Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tekfirde Ölçülü Olmak

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
S Çevrimdışı

SaYFuLLaH

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
AŞIRI TEKFİRCİLERE REDDİYE

Günümüzde maalesef çoğumuzun şahit olduğu gibi birtakım insanlar, Kur’an-ı Kerim ayetlerini kendilerince yorumlayarak, birçok meselede hadlerini bilmeyerek aşırıya gidip tekfircilik yapıyorlar.

Bu ayetlerden bazıları şunlardır:

“Dinde zorlama (baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apa-çık ayrılmıştır. Artık kim Tağut’u tanımayıp Allah’a inanırsa, o sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.” (Bakara 256)

“Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara imân ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde, Tâgut’un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün sap-tırmak ister.” (Nisa 60)

Bu iki ayeti delil gösterip bazı iddialar öne sürerek yapılan aşırılıklar:

Küfür devletinde...

1. Kimlik kullanmak küfürdür,

2. Vergi vermek küfürdür,

3. Resmi evlilik muamelesi yaptırmak küfürdür,

4. Ne şekilde ve hangi şartla olursa olsun, mahkemeye gitmek küfürdür,

5. Mahkemeye yakalanıp zorla götürülse dahi o mahkemeye ifade vermek,
velev ki “suçsuzum” dese dahi küfürdür,

6. Bu mahkemeler için savunma amaçlı avukat tutmak küfürdür,

7. Bu mahkemelerin verdiği karara itiraz edip temyize göndermek küfürdür.

Diyenlere;
Amacım tüm bu konuları tek tek Kur’an ve sünnet ışığında aydınlığa kavuş-turmaktır inşa’allah;gayret bizden yardım Allah subhanehu ve teala’dandır.

(reddiye benden değil başka bir siteden kopyaladım)
 
S Çevrimdışı

SaYFuLLaH

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
1. “Kimlik Kullanmak Küfürdür” diyenler:

Öncelikle şu soruyu soralım:
“Bu kimliği alırken her hangi bir küfrü sözlü, yazılı veya fiili olarak kabul etme ya da uygulama durumu var mıdır?”
Hepimiz biliyoruz ki böyle bir durum yoktur.

Ya da devletlerin kendi sınırları içinde yaşayan insanlara kimlik vermesinin amacı “bu devlette yaşıyorsan bu kimliği alarak devletin bütün kanun ve kurallarını kabul etmiş olursun” şeklinde bir söz ya da yazıyı kabul ettirmesi veya imzalattırması söz konusu mudur? Hepimiz biliyoruz ki böyle bir durum da yoktur.

Hatta bu kimliği verirken kendileri “dini İslâm” yazarak da bizim imanlı bir mü’min olduğumuzu bilip kabul ediyorlar. Bu şekli ile kimlik kartını almakta ne sakınca var?Eğer kişiyi kâfir yapan illet kimlik kartı değil, sorun o ülkenin vatandaşı ol-maktır ya da bunu kabul etmektir denilirse..;

Buna cevabımız şudur:
Kavimlerine gönderilen her peygamber o kavmin vatandaşı idi. Gayri İslami devletlerin vatandaşı olmak küfür ise bu Peygamberlerin durumu ne olacak.
Buna Kur’an-ı Kerim’den birkaç örnek verelim.

“Andolsun biz Nuh’u kendi kavmine (toplumuna) gönderdik.” ( Araf 59)
“Ad (toplumuna da) kardeşleri Hud’u (gönderdik.)...” ( Araf 65)
“Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i (gönderdik)."Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur.( Araf 73)
“Lût'u da (kavmine gönderdik). Hani o kavmine: "Sizden evvel âlem¬lerden hiç kimse-nin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz" de¬mişti. ...” ( Araf 80)
“Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb’i gönderdik...” ( Araf 85)

Bu ayetlerden şu iki hükmü açıkça görüyoruz:

Birincisi; Allah gönderdiği Peygamberleri o kavme nisbet ediyor.
İkincisi; Kavimlerinin o Peygamberlerin kardeşi olduğunu haber veriyor.

Tabii bu kardeşlik din kardeşliği değildir. Bundan da açıkça anlıyoruz ki bir insan İslâm olmayan devlete ülkem, vatanım diyebilir ve müslüman olmayan kavme de kavmim demesinde bir sakınca yoktur.Yine müslüman gayrimüslime kardeş diye hitap edebilir, yeter ki bu hitabı ile din kardeşliğini kast etmesin. Bu konuların örneği Kur’an-ı Kerim’de çoktur, biz yukardaki örneklerle yetindik.

Bir örnek de Peygamberimiz’in (s.a.v) hayatından verelim:
Bilindiği gibi Mekke şirk devletinin, halkını idare ettiği bir takım kanunları vardı. İşte bu kanunlardan biri de şu idi:
Mekke halkından biri Mekke’yi izinsiz terk ederse bir daha Mekke’ye giremez idi. Oraya geri dönebilmesi için birinin himayesine ihtiyaç vardı.İşte bu sebeble Rasûlullah Taif’e gittiği zaman geri dönmek için onların ka-nunlarından yararlandı ve tekrar Mekke vatandaşı oldu.Bu konuda tarih ve siyer kitaplarından şu nâkil vardır.Resulullah’ın Taif dönüşü Mekke’ye giremediği için Üraykit’ı, önce Ahnes b. şerik’e, sonra Süheyl b. Amr’a ve daha sonrada Mutim b. Adyy’e göndermesi:peygamberimiz, Nahle’de günlerce kaldıktan sonra Mekke’ye gidip girmek iste-yince Zeyd b. Harise: “ Kureyş müşrikleri seni Mekke’den çıkardıkları halde, şimdi onların yanına nasıl girebileceksin ?” dedi.Peygamberimiz “ Ey Zeyd! Hiç süphesiz, Allah senin göremediğin yerden bir kapı bir çıkış yolu açacaktır.Şüphe yok ki, Allah, Dininin ve Peygamberinin yardımcısıdır!” buyurdu.Peygamberimiz Hira dağına varıp ulaştığı zaman, Huzaa’lardan veya Mekkeliler-den rastladığı bir adama, Üraykıt’a; “Ben, seni tarafımdan bir şeyi tebliğ etmek üzere göndersem gider misin?” diye sordu.“Evet, giderim!” deyince, Peygamberimiz: “Sen, Ahnes b. Şerik’e git ve kendisine Muhammed: Rabbimin bana verdiği Peygamberlik görevini tebliğ edip yerine getirin-ceye kadar, sen beni himayene alırmısın? diyor, de!” buyurdu.Elçi gitti; bunu ona söyledi. Ahnes “Halif, Sarih’i himayeye alamaz!” dedi. Elçi, Ahnes’in bu sözünü, gelip Peygamberimize haber verdi. Peygamberimiz, ona “Sen, bir kez daha Mekke’ye gidip elçilik yapar mısın? ” diye sordu.Adam “evet yaparım” dedi. Peygamberimiz “Süheyl b. Amr’a git ve kendisine Muhammed: Rabbimin bana verdiği Peygamberlik görevlerini tebliğ edip yerine geti-rinceye kadar sen beni himayene alır mısın? diyor, de!” buyurdu.Elçi, Süheyl’e gitti ve bunu ona söyledi. Süheyl b. Amr ”Amir b. Lüheyoğulları, Ka’boğullarını himayelerine alamazlar!” dedi.Elçi dönüp bunu da Peygamberimize haber verdi. Peygamberimiz ona , “ Sen bir daha döner misin?” diye sordu.Elçi “evet! dönerim” dedi Peygamberimiz “Sen Mut’im b. Adiyy’e de git ve ken-disine Muhammed: Rabbimin bana verdiği Peygamberlik görevlerini tebliğ edip yerine getirinceye kadar sen beni himayene alır mısın? diyor de!” buyurdu.Elçi, Mut’im b. Adiyy’e gitti ve bunu ona söyledi. Mut’im b. Adiyy “Olur! Kendi-sine söyle, gelsin, himayeme girsin!” dedi. Elçi dönüp bunu da Peygamberimize haber verdi. Peygamberimiz gelip o gece Mut’im’in evinde yattı. Mut’im b. Adiyy sabaha çıkınca, oğullarını, kardeşinin oğulla-rını ve kavmini yanına çağırdı. Onlara “Silahlarınızı kuşanınız ve Beytullah’ın rukunleri yanında bulununuz!” dedi. Öyle yaptılar...(M.A. Köksal.)

Bu rivayetten de anlaşıldığı üzere Rasulullah Mekke vatandaşlığından çıkarıldığı halde onların himaye kanunundan yararlanarak tekrar Mekke vatandaşı oldu.

Şimdi “O’nun s.a.v. eline bir kart verilmedi onun için Peygamber’in s.a.v. durumu bize delil olmaz” mı diyeceğiz…
 
S Çevrimdışı

SaYFuLLaH

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
2. “İslâm Olmayan Devlete Vergi Vermek Küfürdür” diyenler:

Burada hemen şunu ifade edelim;
Eğer vergi veren kişi bu vergisi ile küfür devletini İslâm’a ve müslümanlara karşı kalkındırmayı, onları güçlendirmeyi arzulayıp hedeflemişse bunun küfür olduğu-na bir itirazımız yoktur.Yok, öyle değil de bu vergiyi onları kalkındırmak için vermenin doğru olma-dığını biliyor da bunu sadece onların şerrinden emin olmak için veriyor ve bunu da onlara verilen bir tür rüşvet olarak kabul ediyorsa bu küfür değil, caizdir. Bunun caiz olduğuna dair delil çoktur. Öncelikle hadis-i şerifte buyrulduğu gibi “Ameller ancak niyetlere göredir”

Şimdi delillerin bir kaçını sıralayalım inşaallah. İslâm tarihini okuyanlar bilir;

•-- Rasûlullah Mekke’de ticaretle uğraşıyordu bu sebeple yurtdışına ticaret amaçlı gidiyordu, gittiği ülkelere toprakbastı parası denilen bir tür vergi veriyordu.

•-- Yine Peygamberimiz Medine’de iken Mekke’de bir kıtlık olmuştu. Bu kıt-lık zamanında Kureyş müşriklerine buğday yardımında bulundu.

•-- Yine Sahabeden, Suhayb-i Rumi (r.a). Mekke’den Medine’ye hicret eder-ken müşrikler yolunu kesip engellemek istediler, o da onlara kendisine ait olan malları-nın hepsini vererek onların şerrinden kurtuldu.
Hâlbuki Suhayb iyi bir savaşçı idi ve çok da güzel ok atardı; buna rağmen on-lara şöyle dedi: “beni bilirsiniz, ben attığımı vururum, şu ok torbamdaki oklar bitene kadar da sizinle savaşırım ama ben bunu istemiyorum gelin sizinle anlaşalım” dedi ve mallarını verme karşılığında anlaştılar, o da malının tamamını verdi. Bu Rasûlullah’a haber verilince “Suhayb kazandı, Suhayb kazandı” diye buyurdu.

•-- Yine bir başka örnek te şudur: Hendek Savaşı’nda Rasûlullah Uyeyne b. Hısn ile Haris b. Avf’a haber saldı. (Bu ikisi Gatafanlıların liderleri idiler) Rasûlullah bunlara, yanlarındaki adamları ile birlikte Medine’yi terkedip gitmeleri şartıyla Medi-ne’de o yıl yetişen meyvelerin üçte birinin kendilerine verileceğini söyledi. Hatta arala-rında bir de sulh antlaşması yaptılar, bunun maddeleri de yazılmıştı. (Zehebî Tarihi)
Rasûlullah bu teklifi onlara rüşvet kabilinde yapıyor; biz de bugün aynı şekil-de istemeyerek rüşvet gibi veriyoruz; bu da caizdir.

Ayrıca İmam Kurtubi, Maide suresinin 42. ayeti kerimesini tefsir ederken şu ifadelere yer vermektedir:
Vehb b. Münebbih’den rivayet edildiğine göre O’na: Rüşvet her şeyde mi haram-dır? diye sorulmuş, O: Hayır demiştir. Senin olmayan bir hakkın sana verilmesini sağ-lamak yahut yerine getirmen gereken hakkıüzerinden kaldırmak için verdiğin rüşvet hoş karşılanmamıştır. Dinine, kanına ve malına gelecek bir zararı önleyebilmen için rüşvet vermen ise haram değildir. Fakih Ebu’l-Leys es-Semerkandî de der ki: Biz de bunu kabul ediyoruz. Çünkü kişinin rüşvet vermek suretiyle canına ve malına gelecek bir zararı önlemesinde bir mahzur yoktur. Bu ise, Abdullah b. Mesud’un Habeşistan’da iken iki dinar rüşvet verip: Bunun günahı bunu ödeyene değil, bunu kabzedenedir dediğine dair gelen rivayeti andırmaktadır. (Kurtubi)

Yine herkes tarafından bilindiği üzere kâfirlerin eline esir düşen müslümanları kurtarmak için eğer başka bir çare yoksa, İslâm devlet başkanının beytulmaldan para vererek o müslümanları kurtarması zorunludur. Eğer beytulmalın parası biterse parası olan her müslümanın esirleri kurtarmak için para yani fidye vermesi farzdır. Bu meselede ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur.Oysa ki bu amel küfür olsaydı ümmet bu görüş üzerinde birleşir miydi?. Tabiî ki birleşmezdi.
 
S Çevrimdışı

SaYFuLLaH

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
3. “Resmi Evlilik Muamelesi Yaptırmak Küfürdür” diyenler:
Görülen o ki, nikâh meselesinde ileri geri konuşan insanlar bazı hükümleri birbiri-ne karıştırmakta, ya da meseleye ön yargılı yaklaştıkları için ölçüyü kaçırmakta ve maalesef ifrata kaçmaktadırlar. Aslında bu meselenin özünde Velâyet ve Vekâlet meselelerinin tam olarak idrak edilmemiş olması yatmaktadır. Bunun için önce Velayet ve Vekâlet kavramlarının ne anlama geldiğini hatırlatalım inşallah.

a) Velâyet;
Sözlükte yardım, yetki ve iş yürütme manalarına gelir.

Bir fıkıh terimi olarak; “Bir kimsenin, söz ve tasarruflarının başka birisi adına geçerli olması ve onun işlerini idare etmesi” demektir.

Tarifteki “başka birisi” tabiri genel değildir. Çocuk, deli, sefih… Gibi ehliyeti kısıtlı olanlara mahsustur. Buna göre velâyet; ehliyeti kısıtlı olanların işlerini onlar adına yürütme manasına gelir.
Bu kişilerin velâyete konu olan işleri evlenme, geçinme, beslenme, tahsil gibi şahsi işleridir. Velâyet yetkisine sahip olan kişiye veli denilir. Ehliyeti kısıtlı olanların mâli işlerini yürütme yetkisine ise vesâyet denilir. Ancak, küçüğün veya delinin velisi durumunda olan kişi, onun babası veya dedesi ise onun mâli işlerini de yürütebilir. Yani onun hem velisi hem de vasisidir.

Velâyet, özel ve genel olmak üzere iki çeşittir:

ÖZEL VELAYET: Özel velayet hakkı akrabalıktan doğan bir haktır. Bu hakta ön-celik; asabeye yani baba tarafından olan yakın akrabaya aittir. Velâyette öncelik, akra-balıktaki öncelikle doğru orantılıdır. Velayet hakkı asabeden sonra anaya ve ana tara-fından olan akrabaya geçer.

GENEL VELAYET: Genel velayet ise; hiç akrabası olmayanlar için söz konusudur. Bu durumda hâkim, ehliyeti kısıtlı olanların velisi olmuş olur. Bu velayete; “Velâyet-i âmme” denilmektedir. Devlet başkanının da tebaası üzerinde genel velâyet hakkı vardır. Çocuk akıllı olarak ergenlik çağına ulaşırsa veya deli akıllanırsa bunlar üzerindeki velâyet hakkı sona erer.

b) Vekâlet;
Korumak, kifâyet, sorumluluğunu yüklenmek, itimat, gözetmek, teslim, işi birisine vermek. Istılahta: Bir kimsenin bizzat kendisinin de yapabileceği muamelattan olan bir işi yapması için bir başkasını yetkili kılması karşılığında kullanılan bir tabirdir. Mesela bir kimsenin bizzat kendisinin satabileceği bir malı satması için bir başka-sını yetkili kılması bir vekâlettir. Mecellede bu akit: “Bir kimse işini başkasına tefviz etmek ve o işte onu kendi ye-rine ikâme eylemektir” şeklinde tarif edilmiştir (Mecelle, madde 1449).

Kendisine, başkası tarafından bir işi yapması için yetki verilen kişiye vekil, bu yetkiyi veren kişiye müvekkil, vekil edilen kişinin yapacağı tasarrufa müvekkeltin bih, yetki verme olayına tevkil denilir (Ali Haydar, Dureru’l Hükkâm Serhu Mecelleti’l-Ahkâm, İstanbul, 1330 III, 790; Hacı Reşit Paşa, Ruliu’l-Mecelle VII, 2; Ö. N. Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istilahati Fikhiyye Kamusu, VI, 309).

Vekâlet İslâmiyet’in caiz gördüğü bir akiddir. Bu akdin meşrûiyeti kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Nisa sûresinin 35. ve Kehf sûresinin 19. âyetleri vekâletin meşruyetinin Kur’an-ı Kerim’deki delilidir. Hz. Peygamber’in kurban almak için Hâ-kim b. Hizâm’i ve zekât toplamaları için bir takım memurları vekil tayin etmesi de Sünnetten delildir. Ayrıca vekâletin caiz olduğunda İslâm uleması ittifak halindedir (İbn Kudâme, V, 79).

Ayrıca akıl da bu akdin meşru olmasını gerektirir. Çünkü herkes her işini bizzat kendisi yapamayabilir. Dolayısıyla o işi yaptır-mak için bir başkasına yetki vermek ihtiyacındadır. İslâm hukukunun meşru gördüğü diğer ahitlerde olduğu gibi vekâletin rüknü de icap ve kabuldür. İcap ve kabul müvekkilin, “Seni şu malı satman için vekil tâyin ettim”; vekilin de “kabul ettim” demesi gibi sarahaten olabileceği gibi, birisi tarafından açıkça söyle-nerek sarahaten, diğerinin de susması ile delâlet yoluyla da olabilir. Görüldüğü gibi velâyet ve vekâlet tarifleri birbirlerine çok yakındır. Bu sebepten biz de bu iki husustaki sapmayı birlikte değerlendirip cevaplamaya gayret edelim.

Eğer ki muhatabımız bize “evlilik muamelesini yaptırmakla kâfirlere velayet veriyorsunuz” diyorsa öncelikle şunu söyleriz; Kâfire kayıtsız sartşız her konuda velayet vermek yani bütün yetkiyi ona devretmek, “sen ne yaparsan yap kabulümdür, benim adıma sınırsız her sözü söyleyebilir ve her fiili işleyebilirsin demek”, böyle bir vekâlet küfürdür. Biz bunu yapmıyoruz ve bu davranışın da gayri İslâmi bir davranış olduğuna inanıyoruz. Ama elfaz-ı, efâl-i ve yazılı küfürlerden kaçarak sadece kâğıt üzerinde yazıl-mış bir evrağı almak küfür veya velayet vermek diyorsanız bu hatadır. Çünkü bu velayet değildir, velayet olsa bile küfür olan velayetler kapsamında değildir.

Şimdi size birebir Kur’an-ı Kerim tefsirlerinden nikâh hususunda deliller su-nacağız inşallah.

* Örneğin;
Yûsuf Mısır’da zindandan çıktıktan ve devlet hazinesinin sorumluluğunu al-dıktan sonra Zeliha ile evlendi. Yûsuf ile Zeliha’nın o zaman velileri kim idi sizce? Bu hususta Elmalılı Hamdi Yazır, İmam Kurtubi, Ali Arslan, Fahreddin er-Razi Tefsirlerinde, Taberi Tarihi ve Peygamberler tarihinde Yûsuf ile Zeliha’yı bizzat kralın evlendirdiği ifade edilmektedir. Sizce kral müslüman mıydı?

* Diğer bir örnek;
Rasûlullah’ın Hz.Hatice ile evliliği şu şekilde olmuştu:
Hz. Hatice, Nefise Hatun aracılığıyla yaptığı yoklama sonucunda Peygamberi-miz’in kendisiyle evlenmeye razı olacağını anlayınca:
“Ey amcamın oğlu! Akrabam olduğun kavminin arasında şerefli, emniyetli, güzel huylu ve doğru sözlü olduğun için seninle evlenmeyi arzu etmiş bulunuyorum. Amcam Amr b. Esed’e gidip beni iste! Sen de, şu saatte gel!” diyerek Peygamberimize nikâhını kıyması için de amcası Amr b. Esed, b. Abduluzza, b. Kusayy’a haber gönderdi. Peygamberimiz, Hz. Hatice’nin evlenme teklifini amcalarına duyurdu.
Ebu Talib, durumu iyice öğrenmek üzere, Peygamberimiz’i yanına alıp Hz. Hati-ce’nin evine vardı. Hz. Hatice, Ebu Talib’e: “Ey Ebu Talib! Amcamın yanına var da, kardeşinin oğlu Muhammed b. Abdul-lah’la benim nikâhımı kıysın” dedi. Ebu Talib, o zaman Mudar’ların başkanları olan Hâşim oğullarından on kişilik bir toplulukla, Hz. Hatice’nin amcasının yanına vardı. Gidenler arasında Peygamberimiz ile bütün amcaları bulunuyordu. Hz. Hatice’nin amcası Amr b. Esed, o zaman çok yaşlı idi. Esed’in hayatta olan, ondan başka oğlu kalmamıştı.

Dünürlük ve Nikâh Töreni
Dünürlük ve nikâh töreninde Hz. Hatice’nin amcası Amr b. Esed ile Peygamberi-miz ve amcaları hazır bulundular. Amr b. Esed; sakalını sarı yağla yağlayıp taramış, üzerine de Bürdü Yemanî diye anılan Yemen işi alacalı kumaştan ağır bir elbise giymişi. Hz.Hatice’nin koyun etinden yaptırdığı yemekler yenildikten sonra, Hz.Hatice, Peygamberimiz’e;
“Amcan Ebu Talib’e söyle de şu mecliste beni sana, amcamdan istesin!” dedi. Ebu Talib hemen ayağa kalkıp şöyle konuştu: “Hamd olsun Allah’a ki, bizi, İbrahim’in zürriyetinden, İsmail’in neslinden, Maad’in mâdeninden ve Mudar’ın aslından yarattı. Bize; hac ve ziyaret edilecek bir beyt (Mabed), içinde emniyet ve huzura kavuşulacak bir Harem ihsan etti. Bizi; Beyt’inin bakıcısı ve Harem’inin yöneticisi kıldı. Bizi; böylece, halkın hâkimi ve baş-kanı yaptı. İçinde bulunduğumuz beldemizi, bize bereketli kıldı. Şimdi, kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah’la Kureyşten kim tartılsa muhakkak, bu, soy sopça, akıl ve faziletçe ona üstün tutulur; kendisiyle kim ölçülse, bu, ondan büyük gelir. Malı az olsa da, mal dediğin nedir ki? Tez geçici bir gölgedir; alınır verilir iğreti birşeydir! Muhammed’in, Abdulmuttalib ve Hâşim gibi şanlı ataların torunu olduğunu bilirsiniz. Kendisi, şimdi kızınız Hatice binti Huveylid’le evlenmeyi arzu etmektedir. Aynı şekilde, Hatice de, onunla evlenmeyi istemektedir. Hatice’ye, kendi malımdan, mehir olarak ne vermemi istersiniz? Vallahi, bundan sonra, onun (yeğenimin) haberi büyük, hal ve şanı ulu olacaktır!” dedi. Ebu Talib konuşmasını tamamlayınca, Hz. Hatice’nin amcasının oğlu Varaka b. Nevfel kalkıp şöyle konuştu: “Allah’a hamd olsun ki, bizi de, anlattığın gibi yarattı. Saydığın fazl ve şereflerle de, mümtaz kıldı. Biz de, Arapların ulu kişisi ve başkanıyız. Siz de, böylesiniz. Ne Araplar sizin faziletinizi inkâr, ne de insanlardan hiçbiri sizin iftihar ettiğiniz şeyleri, şerefinizi red eder. Biz de, sizinle hısımlık kurmayı ve şeref-lenmeyi arzu ediyoruz. Ey Kureyş cemaati! Şahit olunuz ki; ben, Hatice binti Huveylid’i, dörtyüz dinar mehirle Muhammed b. Abdullah’a nikahladım!” dedi, sustu. Ebu Talib: “Ben, Hatice’nin amcasının da konusmaşını istiyorum!” dedi. Bunun üzerine, Amr b. Esed: “Ey Kureyş cemaati! Siz şahit olunuz ki; ben de, Ha-tice binti Huveylid’i, Muhammed b. Abdullah’a nikahladım!” dedi. Hazır bulunan Kureyş uluları, buna şahit oldular. (M.A.Köksal)

Sizce bu nikâh akdinde veli durumundaki Hz. Hatice’nin velisi Amr b. Esed ve Rasûlullah’ın velisi durumundaki Ebu Talib müslüman mı idiler?

Birileri “Yûsuf veya Allah Rasûlu o zaman peygamber değildi veya buna tevbe etti” derse biz de deriz ki;
Peygamberler küfür veya şirk işlemezler, peygamberlik öncesi veya sonrası kesinlikle peygamberlerin böyle bir şey yapmış olması düşünülemez. Çünkü peygam-berler masumdur ve onlara küfrü veya şirki isnad etmek küfürdür.

* Ve bir başka örnek de;
Ayetle sabittir ki ehli kitabın yâni Yahudi ve Hiristiyanların iffetli kadınları ile müslümanın evlenmesi caizdir. Bir ehli kitap kadınıyla evlenecek olan müslüman o kadını kimden isteyecektir sizce. O ehli kitap olan kadının velisi kimdir? Tabii ki kendisi gibi Yahudi veya Hiristiyan olan velisidir. Şimdi de vekâlet konusundaki iddialarınıza değinelim: Eğer ki tağutların evlilik muamelesini vekâlet yönünden ele alıp küfür diyorsanız, bu hususta da hata ediyorsunuz. Çünkü sadece vekâlet vermek küfür değildir eğer ki vekâlet şartlı veya sınırlı olursa. Buna da Kur’an-ı Kerim’den bir örnek verelim:

* İlk örnek Kuran-ı Kerimden;
“Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: Beni efendinin yanında an, (umulur ki beni çıkarır). Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dola-yısıyla (Yûsuf), birkaç sene daha zindanda kaldı.” (Yûsuf 42)

Görüldüğü gibi, Yûsuf a.s. müslüman olmayan zindan arkadaşına kendisinin de söyleyebileceği sözü vekaleten söylemesini talep ediyor.

Vekalet neydi?
Yukarıda da tarif ettiğimiz gibi kişinin kendi işini bir başkasına havale etmesi idi. Bakın, Yûsuf a.s. kendi işini kâfir bir kişiye hâvale etmiş ve bu küfür olmamıştır.

* İkinci örnek Rasûlullah’ın hayatından;
Rasûlullah’ın Taif dönüşü Mekke’ye giremediği için kendi yerine müşrik olan Üraykit’i Ahnes b. Şerik’e, Süheyl b. Amr’a, Mutim b.Adyy’e göndermesi delildir. Çünkü Rasûlullah kendi yapması gereken bir işini müşrik birine havale etmiştir. Hudeybiye’de Büdeyl b Verka ile arkadaşlarının ve müşrik olduğu halde Urve b. Mesud’un Kureyş’e gönderilmesi olayı şöyle olmuştu; Urve b. Mesut Kureyş’in elçisi olarak geldi, mesajını bildirdikten sonra Rasûlullah ona, “sen benim aile halkım olan kavmime şunu haber verir misin ki hiç süphesiz harp onları korkutmuş ve ürkütmüştür.” (M.A. Köksal. C. 13-14 S. 162)

Eğer müşrik birisine hiçbir şekilde vekâlet verilmeseydi Rasûlullah bunları yapmaz bizzat kendisi gider veya bir müslümanı gönderirdi.

* Üçüncü örnek Sahabeden;
Abdurrahman b. Avf da Ümeyye b. Halef’i Mekke’de bulunan aile halkı ve diğer ya-kınları üzerine vekil bırakmıştı. Yani onları korumalarını istemişti; Ümeyye de o sırada müşrik idi.
Buhari, Abdurrahman b. Avf’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir.
“Ümeyye b. Halef ile Mekke’de bulunan yakınlarımı koruması, benim de onun Medine’de bulunan yakınlarını korumam üzere bir belge düzenledik. Ben adımı Abdurahman diye sözkonusu edince, o; “ben Rahman diye bir kimse tanımıyorum, benimle cahiliye döneminde ki ismini zikrederek yazış” dedi. Ben de onunla Abdu Amr diye yazıştım…” diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. (Buhari, Vekalet. 2 ) ( Kurtubi C.10 - S.567)

Bu örnekte de görüyoruz ki müslüman kâfire, kâfir de müslümana vekâlet veriyor ama burada bir hususa çok dikkat etmek lazım: Kâfire şartsız ve sınırsız vekalet veya velayet verilmez. Bu hususta şarta ve sınıra riayet ederek kişiyi İslâm’dan çıkar-mayacak veya vebale sokmayacak hususlarda kâfire vekâlet veya velayet verilebilir.

Dikkat edelim! biz bu delilleri sıralarken ifrat ve tefrite düşmeyelim, vasat (or-ta yollu) olalım diyoruz. Nasıl ki Allah’ın ve Rasûlü’nün yasakladığı bir şeyi serbest kılmak caiz değilse, yasak hükmü olmayan, hatta benzeri şekilde Rasûlallah ve ashabı-nın yaptığını din adına yasaklamak ta öylece caiz değildir. Son olarak şunu da bildirelim ki kâfirleri veli edinmek, kâfirleri dost edinmek küfürdür.
Bu hususta Mücadele, Tevbe, Al-i İmran, Nisa ve Maide surelerinde bizler için deliller mevcuttur. Rabbimiz mealen şöyle buyurmaktadır;
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeş-leri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Rasûl’üne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imân yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” (Mucadele 22)

“Ey imân edenler! Eğer küfrü imânâ tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlim-lerin kendileridir. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandı-ğınız meskenler size Allah’tan, Rasûlun’den ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe 23-24)

“Mü’minler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu ya-parsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırı-yor. Dönüş yalnız Allah’adır.” (Al-i İmran 28)

“Ey imân edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, âyetle-rimizi size açıklamış bulunuyoruz.” (Al-i İmran 118)

“Ey imân edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah’a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa 144)

“Ey imân edenler! Yahudileri ve hirıstiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” (Maide 51)

Biz bu ayetlerin delalet ettikleri mânâlara şeksiz şüphesiz imân ettik ve teslim olduk. Bu hususta Allah Teala şöyle buyuruyor:
“İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. Şu kadar var ki, İbrâhim babasına: Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önle-meye gücüm yetmez” demişti. O müminler şöyle dediler: Rabbimiz! Ancak sana da-yandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.” (Mümtehine 4)

Allah bu ayette Hz. İbrâhim ve beraberindekileri bize örnek gösteriyor; onlar da kâfir kavme düşman olduklarını ilân etmişlerdi. Biz bu dûsturu harfiyen alıyor, riyadan ve riyakârlıktan Allah’a sığınıyoruz. Şu hususa dikkat edelim; Tağut, Allah’ın emrine muhalif hüküm ve kanun ko-yarsa bu hükme uymak tağuta kul olmaktır. Ama yine tağut, Allah’ın emrine mutabık hüküm veya kanun koyarsa o ka-nunu almak tağutun değil Allah’ın kanununu almaktır. Yâ da mübah olan bir meselede dine muhalif olmayacak şekilde kanun varsa bu kanunu almak ta yine tağuta kulluk kapsamına girmez.
Galiba gaflete düşülen nokta da burasıdır.
 
S Çevrimdışı

SaYFuLLaH

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
4. “Ne Şekilde Ve Hangi Şartla Olursa Olsun, Mahkemeye Gitmek Küfürdür” diyenler:
Not; Risalenin kaleme alınmasının asıl sebebini bu konu teşkil etmektedir bu nedenle bu bölümün daha dikkatli okunmasını tavsiye ediyoruz.
Bu konuda Nisa suresinin 60. ayeti kerimesi delil alınarak, olur olmaz sözler söyleniyor. Söylentiler şu mesele etrafında dönüp dolaşıyor.
“İslâmi olmayan mahkemeye başvurmak Tağut’a itaattir.
İtaatte ibadettir; Allah’tan başkasına itaat, o itaat edilene ibadettir.
Bu sebeble de bu gibi kişiler kâfirdir.”
Bu iddiayı şu iki yönü ile inceleyelim inşa’Allah:
A) Mahkeme olma meselesi( Nuzûl Sebebi Ve Tefsir Âlimlerinin Açıklamaları.)
B) İtaat etme ( İbadet Çeşitleri ve İtaat Çeşitleri.)
A) Mahkeme olma ( nuzûl sebebi ve Tefsir Âlimlerinin Açıklamaları)
“Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara imân ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolunduklan halde, tâgut’un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün sap-tırmak ister.” (Nisa 60)
Bu ayetin nuzûl sebebi:
a) Yezid b Zurey, Davud b. Ebi Hind’den, o, es-Sa’bî’den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Münafıklardan bir kişi ile yahudi bir kişi arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi, münafık olanı Peygamber’e gitmeye çağırdı. Çünkü o, Hz. Peygamberin rüşvet alma-yacağını biliyordu.
Münafık ise, yahudiyi kendi hâkimlerinden birisine gitmeye davet etti. Çünkü o da yahudi hâkimlerin hükümlerinde rüşvet kabul ettiklerini biliyordu. Bu hususta anlaş-mazlığa düşmeleri sonucunda nihayet Cüheyne kabilesine mensup bir kâhinin hükmü-ne başvurmak üzere anlaştılar.
İşte bu hususta, yüce Allah: “Sana indrilen” ile münafık olanı kastediyor “ve senden önce indirilmiş olanlara” yahudiyi kastediyor “imân ettiklerini iddia edenle-ri görmezmisin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde Tâğutun hükmüne başvurmak istiyorlar” buyruğundan itibaren “tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar” (Nisâ 65) buyruklarını indirdi.
İbn Abbas dedi ki: Bişr diye anılan münafıklardan bir kimse ile yahudi birisi arasında bir anlaşmazlık vardı.
Yahudi: Haydi gel seninle Muhammed’e gidelim dediği halde, münafık olan da: Hayır, Kâ’b b. el-Eşref e gidelim, dedi.
İşte yüce Allah’ın “tağut” yani tuğyan eden kimse adını verdiği kişi budur.
Ancak yahudi, Rasûlullah’dan başkasının hükmüne başvurmayı kabul etmedi. Münafık durumu görünce, onunla beraber Rasûlullah’ın yanına vardı. Hz. Peygamber de yahudinin lehine hüküm verdi
Hz. Peygamberin yanından çıktıkları vakit münafık “ben bu hükme razı değilim,” dedi.
“Haydi, seninle Ebû Bekr’e gidelim.” Hz. Ebû Bekir de yahudi lehine hüküm verdi.
Yine münafık buna da razı gelmedi.
Bunu da ez-Zeccâc zikretmiştir. Bu sefer dedi ki: “Haydi seninle Ömer’e gide-lim.” Bunun üzerine Ömer’e gittiler. Yahudi dedi ki: “Biz önce Rasûlullah’a gittik, sonra Ebû Bekir’e gittik. Fakat bu bir türlü razı olmadı.” Hz. Ömer, münafık olana: Bu durum dediği gibi midir? diye sordu. Münafık: Evet deyince,
Hz. Ömer: “Ben yanınıza çıkıp gelinceye kadar burada durunuz” dedi, içeri gir-di; kılıcını alıp çıktıktan sonra ölünceye kadar kılıcıyla münafığa vurmaya devam etti ve dedi ki:
“İşte ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” dedi.
Yahudi ise kaçıp gitti ve bu âyet-i kerime nazil oldu. (Kurtubi)
Dikkat edelim ki Ömer (r.a) o münafığı niçin öldürdüğünü açıklıyor.
“İşte ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” diyor.
Yani Ömer (r.a): “tağuta gidene hükmüm budur” demiyor. O ne diyor; “Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” diyor.
Nisa 60. ayetinin nuzulüne sebeb olan ve yaptığı fiilin isabetli ve doğru olduğu Allah tarafından haber verilen kişi Ömer(r.a),bu sebeb ile Faruk lakabı verilen kişi,bu hükmü yani o müslüman görünen münafığı mürted kabul ederek öldürme sebebini,o münafığın Allah’ın ve Rasulünün hükmünü kabul etmemesine bağlıyor. Onu Allah’ın Rasulünün hükmünü beğenmediği için öldürdüğünü söylüyor.
*Rivayetlerde açıkça münafığın İslâm mahkemesinden kaçtığını görüyoruz.
*Yani iki mahkeme var; isterse İslâm mahkemesine gidebilir ama adam gitmek istemiyor.
*Yine görüyoruz ki adam Rasûlullah’ın hükmüne istemeyerek zoraki gidi-yor.
*Bununla da kalmıyor, Rasûlullah’ın verdiği hükmü beğenmiyor. Bunu da açık açık söylüyor.
Bu adam elbet kâfirdir.
Çağımızda İslâm mahkemesi olmadığı ve üzerindeki belayı başka türlü savama-dığı için onlardan da adalet beklemeden onların mahkemesine giden adam o münafıkla aynı mıdır?
Bunun durumu ve yaptığı iş ile o münafığın yaptığı birebir örtüşüyor mu?
Madem kıyas yapılıyor.
*illetlerin birbiri ile örtüşmesi lazım,
*Yani öncelikle Kuran’daki hükmün illeti tesbit edilir;
*Bu tesbiti de bu işe ehil olanlar yapabilir.
*Sonra da sözkonusu yeni hükmün illeti ile bunun illeti bire bir örtüşüyor mu ona bakılır.
İlletler uyuşmadığı halde yapılan kıyas, kıyas değil, başka bir şeydir.
Nüzûl sebebi olarak nakledilen Kâ’b b. el-Eşref olayını iyi incelersek şunları görürüz:
O münafık ilk olarak
1. Rasulullah’a gitmek istemedi.
2. Yahudinin ısrarı ile Rasulullah’a gittiler
3. Rasulullah’ın hükmünü beğenmedi.
4. Sonra Ebu Bekr’e gittiler. Onun hükmünü’de beğenmedi.
5. Sonra Hz.Ömer’e gittiler.
Yukarıda ki maddelere dikkatlice bakıp sonra birlikte kıyas yapalım:
Günümüzde, bu olayı ele alarak tağutun mahkemesine gidenleri tekfir eder iken Ni-sa suresinin 60. ayetini delil alarak münafığın Kâ’b b. el-Eşref’e gitmesine kıyas yapılıyor. Bilindiği gibi bir meselenin diğer bir meseleye kıyas edilmesi için illetle-rin uyuşması gerekir yani elimizdeki hükmün illetini tespit edeceğiz;hüküm çıkar-mak istediğimiz meselenin illeti ile elimizdeki hükmün illetinin birbirine uyuşup uyuşmadığına bakmamız gerekir ki bu meselede illetlerin birbirine uyuşup uyuşma-dığına bir bakalım;
Ömer (r.a),hüküm için kendisine gelen o münafığı mürted kabul ettiği için öldürdü. Bu münafığın mürted olma illeti,sebebi ne idi? Bunu 4 şık halinde inceleyelim:
 O münafık tağuta muhakeme olduğu için mi ? HAYIR
 O münafık Rasullah’ın (s.a.v) hükmüne basvurmadığı için mi ? HAYIR
 O münafık tağuta gitmek istediği için mi ? HAYIR
 O münafık Rasullah’a (s.a.v) muhakeme olup hükmünü beğenmediği için mi ? EVET
Bu şıkların hangisinin doğru olduğunu öğrenmek için bu işe hüküm veren Ömer (r.a) ın sözünü veyahut fetvasını inceleyelim: Ömer (r.a) şöyle buyuruyor
“İşte ben Allah’ın ve Rasûlunün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm..”
Demek ki bu fetvadan anlıyoruz ki o münafığın mürted kabul edilerek öldürül-mesindeki illet “Rasulullah’ın (s.a.v) hükmünü beğenmemesidir.”
Konunun iyi anlaşılması için bir örnek verelim;
Bir adam bir başkasının bağından bir miktar üzüm çalsa o çaldığı üzümü de şa-rap yapsa ve o şarabı da içse…
İslam mahkemesi bu adamı yakalayıp sorguya alsa ve adama neden bu işi yap-tığı sorulsa, adam da “benim bu yaptığım işte ne var ki bu iş helaldir” dese, İslam mahkemesi de onun mürted olduğuna hüküm verse…
Şimdi bu adama neden mürted hükmü verilmiştir?
 Üzüm çaldığı İçin mi ? HAYIR
 Şarap yağtığı için mi ? HAYIR
 Şarap içtiği için mi ? HAYIR
 Bu fiilini helal gördüğü için mi ? EVET
Nihayet Ömer (r.a.) “Ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm” dedi ve münafığın boynunu vurdu. O vakit de iki muhakeme vardı. Biri hak olan Rasulullah’ın muhakemesi, diğeri de batıl mafyavari Ka’ab bin el-Eşref’in muhakemesi. Yani vakıalar birbirine kıyas edilecekse illetler birbi-rinin aynı olmalıdır. Kıyas yapan kişi önce bu işe ehil olmalı, sonra da hükümlerin illetlerini iyi tesbit etmelidir.Yoksa her önüne gelen kıyas yapma cüretinde bulunursa, işte böyle İslâm mahkemesini istemeyen ve İslâm mahkemesine gitmemek için bütün imkânlarını kullandığı halde başka çare bulamadığı için İslâm mahkemelerine gitmek zorunda kalan sonra da bunu beğenmeyip başka çareler aramaya çalışan biri (münafık) ile;
İslâm’ı sevdiği ve İslâm mahkemelerini çok istediği halde, bunu bulamadığı için başına gelen bir belayı da başka türlü savamadığı için, tağuta buğz ederek ve onu istemediği halde mecbur kalarak giden(müslümanı) bahsettiğimiz durumdaki bir münafıkla birbi-rine kıyas etme hatasına düşer.
b) Nadir ve Kureyza yahudileri arasındaki eşitsizliği delil olarak alırsak:
Yahudilerden bir grup müslüman olmuştu. Fakat onlardan bazısı münafık idi. Ca-hiliye çağında Kureyza ve Nadir Kabilelerinin hareket tarzı şöyle idi:
Kureyza’dan birisi Nadir’li birisini öldürdüğü zaman, öldüren hem kısas ediliyor, hem de onun akrabalarından yüz “vesak” (ölçek) hurma alınıyordu.
Fakat Nadir’li birisi Kureyza’dan birisini öldürdüğünde, ona kısas uygulanmıyor, sade-ce altmış vesak hurma veriliyordu.
Çünkü Nadiroğulları daha şerefli kabul ediliyordu. Nadir’liler Evs kabilesinin mütte-fikleri, Kureyza ise Hazrec kabilesinin müttefikleri idiler.
Hz. Peygamber(sav) Medine’ye hicret edince, Nadir Kabilesinden birisi bir Kureyzalı’yı öldürdü.
Derken taraflar bu hususta hasımlaştılar ve Nadiroğullari “Bize kısas uygulanamaz. Bize düşen daha önce de anlaştığımız gibi altmış ölçek hurmayı diyet olarak vermektir” dediler.
Hazrecliler “Fakat bu cahiliyye hükmüdür. Biz ve siz bugün kardeşiz. Dinimiz bir, aramızda bir üstünlük yok” dediler
.
Nadiroğulları bunu kabul etmediler. İçlerindeki münafıklar, “Kâhin Ebu Burde el-Eslemî’ye gidelim” dediler. Müslüman olanlar da “Hayır, Allah’ın Rasûlune gidelim” dediler.
Münafıklar diretince, aralarında hüküm vermesi için Kâhin el-Eslemi’ye gittiler.
İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi.
Hz. Peygamber Kâhin Ebu Burde’yi İslâm’a davet etti. O da bunu kabul edip müslüman oldu.
Bu, Süddi’nin sözüdür. Buna göre, (Fahruddin Er-Razi – Tefsir’i kebir-c.8.s.120–121)
Aynı ayetin Taberi tefsirinde gelen nüzûl sebebi ile alakalı rivayeti ise şu şe-kildedir:
Süddî ise Evs ve Hazrec’in antlaşmalıları olan Nadir oğulları yahudileri ile Kurayza oğulları yahudileri arasında bir öldürme hadisesinin diyeti konusundaki an-laşmazlık üzerine bu âyetin indiğini söylemiştir.
Süddî kavlinde hadise şöyle gelişmiştir: Yahudilerden bazı kimseler müslüman olurken diğer bazıları da münafıklık yapmaktaydılar.
Cahiliye devrinde Kurayza oğullarından birisi, Nadir oğullarından birini öldürdüğünde karşılık olarak katil öldürüldüğü gibi üstüne bir de yüz vesak hurma diyet olarak alınır;
Nadiroğullarından birisi, Kurayzaoğullarından birini öldürdüğünde ise karşılık olarak katilin öldürülmesi bir yana sadece 60 vesak hurma diyet verirlerdi.
Bunlardan Nadiroğulları, araplardan Evs kabilesinin, Kurayzaoğulları da Hazrec kabi-lesinin antlaşmalıları idiler.
(Hz. Peygamber ’in Medine’ye gelişi ve bunlardan bazısının müslüman, bazısının mü-nafık olduğu bu dönemde) Nadiroğullarından birisi, Kurayza’dan birisini öldürdü ve bu konuda tartışmaya başladılar.
Nadiroğulları: “Biz sizinle cahiliye devrinde; kâtil sizden olduğu takdirde karşılık ola-rak öldürülmesi, bizden olduğunda sizin bu katili öldürmemeniz, her bir vesak 60 sâ’ olmak üzere sizin diyetinizin 60 vesak, bizim diyetimizin (bize verilecek diyetin) ise 100 vesak olması konusunda anlaşmıştık. Biz size sadece bunu, yani 60 vesak diyeti veririz dediler.
Hazrecliler ise: “Bu, cahiliye devrinde yaptığımız bir şey idi. Çünkü o zaman siz çok, biz ise azdık ve siz bize üstün gelmiştiniz. Şimdi ise biz ve siz kardeşleriz, dinimiz ve dininiz birdir ve sizin bize bir üstünlüğünüz yok.” dediler.
Münafıklar bu anlaşmazlık üzerine hakemliğine müracaat etmek üzere “Eslem kabilesinden Kâhin Ebu Burde’ye gidelim.” dediler.
Müslümanlar ise: “Hayır, tam tersine Hz. Peygamber’e gidelim.” dediler.
Münafıklar, Ebu Burde’ye gitmekte ayak dirediler de aralarında hakem olması ve hüküm vermesi için Ebu Burde’ye gittiler.
Ebu Burde: “Lokmayı büyütün.” diyerek vereceklerı rüşveti artırmalarını istedi.
Onlar da dediler ki “Sana on vesak verelim.”
“Hayır, diyetim 100 vesaktır; çünkü Kurayzalı lehine hüküm versem Nadirli, Nadirli lehine hüküm versem Kurayzalılar’ın beni öldüreceklerinden korkarım.” dedi.
O, yüz vesak rüşvette ısrar ederken hüküm için gelenler de 10 vesakta direttiler de aralarında hüküm vermedi. İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Hz. Peygamber Eslem kabilesinin kâhinini İslâm’a davet etti, o ise müslüman olmaya-rak huzurundan ayrılıp gitti.
Hz. Peygamber, kâhinin müslüman olan iki oğluna: Babanıza yetişin, eğer filan geçidin ötesine geçerse bir daha asla müslüman olmaz.” buyurdular.
Babaları, Hz. Peygamber’in işaret buyurduğu geçide varmadan peşinden yetiştiler, müslüman olması için onunla konuşmaya ve iknâya çalıştılar da bu çabaları semere verdi. Geri dönüp geldi ve müslüman oldu.
Hz. Peygamber Medine içinde birisini çıkartıp “Ey ahali, haberiniz olsun Eslem’in kâhini müslüman olmuştur.” diye nida ettirdi,
Taberî Tefsirindeki Suddî rivayetinde bu kâhinin adı Ebu Berze olarak verilmektedir. (Taberi tefsiri c.3s.32-33)
Bu rivayetlerden de anlaşıldığı üzere, Tağu’ta giden kişilerin bir kısmının müslüman olduğu rivayet ediliyor.
Bunları ne Rasûllah tekfir etmiş ne de bu nakilleri yapan âlimler.
Ama ne hikmetse günümüzde dindarlık taslayan bazı kimseler bunları tekfir ediyorlar,hatta bunları tekfir etmeyenleri de tekfir ediyorlar.
Kendisine çıkış yolu bulamadığı ve hakkını da almaya gücü yetmediği için tağutun mahkemelerine gidenleri hiç çekinmeden tekfir eden, hatta bununla da yetin-meyip tekfir etmeyenleri de tekfir edenlerin şu soruya cevap vermeleri gerekmez mi?
Eğer kâhin Tağut’una giden her iki gurup da dinden çıkıp kâfir olmuş iseler ki konu ile ilgili diğer rivayetler elimize ulaşmış, niçin Rasûlullah’ın s.a.v. bu insanları tevbeye davet ettiği ya da onları tekfir ettiği rivayeti bize ulaşmamış-tır?
Hâlbuki tefsirlerde ve İslâm tarihi kitaplarında Rasûlullah’ın kâhin ebu Burde’yi tevbeye ve İslâm’a davet ettiği rivayetleri vardır.
“Hz. Peygamber, Kâhin Ebu Burde’yi İslâm’a davet etti. O da bunu kabul edip müslüman oldu.”
Ama diğer o iki grup ile alakalı herhangi bir muamele (davet, ceza) yapıldığı tarafı-mızdan bilinmemektedir.
Bu iddia sahipleri yâni “ne şekilde ve hangi şartla olursa olsun, mahkemeye gitmek küfürdür” diyenler kendi yorumlarından başka bir delil getirmez değil aslında getiremezler.
Kendileri de maalesef ilimsiz, anlayışsız harici mantıklı kimselerdir, hatta ha-ricilerden de beter kimselerdir.
Bunlar kendilerinin delil aldıkları âlimlerin yazılarını dahi anlayabilecek kapa-sitede değillerdir.
Delil aldıkları, kendi görüşlerine tıpa tıp uyduğunu zannettikleri nakillerden birine misal verelim:
İbn-i Kesir rahmetullahu aleyh. şöyle demektedir;
“Her kim mensuh (hükmü kaldırılmış) şeriatlara muhakeme olur, nebilerin sonun-cusu Muhammed’e inen şeriate muhakeme olmazsa, muhakkak kâfir olur.”
“Durum böyleyken İslâm şeriatini terk ederek Yes’ak’a muhakeme olan, Yes’ak’ın kanunlarını İslâm kanunlarından daha önde tutan kişinin durumu nasıl olur acaba? Bilinsin ki böyle yapan kişi müslümanların icmasıyla kâfirdir.”
Dikkat edilirse İbn-i Kesir’in tekfir ettiği kişiler “... İslâm şeriatini terk ederek Yes’ak’a muhakeme olan, Yes’ak’ın kanunlarını İslâm kanunlarından daha önde tutan...” kişilerdir.
İşte en net ve sert açıklama budur. Bu da onların anladığı gibi “yani ne şekilde ve hangi şartla olursa olsun mahkemeye gitmek küfürdür” diyenlerin anladığı gibi değildir.
Çünkü Cengiz Han denen mel’un Âlem-i İslâm’ı istila ettiği zaman, müslümanların kendi aralarında Vali ve Kadı seçmelerine müsaade etmişti. Yani o dönemde tağutun mahkemesinin yanı sıra İslâm mahkemesi de mevcuttu.
Dolayısıyla o zamanda Yes’ak’a muhakeme olanlar açıkça İslâm hükmünü beğenmedikleri için gidiyorlardı.
İbn-i Kesir’in bu fetvasının, iddia sahiplerinin iddialarına delil olacak bir tarafı yoktur.
İşte bu konuda mahkemenin küfür olmadığına dair bazı âlimlerin fetvaları;
Bunlardan şu âlimleri zikredebiliriz:
*Fahruddin er-Razi
٭İbni Hazm
٭İmam Muhammed
Bu üç âlimi özellikle örnek veriyoruz ki Nisa 60. ayetine dayanarak yersiz tekfire kalkışanlar kendi konumlarını biraz düşünsünler.
Bu aşırıcı taife mensupları eğer kendilerini müfessir veya ilmi kelamcı kabul ediyorlarsa, Fahruddin er-Razi’den daha iyi tefsirci daha iyi kelamcı değillerdir.
Eğer kendilerini zahiri (zahirici) kabul ediyorlarsa İbn Hazım kadar zahiri de-ğillerdir; çünkü İbn Hazım müctehid bir zahiridir.
Yok, kendilerini fakih, muhaddis, müctehid sanıyorlarsa İmam Muhammed kadar fakih de değiller, hadisci de değillerdir. Zira o hem büyük bir müctehid hem de İmam Malik’ten Muvatta’yı ezberleyip İmam Şafii’ye de o hadis kitabını okutup ezber-leten büyük bir hadisci fakih ve müctehiddir.
Tekfirde aşırılık yapan bu kimselere uyup onları taklid edenler de bilsinler ve akletsinler ki taklid ederek körü körüne peşinden gittikleri kişiler, ne bizim ismini zik-rettiğimiz âlimler ve benzeri ilim ehli kadar ilime sahipler ne takvada onlara denk ve ne de taklid edilmeye asla layık olmayan kişilerdir.
Eğer birileri taklid edilip fetvalarına uyulacaksa hiç şüpesiz ulema buna daha lâyıktır.
Şunu da belirtmemizin faydalı olacağına inanıyoruz:
Şu bir gerçektir ki insanların meseleleri anlama ve idrak etme seviyeleri sahip oldukları ilimle orantılıdır.
Bu nedenle ilim ehlinin meseleye bakış açısı ve kavrayışı tabiî ki ilmi olmayan avamın bakışı, anlayışı gibi olamaz.
Dolayısıyla ilmi olmayan fakat ilme ve ilim sahibi olan Âlimlere saygılı olan, haddini bilen her insana düşen görev meseleyi ehlinin anladığı gibi anlamaya çalışmak ya da ilim ehlinin yapmış olduğu tesbit ve izahlara teslim olmaktır.
Bundan dolayıdır ki Rabbimiz “Herhangi bir konuda bilmiyorsanız onu ehline danışınız” buyurmaktadır.
Yani müslümanlara “ bir meselede ihtilafa düşerseniz size en çok yardımı do-kunanlara uyun, ya da en kalabalık olan taraf neresi ise onlara tabi olun” şeklinde bir adres Allah c.c. tarafından değil, olsa olsa şeytan aleyhillane tarafından gösterilir…
Onun için meseleleri okurken, izah edilen görüşleri kimlerin kaleme aldığına değil o görüşlerin kimlere ait olduğuna dikkat etmeniz, ahiret adresinizi bu dünyada belirlediğinizi göz önünde bulunduracak olursak daha sağlıklı bir ADRESE ulaşmanız açısından menfaatinize olacaktır.
Bu uyarıyı yaptıktan sonra şimdi de nakileri yapalım.
Fahruddin er-Razi’nin (rahmetullahi aleyh) açıklaması;
المسألة الثالثة : مقصود الكلام ان بعض الناس أراد أن يتحاكم إلى بعض أهل الطغيان ولم يرد التحاكم إلى محمد صلى الله عليه وسلم . قال القاضي : ويجب أن يكون التحاكم إلى هذا الطاغوت كالكفر ، وعدم الرضا بحكم محمد عليه الصلاة والسلام كفر
(fahruddin er razi c 5. s 159. darulfikir.)
“Hz. Peygamber’in hükmünden kaçıp tağuta başvuranların kâfirliği”
Bu ifadeden murad şudur: Bazı kimseler, ehl-i tuğyandan (azgın kimselerden) ba-zısı huzurunda muhakeme olmayı istemiş, Hz. Muhammed’in huzurunda muhakeme olmayı istememişlerdir.
Kâdı şöyle demiştir: “Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi; Hz. Muhammed’in s.a.v. hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir.” (Tefsir’i kebir c.8.s.121)
Öncelikle konu başlığına dikkat edelim. “Hz. Peygamber’in hükmünden kaçıp Tağut’a başvuranların kâfirliği”. Ne diyor “Rasûlullah’ın s.a.v. hükümünden kaçıp...”
Kâdı şöyle demiştir: “Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gi-bi...;” burada gibi ifadesi ile bir benzetme vardır.
Bilindiği üzere benzetme bizzat benzetilen değil benzerliklerinin olduğunu ifade etmek için kullanılır.
Misal, “Ali arslan gibidir”. Bu teşbihte Ali’nin dört ayaklı bir hayvan olduğu mu ifade edilmektedir, yoksa arslana bazı yönlerden benzediği mi anlatılmak istenmek-tedir? Tabii ki benzerliği anlatılmaktadır. Arslan güçlüdür, Ali’de güçlüdür; arslan cesurdur, Ali de cesurdur gibi. Aynen bu durum gibi Kâdı’da bir benzetme yapmakta-dır.
“Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi...;” olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca benzetme bizzat benzetilen değil benzerliklerinin olduğunu ifade et-mek için kullanıldığına dair örnek olması bakımında şunu da yazalım:
“İslâm Hukuku Açısından Cehalet” isimli kitabın 405 nolu sayfasındaki satır-lara bir göz attığımızda da yazarın, Muvafakat yazarı İmam Şatibi’nin eseri olan İtisam (c.2 s.245-246)’dan yaptığı alıntıyı aktararak şöyle dediğini görürüz
“Şüphesiz zatı envad edinmek, Allah’tan başka ilahlar edinmeğe benzer. Fakat bu bizzat edinmek demek değildir. Bu nedenle açıklanana itibar etmek gerekmez. Ta benzeri birşey, her yönüyle onu göstermedikçe.Vallahu âlem.” bu nakili yapma sebebimiz, gibidir ifadesinin bir benzetme olduğunu anlatmak içindir; yani bir şey, bir başka şeye, bazı yönleri ile benzerse, buna bu da onun gibidir denir, “Şüphesiz zatı envad edinmek, Allah’tan başka ilahlar edinmeğe benzer.” Bu söz taleb edilen zatı envad ın Allahtan başka ilah edinmeye benzediğini ama bizzat ilah edinmek anlamında olmadığını bildiriyor.Bunun konumuzla alakası şudur;o da bir benzetme, bizim sözünü naklettiğimiz Kadı Hüseyin’in yaptığı da bir benzetmedir.
Yani benzetilen şey o benzediği şeyin birebir aynısı olması için birkaç yönden benziyor olması yeterli değildir;her yönü ile aynı olması şarttır.
Hele ki sözkonusu iman ve küfür meselesi ise…
Bir şey ile o şeye benzeyen şeyin birebir aynısı olmadığını anlamak isteyen için bu izahın yeterli olacağı kanaatindeyiz.
Şimdi de gelelim zahiri mezhebinin büyük imamı İbn Hazm rahmetullahi aleyh’in konu ile ilgili fetvasına:
بيان من المنافقين والمرتدين وهل عرفهم النبي صلى الله عليه وسلم بأشخاصهم أم بأوصافهم
وقال تعالى: {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ} إلى قوله تعالى: {حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ}. وصح عن رسول الله صلى الله عليه وسلم: "ثلاث من كن فيه كان منافقا خالصا" في كتاب مسلم وغيره "إذا حدث كذب وإذا وعد أخلف وإذا اؤتمن خان وإن صام وصلى وزعم أنه مسلم". ومن طريق مسلم أيضا - نا أبو بكر بن أبي شيبة , ومحمد بن عبد الله بن نمير قالا جميعا : نا عبد الله بن نمير نا الأعمش عن عبد الله بن مرة عن مسروق عن عبد الله بن عمرو بن العاص قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "أربع من كن فيه كان منافقا خالصا ومن كانت فيه خلة منهن كانت فيه خلة من نفاق حتى يدعها : إذا حدث كذب , إذا وعد أخلف , إذا عاهد غدر , وإذا خاصم فجر". فقد صح أن هاهنا نفاقا لا يكون صاحبه كافرا , ونفاقا يكون صاحبه كافرا , فيمكن أن يكون هؤلاء الذين أرادوا التحاكم إلى الطاغوت لا إلى النبي صلى الله عليه وسلم مظهرين لطاعة رسول الله صلى الله عليه وسلم عصاة بطلب الرجوع في الحكم إلى غيره معتقدين لصحة ذلك , لكن رغبة في اتباع الهوى , فلم يكونوا بذلك كفارا بل عصاة
Münafık ve mürtedler hakkında Peygamber’in onları şahıs ve sıfat olarak anlatıp anlatmamasına dair bir açıklama:
Allah (c.c) buyurdu: “Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara imân ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde, tâgut’un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister.” (Nisa 60)
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duyma-dan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
Müslim ve diğerleri Peygamber’in şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Üç şey kimde varsa o kimse namaz kılsa,oruç tutsa,müslümanım dese bile halis münafıkdır;konuştuğu zaman yalan söyler,vaad ettiği zaman vaadine hilaf davranır, emanete hıyanet eder.”
Yine Müslim’den şöyle rivayet olunur:
Ebu Bekr ibn Ebu Şeybe ve Muhammed ibn Abdullah ibn Nemir şöyle dediler:
Abdullah ibn Nemir dedi: Ameş Abdullah ibn Murra’dan, o Mesruk’dan, o da Abdullah ibn Amr ibn As’dan rivayet etti: Allah’ın elçisi buyurdu:
“Dört şey kimde varsa o halis münafıkdır. Kimde de bunlardan bir hususiyyet olursa, onu terk edene kadar onda nifakdan bir hususiyyet vardır: konuştuğu zaman yalan söyler , vaad ettiği zaman vaadine hilaf davranır, sözleşdiği zaman hıyanet eder (sözünde durmaz), tartışdığı zaman haddini aşar.”
Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır.
“Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatlerini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar.
Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular.”
Kaynak: İbn Hazm: El Muhalla bil Asar: 11/202
Tahkik: Ahmed Şakir (1352 h)
Sadece bu nakil dahi anlamak isteyen ve hakkı arayan için yeterli delildir.
Aksi takdirde bu tekfirci zihniyetin önce imam İbn-i Hazm’ı tekfir etmeleri gerekir.
Biz ise haddimizi bilmekle mükellefiz…
Gelelim İmam Muhammed rahmetullahi aleyh’in konu ile ilgili açıklamalarına:
Bilindiği gibi İmam Muhammed, İmam’ı Azam Ebu Hanife’nin meşhur olmuş en başarılı öğrencilerinden birtanesi olan ve ilmi ile övülmeye ihtiyaç olmayan Müctehid makamında bir şahsiyettir ve sizlere burada sunacağımız deliller onun en müstesna eserlerinden biri olan “Siyer’i Kebir” isimli eserinden olacaktır.
وَلَوْ اسْتَوْدَعَ مُسْلِمٌ مُسْلِمًا شَيْئًا وَأَذِنَ لَهُ إنْ غَابَ أَنْ يُخْرِجَهُ مَعَهُ فَارْتَدَّ الْمُودَعُ وَلَحِقَ بِدَارِ الْحَرْبِ ، فَلَحِقَهُ صَاحِبُهُ وَطَلَبَهُ مِنْهُ فَمَنَعَهُ ، وَاخْتَصَمَا فِيهِ إلَى سُلْطَانِ تِلْكَ الْبِلَادِ ، فَقَصَرَ يَدَ الْمُسْلِمِ عَنْهُ ، ثُمَّ أَسْلَمَ أَهْلُ الدَّارِ فَالْوَدِيعَةُ لِلْمُودِعِ لَا سَبِيلَ لِصَاحِبِهَا عَلَيْهَا لِأَنَّهُ مَا كَانَ ضَامِنًا لَهَا فِي دَارِ الْإِسْلَامِ
وَحِينَ مَنَعَهَا فِي دَارِ الْحَرْبِ كَانَ هُوَ حَرْبِيًّا لَوْ اسْتَهْلَكَهَا لَمْ يَضْمَنْ ، فَكَذَلِكَ إذَا مَنَعَهَا
وَلِأَنَّهُ بِهَذَا الْمَنْعِ يَصِيرُ فِي حُكْمِ الْغَاصِبِ ، فَكَأَنَّهُ غَصَبَهُ مِنْهُ الْآنَ ابْتِدَاءً ، فَيَتِمُّ إحْرَازُهُ بِقُوَّةِ السُّلْطَانِ
- فَإِنْ أَسْلَمَ بَعْدَ ذَلِكَ كَانَ سَالِمًا لَهُ ،
2675- Bir müslüman başka bir müslümana bir şey emanet bıraksa ve kendisi hazır olmadığı zaman onu beraberinde çıkarmasına müsaade etse, daha sonra adam irtidat edip darulharbe gitse, arkasından arkadaşı yetişip emanetini ondan istese ve o da vermeyi red etse, onun hakkında ikisi darulharbin hükümdarı yanında muhakeme olsa, o da onu müslümana vermemesini söylese,
(Dikkat edin darul harb’in hükümdarına gidildikten sonraki süreçte imam hala müslüman diye tanıttığını müslüman olarak tarif etmeye devam ettiği gibi küfrü veya hatasına yönelik birtek söz etmiyor. Aynı durum diğer fetvalarda da geçerli lütfen fetvaların bu boyutuna dikkat edin..)
Sonra darulharp halkı müslüman olsa, emanet onu emanet veren kişinin olup o anda elinde bulunduranın onun üzerinde bir hakkı olmaz.
Çünkü darul İslâm’da onun için tazminat ödemezdi. Darulharpte de vermediğinde kendisi düşman olup istihlak ettiği taktirde tazminat ödemezdi. Üstelik vermemekle gaspeden kişi hükmünde olur. Sanki şimdi ondan gaspetmiştir ve hükümdarın gücü ile ihrazı da tamam olmuştur.
2679 وَلَوْ أَنَّ رَجُلَيْنِ أَسْلَمَا فِي دَارِ الْحَرْبِ ، ثُمَّ غَصَبَ أَحَدُهُمَا صَاحِبَهُ شَيْئًا ، وَجَحَدَهُ ، فَاخْتَصَمَا إلَى سُلْطَانِ تِلْكَ الْبِلَادِ ، فَسَلَّمَهُ لِلْغَاصِبِ لِكَوْنِهِ فِي يَدِهِ ، ثُمَّ أَسْلَمَ أَهْلُ الدَّارِ ، وَالرَّجُلَانِ مُسْلِمَانِ عَلَى حَالِهِمَا ، فَالْمَغْصُوبُ مَرْدُودٌ عَلَى الْمَغْصُوبِ مِنْهُ .
لِأَنَّ رَدَّ الْعَيْنِ مُسْتَحَقٌّ عَلَى الْغَاصِبِ ، بِحُكْمِ اعْتِقَادِهِ ، فَإِسْلَامُ أَهْلِ الدَّارِ لَا يَزِيدُهُ إلَّا وَكَادَةً ، وَبِقُوَّةِ سُلْطَانِ أَهْلِ الْحَرْبِ الْمُسْلِمُ لَا يَصِيرُ مُحْرِزًا مَالَ الْمُسْلِمِ ، وَلَا مُتَمَلِّكًا ؛ لِأَنَّهُمَا لَوْ كَانَا فِي دَارِ الْإِسْلَامِ لَمْ يَكُنْ هُوَ مُتَمَلِّكًا بِحُكْمِ سُلْطَانِ الْمُسْلِمِينَ ، فَكَيْفَ يَصِيرُ مُتَمَلِّكًا بِحُكْمِ سُلْطَانِ أَهْلِ الْحَرْبِ
2679- İki adam darulharpte müslüman olsa, sonra biri diğerinden birşey gaspedip inkâr etse ve ikisi o ülkenin hükümdarına şikayet etse, hükümdar elinde bulunduğu için o malı gaspeden kişiye teslim etse, iki adam müslüman olarak devam ederken ülke halkı müslüman olsa, gaspedilen şey kendisinden gaspedilmiş olan kişiye geri verilir.
Çünkü inancı gereğince gaspedilmiş şeyi kendisine iade etmek vaciptir. Ülke halkının İslâma girmesi bunu ancak pekiştirmiş olur. Düşmanın hükümdarı gücü ile de müslüman başka müslümanın malını ihraz etmiş olmadığı gibi mülk de edinmiş olamaz. Çünkü ikisi darulislâmda olsalardı müslüman hükümdarın hükmü ile onu mülk edinmiş olmazken, düşman halkın hükümdarı gücü ile nasıl mülk edinmiş olur? (C .3)
Sadece buraya aldığımız izahlar meselenin anlaşılması açısından fazlasıyla yeterli-dir fakat maksat anlamak olmalı ki anlaşılsın…
Bu üç imamın da mahkemeye kayıtsız şartsız küfür diyenlere muhalif olarak küfür demediklerini görüyoruz.
Bu imamların da büyük İslâm âlimlerince tekfir değil takdir edildiğinden başkasını bilmiyoruz.
Bu âlimleri bu görüşlerinden dolayı bırakın tekfiri, ağır bir dille eleştiren hiç bir ehl-i sünnet âlimi var mıdır!?
HANEFİ ALİMLERİNDEN MAHKEME KONUSUNDA BİRKAÇ FETVA
Hanefi alimlerinden bazıları iki hâkimden biri müslüman biri zımmi olması ve müslümanın lehine hüküm vermeleri durumunda bu mahkemeyi caiz sayıyorlar.
Amma, bir hâkim varsa ve o da zimmi ise ona baş vurmayı caiz saymıyorlar...
Lakin, müslümanlar zimmiyi hâkim tayin etseler buna hanefilerden hiç birinin bu hâ-linden yani zımmiyi hakim tayin ettiğinden dolayı o müslümanın küfründen-kafirliğinden-mürtedliğinden-ya da dinden bir şekilde çıktığından söz ettiğini bilen varsa söylesin...
Hanefi mezhebi kitablarından “el Fetevayi Hindiyye”de İmam Serahsiden (v. 483 h/1090 m) naklen şöyle diyor:
“(İmam Serahsi) “el Mebsut” isimli kitabının bir yerinde de bunu bildirmiştir.
O şöyle demiştir;
Bir müslüman ve bir zımmi başka bir zımmi hâkim tayin etseler, onun zımmi hakkında hükmü caiz müslüman hakkındaki ise caiz değildir.
Ya da bir müslüman ve bir zımmi, biri müslüman biri zımmi olan heyeti hâkim tayin etseler, heyetteki her iki şahıs da zimminin aleyhine müslümanın lehine hüküm verseler caizdir.
Yok eğer, zimminin lehine müslümanın aleyhine hüküm verseler caiz değildir.
Yine, onlar bir köle ve bir hürden ibaret heyeti hâkim tayin etselerdi ve o iki hâkim hüküm verseydi hükümleri caiz olmazdı. Çünkü, kölenin hükmü caiz değildir. Hür olanın hükmü de münferid kalıyor.
Hükme başvuran kimseler ise o ikisinin beraber hükmüne razı olmuştu. Buna göre de onun hakkında sadece biri hüküm veremez.
Hepsinin, bir zımmi iki müslüman arasında hüküm verse ve müslümanlar bunu kabul etseler de, müslümanların zimmiyi baştan hâkim tayin etmeleri halinde olduğu gibi caiz olmaz.”
Kaynak: Nizamuddin el Belhi: el Fetava el Hindiyye: 3/374 Beyrut: Darul Kutubil İlmiyye:1421/2000
Hanefi imamlarının büyüklerinden, “el Muhit el Burhani” adlı kitabın sahibi Burhanuddin el Merğinani (551-616 h/ 1156-1219 m) diyor ki:
“Diyoruz ki: Bir müslüman ve bir zımmi, aralarında hüküm verecek diğer bir müslüman ve zımmiden ibaret heyetin hükmü üzere anlaşsalar ve heyetteki her ikisi müslümanın lehine zimminin aleyhine hüküm verseler caizdir.
Çünkü heyetteki her iki şahs (müslüman ve zimmi) zımmilerin üzerinde hüküm ve şahidlik edebilir.
Yok eğer, heyet zımminin lehine müslümanın aleyhine hüküm verirlerse caiz değildir. Çünkü, zımmiler müslümanların üzerinde hüküm vermeye hakkı yoktur ve davadan çekilir.
Aynı zamanda hüküm vermeye hakkı olsa bile müslümanın hükmünün infaz edilmesi de imkânsız olur. Çünkü o (mahkemeye başvuran) sadece bir müslümanın reyine razı olmamıştı.
Buna binaen, iki müslüman hür ve köleden ibaret bir heyeti aralarında hâkim tayin etseler, hür olan aralarında hüküm verse caiz olmaz. Çünkü köle hüküm vermeye ehil değildir...”
Kaynak: Burhanuddin el Merginani: el Muhit el Burhani: 8/615Daru İhyai Turasil Arabi
Bakın meseleye dikkat edin, hâkimlerin hükümlerinin ne olduğuna değil müslümanın hâkim olarak kendine bir zımmiyi seçmesine rağmen hiçbir âlimin bu müslümanların hata ya da haram ya da günah işlediğini hiç konu dahi etmediğine dik-kat edin.
Bu nakillerde ismi geçen alimlerin mahkemeye giden insanları hiçbir ayrıma tabi tutmadan tekfir etme yerine belli başlı bazı hususlara dikkat ettiklerini görüyoruz. Zamanımızın ilimsiz müctehidleri gibi önüne geleni tekfir etme yerine meselenin hakikatını araştırıp ona göre hüküm veriyorlar. O alimler müslümanları tekfirden kurta-rabilmek için adeta kılı kırk yarıyorlardı. Günümüzün cesur tekfirci cahilleri böyle bir gayret göstermedikleri gibi, bu alimlerin sözlerini tevil ederek önlerine geleni tekfir ediyorlar. Onların söylemediği sözleri onlara izafe ediyorlar ve şöyle diyorlar;
“bu kitapta her ne kadar da bu ifadeler varsa da aslında o alim şunu demek iste-di” diyerek aslında yaptıklarının doğru olmadığını ifade eden fetvaları tahrif ederek heva ve arzularına göre değiştiriyorlar.
Bunlardan bazılarının yaptığı şu tahrifi bir örnek olarak nakledeyim. Bu aşırıcı grup mensublarından birilerine aşırılıktan dönerler ümidi ile Fahruddin er Razi’den ve İbn Hazm’dan yukarıda yazdığım şu nakilleri yazarak göndermiştim. Bakın onlar nasıl-da çarpıtarak sözü değiştirdiler:
Birincisi: Fahruddin Razi’den yaptığım nakil:
“Bu ifadeden murad şudur: Bazı kimseler, ehl-i tuğyandan (azgın kimselerden) bazısı huzurunda muhakeme olmayı istemiş, Hz. Muhammed’in huzurunda muhakeme olmayı istememişlerdir.
Kâdı şöyle demiştir: “Tâgutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi; Hz. Muhammed’in hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir.” (Tefsir’i kebir c.8.s.121)
Bakın onların tahrifine ve kendi yaptığı ketmetme suçunu kral çıplak diyen cambaz misali, bizleri suçlamalarına. Aynen aktarıyorum:
Er-Razi’den Nakledilen ve Nakledilmesi Gerekli Olup da Ketmedilen Sözlerin Beyanı:
A. Metin ve Tercüme: (er-Razi, Mefatihu’l Gayb 10/124 Beyrut, Daru’l Kutubi’l-İlmiyye, 1421, Baskı: 1 Cild:32)
er-Razi (544-606/1149-1206) “Mefatihu’l Gayb”da şöyle demektedir: “Bu sözden mak-sat şudur; İnsanlardan bazıları ehl-i tuğyandan olan bazı kimselere muhakeme olmayı istemiş, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhakeme olmayı istememişler.
(Hüseyin ) el-Kadı ((Şafii alimleri bazı lakap ve künyeleri kullanarak belirli alimleri kastederler. Şafii mezhebine ait kitaplarda kastedilen Kadı, Hüseyin’dir (462/1070) şöyle demiştir: “Tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür olması gerekir. Buna şunlar delalet eder;
Dikkatle okuyanın hemen fark edeceği bu ibareleri değiştirme, onların bu hu-susta ne kadar da usta olduğunu,sözleri nasıl da çarpıttıklarını anlamak için yeterlidir sanırım. Nakilde “kadı dedi ki”diye başlayan satırın arasına olduğu kelimesini ‘ve’-‘da’ bağlacını ilave etmişler ondan sonra da başlamışlar hücuma,iftiraya ve tekfirciliğe. Ba-kın bu ufak ama teknik saptırma ve de çarpıtmadan sonra, ibareyi nasıl da kendi lehleri-ne çevirmişler. Daha sonra da başlamışlar bizim daha önce kendilerine yazdığımız ken-dilerinin de beğenmeyerek karşı çıktıkları “benzeyen bizzat benzetilenin aynı değildir” konusunu işlemeye. Şimdi de bu benzeme ve benzetme konusundaki sözlerini naklede-lim;biz de zaten buna katılıyoruz, itirazımız da yoktur. Bu konuyu daha önce yazacak-tım ama meseleleri luzumsuz uzatmış olmamak için yazmamıştım.
Muhatabın sözleri:
El-Kadı’nın burada yapmış olduğu teşbihi tefsir edebilmemiz için beyan ilmi devreye girmelidir. Zira teşbih, beyan ilminin konusudur.
Beyan: “Bir manayı farklı söz ve usüllerle anlatmayı sağlayan, belirli usül ve kuralları olan bir ilimdir.”
Teşbih: Bir maksat için, bir şeyi (müşebbehi) her hangi bir vasıfta (vech-i şebeh) diğer bir şeye (müşebbeh bih) bir edatla birleştirmek (benzetmek)tir. İlk unsura müşebbeh (benzetilen), ikinci unsura müşebbeh bih (kendisine benzetilen) vasfa, vech-i şebeh (benzetme yönü) denilir. Teşbih edatı, “kef” veya benzeri edatlardır.
Misal: “İlim, hidayette (doğru yolu gösterme) de nur (ışık) gibidir.” Bu misal-de: Müşebbeh olan “İlim” müşebbeh bih “Nur” vech-i şebeh “Hidayet” teşbih edatı “Kef”.El-Kadı’nın “Tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür olması gerekir” sözünde:
Müşebbeh (benzetilen): Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı ol-mamanın küfür olması.Müşebbeh bih (kendisine benzetilen): Tağutlara muhakeme ol-mak.Vechi şebeh (benzetme yönü): Küfür. (teşbih’in iki tarafıdır.)Teşbih edatı: Kef’dir.
Hükmü tespit etmek için benzetme yönü ile benzetilenin tüm yönleri ile aynı olması gerekmektedir. Zira benzerlikler ele alındığı nokta itibariyle değer kazanır.
Müşebbeh, müşebbeh bih ile aralarındaki illet (benzetilme nedeni) benzerliği sebebiyle aynı hükmü alır. Yani müşebbeh bih’in hükmü ne ise müşebbeh de aynı hükümde olur. (Benzetme yönü de benzetilen de aynı hükümde olur.) Suyuti “İtkan”da şöyle demekte-dir: “Ulemadan bazıları teşbihi şöyle tarif ederler: Müşebbehe, müşebbeh bih’in hüküm-lerinden birini vermektir. (Suyuti, el-İtkan fi Ulumi-l Kur’an: 2/114 (Lübnan, Daru’l-Fikr, 1416)….. onların sözü bu.
Cevap :
Halbu ki eserin arapça baskısı da türkçe baskısı da onların dediği gibi, “tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür”şeklinde değil,bizim naklettiğimiz;
“tağutlara muhakeme olmak bir küfür gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir” şeklindedir.
Şu halde onların delil diye yazdığı beyan ilminin konusu olan teşbihle alakalı hususları kendileri tekrar tekrar okumalıdırlar.
İkincisi ibn Hazım’ın fetvası:
Bizim ibn Hazım’dan naklimizin özeti ve konumuzla alakalı bölümü: İbn Hazm’ın söz-leri:
Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır.
Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatlerini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar. Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular.
Kaynak: İbn Hazm: El Muhalla bil Asar: 11/202 Tahkik: Ahmed Şakir (1352 h)
Onlar İbn Hazm’ın sözlerini de şöyle değiştirmişler;Muhatap:
İbn Hazm’dan Nakledilen ve Nakledilmesi Gerekli Olup da ketmedilen Sözlerin Beyanı
Metnin Tercümesi:
İbn Hazm (rahimehullah) “el-Muhalla”da şöyle der: 2203. Mesele: “Münafıklar ve Mürtedler Kimdir?”Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Dört şey kimde bulunursa o kişi halis münafık olur. Kimde bu özelliklerden biri bulunursa bunu terk edinceye kadar kendisinde nifak özelliklerinden biri bulunmuş olur: (1) Ken-disine bir şey emanet edilince ihanet eder, (2) Konuştuğunda yalan söyler, (3) Antlaşma yaptığında antlaşmaya vefa göstermez, (4) Düşmanlık yaptığında haddi aşar” [ Buhari (34); Müslim (58); Tirmizi (2632); Nesai (5020); Ebu Davud (4688)]
Sahih olan şudur ki: Buradaki nifak, sahibi kafir olmayan ve nifak olan (da) olabilir. Mümkündür ki: “Tağuta muhakeme olmayı irade ederek Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhakeme olmayı istemeyenler, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e itaatlerini zahir kılmakla ve bu itaatin sahih olduğuna itikad ederek, Resulullah (s.a.v)’in gayrisinden hüküm talep etmekle asi olurlar. Lakin bunu hevalarına tabi olarak yaptılar ve bununla kafir değil asi oldular.
Biz bunu açık bir şekilde kendi yanımızda buluyoruz. Biz, hakim yanında (mu-hakeme olmak için) Kur’an’ı Kerim ve Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın onla-rın ikrarıyla sabit olan sünnetine çağırıyoruz. Onlar ise buna karşı çıkarak Ebu Hani-fe’nin, Malik’in ve Şafii’nin görüşleriyle rızalaşıyorlar. (muhakeme oluyorlar)Bu hiçbir kimsenin inkar edemeyeceği bir iştir. Onlar bununla kafir olmuyorlar. Allah’u Teala, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e başvurma-dıkça iman etmiş olmayacaklarını beyan edinceye kadar diğerleri de böyledir.Vacib olan şudur ki: Kim buna daha önceden vakıf olur ve sonradan vakıf olur ve kıyamet gününe kadar vakıf olur ve karşı çıkar inad ederse o kafirdir. Ayet-i Kerime’de ‘onlar bu ayetin inmesinden sonra inad ettiler’ şeklinde onların nakli bu
Cevab :
Özellikle ibaredeki şu ifadeleri iptal etmişler.
وقال تعالى: {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ} إلى قوله تعالى: {حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ}.
Manası : Allah (c.c) buyurdu “görmedin mi o kimseleri ki istiyorlar.”(Nisa 60)dan
Allah (c.c) ın şu buyruğu “ta ki aralarında seni hakem tayin etmedikce…” (nisa 65)
Bunun sebebi nedir acaba? Bu ayetleri ibareden cıkaranların niyetleri açıkça belli ki in-sanlar ibn Hazım’ın sözünü anlamasınlar böylelikle de kendilerinin sapık fikirlerini kabul etsinler, kendileri de alim edası ile hem sapsın hemde saptırsınlar. Onların yazdıklarını okumaya devam edelim. Muhatab :
2- Nakledilen Sözlerin İcmali Manası:
İbn Hazm (rahimehullah), Kur’an ve sünnetin hükümlerinden önceye imamlarının bu nasslardan anladıklarını geçirenlerin bu imamları kendilerine tağut edindiklerini, ancak bununla kafir ve münafık değil ancak fasık ve günahkar olacaklarını ifade etmiştir. Bu-nunla birlikte Nisa Suresi’nin 60. ve 65. ayetlerine binaen ihtilaflarda Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e başvurmadıkça hiçbir kimsenin iman etmiş olmayacağını ve bu hükmü inkar etmeden, bu hükme karşı çıkıp bunda inad edenin de kafir olacağını beyan etmiştir.
Bunlar o tekfircilerin yazdıklarıydı.
Cevab :Dikkat edenin dikkatinden kaçmayacağı üzere bir sapıklıkla, onlar “Allah’ın ayetlerine karşı çıkıp inat edenler” ibaresinden dolayı ibn Hazım’ın o sözünden maksadın onların tekfir edildiği manasını çıkarmışlar.
Halbuki İbn Hazım’ın sözü şudur:
Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır.
Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatle-rini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar. Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular. (İbn hazm)
İnsan şaşıyor bunların anlayışlarına. İnsan nasıl olur da özellikle üzerine basa basa “bu-nunla kâfir değil, asi oldular” sözünden “bundan ibn Hazım’ın maksadı onların kafir olduklarıdır” manasını çıkarır; bundan daha da garibi birileri bunlara inanıyor bizim de inanmamızı bekleyerek bu ilim ve akıldan uzak yorumları nakledip yayıyorlar.
Onların yorumlarından biri de şudur; Tağutun ne ve nasıl olduğunu anlattıktan sonra diyorlar ki:
Muhatab :
Hristiyanlar da Allah (azze ve celle)’a Hz. İsa (aleyhisselam)’ı eş koşmaktalar ve onu rab edinerek ona tapmaktalar. İsa (aleyhisselam)’ya tapanlar için İsa (aleyhisselam) tağuttur, yani insanların Allah (azze ve celle)’tan ayrı tapındıkları bir varlıktır. Ancak İsa (aleyhisselam) hiçbir zaman Allah (azze ve celle)’ın tevhid edilme-sinden başka bir şey söylememiş ve bundan razı olmamıştır. Dolayısı ile İsa (aleyhisselam) bizzat tağut değildir.
Ayrıca tağut, haddi aşmak manasında da kullanılan bir kelimedir. Zira İbn Kayyım mecaz hakkında “o bir tağuttur”diyerek mecazın insanların Allah (azze ve celle)’a karşı haddi aştıkları bir şey olduğunu ifade etmiştir.
Bunlar anlaşıldıktan sonra İbn Hazm (rahimehullah), taklidin haram olduğunu şiddetle savunduğu için, imamların bizzat tağut olmamakla birlikte insanların onların sözlerini Kitap ve Sünnet’e karşı önceleyerek Allah (c.c)’a karşı haddi aştıklarını ve imamların kavillerini öncelediklerinden bunlara muhakeme olduklarını ve bu sebeple de imamları tağuıt edinmiş olduklarını ifade etmektedir. Onların sözü burada bitti.
Cevap :
Bakın şu hataya! Bu aşırıcı taife özetle şunları söylüyor; ibn Hazm’a göre mezheb imamlarına uyanların, o imamlar tağutudur bu sebeble de ibn Hazım tağuta başvuran kafir değil asidir derken asıl tağutları değil de mezheb imamlarını kast ediyor. Onlara baş vuran kafir değil fasıktır diyorlar. Buna da delil olarak aldıkları, (özet mana olarak) şunu yazmışlar: Tağut, bazen insanların Allaha ortak koştuğu olur ama o buna rıza göstermez ya da haberi dahi olmaz. Verdikleri örnek te İsa (a.s.) dır.
Bu yorumu yazana sorarım; Acaba ibn Hazım İsa (a.s.) dan da tağut diye mi bahsetmiştir? Tabii ki hayır! Çünkü bu küfür sözüdür, yani hristiyanların aşırılıklarını anlatırken onların iddalarına göre itaat ettikleri İsa (a.s.) ya ibn Hazm da, bir başka müslüman da tağut demediği gibi islam alimlerine onları islam alimi olarak kabul edip bildikleri halde tağut dememişlerdir; bu caiz de değildir. Görüldüğü üzere bu aşırıcı taife, naslarla oynayıp kendi arzularına alet ettikleri gibi, alimlerin fetvalarını da tahrif edip değiştirerek cambazlık yapıyorlar. Allah’a hamd olsun ki bu gibi dalalet ehline cevap verip onların ipliğini pazara çıkaracak iman erleri vardır.
MÜŞRİKLERE TAĞUTLARA İTAAT:
İman kurtubi (en-am 121.) ayetin tefsirinde şöyle der:
“Eğer onlara itaat ederseniz.” yani, meyteyi helâl kabul etmek hususun¬da onlara uyarsa-nız, “elbette siz de müşrikler olursunuz.”
Âyet-i kerime şu¬na delildir: Kim Allah’ın haram kıldığı herhangi bir şeyi helâl kabul edecek olursa, bununla müşrik olur. Şanı yüce Allah ise meyteyi açık nass ile haram kılmıştır. Başka herhangi bir kimsenin koyduğu bir hüküm ile meyte helâl ka¬bul edile-cek olursa, kabul eden şirk koşmuş olur.
İbnü’l-Arabî der ki: Mü’min bir kimse itikadı ilgilendiren hususlarda müş¬rik bir kimse-ye itaat edecek olursa bu itaati sebebiyle o da müşrik olur.
Fa¬kat fiilen ona itaat etmekle birlikte onun inancı tevhid üzere sağlıklı bir şe¬kilde devam ediyor ve tasdikini sürdürüyorsa asi olur. Bunu böylece belle¬yiniz. (Kurtubi)
Bu açıklama doğrultusunda kafir, tağut ve müşriklere itikatta değil de amelde itaat eden-lerin hükmünü açıklayacağız. Bir başka ifade ile gayri Müslimlere, tağutlara itaat eder görünüp ama o hükme inanmayan, kalbi ile Allah’ın hükmünü tasdik eden kişinin hük-münü açıklayacağız.
TAĞUTİ HÜKÜMLERLE HÜKÜM VEREN HAKİMLERİN HÜKMÜ
Yukarıda tağutların mahkemesine başvuranların bazı durumlarda kafir olmadığını ama duruma göre kafir, fasık, günahkar olacağını bazı İslam alimlerinden naklettik. Şimdi de tağutun hükümlerini istemeyerek uygulayan hakimlerin duruma göre hüküm aldığını, bazen kafir oldukları, bazen de kafir olmadıklarını açıklayan alimlerin görüşlerini aktaralım:
İbni Teymiyye şöyle der:
Necaşi kral olmasına rağmen Allah’ın hükmünü Hristiyan olan halkına tatbik edememiştir.Ömer ibni Abdul aziz (r.a) Allahın (c.c) hükümleri ile hükmetmek için yoğun çaba sarfetmiş, fakat büyük zorluklarla karşılaşmış ve bir görüşe göre bu yüzden zehirlenerek öldürülmüştür.
Zamanımızda Moğolların ele geçirdikleri İslam ülkelerinde görev yapan Müslüman hakimler, istemelerine rağmen her zaman Allahın emirleri ile hükmedemiyorlar. Onun için bu konuda sorumluluğun ölçüsü, güç ve kudretin yetmesidir. Cenab-ı hak ‘Allah bir kimseye ancak gücü nisbetinde mükellefiyet verir’ buyurmuştur.
Şeyh Muhammed İbni İbrahim de şunları söyler:
Bu ayeti kerime, iki çeşit küfrü kapsar. Bunlardan birisi itikad ile ilgili, diğeri de amel ile ilgilidir.İtikad ile ilgili olan küfür , kendi içinde şu kısımlara ayrılır :
 Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen kişinin Allah ve Rasulünün hükmünün hak ve gerçek olduğunu inkar etmesidir. Bunu inkar eden kimse, bütün İs-lam alimlerinin ittifakı ile kafir olur ve dinden çıkar. Çünkü Allah’ın hü-kümlerine, O’ndan gelen emirlere ve O’nun Rasulü tarafından tebliğ edil-diği kesinlik ile sabit olan hususlara iman etmek ve onların hak olduğunu kabul etmek imanın temel rüknüdür.
 Allah’tan başkasının hükmünün daha güzel, daha mükemmel ve daha iyi olduğuna inanmaktır. Bu da küfürdür. Çünkü bu , Allah’ın hükmünü ve dolayısı ile Allah’ı küçültmek ve O’nu mahluklardan daha aşağı görmek demektir.
 Allah’tan başkasının hükmünü Allah’ın hükmü değerinde ve ayarında görmektir. Bu da küfürdür. Çünkü bu,yaratıkları Allah’ın seviyesine çı-karmaktır. Halbuki Kur’an’da “Allah gibisi yoktur” ve “Yaratmak ve emretmek O’na aittir” buyurulmuştur.
 Allah ve rasulünün hükmüne muhalif olan şeyler ile hükmetmenin caiz ol-duğuna inanmak.Bu da küfürdür. Çünkü böyle inanmak, Allah Rasulünün hükümleri ile hükmetmenin farz olduğunu bildiren nassları inkar etmektir.
 Allah’ın hükmüne inad,düşmanlık ve karşı gelmek maksadı ile başka hü-kümler ile hükmetmek bu küfrün en şiddetlisidir. Çünkü burada Allah’a meydan okumak söz konusudur.
 Kendi cahiliyetlerini korumak ve Allah’ın indirdiği dinin potasında eri-memek için, İslam’dan önceki baba ve dedelerden gelen adet ve gelenek-lerle hükmetmek
Amel ile ilgili küfre gelince bu küfür dinden çıkarmaz ancak en büyük günahı oluşturur. Çünkü Allah (c.c) diğer günahlara küfür ismini koymadığı halde buna küfür ismini koymuştur. Bu küfür kişinin Allah ve Rasulünün hükümlerine hak , gerçek ve doğru bildirdiği, öyle inandığı halde beşeri zaaflara veya baskılara yenik düşerek başka hükümler ile hükmetmesidir.
Zamanımızda Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenleri tekfir konusunda aşı-rılıklar vardır. Salim el-Behnesavi şöyle der “ Bu konuda aşırı gidenler, Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenleri sebebleri ne olur ise olsun tekfir ediyorlar.”
Bu şekilde tekfir cihedine gidenler iki noktada hata ediyorlar
1_ Yukarıda ki taksim ve tafsilatı esas almaksızın tekfir etmeleri
2_ Belli bir kimseyi (hakim devlet ricalı vs.) tekfir eder iken onu Allah’ın hük-mü ile hükmetmenin dışına çıkaran sebebleri itibar dışı bırakmaları. Halbuki bu sebeblerin arasında bilgisizlik, zorlama, küfrü itikad seviyesinden amel se-viyesine düşüren mazeretler bulunabilir.
İbni Teymiyye şöyle der :
مجموع فتاوى ابن تيمية
نذير، وذل أيضًا على أن ذلك ظلم تنزه سبحانه عنه‏.‏
وأيضًا، فإن الله تعالى قد أخبر في غير موضع أنه لا يكلف نفسًا إلا وسعها، كقوله‏:‏ ‏
{لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا‏}‏ ‏[‏البقرة‏:‏ 286‏]‏
، وقوله‏:‏
‏{وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ لاَ نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ‏}‏ ‏[‏الأعراف‏:‏ 42‏]‏،
وقوله‏:‏ ‏{لاَ تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلاَّ وُسْعَهَا‏}‏ ‏[‏البقرة‏:‏ 233‏]‏، وقوله‏:‏ ‏{لَا يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلَّا مَا آتَاهَا‏}‏ ‏[‏الطلاق‏:‏ 7‏]‏‏.‏
وأمر بتقواه بقدر الاستطاعة فقال‏:‏
{فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ‏}‏ ‏[‏التغابن‏:‏ 16‏]‏،
وقد دعاه المؤمنون بقولهم‏:
{رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ‏}‏ ‏[‏البقرة‏:‏ 286‏]‏،
فقال‏:‏ ‏[‏قد فعلت‏]‏‏.‏
فدلت هذه النصوص على أنه لا يكلف نفسًا ما تعجز عنه، خلافًا للجهمية المجبرة، ودلت على أنه لا يؤاخذ المخطئ والناسي خلافًا للقدرية والمعتزلة‏.‏
وهذا فصل الخطاب في هذا الباب‏.‏ فالمجتهد المستدل من إمام وحاكم وعالم وناظر ومُفْتٍ، وغير ذلك، إذا اجتهد واستدل فاتقي الله ما استطاع كان هذا هو الذي كلفه الله إياه، وهو مطيع لله مستحق
للثواب إذا اتقاه ما استطاع، ولا يعاقبه الله البتة خلافًا للجهمية المجبرة وهو مصيب، بمعني‏:‏ أنه مطيع لله، لكن قد يعلم الحق في نفس الأمر وقد لا يعلمه، خلافًا للقدرية والمعتزلة في قولهم‏:‏ كل من استفرغ وسعه علم الحق، فإن هذا باطل كما تقدم، بل كل من استفرغ وسعه استحق الثواب‏.‏
وكذلك الكفار، من بلغه دعوة النبي صلى الله عليه وسلم في دار الكفر، وعلم أنه رسول الله فآمن به، وآمن بما أنزل عليه، واتقي الله ما استطاع، كما فعل النجاشي وغيره، ولم تمكنه الهجرة إلى دار الإسلام، ولا التزام جميع شرائع الإسلام؛ لكونه ممنوعًا من الهجرة وممنوعًا من إظهار دينه، وليس عنده من يعلمه جميع شرائع الإسلام، فهذا مؤمن من أهل الجنة‏.‏ كما كان مؤمن آل فرعون مع قوم فرعون، وكما كانت امرأة فرعون، بل وكما كان يوسف الصديق عليه السلام مع أهل مصر؛ فإنهم كانوا كفارًا، ولم يمكنه أن يفعل معهم كل ما يعرفه من دين الإسلام؛ فإنه دعاهم إلى التوحيد والإيمان فلم يجيبوه، قال تعالى عن مؤمن آل فرعون‏:‏
‏{وَلَقَدْ جَاءكُمْ يُوسُفُ مِن قَبْلُ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا زِلْتُمْ فِي شَكٍّ مِّمَّا جَاءكُم بِهِ حَتَّى إِذَا هَلَكَ قُلْتُمْ لَن يَبْعَثَ اللَّهُ مِن بَعْدِهِ رَسُولًا‏}‏ ‏[‏غافر‏:‏ 34‏]‏‏.‏
وكذلك النجاشي، هو وإن كان ملك النصاري، فلم يطعه قومه في
الدخول في الإسلام، بل إنما دخل معه نفر منهم؛ ولهذا لما مات لم يكن هناك أحد يصلي عليه، فصلي عليه النبي صلى الله عليه وسلم بالمدينة، خرج بالمسلمين إلى المصلي فصفهم صفوفًا، وصلي عليه، وأخبرهم بموته يوم مات وقال‏:‏ ‏"‏إن أخًا لكم صالحًا من أهل الحبشة مات‏"‏‏.‏ وكثير من شرائع الإسلام أو أكثرها لم يكن دخل فيها لعجزه عن ذلك، فلم يهاجر، ولم يجاهد، ولا حج البيت، بل قد روي أنه لم يصل الصلوات الخمس، ولا يصوم شهر رمضان، ولا يؤدي الزكاة الشرعية؛ لأن ذلك كان يظهر عند قومه فينكرونه عليه، وهو لا يمكنه مخالفتهم‏.‏ ونحن نعلم قطعًا أنه لم يكن يمكنه أن يحكم بينهم بحكم القرآن، والله قد فرض على نبيه بالمدينة أنه إذا جاءه أهل الكتاب لم يحكم بينهم إلا بما أنزل الله إليه، وحَذَّرَه أن يفتنوه عن بعض ما أنزل الله إليه‏.‏
وهذا مثل الحكم في الزنا للمُحْصِن بِحَدِّ الرجم، وفي الديات بالعدل، والتسوية في الدماء بين الشريف والوضيع، النفس بالنفس والعين بالعين، وغير ذلك‏.‏
والنجاشي ما كان يمكنه أن يحكم بحكم القرآن؛ فإن قومه لا يُقِرُّونه على ذلك، وكثيرًا ما يتولي الرجل بين المسلمين والتتار قاضيًا بل وإمامًا وفي نفسه أمور من العدل يريد أن يعمل بها فلا يمكنه ذلك، بل هناك من يمنعه ذلك، ولا يكلف الله نفسًا إلا وسعها‏.‏
وعمر ابن عبد العزيز عُودي وأوذي على بعض ما أقامه من العدل، وقيل‏:‏ إنه سُمَّ على ذلك‏.‏ فالنجاشي وأمثاله سعداء في الجنة، وإن كانوا لم يلتزموا من شرائع الإسلام ما لا يقدرون على التزامه، بل كانوا يحكمون بالأحكام التي يمكنهم الحكم بها‏.‏
ولهذا جعل الله هؤلاء من أهل الكتاب، قال الله تعالى‏:
‏{وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَآ أُنزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ لِلّهِ لاَ يَشْتَرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُوْلَئِكَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ إِنَّ اللّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ‏}‏ ‏[‏آل عمران‏:‏199‏]‏،
وهذه الآية قد قال طائفة من السلف‏:‏ إنها نزلت في النجاشي، ويروي هذا عن جابر وابن عباس وأنس‏.‏ ومنهم من قال‏:‏ فيه وفي أصحابه، كما قال الحسن وقتادة‏.‏ وهذا مراد الصحابة ولكن هو المطاع، فإن لفظ الآية لفظ الجمع لم يرد بها واحد‏.‏
وعن عطاء قال‏:‏ نزلت في أربعين من أهل نجران، وثلاثين من الحبشة، وثمانية من الروم، وكانوا على دين عيسي فآمنوا بمحمد صلى الله عليه وسلم، ولم يذكر هؤلاء من آمن بالنبي صلى الله عليه وسلم بالمدينة، مثل‏:‏ عبد الله بن سَلاَم، وغيره ممن كان يهوديا، وسلمان الفارسي، وغيره ممن كان نصرانيًا، إلا هؤلاء صاروا من المؤمنين فلا يقال فيهم‏:‏
{وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَآ أُنزِلَ إِلَيْهِمْ‏}‏ ‏[‏آل عمران‏:‏ 199‏]‏،
ولا يقول أحد‏:‏ إن اليهود والنصارى بعد إسلامهم وهجرتهم ودخولهم في جملة المسلمين المهاجرين المجاهدين يقال‏:‏ إنهم من أهل الكتاب، أي‏:‏ من جملتهم وقد آمنوا بالرسول، كما قال تعالى في المقتول خطأ‏:‏
‏{عَدُوٍّ لَّكُمْ وَهُوَ مْؤْمِنٌ فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُّؤْمِنَةٍ‏}‏
إلى قوله‏:‏
‏{وَإِن كَانَ مِن قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِّيثَاقٌ‏}‏ ‏[‏النساء‏:‏ 92‏]‏،
فهو من العدو ولكن هو كان قد آمن، وما أمكنه الهجرة، وإظهار الإيمان، والتزام شرائعه، فسماه مؤمنًا؛ لأنه فعل من الإيمان ما يقدر عليه‏.‏
وهذا كما أنه قد كان بمكة جماعة من المؤمنين يستخفون بإيمانهم، وهم عاجزون عن الهجرة، قال تعالى‏:

‏{إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلآئِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُواْ فِيمَ كُنتُمْ قَالُواْ كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الأَرْضِ قَالْوَاْ أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُواْ فِيهَا فَأُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءتْ مَصِيرًا إِلاَّ الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلاَ يَهْتَدُونَ سَبِيلاً فَأُوْلَئِكَ عَسَى اللّهُ أَن يَعْفُوَ عَنْهُمْ وَكَانَ اللّهُ عَفُوًّا غَفُورًا‏}‏ ‏[‏النساء‏:‏ 97 99‏]‏،
فعذر سبحانه المستضعف العاجز عن الهجرة‏.‏ وقال تعالى‏:‏ ‏
{وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ وَلِيًّا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ نَصِيرًا‏}
‏ ‏[‏النساء‏:‏ 75‏]‏،
فأولئك كانوا عاجزين عن إقامة دينهم، فقد سقط عنهم ما عجزوا
عنه؛ فإذا كان هذا فيمن كان مشركًا وآمن، فما الظن بمن كان من أهل الكتاب وآمن‏؟‏
وقوله‏:‏
‏{فَإِن كَانَ مِن قَوْمٍ عَدُوٍّ لَّكُمْ وَهُوَ مْؤْمِنٌ‏}‏ ‏[‏النساء‏:‏ 92
قيل‏:‏ هو الذي يكون عليه لباس أهل الحرب، مثل أن يكون في صفهم، فَيُعْذَر القاتل؛ لأنه مأمور بقتاله، فتسقط عنه الدِّية، وتجب الكفارة، وهو قول الشافعي وأحمد في أحد القولين، وقيل‏:‏ بل هو من أسلم ولم يهاجر، كما يقوله أبو حنيفة، لكن هذا قد أوجب فيه الكفارة‏.‏ وقيل‏:‏ إذا كان من أهل الحرب لم يكن له وارث، فلا يعطي أهل الحرب ديته، بل تجب الكفارة فقط، وسواء عرف أنه مؤمن وقتل خطأ أو ظن أنه كافر، وهذا ظاهر الآية‏.‏
وقد قال بعض المفسرين‏:‏ إن هذه الآية نزلت في عبد الله بن سلام وأصحابه، كما نُقِلَ عن ابن جُرَيْج ومقاتل وابن زيد، يعني‏:‏ قوله
‏ ‏{وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ‏}‏ ‏[‏آل عمران‏:‏ 199‏]‏،
وبعضهم قال‏:‏ إنها في مُؤْمِني أهل الكتاب‏.‏ فهو كالقول الأول، وإن أراد العموم فهو كالثاني‏.‏ وهذا قول مجاهد، ورواه أبو صالح عن ابن عباس‏.‏
وقول من أدخل فيها ابن سلام وأمثاله ضعيف؛ فإن هؤلاء من المؤمنين ظاهرًا وباطنًا من كل وجه، لا يجوز أن يقال فيهم‏:‏
Yukarıdaki metinde İbni Teymiyye şöyle der:
Yine Allah baska bir yerde nefsi kaldiramayacagi bir yukle sorumlu tutmayacağını bildiriyor. Şu ayette geçtiği gibi:
‏‘Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez’’ (bakara/286)‏
ve yine şu sözünde geçtiği gibi:
‘Hiç kimse, taşıyabileceğinden daha fazlasıyla yükümlü tutulamaz’(bakara/233)
yine şu sözünde dediği gibi:
‘Biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz.’ (araf/42)
ve yine şu sözünde olduğu gibi:
‘Allah, kimseyi ona verdiğinden fazlasıyla mükellef tutmaz.’(talak/7)
( O Allah)kendisinden güc yettiği kadarıyla korkmayı emretmiştir. Şöyle buyuruyor:
‘O hâlde, gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının.’ (teğabun/16)
Mü’minler de söyle dua etmişlerdir:
‘Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rab-bimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!’ (bakara/286)
O (c.c) da şöyle buyurmuştur: “ artık( istediğiniz gibi) yaptım”.
Bu naslar, mecbur eden Cehmiyyeye muhalif olarak Allah’ın nefse aciz kalacagı bir şey yüklemeyeceğine delildir ve yine Kaderi ve Mutezililere muhalif olarak, hata yapan ve unutan birinin sorumlu tutulmayacagına delildir.
İşte bu, bu konuda söylenilecek son sözdür. Delil getiren imamdan, hakimden, alim-den, münazara yapandan, müftiden ve bundan başkasından olan bir müctehid ictihad yapar ve ( bu ictihadında) gücü yettiği kadarıyla Allah’tan korkarsa, işte bu (ictihadında gücü yettiği kadarıyla Allah’dan korkması) Allah’ın onu mükellef kıldığı şeyin kendisidir ve o ( şu haliyle) Allah’a itaat eden ve gücü yettiği kadarıyla korktuğu halde sevabı hak eden birisidir. Elbette mecbur eden Cehmiyyelere muhalif olarak Allah ona azap vermez. O (bu ameliyle) isabet etmiş birisidir. Yani (şu haliyle) Al-lah’a itaat eden birisidir. Bunun ile beraber kendiliğinde (ictihad ettiği) işi (hükmün hakikatini) bile de bilir bilemeye de bilir. Bu “gayret gösteren her kimse hakkı bilmiş-tir” diyen Kaderi ve Mutezilelere muhaliftir. Bu ( kaderi ve mutezilelerin şu görüşü) önce de zikr olunduğu gibi batıldır. Bilakis gayret eden herkes sevabı hak etmiştir.
Kafirler de aynen şöyle: kime darul küfürde peygamberin (s.a.v) daveti ulaşmış, onun Allah’in Rasulü olduğunu biliyor, ona ve ona indirilene iman etmişse, Necaşi ve ondan başkasının yaptığı gibi gücü yettiği kadariyla Allahtan korkmuş, ama darulislama hicret ve İslam’ın tüm şeriatine uymak, (hicretten ve dinini izhar etmekden men edildiği için) kendisine mümkün olmamışsa ve yanında ona İslam’ın tüm şeriatini öğretecek birisi yok ise, işte bu cennet ehlinden olan bir mümindir.
Firavun ailesinden olan mü’min zat, firavunun karısı gibi, keza doğru sözlü Yusuf’un (s.a) mısır ehliyle beraber yaşadığı gibi. Onlar(mısır ehli) kafir idiler, ve h.z Yusuf’un İslam dininden bildiği her şeyi onlara uygulaması mümkün değildi. O onları tevhid ve imana davet etti, onlar ise icabet etmediler. Allah (c.c.),firavunun ailesinden olan mü‘min kişi dili ile bunu şöyle haber veriyor:
‘Andolsun, daha önce Yûsuf da size apaçık deliller getirmişti de, onun size getir-dikleri hakkında şüphe edip durmuştunuz. Daha sonra o ölünce de, “Allah, ondan sonra aslâ peygamber göndermez” demiştiniz.’(mü’min/34)
Ve Necaşi de bunun gibi. O hristiyanların hükümdarı olsa da kavmi ona İslam’a girme hususunda itaat etmedi. Bilakis onunla beraber ( az sayıda) kişi İslam’a girdi. Bunun için öldüğü zaman, cenazesini orada (Habeşistan’da) kılacak kimse yoktu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine’de müslümanlarla beraber çıkıp müslümanları saf saf dizerek (Necaşi’nin) cenazesini kıldı. Öldüğü gün ölümü hakkında haber verdi ve şöyle dedi: “Habeşistanlı salih bir kardeşiniz öldü”. İslam şeriatinin çoğu veya büyük bir kısmı,(Necaşi’nin bundan)aciz kaldiği için (Habeşistan’a) girmemişti. O hicret, cihad, hac gibi (ibadetleri) yapmamıştır. Rivayet olunmuştur ki beş vakit namazı kıl-mamış, ramazan orucunu tutmamış, şer’i zekatı bile vermemiştir. Çünkü tüm bunları kavmi görebilir ve o hükümleri inkar ederek kendisine isyan edebilirlerdi. O ise kav-mine muhalefet edemiyordu. Biz de kesinlikle biliyoruz ki, onlar (kavmi) arasında Kur’an hükmü ile hüküm etmesi mümkün değildi. Halbuki Allah, peygamberine Medi-ne’de ehl-i kitaptan birileri O’nun yanına geldiğinde, Allah’ın indirdiği haricinde bir hükümle hükmetmemesini farz kılmıştır. O’nu (ehli kitabın) Allahin indirdiklerinden bazıları hakkında fitneye düşürmesinden sakındırmıştır. İşte bu zina konusunda evli olan birinin taşlanıp recm edilişi, diyet hususunda adaletli olmak, kan konusunda şeref-li (otorite sahibi) ile sıradan birinin aynı oluşu, nefse nefs, göze göz, ve diğerleri gibi…
Necaşi’ye Kur’an hükmü ile hükmetmek mümkün değildi. Kavmi onu bu şey üzere kabullenmezdi. Müslümanlar ve tatarlar arasında kadı veya imam olan bir cok kişinin nefsinin derinliklerinde adaletle amel etme ( arzusu) vardır ki, bunu yap-mak onun icin imkansız idi, bilakis onu bu şeyden men edecek kimseler vardı.
Allah da nefse yüklenemeyeceği bir yükü yüklemez. Ömer ibnu abdul-Aziz adaletle yaptığı bazı şeylerden dolayi düşmanlığa maruz kaldı ve eziyyet edildi. Onun ( adaletle hüküm vermeye çalıştığı) için, zehirlendiği bile söyleniliyor.
Ama Necaşi ve benzerleri uymaları mümkün oldmadığı için, İslam şeriatlerine uyma-dıysa da onlar cennette mutlu kimselerdir. Bilakis kendilerinin hüküm vermesi mümkün olan (o sistemin hükümleri) hükümlerle hüküm veriyorlardı. Bunun için de Allah onları ehli kitaptan (ehli kitabin iman edenlerinden) sayarak söyle buyurdu:
‘Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene, Allah’a derinden saygı duyarak inanırlar. Allah’ın âyetlerini az bir değere sat-mazlar. Onlar var ya, işte onların, Rableri katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.’(Al-i İmran/199)
Bu ayet hakkında seleften bir taife, ayetin Necaşi hakkinda indiğini soylemektedir. Bu görüş Cabir, ibn Abbas ve Enes’den rivayet olunur. Bazıları da bu ayetin onun ve as-habının hakkında indiğini söylüyorlar. Hasan ve Katade’nin söylediği gibi. Bu sahabe-nin muradıdır (görüşüdür) ama o (Hasan ve Katade’nin görüşü) tabi olunacak bir gö-rüştür. Çünkü ayetin lafzı umuma hitaptır. Hiç kimse redd ( istisna ) olunmamıştır.
Ata’dan şöyle rivayet olunuyor: “ayet necrandan kırk, hebesistandan otuz, rumlardan sekiz kişi hakkında inmiştir. Onlar h.z İsa’nın dini üzereydi, Muhammed’(s.a.v)e de iman etmişlerdi.” Onlar resulullaha (s.a.v) Medine’de iman edenleri zikr etmemişlerdir. Yahudilerden olan Abdullah ibnu Selam, hiristiyanlardan olan Selman-ı Farisi ve di-ğerleri gibi. Olabilir ki, onlar ( dinini açikça belli eden) mü’minler olduklari için hakla-rında
‘Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene, Allah’a derinden saygı duyarak inanırlar.’(Al-i İmran/199)
denilmez diye düşündükleri için (bu görüştedirler). Hic kimse “yahudi ve hiristiyanları, İslam’a girdikten, hicret ve muhacir, mücahid olup müslüman topluluğuna katıldıktan sonra onlar hakkında ehli kitaptandırlar denilmeli” diye söylemiyor. ( Kast olunan) yani onların içindendirler, artık resule-sallalahu aleyhi ve sellem-iman etmişlerdir. Nasıl ki Allah c.c. hata ile öldürülen kişi hakkında şöyle buyuruyor:
‘Eğer öldürülen mü’min olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise.’(nisa/92)
Başka bir sözünde :
(Öldürülen kimse) mü’min olur ve düşmanınız olan bir topluluktan bulunursa, mü’min bir köle azad etmek gerekir.(nisa/92)
İşte o,düşmandan (yani onlar arasından) olan birisidir;lakin iman etmiş, hicret etmek, dinini açığa vurmak ve şeriata uymak onlar için imkansız olmuş. Bununla beraber onu mü’min olarak adlandirmiştir.Çünkü o imandan gücü yettiği kadarını yerine getirmiştir.
Bu aynen Mekke’de imanlarını gizleyen ve hicretten aciz olan cemaatin durumu gibi-dir. Allah şöyle buyuruyor:
‘Kendilerine zulmetmekteler iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var ya; melekler onlara şöyle derler: “Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz?)” Onlar da, “Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik” derler. Melekler, “Al-lah’ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!” derler. İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir. Ancak gerçekten zayıf ve güçsüz olan[128], çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar başkadır. Umulur ki, Allah bu kimseleri affeder. Çünkü Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.(Nisa-97/99)’
Allah zayıf düşürülen,aciz kalanları hicretten ( hicret etmemekden) özürlü saydı ve şöyle buyurdu:
‘Size ne oluyor da, Allah yolunda ve, “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz.’(nisa/75)
Onlar da dinlerini ikamet etmekten aciz idiler ve aciz olduklari şey üzerlerinden düştü. ( İ.ibn Teymiye fetava. C. 19. s. 216 . 221)
Allah rasulu (s.a.v) şöyle buyurmuştur: itaat ancak doğru olan iştedir.(Buharı ahkam.)
Müslüman olan kişi hem hoşlandığı hemde hoşlanmadığı işlerde yönetenleri dinlemek ve onlara itaat etmek durumundadır.Ancak günah olan birşey emredildiği zaman,ne dinlemek, ne de itaat etmek vardır (Buhari cihat, nesai bey)
İbnu Kayyım şöyle der:
Bu hadiseler gösteriyor ki günah olan bir işte amirlere itaat eden kişi günahkar olur. O işi emir üzerine yapmış olması Allah yanında ona mazeret oluşturmaz. Fakat sadece itaat etmekle kişi kafir olmaz; kafirlik itaatın yanında itaat ettiği yanlışın doğru olduğuna inanmak halinde vücud bulur. İbnul Kayyim ş.3/429
İbnu ebul İzz şöyle der: Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, eğer bunun(Allahın indirdiğiyle hükmetmenin) farz olmadığına inanır veye kendisini bu konuda muhayyer (serbest) bilir ya da Allah’ın hükmünü hafife alırsa kelimenin asıl manasıyla kafir olur. Fakat, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmenin farz olduğuna, ondan sapmanın haram ve günah olduguna iman ettiği halde bu sapmayı gösterirse günahkar olur. Ona kafir dense bile bu kafirlik, nankörlük anlamındadır. ( Ebul izz ş,tahavi 302)
Yûsuf suresindeki şu ayetler de başka bir delildir:
Allah Teala Yûsuf a.s hakkında şöyle buyuruyor:
“(Adam bu yorumu getirince) kral dedi ki: “Onu bana getirin!” Elçi, Yûsuf’a geldiği zaman, (Yûsuf) dedi ki: “Efendine dön de ona: Ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor. Süphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir.” (Yûsuf 50)
“(Kral kadınlara) dedi ki: Yûsuf’un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi? kadınlar, Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik, dedi-ler. Azizin karısı da dedi ki: “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir.” (Yûsuf 51)
“(Yûsuf dedi ki): Bu, azizin yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah’ın ha-inlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını (herkesin) bilmesi içindir.” (Yûsuf 52)
“(Bununla beraber) nefsimi temize çikarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yûsuf 53)
Dikkat edilirse bu ayetlerde Yûsuf’un(a.s) kraldan kadınlara meselenin iç yü-zünü sormasını talep ettiği görülüyor.
Bu da açıkça gösteriyor ki Yûsuf o kadınları zamanın kralına şikayet ediyor.
Kral da kadınlara “Yûsuf’dan murad almak isterken durumunuz neydi?” şek-linde sorgulayarak ifadelerini alıyor.
Kadınlar “biz Yûsuf’u tenzih ederiz” diye cevap verip ifade veriyorlar. “Haşa! Allah için” Allah’a sığınırız “biz onun hiçbir kötülüğünü” yani zina ettiğini “bilmiyo-ruz”, dediler.
Aziz’in karısı da şöyle dedi: “Şimdi gerçek ortaya çıktı.”
Onların Hz. Yûsuf’un temiz olduğunu ikrâr ettiklerini görüp de eğer inkâr edecek olursa, bu kadınların kendi aleyhine şahitlik edeceğinden korkunca, o da aynı şekilde ikrârda bulundu.
Bu da yüce Allah’ın Hz. Yûsuf’a bir lûtfu idi. (Kurtubi)
Böylece azizin karısı da suçunu mahkemede itiraf ediyor. Yûsuf a.s hainlik etmediğinin ortaya çıkması için böyle yaptığını açıklıyor. Bu hususta da Yûsuf suresi 50-53. ayetlerin tefsirlerine bakılabilir.
Bakın,sözü geçen ayetlerin tefsirlerinde Yûsuf a.s,kraldan o kadınları mahke-me etmesini talep ettiği ve kendisinin de savunma yaptığı yönünde açıklamalar vardır.
TEFSİRLERDEN NAKİLLER
1- Kurtubi:
Yûsuf a.s temizliğini açıkça ortaya çıkarmak, iffet ve hayır noktasındaki mevkiini gerçek yerine oturtmak istiyordu. İşte ancak o vakit yerini bulmak, mevkiine gelmek için çıkabilirdi. Bundan dolayı yanına gelen elçiye: “Efendinin yanına dön ve ona o kadınların halinin ne olduğunu bir sor” demişti. Hz. Yûsuf’un maksadı ise ancak “söyle ona benim günahımı iyice araştırıp tesbit etsin ve işimi gözden geçirsin, tetkik etsin. Haklı yere mi zindana atıldım, yoksa zulmen mi zindana atıldım” demekti. (Kurtubi)
Rasûlullah (s.a.v) efendimiz Yusuf’un bu yüce tavrını değerlendirirken buyu-rur ki: “Ben O’nun gibi senelerce zindanda kalmış ve bana böyle bir haber gelmiş ol-saydı hemen çıkardım, beklemezdim.” şeklinde ifade kullanmıştır.
Peygamber (s.a.v) , Hz. Yusuf’u sabır ve tahammülkarlık ile, ağır başlılık ile ve hapisten çıkmakta acele etmemekle övdüğü halde, “bizzat kendisi için başkasını övdü-ğü halden başka bir hali nasıl uygun gördü?” denilecek olursa, bunun açıklaması şöyle olur: Peygamber (s.a.v) kendi adına bir başka görüşü tercih etmiştir ki; bu görüşün de kendi açısından güzel bir tarafı vardır. O diyor ki: Ben olsaydım, çıkmakta elimi çabuk tutardım. Sonra çıkmanın akabinde suçsuz olduğumu ortaya koymaya çalışırdım. Çün-kü bu kıssalar bu gibi olaylar kıyamet gününe kadar insanlar bunlara uysunlar diye sunulmuşlardır. Rasûlullah’da insanların bu işler arasında daha azimetli olan yolu seç-melerini istedi. Çünkü böyle bir olayda daha azimetli olanı terkeden bir kimse, böyle bir zindandan çıkma fırsatını kullanmayan bir kişi, zindanda kaldığından dolayı zin-danda kalma sonucu ile karşı karşıya kalabilir, onu zindandan çıkarmak isteyen, bu isteğinden vazgeçebilir.Yûsuf a.s Allah’tan aldıgı bilgi sayesinde böyle bir şey olma-yacağından emin olsa bile, onun dışındaki diğer insanlar bu konuda emin olamazlar. Buna göre Peygamber’in bizzat izlemeyi uygun gördüğü yol, azimet yoludur. Hz. Yûsuf’un izlediği yol ise büyük bir sabır ve büyük bir tahammül yoludur.
İbn Abbas der ki: Bunun üzerine hükümdar da kadınlara ve bu arada Aziz’in de karısına -Aziz de o sırada ölmüş bulunuyordu- haber göndererek hepsini çağırdı ve: “Yûsuf’tan murad almak istediğiniz zaman durumunuz” haliniz “ne idi?” diye sordu. Çünkü onların herbirisi -önceden de geçtiği üzere- kendisi için Yûsuf’la özel olarak konuşmuştu. Yahut o, bununla her birisinin (Hz. Yûsuf’a): Sen Aziz’in karısına zulme-diyorsun, demesini kastetmişti. İşte bu da Yûsuf’u kandırarak murad almak yoluna gitmeleri demekti.
“Haşa! Allah için” Allah’a sıgınırız “biz onun hiçbir kötülügünü” yani zina ettiğini “bilmiyoruz” dediler. Aziz’in karısı da şöyle dedi: “Şimdi gerçek ortaya çıktı.” Onların Hz. Yûsuf’un temiz olduğunu ikrâr ettiklerini görüp de eğer inkâr edecek olursa, bu kadınların kendi aleyhine şahitlik edeceğinden korkunca, o da aynı şekilde ikrârda bulundu. Bu da yüce Allah’ın Hz. Yûsuf’a bir lûtfu idi.
Böylelikle yüce Allah, Hz. Yûsuf’un doğruluğunu ortaya koymak için hem şahitli-ği, hem ikrârı bir arada toplamış bulunmaktadır. Öyle ki hiçbir kimsenin hatırına kötü bir zan gelmesin ve en ufak bir şüpheye kapılmasın... (Kurtubi)
2- Besairu’l Kur’an – Ali Küçük
“Ellerini kesen o kadınların durumları neydi? O kadınların maksatları neymiş? sor bakalım. Hiç süphesiz benim Rabbim onların keydlerini, hilelerini, tuzaklarını çok iyi bilendir. Benim Rabbim onların bana nasıl dolaplar çevirdiklerini çok iyi bilir. Söyle efendine Rabbimin bildiği bilgiyi o da bir araştırıp soruştursun. Kim suçluydu? Kim suçsuzdu? araştırsın bakalım. Araştırsın da haksız yere, suçsuz yere yıllarca bu zindan-da kaldığımı herkes bilsin. Bu açıklığa kavuşmadan buradan çıkmam”der.
3- Büyük Kur’an Tefsiri – Ali Arslan
Hz. Yûsuf, kralın nezdinde kendisine nispet edilen suçtan uzak ve beri olduğunu tesbit ettirdikten ve kralın kendisinin suçsuz yere hapse atıldığını öğrendikten sonra, ancak hapishaneden çıkacağını söylemek istemişti.
Tirmizi, Ebu Hureyre’den Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Bilin ki, Yûsuf kerim oğlu kerim, Yakub’un oğlu, İshak’ın oğlu, İbrahim’in oğlu olan bir peygamberdir. Eğer ben Yûsuf’un kaldığı kadar hapiste kalsaydım, ondan sonra da kralın elçisi bana gelseydi, hemen elçinin davetine icabet eder ve hapisten çıkardım” diye buyurduktan sonra Hz. Peygamber (s.a.v) sözkonusu ayet-i kerimeyi okudu. Bu hadiste Hz. Yûsuf’un sabrının kuvveti, fazileti ve sebatinin yüceliği vurgulanmaktadır. Bu hadis, Taberi’nin rivayetinde şu şekildedir; “Allah Yûsuf’dan razı olsun! Eğer ben onun yerinde olsaydım ve hapisten çıkacağım haberi bana gelseydi, hemen oradan çıkardım. Durum o ki Yûsuf kesinlikle hâlim ve sabır sahibidir.”
Yine aynı şekilde bu hadis şöyle de rivayet edilmiştir: “Ben Yûsuf’un sabır ve ke-remine şaşıyorum. Allah onu affeylesin! Ona ineklerin hadisesi sorulduğunda, eğer ben onun yerinde olsaydım, beni hapishaneden çıkarmaları şartını ileri sürmeden, onlara bunun yorumunu söylemezdim. Yine ona şaşıyorum ki elçi ona geldiğinde eğer ben onun yerinde olsaydım, kapıya elçiden önce koşardım”
Yani Hz. Yûsuf’un amacı, kralın inceleyip kendisinin durumunu araştırması, ha-pishaneye haklı mı, haksız mı konduğu hakkında bilgi edinmesiydi.
4- Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub
Hz. Yûsuf, kralın kendisini huzura çağıran buyruğunu reddetmişti! Reddetmişti, çünkü bir şartı vardı! Öncelikle kral, meselesini gerçek yüzüyle bilmeli; kadınların ellerini neden kestiklerini soruşturup öğrenmeliydi. Dolayısıyla bu davanın soruşturul-ması, Hz. Yûsuf’un bulunmadığı ve tartışmalara girişmediği bir ortamda yapılmalıydı ki gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıksın! Zira Yûsuf kendine güveniyordu, suçsuzlu-ğundan emindi. Gerçeğin ve hakkın uzun süre örtbas edilemeyeceğinden, gerçeğin ve hakkın uzun süre çarpıtılamayacağından kesinkes emindi o! Elçi dönüp gitti ve durumu krala aktardı. Kral da bunun üzerine kadınları huzuruna çağırarak sorguya çeker. Bun-lardan söz edilmemesine karşın, olayların bu şekilde geliştiğini bir sonraki ayetten anlıyoruz. Ayetteki özgün sözcügüyle “el-hatb”, başa gelen önemli bir iş demektir. Bu sözüne bakılırsa kral, kadınlarla yüzyüze konuşmazdan önce gerekli tahkikatı yapmış ve onların ne yapmış olduklarını anlamış durumdadır. Böylesi durumlarda bu, son derece olağandır. Bunun sonucunda kral, olaya ilişkin ipuçlarını toplamış ve olayı suçlularla tartışmazdan önce bunun hangi koşullar altında yaşandığını anlamış bulun-maktadır. Bu sebeple onların önemli ve etkili bir durumla karşı karşıya geldiklerini işaret ediyor. Kralın huzurunda böylesi bir suçlamayla yüzyüze gelme karşısında anla-şılan o ki, bunu inkâr etmek olanaksızdır.
5- Furkan Tefsiri – Mahmud Hicaz
“Kurdun kanımdan uzak oluşu gibi ben şahsıma yaraşmayan bir ithamla lekelen-miş olarak, zindandan çıkıp kralın huzuruna nasıl gidebilirim? Aslında ben suçsuzum. Ama en iyisi sen, sahibin ve efendin olan krala git ve ondan, ellerini kesen kadınların durumunun ne olduğunu araştırmasını iste. Ben, huzuruna çıkmazdan önce bu meseleyi araştırmasını kendisinden iste. Doğrusu, benim Rabbim, görüleni de görülmeyeni de bilir. O, kadınların bana yapmış oldukları düzeni bilir.”
Herhangi bir şahsı açıkça suçlamadan, kralın araştırma yapmasını istiyor. Sırrı gü-zelce koruyor. Başına gelen belanın asıl nedeni Züleyha olduğu halde adını bildirmi-yor. Kral, kadınlara sordu: Yûsuf’dan murad almak istediğinizde durumunuz neydi? Bu duruma düşmenizde tahrik edici söz ve davranışların bir etkisi oldu mu?
Vezirin karısı Züleyha dedi ki: Yûsuf lehinde yapılan bu tanıklıklar, O’nun suçsuz-luğunu ispatlayan tanıklıklardan. Gören gözleri olan kimseler için şu anda gerçek orta-ya çıktı ve karanlıklar aydınlandı. Ben O’ndan murad almak istedim.
6- Kur’an Yolu – Diyanet Vakfı Elemanları
Kral bu isteği yerine getirmede tereddüt göstermedi. Muhtemelen olayı o da biliyor ve Yûsuf’un suçsuz olduğuna inanıyordu. Ancak devlet ileri gelenlerinin itibarını ko-ruma uğruna zulme göz yummuştu. Zamanı gelince ilgili kadınları toplayıp onları sor-guya çekti. Kadınlar Hz. Yûsuf’un günâhsız olduğunu itiraf ettiler. Bu durum karşısın-da Aziz’in karısı da gerçeği itiraf etmekten başka bir yol olmadığını anladı.
7- Şifa Tefsiri - Mahmut Toptaş
“O kadınları kral çağırsın; senin rabbin o kadınınlara desin ki “siz bundan 8-10 sene önce bir ellerinizi topluca kesmiştiniz, niye kesmiştiniz.”
Kral kadınları topluyor; “Yahu sizin durumunuz nedir? Yûsuf’dan murad almak is-tediğinizde, yani Yûsuf’la birleşmek istediğinizde ne olmuştu, olay nasıl olmuştu, nasıl cereyan etmişti?” diye kadınlara soruyor.
8- Tefhimu’l-Kur’an – Mevdudi
“Fakat sizin rabbiniz (efendiniz) beni niye zindana gönderdiğini araştırmak zorun-dadır. Zira artık halkın önüne herhangi bir suçlama veya kötü şöhretle çıkmak istemi-yorum. Dolayısıyla genel bir soruşturma, benim, zulmün masum bir kurbanı olduğumu ispat edecektir. Bu zulmü işleyenler kendi hanımlarının işlediği günahı örtbas etmek için beni hapse tıkan soylular ve liderlerdir.”
Soruşturmanın yürütülüş biçimine bakarak kralın kadınları huzuruna çağırtarak sa-rayındaki güvenilir kimseleri şahid getirmelerini istemiş olduğu söylenebilir.
Soruşturma ve delillerin ortaya çıkışı, özellikle soruşturma talebinin Hz. Yûsuf’tan gelmesi halkın dikkatini onun üzerine yoğunlaştırmış, bu da Hz. Yûsuf’un ülke çapında isim yapmasına yol açmıştır.
Tüm bilginlerin, kahinlerin ve sihirbazların başarısızlığa ugradığı, aciz kaldığı bir zamanda kralın rüyasını yorumlamıştır. Kralın bizzat kendi huzuruna getirilmesini emretmesine rağmen (yani bu denli ciddi bir durumda) hapse atılmasını protesto etmiş ve hapse atılmasına neden olan hadisenin soruşturulmasını istemiştir. Tabiatıyla bu istek halkı meraka boğmuş ve öfkeyle soruşturmanın sonucunu beklemeye sevketmiştir. Böyle bir durumda tahkik ve araştırma sonuçlarının, Hz. Yûsuf’un itiba-rını nasıl yükselttiği tahmin edilebilir.
9-Tefsiri Kebir – Fahruddin Er-Razi
Ama Hz. Yûsuf, padişahtan o hadisenin hakikatini araştırmasını taleb edince, bu onun o töhmetten uzak ve temiz olduğuna delâlet etmiştir. Binâenaleyh hapisten çıktık-tan sonra, hiç kimse o rezilliği ona bulaştıramaz ve bunu kullanarak Yûsuf’u tenkid edemez.
Ayetin mânâsı şöyledir: “Benim o töhmetten uzak olduğumu anlayabilmesi için, padişahtan, o Mısırlı kadınların durumunu araştırmasını iste” dedi.
Bil ki vezirin karısı da orada bulunan kadınlardan idi ve o bütün bu münakaşaların ve soruşturmaların kendisi yüzünden olduğunu biliyordu. Artık sır perdesini kaldırarak doğruyu açıkça ifâde edip “şimdi hak meydana çıktı! Ben, onun nefsinden murad al-mak istedim. O, hiç süphesiz doğruyu söyleyenlerdendir” dedi. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
O kadının Hz. Yûsuf’un her türlü günahtan ve kusurdan uzak olduğu hususunda kesin ve açık bir şahidliğidir.
10-Tefsiru’l-Münir – Vehbe Zuhaylı
“Efendine dön ve ona” Zihinleri meşgul olup “ellerini kesen kadınların durumu neydi? diye sor”. Bunu sormasını ondan talep et.
Elçi dönmüş, krala bunu bildirmiş, kral da şehrin kadınlarını toplamıştı. Hz. Yûsuf suçsuzluğunu ortaya çıkarmak ve haksız yere hapsedildiğini duyurmak için, zindandan çıkmakta ağır davranmış, kadınlara bu durumun sorulması talebinde bulunmuştu.
Hz. Yûsuf’ın elçiye “Kraldan o kadınların durumunu araştırmasını iste, demeyip “O kadınların durumu neydi? diye sor” demesi, kralı araştırmaya ve durumu tahkik etmeye teşvik etmek içindir.
Kral “dedi ki: Yûsuf’u baştan çıkarmak istediğinizde durumunuz, meseleniz, tavrı-nız neydi?” onda size karşı bir arzu hissettiniz mi? kadınlar “Hâşâ! Allah için” Allah’ı tenzih ederiz. O’nun gibi iffetli birini yaratma kudreti sebebiyle hayrette kaldık. “Biz onda, hiçbir kötülük, günah görmedik, dediler.”
“Vezirin hanımı da dedi ki: Şimdi hak meydana çıktı.” Hak ortaya çıktı, sabit oldu ve iyice belli oldu. “Onu ben baştan çıkarmak istemiştim. Süphesiz ki 0, “Beni o hanım baştan çıkarmak istedi sözünde” doğru söyleyenlerdendir.”
Hz. Yûsuf bunu bildirdi ve şöyle dedi: Onların bu itiraflarının ortaya çıkmasına lûzum görmem ve suçsuzluğumun belli olmasını istemem, “benim kendisine” yani vezire “gıyabında” yani o yokken “hainlik etmediğimi” bilmesi için ve “Allah’ın hain-lerin hilesini başarıya vardırmayacağını” geçerli kılmayacağını ve hedefine ulaştırma-yacağını yahut Allah’ın, hileleri sebebiyle hainlere hidayet nasip etmeyeceğini “bilmesi içindir.”
Bunun için Hz. Yûsuf Vezirin hanımının kendisine yaptığı meşhur ithamının tah-kik edilmesini talep etti. Elçi Hz. Yûsuf’a gelince O, Vezirin hanımı tarafından kendi-sine yakıştırılan iftira ile şerefinin lekelenemeyeceğini ve masum olduğunu, bu zinda-nın zulüm ve haksızlık olduğunu kral ve etrafındakilerin tahkik etmeden önce zindan-dan çıkmak istemedi.
Kral, Vezirin hanımının yanında ellerini kesen kadınları topladı, bütün kadınlara hitaben ama Vezirin hanımını kastederek şöyle dedi: Davet günü Yûsuf’u baştan çı-karmak istediğinizde durumunuz, derdiniz, meseleniz ne idi? Yûsuf’u fuhuş irtikap etmeye davet ettiğinizde durum nasıl oldu? Kadınlar krala cevap verdiler: Yûsuf’un kötülük murad etmiş olmasından Allah’a sığınırız!
11- Semerkandi
Yûsuf elçiye hiç iltifat etmez ve ona şöyle der: “Efendine git, Züleyha’nın yanına gelen kadınların neden ellerini kestiklerini sor, benim zindana suçlu olduğum için mi, yoksa suçsuz olduğum için mi? girdiğimi bilsin. Rabbim, o kadınların bana nasıl tuzak kurduklarını biliyor. O’nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz.”
ibn Abbas’da, Yûsuf hakkında şöyle demiştir: “Yûsuf zindandan hemen çıksaydı kralın kalbine şüphe düşebilirdi. Elçiyi geri çevirmesi haklı olduğunu isbat içindir.” Elçi, Yûsuf’dan bu sözleri işitince kralın yanına döner, durumu arzeder. Bunun üzerine kral, Züleyha’nın evine Yûsuf’u görmeye giden kadınları. toplar, onlara sorular sorar, Yûsuf hakkında kendilerinden bilgi ister, Kadınlar da şöyle derler: “Hâşâ, onun bir fenalığını görmedik, o suçsuz yere zindanda yattı, Züleyha ona iftira etti.” Kadınların, bu itirafları karşısında Züleyha da şöyle der: “Şimdi gerçek ortaya çıktı, ben onun nef-sinden murad almak istedim, suç bendedir. O benim isteklerimin hiçbirini yerine ge-tirmediği için iftira ettim. Suçsuz yere zindanda yattı. O hiç şüphesiz doğru söyleyen-lerdendir.” Kadınlar ve Züleyha gerçekleri itiraf ettikten sonra Yûsuf’un suçsuz oldu-ğuna kanaat getirirler ve zindandan çıkartırlar. Yûsuf cezaevinden çıkartılır, kralın huzuruna getirilir, ilk önce elçi kendisine geldiği zaman cezaevinden neden çıkmadığı sorulur. O da, Mısır Azizi’ne ihanet etmediğinin herkes tarafından bilinmesi için çık-madığını söyler.
Allahu Teâlâ bunu şöyle beyan ediyor:
“Gıyabında kendisine hıyanet etmediğimi hükümdarın bilmesi içindi. Allah hâinle-rin düzenini başarıya erdirmez.”
Yûsuf’a ilk önce elçi geldiği zaman hemen cezaevinden çıkmamıştır. Bunun sebe-bi Mısır Azizi’nin ve diğerlerinin kendisinin suçsuz olduğunu bilmesi içindir. Eğer Yûsuf o, elçi kendisine geldiği zaman hemen cezaevinden çıksaydı, belki de suçlu olduğuna dair kralda bir şüphe uyanırdı. Yûsuf’un gelen elçiyi geri çevirmesi, hakkın-daki bütün şüpheleri ortadan kaldırmıştır.
12- Ebu Bekir Cabir el-Cezâiri
Yûsuf ise, krala “dön ve O’na sor, ellerini kesen o ka¬dınların durumu neydi?” Ellerini kesen kadınların ve beni suçlayarak zindana atılmama neden olan kadını konuya ilişkin görüşlerini alsın.
“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü gerçekten nefs, Rabbimin kendi¬sini esirgediği dışında var gücüyle kötülüğü emredendir.” Bu sözler Hz. Yûsuf’a aittir. Kraldan olayı tahkik etmesini, o günkü olaya tanık olan kadınları sorgulamasını isteyip de, hem kadınlar, hem de vezirin karısı Onun suçsuzluğunu itiraf edince, Hz. Yûsuf bu sözleri sarfetmiştir. Yani, ben böyle yaptım ki, vezir arkasında kendisine ihanet etme¬diğimi ve Allah’ın hainlerin düzenlerini sonuçsuz bıraktığını bilsin.
Tefsirlerden yapmış olduğumuz nakiller bize açıkça şunu gösteriyor; alimler bu ayetlerin yani Yûsuf 50 ve 53. ayetlerinin tefsirinde hep şu meseleler üzerinde dur-muşlardır, yani şu mânâda açıklamalar yapmışlardır:
Yûsuf a.s uğramış olduğu haksızlıktan dolayı kadınları krala şikayet etmiştir. Kral da bu şikayet üzerine Yûsuf’un şikayetçi olduğu kadınlar hakkında ve o dava hakkında soruşturma başlatıp meseleyi iyice araştırıp soruşturup ve tahkik ettikten sonra kadınları huzuruna getirtip onların ifadesini almıştır. Bunun üzerine o kadınlar Aziz’in karısının aleyhine Yûsuf’un lehine şahitlik yapmışlardır. Böylece de suçlu ortaya çıkmıştır. Bu mesele anlattığımız gibidir, aksini iddâ eden delilini ortaya koy-mak zorundadır. Çünkü iddâ isbat ister. İsbat öyle bence ve bana görelerle de olmaz.
“Mahkemeye başvurmak hangi durum ve şartta olursa olsun küfürdür” diyenler,yine “davayı temyiz etmek ve avukat tutmak” küfürdür diyenler, konuşmalarında ya da, yazı-larında özellikle Yûsuf suresinin delil olmayacağını idda ederler. Bu sureyi delil olarak gösterenleri, bilgisizce alaya alıp kınarlar. Aslında bunlar, kendilerine verilecek cevabın ne olduğunu bilirler, bu delillere verebilecek ilmi bir cevapları da olmadığından, çareyi konuyu sulandırıp kendileri gibi düşünmeyenlere çamur atmakta bulurlar. Bunlar yazıla-rında bilgisiz insanları kandırmak için, ilimden uzak ama sloganik, duygusal, cazibeli sözler sarf aderler. Eğer onların bu sloganik sözlerine kanmayanlar olursa, onları etki-lemek için iddialarını güya ilmi imiş gibi süslemeye çalışırlar. Ama bunu yaparken de battıkça batarlar. Yûsuf suresinin kıssa olduğunu Nisa 60. ayetinin ise kat’i olduğunu, bu sebeble Yûsuf suresinin delil olmayacağını iddia ederler. Halbuki Nisa 60 da kıssa ve bu ayetin sözkonusu hükme delaleti kat’i değildir. Bu taifedekiler kendi tezleri ile daima çelişirler. Bu çelişkilerinden biri de şudur: Yûsuf’un kadınları krala şikayet et-mesine “bu bir şikayet değildir” derler. “Şikayet değilse nedir” dersin, tutarlı bir cevap veremezler. “Kralın o kadınları toplatıp huzuruna çağırıp sorguya çekmesi mahkeme değil midir?” dersin; “Hayır, bu mahkeme değildir” derler. “Ya nedir?” dersin; yine tutarlı bir cevap veremezler. “Kralın mahkeme yetkisi yoktu, kral o kadınları mahkeme için değil öylesine çağırdı” gibi delilsiz, mesnetsiz hatta akıl ve mantıktan çok uzak iddialarla bu Yûsuf kıssasını delil olarak kabul etmezler. Buna sebep de şudur: Onlar Nisa 60’ı kat’i delil olarak alıp bu konuda tekfire gitmişler ya, bir daha bundan döne-mezler; birbirilerine şöyle derler; “Bizim akidemiz eskiden beri böyle idi, şimdi dönecek miyiz?” Dikkat edin Mekke müşrikleri de “Biz atalarımızı bu din üzere bulduk şimdi dönecekmiyiz?” diyorlardı.
“Ne zaman onlara: Allah’ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?”( Bakara 170)
B) İtaât etme ( İbadet Çeşitleri ve İtaât Çeşitleri)
“Her itaat ibadettir dolayısıyla mahkemeye başvuran o mahkeme heyetine veya kanun koyucusuna ibadet etmiş, bu sebeplede dinden çıkmıştır” diyenlere...
İbadet Çeşitleri:
Yapılış itibariyle ibadetler üç çeşittir. Bunlar sırasıyla bedeni, mali, hem bedeni hem mali, ibadetlerdir.
Bedeni ibadet; Sadece vucut hareketleriyle yapılan ibadetlerdir. Nitekim namaz kılmak, oruç tutmak bunlardandır.
Mali ibadet; Mal ile yapılan ibadettir. Zekat vermek, sadaka vermek gibi.
Hem mali hem bedeni ibadet; Vucut hareketleri ve mal ile yapılan ibadetlerdir. Buna en güzel cihadı örnek gösterebiliriz. Zira cihad, yeryüzünde Allah’ın hakimiyetini tesis için mallarla ve canlarla savaşmak, çalışıp çabalamak demektir. Hac da hem mali hem bede-ni ibadetler arasındadır.
İtaât Çeşitleri Üçtür:
• Mubah olan itaat,
• Haram olan itaat,
• Küfür olan itaat.
Bunları daha önce yazmış olduğum “Temyiz Etrafındaki Şüpheler” adlı risalede izah etmiştim.
Hangi nev itaâtin şirk olduğu bilinsin ki insanlar bu konuda aşırı giderek rastgele tekfire kalkışmasın. Bu mevzuda insanı küfre düşüren konu, kâfirleri esas alarak onlara itaât ederek haramları helal saymak veya her hangi bir kimsenin Allah’ın kanunu haricinde ona zıt kanun koyma hakkı olduğuna inanmaktır. Yani onlara bu itikatta tabi olmak, uymak, itaat etmek küfürdür. İslâm’ın şirk olarak değerlendirdiği bu itikada bir örnek, zamanımızda “Demokrasidir”.
Ama günümüzde, taassub ki şeytan karşı taraftaki bazı insanlara sağdan yaklaşıp onlara yaptıklarını bezeyip süslüyor ve şirkten olmayan bir takım şeyleri şirkten saymalarını telkin ediyor. Netice itibariyle, haricilerin düştüğü bazı hatalara düşüyorlar.Bu mevzuda haddi aşanların tafsilatına girmeden, itaâtlerden şirk olanı olmayandan ayırmağa çalışa-cağım ki hak ortaya çıksın, hükümler yerini bulsun.
Meselenin zikr edilmesini gerektiren sebeb ise, günümüz müslümanlarının bu tür itaât-lerle karşılaşmasıdır. Bu sebeple de, bizlerin şirk olanı şirk olmayandan ayırmamız yani bu bilgiyi elde etmemiz vacibtir!
Mesela dine karşı olanlar, her kadını kendileri gibi iffetsiz ve tesettürsüz gör-mek istiyorlar;bu dinden uzak insanlar, müslüman kadınların hicabla alâkasını kesip tesettürsüz hale getirmek, onları hicabsız bırakmak istiyorlar... Bu mevzuda her hangi bir sebeble onlara tâbi olup şekil değiştiren yani açılan kadının İslâmda hükmü nedir?
Umumen ilim ehli – yüce Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun - bu meselede itikadı şart koşuyorlar... Yani itaât eden şahsın şirke girip girmediğini onun itikadına bağlamışlar. Onların görüşlerini zikr ettikten sonra meseleyi kısa şekilde tefsir edip, alimlerin görüş-lerinin doğru anlaşılmasına çalışacağım.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:
“Üzerine Allah’ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü o, el¬bette bir fısktır. Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmele¬ri İçin kendi dostlarına vahiyde bulunurlar. Eğer onlara itaât ederseniz, elbette siz de müşrikler olursunuz.” (Ena’m 121)
Âyetin Nuzûl Sebebi:
Ebû Dâvûd rivayetle der ki: Yahudiler, Peygamber’e gelip şöyle de¬diler: Biz kendi öl-dürdüklerimizden yiyoruz da Allah’ın öldürdüğünden yemiyoruz (neden)? Bunun üzeri-ne aziz ve celil olan Allah: “Üzerine Allah’ın adı anılmayanlardan yemeyin” âyetini sonuna kadar indirdi.
Nesâî’nin de İbn Abbas’tan rivayetine göre o, yüce Allah’ın: “Üzerine Allah’ın adı anılmayanlardan yemeyin” buyruğu hakkında şöyle demiştir: Müşrikler, onlarla (yani müslümanlarla) tartışarak şöyle dediler: Allah’ın kestiğini yemiyorsunuz, fakat kendini-zin kestiklerini yiyorsunuz. Bunun üzerine yüce Allah onlara şöyle buyurdu: Yemeyiniz, çünkü siz on¬lar üzerine Allah’ın adını anmış değilsiniz. (Kurtubi)
Müşriklere İtaat:
“Eğer onlara itaat ederseniz.” yani, meyteyi helâl kabul etmek hususun¬da onlara uyarsa-nız, “elbette siz de müşrikler olursunuz.” Âyet-i kerime şu¬na delildir: Kim Allah’ın haram kıldığı herhangi bir şeyi helâl kabul edecek olursa, bununla müşrik olur. Şanı yüce Allah ise meyteyi açık nass ile haram kılmıştır. Başka herhangi bir kimsenin koy-duğu bir hüküm ile meyte helâl ka¬bul edilecek olursa, kabul eden şirk koşmuş olur.
İbnü’l-Arabî der ki: Mü’min bir kimse itikadı ilgilendiren hususlarda müş¬rik bir kimse-ye itaat edecek olursa bu itaati sebebiyle o da müşrik olur. Fa¬kat fiilen ona itaat etmekle birlikte onun inancı tevhid üzere sağlıklı bir şe¬kilde devam ediyor ve tasdikini sürdürü-yorsa asi olur. Bunu böylece belle¬yiniz. .. (Kurtubi)
Malikilerden ebu Bekr İbnul Arabi (468-543 h/1076-1148 m) “Ahkamul Kuran” adlı tefsirinde mezkur ayeti açıklarken diyorki:
“Mü’min, müşriğe itaâtle sadece ona akidesinde itaât ettiği zaman müşrik olur. Çünkü akide küfrün ve imânın yeridir. Müşriğe amelde itaât eder lâkin, akidesi ise sağlam, tevhid ve tasdik üzre devam ederse o zaman bu adam asidir (müşrik değildir). Bu pren-sibi her meselede böyle bilin!”
ebu Hayyan en Nahavi (654-745 h/1256-1344 m) “el Behrul Muhit” isimli tefsirinde diyorki: “Yani: eğer şeytanın dostlarına itaât ederseniz şüphesiz ki, siz de müşrik olur-sunuz. Çünkü, onlara itaât etmek şeytana itaât etmektir. Bu da şirktir. Lâkin, şeytana itikatta itaât etmedikçe hakiki müşrik olmaz. İtikadı sağlam olduğu hâlde ona itaat eder-se o fasıktır/günahkârdır (kâfir değildir).”
Hanbeli alimlerinden İbn Teymiyye (661-728 h/ 1263-1328 m) “Mecmuatul Fetava” isimli eserinde şunları söylüyor:
“Ahbar ve Ruhbanlarına, Allahın haram kıldığını helal, helal kıldığınıda haram saymada itaât ederek, onları kendilerine rablar edinenler iki hâlde olur:
1. Hâl: Ahbar ve Ruhbanların Allahın dinini değiştirdiklerini bilmeleri ve bu tebdile / değiştirmeye rağmen onlara tabi olmaları, onların rasûllerin dinine mühalif olduklarını bildikleri hâlde, önderlerine tabi olarak (uyarak) Allah’ın haram kıldığının helâl, helâl kıldığının haram olduğuna itikad etmeleri hâli. Bu küfrdür. Ruhbanlara namaz kılmama-ları, secde etmemelerine bakmayarak, Allah ve Rasûlu bunu şirk saymıştır.
Böylelikle, kim, Dinin hilafına olduğunu bildiği ve dediğinin Allah ve Rasûlunun dedi-ğinden farklı olduğuna inandığı halde, Dinin aksine başka birine (sadece amelde değil aynı zamanda itikatta da) tabi olursa (itaat edip uyarsa) diğerleri gibi müşriktir.
2. Hâl: Helâlin haramlığı, haramın helâlliği mevzusunda itikad ve imanlarının sabit olması (yani birinci hâlden farklı olarak Allah katında olduğu şekilde kabul etmeleri), lâkin günah olduğuna itikad ederek bunu yapan müslümanın fili gibi, Allaha isyanda onlara itaat etmeleri hali. Bu durumdaki insanların hükmü, günahkârların hükmü gibidir (yani müşrik değil, sadece fasıktırlar).” (Mecmuatul Feteva: 7/49(70) Darul Vefa: 1426/2005)
Alimlerin görüşlerinin daha da açık ve anlaşılır olması için meseleyi sistemleştirmeye çalışalım. Sözü geçen meselede 4 unsur vardır:
1. İtaât eden. İtaât edenden kastımız mükellef müslümandır. Biz onun hükmünü araştı-rıyoruz.
2. İtaât edilen. Bu kâfir olduğu gibi, müslüman da olabilir. Çünkü, teorik olarak müslümanın Allah’a isyan olan bir şeyi emretmesi mümkündür. Hatta pratikte de buna şahid olabiliyoruz.
3. İtaât edilen mevzu. Bu Allah’a isyan olan mevzulardan biridir ki putlara ibadet gibi ya özünde yani bizatihi aslı küfürdür, yahut da içki içmek gibi küfür olmayıp haram olan bir şeydir.
4. İtaât edilme niyeti. İtaât eden ya itaât edilende teşri hakkı görerek veya görmeyerek itaât etmiştir.
Netice olarak şunu diyoruz itaât edilen mevzu ya küfür olan bir amel ya da haram bir ameldir veya helâlolan bir ameldir. İtaât eden kimse küfür olan bir ameli işlemekle itaât ediyorsa bu her hallükârda küfürdür. Mesela her hangi biri birine, puta ibadeti emr eder ve diğeri de ona itaât ederse bu ameli hayata geçiren âmirde kâfir olur memurda. Yani itaât edende kâfir olur bunu helal sayıp saymadığına bakılmaz bunu kim emreder yada o emre itat ederse kâfir olur çünkü bu bizati küfürdür.
Lâkin, itaat edilen mevzu helâl ve haram mevzusunda ise burada tafsil vardır. İtaât edenin niyet ve itikadına bakılır. Eğer sözügeçen haramı helâl saymadan emr edende teşri hakkı görmeden sadece amelde yani helâl saymadan haramlığını bilerek itaât eder-se itikadında bunu haram sayarsa o küfürden kurtulmuş, lâkin fasık olmuştur. Yok, eğer itikadı da ameline uygunsa veya emr edende teşri hakkı görüyorsa bu, şirk ve küfür olan bir itaâttir...
İtaâtin ibadet olduğu doğrudur. Allah’a yapılan her itaât aynı zamanda bir ibadettir. Ama Allah dışında insanlara, şeytana veya kişinin kendi nefsine itaâti bir ibadet midir? Eğer bunlar ibadetse kişinin o ibadet ettiği nesneye kul olması ve onu ilâh edin-mesi anlamına mı gelir? Bu sorulara cevap “evet” ise şu soruların cevabı nasıl verile-cek?
* İnsan ululemre itat ederse onu ilâh mı edinmiştir?
* Müslüman olmayan liderlere ya da müslüman olmayan ana-babaya, Allah’a isyan olmayan konularda itaât eden kişi de onu ilâhmı edinmiştir? Yani Allah’ın emirlerine muhalif olmayan emirlerine de itaat onu ilah edinmek anlamında mı değerlendirilecek?
* Allah’tan başkasına itaât eden kişi bunu doğru, caiz olarak kabul etmiyor da her hangi bir sebeple bunu yapıyor ise yine hüküm aynı mıdır?
Yada şeytana veya nefsine uyup itaat eden kişide kafirmidir?
Bunları tek tek inceleyelim:
Birincisi: İnsan ululemre itat ederse onu ilâh mı edinmiştir? Hayır; çünkü bu kişi ululemre itaât etmekle bizzat Allah’a  itaât etmiştir. Allah şöyle buyuruyor;
“Ey imân edenler! Allah’a itaât edin. Peygambere de itaât edin. Sizden olan emir sahip-lerine de. Eğer birşeyde çekişirseniz, Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onu Al-lah’a ve Rasulûne döndürün. Bu hem daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzel-dir.” (Nisa 59)
İkincisi: Kişi müslüman olmayan anne ve babaya meşru emirlerinde itaât eder-se onları ilâh mı edinmiştir? Hayır. Bunun caiz olduğuna dair Kur’an ve sünnette deliller vardır.
Kuran, sünnet ve tefsirlerden örnekler:
“Hani İsrailoğulları’ndan Allah’tan başkasına ibadet etmeyin, anneye, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapın ve insanlara güzel söz söyleyin; Namazı dosdoğru kılın zekatı verin” diye söz almıştık. Sonra sizden azınız müstesna yüz çevirdiniz, hâla da yüz çevirmektesiniz.“ (Bakara 83)
Kurtubi şöyle der
“Anne-babaya, iyilik yapın” yani onlara, anne-babaya iyilik yapın diye emretmektedir. Yüce Allah bu ayet-i kerimede anne-baba hakkını tevhid ile birlikte söz konusu etmiştir. Çünkü ilk varlık Allah tarafındandır. İkinci varoluş eğitim ve terbiye ise anne-baba aracılığıyladır. Bundan dolayı yüce Allah, onlara karşı şükredici bir hâlde olmayı, ken-disine şükretmek ile birlikte söz konusu etmiş ve “bana ve anne, babana şükret diye (insanlara tavsiye ettik)” ( Lokman 13-14) diye buyurmaktadır.
Yakın akrabalar: Burada “akrabalar” da anne –babaya atfedilmiştir. Yani biz onlara akrabalık bağlarına riayet etmek suretiyle akrabalarına iyilik yapmalarını da emrettik. (Kurtubi C.2 S.196-197)
Bu lafızlarda anne-baba umum olarak zikredilmiştir; bu sebeble müslüman ve gayrı müslim her ana-babayı kapsamına alır.
“Rabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etmeyin. Anne-babaya iyi dav-ranın. Eğer onlardan biri veya ikisi yanında ihtiyarlığa ererse sakın onlara öf deme. Onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle. Merhametinden dolayı onlara alçakgö-nüllülük kanadını indir ve de ki:” Rabbim; onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse sen de onlara öyle rahmet et.” (İsra 23-24)
Kurtubi şöyle der
Buyruğunu Sa’d b. Ebi Vakkas hakkında indiği söylenmiştir. Çünkü o İslâm’a girdikten sonra annesi de kendisini elbisesiz vaziyette güneşte kızmış taşlar üzerine atmıştı. Du-rum Hz. Sa’d’a anlatılınca o’da “ölürse ölsün” demişti, bunun üzerine bu ayeti kerime inmiştir. (Kurtubi C.10 S.374)
Sahih-i Buhari’de Abdullah bin Mesud’dan şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber’e aziz ve celil olan Allah’ın en sevdiği amel hangisidir diye sordum. O : “Vaktinde kılınan namazdır.” Diye buyurdu. Sonra hangisidir diye sordum. O da “anne-babaya iyiliktir” diye buyurdu. Sonra hangisidir diye sordum. Oda “Allah yolunda cihaddır” dedi. Böylelikle Peygamber anne- babaya iyilik yapmanın İslâm’ın en büyük direkle-rinden birisi olan namazdan sonra amellerin en faziletlisi olduğunu haber vermekte ve bunu tertip ve mühlet anlamını veren “sümme (sonra)” ile sıralamış bulunmaktadır. (Kurtubi C.10-S.363-364)
“Gerçi insana, ana ve babasına (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Anası onu zorluk üstüne zorlukla taşıdı. Sütten kesilmesi de iki yıl içindedir. Bana, anana ve baba-na şükret (diye de tavsiye ettik). Dönüş yalnız banadır “ (Lokman 14)
“Bununla beraber, yani anaya babaya şükrü dahi insana tavsiye etmiş olmamızla bera-ber, onlar seni bana şirk koşasın diye zorlarlarsa sende hakkında hiçbir ilim olmayan yani hiçbir ilimde yeri olmayıp, imkânsız olan şirki isnat ettirmek üzere seni sıkıştırırsa, o hususta ikisine de itaât etme de onlara maruf şekilde sahiplen. Yani günaha ortak ol-maksızın, şeriatın razı olacağı kerem ve insanlığın gerektireceği şekilde sohbetlerinde bulun. Mesela yemek, içmek ve giymek gibi ihtiyaçlarını gidermek, eziyet etmemek, ağır söylememek, hastalandıklarında bakmak, ölümlerinde defnetmek gibi, dünyevi yardımları yap.” (Elmalı C. 6-S 47)
Kurtubi şunları sölüyor:
“Anne babaya iyi davranmak müslüman olmaları haline mahsus değildir. Aksine anne baba kâfir iseler dahi evlatları onlara iyi davranır ve eğer onların zimmet ve benzeri ahitleri var ise , iyi muamelede bulunur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yap-manızı…Allah size yasaklamaz.“(Mümtehine 8)
Buhari’nin sahihinde de Esma’nın a şöyle dediği nakledilmektedir: “Kureyşliler Pey-gamber ile anlaşma yaptıkları sırada barış süreci içerisinde annem babası ile birlikte müşrik olduğu halde yanıma geldi. Ben Peygamber’e durumu sorup şöyle dedim: “Annem benim ona iyilikte bulunmam ümidiyle yanıma geldi. Ona iyilikte bulunayım mı, onu gözeteyim mi?” diye sordum. O: evet ona iyilikte bulun, onu gözet. “ diye bu-yurdu. (Kurtubi C.10 S.365-366 )
Yine Hz Esma’dan a şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Peygamber  döneminde annem, benim kendine iyilik yapmam ümidi ile yanıma geldi. Ben, Peygamber’e : ona iyilik-te bulunayım mı, akrabalık bağını gözeteyim mi? Diye sordum. O : Evet” diye buyur-du.” (Buhari- Müslim)
Cihad için Anne- Babanın izni:
Anne babaya iyilikte bulunmak, onlara karşı iyi davranmanın kapsamına girer; eğer cihad farzı ayın değil ise onların iznini almadan cihad etmemek de vardır. Sahih’te, Abdullah b Amr’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Bir adam, Peygamber’in yanına gelerek, cihad etmek için O’ndan izin istedi. Hz. Peygamber  “Annen-baban hayatta mıdır? Diye sordu. O, evet deyince Hz. Peygamber; sen onlar hakkında (onlara iyilik yapmak suretiyle) cihad et” diye buyurdu. Bu Müslim’in lafzıdır. İbn ül Münzir dedi ki: “bu hadis-i şerif nefir ( farz-ı ayn olan seferberlik çağrısı) vuku bulmadığı süre-ce anne-babanın izni olmaksızın cihada çıkmanın yasaklığını ihtiva etmektedir. Eğer nefir söz konusu olursa , o takdirde zaten herkesin cihada çıkması vacip olur” (Kurtubi C.10 S.367)
Cihada çıkmak için müşrik anne-babanın izni alınır mı?
Cihad farz-ı kifaye ise kişinin cihada katılmak için müşrik anne babasının iznini alıp almayacağı hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Es Sevri, “Onların iznini almaksızın gazaya gitmez” der. Şafii ise: “Onların iznini almaksızın gazaya gide-bileceğini” söylemiştir.
İbn-ül Münzir de şöyle demektedir. “Dedeler de babalar gibidir, nineler de anneler gibi-dir. O bakımdan kişi yine onların iznini almaksızın gazaya çıkamaz.” (Kurtubi C.10 S.367-368)
İsra 23-24, Lokman 13-14, Bakara 83. ayetlerinin umumi hitabı müslim veya gayrimüs-lim ayırmaksızın anne-babaya iyi davranmayı emretmiştir. Hatta nuzûl sebebine bakılır-sa Sa’d b.Ebi Vakkas’ın müslüman olmayan annesi hakkında indiği rivayet edilir. Ayet ve hadisin umum hitabını hususileştirmek için onu tahsis eden bir delil gerekir. Böyle bir delil yoksa “müslüman anne-babanın meşru emirlerine itaat edilir, gayrimüslim an-ne-babanın meşru emirleine itaat edilmez” demek hevaya uymak olur.
Bu anne-baba sıradan biri ola bileceği ğibi, küfrün önderlerinden biri de olabilir. O za-man Tağut olan o anne veya babanın çocuğu onların meşru olan emirlerine itaat ederse kâfir mi olacak? Hayır olmaz; yukarda yapmış olduğumuz nakiller buna delildir. Öyley-se o çocuk küfre girmiyor da, aynı kişilerin meşru olan emrine itaat edenler niçin kâfir olsun? Bu bir çifte standart olmaz mı? Yani “sen itaat ettin caizdir, çünkü o Tağut’un çocuğusun, ama ben itaat edersem küfre girerim, çünkü benim onunla akrabalık bağım, yakınlığım yok; yabancıyım, torpilim yok” Öyle mi?
Üçüncüsü: Müslüman olmayan liderlere, Allah’a isyan olmayan konularda itaat eden kişi de onu ilâhmı edinmiştir? Yani Allah’ın emirlerine muhalif olmayan emrinde itaat onu ilâh edinmek anlamındamı değerlendirilecek? Hayır, bu caizdir. Çünkü o em-redilen aslında ya mubahtır, ya da Allah’ın emridir. Yani her ne kadar da onu şu an gayri müslim emrediyorsa da aslında o bizim şeriatımızda hükmü ya mubah olarak, yada başka bir şekilde vardır. Misal; çevre düzeni veya trafik işareti ile ilgili kanunlar İslâm’a zıt olmadığı sürece bunlara uyulur. Bunlar küfür değildir. Yine Allah’ın Rasûlu’de Allah’ın hükmüne zıt olmayan veya bir yönü ile aslında Allah’ın hükmü olan hükümlerde Mekkelilere uymuştur. Örnek: Hilful fudul, himaye kanunu gibi kanuna uymuş ve desteklemiştir. Hudeybiye antlaşmasında “bismillahirrahmanirrahim” yazısına müşriklerin itirazını; onların “biz rahman ve rahim diye bir şey kabul etmiyoruz, sen bunun yerine Allah’ın ismi ile yaz” demelerini kabul etmiştir, çünkü her ikisi de caizdir. Allah’ın yasaklamadığı aksine emrettiğidir. Yine onların “biz senin Rasûl olduğunu kabul etseydik seninle savaşmazdık” diyerek karşı çıkmaları üzerine, Rasûlullah  yaz-dırdığı Allah’ın elçisi ibaresini silerek onların istediği gibi Abdullah’ın oğlu yazdırmış-tır. Bu konuda misaller çoğaltılabilir ama biz bu kadarı ile yetiniyoruz.
Dördüncüsü: Allah’dan  başkasına itaat eden kişi bunu doğru, caiz, olarak ka-bul etmiyor da, her hangi bir sebeple yapıyor ise yine hüküm aynı mıdır? Hayır, bu da küfür değildir. Çünkü kişi Allah’ın hükmünü inkâr etmemek şartı ile bazı masiyetleri işlerse kâfir olmaz. Mesela sarhoş edici içki içen kişi, hükmünü inkar etmiyorsa kâfir değil, günahkârdır. Hâlbuki bu günahı işleyen kişi, ya nefsine uyup ona itaât ediyor ya da şeytana itaât ediyor veya her ikisine de itaât ediyor. Eğer ki “itaât ibadettir; İslâmi olmayan mahkemeye giden kişi Tağut’a itaat etmiştir ve bunu yapan da itaât etiğini ilâh edinen bir kâfirdir” diyenlerin iddiaları doğru olsaydı, her günah işleyenin kâfir olması gerekirdi. Çünkü günah işleyenler ya nefsine ya da şeytana itaât etmiştir. Buna zina, adam öldürme gibi günah işleyenleri misal verebiliriz. Bunların hiç biri kâfir olmaz, eğer ki hükmünü inkâr etmiyorsa.
Bu mahkeme konusunda aşırı gidip tekfircilik yapanların iddialarının biri de şudur:” Nisa 60 muhkemdir, te’vile ihtiyacı yoktur”.
Bu iddia doğru değildir, zaten bunu yani niaa 60. ayetin muhkem olmadığını imam celaleddin es suyuti el itkan fi ulumil kuran adlı eserinin 378. sahifesinde açıklamış ve bu ayetin müphem olduğunu söylemiştir. Ancak şunu belirtmekte fayda var. Nisa 60. ayetinin sizin iddia ettiğiniz konulara delaleti kat’i değildir. Bu iddia sahibleri bu ayetin zahiri lafızlarından her hâlukarda gayri İslâmi mahkemelere baş vurmanın da dinden çıkaran bir amel olarak anlaşılacağını iddia edip, ayetin zahirini delil gösteriyorlar. Bu yüzden de nuzûl sebebi ile beraber değerlendirilen izahlara kulaklarını kapatıyorlar. Gel gör ki bunlar zahire bağlı kalmaktan bahsetmelerine rağmen buna ne bağlı kalır ne de zahiri anlarlar. Onlara sorumuz şudur: Nisa 60 mahkemeye başvuranın dinden çıktığını açıkça ifade ediyor mu? Hayır; böyle açık bir ifade yoktur. Biz bunu “sana ve sende öncekilere imân ettiklerini iddia edenleri” lafızlarından anlıyoruz. O zaman tefsir ve te’vili kabul etmek zorundayız. Eğer ki bunu kabul etmiyorsanız Nisa 65’e ne diyecek-siniz?
6 Biz buna “Temyiz Etrafındaki Şüpheler” adlı risalemizde cevap verdik. Burada tekrar etmeye gerek yoktur.
Bunun zahir ifadeleri 60’dan daha açıktır. Bu ayetin nuzûl sebebi ensari bir sahabe hak-kındadır.
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimi-yetle teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar.” (Nisa 65 )
Âyeti Kerimenin Nuzûl Sebebi
Bir kesim (âyetin nüzulü ile ilgili olarak) şöyle demektedir: Bu âyeti kerime, ez-Zübeyr b. El-Avvâm’m ensardan olan birisi ile tartışması hakkın¬da nazil olmuştur. Aralarındaki anlaşmazlık bahçelerinin sulanması ile ilgi¬liydi. Hz. Peygamber ez-Zübeyr’e: “Önce sen arazini sula sonra da suyu kom¬şunun arazisine sal” demişti. Hasım ise: “Görüyorum ki, halanın oğluna ilti¬mas geçiyorsun” dedi. Rasûlullah’ın yüzünün rengi değişti ve ez-Zü¬beyr’e: “Bahçeni sula, sonra da su tarlanın duvarlarına ulaşıncaya kadar hap¬set” dedi. Bunun üzerine: “Hayır, Rabbine aadolsun ki... imân etmiş ol¬mazlar” âyeti nazil oldu.
Bu görüşü (Ma’mer ile Kuteybe) kabul edenler, ensardan olan kimsenin durumu hak-kında farklı görüşlere sahiptir. Bazıları “bu Bedir’e katılmış ensardan bir kimsedir” demektedir.
Mekki ile en-Nehhas ise şöyle demektedirler: Bu kişi, Hatıb b. Ebi Beltea’dır. Es-Sa’lebî, el-Vahidî ve el-Mehdevî de: O, Hatıb’dır demişlerdir. Bu¬nun Sa’lebe b.-Hatıb olduğu da söylendiği gibi, başka kimse olduğu da söylenmiştir. Ancak sahih olan birinci görüştür; Çünkü, orada kim olduğu tayin edilmediği gibi, ismi de verilmemektedir. Buhari ve Müslim’de de onun ensardan bir kimse olduğu zikredilmekle yetinilmiştir.
Taberî ise, âyet-i kerimenin münafık kişi ile yahudi hakkında inmiş olaca¬ğı görüşünü tercih etmektedir. Nitekim Mücahid de böyle demiştir. Ayrıca bu âyet-i kerime umum ifadesi ile, ez-Zübeyr’in kıssasını da kapsamına alır.
İbnül-Arabî der ki: Sahih olan da budur. Hüküm konusunda Rasûlullah’ı  itham eden her kimse kâfirdir. Fakat ensardan olan o şahıs yanılmış¬tı. Peygamber de ondan yüz çevirmiş ve yakınının doğruluğunu bildi¬ği için bu yanlışlığını affetmişti. Ensari’nin gösterdiği bu davranış elinde ol¬madan olmuştu. Böyle bir özellik ise Peygamber’den başka herhangi bir kimse için sözkonusu değildir. Hakimin verdiği hükme razı olma-yıp onu red ve tenkid eden bir kimsenin bu durumu bir (irtidattır) ve onun tevbe etmesi istenir. Fakat verdiği hükümde değil de bizzat hakimin kendisini tenkîd edecek olursa, hakim onu ta’zir de edebilir, af da edebilir. (Kurtubi)
Sizin anlayışınıza göre, bu ayetin “imân etmiş olmazlar” ifadesi gereği önce-likle o sahabenin kâfir olması gerekir. Sonra da her hangi bir meselede ihtilaf eden her-kes, eğer bu ihtlâfını İslâm mahkemesine başvurmadan hallederse, mesela; ihtilâf ettiği kişi ile kavga yaparsa, hele hele bunun sonucu onu öldürürse kâfir olması gerekir. Çün-kü bu adamın yapması gereken ayetin zahirine göre İslâm mahkemesine gitmesidir. Bunu yapmayıp kavga etmiştir.
İkincisi, bir nefse kıymakla Allah’ın hükmünden başka bir hüküm vermiştir ve Allah’ın ve Rasûlu’nun  hükmünden dolayı kalbinde bir sıkıntı duymuştur, nefsinin hoşuna gidene uymuştur.
(7 Bu Hadis-i Şerif sabit ve sahih bir hadistir. Bunu Buhârî, Ali bin Abdullah’tan, o, Muhammed b. Cafer’den o da Ma’mer senediyle rivayet ettiği gibi, Müs¬lim de bunu Kuteybe’den, her ikisi de (Ma’mer ile Kuteybe) ez-Zührî sene¬diyle rivayet etmiştir.)
Eğer ki böyle olmasaydı onu öldürmeyip mahkemeye giderdi ve verilen hükme de razı olurdu. Bu yaptığı ile İslâm’ın kısas hükmüne ya da “dinden çıkma dışında bir insan öldürülmez” hükmüne zıd olan bir hüküm verdi. Kısas hakkı olmadığı halde onu öldürdü. Bir başka yönü ile de zaten adam öldürenin ebedi cehennemde kalacağı Kur’an-ı Kerim’de şu ayetle bildirilmiştir:
“Kim bir mü’mini kasıtlı olarak (taammüden) öldürürse cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazaplanmış, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azab hazır-lamıştır.” (Nisa 93)
Bu ayetin zahiri de size göre katilin tekfir edilmesini gerektirir. Ama İslâm’da bunların hiçbiri tekfiri gerektirmez.
Birbaşka örmek; Allah  şöyle buyuruyor:
“Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp-savurma. Çün-kü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankör-dür.” (İsra 26- 27)
Bu ayetlerin zahirine göre de israf edenlerin kâfir olması gerekiyor. Çünkü israf edenin şeytanın kardeşi olduğu haber veriliyor. Ama bu ayetlerin zahirini alıp ta tekfir yönüne giden hiçbir ehli sünnet alimi yoktur. Böyle her ayeti ya da hadisi zahirine göre alıp bir de buna kendi yorumumuzu katıp bunu da nasdanmış gibi kabul edersek yolumuz sapık-lıktır ve cehenneme çıkar; Allah korusun! Yine bir örnek te şudur;
Allah  “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır.”(Maide 44) buyurduğu halde insanın nefsine veya başkalarına Allah’ın  hükmü ile hükmetme-diği halde bunlar tekfir edilmiyor. Bunlara birkaç misal verelim:
Zina eden, içki içen, hırsızlık yapan, kâtil olan ve benzerleri... “Mahkemeye itaât eden ona ibadet etmiştir” iddiasında olanların mantığına göre bu saydığımız hususlar bir yönü ile nefse ya da şeytana itaâttir ya da bu suçları işleyenler bu konularda Allah’ın  hük-mü ile hüküm vermemişlerdir veya İslâm’ın hükümlerinden dolayı kalplerinde bir sıkın-tı var demektir. Onlara göre bunların tekfiri gerekir. İslâm’a göre ise bu konular sebebi ile insanlar tekfir edilmez, haramlığını inkar etmediği sürece.
Bizler biliyoruz ki insanlar haktan saparak bazen şeytana kulluk edip Alla’hın dininden çıkarlar.
“Ey ademoğulları, ben size and vermedim mi ki: Şeytana kulluk etmeyin, çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır;” (Yasin 60)
“Bana kulluk edin; doğru yol budur.” (Yasin 61)
“Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın; masiyetimi gerektiren hususlarda ona itaat etme-yin ... diye size emrimi açıklamadım mı?” (Kurtubi)
Bu ayetlerden anlaşılan “şeytana itaât ona ibadettir, bu da ona kulluk ve küfürdür”. Ama şeytana uymak her zaman küfür değil, bazen haramdır. Yani insan, Allah’ın emrine asi olur da bu yaptığının caiz olmadığını bilip Allah’ın hükmünü inkâr etmezse din-den çıkmaz; yok eğer yaptığının doğru olduğuna inanır da Allah’ın hükmünü kabul etmezse ya da bunu araştırma gereği bile duymadan yaptığının doğruluğuna inanırsa işte o kişi kâfirdir. Hükmü inkâr etmediği halde şeytana ya da nefsine uyduğu için masiyet işleyen kişi böyle değildir.
Şeytana itikadda değilde amelde itaat edenin hükmü :
Misal; Adem şeytana uyduğu için cennetten çıkarıldı ama kâfir olmadı.
“Fakat Şeytan, oradan ikisinin ayağını kaydırdı ve böylece onları içinde bulundukları (durum)dan çıkardı. Biz de: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin! Sizin için yeryü-zünde belli bir vakte kadar bir yerleşim ve meta vardır, dedik.” (Bakara 36)
Şeytanın Kaydırması:
“Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırıp” buyruğunda yeralan ve “onları kaydırdı” anlamına gelen kelime çoğunlukla günah anlamına gelen “zelle” kökünden türeyen bir kelime olarak ve elifsiz oku¬muşlardır. Yani şeytan onları yanılttı, ayaklarını kaydırıp o günaha düşme¬lerini sağladı. Hamza ise, bu kelimeyi uzaklaştırmak anlamını ifade eden kök¬ten elifli olarak okumuştur. Bu, onları oradan uzaklaştırdı, izale etti demektir. İbn Keysan der ki: “Onları izale etti” anlamındaki oku¬yuş zevalden gelir. “Onları içinde bulundukları itaatten alıkoydu, masiyete yö¬neltti” demek olur.
“Derim ki: O vakit bu iki okuyuş da aynı anlamı ifade eder. Ancak çoğun¬luğun okuyuşu mana itibariyle daha sağlamdır. Şu iki âyet-i kerimenin ifâ¬de ettiği anlam da bunun delilidir: “Onları, kazandıklarının bir kısmı yü¬zünden ancak şeytan kaydırmak istemiş-tir.” (Al-i İmran 155); “Şeytan on¬lara vesvese verdi.”(A’raf 20, Ta-ha 12). Burada sözü geçen vesve¬se ise masiyeti işlemelerini sağlayarak onların ayaklarını kaydırmaktır. Yok¬sa şeytanın bizatihi herhangi bir kimseyi bir yerden başka bir yere izale et¬me gücü yok-tur. Onun gücü ancak o kimseyi yanılmanın çerçevesine sok¬maktan ibarettir. Bu ise kişinin günahı sebebiyle bir yerden bir başka yere izale edilmesine sebep teşkil eder.” (Kurtubi)
Bu ayet ve tefsirinde de çok açık bir şekilde anlıyoruz ki; şeytan onları içinde bulunduk-ları itaâtten alıkoydu, masiyete yö¬neltti ve kendine itaât ettirdi. Ama Adem  ve Havva  kâfir olmadı. Halbuki şeytan ilk ve en büyük tağuttur. Buna rağmen, ona itaat eden kim olursa olsun, o itaat ettiği hususu, doğru ve caiz kabul etmezse, o kişi tekfir edil-mez, ama onu şeytana itaati caiz kabul ederse, o kafirdir. şimdi sormak lazım tekfirci zihniyete: enbüyük tağut olan şeytana, amelde, helal saymayarak, itaat eden kişi kafir olmuyor da ondan daha küçük tağuta itaat eden neden kafir oluyor?
Nefsine itaat ederek haramı irtikab eden onu helal saymadıkca tekfir edilmez:
İnsanlar bazen de nefsine kulluk edip dinden çıkarlar. Nefsine kul olanları Kur’an bizle-re şöyle haber veriyor:
“Şimdi sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (Câsiye,23)
İbn Abbas, el-Hasen ve Katade dedi ki: Burada sözü edilen kişi, hevasına uygun düşen şeyleri kendisine din edinen kâfirdir. O neyi hevasına uy¬gun görür (ister ve arzu eder) ise mutlaka o işi yapar. (Kurtubi)
İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de nerede hevayı sözkonusu etmişse, mutlaka onu yermiştir. Mesela, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Fakat o... hevasına uydu. (8 Bu cennet müslümanlara girecekleri vaad edilen cennet değildir. Çünkü Şeytan oraya giremez, oraya giren birdaha oradan çıkmaz ve hiçbir göz orayı görmemiştir.)
Artık onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bıraksan da yine dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğin durumuna benzer.” (Araf 176), “Heva ve hevesine uymuş, işin¬de haddini aşmış kimselere de itaat etme!” (Kehf 28), “Ha-yır!Zulme¬denler bilgisizce hevalarına uydular. Allah’ın saptırdığını hidayete ulaştıracak kimdir?” (Rum 29), “Allah’tan bir hidayet olmaksızın hevasına uyandan daha sapık kim olabilir ki?” (Kasas 50), “Sakın hevaya uyma! O takdirde seni Allah’ın yolundan saptı-rır.” (Sad 26)
Abdullah b. Amr b. El-As, Peygamber’den  şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Hevası, getirdiklerime tabi olmadığı sürece sizden hiçbir kimse iman etmiş olamaz.” (Kurtubi)
Bu ayetlerde kendi hevasını ilâh edinenlerin varlığı bildirildiği halde, her nefsine uyan kâfir değildir. Misal; insan küfür olmayan haramları işlediği zaman günahkârdır ama kâfir değildir. Eğer ki her itaât ibadet olsaydı, günah işleyenler kâfir olurdu.
Çünkü günah işleyen kişi ya nefsine ya da şeytana uyup itaât ettiği için günah işler. Allah’a itaât etmiş olsa bu günahı işlemezdi; nefsine ve şeytana itaât ettiği için böyle bir işi yaptı. Bir başka yönü ile böylelerinin kendi nefsine Allah’ın  hükmü ile hük-metmediğinden dolayı kâfir olmaları gerekirdi. Böylesi günahkârların kâfir olmadığına dair bir çok delil vardır; biz bunlardan birini örnek olması için verelim.
“Mü’minlerden iki topluluk çarpışacak olursa, aralarını bulup düzeltin. Şayet biri diğe-rine tecavüzde bulunacak olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın; eğer sonunda (Allah’ın emrini kabul edip) dönerse, bu durumda adaletle aralarını bulun ve (her konuda) adil davranın. Şüphesiz Allah, adil olanları sever”. (Hucurat. 9)
Bu ayette birbirleri ile savaştıkları halde iki topluluğun da “mü’min” olduğu bildiriliyor. Halbuki Nisa suresinin 93. ayet-i kerimesinde bir mü’mini kasıtlı olarak öldürenin ebedi cehennemde kalacağı bildiriliyor. Eğer itaât ibadettir der, bazı ayetlerin zahirini de delil alarak nasların sevkettikleri manalara bakmadan ve nasları uzlaştırma metoduna baş vurmadan sırf buna dayanarak mahkemeye giden herkesi istisnasız tekfir edersek, açık bir hata etmiş oluruz. Bu mantıkla nasların birbirleri ile çeliştiği sonucuna gidilir, Allah korusun bu da derin bir sapıklık olur.
 
S Çevrimdışı

SaYFuLLaH

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
5. “Gayri İslâmi Mahkemeye - Yakalanıp Zorla Götürülse - Dahi O Mahkemeye İfade Vermek Velev Suçsuzum Dese Dahi Küfürdür” diyenler:

Mahkeme meselesini yukarda yeterince izâh ettik; onun için bu konuya kısa cevap verip konuyu uzatmayacağım. Buna cevap Yûsuf suresindeki şu ayetlerdir:

“Kapıya doğru ikisi de koştular. Kadın onun gömleğini arkadan çekip yırttı. (Tam) Ka-pının yanında kadının efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: Ailene kötülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acı bir azabtan başka cezası ne olabilir? (Yûsuf) Dedi ki: Onun kendisi benden murad almak istedi. Kadının yakınlarından bir şahid şahitlik etti: Eğer onun gömleği ön taraftan yırtılmışsa bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan söyleyenlerdendir.” (Yûsuf 25-26)

“Onun gömleğinin arkadan çekilip yırtıldığını gördüğü zaman: Doğrusu, bu sizin düze-ninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür dedi.” (Yûsuf 28)

Bu ayetlerde açıkça görülüyor ki kendisi istemediği halde içerisine düşürülmeye çalışı-lan bir meseleden dolayı Yûsuf  mahkeme ediliyor; O da bu mahkemede savunma yapıyor. Bunun bir mahkeme olduğundan hiçbir şüphe yoktur!

Bu konuda Kurtubi’den bir nakil yaparak bu konuyu bitirelim.
Kadının yakınlarından şahitlik eden kişi:
“kadının yakınlarından bir şahit de şöyle şahitlik etti...” buyruğundaki şahitliğin sebebi; iki tarafın söyledikleri birbiriyle çelişince, hükümdarın kimin doğru, kimin yalan söylediğini bilmek için şahide ihtiyaç duymasıydı. O bakımdan kadının yakınlarından birisi şahitlik etti. Yani onun yakınlarından bir hâkim hüküm verdi. Çünkü söyledikleri bir hükümdü, bir şahitlik değildi.” (Kurtubi)
 
S Çevrimdışı

SaYFuLLaH

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
6. “Bu Mahkemeler İçin Savunma Amaçlı Avukat Tutmak Küfürdür” diyenler:

Bu caizdir. Allah şöyle buyuruyor:
“İkisinden kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: Efendinin katında beni hatırla. Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yûsuf) zindanda kaldı.” (Yûsuf 42)

Bu ayette Yûsuf  müslüman olmayan birine “efendinin yani hükümdarın yanında beni an” diyor, işte bu söz avukat tutmaya delildir. Eğer denilirse ki “avukata vekalet vermek caiz değildir, çünkü avukat imân etmemiştir” Biz de deriz ki “Yûsuf ’ın vekalet verdiği kişi de müslüman değildi”. Ayrıca bu vekalet ve velayet konusunu da daha önce resmi nikâh konusunu açıklarken delilleriyle yazmıştık. Eğer, “konu vekalet değil, bu meselede tağutların kanununu ve hükmünü kabul etme vardır” denilirse, biz de “bunu iddia ederken delilin nedir, delilini getir” deriz. Çünkü gayri İslâmi yönetimlerde bazı kanun-lardan yararlanılabilir. Mekke’deki himaye ve hilful fudul kanunları gibi. Buna rağmen bunu, küfür olan hüküm taleb etmek olarak iddia edip “mahkeme İslâmi değil, bu avukat sizi savunurken onların kanununa göre savunacak ve onlar da şu hükmü değil de bu hükmü talep ettiğini ifade edecektir” diyorsanız… Bilin ki Yûsuf’un  zamanındaki o kral da onun kanunları da İslâm değildi. Yani bizler avukat tutmakla Yûsuf  ne yap-mışsa onu yapıyoruz. O zaman din açısından durum ne ise bugün de odur.

Hak yola ileten Allah’a hamd olsun.
 
S Çevrimdışı

SaYFuLLaH

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
7. “Bu Mahkemelerin Kararına İtiraz Edip Temyize Göndermek Küfürdür” diyenler:

Bu da küfür değildir; bu konuda daha önce tarafımızdan yazılmış olan risaleye bakılabilir. Biz burada şunu yazmakla yetineceğiz. Temyize başvurmak yeni bir dava açmak değil, aksine açılmış davaya karşı onurlu ve müslümanca savunma yapmaktır. Temyiz için verilen dilekçe bir üst mahkemeden hüküm istemek değil, mahkemenin verdiği hükme itiraz etmektir. Bu itiraz dinin gereğidir. Allah bizden Tağut’u reddetmemizi, ona karşı çıkıp itiraz etmemizi istemiştir. Bu itiraza “caiz değil” diyerek karşı çıkmak, Allah’ın tarafını tutmak değil Tağut’un tarafını tumaktır. Tağut’a taraf olmak ta müslümanlık değil kâfirliktir. Nihayet temyize başvuran kişileri tekfir etmek Yûsuf’u  tekfir etmektir. Hele bir de temyize başvuranları tekfir etmeyenleri tekfir etmek bütün peygamberleri tekfir etmek anlamına gelir; biz bundan ve bu inançta olanlardan Allah’a  sığınırız. Bu zihniyet sahibleri mahkemeye ve temiz mahkemesine gidenleri tekfir ettikleri gibi onları tekfir etmeyenleride, tekfir ediyorlar tağuta mahkeme olmayı, küfür olarak kabul etmeyenide tekfir ediyorlar. Hatta bunları tekfir etmeyenleri de tekfir ediyorlar. Şu halde onlara soruyorum. İmam Muhammed, Serahsi, İbn teymiye, ibn hazım, razi, ibn cevzi, ebul iz, ve hanifi alimlerinin tamamı, bu hususda sizin bibi düşünmüyor ve tekfir etmiyorlar. Şimdi siz bu alimleride tekfir ediyormusunuz? hayır etmiyorsunuz, öyleyse sizler kendi fetvenıza göre kendizizi tekfir ediyorsunuz. Bu durumda yapacak bir şey yok bizede evet öylesiniz demek düşer. Sizi uyardık bu meseleler sizin anladığı-nız gibi değildir ama illada küfür diyorsanız o halde sizlerde gerçekten kafirlersiniz. Bu insanlar tekfir etmek için sağda solda kâfir aramasınlar! Aynaya bakarlarsa aradıklarını bulacaklardır. Mevlâm onlara hakka teslim olmayı, bize de hak yolda daim olmayı nasib etsin. Amin!...

“Bizi doğru yola ileten Allah’a hamdolsun. Zaten Allah bize hidayet vermiş olmasaydı biz kendili¬ğimizden bu doğru yolu bulamayacaktık.” (Araf 43)
 
M Çevrimdışı

mustafa_mardin

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Allah razı olsun. bu tip çabaları hep teşvik etmek gerek.

tekfircilere karşı yazılmış çok kitap makale risale var ne yazık ki çoğu sistematik ve kapsamlı değil. halbuki tekfircilerin usulsüz ilimsiz iddialarına karşı tüm argümanları bir araya toplayan ilmi doyurucu çalışmalar büyük çaplı reddiyeler gerek.

bu tek bir kişinin üstesinden gelebileceği bir şey değil aslında. zira tekfircilerin argümanları yüzlerce... kullandıkları ayet hadis sayısı da yüzlerce. tüm delilleri tek tek analiz edip tartışmak yorucu ve zaman alıcı.



 
E Çevrimdışı

Ebu & Dücane

Guest
Bu durumda en iyi müslüman biz mi oluyoruz? ve sübhanallah....Bir küfür içeren bir işi,dinine ve sana verecek büyük zararından dolayı yapmaman gerekirken,içinden buğz ederek yapıyorsan bu ruhsattır.Yapmıyorsan azamettir.Yukarıda aşırı olarak kabul edip red ettiğin vaziyetlerden memnun olmanın ve rıza göstermenin büyük bir tehlikesi vardır.Nefse hoş gelen şeylerden Allaha sığınırız.Biliriz ki bir toplum kendini değiştirmedikçe,Allah ta o topluluğun durumunu değiştirmez.Çünkü bizim imtihan ve sakınma konusunda hassas olmamız bekleniyor.Bu gün nefsimizin hoşuna gitmeyen bir telefon verici,nükleer tesis,çöp ve atık yeri,anma toplantıları v.s. gibi konularda insanlar nasıl hemen aynı yöne bakıp toplanı veriyorlar,direniş gösterip yakıp yıkıyorlar ortalığı anlamsız bir şekilde,ama imanını küfre sokan uygulamalarda bir tepki koymak için kimse toplanamıyor,ayetler ve hadislerde tevil yaparak nefsimizi temize çıkarmaya çalışıyoruz.
 
C Çevrimdışı

casiye 6

Üyeliği İptal Edildi
Banned
3. “Resmi Evlilik Muamelesi Yaptırmak Küfürdür” diyenler:
Görülen o ki, nikâh meselesinde ileri geri konuşan insanlar bazı hükümleri birbiri-ne karıştırmakta, ya da meseleye ön yargılı yaklaştıkları için ölçüyü kaçırmakta ve maalesef ifrata kaçmaktadırlar.Aslında bu meselenin özünde Velâyet ve Vekâlet meselelerinin tam olarak idrak edilmemiş olması yatmaktadır.Bunun için önce Velayet ve Vekâlet kavramlarının ne anlama geldiğini hatırlatalım inşallah.

a) Velâyet;
Sözlükte yardım, yetki ve iş yürütme manalarına gelir.

Bir fıkıh terimi olarak; “Bir kimsenin, söz ve tasarruflarının başka birisi adına geçerli olması ve onun işlerini idare etmesi” demektir.

Tarifteki “başka birisi” tabiri genel değildir.Çocuk, deli, sefih… Gibi ehliyeti kısıtlı olanlara mahsustur.Buna göre velâyet; ehliyeti kısıtlı olanların işlerini onlar adına yürütme manasına gelir.
Bu kişilerin velâyete konu olan işleri evlenme, geçinme, beslenme, tahsil gibi şahsi işleridir.Velâyet yetkisine sahip olan kişiye veli denilir.Ehliyeti kısıtlı olanların mâli işlerini yürütme yetkisine ise vesâyet denilir. Ancak, küçüğün veya delinin velisi durumunda olan kişi, onun babası veya dedesi ise onun mâli işlerini de yürütebilir.Yani onun hem velisi hem de vasisidir.

Velâyet, özel ve genel olmak üzere iki çeşittir:

ÖZEL VELAYET: Özel velayet hakkı akrabalıktan doğan bir haktır. Bu hakta ön-celik; asabeye yani baba tarafından olan yakın akrabaya aittir. Velâyette öncelik, akra-balıktaki öncelikle doğru orantılıdır. Velayet hakkı asabeden sonra anaya ve ana tara-fından olan akrabaya geçer.

GENEL VELAYET: Genel velayet ise; hiç akrabası olmayanlar için söz konusudur. Bu durumda hâkim, ehliyeti kısıtlı olanların velisi olmuş olur.Bu velayete; “Velâyet-i âmme” denilmektedir. Devlet başkanının da tebaası üzerinde genel velâyet hakkı vardır. Çocuk akıllı olarak ergenlik çağına ulaşırsa veya deli akıllanırsa bunlar üzerindeki velâyet hakkı sona erer.

b) Vekâlet;
Korumak, kifâyet, sorumluluğunu yüklenmek, itimat, gözetmek, teslim, işi birisine vermek.Istılahta: Bir kimsenin bizzat kendisinin de yapabileceği muamelattan olan bir işi yapması için bir başkasını yetkili kılması karşılığında kullanılan bir tabirdir.Mesela bir kimsenin bizzat kendisinin satabileceği bir malı satması için bir başka-sını yetkili kılması bir vekâlettir.Mecellede bu akit: “Bir kimse işini başkasına tefviz etmek ve o işte onu kendi ye-rine ikâme eylemektir” şeklinde tarif edilmiştir (Mecelle, madde 1449).

Kendisine, başkası tarafından bir işi yapması için yetki verilen kişiye vekil, bu yetkiyi veren kişiye müvekkil, vekil edilen kişinin yapacağı tasarrufa müvekkeltin bih, yetki verme olayına tevkil denilir (Ali Haydar, Dureru’l Hükkâm Serhu Mecelleti’l-Ahkâm, İstanbul, 1330 III, 790; Hacı Reşit Paşa, Ruliu’l-Mecelle VII, 2; Ö. N. Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istilahati Fikhiyye Kamusu, VI, 309).

Vekâlet İslâmiyet’in caiz gördüğü bir akiddir. Bu akdin meşrûiyeti kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Nisa sûresinin 35. ve Kehf sûresinin 19. âyetleri vekâletin meşruyetinin Kur’an-ı Kerim’deki delilidir. Hz. Peygamber’in kurban almak için Hâ-kim b. Hizâm’i ve zekât toplamaları için bir takım memurları vekil tayin etmesi de Sünnetten delildir.Ayrıca vekâletin caiz olduğunda İslâm uleması ittifak halindedir (İbn Kudâme, V, 79).

Ayrıca akıl da bu akdin meşru olmasını gerektirir.Çünkü herkes her işini bizzat kendisi yapamayabilir. Dolayısıyla o işi yaptır-mak için bir başkasına yetki vermek ihtiyacındadır.İslâm hukukunun meşru gördüğü diğer ahitlerde olduğu gibi vekâletin rüknü de icap ve kabuldür.İcap ve kabul müvekkilin, “Seni şu malı satman için vekil tâyin ettim”; vekilin de “kabul ettim” demesi gibi sarahaten olabileceği gibi, birisi tarafından açıkça söyle-nerek sarahaten, diğerinin de susması ile delâlet yoluyla da olabilir.Görüldüğü gibi velâyet ve vekâlet tarifleri birbirlerine çok yakındır. Bu sebepten biz de bu iki husustaki sapmayı birlikte değerlendirip cevaplamaya gayret edelim.

Eğer ki muhatabımız bize “evlilik muamelesini yaptırmakla kâfirlere velayet veriyorsunuz” diyorsa öncelikle şunu söyleriz;Kâfire kayıtsız sartşız her konuda velayet vermek yani bütün yetkiyi ona devretmek, “sen ne yaparsan yap kabulümdür, benim adıma sınırsız her sözü söyleyebilir ve her fiili işleyebilirsin demek”, böyle bir vekâlet küfürdür.Biz bunu yapmıyoruz ve bu davranışın da gayri İslâmi bir davranış olduğuna inanıyoruz.Ama elfaz-ı, efâl-i ve yazılı küfürlerden kaçarak sadece kâğıt üzerinde yazıl-mış bir evrağı almak küfür veya velayet vermek diyorsanız bu hatadır.Çünkü bu velayet değildir, velayet olsa bile küfür olan velayetler kapsamında değildir.

Şimdi size birebir Kur’an-ı Kerim tefsirlerinden nikâh hususunda deliller su-nacağız inşallah.

* Örneğin;
Yûsuf Mısır’da zindandan çıktıktan ve devlet hazinesinin sorumluluğunu al-dıktan sonra Zeliha ile evlendi. Yûsuf ile Zeliha’nın o zaman velileri kim idi sizce? Bu hususta Elmalılı Hamdi Yazır, İmam Kurtubi, Ali Arslan, Fahreddin er-Razi Tefsirlerinde, Taberi Tarihi ve Peygamberler tarihinde Yûsuf ile Zeliha’yı bizzat kralın evlendirdiği ifade edilmektedir. Sizce kral müslüman mıydı?

* Diğer bir örnek;
Rasûlullah’ın Hz.Hatice ile evliliği şu şekilde olmuştu:
Hz. Hatice, Nefise Hatun aracılığıyla yaptığı yoklama sonucunda Peygamberi-miz’in kendisiyle evlenmeye razı olacağını anlayınca:
“Ey amcamın oğlu! Akrabam olduğun kavminin arasında şerefli, emniyetli, güzel huylu ve doğru sözlü olduğun için seninle evlenmeyi arzu etmiş bulunuyorum. Amcam Amr b. Esed’e gidip beni iste! Sen de, şu saatte gel!” diyerek Peygamberimize nikâhını kıyması için de amcası Amr b. Esed, b. Abduluzza, b. Kusayy’a haber gönderdi.Peygamberimiz, Hz. Hatice’nin evlenme teklifini amcalarına duyurdu.
Ebu Talib, durumu iyice öğrenmek üzere, Peygamberimiz’i yanına alıp Hz. Hati-ce’nin evine vardı.Hz. Hatice, Ebu Talib’e:“Ey Ebu Talib! Amcamın yanına var da, kardeşinin oğlu Muhammed b. Abdul-lah’la benim nikâhımı kıysın” dedi.Ebu Talib, o zaman Mudar’ların başkanları olan Hâşim oğullarından on kişilik bir toplulukla, Hz. Hatice’nin amcasının yanına vardı. Gidenler arasında Peygamberimiz ile bütün amcaları bulunuyordu.Hz. Hatice’nin amcası Amr b. Esed, o zaman çok yaşlı idi. Esed’in hayatta olan, ondan başka oğlu kalmamıştı.

Dünürlük ve Nikâh Töreni
Dünürlük ve nikâh töreninde Hz. Hatice’nin amcası Amr b. Esed ile Peygamberi-miz ve amcaları hazır bulundular.Amr b. Esed; sakalını sarı yağla yağlayıp taramış, üzerine de Bürdü Yemanî diye anılan Yemen işi alacalı kumaştan ağır bir elbise giymişi.Hz.Hatice’nin koyun etinden yaptırdığı yemekler yenildikten sonra, Hz.Hatice, Peygamberimiz’e;
“Amcan Ebu Talib’e söyle de şu mecliste beni sana, amcamdan istesin!” dedi.Ebu Talib hemen ayağa kalkıp şöyle konuştu:“Hamd olsun Allah’a ki, bizi, İbrahim’in zürriyetinden, İsmail’in neslinden, Maad’in mâdeninden ve Mudar’ın aslından yarattı. Bize; hac ve ziyaret edilecek bir beyt (Mabed), içinde emniyet ve huzura kavuşulacak bir Harem ihsan etti. Bizi; Beyt’inin bakıcısı ve Harem’inin yöneticisi kıldı. Bizi; böylece, halkın hâkimi ve baş-kanı yaptı. İçinde bulunduğumuz beldemizi, bize bereketli kıldı. Şimdi, kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah’la Kureyşten kim tartılsa muhakkak, bu, soy sopça, akıl ve faziletçe ona üstüntutulur; kendisiyle kim ölçülse, bu, ondan büyük gelir.Malı az olsa da, mal dediğin nedir ki? Tez geçici bir gölgedir; alınır verilir iğreti birşeydir! Muhammed’in, Abdulmuttalib ve Hâşim gibi şanlı ataların torunu olduğunu bilirsiniz. Kendisi, şimdi kızınız Hatice binti Huveylid’le evlenmeyi arzu etmektedir. Aynı şekilde, Hatice de, onunla evlenmeyi istemektedir. Hatice’ye, kendi malımdan, mehir olarak ne vermemi istersiniz? Vallahi, bundan sonra, onun (yeğenimin) haberi büyük, hal ve şanı ulu olacaktır!” dedi.Ebu Talib konuşmasını tamamlayınca, Hz. Hatice’nin amcasının oğlu Varaka b. Nevfel kalkıp şöyle konuştu: “Allah’a hamd olsun ki, bizi de, anlattığın gibi yarattı. Saydığın fazl ve şereflerle de, mümtaz kıldı. Biz de, Arapların ulu kişisi ve başkanıyız. Siz de, böylesiniz. Ne Araplar sizin faziletinizi inkâr, ne de insanlardan hiçbiri sizin iftihar ettiğiniz şeyleri, şerefinizi red eder. Biz de, sizinle hısımlık kurmayı ve şeref-lenmeyi arzu ediyoruz. Ey Kureyş cemaati! Şahit olunuz ki; ben, Hatice binti Huveylid’i, dörtyüz dinar mehirle Muhammed b. Abdullah’a nikahladım!” dedi, sustu.Ebu Talib: “Ben, Hatice’nin amcasının da konusmaşını istiyorum!” dedi.Bunun üzerine, Amr b. Esed: “Ey Kureyş cemaati! Siz şahit olunuz ki; ben de, Ha-tice binti Huveylid’i, Muhammed b. Abdullah’a nikahladım!” dedi.Hazır bulunan Kureyş uluları, buna şahit oldular. (M.A.Köksal)

Sizce bu nikâh akdinde veli durumundaki Hz. Hatice’nin velisi Amr b. Esed ve Rasûlullah’ın velisi durumundaki Ebu Talib müslüman mı idiler?

Birileri “Yûsuf veya Allah Rasûlu o zaman peygamber değildi veya buna tevbe etti” derse biz de deriz ki;
Peygamberler küfür veya şirk işlemezler, peygamberlik öncesi veya sonrası kesinlikle peygamberlerin böyle bir şey yapmış olması düşünülemez. Çünkü peygam-berler masumdur ve onlara küfrü veya şirki isnad etmek küfürdür.

* Ve bir başka örnek de;
Ayetle sabittir ki ehli kitabın yâni Yahudi ve Hiristiyanların iffetli kadınları ile müslümanın evlenmesi caizdir.Bir ehli kitap kadınıyla evlenecek olan müslüman o kadını kimden isteyecektir sizce. O ehli kitap olan kadının velisi kimdir? Tabii ki kendisi gibi Yahudi veya Hiristiyan olan velisidir.Şimdi de vekâlet konusundaki iddialarınıza değinelim: Eğer ki tağutların evlilik muamelesini vekâlet yönünden ele alıp küfür diyorsanız, bu hususta da hata ediyorsunuz.Çünkü sadece vekâlet vermek küfür değildir eğer ki vekâlet şartlı veya sınırlı olursa. Buna da Kur’an-ı Kerim’den bir örnek verelim:

* İlk örnek Kuran-ı Kerimden;
“Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: Beni efendinin yanında an, (umulur ki beni çıkarır). Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dola-yısıyla (Yûsuf), birkaç sene daha zindanda kaldı.” (Yûsuf 42)

Görüldüğü gibi, Yûsuf a.s. müslüman olmayan zindan arkadaşına kendisinin de söyleyebileceği sözü vekaleten söylemesini talep ediyor.

Vekalet neydi?
Yukarıda da tarif ettiğimiz gibi kişinin kendi işini bir başkasına havale etmesi idi. Bakın, Yûsuf a.s. kendi işini kâfir bir kişiye hâvale etmiş ve bu küfür olmamıştır.

* İkinci örnek Rasûlullah’ın hayatından;
Rasûlullah’ın Taif dönüşü Mekke’ye giremediği için kendi yerine müşrik olan Üraykit’i Ahnes b. Şerik’e, Süheyl b. Amr’a, Mutim b.Adyy’e göndermesi delildir.Çünkü Rasûlullah kendi yapması gereken bir işini müşrik birine havale etmiştir.Hudeybiye’de Büdeyl b Verka ile arkadaşlarının ve müşrik olduğu halde Urve b. Mesud’un Kureyş’e gönderilmesi olayı şöyle olmuştu;Urve b. Mesut Kureyş’in elçisi olarak geldi, mesajını bildirdikten sonra Rasûlullah ona, “sen benim aile halkım olan kavmime şunu haber verir misin ki hiç süphesiz harp onları korkutmuş ve ürkütmüştür.” (M.A. Köksal. C. 13-14 S. 162)

Eğer müşrik birisine hiçbir şekilde vekâlet verilmeseydi Rasûlullah bunları yapmaz bizzat kendisi gider veya bir müslümanı gönderirdi.

* Üçüncü örnek Sahabeden;
Abdurrahman b. Avf da Ümeyye b. Halef’i Mekke’de bulunan aile halkı ve diğer ya-kınları üzerine vekil bırakmıştı. Yani onları korumalarını istemişti;Ümeyye de o sırada müşrik idi.
Buhari, Abdurrahman b. Avf’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir.
“Ümeyye b. Halef ile Mekke’de bulunan yakınlarımı koruması, benim de onun Medine’de bulunan yakınlarını korumam üzere bir belge düzenledik.Ben adımı Abdurahman diye sözkonusu edince, o; “ben Rahman diye bir kimse tanımıyorum, benimle cahiliye döneminde ki ismini zikrederek yazış” dedi. Ben de onunla Abdu Amr diye yazıştım…” diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. (Buhari, Vekalet. 2 ) ( Kurtubi C.10 - S.567)

Bu örnekte de görüyoruz ki müslüman kâfire, kâfir de müslümana vekâlet veriyor ama burada bir hususa çok dikkat etmek lazım: Kâfire şartsız ve sınırsız vekalet veya velayet verilmez. Bu hususta şarta ve sınıra riayet ederek kişiyi İslâm’dan çıkar-mayacak veya vebale sokmayacak hususlarda kâfire vekâlet veya velayet verilebilir.

Dikkat edelim! biz bu delilleri sıralarken ifrat ve tefrite düşmeyelim, vasat (or-ta yollu) olalım diyoruz. Nasıl ki Allah’ın ve Rasûlü’nün yasakladığı bir şeyi serbest kılmak caiz değilse, yasak hükmü olmayan, hatta benzeri şekilde Rasûlallah ve ashabı-nın yaptığını din adına yasaklamak ta öylece caiz değildir.Son olarak şunu da bildirelim ki kâfirleri veli edinmek, kâfirleri dost edinmek küfürdür.
Bu hususta Mücadele, Tevbe, Al-i İmran, Nisa ve Maide surelerinde bizler için deliller mevcuttur.Rabbimiz mealen şöyle buyurmaktadır;
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeş-leri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Rasûl’üne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imân yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” (Mucadele 22)

“Ey imân edenler! Eğer küfrü imânâ tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlim-lerin kendileridir. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandı-ğınız meskenler size Allah’tan, Rasûlun’den ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe 23-24)

“Mü’minler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu ya-parsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırı-yor. Dönüş yalnız Allah’adır.” (Al-i İmran 28)

“Ey imân edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, âyetle-rimizi size açıklamış bulunuyoruz.” (Al-i İmran 118)

“Ey imân edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah’a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa 144)

“Ey imân edenler! Yahudileri ve hirıstiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” (Maide 51)

Biz bu ayetlerin delalet ettikleri mânâlara şeksiz şüphesiz imân ettik ve teslim olduk. Bu hususta Allah Teala şöyle buyuruyor:
“İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. Şu kadar var ki, İbrâhim babasına: Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önle-meye gücüm yetmez” demişti. O müminler şöyle dediler: Rabbimiz! Ancak sana da-yandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.” (Mümtehine 4)

Allah bu ayette Hz. İbrâhim ve beraberindekileri bize örnek gösteriyor; onlar da kâfir kavme düşman olduklarını ilân etmişlerdi. Biz bu dûsturu harfiyen alıyor, riyadan ve riyakârlıktan Allah’a sığınıyoruz.Şu hususa dikkat edelim; Tağut, Allah’ın emrine muhalif hüküm ve kanun ko-yarsa bu hükme uymak tağuta kul olmaktır.Ama yine tağut, Allah’ın emrine mutabık hüküm veya kanun koyarsa o ka-nunu almak tağutun değil Allah’ın kanununu almaktır.Yâ da mübah olan bir meselede dine muhalif olmayacak şekilde kanun varsa bu kanunu almak ta yine tağuta kulluk kapsamına girmez.
Galiba gaflete düşülen nokta da burasıdır.


1- Yusuf’un zindan arkadaşının kafir olduğunu nerden biliyorsunuz?

2- Muhammed’in peygamberlik öncesi yaptıkları, din konusunda delil olabilir mi?

3- Evlenmek için gayrimüslim devletin nikahına ihtiyaç var mıdır?
 
A Çevrimdışı

asrinsirri

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
1- Yusuf’un zindan arkadaşının kafir olduğunu nerden biliyorsunuz?

2- Muhammed’in peygamberlik öncesi yaptıkları, din konusunda delil olabilir mi?

3- Evlenmek için gayrimüslim devletin nikahına ihtiyaç var mıdır?

Bu sorduğun soruları ilk olarak sen cevaplar mısın ? eğer delil vererek cevaplarsan bizler de sonuca ulaşabiliriz...
 
C Çevrimdışı

casiye 6

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Muhammed kim pis hadis inkarcısı mutezile seni? Sen kimsin Allah'ın elçisini her hangi bir ünvan olmadan ismiyle anıyorsun? Mahalle arkadaşından bahseder gibi konuşuyorsun? Şimdi sana bir şeyler derdim ama edebimi bozmıyım.

"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salat ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salat edin, selam edin. " (Ahzap/55)

Burada gelmiş hesapta Kur'an'i bir dini savunuyorsun da Kur'an'dan da cahilsin. Senin gibi cahiller iki tane ayet okuyup gelip buralarda ahkam kesiyorlar. Adamsan aç bir tane başlık görüşlerini yaz seninle münazara edelim. Delille, hüccetle konuşalım. Ama yook işiniz gücünüz köşe kapmaca oynamak.

Muhammed, İslam'ın ve Müslümanların peygamberidir. Muhammed'e "Muhammed" demek gibi bir yasak mı var? Salat ve selam etme emri var, doğru ya. Peki Muhammed isminin sonuna "as, sav" yazmayınca ya da Muhammed ismi anıldığında diliyle, dudağıyla "sallahu aleyhi ve sellem, aleyhisselam" demeyen, Muhammed'e saygısızlık mı yapmış oluyor? Salatını ve selamını içinden getirmediğini nereden biliyorsunuz? Salatı ve selamı size mi duyurması gerekiyor illa ki yoksa kalplerin özünü bilen Yaratan'a duyurması yeterli midir?

"Edebimi bozmıyım" demişsiniz ancak ben sizde edeb namına bir şey göremiyorum, varsa bile çoktan bozmuşsunuz.

Selam
 
C Çevrimdışı

casiye 6

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Bu sorduğun soruları ilk olarak sen cevaplar mısın ? eğer delil vererek cevaplarsan bizler de sonuca ulaşabiliriz...

1- Yusuf'un zindan arkadaşının kafir ya da mümin olduğuna dair bir bilgim yok.

2- Muhammed'in peygamberlik öncesi yaptıklarının din konusunda delil olamayacağını düşünüyorum.

3- Evlenmek için gayrimüslim bir devletin nikahına da ihtiyaç olmadığını düşünüyorum.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قال: ]قال رَسُولُ اللَّهِ #: أوْلَى النَّاسِ بِى يَوْمَ القِيَامَةِ أكْثَرُهُمْ عَلَىَّ صََةً[. أخرجه الترمذى.وله في أخرى عن عليّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رَسُولُ اللَّهِ #: البَخِيلُ مَنْ ذُكِرْتُ عِنْدَهُ فَلَمْ يُصَلِّ عَلَىَّ[
.3. (1898)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: Rasûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) buyurdular ki:

"Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en çok salavât okuyandır."

[Tirmizî, Salât 357 , (484).]

Yine Tirmizî'de Hz. Ali (radıyallâhu anh)'den kaydedilen bir rivâyette şöyle denir: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Gerçek cimri, yanında zikrim geçtiği halde bana salavât okumayandır. "

[Tirmizî, Daavât 110, (3540).]

2ـ وعن أنس رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رَسُولُ اللَّهِ #: مَنْ صَلَّى عَلَىَّ صََةً وَاحِدَةً صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ عَشْرَ صََلَوَاتٍ، وَحُطَّتْ عَنْهُ عَشْرُ خَطِيئَاتٍ، وَرُفِعَتْ لَهُ
عَشْرُ دَرَجَاتٍ[. أخرجه النسائى.وله في أخرى عن أبى طلحة رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ: ]جَاءَ # ذَاتَ يَوْمٍ وَالبِشْرُ في وَجْهِهِ، فَقُلْنَا: إنَّا نَرَى البِشْرَ في وَجْهِكَ؟ فقَالَ: إنَّهُ أتَانِى المَلكُ، فقَالَ يَا مُحَمَّدُ: إنَّ رَبَّكَ يَقُولُ أمَا يُرْضِيكَ أنْ َ يُصَلِّىَ عَلَيْكَ أحَدٌ إَّ صَلَّيْتُ عَلَيْهِ عَشْراً، وََ يُسَلِّمُ عَلَيْكَ أحَدٌ إَ سَلّمْتُ عَلَيْهِ عَشْر
اً[,

.2. (1897)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim bana (bir kere) salât okursa Allah da ona on salât okur ve on günahını affeder, (mertebesini) on derece yükseltir."

[Nesâî, Sehv 55, (3, 50).]

Yine Nesâî'de Ebû Talha (radıyallâhu anh)'dan gelen bir rivâyet şöyle:
"Bir gün Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi. Kendisine:
"Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!" dedik.

"Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: "Ey Muhammed! Rabbin diyor ki: "Sana salavât okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana (ikram olarak) yetmez mi?"
[Nesâî, Sehv 55, (3, 50).]


SALÂT U SELÂMIN HÜKMÜ

Rasûlullah'a salât u selam okumak bizzat Rabbulâlemîn'in emridir:
"Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber'e çok salât (ve tekrîm) ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin" (Ahzâb 56).


Bu emir bir farz mıdır, yoksa vâcib veya mustehab mı ifâde eder?
Bu sorunun cevabında ulemâ on ayrı görüş beyan etmiştir:

1- Taberî'ye göre "mustehabtır."

2- İbnu'l-Kassâr'ın nakline göre "vacibtir ve bu hükümde icma edilmiştir."

3- Ömürde bir kere salavât okumak vacibtir. Namazda da olsa, namaz dışında da olsa vacib yerine gelir. Tıpkı kelime-i tevhid gibi. Hanefîlerden Ebû Bekr er-Râzî, İbnu Hazm bu görüştedir.
Kurtubî de: "Ömürde bir kere de olsa salavât okumanın vucûbunda ihtilâf yoktur. Ancak o, muekked sünnetler gibidir, onların vacib olduğu zamanlarda o da vacibtir" der.

4- Namazda son oturuşta, teşehhudle namazdan çıkış selâmı arasında vacibtir. Şafiî ve kendisine tâbi olanlar bu görüştedir.

5- Teşehhudde vacibtir. (Şa'bî ve İshak'ın görüşü). Teşehhudde salât okunması, Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel'e göre farz ise de, Hanefîlere, Mâlik ve Cumhûr'a göre sünnettir. Farz diyenlere göre, salavât terkedilecek olsa, namaz ibtal olur, yeniden kılınması gerekir. Bu görüşünden dolayı, Şâfiî tenkîd edilmiştir.

6- Ebû Cafer el-Bâkır'ın: "Teşehhud diye kayıtlanmaksızın namazın herhangi bir yerinde okunması vacibtir" dediği nakledilmiştir.

7- Ebû Bekr el-Mâlikî: "Sayı ile tahdît edilmeksizin çokça okunması vacibtir" demiştir.

8- "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zikri geçtikçe, hatırlandıkça söylenmelidir" diye hükmedenler de olmuştur. Tahâvî, bir kısım Hanefîlerle, Halîmî ve bir kısım Şâfiîler gibi Zemahşerî ve Mâlikîlerden İbnu'l-Ârabî: "Böyle yapmak ihtiyata uygun olanıdır" demiştir.

9- Zemahşerî'nin naklettiğine göre: "Bir mecliste Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zikri bir çok kere geçse de bir kere salât u selâm okunması yeterlidir, her seferinde okumak mustehabtır."

10-Yine Zemahşerî'nin nakline göre "her dua esnasında" vacibtir.

Şu halde ulemâ, salât u selâm okumanın vacib olduğu husûsunda ihtilâf etmemiştir. Hangi şartlarda vâcib olduğunda ihtilâf varsa da, en uygunu Rasûlullah'ın ismi zikredildikçe okumaktır. Hutbe dinlerken, Kur'an okurken salavât getirmek vacib değildir.
 
euzufitneti Çevrimdışı

euzufitneti

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
casiye6 adlı üyeyi yanlış anladınız,o yanlış anlattı.demek istediği şudur ki;peygamber efendimiz(s.a.v)h.z haticeyle evlendiğinde daha islam gelmemişti.yani peygamberimiz(s.a.v) hiçbir zaman şirke bulaşmaz temizdir fakat h.z hatice bildiğimiz giBi o zaman müslüman değildi.müşrik bir kadınla evlenmek pek tabi ki makbul değildir.o yüzden peygamberimizin(s.a.v)islamdan önceki hayatını delil olarak alamayız....çünkü ozaman islam devleti yoktu.h.z yusufa gelince zülayhayla evlediren kral ise ozaman kralın müslüman olduğuna dair deliller var..........
 
S Çevrimdışı

SaYFuLLaH

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Ayrıca şu yazıları bir yerlerden kopyalayıp yapıştırırken içine hiç bakıp okumuyor musunuz? Yazıyı yazan adam görüşünü savunmak için olduk olmadık alakasız nakilleri, kendine delil getirmiş. Alimlerin sözlerini tahrif edip ilme ihanet etmiş. Şimdi burada aklı ve vicdanı olanlara bir alıntı yapayım;




SubhanAllah!! Yahu insan biraz Allah'tan korkmaz mı?? Ne demek Tağut'un hükmü Allah'ın hükmüne mutabık olursa bu tağuta kulluk olmaz? Yahu bunu 1400 yıldır hangi alim söylemiş?? Biride çıkıp demiyor ki bu sözü neye dayanarak söylemiş? Nisa Suresinde bahsedilen münafık Kab Bin Eşrefe muhakeme olmaya gittiğinde Kab Bin Eşref İslam'a mutabık hüküm verseydi o münafık kafir olmayacak mıydı? Böyle bir cehalet olabilir mi?

Hafız İbn Kesir zamanında hepinizin bildiği gibi Cengiz Han'ın "Yesak" kanunları vardı. İbn Kesir Yesak'ı anlatırken diyor ki: Yesak içerisinde İslam'dan, Yahudirilikten ve Hristiyanlıktan da hükümler bulununan.." Yani Yesak'ın içinde İslam'ın bazı kanunları da vardı. Mesela zina eden öldürülür, eşcinseller öldürülürdü. İbn Kesir "Yesak'a muhakeme olanın küfründe icma vardır" derken İslam'a uymayan kanunlarını mı kastediyordu?

Bir hüküm tüm yönleriyle Allah'ın hükmüne uysa da o Tağut hükmüdür. Allah'ın hükmü değildir. Çünkü mastarı Kur'an ve Sünnet değildir. Ancak kişi bu Allah'ın hükmü der ve onunla hükmederse durum değişir. Bunu en beyinsiz sefihler bile bilir. Ama yukarıdaki yazıyı yazan adam -ki zır cahil bir heriftir. Siyahla beyazı birbirine karıştırıp ortaya böyle saçma sapan bir risale çıkarmıştır. Kendi görüşlerini kabul ettirmek kelimeleri yerli yerinden oynatmış.

Bunları yazmamdan bazıları insanları nikahtan, vergiden vb. şeylerden tekfir ediyorum sanmasın. Ama yazı da açık bir şekilde Allah'a ve Peygamberlerine iftira atılıyor. Size tavsiyem İlimle uzaktan yakından alakası olmayan bu adamların risalelerini okumayın okunmasına aracı da olmayın. "Hayra vesile olan yapan gibidir" olduğu gibi şerre vesile olanda onu yapan gibidir. Allah en doğrusunu bilir.

Ahi Ebu Muhammed el Makdisi bu konuyu iyi bir şekilde açıklamış. İdari sisteme uymak ve muhakeme olmak ile, kafir kanunlarla muhakeme arasında ayrım yapmak gerekir. Aksi halde işveren kafirse, onu işveren olarak kabul eden dahi kafir olmuş olur, çünkü iş yerindeki tüm talimatları o verir. Aynı şekilde bu durumda trafik kurallarına uyan kişi de Tağuta muhakeme olmuş olur. Tağut şahıs olarak zalimdir ama zalimin her hükmü zulüm olmak zorunda değildir, evet bu hükmü kendi Tağuti anayasasına göre belirmiş olursa kafir olur ama hüküm Allah'ın hükmüne uyarsa ona itaat eden, uyan, (idari sisteme) muhakeme olan kafir olmaz. Mesela müslümanlar ikamet ettikleri tağuti bir ülkede zulüm görüyor, adalete daha yakın dinine bağlı bir krala gidiyorlar ve onun ülkesinde kalmaları için izin istiyor, diğer ülkenin Tağuta uyan zalimleri bunları geri istiyor ancak o ülkenin dinine bağlı kafir hristiyan kralı haklı ve haksız olanı belirlemek için onları dinliyor daha sonra zalim ve mazlumu tespit ederek mazlumlara kendi ülkesinde kalmaları için izin veriyor (Sanırım Necaşi ile Sahabe arasındaki olayı kastettiğimi biliyorsun), burada iki durum var, 1. Müslümanlar Necaşiden yardım istiyor, 2. Kimin haklı kimin haksız olduğunu belirlemek için Necaşi onları dinliyor ve Necaşi haklı ve haksızı tespit ederek mazlum olanlara hak verip ülkesinde kalmalarına izin veriyor, bu olayı saptırmaya gerek yok bu apaçık bir muhakemedir ancak Tağuta muhakeme sınıfına girmez, malı gaspedilmiş bir müslüman malını geri almak için buralara başvurarsa Tağuta muhakeme olmuş sayılmaz. Hristiyanlar şirk koştukları için zalimdir, Hristiyanlık, Allahın dinini inkar etmeyi ve Allah'a şirk koşmayı gerektirdiği için zulümdür, ancak Hristiyanlığın zulüm olması, Hristiyanların zalim olması onlardan gelen (idari sisteme ait olan) her hükmün zulüm olmasını gerektirmez.

Şeyh Ebu Muhammed el Makdisi (Yazıyı biraz kısalttım):
Bu idari düzenlemelerde asıl olan, mübahlık, yani serbestliktir. Bunlar Şari’in düzenlenmesini insanlara bıraktığı işlerdendir. Bunlardan ancakşeriata muhalif olanlar veya günah işlemeyi emredenler kötüdür. Böyle olan düzenlemelerde de ölçü, “Allahu Teala’ya isyan olan işlerde kula itaat yoktur. İtaat ancak şeriata aykırı olmayan işlerde olur” kuralıdır.

Halbuki küfür olan kanun koyma fiili böyle değildir. Tağutların helal haram ayırımı yapmadan her alanda yasama hakkını kendilerine ve destekçilerine tanıdığı bütün kanunlar, ister şeriata aykırı olsun, ister şeriate uygun olsun hepsi kötüdür ve reddedilmiştir. Çünkü bu kanunları ortaya koyanlar, bunları yaparken şeriata uygunluğunu gözetmemiş, sadece ve sadece anayasaya veya tağutların zevkine uygunluğunu aramıştır.
Bu nedenle, bu iki tür arasında ayırım yapmak ve Allahu Teala’ya isyanı helal kılmayan idari düzenlemelere uymaktan dolayı insanları tekfiretmekten kaçınmak gerekir. İkisi arasında ayırım yapmayanlardan bazıları, bu düzenlemeler sebebi ile günahkar konumundaki Müslümanlara ve hatta bazı değerli Müslüman kişilere kanunlar ortaya koyan tağut muamelesi yapmaktadır.

Eş-Şenkıti Rahimehullah şöyle der:
“Uygulanması Allahu Teala’ya küfrü gerektiren beşeri kanunlar ile, küfrü gerektirmeyen düzenlemeler arasında ayırım yapmak gerekir. Çünkü sistem iki çeşittir: İdari sistem ve kanuni sistem.
Şeriata aykırı olmayacak şekilde işlerin düzenlenmesi ve yürütülmesi amaçlanan idari sistemde, bir sakınca yoktur.
Sahabeden Radıyallahu Anhum ve tabiinden buna muhalefet eden de bulunmamaktadır.
Ömer İbnu’l-Hattab Radıyallahu Anhu, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında bulunmayan bu türden birtakım düzenlemeler yapmıştır. Askeriyyeye katılan ve katılmayanları belirlemek ve buna benzer bazı düzenlemeler yapmak için, askerlerin isimlerinin listesinin hazırlanması gibi bazı çalışmalar yapılmıştır.
İKİ UYARI
Birincisi:

Beşeri kanunlardan ve onları yapanlardan beri olduğumuzu açıkladığımız yerlerde günümüzdeki bazı insanların şu sözlerini nakletmiştik:
“Bugünkü hükümetlerde anayasa, Kur’an ve Sünnet’in önünde değildir. Sadece trafik kuralları, alışveriş kuralları, sağlık ile ilgili kurallar vebenzeri tali meselelerde kurallar konulmaktadır. Zaten gelenek ve göreneklere dayanan örf, toplumlarda farklıdır.” (Haddu’l-İslam ve Hakikatu’l-İman, 377)

Yukarıda da açıkladığımız gibi, biz, trafik kuralları, alışveriş kuralları, sağlık ile ilgili kurallar ve benzeri idari işleri düzenleyen kurallara uyduğundan dolayı hiçbir kimseyi tekfir etmedik ve etmiyoruz.
Bu kurallara uyanlar ister bu tür kurallara aykırı davranmaktan korktuğu için, ister ‘iki zarardan hafif olanı tercih edilir’ kuralına binaen hareket ettiği için, ister bu tür şeylerin küfre götüren kanunlar değil de içtihad ile belirlenebilecek idari kurallardan ibaret olduğu inancına sahip olduğu için bu talimatlara uysun, biz öylelerini tekfir etmiyoruz. Böyle bir aşırılığa kaçmaktan Allahu Teala’ya sığınırız. Bu tür kişileri içtihad sebebi ile veya Haricilerin delillendirme yöntemine benzer bir delillendirme ile tekfir edenlerin hata yaptıklarını söylüyoruz.

İkincisi:

Bazı aşırılar, tağuti anayasalara binaen yapılan ve bazen şeriatın hükümlerine de uygun olan kanunları bile eleştirdiğimizi ve bunları yapanları tekfir ettiğimizi görünce, bizim çelişkiye düştüğümüzü sanmaktadır.

Bunları tekfir ediyoruz çünkü, bu kanunları yapanlar, onların şeriata uygun olmasını değil, anayasaya ve tağutların hevalarına uygunluğunu gözönünde bulundurmaktadırlar.
Anayasanın onlara tanıdığı mutlak yasama yetkisinden hareket ile bu kanunları çıkarmaktadırlar. Ancak bununla birlikte, bu kanunlarla muhakeme olan, onlara uyan veya şeriatın hükümlerine uygun olduğu kanaatine varması sebebi ile, yani te’viline binaen bu kanunlar ile yargılanmayı kabul eden kişileri tekfir etmediğimizi de okumaktadırlar.
Çelişkiye düştüğümüzü zannetmelerinin asıl sebebi de budur. Bu şekilde ayrı ayrı değerlendirme yapmak aşırıların hoşuna gitmemektedir.
Dolayısıyla bu değerlendirmemizi de çelişki olarak kabul ederler. Halbuki burada te’vilin, yani içtihadın bulunduğu açıktır. Bunu ise ancak dininde macera arayan ve tekfirin hükümlerini önemsemeyen kişiler ihmal edebilir.
Te’vil bulunmasına rağmen, böyle bir durumda yapılacak tekfir, olsa olsa ihtimallere binaen veya dolaylı yönden bir tekfir olur.
Bunun doğru olmadığını ise daha önce belirttik.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
casiye6 adlı üyeyi yanlış anladınız,o yanlış anlattı.demek istediği şudur ki;peygamber efendimiz(s.a.v)h.z haticeyle evlendiğinde daha islam gelmemişti.yani peygamberimiz(s.a.v) hiçbir zaman şirke bulaşmaz temizdir fakat h.z hatice bildiğimiz giBi o zaman müslüman değildi.müşrik bir kadınla evlenmek pek tabi ki makbul değildir.o yüzden peygamberimizin(s.a.v)islamdan önceki hayatını delil olarak alamayız....çünkü ozaman islam devleti yoktu.h.z yusufa gelince zülayhayla evlediren kral ise ozaman kralın müslüman olduğuna dair deliller var..........
Yoksa sende mi Muhammed (s.a.v.) deyince salavat getirmeyenlerdensin?
 
euzufitneti Çevrimdışı

euzufitneti

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
ben peygamber efendimize(s.a.v.)neden salavat getirmeyeyim?hadisler açık ve net....kim hadisleri inkar ediyorsa onların için hükümde açıktır.benim için bunları tartışmak önemli değil, konumuza dönüp, konuya açıklık getirilmesi..........
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
ben peygamber efendimize(s.a.v.)neden salavat getirmeyeyim?hadisler açık ve net....kim hadisleri inkar ediyorsa onların için hükümde açıktır.benim için bunları tartışmak önemli değil, konumuza dönüp, konuya açıklık getirilmesi..........
Salavat getirmem diyen yasaklanan üye 'casiye 6'yı yanlış anladığımızı söyleyen sensin.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt