOCUK SEVİLMEZ ANLAYIŞININ PERDE ARKASINDA NELER VAR?

Resim-149.jpg


Ahmed Bîcan’ın, “nakildir ki” diyerek aktardığı bir rivâyette ise; “Hz. Peygamber’in, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (61/680) onlar daha küçük iken dizine oturtup, şefkat ederek sevdiği, Hasan’ı ağzından, Hüseyin’i de boynundan öptüğü anlatılmaktadır. [Rivâyetin bu kısmıyla ilgili Hz. Peygamber’in Kütüb-i Sitte’de yer alan sözleri ve uygulamaları bilinmektedir. Nitekim, O, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkında: “Onlar benim dünyadaki iki demet çiçeğimdir” demektedir. Bkz. BUHÂRÎ, 62/Ashâbü’n-Nebî, 22 (IV, 217), 78/Edeb, 18 (VII, 74); TİRMÎZÎ, 46/Menâkıb, 30 (V, 657). Aynı şekilde Hz. Hasan’ı kastederek: “Allah’ım ben onu seviyorum, sen de sev. Onu seveni de sev” diye dua etmektedir. Bkz. BUHÂRÎ, 62/Ashâbü’n-Nebî, 22 (IV, 216-217); MÜSLİM, 43/Fedâilü’s-Sahâbe, 8 (II, 1882-1883); TİRMÎZÎ, 46/Menâkıb, 30 (V, 656-657, 661).]
Bunun üzerine Cebrâil’in derhal üç şal getirdiği, kara, sarı ve kırmızı renklerdeki bu şalları, Allah’ın gönderdiğini söylediği ve Hz. Muhammed’e şöyle demesini emrettiği haber verilmektedir: “Reva mıdır beni nice seversin ki, karşumda oğlanlarını öpersin? Benim aşkım onu ister ki, benden gayri nesne sevmeye. Bu kara donu sen giy, zîra yas donudur. Bu sarı donu Hasan giysin ki, ağu (zehir) içecektir. Ve kızıl donu Hüseyin giysin ki, şehid olup kanı bulaşır” [AHMED BÎCAN, s. 266] dediği nakledilmektedir.

Bu rivâyette anlatılanlarla kıssacıların anlattıkları arasındaki paralellik dikkatleri çekmekte ve duygusal yanı ağır basan üslup kendini hemen belli etmektedir. Zîra Yüce Allah’ın böyle bir şey yapmayacağı gâyet açık ve nettir. Nitekim, Hz. Peygamber’in vefâtı esnasında henüz yedi ve sekiz yaşlarında olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i en sevimli oldukları, sevgiye ve ilgiye en fazla ihtiyaç duydukları bir çağda sevmesi ve öpmesinden daha doğal bir şey olamaz. Dolayısıyla, son derece tabii olan torun sevgisinin bu şekilde cezalandırılmasını anlamak güç görünmektedir.

“Büyüklerin yanında çocuk sevilmez” anlayışının arkasında yatan temel sebeplerden bir tanesi de, rivâyette verilen bu açık ama yanlış mesaj olsa gerektir.

Çocukları çok seven ve sevilmesini tavsiye eden, onların başını okşayıp hayır dua eden; [BUHÂRÎ, 47/Şirket, 13 (III, 113); 80/Daavât, 31 (VII, 156); 93/Ahkam, 46 (VIII, 124)]
- torunu Hüseyin’i omzuna bindirip gezdiren;[TİRMÎZÎ, 46/Menâkıb, 30 (V, 661).]
- çocuk ağlaması duyunca namazı kısaltan;[BUHÂRÎ, 10/Ezan, 65 (I, 173-174); MÜSLİM, 4/Salât, 37 (I, 342-343); TİRMÎZÎ, 2/Salât, 159 (II, 214); NESÂÎ, 10/İmâmet, 35 (II, 94-95)]
- sefer dönüşlerinde kendisini karşılayan çocukları bineğine alıp önüne ve arkasına oturtan;[BUHÂRÎ, 26/Umre, 13 (II, 204); 56/Cihad, 196 (IV, 39); 77/Libas, 99, 100 (VII, 67, 68); MÜSLİM, 43/Fedâil, 11(II, 1885); NESÂÎ, 24/Menâsik, 121 (V, 212); EBÛ DÂVUD, 15/Cihad, 54 (III, 59).]
- ilk önce olgunlaşan meyveler kendisine getirildiğinde, bereketli olmaları için dua ettikten sonra, orada bulunan en küçük çocuğa vermeyi âdet edinen;[MÜSLİM, 15/Hac,85 (I, 1000)]
- savaşlarda çocuklara zarar verilmesini yasaklayan; [BUHÂRÎ, 56/Cihad, 147, 148 (IV, 21); MÜSLİM, 32/Cihad, 8 (II, 1364); TİRMÎZÎ, 19/Siyer, 48 (IV, 162); 14/Diyât, 14 (IV, 22-23); EBÛ DÂVUD, 15/Cihad, 11 (III, 121)]
- kucağına sevmek için aldığı bebeğin elbisesine idrarını yapmasına kızmayıp su ile temizleyen[BUHÂRÎ, 80/Daavât, 3 (VII, 156).] ve bu durumu hoşgörü ile karşılayan bir Peygamber’in Allah tarafından böyle azarlandığı ve başına gelecek felâketlerin önceden ona haber verildiği insanlara aktarılacak olursa, doğal olarak bu kimseler de, çocuklarına karşı sevgilerini gizleyecekler, büyüklerinin yanında çocuklarını sevemeyecekler ve ayıplanacakları korkusuyla da öpemeyeceklerdir. Büyüklere saygısızlık olarak değerlendirilen böyle bir anlayışın, günümüzde bazı bölgelerde hâlâ geçerliliğini muhâfaza ettiği bilinmektedir. Çocuk sevgisini insanın kalbine koyan Allah, bu sevginin ölçülü olmasını istemekte ve bunun bir imtihân nedeni olduğunu bildirmektedir.[Âl-i İmrân, 3/14; Enfâl, 8/28; Teğâbün, 64/15]

Bu sevgide aşırıya kaçılmadığı ve sevgiler karıştırılmadığı sürece insanı Allah’tan uzaklaştırmayacağı, aksine O’na yaklaştıracağı gerçeği ortadadır. Zîra bu durum, kişinin Yüce Allah’ı daha çok şükreden bir kul olmasına vesile olabilir. Çocukları kendisine verenin ve alanın Allah olduğunu bilen bir kimse için bunun bir problem teşkil etmeyeceği bilinmektedir.[Bakara, 2/155-156]

Dolayısıyla meşrû çerçevede eş, çocuk ve mal sevgisinin olmasında herhangi bir sakınca yoktur.[Furkân, 25/74; Kasas, 28/77; Rûm, 30/21]
Netice îtibârıyla, Hz. Peygamber’in sözleri ve uygulamalarıyla bağdaşmayan ve âyetlere ters düşen bu rivâyetin uydurma olması kuvvetle muhtemeldir. Bu tür rivayetlere karşı çok dikkatli olunması gerekmektedir.




6- ÇOCUKLARI CAMİDEN KOVAN ZİHNİYETİN PERDE ARKASI

Resim-149.jpg


Ahmed Bican’ın yazmış olduğu ve halk arasında yaygın olarak okunan Envâru’l-Âşikîn adlı eserde çocuklara bakışı yansıtan bazı menfî örnekler de bulunmaktadır.
Mesela, çocuklarla delileri camiye sokmayı küçük günahlardan sayan anlayış bunlardan birisidir.[AHMED BÎCAN, s. 309. Hz. Peygamber’in söylemesinin düşünülemeyeceği ve kuşku ile karşılanması gereken bu rivâyet İbn Mâce’de yer almaktadır. Bkz. İBN MÂCE, 4/Mesâcid, 5 (I, 247).]

Oysa kızı Zeynep’in çocuğu Umâme’yi secdede iken yere bırakan, ayağa kalkarken de kucağına alan ve bu şekilde insanlara namaz kıldıran bir Peygamber’in [MÜSLİM, 5/Mesâcid, 9 (I, 385-386) .]
böyle bir şey söylemeyeceği düşünülmeksizin bu tür rivâyetlerin nakledilebildiği görülmektedir.

Bugün bile camilerde bazı ihtiyarlar tarafından küçük çocuklar, çeşitli bahanelerle, kollarından tutulup arka taraflara itiliyor ve sert bir muameleye maruz kalıyorlarsa, yanlış anlaşılmaya müsâit bu tür mesajların tesirinde kalmış olmaları kuvvetle muhtemeldir. Aksi halde böyle bir tavır sergilemez, çocuklara Hz. Peygamber gibi sevgi, şefkat ve merhametle muamele eder, onların başlarını okşar, hediyeler alır, güler yüzlü ve tatlı dilli olurlardı. Onları incitmekten ve camiden soğutmaktan kaçınırlardı.

Bu itibarla, aklî dengesi yerinde olmayanlarla küçük çocukların camiye gelmelerine müsaade etmemenin ve bunu küçük günah olarak değerlendirmenin, Hz. Peygamber’in uygulamalarıyla bağdaşmayan duygusal bir karar olduğu düşüncesindeyiz.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
El Futûhât El-Mekkiyye - Fusûsül Hikem : Muhyiddin-i Arabi

1


getimageV2.asp
getimageV2.asp


Çünkü bu kitap, nefis arzularından münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en kudsî makamdan indirilmiştir. Çünkü ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim ve bu yazılı kitapta ancak bana indirilmiş olan hakikatleri dile getirdim
(Fusûsül Hikem. Muhyiddin-i Arabî. M.E.B Çev:Nuri Gençosman s.20)

Söylediğim her şeyi, bana Tanrı haber verdi… O, bana imlâ ediyor ve ben (bunları) kendi elimle yazıyordum… Benim lisânım, Hakk’ın lisanıdır, sözüm O’nun sözüdür
(El Futûhât El-Mekkiyye. Muhyiddin-i İbn Arabî. Kültür Bakanlığı/1184
Çev: Prof.Dr.Nihat Keklik divandan nakille s.455)

Biz, bütün söylediklerimizde ancak ALLAH’ın bize ilka ettiği (ulaştırdığı) şeye dayanırız
(El Futûhât El-Mekkiyye.S.19)
Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir.
(El Futûhât El-Mekkiyye. S.25)

Oysa Rabbımız (c.c) böyleleri hakkında ne buyuruyor;

Elleriyle (bir) kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, "Bu ALLAH katındandır" diyenlere yazıklar olsun..! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların! (Bakara/79)

Muhyiddin-i Arabî Fusûsül-Hikem'de geçen şiirlerinde şunları söylüyor:

"Bir vakit olur ki kul şüphesiz Rab olur.
Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derekesine iner.
ALLAH beni över, ben de O’nu. O bana kulluk eder, ben de O’na.
Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin hepsisin.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerine benzemez. İkisi birdir amma aralarında tecelli farkı vardır"
(Said Nursi benzer ifadeleri Ebu Talib için anlatıyor. Mektubat.s.366)

İster Hakk ol, ister Halk ol, ALLAH ile Rahman olursun (Fusûsül Hikem.s.83,93,95,104,190)
diyen İbn Arabî;

Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusül) ile onu temizlemiştir (Erkeğin) ALLAHı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmelidir. ALLAH maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilemez
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118) der.

Tasavvufun Şeyh-i Ekberi teslis inancından daha çok ileri giderek, ALLAHın leş ve putlarda, Samirî’nin buzağısında, Hz.Musa’nın Firavun’unda ve pislik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp günah bataklığına taşıyan ahlaksız kadının vücuduna büründüğünü (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118 ) söylediği bir tanrı anlayışına sahiptir.

İbn Arabî’nin bu görüşlerini değerlendirecek olursak;

“İslâm’a göre yıldızlara tapanlar kafir olmuşlardır. Buzağıya tapan Yahudiler de kafir olmuşlardır. Hıristiyanlarda üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kafir olmuşlardır. Cahiliye Arapları da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle yöneldikleri gibi, ölümden sonra da benzer umut ve emellerle kendileriyle ALLAH arasında aracılıklarını sağlamak için putlara taptıklarından dolayı kafir olmuşlardır. Bütün bu gruplar ve insanlar ALLAHtan başka varlıklara taptıkları için kafir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran İbn Arabî ve benzerleri için İslam’ın hükmü nedir? Her şeye ibadete devam eden bu gibileri için ne diyeceksiniz..?
( Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.120 )

İmam İbn Teymiyye vahdet-i vücut ve Ehl-i vahdeti değerlendirdikten sonra şu ifadelerle sözünü tamamlar:
Bunlardaki küfür ne Yahudilikte ne Hıristiyanlıkta ve ne de müşrik Arapların putperestliğinde yoktur.
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118)


Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu;

Benimle peygamberler zümresinin benzeri, şu kimsenin benzeri gibidir: O kişi bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu vaziyette insanlar binaya girip gezmeye başlarlar. Ve (o eksik yeri görüp) hayret ederek: Şu bir tuğlanın yeri boş bırakılmış olmasaydı! derler. İşte ben, o (yeri boş bırakılan) kerpicim; ben Hatemun-Nebiyyinim (Peygamberlerin sonuyum)
(İman Üzerine. İbn Teymiyye, Pınar Yay.s.77)

İbn Arabîi aslında duvardaki boşluğun bir değil iki kerpiçlik yer olduğunu, ne ki biri altın biri gümüş olan bu iki kerpiçten hatemül-enbiyâyı (nebilerin sonuncusu) temsil eden gümüş kerpici ALLAH Rasûlünün gördüğü halde “hatemü’l-evliyâ (velilerin sonuncusu)’yı temsil eden altın kerpici göremediğini bu hadisiyle belli ettiğini söyler. Halbuki bu ikisi birden olmayınca nübüvvet duvarı asla tamamlanmayacaktır der.

Eserinde nebilerin sonuncusu olan Rasûlü temsil eden kerpicin gümüş, velilerin sonuncusu (hatemül-evliyâ)yı temsil eden kerpicin de altın olmasını nübüvvetin zahir, velayetinse batın oluşuyla açıklar. Hatemül evliyânın İbn Arabî’nin kendisi olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur sanırız.

Tahavi akaidi şarihi yukarıdaki satırları kastederek der ki; Verdiği örnekte nefsini altın kerpiç, ALLAH Rasûlü’nü gümüş kerpiç olarak gösterenden daha kafir kim olabilir?


ALLAHın Rasûllerine inen bize de ininceye kadar iman etmeyeceğiz (En’âm/124) diyen kimselerin küfründen daha beterdir.

İbn Arabî bir şiirinde şöyle der: Nübüvvet makamının mevkii rasûlün üstünde ve velinin altında bir yerdir.
(Şerhu Akidetü’t-Tahaviye,II/743). (Buhari.C:7 s.3331,3332)

İbn Arabî gibi ya Benden sonra peygamber yoktur.sözünün sahibinin (Peygamberimizin) doğru söylediğine inanarak veya başka bir endişeye dayanarak kendilerini peygamberlik sevdasına kaptırmayanlar ve bu iddia ile ortaya çıkmayanlar peygamberlikten bile daha yüksek bir derecenin cazibesine kapılarak velilerin sonuncusu, peygamberlerin sonuncusundan daha büyüktür. Çünkü peygamberler ancak bir aracı vasıtası ile ALLAH’tan bilgi alabilirken veli bu bilgiyi aracısız olarak doğrudan doğruya alabilmektedir demişlerdir.
(İman Risalesi. M. İslâmoğlu. S98,99; Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm. s.154-155,193; İbn Arabî ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: İmam İbn Teymiyye Külliyat C:2s. 163)

Velinin Peygamberden üstünlüğünün bir diğer sebebi de dinin onun eliyle tamamlanmış olmasıymış.
(İman Üzerine, İbn Teymiyye, Pınar Yay. S.192; Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.193; Bkz: Said Nursi’nin; vahyin vasıtalı ilhamın vasıtasız oluşuna dair görüşleri. İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. Said Nursi. S.291)

Kurân âyetlerini tahrif ederek kafir Hûd kavminin sırat-ı mustakim üzere olduklarını, Firavunun iman-ı kamil bir mümin olduğu gibi, Nûh kavminin de mümin bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı ALLAH, onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığını, nimetini tatmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz.Harunun İsrailoğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığını, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun sûretinden bir sûret olduğunu, Nûh kavminin Ved, Yegus, Yeûk, Suva ve Nasr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü olduklarını, tatlılık kökünden gelen azabın gerçekte rahmet ve hoş bir şey olduğunu, rahmete uğramayan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığını, bir şey var olmadan önce ALLAHın onu bilemeyeceği, çünkü bir şeyin varlığının ALLAHın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri şeyleri söylemesine rağmen İbn Arabî bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasûlullahtan, hatta ALLAHtan aldığını söylemiş ve Rasûlullahın, kendisine bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini de iddia etmiştir.

Kur’ân ve sahih sünnete açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu şeylere rağmen, İbn Arabî bunları söylediğinden günümüze kadar adı müslüman olan yığınlardan pek çok taraftar ve sempatizan bulmuş, fikirleri İslâm dünyasında alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca La ilahe illALLAH Muhammedun Rasûlullah diyen İslâm ümmeti içinde evliyânın kutbu ve efsiyanın büyüğü olarak görülmüş, adı binbir takdis ve tazimle anılmıştır; hâlâ da anılmaktadır. Bu da İslâm aleminde zamanla kavramların nasıl saptığını ve değer yargılarının özelliğini nasıl yitirdiğini açıkça ifade etmektedir.
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.193)

Şunu da belirtelim ki , eğer bu adamların ne dedikleri iyice incelenirse görüşlerinin ilahiyatçı dehrilerinkinden daha sapık olduğu ve üzerinde iyi üşünülen tabiatçı dehrilerin görüşlerine (Ateist) katıldıkları anlaşılır.
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.125,126)

DİNİ DOĞRU ANLAMAK AHMET Y. ÖZÜTOPRAK
getimageV2.asp







*********************************

Tefsir-i Kebir TEVİLAT : Muhyiddin-i Arabi
( 2 CİLT ) , KİTSAN BASIM YAYIN

28032411565261282.jpg


Kitabın önsözünde yazan küfür sözler :


beyazkose.gif


beyazkose.gif



beyazkose.gif


Muhyiddin İbn ArabiKİTSAN BASIM YAYIN"Allah'a ve Resulüne, Resulünün getirdiklerine, mücmel ve mufassal olarak, bize ulaşsın, ulaşmasın kesin bir şekilde iman ettik. Bu akideyi taklidi olarak anne ve babamdan aldım. Caizlik, helallik ve vaciplik ile ilgili olarak akli düşüncenin hükmü nedir, bilemezdim o zamanlar. Ben, buna dair imanıma dayalı olarak amel ettim. Ta ki nereden ve neden iman ettiğimi bilinceye kadar. Allah gözlerimi, basiretimi ve hayalimi açtı. Bu yüzden mesele benim için doğrudan müşahede düzeyine ulaştı. Taklide dayalı olarak tahayyül edilen ve vehmedilen hüküm de mevcuttu. Derken tabî olduğumun, yani Hz. Muhammed'in (s.a.v) değerini bildim. Bütün Nebileri müşahede ettim. İcmali olarak iman ettiklerimin tümüne muttali oldum. Nitekim görüp bizzat müşahede etmemden elde ettiğim ilim önceki imanımla çatışmadı. Bu yüzden ne söylüyor ve ne yapıyorsam Nebînin (s.a.v) sözüne dayanarak söylüyorum, yapıyorum, kendi ilmime, bizzat gözlemime ve müşahedeme dayanarak değil. İman ile gözlem arasında bir denge kurdum. İşte tabi olma bağlamında çok değerli bir tutumdur bu."
- "Yüce Allah, varlık âleminde yazılı olan her şeyi kalplere ilham yoluyla yazdırır. Çünkü âlem, yazılmış ilahi bir kitaptır."
- Allah'a yemin ederim ki, burada içime atılan ilahi imla, rabbani ilka veya ruhani üfleme olmayan tek bir harf dahi yazmış değilim. İş tamamen bundan ibarettir. Bununla beraber biz, şeriat koyan Resuller olmadığımız gibi teklif getiren Nebîler de değiliz.
MUHYİDDİN İBN ARABİ



kitapyurdu: kitap - Tefsir-i Kebir Te'vilat (2 Cilt) - Muhyiddin İbn Arabi, tefsir-i kebir te'vilat (2 cilt), TEFSIR-I KEBIR TE'VILAT (2 CILT),
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Fusus Ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları

2

17-5929789759970727.jpg


Abdulkadir Geylani'nin İbnu'l Arabi'nin geleceğini haber vermesi (S.8-9)

Seyyid Abulkadir Geylânî'nin "benden sonra Mağrip diyarından aziz bir zât zuhur edecektir, bu hırkayı ona teslim ediniz" diye vasiyet ettiği hırkanın Abdulkadir'in veresesi tarafından kendisine verildiğini sonra onu manevî oğlu Sadruddin Konevi'ye teslim ettiğini FasI ul-hitap adlı eserinde yazmaktadır.

Muhyiddin Arabi'nin Hz. Muhammed (a.s)'e iftirası (S.11)

Fusûs ul-hikem, Muhyiddin-i Arabi'nin 627 hicret yılında Şam'da bulunduğu sıralarda bir gece görmüş olduğu gerçek bir rüyan'ın ilhamıyla yazılmıştır. Şeyh o gece mâna âleminde Hazret-i Peygamber'i görüyor, elinde bir kitap tutmuş, kendisine hitap ederek, "bu, Fusûs ul-hikem kitabıdır. Bunu al ve halkın faydalanması için muhteviyatını açıkla" diyor.
Şeyh de Yüce Peygamber'in bu manevî işaretine uyarak hemen Cenab-ı Peygamber'den aldığı emir ve ilham çerçevesi içinde, kitap muhtevasını, artıksız ve eksiksiz olarak, olduğu gibi naklediyor, daha doğrusu Hazret-i Peygamber'den aynen nakil ve tercüme ediyor.

Fusus ul-Hikem'in bir hadis kitabı gibi telaki edilmesi yalanı (S.12)

Fusûs ul-hikem'in doğrudan doğruya Hazret-i Peygamber tarafından Şeyh-i Ekber'e talim ve telkin edilmiş bir eser olduğuna göre, Şeyhin taraftarlan bu hususta şüphe ve tereddüde mahal olmadığını ve Şeyh'e hâşâ yalan isnatı varit olamayacağını söyliyerek mevzu ve gayesi iman ehlinin irşadına matuf olan bu eserin biı hadîs kitabı gibi telâkki edilmesi gerekli bulunduğunda ittifak etmişlerdir.

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep o'dur. Yalanı (S.13)

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep O'dur.O'nun dışında, O'nun varlığı haricinde hiçbir varlık tassavur edilemez. Çünkü Vücut birdir.

Arabi , yalanlarına Hz. Muhammed'i alet ediyor.(S.19)

627 hicret yılı Muharrem ayının son günlerinde, Şam'da (bulunduğum sıralarda) Tann Peygamberi Hazret-i Muhammed'i gerçek bir rüya âleminde gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana buyurdular ki, bu Fusûs ul-hikem = (Hikmetlerin özü) kitabıdır. Bunu al ve halka açıkça anlat da bu hikmetlerden herkes faydalansın.

Arabi, Allah'ı (haşa) kendine kul ediyor. Şirki (S.83)

Allah beni över, ben de Onu. O bana kulluk eder, ben de Ona,
Bir halde ben Onu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişiklikiği görünce inkâr ederim.
Bizden nasıl vazgeçebilir? Ben Ona müsaade eder ve Onu zuhur alanına çıkarırım.



"Bir vakit olur ki, kul şüphesiz rab olur." İftirası (S.95-96)


ŞİİR
Bir vakit olur ki Kul şüphesiz Rab olur. Başka bir vakitte de iftirasız kulluk ve derekesine iner.
Kul kulluk derekesine inerse Hak ile genişler. Rab olursa yaşayışı daralır.
Kul oluşundan dolayı nefsinin aynını görür, dilekleri şüphesiz Hak'tan genişler.
Rab oluşundan dolayı da Mülk ve Melekûl âlemlerindeki bütün mahlûkların kendisinden bir şey istediklerini görür.
Halbuki onların dileklerini yerine getirmek ten zâtiyle âcizdir. Bundan dolayı bazı arifler bu yüzden ağlarlar.
O halde sen Rabb'ın kulu ol, Onun kulunun Rabb'ı olmaya bakma; sonra bu ilgi sebebiyle ateşe ve erimeye mahkûm olursun.

"Sen kulsun ve sen Tanrı'sın." İftirası (S.101)

Sen kulsun ve sen Tanrı'sın; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir.
Sen Tanrısın ve kulsun; çünkü sözleşmenle kendini Tanrı'ya bağladın.
Şahsın taşıdığı her akideyi o akideden başka inancı olanlar çözebilir.


"Küfür ve isyan ehli cehenneme girse de orada lezzet vardır." Yalanı (S.104)

ŞİİR

Hakk'ın yalnız va'dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair açık bir alâmet yoktur.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez. İkisi de birdir amma araların da tecelli farkı vardır.
- Onların cennetine tatlılığından dolayı azab denir. Bu azab sözü onda gizli olan lezzet için bir kabuk gibidir. Kabuk ise özü koruyan bir şeydir.

"Tek varlıktan başka varlık yoktur. Nur ve zulmet aynıdır." Yalanı (S.152)

---- Var olan kimdir? Varlık nedir? Varlıkta bir belirme vardır. O beliren var olan zâtın kendisidir.
Onu umumîleştiren, hususleştirmiş oldu. Onu hususî gören de umumîleştirmiş oldu.
Tek varlıktan başka varlık yoktur. Şu halde Nur ile Zulmet aynıdır.
Bu hakikatten gafil olan kimse, nefsinde perdeler bulur.


"Biz Allah'ın insan kılığına giren belirtileriyiz." Yalanı (S.190)


ŞİİR
Eğer o olmasaydı veya biz olmasaydık, olan şeyler olmazdı.
Şu halde biz hakikatte kullarız. Allah da muhakkak bizim mevlâmızdır.
Sen veya ben insan dediğimiz vakit, biz onun aynı, yani insan kılığına giren belirtisi oluruz.
Şu halde sen insan sıfatı ile perdelenme, sana bir delil de gösterdi.
İster Hak ol, ister halk ol, Allah ile Rahman olursun.


"Allah Firavunu pak ve temiz öldürdü." Yalanı (S.300-301)

Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah'ın kendisine verdiği iman sayesinde Musa onun için de göz nuru oldu. Şu halde Allah, (bu yüzden) Firavun'un pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fena amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah onun ruhunu yeni bir günah işlemeden önce ve imana geldiği anda kabz etti. Halbuki İslâm (Yani Hakk'ı teslim ve tasdik) evvelce geçmiş olan günahları ortadan kaldırır. Allah, bu İlim ve mazhariyeti dilediği kimse için âyet ve alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse İlâhî rahmetten umut suzluğa düşmesin. Çünkü kâfirlerden başka hiç kimse Tanrı rahmetinden umut kesmez.
Şu halde Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı imana yanaşmazdı. Demek ki, Firavun'un eşi Asiye'nin kendi hakkında "o, benim ve senin için göz nuru olsun, onu öldürmeyin, ola ki yakında bize faydası dokunur" dediği gerçekleşti ve iş böyle oldu. Gerçi her ne kadar Musa'nın Firavun mülkünü ve adamlarım öldürmeye muktedir bir Nebi olduğuna (kan ve kocadan) ikisinin ve şuuru yoktu. Fakat Allah, Musa ile her ikisine de menfaat verdi.

Fusus ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları, İst-1992
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Muhyiddin İbnu'l Arabi'de Tasavvuf Felsefesi - Ebu'l Ala El Afifi, Kırkambar Yayınları

3





Muhyiddin-i Arabi Allah'a iftirası “o bana tapınır , ben de ona” (S.37)

İbnu'l-Arabiye göre, Bir ve Çok arasında tam bir karşıtlık ve iki taraflı bir bağımlılık vardır. İki mantıki karşıt gibi, hiçbiri diğeri olmaksızın anlam taşımaz. Felsefesindeki biraz şiir unsurunu hesaba katarsak, bu karşıtlık onun şu harikulade mısralarında bir süffnin yapabileceği ölçüde açıklanmıştır:
"O beni över, ben de O'nu,
O bana tapınır, ben de O'na
Bir durumda O'nu itiraf eder,
A'yânda (dış âlemde) ise, inkar ederim.
Ben O'nu değil, O beni bilir,
Ben bilir ve temaşa ederim O'nu
Ona yardım edip el uzattığım halde,
Nasıl olur da O, bağımsız olabilir?
Ben O'nu bilirken yaratırım.
Hadis bize bunu böyle haber veriyor
Ve bende O'nun gayesi gerçekleşiyor.

Arabi'nin Allah'a iftirası , “ Vahdet-i Vücud (Vücut Birliği ) savunun tevhidci olur” yalanı (S.44)

(Sırf) tenzihten bahsedersen, Allah'ı sınırlamış olursun,
(Sırf) teşbihten bahsedersen, O'nu belirlemiş olursun. Fakat her ikisini birden ileri sürersen, doğru yolu izlemiş olursun, Ve sen irfanda bir mürşid ve bir şeyh olursun, iki ilkenin varlığını ileri süren çoktanrıcı (müşrik), Ve Birliği (vahdet) savunan tevhid olur. (Allah ile âlemi) yan yana getirirsen, teşbihten sakın. Vahdeti ileri sürersen tenzihten sakın. Sen O değilsin, hayır, daha doğrusu sen O'sun, ve sen O'nu Şeylerin a'yânında (hakikatinde) mutlak ve sınırlı görürsün.

Muhyiddin'in alemde tezahür eden her şeyi kendisinde özetleyen yetkin insan uydurması (S.90-91)


Ölmüş bir peygamberin veya velinin ruhuyla buluşma yalanı (S.133-134)

"Yaratma" terimini İbnu'l-Arabininki gibi vahdet-i vucudcu bir dokt rinde Allah'a iliştirmek yanıltıcıdır; fakat onu, ibnu'l-Arabinin yaptığı gi bi, ariflere iliştirmek daha da yanıltıcı olur. Arifler, diyor ibnu'l-Arabi, sır lı bir kudretle yaratır. ibnu'l-Arabf bu kudrete, değişmeler hasıl edebilen ve dış dünyada teksif edildiği her yerde şeyleri yaratabilen himmet (irade kudreti) adını veriyor; bu görüş modern spiritualızmde ruhların maddileştirilmesine pek benzeyen bir görüştür. Risâlet el-Kuds adlı eserinde ibnu'l-Arabi, her istediğinde, şeyhi Yûsuf el-Kûmi nin ruhunu çağırdığı birçok vesileleri ve şeyhin kendisini ibnu'l-Arabfye nasıl takdim edip, sorularını cevaplandırdığını hatırlar. İbnu'l-Arabinin şahsf müridi olan ünlü Sadruddinf el-Konevi de diyor ki: "Şeyhimiz İbnu'l-Arabinin ya ruhun bu dünyaya inmesini sağlamak ve onu istenen şahsın duyulur suretine benzeyen bir surette (sûre misâliyye) tecessüm etmiş görmek suretiyle, veya ruhun, rüyalarında görünmesini sağlayarak, yahut da bede ninden soyunup ruhla buluşarak herhangi bir ölü peygamber ya da ve linin ruhuyla buluşma kudreti vardı". Bu, sadece İbnu'l-Arabi'ye has bir şey değildir. Diğer sûfiler de kendileri hakkında aynı şeyleri söylemişlerdir.


Muhyiddini Arabi'nin uydurduğu evrensel tasavvuf dini (S.145-146)

İbnu'l-Arabi'nin vahdet-i vucud görüşü ile ilgili kesimde ulaşılan netice şu idi:
Eğer İbnu'l-Arabi'ninki gibi metafizik bir sistem herhangi bir din şeklinin doğmasına sebep olacaksa, bu dinin mantıki olarak muhakkak evrensel bir tabiatı olmalıdır, yani theistik olmayıp tasavvufi bir din olmalıdır.
Bu sisteme göre, bütün tarikatlar (yollar) Allah'a ileten bir "doğru Yol" (Tarik el-emem)'a iletmektedir. En kaba puta tapıcılık şeklinden en soyut din felsefesine kadar, ibnu'l-Arab'inin ifadesiyle, doğru olarak (yani vucûd görüşüne göre) yorumlandıklarında, Allah hakkında inanç- lar oldukları görülen dinlerle karşılaşmaktayız. Tektanrıcılık ile Çoktan rıcılık ve bu arada sonsuz sayıda öteki inançlar, onun nazariyesi ışığında yorumlandıkları takdirde, evrensel dinden başka bir şey değildir. Ona gö re, Tektanrıcılıkla Çoktanrıcılık arasındaki fark, Bir'le Çok arasındaki mantıki farka karşılıktır. Çoktanrıcılık, çoktanrıya inananların, Bütünün mut lak Birliğini idrak edememelerinden doğmuştur ki, bu idrak edemeyiş dolayısıyla bunlar nihayette bölünemez olan Varlık'ı bölünebilir sayarlar. "Gerçekte" diyor ibnu'l-Arabi, "Allah'ın şeriki yoktur"; çünkü O, şerik denilenler de dahil, her şeyin ayn'ıdır. ibadet edilen her şey O'nun bir sureti ve manzarasıdır'; fiilen O'ndan başka ibadet edilen hiçbir şey yoktur: "O (Allah) ve senin Rabb'in, Kendisinden başkasına ibadet etmemeni bildirdi" demiyor mu? Bu, İbnu'l-Arabi nin "senin Rabb'in Kendisin den başka hiçbir şeye fiilen ibadet edilmediğini söylemişti" şeklinde yo rumladığı bir ayettir 409 . Böylece ibnu'l-Arabi çoktanrıcılığı, suretlere ve putlara tapanların sadece sahne (mecali) ve manzaralar (vucûd) veya bu H akikatin tezahürleri olarak gördükleri ilahlarının "suretleri ardında bir hakikat olduğunu" tamamıyla idrak etmeleri şartıyla, reddetmemektedir.
Suretler ve putlar özlerinde, diğer bütün tezahürler gibi bomboş şeylerdir.
İbnu'l-Arabi şöyle soruyor:
Puta tapanlar "biz onlara belki bizi Allah'a yaklaştırırlar diye ibadet ediyoruz" dediklerinde, ilahlarının noksanlık ve acizliğinden haberdar değiller miydi? "Bütün putların en büyüğü Allah'tır; sadece onun birliğinden (el-mecmû') bütün aciz yaratıklara "yardım" gelir ve bütün yaratıklar (suretler olarak) çaresizdir

İbni Arabi'nin Cennet ve Cehennem arasında bir fark olmadığı batıl inancı (S.182-184)

İbnu'l-Arabi'nin görüşüne esin kaynağı olduğu söylenebilecek sûfiler arasında Hallâc'ın en büyük etkiyi yaptığı anlaşılmaktadır. Öyle görü nüyor ki, İbnu'l-Arabİ, Hallâc'ın tasavvuİ" sözlerine yakından aşina idi. Hatta "es-Sirâc el-Vahhâc fi" Şerh Kelâm el-Hallâc adıyla Hallâc'ın sözler ine bir şerh yazdığı sanılmaktadır. Ayrıca İbnu'l-Arabi, Futûhât'ının birçok yerlerinde Hallâc'a atıflarda bulunmakta, birkaç hususta onu nak letmekte, ya bu hususları destekleyip, onlara kendi vahdet-i vucûdcu görüşlerini yerleştirmekte ya da reddetmektedir.
İbnu'l-Arabinin sistemini genel olarak incelerken, Hallac ve onun başlıca görüşleri, İbnu'l-Arabinin görüşleriyle hangi noktalarda birleşip, hangi noktalarda onlardan ayrıldıkları ve İbnu'l-Arabinin sistemindeki en hayati noktalardan bazılarının Hallâc'ın fikirlerinden nasıl esinlendiği hakkında daha önce bazı açıklamalarda bulunmuştuk. Burada ise bu hu suslar daha başka birkaçıyla birlikte özet şeklinde tekrar edilecektir.
• Bir ve Çok meselesi. Bu, Hallâc'ın Lâhût ve Nâsût veya Tül ve Arz görüşünün tadil edilmiş bir şeklidir. (Bak. Bir ve Çok hakkındaki böl.).
• Kelam görüşü ve Muhammed'in ezelde varlığı meselesi. Hallâc'ın Huva Huva'sı ile ibnu'l-Arabf nin Yetkin insanı (bak. Kelam Böl.)
• "Muhammed'in Nuru"nun doğrudan doğruya bir tecellisi olan batini bilginin mahiyeti (bak. Kelam Böl.).
• Bizatihi Allah'a ait olan Birlik ile O'na atfedilen Birlik arasındaki fark (bak. Tenzih ve Teşbih Böl.).
• Hakkın perdesi olan Halk Âlemi (bak. Hüviyet ve Sıfatlar Böl. ) .
• İlâh Aşk nazariyesi (bak. Estetik hakkındaki böl.).
• Meşia ile irade arasındaki fark ve şeriatla ilâhf buyruk arasındaki münasebet (bak. Ahlak Böl.).
• Allah'ın bilinemezliği.
• Kur'an'ın tevili. Kar., mesela; İbnu'l-Arabininkiyle hemen hemen aynı olan şu ayetlerin Hallac tarafından tevili:

• Kur'an, II, 51: "Yaratan Allah'a tövbe edin ve nefislerinizi öldürün". Hallâc'a göre, "nefsinizi öldürün", ondan ve Allah'tan başka her şeyden kurtulun ki, yok yokluğuna dönsün ve yalnızca Hak baki kalsın
demektir. Biraz daha vahdet-i vucudcu bir rengi olması bir yana bıra kılsa, İbnu'l-Arabinin tevili de aynıdır.
• Kur'an, II, 256: "Diri, kendi kendine duran O'ndan başka ilah yoktur." Hallâc'ın bu ayeti tefsiri İbnu'l-Arabinin Kayyûm (Kendi başına duran) ismini teviliyle hayret verici bir benzerlik göstermektedir.
• Kur'an, XXXIII, 72: "Muhakkak ki biz göklere ve yere sorumluluk önerdik", vb. Hallâc'a göre, "sorumluluk, insanın ilâhi cihetidir" .



Arabi'nin Vahdet-i Vücut ve Hulul nazariyesi (S.165-166)

İbnu'l-Arabi, kendi tasavvuff aşk nazariyesini, Hallaç gibi, hulul veya mecz ile izah etmeyi reddeder. Hulûlcuların dediklerine katılırsa da, onların nazariyelerine iliştirdikleri yorumlamalarda onlardan ayrılır. Genellikle Hallâc'a atfedilen kesinlikle bir hulul ya da mezc nazariyesini işaret eden birçok mısralar naklederse de, bunları kendi vahdet-i vucud doktrinine göre izaha çalışır. Hallâc'ın hulul nazariyesi şu meşhur mısralarda açıkça terennüm edilmiştir:
"Ben beni sevenim, beni seven de benim.
Bir tek bedende bulunan iki ruhuz biz.
Beni gördüğünde O'nu, O'nu gördüğünde de her 'ikimizi görürsün?"

Hallac'ın İbnu'l Arabi'ye etkisi ikisinin batıl inançları (S.182-184)

İbnu'l Arabi'nin Kur'an'ı ve hadisleri Vahdet-i Vücud'a göre yorumlama Sapıklığı (S.185-188)


Muhyiddin İbnü'l Arabi'de Tasavvuf Felsefesi - Ebu'l Ala El Afifi, Kırkambar Yayınları, 2.Baskı, İst-1999
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Muhyiddid İbn Arabi - El-Futahat-Mekkiyye, Prof.Dr.Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları

4
zBK336532EE016_250.jpg


Muhyiddin Arabi kendini kutsallaştırmak için yalan söylüyor.(s:47)

«... Bizim keşf olarak müşahede ettiğimiz....; zevk olarak (tadarak, tecrübe ederek) müşahede ettiğimiz... şeyler, iki mertebedir:... varlık'ın geri kalanını keşf ve tarif olarak (müşahede ettik), zevk olarak değil .. Ben bu makama, (hicrî) 580 yılında bu tarikata (tasavvufa) girdiğimde, kolay
(=kısa) bir müddet içinde nail oldum...»
«... Bu, (hicrî) 593 senesinde, Fas şehrinde ikindi namazında nail olduğum bir makamdır. Ben o sırada Ayn'ül-Cebel tarafında(ki) bir mescidde, cemaatla namaz kılıyordum....»
«... Bu, (hicrî) 593 senesinde Fas şehrinde Hakk'ın bana verdiği bir makamdır. Bundan önce onda, benim zevk'im (tecrübem) yoktu...»

«... Bu garip bir «fena» dır. Allah beni, Fas şehrinde buna muttali eyledi...
Şu kadar ki, bu müşahede için bizde (daha önce) bir hüküm (bilgi) yok idi...»


Arş'a çıktığını ve orada bir gölge hazine güzel bir kuş gördüğü yalanı (s:48-49)


İbn'ul-Arabî'nin eriştiği müşahede'lerden başka bir tanesi de, hicrî 597 (m. 1200-1201) senesinde Merrakeş'de bulunurken vâki olan «tuhaf bir keşf hâdisesi» dir. Bizzat kendisi anlatır ki:

«... Bu arş için Allah, nûrânî kaimeler (kavâ'im nûrâniye) yaratmıştır.
Bunların kaç tane olduğunu bilmiyorum, lâkin onlar bana müşahede ettirildi. Onların nuru, şimşek nuruna (ışığına) benzemektedir. Bununla beraber onda mikdarı ölçülemeyen bir gölge görmüştüm ve bu gölge, bu
arş'ın içbükeyinin gölgesiydi. ... Kendisinden la havle velâ kuvvete ilâ billâh'il-alıyy'il-azim lafzının çıktığı arş'ın altındaki hazîne'yi gördüm.
(Bir de baktım ki) bu hazîne, Hz. Âdem imiş. Bunun altında, tanıdığım (bildiğimi) birçok hazîneler (daha) gördüm. Bunun köşe bucağında uçuşan (birçok) güzel kuşlar gördüm.(!) Orda, kuşların en güzelinden (daha gü-
zel) bir kuş gördüm. O beni selâmladı: Sohbetimi, şark vilâyetlerine almamı ulaştırdı. (Yani şarka doğru seyâhata çıkmamı tenbîh etti.)
Bütün bunlar bana keşf edilince ben, Merrakes şehrindeydim. Dedim ki:
Kimdir o? (Doğu'da kiminle sohbet edeceğim?)
Fas'daki Muhammed el-Hassâr denildi. Çünkü o, şark vilâyetlerine seyahati, Allah'tan istemiştir. Sen de onu beraberinde al.
Bas üstüne dedim .........
Fas şehrine gittiğim zaman onu arattım. Bana geldi. Kendisine: Bir hacet (ihtiyaç) konusunda Allahtan birşey istedin mi? deyince:
Evet, beni şark şehirlerine taşımasını (seyahat ettirmesini) Allahtan istedim. Bana, denildi ki, filanca kimse seni (oralara) taşıyacak (götürecek)tir. İşte ben de seni bu zamandan (beri) bekliyorum. dedi. Bende 597 senesinde onunla sohbete (arkadaşlığa) başladım. Ve kendisini Mısır diyarına ulaştırdım: Orada rahmetli oldu...»



Muhyiddin Arabi'nin keşf hakkındaki yalanları. (s:49-50)

«... İnsanların kutb'larına gelince : Ben onları bir berzah mertebesinde, en mukaddes bir meşhed'te Kurtuba şehrinde bulunduğum (sıra)da gördüm...»

Tenkid:
Futuhat'ın başka yerlerinde de buna dair numuneler daha görmekteyiz. Meselâ :
«... Biz ancak bu kitabımızda (Futuhat'da) ve bütün kitaplarımızda keşf in verdiğini ve Hakk'ın imlâ ettiğini îrâd ederiz. İşte safîlerin yolu budur...»
«... Bil ki, bizim indimizdeki emr'ler (meseleler) keşf kapısından (gelir)...»
«... Biz, (keşfe ait) bu makamı tattık...»
«... Ben bu menzil'e girdiğimde, burada şuası olmayan (yani göz kamaştırmayan) bir nur (ışık) içinde, benim için bir tecellî vâki oldu. Böylece hem onu gördüm, hem de kendi rûh'umu onunla (o tecellî ile) gördüm. »

İ. Arabi hurilerle evlendirildiğini iddia ediyor. (s:50)

«... Allah beni bu sebeble, hûr-i oyn'lar ile (cennet hûrileriyle) izdivaç ettirdi...»


İbn Arabî'nin uyanık halde iken gaybden gelen sesleri duyduğu yalanı. (s:55)


Yukardaki satırlarda işaret ettiğimiz gibi, İbn'ül-Arabî bazen kulağıyla sesler işitiyordu. Nitekim bu hususta anlatır ki:
«... Bu mesele (konusun)da, bu (558 nci) babı yazarken, evin bir köşesinden, şahsen kendisini göremediğim fakat sesini işittiğim ve bu sözlerle kime hitâb ettiğini bilmediğim bir şâir'in şu (şiiri) inşâd ettiğini (söylediğini) duydum: ........ »


Tenkid :
Şu halde İbn'ul- Arabî, Futûhat'ın bu sayfalarını yazarken, uykuda veya rüya âleminde değil fakat tam manâsıyla uyanıklıkta ve şuur hâlinde iken, evinin bir köşesinden, görmediği bir şahsın sesini işitiyor, hattâ onun okuduğu bir şiiri [Fut. 4/360 (3-5)] kendi eserine alıyordu.
Pek tabiîdir ki, bu şiir yine de kendisine ait olmak gerekir, çünkü bu neviden şiirler yazdığını esasen bildiğimiz İbn' ul-Arabî hemen her vesileyle bu çeşit şiirlerin adetâ yazılış sebebini ortaya koymuş olmaktadır.
Hulâsa, demek oluyor ki, bu fasılda bahis konusu edilen motifler, daha sonra anlatacağımız motiflerden oldukça farklıdır. Çünkü onlarda daha ziyâde rüya da Cenâb-ı Hakk veya Hz. Peygamberi, yahut bâzı ruhlarla bağlantı kurduğunu vs. anlatıp, belli bir kaynağa dayanmaktadır. Burada ise, bir nevî şuur hâlinde (ve bazen de yarı şuur hâlindeki vâkıa'larda) şâhid olduğu ( = müşahede ettiği) vision ve hallucination'lar ortaya konmaktadır.


İbn Arabî'nin gökten inen adam gördüğü yalanı. (s:56)


İmdi bu çeşit meşhed'lere başka bir misâl daha verecek olursak, onun Konya'da ve daha önce Fas'da şâhid olduğu «gökten inen adam» sözleriyle vasıflan dırılan kimseyle konuşmasını zikretmemiz gerekir. İbn-i Sakıt 'il-Arş (Yani Arş'tan aşağı düşenin Oğlu) diye tarif edilen bu zat için, Futûhât'ta, nail olduğu bir meşhed'i anlatırken aynen şöyle diyordu :
«... Konya'da, halkın toplu bulunduğu yerlerden birinde kutsal bir şahıs gördüm. O'na Sakît el-Refref ibn Sâkıt'ül-Arş denilmektedir. Fas'da, düşen kimselerin yandığı ocakta bir şahıs gördüm. Ve onun soh beti bize faydalı oldu....»


Tenkid:
Fas'da gördüğünü söylediği ve ismini zikretmediği şahıs hakkında bir mülâhazada bulunmağa imkân yok fakat Konya'da görüştüğünü bildirdiği Sâkıt'ür-Refref ise, galiba hayalî bir şahsiyet değildir. Çünkü Futûhât'ın başka bir yerin de yine bu şahıs için diyor ki:

«... Allah onlardan razı olsun : (Ebdâl)den biri de, tek bir adam olup, makamı (itibarı) ile Sakıtür-Refref ibn-i Sakıt'il-Arş adını alır. Ben onunla Konya'da, karşılaştım. Onun Kur'ândaki âyeti, Ve'n-Necmi izâ hevâ (LII/l)'dır. Sânı yüce, hâli büyüktür. Görünüşü, onu görenlerin hâli üzerinde tesirlidir ..... Onun sıfatı benim garibime gitti. Marifetlerde, onun husûsî bir lisânı vardır. Çok haya sahibidir....»


İbn Arabi'ye indirilen kitap yalanı.(s:57-58)


Bu rada kendisine altı ve üstü yazılı bir kâğıt sunulmuş ve İbn'ul-Arabî bu kâğıdı çe şitli kılıklarda (biçimlerde) görmüş ve bütün müşahede ettiklerini bize şöylece ak tarmıştır :

«... Üstünlük rekabetini veren bu tevhîd için, bu (197nci) bâb'ı yazarken, acâib bir vakıa gördüm. Bana bir yazılmış kâğıd verildi ki, göz kararıyla yirmi dirsek (yani 13.5 metre) den fazlaydı. Uzunluğuna gelince: tahkik edemiyorum (gerçek olarak bilemiyorum). Kenarda tasvir edilmiş şekildeydi ve bir tek cild idi. Bir cild ki, bakarsın, okurken onu beyaz görürsün; okumaksızın bakarsan, onu yeşil görürsün. Onu okuduğun zaman bir cild (kitap) olarak görürsün; okumadığın zaman : bilemem, ipek veya keten bir top kumaş ola rak görürsün.


İbn Arabi'nin gayb alemi ile irtibat kurması saçmalığı. (s:59-60)


İbn'ul-Arabî bu sefer, rüyasında renkli bir kâğıt görüyor. Allah tarafından gönderilen ve altında (her iki yüzünde), herkes tarafından okunamayacak şekilde yazılmış olan bu renkli kâğıt'ta bir takım şiir'ler ve mensur ifâdeler varmış. İbn'ul-Arabî bunları, ay ışığın da okumuş ve hatırında kalan şiir'leri Futûhât'a kayd etmiştir. Şöyle diyor :


«... (Meselenin) bu yönünü yazdığımın gecesinde, rüyâ'da, Hakk (Teâlâ) dan gelen renkli bir varaka (=kâğıt yaprak) bana gösterildi. Altı ve üstü, herkes için zahir olmayan gizli bir yazı ile yazılmıştı. Onu ay ışığında oku dum. Üzerinde şiir ve nesir vardı. Okumasını tamamla(ya)madan önce, uyandım. Bundan daha acâibini ve daha gâmizini (= gizlisini) görmemiştim. Neredeyse, anlaşılmaz gibiydi. Şiirler'den aklımda tuttuğumu zikredeceğim :
Bunlar, benden başka birinin hakkındaydı. Uykumda bana böyle seslendi. Hakkında (söz edilen) şahıs bana zikredildi ve onu tanıdım. Bende sanki Mekke ile Medine arasında, Hicaz'ın su kaynağı (bulunan) bir çölündeydim...» Nesir (ya zılar)a gelince : uyandığım zaman onu unutmuştum....»


Tenkid:
İşte böylece anlaşılıyor ki İbn'ul-Arabî gâib denilen görünmez âlem ile temas kur duğunu iddia ediyordu. Nitekim böyle bir varlık sahasından kendisine sesler geliyor ve o bunları işitiyor, sonra da kitaplarına geçiriyordu. Futûhat'da secîli bir üslûpla bize aktardığı aşağıdaki sözler cidden garip ve düşündürücüdür Diyor ki:
'" ... işte o zaman bana hitâb edildi Benim lisanımla bana hitâb edildi....»


Canlı bir varlık gibi Ka'be ile konuşması ve mektuplaşması yalanı (s:60-61)


«... İşte bu beyitler benden sâdır olunca, ... gâib'ten (görünmez âlem den) bir ses duydum. ... Bana denildi ki: Kabe'nin sırrına bak .......... »


Tenkid:
Demek oluyor ki Kabe, Beytullâh (yâni Allanın Evi) ismini alması dolayısıyla, adetâ hayatiyet sahibi (canlı) bir varlıkmış gibi İbn'ul-Arabî'ye hitâb ediyor onunla konuşuyordu . İşte bu konuda şimdi nakledeceğimiz şu tipik ifâdeye biraz dikkat etmemiz lâzımdır :


«... Kendi başına akl'ın ulaşamıdığı ve idrâk'in elinden gelmediği böyle bir ilim (?) bana verilince, (Kabe) bana dedi ki:
Sen bana çok nâdir bir sırr işittirdin ve tuhaf bir mânâyı açtm. Bunu senden önce hiç bir velîden işitmemiştim. Bu hakikatlara senin gibi sahip hiç bir kimseyi görmemiştim....»


Tenkid:
Kabe dolaylarında duyduğu heyecanlar sebebiyle onun bize naklettiği sözler, bundan ibaret değildir. Nitekim yine Futûhat'da bildirdiğine göre, kendisiyle Kabe arasında «mektuplaşmalar ve haberleşmeler» olmuş ve İbn'ul-Arabî, gece yarısında Kabe'yi tavaf ederken, öyle garip şeylerle karşılaşmıştır ki, onun anlattığı hu susları, ayni gece rüyasında gören hiç tanımadığı bir şahıs gelerek kendisine tekrar etmiştir : Bu suretle anlattıklarının şüpheden azade olduğunu belirtmek isteyen İbn'ul-Arabî diyor ki:

«... Birgün Kabe'ye baktım: Kendisini tavaf etmemi istiyordu. Zemzem ise, bize kavuşmayı rağbet (arzu) ederek kendi su'yundan bol bol içmemi diliyordu : (Hem de) kulakla işitilen bir konuşma dileği ile (!). Onların her ikisinin mekânet (mertebe) lerinin örtülenmesinden korktuk da, ... her ikisine hitaben beyitler (=şiir) söyledik... (Burada oniki beyitlik ve kendisine ait bir şiir var)... Kabe ile benim aramda, ona komşuluğum zamanında mektuplaşma lar (mükâtebât) ve haberleşmeler (teressülât) ve daimî serzenişler (muâtaba'lar) vardı. Kabe ile kendi aramdaki konuşmalardan bâzılarını, Tâc'ür- Resâil ve Minhâc'ül-Vesâil (XXVIII 78 ) adını verdiğimiz, yedi veya sekiz risale (mektup) ihtiva eden bir kitapçığımızda zikretmiştim....
Soğuk ve mehtaplı bir gecede sağnak yağmur olmuştu da, onunla abdest almıştım ve şiddetli bir rahatsızlık (inziâc) ile tavafa çıktım. Allah daha iyisini bilir ya, tavafta zannıma göre, (benden gayri) tek bir şahıstan başkası yoktu. Sonra Hacer(-i Esved) i öptüm ve tavafa başladım. ... Tavafı(mı), Rükn'üş-Şâmî'ye ulaştırdığımda, ... (Kabe) beni, kulağımla işittiğim bir söz (konuşma) ile tehdîd ediyor (beni azarlıyor)du. Sonra şiddetli bir sancı duydum (Sonra) Allaha yemin ederim ki (Kabe), kaideleri (temelleri) ile birlikte arz'dan yükseldi. (!) Derhal, irticalen beyitler (=şiir) söyledim. ... (Kabe) tavaf etmemi tekrar işaret etti. ... Sonra Hacer (-i Esved)'de kapı gibi (birşey) açıldı da, uzunlamasına onun içine baktım.



Kabe'yi tavaf ederken bedenine bürünmüş bir ruh ile görüşmesi yalanı. (s:71)


Hicrî 599 (=m. 1202-1203) senesinde Kabe'yi tavaf ederken, «tecessüd etmiş bir ruh» yâni bedene bürünüp tekrar görünen bir insan gibi şâhid olduğu bu garip hâdisenin anlatılmasını bizzat İbn'ul-Arabî'ye bırakalım. Diyor ki:


«... Harun'ür-Reşîd'in oğlu el-Sebtî, bunlardan biridir. Hicrî 599 senesinde Cuma günü namazdan sonra, tavaf (sırasın)da o, Kabe'yi tavaf ederken, kendisiyle karşılaştım. Biz de tavaf ederken, ona (sual) sordum ve bana cevap verdi. Onun ruhu tavaf (sırasın)da, hissî (=maddî) olarak bir bedene bürünmüştü : Tıbkı Cebrail'in bir bedevî (yani Arap köylüsü) şeklinde (**) bedene bürünmesi gibi...»


İbn'ul Arabi'nin Hızır ile karşılaştığı ve konuştuğu iddiası. (s:79)


Futûhât'da tesbît edebileceğimiz sekizinci motif, İbn'ul-Arabî'nin Hızır ile bizzat karşılaştığını ve hattâ bilmeksizin onunla konuştuğunu iddia etmesidir.
İşte bu karşılaşmalardan birincisi İspanya'da (=Endülüs'te), ikincisi de Tunus'da olmuştur.
Rivayet edildiğine göre Hızır, eski peygamberlerden Hz. Nuh'un soyundan olup, Belyâ ibn-i Malkân isimli bir şahıs idi. Kendi devrinde orduda vazifeli bir kimseyken, ordunun kumandanı tarafından -askere su aramak üzere- gönderilmişti. Bu yolculukta âb-ı hayât denilen hayat kaynağına (pınarına) tesadüf etmiş sonra bu su'dan içerek ölümsüzlüğe kavuşmuştur. (Tafsilât için bk. A. J. Wensinck, Hızır maddesi, İsl. Ans. c. 5, s. 457-462).
Biraz yukarda ifâde ettiğimiz gibi İbn'ul-Arabî'nin Hızır ile ilk karşılaşması İşbiliyye'de (İspanya'daki Sevilla şehrine) olmuştur. İşte bu karşılaşmada İbn'ul-Arabî , hocalarına itaat emrini ondan almıştır ki, mesele (bu metinde) ismini vermediği fakat bundan sonraki anlatışında ismen zikrettiği hocası şeyh Ureynî (MİA, 69, 70, 72, 77) ile münâkaşa etmesinden doğmaktaydı.


İbn'ul Arabi'nin peygamberden talimat aldığı yalanı. (s:85)


Futûhât'da dikkatimizi çeken dokuzuncu motif, İbn'ul-Arabî'nin, Hz. Pey gamberi rüyada görüp birçok müşkillerinin açıklanmasını ondan sorup öğrenmesi, onunla devamlı şekilde bir manevî bağlantı kurması ve çeşitli hususlarda ondan emir aldığını iddia etmesidir. Bundan başka (aşağıda göreceğiz), Pey gamberimiz rüya âleminde bâzı islâm büyüklerini ve diğer kimseleri İbn'ul-Arabî'ye gönderip, onlar vasıtasıyla da emirlerini ulaştırıyordu, İbn'ul-Arabî ayrıca «metafizik» konulara ait delilleri yine Hz. Peygamber'den aldığını söylüyordu. Yahut da, bir konuda yanlış zanna kapıldıysa, Hz. Peygamber tekrar rüya âlemin de görünüp, (-bazen azarlayan bir eda ile-) ona doğru yolu gösteriyordu.


İbn Arabî'nin yazılarının Allah'tan gönderildiği yalanı.(s:93)


Futûhât'da dikkatimizi çeken onuncu motif, İbn'ul-Arabî'nin eser yazmak için dâima Allah'dan bilgi ve hattâ izin beklediğini söylemesidir. Futûhât'da şöyle diyordu:
«... Eserlerimi yazmak hususunda, bana gerçekten izin verilmiştir...»
Yine Fütuhat adlı muazzam eseri için :
«... Allah Teâlâ'ya yemin ederim ki, buradaki her harfi bile ilâhî bir im ve rabbani bir ilkâ (=ulaştırma) ile yazdım...»
demektedir. İşte bu gibi sözlerle, normal boyda 7000 sayfa tutan Futûhat'ın her harfini dahî kendisine Allah'ın dikte ettiğini iddia ediyordu.


Kendisine ayet gelmesi yalanı. (s:99)

Futûhat'da çok nâdir olarak gözümüze çarpan onblrinci motif, îbn'ül-arabî nin kendisine âyet (!) geldiğini iddia etmesidir. Nitekim henüz yirmi altı yaşla rında, Endülüs'ün İşbiliyye (=Sevilla) şehrinde bulunurken, adı geçen şehrin kabristanında kendisine böyle bir hal olmuş, âyet adını verdiği bir söz işitmiştir. İşte bunun tesiri altında üç yıl süreyle adetâ konuşma kabiliyetini kaybetmiş, o zaman işittiği (fakat ne olduğunu söylemediği) sözleri, üç sene müddetle dâima tekrar etmiştir. Bizzat kendisi şöyle diyordu :
.
«... İşte bu 586 yılında İşbiliyye kabristanında bir Cuma günü namaz dan sonra bize gelen âyet'dir. . Bu sırada sarhoş (gibi) kaldım : Üç yıl müddetle, namazda veya uyanıkken yahut uykuda, ancak bunu okuyabili yordum...»


İbn'ul Arabi'nin ve Evliyaullah'ın miracı iftirası.(s:106-110)


«... Evliyâ'ya gelince : İşte onların da rûhânî-berzahî miradan vardır ki orada, tecessüd eden manaları, mahsûs (hissî=maddî) suretler halinde müşahede ederler. ...


Şimdi de Allahın hassaten bana gösterdiği; safîlerin mîrâcı'ndan bahs edelim :


Onların miraçları, (birbirinden) farklıdır. Zira bunlar, hissî (maddî=cismânî) mirâc'ın zıddına (olarak) tecessüd eden mânâlar'dır. Şu halde evliyanın miraçları, ruhların miracı ve kalblerin rüyeti (görmesi) ve berzah (= geçit) âlemine ait suretler ve tecessüd etmiş mânâlar'dır. (Şahsen) bundan müşahede ettiğimi, el-İsra ve Tertîb'ür- Râhile isimli kitabımızda zikrettik...»
«... İşte kendi isimlerindeki âyetlerden (bâzılarını) göstermek üzere Allah beni de isrâ (göklere seyahat) ettirince, ...beni (önce) mekân'ımdan izâle etti ve imkân Burâkı üzerinde yükseltti, ve ... böylece arzın semâsına (birinci gök tabakasına) nüfuz ettim. Kendimde neş'etimden (doğuşumdan) birşey kalmadı ... ve babam (Hz. Adem)e selâm verdim. ... Ba bam Hz. Adem (daha önceleri) hiç haberdar olmadığım bu ilmi, bana ifâde etti. ... Zira bu, garip hakîkî ve dakîk (ince) bir ilimdir ki onun farkında (çok kimseler) olmazlar. Aksine insanlar, bu ilimde körlük için dedir...»
«... Sonra ikinci semâda Hz. İsa'ya indim. Onun yanında halazadesi Yah aleyhisselâmı buldum... Yahya'yı Allahın Ruhu (olan) Hz. İsa'nın yanında bulmuştum. Zira her ruh, şüphesiz olarak diri ( canlı)dir fakat her diri (canlı) olan ruh değildir. İkisine de selâm verdim...»
«... Sonra (üçüncü semâda) Hz. Yusuf'a yükseltildim...»
«... Sonra onunla vedâlaşarak Hz. İdrıs'e, (doğru) ayrıldım. Kendisine selâm verdim. Ona dedim ki:
Bana (haber) geldi ki sen, (kendi) kavminden sadece tevhîd istemişsin başka (şey) değil.
Fakat yapmadılar dedi. Zira ben kelime-i tevhîd'e davet eden bir nebî idim, tevhîd'e değil. Zira tevhîd'i hiç kimse inkâr etmedi.
Çok garip dedim. Sonra ona : Ey hüküm vaz'eden, tâli nesnelerde ictihad bizce meşrudur. Ve ben bu zamanın âlimlerinin lisânıyım dedim.
(İctihad) ana meselelerde de meşrudur dedi. Zira Allah, bir kimseyi ancak vus'ati kadar mükellef kılmaktan daha celâlet (büyüklük) sahibidir.
Hakk(Teâlâ) da ve onun hakkındaki sözlerde (=görüşlerde) çok ihtilâf oldu dedim.
Bundan başkası olamazdı dedi. Çünkü bu iş, (insandaki) mizaca tabidir.
Fakat siz nebiler topluluğunun bu konuda hiç ihtilâf etmediğini gördüm dedim.
Zira bir nazar (= tefekkür)den değil, ancak tek bir ilâhtan söyledik dedi. Şu halde hakikatları bilen(ler), bütün nebilerin tek söz (ayni görüş)de ittifak ettiklerini de bilir. Bu da nazar sahiplerinin (feylesofların) tek görüşte (olmaları) mesabesindedir.
Mesele sizin söylediğiniz gibi midir? dedim. Zira aklın delilleri bu ko nuda sizin getirdiklerinizde muhal (imkânsız = absürde) işler yapıyor.
Mesele bize denildiği ve bunda diyenin dediği gibidir dedi. Zira Allah, her söz söyleyen (görüş sahibi olan) ın sözünde (görüşünde)dir. ... Ona dedim ki:
Bir vakıamda ben, tavaftaki bir şahsı gördüğümde, o bana, benim ecdadımdan (biri) olduğunu haber verdi ve kendi ismini söyledi. Ne zaman vefat ettiğini sordum ve bana 40.000 sene (önce) dedi. Ona, bizce tarihte müddeti takarrür etmiş Hz. Adem'den suâl ettim.
Hangi Âdem'den suâl ediyorsun? En yakın Âdem'den mi soruyorsun? dedi. Ve dedi ki: Allahın Peygamberi olduğumu tasdik et. Bu âlem için bütünü ile durduğu bir müddet bilmiyorum. Şu kadar var ki Allah, her şey için dâima yaratıcı olmuştur. Dünyâda, âhırette ve yaratıklarda (ki) eceller, müddetlerin sona ermesiyledir, yaratmada değil. Böylece yaratma nefisler (=ruhlar) ile birlikte tecessüd ederler, Allah bize neyi öğrettiyse biz de onu bildik...
Kıyâmet'in zuhuruna ne kaldı? dedim...
İnsanların hesaba çekilmesi çok yakındır. Halbuki onlar gaflet içinde bulunuyorlar dedi.
Kıyametin yaklaşma şartlarından bir şartı bana tarif etsene dedim.
Dedi ki:
Adem'in varlığı, kıyametin şartlarındandır dedi.
Bu dünyâdan önce, bir dünyâ var mıydı? dedim.
Varlık dünyâsı tek'tir; dünyâ ancak sizinledir. Ahıret ise ancak sizin le ondan ayrılmıştır. Cisimlerdeki iş (yani mesele) kevn'ler (oluşlar) ve istihaleler (değişmeler), gelmeler, gitmeler'dir. Bunlar hep devam ederler dedi.
Nedir o? dedim.
Bildiğimiz ve bilmediğimizdir dedi.
Şu halde dedim, hangisi doğru hangisi yanlıştır?
Yanlışlık izafî bir şeydir dedi. Asi olan doğru'dur. Allahı ve âlem'i bilen bilir ki doğru müstehab (makbul) bir asıldır. Bu hiç zail ol yet mütekabillik varsa, yanlışlık da vardır. Yanlışlığa kail olan, doğruya da kaildir; yanlışlığın yokluğuna kail olan da, doğru'ya kail olandır ve o (kimse) yanlışlık'ı doğru'dan meydana getirmiştir.
Âlem, hangi (ilâhî) sıfatdan sâdır oldu? dedim.
(İlâhî) cömertlik'den dedi.
Bâzı şeyhlerden böyle işitmiştim dedim.
Dedikleri doğrudur dedi...»
«... Sonra ona (yani Hz. İdrîs'e) veda ederek ayrıldım ve Hânın aleyhis- selâm'ın yanına indim. Gördüm ki Hz. Yahya ona benden önce geçmiş (gitmiş). (Hz. Yahya'ya) dedim ki:
Seni (miraç) yolumda görmedim. Burada başka bir yol mu var?
Her şahıs için, ancak kendisinin girdiği bir yol vardır dedi.
Bu yollar nereye (çıkar)? dedim.
(Bu yollar) sâlik olmanın meydana gelmesiyle ortaya çıkar dedi. Sonra da Harun aleyhisselâmı selâmladım... Bana dedi ki:
İşin aslında ben bir peygamber değildim. Risâleti de ancak kardeşimin suâli üzerine aldım. Böylece üzerinde olduğum işde, bana da vahy geliyordu dedi.
Ey Harun dedim, ariflerden (=sûfîlerden) bâzı insanlar, kendi haklarında varlık'ın yokluk hâline geleceğini zannediyorlar ve ancak Allahı görüyorlar. Allahın yanında onlar için, âlemde iltifat ettikleri bir şey kalmıyor. Şüphe yok ki onlar, mertebe konusunda sizin gibilerin altındadır...
Doğru söylemişler dedi. Zira onlar kendi zevklerinin (bilgilerinin) kendilerine verdiği şeye ilâve yapmamışlardır. Lâkin bak, onlarca zail olan şeyden başka alemde birşey zail olmuş mu?...»
«... Sonra ona veda ettim ve Musa aleyhisselâm'ın (yanına) indim. Onu selâmladım. ... Kendisine :
Başkalarının hakkı (uğrun)da koşuştun da, senin için tam iyilik doğru oldu (gerçekleşti) dedim. Dedi ki:
Başkalarının hakkı (uğrun)da insanın koşması (çalışması) işin aslında ancak kendisi için koşma(çalışma)dır. Buna sâdece başkalarının teşekkürü ilâve olunur. ... Dedim ki:
Allah seni kendi elçilikleri ve kelâmı ile insanlara seçkin kıldığı halde sen, (Allahı) görmeği istedin. Halbuki Resûlullâh Hz. Muhammed der ki: «Ölmeden hiç kimse Rabb'ini göremez.»
Öyledir dedi. Ben de Allahı görmek isteyince (Allah) bana cevap verdi:
Ölünce mi? dedim.
Ölünce dedi. ... Dedim ki:
Sen âlimler topluluğundansm. İstediğin zaman sence «Allahı görmek» (Ru'yet'ullâh) ne idi? Dedi ki:
Aklî bir vucûb ile gerekliydi.
Başkalarından (ayrılan) hususiyetin nedir? dedim.
Ben Allahı görüyordum fakat onun Allah olduğunu bilmiyordum dedi ... (Meselâ): içinde, ismen tanımadığın bir şahsı tanıman (arzusu) var ve sen onun ismini, ona ihtiyacın var diye taleb ediyorsun. Böylece onunla karşılaşıyorsun ve selâm veriyorsun. O da seni, karşılaştığın diğerleri ile birlikte selâmlıyor fakat (sen) kendisini bilmi yorsun. Onu görüyorsun ama, yine de (hangisi olduğunu) görmüyorsun. Böylece onu sormakta (aramakta) devam ediyorsun. Halbuki o, senin gördüğün yerdedir...»
«... Sonra ona veda ettim ve ayrıldım. Böylece Hz. İbrahim Halil'in yanına indim. Ona selâm verdim...»
«... Sonra da Beyt-i mâmûr'u gördüm. Bir de baktım ki o benim «kalbim»miş. ... Ordan ayrılınca Sidre-i müntehâ'ya gittim: Onun aşağı dalları ile yüksek dalları arasında durdum. (İyi) amellerin nurları, beni kendimden geçirdi. Dallarının zirvelerinde (iyi) amel edenlerin ruhlarının kuşları (yani kuş haline gelen ruhları), insan yaratılışı üzere nida ediyordu. (Oradaki) dört (tane) nehire gelince : Bunlar, Merâtib'u ulûm'il- Vehb (XXVIII 46 ' 47 ) adını verdiğimiz küçük eserimizde zikr ettiğimiz dört ilâhî bilgi'dir. Sonra ariflerin (sûfîlerin) mişkât'larnıın refreflerini gördüm. Onların nurları beni kendimden geçirdi. Nihayet (ben dahî) bütün bir nur oldum. (krş. XII 14 ) Allah bana işi öyle yaklaştırdı ki, bunları her ilim için bir anahtar kıldı. Bildim ki, ben (Allahın) zikrettiği şeylerin toplamıyım. Zira Hz. Muhammed'e vâris olanlar arasında muhammedî makam sahibi olduğum müjdesi bana, bununla verilmişti. Çünkü Hz. Muhammed, son elçidir, kendisine (âyet) inen son kimsedir. ... Böylece bu mîracda bütün (ilâhî) isimlerin mânâları hasıl oldu ve ben bunların tek bir müsemmâ'ya (Allaha) ve tek bir cevher'e rucû ettiğini gördüm. İşte bu müsemmâ, benim görmüş olduğum idi ve bu cevher, benim varlığım idi. Böylece benim yolculuğum ancak kendimde ve benim rehberliğim ancak kendi hakkımdadır. Nihayet bildim ki ben, mahz (katkısız, öz) bir kulum; bende rububiyet bir eser asla yoktur...»


İbn Arabî kendisine peygamberlik izafe ediyor. (s:119)


Ben Cenab-ı Hakkı iki defa rüyada gördüm ve bana dedi ki:
- Kullarıma nasihat et . Bana denildi ki:
Gafil olma, zira sen, Allah'ın kullarına nasihata memursun


İbn'ul Arabi'nin kendisini İbrahim(a.s.)'a benzetmesi gafleti.(s:132-133)


«... (Hicrî) 556 yılında bulunduğumuz bir mecliste... yanımızda, pey gamberliği, müslümanların isbat ( = tasdik) ettiği derecede inkâr eden ve peygamberlerin getirdiği ( = yaptığı) mucizeleri de inkâr eden feylesof bir şahıs vardı ki, hakikatların tebeddül etmediğini (değişmediğini) söylerdi. Soğuk ve kış zamanlarıydı: Önümüzde ateş dolu büyük bir mangal vardı. (Dinî gerçekleri) inkâr eden ve yalanlayan bu feylesof dedi ki:
Halk tabakası (avam), Hz. İbrahim aleyhisselâm'ın (Nümrûd tarafın dan) ateş'e atıldığını ve ateş'in onu yakmadığını söyler. Halbuki ateş, bünyesi itibârı ile, yanmağı kabul eden cisimleri elbette yakar. (Oysa) Kur'anda İbrahim kıssasında zikr edilen ateş, Nümrûd'un ona olan kin ve garaz'ından ibarettir... ki bu da «gazab ateşi» (demek)tir. (Hz. İbrahim'in) buna atılmış olması, onun üzerine Nümrûd'un gazabı vardı (demektir) ve onu yakmaması da, cebbar Nümrud'un gazabı, Hz. İbrahim'e tesir etmedi (manasına)dır.(Feylesof) sözünü bitirince (keramet) ve temekkün makamında bu lunanlardan biri ona dedi ki:
Şayet ben sana Allah'ın, ateş konusunda (işin) zahirinde de doğru söylediğini ve ateş'in Hz. İbrahim'i yakmadığını göstersem... (ne ya parsın)?
Münkir (feylesof):
Olmaz öyle şey dedi. (Şeyh) ona:
(Mangal içindeki) bu yakan bir ateş değil mi? deyince:
Evet dedi.
(Şimdi) bunu kendi nefsinde (yani bizzat) göreceksin diyerek mangaldaki ateşleri (feylesofun) üzerine attı. (Ateşler) onun elbiseleri üzerinde (yakmaksızın) bir müddet kaldı. Kendisi bunları eliyle evirip çeviriyordu. Yakmadıklarını görünce, şaşıp kaldı. Sonra onları mangala iade etti (geri koydu). Şeyh ona :
Sen de ona elini (kendin) yaklaştır (bakalım) deyince, (feylesof) elini yaklaştırdı ve ateş onu (bu sefer) yaktı. Şeyh de ona:
(Kur'andaki) mesele böyledir: Ateş, emir almıştır, emirle yakar ve yakmayı (emirle) terk eder ( = yakmaz). Allah Teâlâ, her istediğini yapandır dedi. Böylece bu inkarcı (feylesof) doğru yola girdi ve (aczini) itiraf etti...»


Arş Allah'ın gölgesidir ve sultan yer yüzünde Allah'ın gölgesidir sapıklığı. (s:414)


Arş Allah'ın gölgesi'dir; (onun) iki imamı (önderi) ise, zahir ve batındır.
Sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesidir. Çünkü O'nun zuhuru, dünya aleminde eseri:)etkisi) olan bütün ilahi isimlerin sûretleri'yledir. Oysa Arş, ahirette Allah'ın gölgesidir


Arabî'nin insan-ı kamil saçmalıkları. (s:438)


İnsan-ı kamil'den daha mükemmel bir mevcut yoktur. Bu dünyada, insanlar arasında kemale ulaşamayanlar, bir hayvan-ı natık:) konuşan hayvan)'dır; (herhangi) bir suretin cüz'üdür; insanlık derecesine ulaşamaz. Aksine onun insanlığa nisbeti, bir ölü'nün insanlığa olan nisbetidir: Şu halde o, gerçek olarak değil, şeklen insandır.
Masivallah'da Allah'ın gölgesi, insan-ı kamil'dir.
Allah'ı ancak insan-ı kamil bilir*. Çünkü o, Allah'ın tecelli ettiği yerdir.


* Önemli not: Sayfa 393'te (Sufiler) taifesi der ki: -Allah'ı Allah'tan başkası bilemez, bu cümlenin yukarıdaki tanımla tenakuzuna dikkat ediniz.


Muhyiddid İbn Arabi - El-Futahat-Mekkiyye, Prof.Dr.Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara-1990
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Muhyiddini Arabi Hazretleri - M.Kemal Pilavoğlu, Elifbe Yayınları


5


(Yavuz) Selim Şam'a girerse Muhyiddini Arabi'nin kabri açığa çıkar. uydurması (S.15)

Yine aynı kitapta (İzâ dehales siynü fiş şıyni yazharü kabri Muhyiddîn) kelâmını okuyordu. Yâni (Sin Şın'a girerse Muhyiddîni Arabi'nin kabri meydana çıkar) sözünü inceletti. Âlimler de bunun, Selim'in Şam'a girmesiyle Muyhiddîn'in kabrinin meydana çıkaca ğına remiz olduğunu söylediler.

Kendisine günde beş defa lanet eden adamı Allah'ın afv ettiğini Allah'ın müjdelemesi yalanı (S.20)

Zamanında bir adam, her nedense Muhyiddîni Arabi'ye buğzu adavet etmiş, ölünceye kadar da her namazın akabinde ona on kerre lanet etmeği vird edinmişti. Bu adam ölmüş, Muhyiddîni Arabî de bunun cenazesinde hazır bulunmuş, onun afv ü mağfiretini Cenabı Hak'dan dilemişti.
Sonra arkadaşlarından biri Muhyiddîn'i Arabi'yi evine götürmüştü. O bir müddet yememiş, içmemiş, uzun zaman murakabeye dalmış, sonra da meserretle o zatın yanma, gelmiş, yemek yemişti.
Bu zat bu hali görmekle sebebini sorunca Muhyiddîni Arabî; «Bana her namaz akabinde on kerre lanet okuyan bu adam afv ü mağfiret edilinceye kadar Allah'a, hiçbir şey yememek, içmemek üzere ahdetmiştim. Bu halde kaldım, onun afv ü mağfireti hususunda beşareti lütfetti, artık sevindim, şimdi yemek yiyebilirim» demiştir.

Muhyiddini Kabe'de cisimlenmiş ruhlarla konuşup sapıtması başlıyor. (S.30-31)


Bir gün Cuma namazından sonra Kabe' yi tavaf ediyordum. Tavafta şekil ve kıyafetçe garip bir şahıs gördüm. O kimse nazarı dikkatimi celbetti. İki kimse arasından kolaylıkla, hiç dokunmadan geçip gidiyordu. Derhal anladım ki, o, cesetlenmis bir ruhtur. He men durup selâm verdim. Aramızda konuşma vâki oldu.
Onun ismi Ahmet Septî'dir. Böyle ceset- lenerek hacılar içinde tavaf etmek devletine nasıl nail olduğunu sordum. O bana:
«Haftanın bir gününde kazanır, o kazanç ile haftanın diğer günlerini ibâdetle geçiririm» dedi.
Ben, o gün hangi gündür? dedim. O da: Pazar günüdür, dedi. Ben: Niçin kazancı o güne hasrettin? dedim. O da: Allahü Teâlâ pazar gününde âlemi halk etmeğe başladı. Cuma gününde ondan fariğ oldu. Bu altı gün de bizim kârımız oldu. Ben de kazanç için pazar gününü kendime tahsis ettim, dedi. Ona: «Sizin yaşadığınız zamanın kutbu kim,dir?» dedim. O kimse de: «Benim» dedi. Ve bana veda edip ayrıldı.
Sonra arkadaşlarımdan biri: «Tavaf esnasında sizinle konuşan kimdir? Ben o gibi şahsı Mekke'de hiç görmedim» dedi.



Muhyiddin i Arabi Mekke'de tavaf esnasında kırkbin sene önce ölüp cisimlenmiş hayaletlerle konuşması yalanı (S.31)


Mekke'deki diğer meşhur olan şühûdu. Şöyle nakleder:
«Bir gün tavaf esnasında şekil ve kıyafetçe yabancı bir kimseyi tavaf ederken gördüm. O adam tavaf ederken (Lekad tüftüm kemâ tüftüm sinînâ bihâzel beyti tarra seviyyâ) diyordu. (Yâni; bizler de sizin gibi bu beyti tavaf ediyoruz.) O adamın yanına yaklaşıp kim olduğunu sordum. O yabancı kimse:
- Ben senin büyük atalarındanım, dedi.
Sordum:
- Hangi asırda yaşadınız?
Kırk bin sene evvel vefat etmiştim.
- Ebülbeşer Âdem Aleyhisselâm'ın altı bin sene evvel halkolunduğunu söylerler.
- Sen hangi Âdem'den bahsediyorsun? Bil ki Ebülbeşer Âdem'den evvel yüz bin Âdem gelip geçmiştir» dedi.
Muhyiddîni Arabî bu sözlerden mütehayyir kaldığını kaydeder.


Muhyiddin-i Arabi altı peygambere iftira ediyor. (S.39)


Muhyiddîni Arabi Fütühât-ı Mekkiye'nin 667. babında diyor ki:
«Hazreti Âdem, Hazreti Yahya, Hazreti Yusuf, Hazreti İdris, Hazreti Musa ve İbrahim Aleyhisselâm'la görüştüm. Cümlesinden hakayık öğrendim. Bütün nebiler tarafından iltifatla; «Hoş geldin ya varis-i Muhammedi» diye karşılandım.»

Muhyiddin Arabi, Kutup olup olmadığını Ebul Abbas'ta sorması uydurması (S.39-40)


O, zamanın kutbu idi. Muhyiddîni Arabi kendisinin kutub olup olmadığı hakkında şüphe eden Ebül Abbas'a bir mektup yazmış, bâtınına teveccüh etmesini emretmişti. Ebül - Abbas bâtınına teveccüh edince bütün evliyayı bir daire teşkil eder görmüştü. Ortalarında iki zat vardı. Biri Ebül - Hasan, diğeri de En dülüslü Muhyiddîn'di.
Ebül - Abbas diyor ki:
«Bana bu iki zattan birisi Kutubdur» de nildi. Ben merakta kaldım. Acaba hangisi Kutubdur diye düşünürken, o anda bir secde âyeti okundu. Her ikisi de secdeye kapandılar. Bu anda bana, hangisi başını evvel kaldırırsa kutup (gavs) odur, denildi. Bunun üzerine bir de baktım ki, Muhyiddîni Arabî başını evvel kaldırdı. Artık onun kutbiyyetinden şüphem kalmamıştı.
Kendisiyle o anda harfsiz ve savtsız bir konuşma yaptım. Bir sual sordum, o da bir üfürmekle cevap verdi. Bu üfürük evliya hal kasına da sirayet etti. Cümle velîler ondan nasiblerini aldılar. Bundan sonra Muhyiddîn; «Sen bu dereceye erişince ben seninle Mısır' dan haberleşirim» dedi. Bir daha da bana mektup yazmadı.»


Muhyiddin'e denizde bir balığın soru sorması karşısında mağlup olması yalanı (S.41)

«Bir gün denizde bir gemide bulunuyordum. Gemi müthiş bir fırtınanın tesiriyle beşik gibi sallanıyor, batmak tehlikesinin alâ metleri beliriyordu. Beni huzursuz eden bu hareketten dolayı denize hitaben: (Sakin ol ey deniz. Senin üstünde de bir ilim denizi var dır) dememle deniz sakin olmuştur. Fakat denizden bir balık görünerek bana halledemiyeceğim bir sual sordu. (Madem ki ilim denizisin, benim cevabımı da ver) dedi. Ben o an da cevaba kaadir olamamakla mağlûb oldum, bir daha bilgimden bahsetmedim.»

Muhyiddin Arabi'nin filozof ile ateş dolu mangal olayı ve yalanı (S.42-43)


Hicrî 586 senesinde bir filozof, Nemrud' un ateşinin İbrahim Aleyhisselâm'ı yakmadı ğı meselesini inkâr ediyordu. O filozof, «ateş Nemrud'un gazabından ibaretti. İbrahim Aley hisselâm'ın ateşe atılması Nemrud'un gazabının onun üzerine vukuu ve ateşin yakmaması da, envârın üfûlüdür,» gibi sözler söylüyordu.
Velî bir zat (Muhyiddîni Arabî), «eğer ben Allah'ın ateşinin İbrahim'i yakmadığına, onu kendisi için berdi selâm ettiğine dair sözün doğruluğunu isbat edersen ne yapar sın? Ben İbrahim'i müdafaa yerine kaim oluyorum» dedi.
Filozof yine inkârında devam etti. O zat (Muhyiddîn) hemen, mangalda olan ateşi filozofun kucağına attı. Ateş filozofun elbisesi üzerinde kaldı. Filozof ona eliyle dokunduğu zaman ne elinin ne de elbisesinin yanmadığını hayretle gördü. O zat (Muhyiddîn) ateşi yine mangala koydu. Filozofun elini bu sefer ateşe yaklaştırdı. Filozofun eli derhal yandı. O zat (Muhyiddîn); «Şimdi ateş yakmağa memurdur. Emredersem yine yakmayı terkeder. Allah dilediğini işler» dedi. Filozof da derhal kelime-i şehâdet getirerek İslâm oldu.
Muhyiddîni Arabî bu kerametini yazarken kendisini gizlemiş, kendini «bir kimse» şeklinde ifade etmiştir. Biz de o zatı aydınlatmak için Muhyiddîni Arabî ismini parantez içine aldık.
Görülüyor ki, nefha-i Hak o büyük velîde tecellî etmekle keramet şeklini almıştır. Muh yiddîni Arabî yine bir gün bir tecelliyatla, bir yaşındaki kızı Zeyneb'e, bir zevk âleminde bir mes'ele-i fıkhiyye sordu. Henüz memede olan küçük kızın fasîh bir lisanla Muhyiddîni Ara bi'ye cevap verdiği görüldü.
Şüphesiz bu da, mevtayı söyleten enbiyâ nın ondaki bir tecellîsi idi. Çünkü o nûr-u nübüvvetle her şey bu makamda ayan olur. Bundandır ki, Muhyiddîni Arabî Endülüs'teyken bütün hayatını bir sinema şeridi gibi görmüş, seyretmiştir. Şüphesiz ki, bu büyük bir keramettir.


Muhyiddin Arabi Endülüs'ten ayrıldığından son ömrüne kadar Allah ona her şeyi bildirdi . Yalanı (S.43-44)


Faslı Hitab'ın 285. babında bundan bah sederken der ki: «Endülüs'ten ayrılıp da gemiye bineceğimiz sırada, âhir ömrüme kadar bütün ahvâl-i zahire ve batmayı bilmek arzusuyla murakabeye varmıştım. Allah bana cümlesini gösterdi.»
Tâbütü's-Sekîne kitabında Muhyiddîn: «Ümmete acımasaydım, kıyamete kadar gelecek bütün kutublan, isim ve nesepleriyle yazardım. Ümmete muhabbetimden bunu setrettim. Çünkü bunları bilerek inkâr, bilmiyerek inkâr ile eşit değildir, ilimle özür olmaz, cehl ile özür olur» buyurmuştur. Şüphesiz bu keramet de şühûd ilminin en yüksek bir mertebesidir

Yavuz Selim'in ebced hesabına inanması ve itiraz edenleri öldürmesi (S.44-46)

Yavuz Sultan Selim hicrî 920 yılında Muhyiddîni Arabi'nin kabbrini ziyaret etmiş, onu çok seven bir zatı da türbedar bırakmıştı. Bir gün türbedara; Mısır'a sefer edeceğini söyledi ve susuz cehennemi çöllerin geçilmesinin mümkün olup olmayacağını sordu. Türbedar, Muhyiddîn'in ilmine vâkıf ol ması dolayısıyla ona:
«Mısır'ı fethedeceğin Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunmuştur» dedi. Sultan Selim hayretle:
«Acep bu hangi âyettir?» dedi. Türbedar sûre-i enbiyâdan, (Velekad ketebnâ fizzebûri nün ba'diz zikri ennel arza yerisühâ ıbâdiyes sâlihûne) âyetini okudu. Bunun mânası: «Tevrattan sonra Zeburda, arza salih kullarım vâris olur diye yazmıştık» demektir.
Türbedar:
«Bu âyeti kerîmedeki (arz) dan maksat arz-ı Mısır'dır. Buradaki zikirde (z) ebced he sabıyla 700, (k) harfi 20 ve (r) harfi 200 ol mak üzere cem'an 920 eder. Binaenaleyh bu tarih sizin Mısır'ı fethedeceğiniz tarihtir» dedi.
Hakikaten Selim'in türbedarla konuştuğu zaman, hicretin 920. yılı idi.
Türbedar: «Allahü Teâlâ, salih kullarımı Mısır'a mâlik ederim diye vaad buyurmuştur» demesiyle Sultan Selim hayrette kaldı. Selim'in türbedara büyük itimadı olduğundan o sene ordusunu toplayıp Tih sahrasını geçmeğe karar verdi. Bunun içinde en sadıklarını müşavere tarîkıyla birer birer yanına çağırdı. Kendi re'yine itiraz edenleri derhal katlettirdi. Nöbet Ada na mutasarrıfı Halil Paşa'ya gelmişti. Sultan Selim ona:
«Askeri dağıttık. Mısır sultanının da fazla askeri var. Buraya gitmek isterim. Senin fikrin nedir?» dedi. Adana mutasarrıfı Sultan Selim'e:
«Sen kalbine bak. Kalbinde şecaat ve doğruluk varsa nusreti ilâhîye sana teveccüh eder» deyince Selim ona hil'at giydirdi. Ve sonra deminki âyet-i kerîmeyi okuyarak, türbedarına (zikir) kelimesinin hesabını yaptırarak, bunun 920 yılım gösterdiğini anlattı ve sonra Allahü Teâlâ'nın: Bu sene salih kulla rımı arza varis kılarım kelâmını izah ederek, arzdan murat Mısır olduğunu ileri sürdü ve 923 yılında Mısır'a girdi. Aşağı yukarı bu tarih bu zamanı gösterir. 922 senesi Recebin 26' sında Osmanlılarla Mısırlılar Dâbık ovasında çarpıştılar. Bu muharebenin neticesinde de Mısır fetholundu.


Muhyiddin Arabi kime baksa onun dünya ve uhrevi bütün hallerini haber verirdi. Yalanı (S.46)


Muhyiddîni Arabi'nin üvey oğlu Sadreddîni Konevî de Kitabı Fükûkünde:
«Muhyiddîni Arabi'nin öyle bir nazarı mahsusu vardı ki, her ne vakit bir kimsenin ahvaline muttali olmak istese, ona bir nazarla baksa, dün yevî ve uhrevî her türlü ahvalinden haber verirdi» der. Şüphesiz bu nazar Muhammed Aleyhisselâm'ın nazarından nur almış bir nazardı.

Muhyiddin Arabi'nin havada yürümesi ve bütün vücudunun bir göz olması yalanı (S.46-47)


Muhyiddîni Arabî, kerâmât-ı kevniyyeye taallûk eden bazı kerâmâtdan da bahseder. Fütühât'ın 36. babında:
«Biz şüphesiz havada yürürüz» ve yine «Birçok halkı havada yürürken gördük» demiştir. Bu keramet, insanın heykel-i zulmânîsinin, heykel-i nuranîsine kalbolduğu, kesretten letafete yol açtığı zamanda ehlullahdan zuhur eden bir harikadır. Bu anda vücut tek bir nur, tek bir göz halinde inkılâb edebilir. Bundan bahsederken Muhyiddîni Arabî Fütühât'ının 69. babında:
«Ben bu makamda Resûlüllah'a varis olunca, buna eriştim. Fas şehrinde Mescid-i Ezher'de namaz kıldırırken, mihraba girdiğim vakit bütün vücudum bir göz olmuştu. Her tarafımdan görüyordum. Kıblemi gördüğüm gibi, geride giren ve çıkan cemaati de görü yordum. Hiçbir şey bana gizli kalmamıştı. Hattâ namaza yetişemiyenleri ve yanlış kılanları görüp düzelttim» demiştir.


Sadreddin Konevi'nin Muhyiddinin mezun başında hayatta olduğu gibi görüşmesi yalanı (S.47)


Sadreddin Konevî bize Muhyiddîni Arabi'nin bu husustaki kerâmâtını anlatarak, Kitabı Cevâmî, kerâmâtı evliya bahsinde der ki:
«Muhyiddîni Arabi'nin vefatından sonra kabrini ziyarete gidiyordum. Tarsus'un sıcak bir günü idi. Hafif bir rüzgâr ovanın çiçeklerini okşuyordu. Ben de bunlara bakıp kudreti ilâhiyeyi düşünüyordum. Allah'ın sevgi ve aşkı kalbimde yandı. Bir de baktım ki Muhyiddîn pek güzel surette karşımda tecellî etti. O güya bir nur halindeydi. «Bana bak» diyordu. Sonra bir tecellîyi Hak zuhur etti, kendimden geçtim. Göz açıp yumuncaya kadar bir de baktım ki, Muhyiddîni Arabî karşımda duruyordu. Hemen selâmlaştım, elini öptüm ve kucaklaştım. Allah'a şükür ki, mezarına giderken, onu bizzat hayatta olduğu gibi gördüm, konuştum ve bildim.»

Arabi'nin geleceği bilmesi yalanı (S.79)

Mesela, (Şeceretü'n-Nu'maııiye Fî Devleti'l-Osmaniye)'de Muhyiddîni Arabî: «(H) 9 ay muhasara ettiği, birçok âlet ve mal mahvettiği halde Bağdad'ı alamıyacak; Bağdad'ı 1048'de (M) alacak) demektedir.
(H) dediği, Osmanlılar tarafından Bağdad'ı muhasara eden Hafız Paşa olup, 9 ay muhasara ettiği, birçok mal telefat verdiği halde Bağdad'ı alamamıştır. Ancak Bağdad'ı almak şerefi, Muhyiddîni Arabi'nin (M) dediği Sultan Murad'a 1048 senesinde nasib olmuştur. Muhyiddîni Ârabî 600 sene-i hicriyesinin ricali olduğu halde bunları bilmesi onun kerâmât-ı âliyesini göstermeye kâfidir.

Evliyaların divan toplantıları yalanı (S.125-127)


Ben nice kerre evliya toplantılarına, divanlarına gittim. Bir keresinde güneş henüz doğmuştu. Onlar beni uzakdan görüp karşıladılar. Ben onları, şunlar gölgelidir, şunlar gölgesizdir diye seçer vaziyetteydim. Divanda hasır olan ölü kâmil veliler ruhanî uçuşlarla uçarak, divan yerine bir konak mesafeye yaklaştıklarında yere konuyorlardı ve ayaklarıyla yürüyerek divana geliyorlardı.
Bu, dirilere karşı bir tazimdir. Ricali gayb de böyledir. Bazısı bazısını ziyaret ettiğinde, ruhanî seyirler yaparlar.
O divanda melekler de bulunur. Onlar safların en arkasındadırlar. Burada kâmil cinler de hazır bulunur. Onlar hâzırûnun en arkasında durur ve bir safa bile baliğ olamazlar.
Bazı zamanlarda o divanda Hazreti Nebî de hazır bulunur, gavsin yerinde oturur. Hazreti Nebî geldiğinde kendisiyle beraber, takat getirilemeyen nurlar da gelir. O nurlar yakıcı, korkutucu, öldürücü nurlardır. O nurlar mehabet, azamet celâlet nurlarıdır. Hattâ şecaatte en yüksek dereceye erişmiş bir kim seye o nurlar ansızın gösterilse o kimse derhal Ölür. Şu kadar ki, Cenâb-ı Hak evliyaya o nurlara takate kuvvet verir.
Hazreti Nebi hazır olduğunda, onunla birlikte takat getirilemiyen nurlar geldiğinde, ehli divandan olan melekler, Hazreti Nebinin nuruna girerler ve Hazreti Nebi divanda hazır oldukça hiçbir melek zahir olamaz. Hazreti Nebî divandan çıktığında yine zahir olurlar.
O divanda, senede bir gece, ibrahim, Mu ta ve cemi resuller hazır bulunurlar. O gece Kadir gecesidir. O gecede meleklerden Meleği âlâ ve ezvâcı mutahherât, bütün ashâb-ı kiram h azır bulunurlar.
Bazan Gavs kaybolur, hazır olmaz, Nebi Aleyhisselâm hazır olur. Divan ehlinde öyle bir korku hâsıl olur ki, nezdi nebevide kendilerini, havasından çıkacak şeyin akıbetini bilmezler. Hattâ o hal uzarsa âlemler yıkılır.»

Muhyiddini Arabi Hazretleri - M.Kemal Pilavoğlu, Elifbe Yayınları, 3.Baskı, İst-1979
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Özün Özü - Muhiddin-i Arabi, İsmail Hakkı Bursevi, Sadeleştiren Abdülkadir Akçiçek , Kamer Neşriyat,

6

Tasavvuf dininin yerdeki tek İlahı İnsan-ı Kamil'dir. (S.50-60)

a)(S.50-52)
İNSAN-I KÂMİL
Burada İNSAN-I KAMİL anlatılacaktır. Anlatılan hazarat ve âlemlerin hepsini bu insan kapsar ve benliğinde toplar. İNSAN-I KÂMİL, birleştirici mertebeye sahiptir; İsm-i Azam makamındadır. İsm-i Azam nasıl bütün isimleri özünde toplar ise, İNSAN-I KAMİL de onun gibi, mülk, melekût, ceberut ve lahüt âlemlerini toplar. Zahirde olsun, batında olsun, ÎNSAN-I KÂMlL'in kuşatmadığı hiç bir makam yoktur. Zati olan bir sirayetle, hepsinde hükmünbü geçirir ve hangi şey olursa olsun; onda ayniyle zuhur eder. Nitekim, Hazret-i Ali şöyle söyledi:
Sen kendini sandın bir parça, küçük; Halbuki sende âlem var, en büyük.
Yani, sen kendini ufak birşey sanırsın; halbu ki sende en büyük alem saklı ve gizli...Bir mürşi- de gider özüne karşı anlayış alırsan herşeyi sende ve seni herşeyde var görür; yakinen bilirsin.
İNSAN-I KÂMİL'in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin: On sekiz bin âlem; bir havan içinde döğülse, hamur haline gelse, ter kibi İNSAİN-İ KAMiL olur. Bu insan; on sekiz bin âlemi. on sekiz bin gözle seyreder. Her âleme, o âleme has olan gözle bakar. Duygular âlemini, duygu gözüyle; akıllara sezilenleri akıl gözüyle, mânalan da kalb gözüyle seyreder. Öbürlerini de buna kıyas et. Duygu "madde" gözüyle, manaları seyredeceklerini sanan gafiller, sadece bir ümit içinde erir; bu, ehline malumdur.
Bir şiir:
Yürü, bir göz bul çare eyle;
Bu kez, ondan ona nazar eyle.
Gayb alemini, seyredebilmk için, Hakkani bir göz gerek.
Âlemleri; on sekiz bin olarak hesap edenler için temel şudur: Külli akıl, külli nefis— bunlara levh ve kaklem de denir — arş, kürsî yedi kat semâ, dört tabiat unsuru ve üç mevâlid; bunlar bü tün olarak on sekiz eder. Teferruat itibariyle de, on sekiz bin olur.. Bir çok büyükler böyle der. Ger çek durumda esas olan ise; âlemlerin, sayıya gelmeyeceğidir.

b)(S.55-60)
İNSAN-I KÂMÎL..
İşte bahsi geçen cümle şeyler, melek ve fele İNSAN-I KÂMİL'in kalbine konsa orada zerre kadar dahi tartı değmez. Hazreti Beyazid, bu makama varınca şöyle anlatmıştır:
Arş ve ondakiler, milyon kere büyüse ve arifin kalbinde bir köşeye konsa; orada bir şeyin varlığını duymaz.
O gönül ki, yerlere ve göklere, arşa ve kürsiye sığmayan, Yüce Hakkın azamet ve celâlinin, cümle zat ve sıfatının tecelli yeri olmuştur; ona bu kadar büyüklük çok mudur?. Bunu, şu kudsî hadis de teyid eder:
«Göklerime, yerlerime sığamam, lâkin mümin kulumun kalbine sığarım.»
Burada müminden murad, İNSAN-I KAMİLdir. Kalbe sığmaktan murad ise, o kalbin Hak cemale ayna olmasıdır. . İşte şu hadis-i şerif bunu anlatır:
«Mümin, müminin aynasıdır.»
Birinci müminden, İNSAN-I KAMİL ikinci sinden de, Yüce Hakkın zatı kasd edilir. Açık manası:
- İNSAN-I KAMİL Hakkın aynasıdır. Cümlesi olur.
Büyük mürşid Muhiddin-i Arabî, Füsus'unda kalb azametini haber verirken; Bayezid Hz. nin beyanına da değinmiş, şöyle demiştir.:
Onun açıkladığı mana, arifin, cisimlere
nisbetle büyüklüğüdür. Burada ben de şöyle derim:
Şu sonu olmadığı anlatılan varlık için; kendisini yaratana bakarak bir son bulunur.
İşbu hali ile anlatılan varlık, İNSAN-I KÂ- MİL'in kalbine konmuş olsaydı, onun ağırlığını duymazdı.
Hazretin anlattığı azamet, sayı ve hesaba gelmeyeceği gibi; vehim ve kıyasa sığar cinsten de değildir. O, zevke dayanır. Allah-ü Teâlâ o zevk leri cümlemize nasip eyleye... Hu!..
Hazret-i Bayezid, bu makamda şu şiiri söylemiştir:
Sevgiyi, kadeh, kadeh aldım;
Ne şarap bitti; ne ben kandım..
Bu makamda anlatılan sevgi, aynen sevilendir. Bu şiiriyle Hâzret ) kalb mertebesinden haber vermiş ve onun genişliğini anlatmıştır; ki bu, ehline malumdur. Tefsir gerekirse, öyle denir:
Kalb aynam, ezelî ve ebedî sevgilinin tecelli ve feyizlerine mazhar oldu. İlahi feyizler, birbirini takip ederek inip gelmekte ve kalbim onu kabul etmektedir. Ne sevgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi; tükenecek gibi de değil...
Bunları anlatmaktan gaye, İNSAN-I KAMİL'in azametini ve mertebesini açıklamaktır, dolayısiyle 'Yüce Hakkın yüceliğini.
Bir şiir:
İnsan, keyfiyetini, bilemedikten sonra; Nasıl ezel sahibi Cebbar Allah'a vara!.
Cümle ağaçlar kalem, denizler mürekkep, in sanlar, bu gözle göremediğimiz melekler, cinler de kâtip' 'olsa, İNSAN-I KAMİL'in hallerini anlatıp bitiremezler. Zamanları, dünya kuruluşundan, kıyamete kadar uzasa ; bu faslın yüzündeki ince zarı dahi atamazlardı.
Bu fasla işaret olarak; şu âyet-i kerimeyi zikredelim:
«Söyle; denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa ,
Rabbımın kelâmı bitmeden tükenir; bir misli daha gelse, yine tükenir.» (18/109)
ÎNSAN-I KÂMİL'in bir adı (Elif-Lam-Mim) dir. Nitekim, Kur'an'ı Kerim'in başında.
«Elim-Lam-Mim Şu kitap var ya, onda şüphe yoktur.» (2/1)
Buyur ulur. Bir hadisi şerifte:
«İnsan ve Kur'an ikizdir.»
Buyurulur. Burada insandan murad, İNSAN-I KÂMİL'dir. Burada ikizden kasd, aynı batında do-ğan ikiz kardeş manasına gelir.
Hâsılı..
Yukarıdanberi ne anlatıldıysa hepsi birbirinin aynasıdır. Lahüt'un âynâsı ceberut; ceberûtun aynası, melekût; melekûtun aynası mülktür. Bunların hepsine ayna, İNSAN-I KAMİL'dir . ÎNSAN-I KÂMİL, Allah-ü Taâlâ'nın halifesidir. Ve kendini gösteren bir aynadır. İlahi varlığı, kâinatı gösteren bir aynadır. İNSATT KÂMİL'in özünde olmayan hiçbir mertebe yoktur.

Elde olmayan sebeplerle söz uzadı; sadede ge lelim.-Esas mevzu, Muhiddin-i Arabi'nin şu cümlesi üzerineydi:
İrfan sahibi, eğer kendi özündeki gerçeği anlasaydı; belli bir îtikadâ bağlanıp kalmazdı.
İnsanın anlatılan hale gelmesi, İNSAN-I KAMİL olması sayılır. Buraya kadar saydığımız şeyler İNSAN-I KAMİL'in binde bir vasfını teşkil eder. İnsan bu mertebeyi bulduktan sonra, mutlak surette Hakkın tecelligahı olur; ki, o hangi yönden kendisine "tecelli ederse, kabullenir. Bu mertebeyi bulana:
İNSAN-I KÂMİL..
Denir. Hak Taâlâ. bu mertebeye ermeyi cüm lemize ihsan eylesin. Amin!. Hu!.
Ey kardeş, insafla düşün. Hak bize büyük istidat vermiş. Biz ise, bunu boşa gideriyoruz; lâyık mı?.
«Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın."(7/179)
Âyet-i kerimesi ile anlatılan zümrenin derekesine kendimizi indiriyoruz: Bize hayıf oluyor; bize yazık" oluyor.
İNSAN-I KÂMİL olmak kolay değil; ancak kâmil bir zatı bulup elini tutmakla, ona hizmet et mekle kabil olur.
Yüce Hak o istidadı herkese vermiştir; ama, insan kendini alt derekeye düşürür; istidadını yi tirir.
Kendini bir kâmil mürşide teslim et. Sen dahi bir insan ol.
Asıl kemal, insanlığı belli bir itikada bağlı bilmemektir. Ama sanılmaya ki: İNSAN-I KAMİL mezhepsiz ve itikadsız bir kişidir. Zira, onun mezhebi ve itikadı ilahi dilekte ve ilahi emrin varlığın- dadır. Onların inanışı, mecazi mezhep ve itikad degildir. Hak erenlerinden bazısına:
--Hangi mezheptensin?
Dendikte:
Huda mezhebindenim.
Dedi.
Bir şiir:
Bütün mezhepler kaydından beri ol;
Tüm yolcuların başta gideni ol..
Bazı büyüklere şöyle sordular:
-Anlatıldığına göre. irfan sahibi özel bir inanışa bağlı kalmaz; lakin halka uyar bir şekilde açığa çıkar. Çünkü;
«İnsanlara, akıl erdirecekleri kadar konuşunuz.»
Buyurulmuştur. Eğer kalbindekini açığa vursa, onu hemen öldürürler.
Durum böyle olunca, o irfan sahibi, münafık olmaz mı?
Cevap şu oldu:
Olmaz. Zira münafık ona denir ki, gizli bir itikada sahip olur; bu itikadının aksine amel izhar eder. Yaptığının yersiz olduğunu kendisi de bilir. Arif odur ki, hem izhar ettiği itikat Hak olur; hem de içinde olan itikada dışı zıt görünür; ama değildir. İrfan sahibinin çerçevesi geniştir. Onda iki zıt dahi birleşir; bu zıtlar zâhirdekilere göre ol sa dahî, ona göre zıt olmaz. En iyi bilen Allah'tır.



Hak Teala cümle eşyayı zatının aynısı kıldı. İftirası. (S.69-74)

Şeyh İrakî şöyle der:
Hak Taâla cümle eşyayı, zatının aynı kıldı. Hikmeti ise, kendinden gayrına ibadet olunmaya başkası sevilmeye.. İlâhî gayret, (kıskançlık) bunu gerektirdi.
Bir şiir:
Gayreti, yabancı komadı Hakkın;
Şüphesiz o, aynı oldu eşyanın..
Bir başka şiir:
Hak diledi ki, eşyayı yarata;
Özünden gayrı komadı arada.
Bu âlemde tapanlar ona tapa;
Ki, her yüzde görünen o, halk kapa.
Ki, insan iyi huyla kapabilir;
Ve dar gönüller onunla yapılır..

Yukarıda arz edilen hususlar, şu âyet-i keri menin bilinen mealidir.
«Rabbın hükmü şu ki; kendisinden gayrına kulluk etmeyesiniz.» (17/23)
Daha açık manası ile ifade edilen mana şudur:
- Ey Peygamber, Rabbın takdir ve hükmü şu ki: Sevgide, övmede, senada ondan başkasını bilmeyesin, görmeyesin ve kul olmayasın. Zaten, on dan başkasına ibadet, mümkün değildir. Hatta puta" tapanın tapışı bile sonuçta. Hakka varır; çünkü onun varlığı da Hakkındır. Bunu anlamak için cümle varlık, Hakkın olduğunu anlamak ve bilmek gerekir; sözümüz onlara aynadır.
îşte irfan sahibi, bu manayı anladıktan sonra, ne muayyen bir itikada sahip olur; ne de diğer kimselerin itikadına sataşır, inkâr eder. Zira: Cümleyi bir emir zincirine bağlı gördü; kendisinin de, emir ve iradeden başka bir şey olmadığını anladı. Mevcut, yalnız o.. Yine o irfan sahibi, herkesi mazhar olduğu isim tecellisi cihetiyle itikad ve edeplerini yerli yerinde gördü.
Bir şiir:
Bir zerrecik yerinden kayıp oynasa; Âlem harap olurdu, baştan ayağa..
irfan sahibine:
«Her ne yana dönerseniz, Hakkın (tecelli) yüzü o yandadır.» (3/115)
Ayet-i kerimesinin manası zahir olur.
Yani, zahirde ve batında cephenizi nereye çevirirseniz, orada Hakka çıkan bir yol vardır. Ger çekte:
«O, her an, bir şan alır.» (55/22)
Kaidesine göre, makamlar ve mertebeler de bulunur.
Her makamda bir türlü, her mertebede bir başka yüz gösterir. Her yüzde bir başka türlü gü zellik, her güzellikte bir başka aşk, her aşkta bir türlü gamze, her gamzede bir türlü işve, her iş vede bir türlü cilve, her cilvede bir türlü naz, her yerde de bir türlü başlama şekli vardır. Bu yüzden aşka müptelâ olup inleyen zatlar çeşitli hallere düşerer. Gah, kabz ve celâl sıfatına mazhar olurlar. Gah, bast ve cemâl sıfatı tecellisinin mazharı olur; zevk alır, zevke dalar, safa bulurlar. Gah naza, gah niyaza kapılırlar. Bu sıfatlar, aşıkm naza rında türlü türlü haller alır; fakat o aşık, hiçbirini itrnez. Hal böyle olunca, arif kendini nasıl muayyen bir itikada kaptırsın; gitsin.
Aşıkm sevdiği mahbup, hangi sıfatı takınsa, hangi libasa bürünse ve her ne şekilde tecelli etse, katiyen gaflete düşmez ve tek yüzüne bağlanmaz. Ayrıca her yüzden onun güzelliğini gördüğü gibi, tek yüze bağlanıp kalanları da mazur görür. Dai resi geniştir. İtikad faslında, tek yüze bağlanıp kalmanın da ilâhî şuûnattan biri olduğunu bilir ve ilâhî isimlerden birinin gereği olduğunu kabul eder. Nitekim izzet sahibi Yüce Hak bir âyetinde şöyle buyurdu:
«Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, Hak onu nasiyesinden tutmuş olmasın; kesin olarak bi linsin ki, Rabbim sırat-ı müstakim üzeredir.» (12/ 6)
Bu âyet-i kerime, Hud nebinin dilinden anla tılır.
Herkes, bir ismin mazharı olup onun tasarrufu altında bulunur. Celâl, cemâl, hadi, mudili; bunların hangisi olursa olsun, onun doğru yoludur, İtikad bahsinde de aynıdır. Bir kimsenin itikadı, diğer şahsa göre ayrılık taşısa bile, aslında mazharı olduğu isme binâen, doğru yoldadır; onun müstakim sıfatı odur. Meselâ, yayın doğruluğu eğri ol masından anlaşılır. Şaşkınlık, Hakkın mudill ismi ne göre doğrudur, hadi ismi onu, eğri bilsede, yine doğru sayılır. İşte, arif kişi, bu manaya vâkıf olduğu için, hiç kimsenin dinine sataşmaz..

Burada bir soru akla gelir. O sorunun cevabını kader sırrına aşina olamayan vermeye kadir olamaz, ehli olana kolaydır.
Sual şudur:
Cümle ibadet ve diğer bütün ahval, ilâhî esma tecellisi gereği oluyor ve kulun da onları yapıp yapmamakta bir seçme ehliyeti olmuyor. Bun da anlaşılıyor ki, herkes bulunduğu işi yapmaya mecbur.. Bu da cebre girer ve zülüm olur. Cevabı şöyle olabilir:
Yukarıda sorulan sorunun tahkiki netice sinde iki durum hâsıl olur. Bir defa mahiyetler, önceden yapılmış değildir. İkincisi ise, ilmin, bili nen şeye tabi olmasıdır. Bu iki duruma vukuf peyda olunca az da olsa, kader sırrına vukuf peydan olur. Beyan edilen iki şeyi aslına uygun şekilde anlamak icap eder. Onlara vukuf peydah olunca,
Allah'ın yardımı ile kader sırrına da nüfuz peydah olur. Çünkü bunlar anahtar mevkiindedir.
Yukarıda:
- Mahiyetler. Diye arz edilen kelimenin manası şudur:
Eşyanın ilâhî bilgi denizinde mevcut olan suretleri..
Ama ilimle sınırlı suretleri.. Mahiyetlerin bir adı da ayah-ı sabite, olarak anlatılır. Orada Hakkın ilimi zatının aynıdır. Bu hal, İNSAN-I KAMİL için dahi böyledir. Diğer bir itibarla da, ilim zata aynadır. O mahiyetlere Hak'tan gelen feyz; yine onların zatında mevcut olan, istidat ve kabi liyete göre gelir, İtikad ve diğer hallerde, onun dı şına çıkamaz. İsyan, küfür, itaat bunların her biri, o mahiyetin, kabiliyetine göre istemiş olduğu şeylerdir. İstidadı nisbetinde Hak'tan ne diledi ise o verilmiştir. Meselâ: Buğdayda istidad, buğday olmak; arpanınki arpa, darınınki de darı., diğerlerini de var buna kıyas eyle.
Eğer arpanın dili olsa, ekene itirazla:
Beni niçin buğday yapmadın?.
Dese, ekinciden alacağı cevap:
Senin istidadın, kabiliyetin buydu...
Olur. Ayrıca arpa, tohumunu ektikten sonra, buğday ummak ahmaklık sayılır. Bu anlatılanlara göte, herkesin mahiyeti, ayan-ı sabitesi ezelde her ne hal ve özellikte idiyse, hangi ismin tecellisi kıs metine düştü ise, bu âlemde onu gösterebilir. Her şey ezelde verilen şekilde aşikâr olur. ilâhî bilginin ona bir tesiri yoktur.
«İşeri yerli yerince yapıcılara yemin olsun.» (79/5)
Manasını taşıyan âyetteki kurala göre, arif olanlar bu sırra vâkıftır. Haddizatında, malûm olan bir şey ne halde ise, ilâhî bilgi onu ilgilendirir ve o esma ve sıfatın iktizası olarak zuhura gelir. Ve:
Bilgi bilinene bağlıdır...
Demeden maksat da, bunu ifade etmektir.


Hak Teala kendi varlığını yarattı. İftirası. (S. 102-103)

Muhiddin-i Arabî Hz. devamla der ki:
-- Bir haberde şöyle anlatıldı:
"Hak Taala kendi varlığını yarattı."
Ama bu mayı akıllar idrâk edemediler, reddettiler. Çünkü onlar, maddi şeyleri düşünebilen akıllar idi. Maddiyata taalluk eden akıl yüce şeylerini anlayışında kusurludur Bunu anlamak için maddeyi geçip ötelere varan akıl gerektir. Haddizatında: --"Hak Taala varlığını yarattı...."
Demek; dış bakımdan iyi görülmez. Ama, mana cihetiyle gerçektir ve herşeyi âciz hale getiren bir haldir; bize gereken ise budur, yani manadır.

Akılların alamadığı önemli bir mesele de şudur:
Her kim Hak Taâlâ hakkında bir kelâm etse, ona suret vermiş olur. İbadet dahi etse, o suret ver diği şeye ibadet eder; o da Allah-ü Taâlâ'nın kendisidir, başkası değildir. Hak Taâlâ kulun tasavvu runa, itikadına ve anlayışına göre kalb 'aynasında
Asıl meseleye geliyoruz. Şöyleki: Bu tasavvurda ve düşüncede Hakkı elbetteki o kul yaratmadı; ancak, mutlak Hak Taâlâ kendi varlığını yaratmış oldu. Her şeyi yaratan, Allah-ü Taala'dır; ondan başka yaratıcı yoktur. O kulun itikadında zuhur eden dahi, Hakkın yarattığı eşya cümlesindendir; ki, onları dahi Hak yaratmıştır., "Hak Teâlâ, kendi varlığını yarattı.» Cümlesinin derin manalarından biri de budur.
Bilinmesi gereken bir husus daha var; onu da anlatalım:
Halk, caal, icad, sun ve tekvin kelimelerinin her biri bir başka manaya delâlet eder. Şöyle- ki: HALK'ın manası yaratmak; C A A L'ın manası kılmak; İCAD'ın manası var etmek; SUN'un manası kudret eseri göstermek.
T E K V İ N'in ma nası görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır.
Az, çok ayrı mana da taşısalar dahi, hepsi aynı yola çıkar. Hepsinden gaye Hakkın zuhuru ve tecellisidir.
--Hak Teâlâ kendi varlığını yarattı.
Cümlesine verilecek bir başka mana ise şudur.
Düşünen kulun zannına ve düşüncesine, göre varlığını izhar eder.
Şöyle bir misal var: Bir kimse aynayı karşısına alır, kendini orada var eder, görür ve bilir. İn sanın aynada kendini bakıp görmesinde bir ayrı safâ vardır. Bu sebepten Hak Taâla bu âlemi ve Adem'i yarattı ve bunları varlığına ayna kıldı. Şu mühimdir ki: Âlem aynasında kendi yaşayışını. Âdem aynasında ise, aynını görür ve seyreder. Bu rada Adem'den murad, insandır.
O âlemi ve Adem'i yarattı, varlığına ayna kıldı.
Demekten murad ise, şudur:
Zatını ayna suretinde izhar etti.. Cemalini o aynadâ zatına arzetti. Bu yüzden bakar oldu. Kendi güzelliğini görüp aşka düştü. Hayran oldu, niyaza kapıldı. Diğer yüzden maşuk oldu, naz ve işveye girdi. Kendi Hüsnünü yine kendine arzetti ve tecelli etti.
Burada bakan, bakılan ve bakmak ve ayna, tek şeydir.
Bu İNSAN-I KÂMİL, Öyle saf, öyle temiz mutlak aynadır ki, mutlak cemâlj)lan Hak, zatını kayıtsız orada müşahade eder.
İNSAN-I KÂMİL'in aynası, Hakkın tecellisine göredir. Diğerlerinde olan tecelli, Külün harınına, kabulüne ve istidadına göredir. Gerçeği söyleyen Hak'tır ve doğru yola hidayeti o verir.


Özün Özü - Muhiddin-i Arabi, Kamer Neşriyat, 3.Baskı, Ter.İsmail Hakkı Bursevi, Sadeleştiren Abdülkadir Akçiçek, İst-1984
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
FEZAİLİ SADAKAT Muhammed Zekeriyya Kandehlevi

(Tebliğ (!) cemaati )

ZÜHD, KANAAT VE KİMSEYE EL AÇMAMAYA TEŞVİKLER:

Zühd, Kanaat Ve Kimseye El Açmamaya Teşvik Hakkinda Hadisler:
Burada gönlüm büyüklerin iki olayını örnek olması için yazmayı istemektedir. Birincisi; Şeyhul
Meşâyih Kutbul İrşad Hz. Reşid Ahmed Gangohi kuddise kendi mürşidi Şeyhul Arab vel Acem Hz. Hacı Imdadullah Efendiye (Allah derecesini yüceltsin) yazdığı mektuptur. Bu mektup Mekâtibi Reşîdiyye de yer almış ve basılmıştır. Mektuptaki ifadeler şunlardır:"Efendi hazretleri, bu hakîr kulun, kendi hallerini açıklamasını istemişler. Ey benim iki cihan sığınağım! Bu sefilin hangi halini ve hangi derecedeki bir güzelliğini kemâlât aftâbının yüzüne karşı arzedeyim? Allah'a yemin olsun ki çok
utanıyorum. Hiçbir şey değilim. Zâtı âlileri buyurduğu için artık ne yapayım. Çaresiz bir şeyler yazmak gerekiyor. Mürşidi Men hazretleri! Zahiri ilmin hali şudur ki; sizin huzurunuzdan uzaklaşalı yaklaşık yedi küsur sene oldu. Bu seneye kadar ikiyüz küsur kişi hadis senedi (diploması) alarak gittiler. Onların çoğu ders okutmaya başladılar. Sünnetlerin ihyası için çalıştılar ve dini yaydılar. Eğer
kabul olursa bu şereften daha büyük şeref yoktur. Zâtı âlilerinin pabuçlarının yanında kalmamın faydasının özeti şudur ki; kalbimin kökünde, Hak'kın gayrısından fayda ve zararın geldiğine yönelme yoktur.
Vallahi bazı vakitlerde kendi meşaihimden ayrılık oluyor. Bundan dolayı kimsenin övmesi ve kötülemesine aldırmıyorum. Kötüleyeni de öveni de uzak görüyorum. Tabii olarak masiyetten nefret ve tabii olarak itaate rağbet meydana gelmiştir. Ve bu tesir, efendi hazretlerinin nurlu kandilinden ulaşan o sade hatıranın nisbetindendir. Daha fazla arz etmek küstahlık ve hayasızlıktır. Allah'ım! Beni
affeyle. Çünkü efendi hazretlerinin emri üzerine yazdım, Yalancıyım. Hiçbir şey değilim. Ancak Senin himayen var. Ancak Senin varlığın var. Ben neyim ki?
Hiçbir şey değilim. O ben denilen şey, Sensin. Ben ve Sen diye ayırmak şirk içinde bir şirktir. Artık arzetmekten mazur görüp bunu kabul ediniz. Vesselam. 1306 H"

Bu kıymetli mektup vefatından 17 sene öncesine aittir. Bu 17 senede medih ve zemmin eşitliğinde
Hak'kın gayrısındaki fayda ve zarara iltifat etmeme konusunda onun terakki ve yükselişini kim idrak
edebilir? İkinci olay Emîr Şâh Han tarafından Emîrür Rivâyât adlı eserde yazılmıştır. O yazıyor ki…

FEZAILI SADAKAT , Muhammed Zekeriyya Kandehlevi . Gülistan Nesriyat Sayfa 397
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
TASAVVUF BÜYÜKLERİNİN KENDİ ESERLERİNDEN KÜFÜR AKİDELERİ !




PDF Formatında
RapidShare: Easy Filehosting

Word Formatında
RapidShare: Easy Filehosting




***************************************

TAĞUT'LA SAVAŞMAK (Bu kadar kafir) DURURKEN NİÇİN (bizle)TASAVVUFLA UĞRAŞIYORSUNUZ? SAVUNMASI

Tıkla :
TAĞUT'LA SAVAŞMAK (Bu kadar kafir) DURURKEN NİÇİN (bizle)TASAVVUFLA UĞRAŞIYORSUNUZ? SAVUNMASI (TAĞUT'LA SAVAŞMAK (Bu kadar kafir) DURURKEN NİÇİN (bizle)TASAVVUFLA UĞRAŞIYORSUNUZ? SAVUNMASI)
 
G Çevrimdışı

gülhayranı

Üyeliği İptal Edildi
Banned
utanç verici bir bölüm olmuş.tasavvufta uygulamada tabiki eleştirilecek yönler vardır.ama tasavvuf yüzyıllardır gelen bir sevginin adıdır.birilerini küfürle suçlamak bir kalemde silmek çok kolay önemli olan birbirimizi anlamaya çalışmak yukarıda sayılan değerli insanlara karşı bu acımasız tavır nedir bunu hiç anlayamadım.benim açtığım topicte de günümüz tasavvufuna karşı eleştiriler mevcut ama bu kadar olmaz
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
konuyu baştan sona okursanız neden olduğunu anlarsınız.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Ana Sayfa Alt