Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tevhid ve Tekfirde Doğru Yol

H Çevrimdışı

Hattab Amedi

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Resim_1374492726.jpg

Mehmet Beşir Varol

Tevhid ve Tekfirde Doğru Yol
Mehmet Beşir Varol

Çoktan beridir tevhid ve tekfir konusunda yazmak istiyordum. Onunla mü`min kardeşlerimizi vasat yola yani kitap, sünnet ve selef-i salihinin yoluna irşad etmeye çalışmak istiyordum. Ancak konunun önemi ve hassasiyeti beni hep frenliyordu. Ancak en son kendime emir addettiğim birçok abi ve dostların talebi bana tercih hakkı bırakmadı. Allah-u Teâlâ’dan tevfik isteyerek yazmaya başladım. Şöyle ki ...
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun! Ümmi ve hatem olan Nebisi Muhammed’e, Onun âline, ashabına ve sünnet-i seniyyesine ve Ona tabi olanlara salât ve selam olsun!

Kıymetli İnzar dergimizin okuyucuları! Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuh!

Bu sayımızda da bu, çok önemli konuyla huzurunuzdayım.

Çoktan beridir tevhid ve tekfir konusunda yazmak istiyordum. Onunla mü`min kardeşlerimizi vasat yola yani kitap, sünnet ve selef-i salihinin yoluna irşad etmeye çalışmak istiyordum. Ancak konunun önemi ve hassasiyeti beni hep frenliyordu. Ancak en son kendime emir addettiğim birçok abi ve dostların talebi bana tercih hakkı bırakmadı. Allah-u Teâlâ’dan tevfik isteyerek yazmaya başladım. Şöyle ki:

Başta “Tevhid” ve “Tekfir” kelimelerinin arasında tarihi bir bağ ve hakikat olduğu için konuya başlık olarak seçtiğimi belirtmek isterim. İnşaallah biraz sonra o bağ ve hakikati zikredeceğim.

Tevhid lügatte bir şeyi birlemektir. Veya bir şeyi bir bilmektir.(1)

Tevhidin şer’i manası ise, Allah-u Teâlâ’yı bir bilmek, yalnızca O’na ibadet etmek; zat, sıfat ve filinde birliğini kabul etmektir.(2) Bir tarife göre de yarattığı kâinatta ortak, zatında bölüm ve sıfatında benzerlik olmadığına inanmaktır.(3)

Sonra da bu kelime akaid ve iman ilminin adı olmuştur.

Tekfir ise, “keffere”nin masdarıdır. Lügat manası birini bir şeyi inkâr etmekle yargılamaktır. Istılahî manası ise, “Ben Müslüman’ım” diyen veya kendini Müslüman addeden birini Müslüman olmamakla, mürtedlik veya kâfir olmakla suçlamaktır. (Mü’cemü’l-Vasit)

Bu iki kelimenin arasındaki tarihsel bağ ve hakikat şöyledir: “Lailaheillallah Muhammedun Resulullah” diyen herkes Müslüman, muvahhid ve ehl-i tevhid bilinirdi ve öyle denilirdi. Sonra kitap ve sünnete dayalı olan selef-i salihinin çizgisinden ayrılan bu iki fırka çıkınca ilk defa tekfiri onlar başlattılar.(4) Ve sadece kendilerini muvahhid saydılar. Özellikle Mutezile fırkası kendilerine “Ehl-i Adl ve’l-tevhid” diyerek kendilerine özel isim haline getirmeye çalıştılar. Ancak kendileri dışında hiç kimse o isimle onları anmadı.

Bu tarihi hakikatte de görüldüğü gibi eskiden beri sadece kendilerine “Tevhidi Müslüman” diyen ve sayan fırkalar, kendileri dışındaki Müslümanları hep tekfir ediyorlar. Okları genelde Müslümanlara yöneliktir. Bunlar dün “Hüküm Allah’ındır” diyerek Hz. Ali(RA)’yi tekfir ettiler ve gözlerini kırpmadan öldürdüler. Bugün de aynı sözü kullanarak Müslüman kardeşlerini deviriyorlar. İsrail ve Amerika`nın istediğini, Sisi’yi iktidara getiriyorlar. Sadece Allah’ın hükmünü hâkim kılmak için kıyam eden binlerce Müslümanın topluca öldürülmesine yardımcı oluyorlar. Müslümanların içine tefrika sokarak zayıflatıp kâfirlerin işgaline zemin hazırlamaktan (bilerek veya bilmeyerek) başka bir iş başarmamışlar. Tarih boyunca acı gerçek budur. Ne garip ve acıdır ki kendileri her yönleriyle Harici oldukları halde kendilerini ehl-i sünnet ve selef-i salihine isnad ediyorlar. Harici’ler gibi cahilce davet ve cihad yoluna çıkmışlar. Bilerek veya bilmeyerek maalesef böylece tahribata alet oluyorlar. Bu fitneyi kısmi de olsa bertaraf etmek için bu yazıyı yazıyorum. Tevfik ve tesir Allah’tandır.

Şimdi bir önsöz olarak ehl-i sünnet ve selef-i salihin’e göre kim mü`min, kim Müslüman, kim kâfir ve kim mürted bunu bilmek için “İman”, “İslam”, “Küfür” ve “Riddet”in tarifini yapacağız. Sonra konuya geçeceğiz. Şöyle ki:

İman: İmanın lügat manası, bütün âlimlerce tasdik(inanmak)tir. Zira “وما انت بمومن لنا” (Yusuf 17) ayeti açıkça (Sen bize inanmazsın) manasındadır. Şer’i manası ise, İslam dininden açıkça (delilsiz) bilinen hükümlere (akaid kitaplarında ‘zaruriyat-ı diniyye’ olarak tabir edilir) inanmaktır. (5)

Hz. Ömer’in hadisinde Hz. Cebrail Aleyhisselamın Hz. Resulullah (SAV)’a “İman nedir? Bana imanı anlat” sorusu üzerine Hz. Resulullah (SAV), “İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe ve kaderin hayır ve şerrine inanmaktır” diyerek cevap vermiş. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai / El-Tac / Şeyh Mansur Ali Nasıf İslam ve iman konusunda)

Kur`an-ı Kerim’de de birçok ayette bu hadise benzer ifadeler vardır. Örneğin: “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği bu kitaba ve bundan önce indirdiği kitaplara inanın. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa: 136)

Bu geçen izahattan anlaşılıyor ki zikredilen altı esaslara veya Akaid âlimlerinin tabiriyle zaruriyat-ı diniyye (İslam dininden açıkça bilinen hükümlere) inanan bir insan, İslam dininin hükmüne göre mü`min sayılır. Kur`an ve sünnette mü`minlere va’dedilen mükâfatlara Allah’ın izniyle mazhar olur.

Başka bir tabirle bu altı rükne (esasa) inanan bir insan iman mektebine giriş yapmıştır, kayıt yapmış, derse alınmış ve mektebin daimi öğrencilerinin saffına kabul edilmiştir. Artık bu insanın ilim ve salih amelde göstereceği başarıya göre iman derecesi artar ve mükâfatlara mazhar olur. Ancak bu altı rükünden birine bile inanmayan, okula alınmaz ve mü`min sayılmaz.

Şimdi de İslam’ın lügat ve şer’i manası nedir bakalım. Öğrenelim ki Müslüman kimdir bilelim.

İslam: Lügatte emre uyma, itaat etme, ona karşı inat etmeme, dik kafalılık yapmama, boyun eğme ve ikrarı istenilen bir şeyi ikrar etmektir.(6)

Şer’i manası ve tarifi ise, Hz. Ömer(RA)’in rivayet ettiği hadisin başında Hz. Cebrail aleyhisselam’ın zikrettiğimiz sorusuna cevap olarak Hz. Resulullah (SAV)’ın açıkladığı gibi, “İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmek, farz namazları kılmak, zekât vermek, Ramazan ayının orucunu tutmak ve imkânı varsa Allah’ın beytini hac etmektir.”

Hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bu tarife göre bir insan bu sahih hadisteki beş esasa uyarsa ve kendinde tatbik ederse Müslüman sayılır. Müslümanlarla ilgili bütün İslami hükümler ona uygulanır. Zira o, Müslüman toplumun bir ferdidir artık.

Bir hususa da dikkat çekelim. İmanın ve İslam’ın tariflerinden anlaşıldığı gibi iman, kalbi bir iştir ve gizlidir. İslam ise ameli ve aleni bir iştir. Onun için İslam imana alamet sayılmış. Allah, Kur`an’da imanı zikrettiği her yerde genelde yanında salih ameli de zikretmektedir. Başka bir tabirle iman proje ise İslam, bina konumundadır. Proje ne kadar mükemmelse bina da o kadar düzgün ve mükemmeldir veya bina ne kadar güzel ve düzgün ise bu, projenin de o kadar mükemmel olduğunu göstermektedir.

Hatta İslam âlimlerinin cumhuru “kelime-i şehadeteyn tek başına imanın varlığına alamet olarak yeterlidir” demişlerdir. Bazı âlimler de “mazereti olmayanlar için imanın bir cüzüdür” demişlerdir. Yani kalbi iman, kişi için yetmiyor mutlaka dili ile de kelime-i şehadeteyni söylemesi gerektiğini söylemişler. Bazıları da “namaz, zekât, oruç ve hac gibi farz ameller de imanın alameti değil rükünleridir” demişlerdir. Ancak böyle diyenler de diğerleri gibi “inkâr ve inat olmadan bu amelleri yapmayanlar kâfir değil fasık olurlar” demişlerdir. Demek bu da gösteriyor ki bu âlimlerin amacı amel, normal imanın cüz’ü değil, kâmil imanın cüzüdür. Ki bunda şüphe ve ihtilaf yoktur. Her âlimin kabulüdür.(7)

Şimdi de küfür ve Riddetin tarifini ele alalım.

Küfür: Lügatte inkâr, örtme ve imanın zıddı manasındadır.

Küfür şeraitte ise, Allah’ı ve elçilerinin O’ndan bize getirdiklerinin tümünü veya bir kısmını inkâr etmek ve yalanlamak manasındadır. Başka bir tabirle (Ki lügat manasında da zikrettiğimiz gibi) imanın zıddıdır. Yani zaruriyat-ı diniyyenin (İslam’ın kesin ve açıkça bilinen hükümlerinin) tümünü veya bir kısmını hatta tek bir hükmünü inkâr etmektir. Veya diğer bir tabirle imanın altı rüknünün hepsine veya bazılarına inanmamaktır.(8)

Riddet ise lügatte, İslam’dan dönmektir. Bu da ister niyetle olsun, ister (mazeretsiz) küfrü gerektiren bir sözü sarf etmek veya bir fiilde bulunmakla olsun; ister inançtan, ister inattan ve ister istihzadan olsun fark etmez. (9)

İmam Tahavi, “Kişi ancak onunla imana girdiği şeyi inkâr etmekle imandan çıkar!” diye beyan etmiştir. (10)

Zikrettiğimiz küfür ve riddetin tarifine göre kâfir, hiç Müslüman olmayan kişidir. Mürted ise Müslüman olduktan sonra açıkça küfre dönen kişidir.

Konumuzun daha iyi anlaşılması için biraz daha açmakta fayda görüyorum:

1- Bütün âlimlerin icmaıyla şer’i mazereti olmayan bir insan, Allah-u Teâlâ’nın varlığını veya birliğini veya Kur`an ve mütevatir sünnette yer alan her hangi bir vasfını inkâr ederse kâfir olur. Hâşâ O’nun ortağı veya benzeri veya müştakı olarak tesir edebilme gücünü O’ndan başka bir şeye isnat eden yine kâfir olur. Kevni olsun şer’i olsun hüküm etme ve müstakil bir şekilde şeriat koyucu hakkını ve yetkisini Allah-u Teâlâ’dan başka birine veren de kâfir olur. Müstakil bir şekilde yaratma, ihya etme ve öldürme vasfının başkasında olduğuna inanan da yine kâfir olur. Ya da bilinçli olarak herhangi bir noksanlığı Allah-u Teâlâ’ya isnad eden kişi de kâfir olur.

2- Kur`an ve mütevatir sünnette tarif edildiği gibi meleklere iman etmeyen, onları inkâr eden küfre girer.(11) Cinlerin varlığı da Kur`an ve sünnetle sabit olduğu için inkârları küfürdür.(12)

3- Genel olarak Allah-u Teâlâ’nın elçilerine gönderdiği kitaplarına ve özel olarak da Kur`an ve sünnette adlarıyla zikredilen Tevrat, Zebur, İncil, bazı suhuflar ve Kur`an’a iman etmeyen, inanmayan başka bir tabirle inkâr eden kâfir olur.

Kur`an’dan tek bir ayeti bile inkâr eden kâfir olur. Zira Kur`an’ın hepsi mütevatirdir, ümmetin icmaıyla ilk nazil olduğu gibi mahfuzdur. Tahrifat ve değişikliğe uğramamıştır. Allah-u Teâlâ’nın korumasındadır. Aksini iddia eden küfre girmektedir. Kur`an’ın, Allah-u Teâlâ’nın son kitabı ve önceki kitapların da nasıhı olduğunu inkâr eden mürted olur ve küfre girer. Zira bu da ayet ve hadislerle sabittir. Ancak “katiyuddelale” (manası açık ve kesin) olmayan ayetlerin mana, tefsir ve tevilinde ilmi ihtilaf ve değişik içtihada girmek küfür olmadığı gibi mahzuru yoktur. Yeter ki tahrifat niyetiyle olmasın. (13)

Hadis de dinin ikinci kaynağı ve dayanağı olduğu için mütevatir kısmını inkâr etmek küfürdür. Mütevatir olmayan kısmı ise eğer kişi kesin hadis olduğuna inandığı halde inkâr ederse, tahkir ederse veya yalanlarsa küfre girer.

4- Allah-u Teâlâ’nın bütün peygamber ve elçilerine özellikle de Kur`an’da isimleri geçenlere Kur`an ve sünnette zikredilen vasıf ve özellikleriyle iman etmeyen, inkâr eden, istihza eden ve tahkir eden küfre girer.

Özellikle Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellemi bütün insanlara gönderdiğine ve son peygamber olduğuna inanmayan ve iman etmeyen kâfir olur.(14)

5- Ahiret gününe ve cismani haşre inanmayan ve inkâr eden küfre girer. (15) Kadere iman etmeyeni tekfir eden çok olmakla beraber konu ihtilaflıdır. Zira delilleri ya katiyuddelale değildir ya da mütevatir değildir.(16)

Not: Bu yazımda ancak bu kadar yazabildim. Bazı mazeretler özellikle de hastalık beni bayağı zorladı. Değerli okuyucularımızı üzmek istemediğimden kendimi zorlayarak yazdım. Bana dua etmeniz için bunu anlatıyorum. Yoksa sizi hastalığımdan dolayı üzmek istemem. Eskiye nazaran şu anda kısmen iyiyim. Zaten hastalığımdaki bu son hafiflik, yazımı yazmama vesile oldu. İnşaAllah gelecek yazıda Allah(CC)’ın yardımı ve inayetiyle konumuzu bitirmeye çalışacağım. Selam ve dua ile sizi Allah’a emanet ediyorum.

M. Beşir Varol / İnzar Dergisi – Ekim 2013 (109. Sayı)

Kaynaklar
1- El Akidetü’l-İslamiyye / Dr. Mustafa Said el Hın ve Dr. Muhyeddin Dib Mısto s. 24
2- Adı geçen kaynak
3- Tahavi Akidesinin şerhi / Allame Muhammed Baberti.
4- Mehasinu’t-te’vil / Tefsiru’l-Kasımi / Nisa suresi 48. Ayetin tefsirinde c.2 s. 341
5- El Akidetü’l-İslamiyye / Dr. Mustafa Said el Hın ve Dr. Muhyeddin Dib Mısto s. 13
6- Adı geçen kaynak s. 15
7- Adı geçen kaynak s. 14, Avnu’l-Murid Şerhu Cevheretü’l-Tevhid / Abdulkerim Tetan ve Muhammed Edib Keylani c. 1 s. 242-259, Şerhu Akidetü’t-Tahaviyye / Muhammed Baberti s. 98-99
8- El Akidetü’l-İslamiyye / Dr. Mustafa Said el Hın ve Dr. Muhyeddin Dib Mısto s. 576-577
9- Adı geçen kaynak s. 557-558, El Fıkhu’l-İslami / Vehbe Zuhayli c. 7 s. 5576
10- El Akidetü’l-İslamiyye / Dr. Mustafa Said el Hın ve Dr. Muhyeddin Dib Mısto s. 558
11- Adı geçen kaynak s. 227
12- Adı geçen kaynak s. 533-535
13- Adı geçen kaynak s. 247-258
14- Adı geçen kaynak s. 280-372, Sebe suresi 28, Araf suresi 158, Enam suresi 19, Ahzab suresi 40
15- Adı geçen kaynak s. 422-456
16- Avnu’l-Murid li Şerhi Ceheretü’t-Tevhid / Abdulkerim Tetan ve Muhammed Edip el Keylani c. 2 s. 606, 607,608,609,610,-616

.........................................................................

Tekfirde İhtiyat ve Selametli Duruş
Mehmet Beşir Varol
Resim_1374492726.jpg

Geçen sayıdaki yazımızda imanın, “İslam”ın, “küfr”ün ve “riddet”in tarifini yapmıştık. İnsanın neyle imana ve İslam’a girdiğine ve neyle çıkıp mürted olduğuna kısa ancak kapsamlı bir şekilde değindik. Şu yazımızda ise şu konulara yer vermek istiyoruz.
Allahu Teâlâ’ya layıkıyla hamd, Efendimiz Muhammed’e, Onun pak âline ve sadık Ashabına ve tüm mü`min etbaına salât ve selam olsun.

Geçen sayıdaki yazımızda imanın, “İslam”ın, “küfr”ün ve “riddet”in tarifini yapmıştık. İnsanın neyle imana ve İslam’a girdiğine ve neyle çıkıp mürted olduğuna kısa ancak kapsamlı bir şekilde değindik. Şu yazımızda ise şu konulara yer vermek istiyoruz.

- Riddet ve diğer birçok şer’i konularda hüküm ve muahazayı durduran mazeret ve ruhsatlar.
- Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenin hükmü
- Tekfirde âlimlerin ihtiyat ve temkinleri
- Ayet ve hadislerde geçen küfür ve şirk sözcükler daima dinden çıkartan ve riddet manasını taşıyan büyük küfür ve şirk manasında mıdır?
- Bugünkü Tekfirciler kimin izleyicileridirler.
- Tekfirde selametli yaklaşım nedir?

Bol nakli delil ve örneklerle bu konular izah edilmiştir. İnşaallah okuyan istifade edecektir.

Geçen sayıdaki yazımızda ayet, sahih hadis ve akaid alimlerinin kesin hükmüne dayanarak ispatladık ki imanın rükünlerine veya “zaruriyat-ı din”e inanan Allahu Teâlâ’nın indinde mü`mindir. Eğer bu imanı ile Kelime-i Şehadet getirirse cumhura göre aynı zamanda Müslüman’dır da… Zira Hz. Resulullah (salallahu aleyhi vesellem) ve İslam alimleri tarih boyunca Kelime-i Şehadet getirenin Müslüman olduğunu kabul etmişler. Hele kişi namaz, zekat, oruç ve imkanı olup hac gibi farizaları yerine getirmişse artık hiçbir alim ve mezhep Müslüman olduğunda ihtilaf ve tereddüt etmemiştir. Zira iman ve salih amel birleşmiş ve birçok sahih hadiste zikredilen İslam’ın beş esası(şartları) yerine getirilmiştir.

Yine yazımızda bir Müslüman nasıl ve neyle küfre girip mürted sayıldığını da genel hatlarıyla zikrettik. Ancak bunu zikrederken hep “şer’i mazereti ve ruhsatı olmadan şunu, şunu… inkâr ederse” diyerek bir şart koymuştuk. Şimdi de bakalım o şer’i mazeretler nelerdir.

Kaynaklara baktığımızda mükellefi mesuliyetten kurtaran beş mazeret karşımıza çıkmaktadır.

Birinci mazeret: Cehalettir. Zira Allahu Teâlâ Kur`an’da şöyle beyan eder; “Biz peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.” (İsra 15) Aynı manayı ifade eden birçok ayet vardır. Özellikle Nisa 165 ve Kasas 59. ayetlerde geçtiği üzere tebliğ ve mesaj bir insana ulaşmadan ve öğretilmeden Allahu Teâlâ onları sorumlu tutmaz ve azaplandırmaz.(1)

Dinin zaruriyat kısmında bazı şartlarda cehalet mazeret olmayabilir. Ancak zaruriyat-ı din olmayan hükümlerde avamlar için veya Daru’l-Harpte olanlar için bütün fakih ve usul âlimleri cehaleti mazeret saymışlardır. (2)

İkinci mazeret: İkrahtır. Zira Allahu Teâlâ Kur`an’da şöyle beyan ediyor; “Kalbi imanla huzur bulmuşken küfre zorlananlar hariç; kimler inandıktan sonra Allah’ı inkâr eder ve (isteyerek) kalplerini küfre açarlarsa bilsinler ki, Allah’ın gazabı onların üzerinedir. Onlar için ahirette de büyük bir azap vardır.” (Nahl: 106) Bir hadiste de Hz. Resulullah (salallahu aleyhi vesellem); “Allah, ümmetimden yanlışlıkla (kasıt olmaksızın) veya unutarak ya da baskı altında günah işleyeni mesuliyetten muaf tutmuştur.” diye beyan etmiştir. (İbn-i Mace, Beyhaki ve başkaları hasen bir rivayetle İbn-i Abbas’tan/ El-Fıkhu’l – İslami/Zuhayli C: 3 S: 1768)

Fıkıh ve usul âlimleri katil ve zina dışında ikrah altında dayatılan her şey mubahtır, demişler. (3)

Ruhsat olan ikrah, ikrah-ı tam(İkrah-ı mulci)dır o da öldürmek veya bir azasını kesmek ya da uzun hapisle tehdit etmekle olur. Tehdit yapan tehdidini yerine getirecek güçte ise ve tehdit edilen de kendini koruyamıyorsa o zaman kişi eğer mürted olması için tehdit almışsa zahiren kendini öyle gösterebilir. Bu, cumhurun görüşüdür. Hatta İmam Şafii, eksik bir ikrahı da mazeret saymıştır. (4) Tabi tehdit kalktığı zaman kişi tekrar Müslümanlığına devam etmelidir.

Üçüncü mazeret: Takiyyedir. Allahu Teâlâ Kur`an’da şöyle beyan eder. “İnananlar, inananları bırakıp inkâr edenleri dost edinmesinler. –korkup mecbur kalma durumu hariç- kim bunu yaparsa Allah’la hiçbir dostluğu kalmaz. Allah sizi kendisinden korkmanız hususunda uyarır. Sonunda dönüş yalnız Allah’adır.” (Al-i İmran 28)

Bu ve Maide 51. Ayete dayandırılarak kâfirleri küfürlerinden dolayı dost edinen kâfir olur. (5) ancak zikrettiğimiz ayette de görüldüğü gibi onlardan bir tehlike sezip korkudan onlara dost görünmenin cevazı vardır. Zira Allahu Teâlâ bir insanı gücünün yetmediği ve kaldıramadığı bir yükle mükellef tutmaz. Zira O (cc) Erhemurrahimin’dir.

Dördüncü mazeret: Nisyandır. Bir insan insanı küfre sokan bir sözü ve davranışı küfre sebebiyet verdiğini unutarak yaparsa mazur sayılıyor. Zira ikrah konusunda zikrettiğimiz hadiste nisyan (unutkanlık) da ikrah gibi mazeret sayılıyor. Geçen aynı hadisin başka bir ifade ve rivayeti de şöyledir: “Ümmetimden yanlışlıkla yaptıkları, unutarak işledikleri ve yapmaya zorlandıkları şeylerin günahı kaldırılmıştır.” (Taberani’nin Kebir’inden / Cami’us-Sağir muhtasarı H. No: 2272)

Beşinci mazeret: Hataendir. Kasıt olmaksızın yanlışlıkla insanın sarf ettiği veya işlediği küfri sözlerinde ve davranışında mazur sayılır. Zira ikrah ve nisyan konusunda zikrettiğimiz iki hadiste de “Hata” da mazeretler içinde zikredilmektedir. Dil sürçmesinde bütün âlimler insanı mazur saymışlar. Özellikle de küfür konusunda.

İşte bu mazeret ve ruhsatlardan ve daha zikredeceğimiz bazı Nebevi uyarılardan dolayı âlimler muşahhas tekfirde çok temkinli davranmışlar. Kolay kolay ben Müslüman’ım diyen şahısların küfrüne hükmetmemişler.

Bir ifade-i meram: Yanlış anlaşılmasın ve kimse yazımızı başka yere çekmesin. Bu yazıyı yazmakla ve zikrettiğimiz mazeretleri öne sürmekle ve daha zikredeceğimiz izahatlarla niyet ve amacımız “Ben kâfirim ve İslam diniyle hiçbir alakam yoktur.” diyerek küfrünü ilan eden bir kimseyi, “Yok, illaki bu kimse Müslüman’dır. Ne yaparsa da yapsın İslam’dan çıkmaz.” diyerek küfrü kesin olan bir kâfiri savunmak ve Allah’ın azabına müstehak olan bir mürtede merhamet etmek değildir. Böylelerine herkesten önce biz kâfir veya mürted demişiz ve diyoruz ve onlara karşı acımasızız. Hayatımız ve mücadelemiz en bariz şahidimizdir.

Bilakis bu çabadan amacımız, yıllarca İ’la-i Kelimetullah uğruna mücadele veren, ömrünün baharını feda eden ve Allah (cc)’ın şeraitini hâkim kılmak için hiçbir fedakârlıktan kaçmayan, bu suçtan(!) dolayı cezaevi yatan hatta müebbed ve ağırlaştırılmış müebbed cezasına çarptırılan Müslüman davetçileri, kahraman mücahitleri, İslam âlimlerini savunmaktır. Ayrıca amacımız yıllarca mürted yöneticilerin maddi-manevi zulmüne maruz kalan ve İslam’ın temel bilgilerinden bile cahil bırakılan, küfrün akide ve ahlakları kendilerine zorla dayatılan ve bütün bunlara rağmen bildiği kadarıyla İslam’ı yaşayan Kelime-i Şehadeti getiren ve yeri gelince her zaman; “Elhamdülillah ben Müslüman’ım” diyen avam-i müslimine merhamet etmektir. Ayrıca da amacımız, bu avamları, yaşatılan zulümden dayatmalardan kurtarmak ve İslam’ın mukaddesatlarını yıllar yılı maruz kaldığı saldırılardan imkânları nispetinde korumak ve onlara sahip çıkmak için şer’i bazı ruhsatlara sarılarak siyasete giren, bu uğurda her tehlikeyi göze alan, genel hallerinde ve sözlerinde Müslümanlık ve samimiyet fışkıran bazı siyasetçileri müdafaa etmektir. Ayrıca da amacımız, Hz. Ali gibi bir zatı tekfir eden “Hariciler”in yolunda giden, onlar gibi cahilce fetva veren, Müslümanları tekfir eden, kendileri dışındaki her Müslüman’ı mürted sayarak kâfirlerden ziyade onlara düşmanlık yapan bazı tekfircilerin tuzağına düşen bazı samimi kardeşlerimizi de kurtarmaktır. Allahu Teâlâ niyet ve amelimizi biliyor ve şahit olarak O(cc) bize yeterdir.

Şimdi bakalım, Ehl-i Sünnet imamları tekfir meselesini nasıl değerlendirmişler. Bu hususta iki açık hadis vardır ve ikisi de sahihtir.

İbn-i Ömer (r.anhüma), Hz. Resulullah salallahu aleyhi vesellemden rivayet etmiş; Hz. Resulullah salallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “Her kim ki kendi kardeşine ‘Ey kafir!’ dese, onlardan biri onunla dönmektedir. Eğer söyleyen doğru söylemişse (zaten mesele yoktur) yoksa söz ona dönmektedir.” (Buhari 5753, Müslim 60, Tirmizi 2637, Ebu Davud 4687, Muvatta C: 2/984)

“Bir adam bir adama fasık veya kâfir deyip ona atarsa, eğer arkadaşı (sövülen) öyle değilse mutlaka söz söyleyene dönmektedir.” (Buhari 5698, Müslim 61)

Bu ve benzeri Nebevi ikazlardan olsa gerek âlimler Kıble ehlinin tekfirinde çok temkinli ve ölçülü davranmışlar. Olabilecek bütün mazeretler ive tevilleri hesaba katmışlar. Örneğin:

İbn-i Abbas(r.anhüma), “Her kim ki Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide 44) ayetinin tefsirinde “Allah’ın indirdiği hükmü inkâr ederek onunla hüküm etmeyen kâfir olur. Yoksa inanan kişi onunla hükmetmezse zalim ve fasık olur.” diyerek mutlak olarak tekfir etmemiştir.

İbn-i Cerir Taberi de kendi tefsirinde İbn-i Abbas’ın bu görüşünü tercih etmiştir. (Cami’u’l-Beyan Maide 44. Ayetin tefsiri C: 6 S: 166)

İbn-i Abbas(r.anhüma)’tan gelen başka bir rivayette de “Doğrudur Allah’ın indirdiği hükümle hükmetmeyen küfre girer ancak bu küfür dinden çıkartmayan bir küfürdür. Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini… inkâr edecek gibi değildir.” diye tefsir etmiştir. (Cami’u’l-Beyan Taberi tefsiri aynı ayetin tefsiri C: 6 S: 166)

Ata (r.a) (büyük Tabiinlerden ve müfessirdir) de bu Maide 44. ayetin tefsirinde “Bu Küfür, fısk ve zulüm küfürden küçük bir küfür, fısktan küçük bir fısk ve zulümden küçük bir zulümdür.” diyerek küfrü masiyetle tefsir etmiştir. (Taberi Tefsiri aynı ayetin tefsiri)

İkrime (r.a) de (O da büyük tabiin ve müfessirlerdendir) bu ayetin tefsirinde şöyle bir tevile ve tefsire gitmiştir. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kalbi ve dili ile inkâr ettiği zaman kâfir olur. (dinden çıkar) Yok, eğer inkâr etmiyorsa sadece amelde kusur ediyorsa o zaman o, Allah’ın indirdiği ile hükmediyor sadece onunla amel etmiyor. Onun için de ayetin ağır tehdidinin altına girmiyor.” (Ğaraibu’l-Kur`an ve Reğaibu’l-Furkan /Allame Hasan İbn-i Muhammed bin Hüseyn el Kumi en-Nisaburi Maide 44. Ayetin tefsiri)

Hatta Berra bin Azib, Ebi Salih, Dahhak, Ebu Miclez, İmran bin Hadid, Huzeyfe, Katade, İbn-u Zeyd, Ubeydullah bin Abdullah bin Utbe bin Mesud gibi Sahabe ve Tabiinler bu ayetler (Maide 44., 45. Ve 47. Ayetler) Ehl-i Kitap hakkındadır. Müslümanlar buna dâhil değildir, demişlerdir. (Cami’u’l-Beyan / İmam Muhammed İbn-i Cerir el-Taberi zikredilen ayetlerin tefsiri. C: 6 S: 163,164)

Diğer bazı âlimler ise bu üç ayetin birincisi (44. Ayet) inkâr edenler içindir. Diğer ikisi ise inkâr etmeyerek hüküm etmeyenler içindir, demişler. (Ğaraibu’l-Kur`an yukarda zikrettiğimiz kaynak)

Keşşaf Tefsirinde Zamahşeri bu önceki sözü İbn-i Abbas(r.anhüma)’a isnad etmiştir. Yani Allah’ın indirdiği ile inkâr ederek hükmetmeyen kâfir, inkâr etmeyerek hükmetmeyenler ise fasık ve zalimdir, demiş ve tercihi de bu yöndedir.

İbn-i Kesir de kendi tefsirinde bunu İbn-i Abbas(r.anhüma)’a isnad etmiştir. Ayrıca Taberi’den naklettiğimizi zikretmektedir.

Hariciler ise bu ayeti delil göstererek günah işleyen her Müslüman’ı tekfir etmişler. (Ğaraibu’l-Kur`an / Nisaburi Tefsiri)

Değerli okuyucular! Tekfircilerin en fazla tekfirde delil gösterdikleri bu ayetin tefsirinde Sahabe-i Kiram’ın en büyük müfessiri olan İbn-u Abbas (r.anhüma), onca zikrettiğimiz diğer Sahabe, Tabiin ve selef müfessirler tekfir konusunda ne kadar titiz ve temkinli davrandıklarına ve bir Müslüman açıkça Allah’ın indirdiğini inkâr etmedikçe veya hafife almadıkça tekfir etmediklerine şahit oldunuz.

Ayrıca bu ve benzeri ayet ve hadislerde zikredilen küfür kelimesi de sadece dinden çıkartan ve mürtetliğe sebebiyet veren küfür kast edilmediğini bilakis çoğu zaman masiyet anlamında olan küfür kast edildiğine de şahit oldunuz.

Ayrıca da Müslümanları tekfir etmede bahane arayan ve acele eden Sahabe, Selef ve Ehl-i Sünnet âlimleri değildir. Bilakis Hariciler olduğu ve bugünlerde de Müslümanları tekfir edenlerin kime tabi olduklarını ve kimin yolunu sürdürdüklerine de şahit oldunuz.

Bir de bunu da bilelim ki kalben inkâr veya hafife alma işin içine girerse veya mazeretsiz dil ile ya da inkârı ifade eden amellerde bulunulursa icma ile o kişinin küfrüne hükmedilmiştir. O hususta ihtilaf yoktur. Geçen izahatlarda buna da şahitlik ettik.

Müslümanları tekfir konusunda ikaz eden yukarda zikrettiğimiz hadisler, Sahabe ve Tabiin alimlerinin tekfirdeki temkini ve yine zikrettiğimiz mazeret ve ruhsatların söz konusu olması tarih boyunca Ehl-i Sünnet alimlerini temkine sevk etmiştir. Şimdi bununla ilgili bazı örnekler verelim:

Kadı Ebu Bekir bin Arabî Sahih-i Buhari üzerine yazdığı şerhinde şöyle demiştir: Bu ümmetten cahil ve hatalı biri eğer, işleyeni kâfir ve müşrik yapan bazı küfür ve şirk amellerini işlese bile cehalet ve hatasından dolayı mazur sayılır. Ta ki işlediği şeyin işleyeni kâfir yapar diye onun cehaletini giderecek bir şekilde delili ona açıklanıncaya kadar, öyle ki artık kişi açık icma ile kesin bir şekilde İslam dininin bir hükmüdür diye açıkça bilinen bir hükmü açıkça inkâr eder duruma gelir. (Kasımi Tefsiri Nisa 48. Ayetin tefsiri C: 5 S: 339)

İmam Şeyh Takiyuddin Kitabu’l-İmani adlı kitabında şöyle demiş: “Hz. Resulullah salallahu aleyhi veselleme ve getirdiği dine dair kalbinde imanı var olan, ancak bazı yorumlarında bid’ate sapmış hatta insanları o bid’atlarına davet de ederse asla kafir değildir.

Kim “Yetmiş iki fırkanın her biri dinden çıkartan küfürle kâfir oluyorlar” dese, bu diyen kişi kitap, sünnet ve icma-i sahabeye muhalefet etmiştir. Hatta dört mezhep imamlarına ve diğerlerine muhalefet etmiştir. Zira onlarda bu yetmiş iki fırkayı tekfir eden yoktur. (Kasımi Tefsiri aynı ayet, aynı S: 340)

İmam İbn-i Teymiyye’den tekfir konusunda konuşan iki kişi hakkında soru soruluyor. O uzunca cevap verdi ve cevabının sonunda şöyle dedi: Eğer bir adam kâfir olduğuna inanmadığı bir adamı kâfir olmadığına dair savunursa -onu himaye ve Müslüman kardeşine yardım etmek için- bu şer’i ve güzel bir niyettir. Bunu yaparken içtihadında isabet ederse iki sevap ve hata ederse bir sevap alır.

Ayrıca şöyle demiş: Tekfir, ancak dinin zaruriyatını (kesin ve açıkça her Müslüman’ca bilinen hükümlerini) ya da icmaa mazhar olan mütevatir hükümleri inkâr etmekle olur.

Bu ümmette ilk başta tekfiri başlatan kimlerdir diye ondan sorulmuş. O da Mutezile ve Haricilerdir. Sonradan tekfir ahlakını alanlar onlardan almış diye cevap vermiştir. Yine İbn-i Teymiyye; Bu hususta gerçek şudur: Hiç şüphesiz bazı sözler vardır, gerçekten küfürdür. Şahıs belirtmeksizin ‘bu sözü söyleyen kâfir oluyor’ denir. Ancak muayyen bir şahıs o sözü söylediği zaman kâfir olmaz, ta ki hüccet (delil) aleyhine oluşuncaya kadar. Yani ta ki bir yetkili veya emir cehaleti tümüyle ortadan kaldıracak bir şekilde şer’i hükmü ona anlatıncaya ve hiçbir mazereti kalmadıktan sonra da aynı sözü tekrarlayıncaya kadar kâfir olmaz, demiştir. (Kasımi Tefsiri Nisa 4. Ayetin tefsiri C: 5 S: 341)

Yine İbn-i Teymiyye kitabının başka bir yerinde şöyle demiştir: Söyleyeni kâfir olan sözler için bir şahsı belirtmeksizin umumi bir tabirle kim bu sözleri söylerse kâfir olur. Ancak belirli bir şahıs söz konusu olunca iş değişiyor. Zira o kişiyi küfürden kurtaracak bazı mazeretleri olabilir. Örneğin o hususta cehaletini giderecek şer’i naslar ona ulaşmamış olabilir. Ya da ona ulaşmış ancak ulaşılan nas şer’i nas olduğu yanında kesinlik kazanmamış ya da kesinlik kazanmış ancak manasını öğrenme ve anlama imkânı olmamış olabilir. Ya da Allahu Teâlâ onu mazur sayacak bir şüphe kalbine girmiş olabilir. Yani kısacası bir insanın eğer Allah (cc) ve Resulüne imanı varsa, ben Müslüman’ım diye izhar ediyorsa bazı sözlü veya ameli günahları işlese bile Allahu Teâlâ onu mağfiret eder. İster o söylediği söze veya işlediği amele şirk ismi verilsin veya günah ismi verilsin. Hz. Resulullah (salallahu aleyhi vesellem)’in sahabeleri ve İslam’ın cumhur imamları bu akide üzerinedirler. İmamlar şahıs ve umum arasına fark koymuşlar. (Kasımi Tefsiri aynı ayet, aynı cilt S: 343)

Ben Kasımi Tefsirinden özetleyerek naklettim. Ancak tefsirde bu konu çok detaylı anlatılmış. İmkânı olan her insana tefsirin bu konusunu tavsiye ediyorum. Kasımi’yi tanıyan kendisinin selefin ne kadar takipçisi olduğunu bilirler.

Yine Kasımi kendi tefsirinde İbn-i Kayyım’dan naklederek şöyle diyor: “İbn-i Kayyım bidatçilerin mezhepleri konusunda şöyle diyor; İslam esasında ittifak edip ancak başka bazı esaslarda ihtilaf edenler. Örneğin; Hariciler, Mu’tezile, Kaderiye, Rafıziler, Cehmiye ve aşırı Mürcieler bunlar bir kaç kısımdır:

Birincisi: Basireti olmayan cahil bir taklitçidir. Bu kısım tekfir ve tefsik(fasıklıkla itham) edilmez, hatta şahitliği de reddedilmez. Tabi eğer hidayeti öğrenme kabiliyeti yoksa. Onun hükmü mustazaf erkek, kadın ve çocukların hükmüdür.

İkincisi: Hak ve hidayeti sorabilir, talep edebilir ve öğrenebilme imkânına sahiptir. Ancak dünyası, başkanlığı, zevkleri ve meaşı ile meşgul olduğu için yapmıyor ve bırakıyor. Bu ilahi tehdidi hak etmiş bir taksiratçıdır. Kendi imkânları miktarınca üzerine vacip olan takvayı terk ettiği için günahkar ve asidir. Bu kişi eğer bidat ve hevası, ondaki sünnet ve hidayete galipse şahitliği red edilir. Yok, eğer ondaki sünnet ve hidayet, ondaki bidat ve hevaya galipse o zaman şahitliği kabul edilir.

Üçüncüsü: Hidayet yolunu sorabiliyor, talep edebiliyor ve öğrenebiliyor, ancak kendi bidat mezhebinin taassubu ve hidayet ehlinin düşmanlığından dolayı yapmıyor. İşte bunun en az derecesi fasıktır ve tekfiri de içtihat konusudur.” İbn-i Kayyım genel kitaplarında bu izahata yer veriyor ve imamlar ve ehl-i sünnet bunları tekfir etmediğini zikrediyor. (Kasımi Tefsiri aynı ayet, aynı cilt S: 340)

Kasımi kendi tefsirinde “Tenbih(uyarı)” diye bir başlık atarak altında şöyle yazmıştır: “Her ne zaman hadislerde; “Kim falan ameli işlerse şirke girer veya küfre girer” ibaresi geçtiğinde dinden çıkartan büyük küfür ve İslam’dan çıkartan büyük şirk kast edilmiyor ve mürted sayılmıyor. Allahu Teâlâ bizi korusun. Öyle ki İmam Buhari de Sahih-i Buhari eserinde “Babu küfranı’l-Aşire ve Küfrün düne küfrın” (Aşireti inkâr ve küfürden küçük küfür) diye bir başlık atmış.

Kadı Ebu Bekir bin Arabî Buhari üzerine yazdığı şerhte, “İmam Buhari’nin bu başlığı atmakla amacı, “itaat ve ibadetlere iman ismi verildiği gibi masiyet ve günahlara da küfür ismi verilmektedir. Ancak bir günaha küfürdür denildiğinde İslam dininden çıkartan büyük küfür kast edilmemektedir.” bilgisini aktarmaktadır. (Kasımi Tefsiri aynı sure, ayet ve cilt S: 339)

Maide 44. Ayetin tefsirinde İbn-i Abbas, Tavus ve başka âlimler de benzer ifadeler kullanmışlardı. Orda da bu hususa değinmiştik.

Bu ayki yazımıza Dr. Mustafa Said el-Hın ve Dr. Muhyettin Dib Mısto adındaki zatların telif ettikleri El-Akidetü’l-İslamiyye adıl eserden bir alıntı yaparak son veriyoruz:

“Müslüman’ı tekfir etmek dinde tehlikeli bir durumdur. Toplumun fertleri arasında bunun yaygınlaşması toplumun zayıf ve yıkılma tehlike haberini arz ettiği için İslam Müslümanları küfürle ittiham etmeyi veya küfür manasını taşıyan herhangi bir vasıfla vasıflandırmayı haram etmiştir ve bir Müslüman’a küfür isnad etmeyi ya da kesin delil olmadan kâfir olduğuna inanmayı küfür saymıştır. Çünkü o, imanı küfür ve mü`mini de kâfir saymaktadır. Zira Hz. Resulullah (salallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmaktadır: “Kişi Müslüman kardeşine “Ey Kafir!” dediği zaman onlardan biri küfürle dönmektedir. Eğer dediği doğru değilse küfür ona dönmektedir.” (İmam Malik Muvatta’da, Buhari Sahih’inde 6104, Müslim Sahih’inde 60)

Hafız İbn-i Hacer Fethu’l-Bari’de bu hadisi şerh ederken şöyle demiştir. Hülasa olarak: Eğer hakkında kâfir sözü söylenilen kişi şer’i olarak kâfirse zaten söyleyen doğru söylemiştir. Ve söylenilen kelimeyi götürmektedir. Yok, eğer öyle değilse o sözün mesuliyeti ve günahı söyleyene dönmektedir.(Fethu’l-Bari C: 10 S: 466)

Bu tehlikeli durumdan dolayı muayyen şahısları tekfir etmede çok ihtiyatlı davranmak daha iyi ve daha selametlidir. En iyisi bir şahsın veya bir grubun hakkında küfür hükmünün çıkartmasını ilmi imkânlara sahip hâkim heyete teslim etmektir. Ta ki şart, ortam, alamet ve şüpheleri inceleyip araştırsınlar. Genel olarak insanlar bu gibi konulara girmekten, sadece duyum ve yaygaralara dayanarak hüküm vermekten menedilmelidir. Zira Allahu Sübhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Kuşkusuz kulak, göz ve kalp bütün bunlar yaptıklarından sorumludurlar. (İsra 36)” (El-Akidetu’l-İslami S: 586,587)

İşte sahabeden günümüze dek İslam âlimleri gibi tekfir konusunda da izledikleri yol ihtiyat ve temkinli hareket etmektir. Hiç şüphesiz dinin direği ve muhafızları onlardır. Eğer tehlikeli ve hassas konularda hüküm verme yetkisini kendimizde bulsak, her gün birimiz diğerini tekfir edecektir. Gittikçe bölünüp parçalanacağız. Şeytana maskara ve asıl kâfirlere yem ve İslam ümmetinin yüz karası olacağız. Dünyayı da ahireti de kaybedeceğiz. Hariciler eğer Hz. Ali ve İbn-i Abbas gibi ilim dâhilerini dinleseydi ve kıt ilimleriyle hüküm vermeye kalkışmasaydı İslam’ın ve Müslümanların başına gelen felaketler gelecek miydi?

Herkes bir bitkisel kitabı eline alırsa ve onca mutahassıs doktorları devreden çıkarıp kendisi reçete yazmaya başlarsa insanların hali nice olur. Din candan önemlidir. Onun için herkes okuduğu birkaç terceme kitapla ahkâm kesmeye ve fetva vermeye kalkışmamalıdır. Her İslami konularda olduğu gibi tekfir konusunu da mutahassıs âlimlere bırakmalıdır. Zira Allahu Teâlâ Kur`an’da; “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz.” (Nahl: 43) diye ferman ediyor. Hz. Resulullah (salallahu aleyhi vesellem) de “İlimsiz bir insana fetva verildiğinde onun günahı fetva verenin üzerinedir.” (Ebu Davud ve İbn-i Maceh/Tac) diyerek meselenin ciddiyetini bize izah etmiştir.

Allahu Teâlâ hepimize basireti ve emrettiği istikameti ihsan etsin. Allah’ım bilerek Sana şirk koşmaktan Sana sığınıyorum ve bilmediklerimden de Senden mağfiret diliyorum. Amin…

Gelecek yazıda da takiyye ve diğer bazı önemli konulara değinmek istiyorum inşaallah.

Selam ve dua ile sizi Allah’a emanet ediyorum.
..................................................................................

1- El-Fıkhu’l-İslami / Vehbe Zühayli C: 7 S: 5330 Arapça Daru’l-Fikr
2- El-Veciz fi Usulu’l-Fıkh/Abdulkerim Zeydan S: 114
Tefsiru’l-Kasımi C: 5 S: 341 Nisa 48. Ayetin tefsirinde
3- El-Veciz fi Usulu’l-Fıkh/Abdulkerim Zeydan S: 141,142
4- El-Fıkhu’l-İslami/Vehbe Zuhayli C: 6 S: 4439
El-Veciz fi Usulu’l-Fıkh/Abdulkerim Zeydan S: 134-142
5- Tefsiru’l-Kasımi C:4 S:51,52,53

Mehmet Beşir Varol / İnzar Dergisi – Kasım 2013 (110. SAYI)

Tevhid ve Tekfirde Doğru Yol


NOT:Yazıyı ekleyip eklememe hususnda biraz gelgit yaşadıysamda mustazaf camia hakkında yerinde fikir sahibi olmak isteyenler için uygun bir yazı olduğuna inandığım için siteye ekledim,çünkü mehmet beşir varol bu camia içinde çok sevilen ve değer verilen birisidir,kaldıki yıllardır cezaevindedir ve kendisi hakkında bilgi öğrenmek isteyenler googleden ismini tıklasalar bile bir fikir sahibi olabilirler.
selametle.
 
H Çevrimdışı

Hattab Amedi

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Tekfirde İhtiyat ve Selametli Duruş - 3


Resim_1387885111.jpg

Tekfirde İhtiyat ve Selametli Duruş - 3
Mehmet Beşir Varol
Resim_1374492726.jpg

Önceki konumuza devamla bu yazımızda bazı somut ve önemli şeylere değinmek istiyorum. Bu yazı bir nevi konumuzun neticesini teşkil etmektedir. Şöyle ki:
Bismillahirrahmanirrahim.

Allah-u Teâlâ’ya layıkıyla hamd; Efendimiz Muhammed’e, tüm müminlerine salât ve selam olsun.

Kıymetli okuyucular!

Önceki konumuza devamla bu yazımızda bazı somut ve önemli şeylere değinmek istiyorum. Bu yazı bir nevi konumuzun neticesini teşkil etmektedir. Şöyle ki:

İslam devletlerinde veya İslam coğrafyasında yaşayan halk ve toplumlar, genel manada -istisnalar kaideyi bozmaz- “Müslüman mıdır?” ki biri mürtedlikle suçlanırsa bunu iddia eden kişi ispat etmek zorunda kalacaktır; yoksa “mürted midir?” ki birine Müslüman denildiği zaman Müslümanlığına dair ispat gerekecektir?

Usulu’l-Fıkıh bu sorumuza açık bir şekilde cevap vermektedir. Zira usul’da “istishab” ve “beraet-i asliye” diye iki kaide ve kural vardır. Onların izahatı şöyledir:

İstishab’ın lügat manası, birinin arkadaşlığına talip olmak ve arkadaşlığının sürdürmesini istemektir.

Istılahta ise müspet olan bir şeyin aksi ispatlanmadıkça müspet kabul edilmesidir. Menfi olanın da aksi ispatlanıncaya kadar menfi kabul edilmesidir.

Ya da bir şey hangi durumda ise o durumdan çıkıp değişmesi ispatlanıncaya kadar öyle kabul edilir.

Beraet-i asliye ise (ki o da istishabın bir çeşididir) bir insanın suç işlediği ispatlanıncaya kadar suçsuz sayılmasıdır.(1)

Usulün bu kuralına binaen bir insanın Müslüman olması kesin ise İslam’dan dönüş yaptığı ispatlanmadıkça Müslüman sayılır; yok birinin küfrü kesinse Müslüman olduğu ispatlanmadıkça kâfir sayılır.

İslam coğrafyasında yaşayan toplumların genelinin hiç şüphesiz Müslüman olduğu ve bin yıldan fazla Müslüman olarak yaşadıkları kesindir. O zaman aksi, yani İslam’dan dönüş yaptıkları ispatlanmadıkça bu toplumların Müslüman sayılmaları gerekmektedir.

Bu İslam coğrafyaları ister dar’ul harb ister dar’ul küfür ve isterse dar’ul ridde sayılsın bu hakikat değişmemektedir. Zira bir Müslüman kâfirlere esir düşmekle kâfir olmamaktadır ve bu durum riddetin bir maddesi değildir. Hiçbir alim böyle bir iddiada bulunmamıştır. Hatta dar’ul İslam’da mazeret sayılmayan ve ruhsatı olmayan bazı durumlar bile dar’ul harpte mazeret sayılır ve ruhsatı vardır.

Şu anda bazı İslam coğrafyalarını dar’ul harp sayan âlimler de oralarda yaşayan toplumları kâfir saymamakta, bilakis Müslüman saymaktadırlar. Ancak elinde güç bulunduran muktedir ve egemen yöneticilerini tekfir ediyor ve onlardan dolayı bu coğrafyaları dar’ul harp saymaktadırlar.(2)

Zira durumun hakikatinden haberdar olanlar biliyorlar ki bu coğrafyalarda iktidar ve gücü ele geçirenler halka rağmen değişik oyun ve hilelerle veya emperyalist küfür devletlerinin desteğiyle iktidara gelmiş ve gücü ele geçirmişlerdir. Müslüman halk ise onlara esir mustaz’af ve çaresiz durumdadırlar. Hiçbir Müslüman halk, kendi mürted yöneticileriyle barışık değildir. Hatta defalarca kıyam etmişler ancak değişik nedenlerden dolayı galip gelememişlerdir.

Ancak mürted muktedir yöneticiler, verdikleri eğitim ve öğretimle kendileri gibi birçok mürted yetiştirmişler ve yetiştirmektedirler. Bunun neticesinde ülkenin belirli bir kesimini hiç şüphesiz mürtedler teşkil etmektedir. Fakat ülkede asıl olan Müslümanlık olduğundan müşahhas olarak birine mürted diye bilmemiz için ispat ve delil gerekmektedir. Aksi takdirde zan ve tahminlerle hüküm vermek İslami ve şer’i bir davranış değildir. Dolayısıyla Allah tarafından mesuliyeti de olacaktır.

Bu mürtedlerin çoğunu tespit etmek fazla zor değildir. Zira bunların birçoğu küfürlerini gizlemiyor, dobra dobra ilan ediyorlar. Ve alenen İslam ve Müslümanlara düşmanlık ediyorlar. Ondan dolayı bunlar tekfir edildiği zaman ne kendileri itiraz ediyor ne de başkası… Ancak Müslümanlar iktidarda olmadıkları için veya muktedir olmadıkları için mürtedlere müeyyide uygulanamıyor. Dolayısıyla onları tekfir ederek teşhir etmenin fazla bir faydası da olmamaktadır.

Bu mürtedlerin bir kısmı da açıkça münafıklık ediyorlar. Daha fazla zarar verebilmek için bu yolu seçmişler. Tabiatıyla bunlar öncekilerden daha zararlı oluyorlar. Ancak münafıklar ne kadar nifaklarını gizleseler yine de dıştan sırıtıyor ve dolayısıyla fazla itibar kazanamıyorlar. Zira imandan kaynaklanan feraset, hainleri çok çabuk keşfediyor.

Münafıkların hali onları ele verdiği ve müminlerdeki feraset de çabuk onları keşfettiği için bizim onları müşahhas olarak tekfir etmemize gerek yoktur. Ayrıca Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, kendi dönemindeki münafıkları vahiyle kesin bir şekilde bildiği halde onları teşhir etmiyordu. Hatta vefat ettiği zaman dahi onları sadece Hz. Huzeyfe’ye tanıtmıştır.(3)

İslam toplumdaki mürted ve münafıklara karşı en uygun ve verimli mücadele kanaatimce müşahhas ve muayyen tekfir ve tenfik yerine İslam akidesinin anlatımına ağırlık vermekle beraber insanı küfre sokan, riddetine sebebiyet veren maddeleri ve münafıkların evsafını sık sık anlatmakla olur. Zira bu mürted ve münafıkların en aşırı mürtedleri bile Müslüman toplumun gazaplarını kendi üzerlerine çekmemek için ufak bir tehlike sezdikleri anda hemen münafıklığa bürünüyorlar ve dindarlıktan dem vurmaya başlıyorlar. Başka bir tabirle bukalemun gibi her ortama göre renk değiştiriyorlar. Onun için onları muşahhas olarak tekfir etmek toplumun nefretine ve onları savunmasına sebebiyet veriyor. Böylece davetin ve tebliğin önü de kapanıyor. Onun için İslam davetçileri, müşahhas tekfirle uğraşmasalar daha faydalı ve verimli olurlar.

Ayrıca tekfir davetçiler arasında yaygınlaşırsa tekfiri hak etmeyen bazı kişiler de zamanla tekfir edilir. Bu sefer uhrevi mesuliyet devreye girer ve tekfircilik, şeytanın teşvikiyle alevlenerek davetçiler arasında bir hastalık halini alır. O zaman da hem madden hem de manen kaybedilir. Nitekim bu hataya düşen davetçilerin nefret ve hüsrandan başka bu hatadan bir şey biçemedikleri malumdur.

Ancak Müslüman halkın güvenini kazanan âlimler, münafıkların maskesini düşürecek ilmi çalışmalar ve mürtedlerin itibarını kıracak şer’i fetvalar verseler ve bu hususta aktif ve cesur davransalar çok hikmetli bir davranış olur. Zira mürted ve münafıklar, âlimleri hedef aldıkça halkın nefretini kazanırlar; âlimler de korkmadıkça kahramanlaşırlar ve Müslüman halk onları sahiplenir. Âlimler bu hususta cesur ve hikmetle direndikçe münafık ve mürtedlerin ayağının altındaki zemin sallanır ve Allah’ın tevfikiyle akıbetleri hezimet olur. Tabi bu hezimet âlimlerin ilim derecesine, takva derecesine, cesaret derecesine, hikmetle hareket etme derecesine, feraset ve uyanıklık derecesine; azim, sabır ve sebat derecesine bağlıdır. Bu hususlarda âlimlerin derecesi ne kadar yüksekse münafıkların hezimeti de o kadar çabuk olur.

Eğer her davetçiler kendilerini bir kadı veya müftü konumunda görürlerse, fetva vermeye ve ahkâm kesmeye kalkışırlarsa, etraflarındaki insanları tekfir ve tenfik etmeye başlarlarsa hele hele iplerini onların eline vermeyen âlimleri ve dindar şahsiyetleri hedef ederlerse işte o zaman Müslüman halkın nefretini kazanmaya, kendilerini yalnızlaştırmaya, halkın mürted ve münafıkların etrafında toplanmasına sebep olmaya, onları güçlendirmeye, kendi hezimetlerine ve İslam düşmanlarının zaferine sebebiyet verirler. Zaten şu ana kadarki Müslüman davetçilerin hezimeti ve İslam düşmanlarının galibiyeti bu tür hataların neticesi değil midir? Acaba…

Davet ve tebliğ, başka bir tabirle marufu emretme ve münkiri nehyetme her müminin vazifesidir. Ancak fetva verme ve hüküm beyan etme âlimlerin işidir ve emir verme de Müslüman siyasilerin ve yöneticilerin hakkıdır. Bu düzen Müslümanlarda muhafaza edildiği ve buna uyulduğu dönemlerde Müslümanlar hâkim, kâfirler mahkûmdu. Ancak bu düzen bozuldukça Müslümanlar mahkûm ve esir, İslam düşmanları hâkim ve galip duruma geldiler.

Büyükleri kendileri gibi vurup kırmadığı veya kendileri gibi temkinsiz hareket etmediği için büyüklerini tavizkarlık ve korkaklıkla suçlayıp itaatten çıkanlar ve alimleri kendileri gibi pervasızca fetva vermedikleri ve insanları tekfir ve tenfik etmedikleri için cehaletle veya belamlıkla suçlayanlar hiçbir zaman muvaffak olamazlar ve olamamışlardır. Bir gün küçükleri de onları aynı muameleye tabi tutar. Zira amelin misliyle ceza vermek adetullah ve sünnetullahtandır.

Eskiden Müslümanlar, büyüklerinin ve âlimlerinin her yaptığına ve söylediklerine hikmet gözü ile bakarlardı. Mutlaka bir bildikleri vardır diye düşünerek ve hüsn-ü zan ederek teslimiyet gösterirlerdi. Böylece birlik ve beraberliklerini muhafaza ederek kâfir ve şer güçlere galip gelirlerdi. Biz müminler eski teslimiyetimize dönmedikçe eski zaferlerimize dönemeyiz.

“Ey iman edenler Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan yetki sahiplerine de… eğer Allah ve ahiret gününe inanıyorsanız, bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde, onu Allah’a ve peygambere götürünüz. Sonuç olarak en hayırlı ve en güzel olan budur.”(Nisa: 59)

Ayetin tabiri “Ulu’l-emr” (yetki sahipleri) müfessirlere (tefsir âlimlerine) göre Müslüman yöneticiler ve alimlerdir. Ayette Allah ve peygamberden gaye de kitap ve sünnettir. Zira Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin vefatından sonra ihtilaflar durumunda Müslümanlar ancak kitap ve sünnete müracaat edebilirler. Kitap ve sünnetten de ancak âlimler gerçek manada anlıyor ve onlarla fetva ve hüküm verebiliyorlar. Ondan dolayıdır ki Allah-u Teâla, Kur’an’da defalarca âlimleri övmüş ve âlim olmayan Müslümanlara onları merci göstermiştir. Bir örnek verelim:

“Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz.” (Nahl: 43, Enbiya: 7)

Bu ara tavsiyeden sonra tekrar konumuza dönüyoruz.

Yönetimleri tağutî olan İslam coğrafyalarındaki Müslüman halk, zikrettiğimiz gibi bazı kıyam ve birçok değişik girişim ve mücadelelerine rağmen tağutların iktidarı son bulmayınca ve esaret hayatı uzayınca kısmi de olsa dinlerini muhafaza etmek ve yaşadıkları mazlumiyeti hafifletmek için bazı şer’i ruhsatlara dayanarak bazı yeni girişimlere başvurdular.

Bazıları, İslam ve Müslümanlara karşı aşırı düşmanlık edenleri iktidardan düşürmek için seçimlerde usul ilminin “zarurette ehven-i şer tercih edilir”(4) kaidesini uyguladılar.

Bazısı da imam İbn-i Teymiyye’nin Hz. Yusuf’un Mısır’ın tağutî yönetiminde maliye bakanlığını talep etme delili ile beraber daha birçok şer’i delillere dayanan fetvasından(5) cesaret alarak resmi siyasete atıldılar, bir nebze de olsa var olan küfür ve zulme engel olabilmek için takiyyeye bürünerek siyaset yolunu da denemek istediler. Ancak hiçbir zaman tağutî rejime razı olmadılar. Ve hep yıkmasını hedeflediler.

Sonra İslami hassasiyete sahip olanlar, bu İslami hassasiyete sahip olan siyasetçileri desteklemekte umumiyetle birleştiler. Tabi bu siyasi girişim yavaş yavaş meyvesini vermeye başladı. Tağutlardan birçok mevzi kazanmış ve tağutların egemenliklerini zayıflatmış duruma gelmiş oldular.

Bir kesim Müslümanlar da tağutî meclislerde siyaset yapmanın veya siyaset yapanları hiçbir şekilde desteklemenin veya oy vermenin caiz ve meşru olmadığını söyleyerek tamamıyla bu işten uzak duruyorlar ve hatta bunu yapanları da istisnasız tekfir ediyorlar.

Şimdi bakalım. Bu üç hususun şer’i hükmü nedir ve Müslümanlar için en doğru davranış nedir?

Usul’ul Fıkhın bazı kuralları vardır. O kurallar dikkate alınırsa mesele kolaylıkla anlaşılacaktır. Mesela o kurallardan biri şudur: “Elde edilmesi gereken bir şey tümüyle elde edilmiyorsa tümüyle terk edilemez.”(6)

Usulün başka bir kaidesi de şudur: “İki şer arasında insan mecbur kalırsa en ehvenini (en hafifini) tercih etmelidir.”(7) Zira az zararla işten çıkmak, insanın daha fazla kârınadır.

Başka bir usul kaidesi de şudur: “Kolay olan, zor olanla beraber vacibiyetten düşmez.”(8) Yani vacip olan bir şey insana zor gelip gücünü aşarsa onun için vaciplikten düşüyor. Zira “Allah, hiçbir kişiyi gücünün yetmediği bir şeyle sorumlu tutmaz.”(Bakara 286) Ancak onunla beraber yapabildiği diğer vacipler vaciplikten düşmezler. Yani insan yapabilmekle sorumludur. Yani bir insan küfrün bir hükmüne mani olabiliyorsa mani olmalıdır. Veya Allah’ın bir hükmünü toplumda hakim kılabiliyorsa hakim kılmak zorundadır. Madem küfrün bütün hükümlerine mani olamıyorum mani olabildiğimin bir kıymeti yoktur ve mani olmama gerek yoktur, denilemez. Zira herkes yapabildiğinden sorumludur. Yapamadığından sorumlu değildir.

İşte bu usul kaideleri bize gösteriyor ki Müslümanların yüzde yüz İslami bir hükümeti iktidara getirip tümden küfür ve zulüm rejimini devirme imkânları yoksa da tümden ülke yönetimine ilgisiz kalmamaları ve her şeyden el çekmemelerini gerekiyor. Müslümanlar, lazım ve rutin İslami çalışmalarıyla beraber ülke yönetimi ve yönetenlerle de ilgilenmelidirler. İmkânları nispetinde müdahale etmelidirler. Müslümanların parti açma ve kendi tayin ettikleri müspet bir liderin etrafında toplanma imkânları yoksa İslam ve Müslümanlar açısından çok zararlı olanı kişilerin iktidarını engellemek için nispeten az zararlı birini desteklemeleri hem meşru ve hem de hikmetli bir iştir. Tabi amaç, az zararı çok zarara tercih etmek olmalıdır. Yoksa Allah muhafaza amaç az zararlının küfrünü (eğer kafirse) ve az da olsa zararını desteklemek ve razı olmaksa bu, neuzubillah küfürdür ve zulümdür. Zira küfre rıza küfür ve zulme rıza zulümdür. Ayrıca niyete göre bazı ameller meşru veya gayr-i meşru olabiliyor.

İmam İbn-i Teymiyye rahimehullah bu niyet meselesi için şöyle bir örnek veriyor: “Eğer bir zalim bir mazlumdan zulmen bir miktar para isterse ve vermediği takdirde öldüreceğini söylerse mazlum da gelip birine danışırsa o da mazlumu az zararla durumdan kurtarmak amacıyla mazluma “Yahu candansa mal gitsin. İstediği parayı ver” derse sevap kazanır. Yok eğer amacı mazlumu kandırıp zalime yardım etmekse o zaman zalim ve günahkar olur. Hz. Yusuf aleyhisselamın da küfür yönetiminde maliye bakanlığına talip olması ve bizzat bu işi yürütmesi, bu niyet ve zikrettiğimiz usul kaidelerinin konusuna ve “gücünüz yettiğince Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakının”(Teğabun: 16) ayetinin ruhsatına dâhildir.(9)

Çok zararlı olanından kurtulduktan sonra az zararlı olanın gayr-i meşru icraatlarının karşısına da çıkıp mücadele etmek gereklidir. Hatta sonraki seçimlerde daha az zararlı veya müspet birini bulsalar Müslümanlar onu destekleyip iktidara getirmelidirler. Demokratik ülkelerde oy, büyük bir güçtür. Eğer Müslümanlar bu gücü yerinde ve basiretle isti’mal edebilseler onunla ülke yönetiminde etkili olabilir, birçok zalimi kullanarak birçok İslami hizmetin önünü açabilirler ve birçok küfür ve zulmü engelleyebilirler.

Ancak Müslümanlar, İslami çalışmalarını bununla sınırlandırmamalı ve destekledikleri az zararlı olanı zaruretten desteklediklerini unutmamalıdırlar. Nispi olarak az da olsa zararlı bir partiyi zaruretten desteklemekle beraber kendi partisi saymamalı ve dört elle ona sarılmamalıdırlar. Yaptığı gayr-i meşru icraatlarına kılıf uydurup savunmamalıdırlar. Hatta Müslümanlar bütün imkanlarıyla onun da meşru olmayan icraatlarıyla mücadele etmelidirler. Zira münkir olanı kim yaparsa yapsın o münkirdir. Zaruretten insan domuz etini ruhsat olarak yediği zaman nasıl ki o eti helal sayamaz, karnını onunla dolduramaz, sadece ölmeyecek kadar yiyebilir ve fazlası haramsa bu zikrettiğimiz destekleme de öyle bilinmeli ve öyle muamele edilmelidir. Onun için tamamıyla İslami bir parti çıkmayıncaya kadar hiçbir siyasi partiye tümden sahip çıkılmaması ve kabul edilmemesi gerekmektedir. Hep büyük şerri defetmek için onları kullanmak lazımdır.

Yine zikrettiğimiz usul kaideleri, Ğafir Suresinin 34. ayetinin delaletiyle Hz. Yusuf’un kâfir bir kralın yönetiminde ve küfür yasalarıyla yönetilen bir devlette maliye bakanı olması, Necaşi(RA)’nin İslami bazı maslahatlar için Müslümanlığını gizleyerek Hıristiyan bir ülkeyi yönetmesiyle beraber Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin onu Müslüman ve salih sayarak vefat ettiği zaman onun gıyabi cenaze namazını kılıp ona dua etmesi(10) küfür ve zulüm yönetimlerinde Müslümanların bazı maslahatları için bir Müslümanın valilik ve daha üst makam görevlerini kabul edebileceğine dair İbn-i Teymiyye ve İzzeddin bin Abdusselam gibi büyük müçtehitlerin fetvaları bize gösteriyor ki kabiliyetli bir Müslümanın kısmi de olsa İslam ve Müslümanlara faydası olacağına, bazı küfür ve zulümlere mani olabileceğine kanaat ederek tağutî bir rejimde siyasete atılıp bir parti kurması meşrudur.

Ancak siyasetçi, sadece İslam ve Müslümanlara hizmet etmek için siyasete girmelidir; İslam ve Müslümanlara faydası olacak veya bazı zararlara mani olabilecek kabiliyette olmalıdır. Kafirlerin elinde oyuncak olabilecek kadar düşük bir seviyede olmamalıdır. Meşru olmayan sözlere mecbur kalırsa imkan dahilinde tevriyeli sözler sarf etmelidir. Yani müspet ve menfi manalara gelebilen yuvarlak kelimeler kullanmalı ve kendi kalbinde müspet ve meşru manayı kast etmelidir. Hatta böyle menfi şart ve ortamlarda siyaset yapmak isteyenler, çok iyi İslam hukukunu bilmelidir veya bilen bazı danışmanlar edinmelidir. Yoksa Allah muhafaza ebedi saadetine zarar verebilir.

Böyle müspet bir siyasetçiye ve parti başkanına bütün Müslümanlar destek vermelidir ki bu kişi hedeflediği hizmeti yapabilsin. Zira hayır ve takvada yardımlaşmak ilahi bir emirdir.(11) İslam ve Müslümanlar için siyasete başlayan bir parti varken İslam’la alakaları olmayan diğer partilere oy vermek ve desteklemek caiz değildir. Zira masiyette yardımlaşmak caiz değildir, haramdır.(12)

Zikrettiğimiz delillere rağmen İslamî olmayan hiçbir partiyi ve siyasetçiyi desteklememek ve oy vermemek de meşrudur. Zira bazı insanlar desteklediği İslami olmayan bir partiyi ve siyasetçiyi ehven-i şerdir diye zaruretten ve mecburiyetten desteklediğini ve oy verdiğini ve nispi olarak şerri ve zararı az da olsa yine menfi ve İslami olmayan bir parti olduğunu unutuyorlar. Tümden İslami bir parti gibi sahipleniyorlar, menfiliklerini de ya tevil ediyor veya savunuyorlar, hatta bazen koyu mutaassıpları oluyorlar. Tabi bu durum hem onların bozulmasına vesile olduğu gibi iman açısından da büyük bir tehlike arz ediyor. İşte “sedd-i zerai”(13) olarak bu işten uzak durmaları makul ve meşrudur ki şer’i çizgiyi muhafaza etmeyen çok insan vardır. Ya da onlara göre bu işin mefsedeti maslahatına ağır basıyorsa yine uzak durmaları ve bu işi meşru görmemeleri gayet normaldir. Ancak zikrettiğimiz delil ve maslahattan dolayı istisnasız parti destekleyenleri ve parti kuran ve siyasete girenleri mutlak ve istisnasız bir şekilde tekfir etmeleri hiçbir şekilde tasvip edilemez, bu tekfirin hiçbir mesnedi de yoktur. Zira zikrettiğimiz deliller itibara alınmayacak zayıf deliller değildir. En azından o Müslümanlar bir içtihad ve tevilde bulunuyorlar. Herkesin malumudur ki ehl-i sünnetin hiçbir âlimi selef olsun halef olsun ehl-i içtihat ve tevili tekfir etmemişler.(14)

Hasıl-ı kelam bir Müslüman İslami olmayan bir partiyi küfründen dolayı oy verip desteklerse kafir olur. Dünyevi bir menfaat için desteklerse zalim ve fasık olur. İslami bazı maslahat ve endişelerden dolayı desteklerse ne kafir olur ne de fasık olur. Hatta halis bir niyetle yaparlarsa sevapdâr dahi olabilirler.

Küfür yasalarıyla yönetilen bir ülkede siyasete giren ve parti açan bir Müslümanın hükmü şöyledir:

Eğer gayesi imkanları miktarınca İslam ve Müslümanlara fayda vermek, zulüm ve İslam’a aykırı yasaları kaldırmak veya engellemekse velev ki bazı takiyye ve tevriyelere mecbur kalsa da meşrudur ve inşallah sevapdâr olacaktır.

Eğer dünyevi menfaatler için yaparsa meşru olmadığı gibi küfre kadar yolu vardır.

Eğer herhangi bir beşeri sistemi Allah-u Teâlâ’nın dininden ve şeriatından üstün olduğuna inanarak ikamesi veya idamesi için siyaset yapıyorsa bu da hiç şüphesiz küfür ve riddettir.

Siyer kitaplarında zikredilen üç devlet yöneticisi vardır. Bizim konumuza çok güzel bir şekilde ışık tutmaktadırlar.

1- Rum kralı Heraklius’tur. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem ona mektup gönderdi. O da Resulullah’ın durumunu Ebu Süfyan’a sordu. Yeterince durumdan haberdar olunca Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin hak peygamber olduğunu anladı. Müslüman olmak da istedi. Hatta Rum halkının Müslüman olmasını kabul edip etmeyeceğini de denedi. Ancak Rum halkının Müslüman olmasını kabul etmeyeceğini anlayınca geri adım attı. Müslüman olmadı ve var gücüyle İslam ve Müslümanlarla mücadele etti. Kraliyet ve makamını Allah’ın hak dinine tercih ettiği için kafir olarak kaldı ve öyle sayıldı.(15)

2- Habeşistan kralı Necaşi’dir. Necaşi, sahabeler radiyallahu anhum Habeşistan’a hicret ettikleri sırada Hz. Cafer (RA) aracılığıyla Müslüman oldu. Başta imanını ilan etti. Ancak Habeşiler ona isyan edince imanını gizlemek zorunda kaldı ve bir tevriye ile Müslümanlığını gizledi. Ancak dünyevi makam için değil ülkeyi İslam’a kazandırmak için imanını gizledi ki yavaş yavaş kendine taraftar çoğaltmaya çalışabilsin. Yeterince güç kazandığı zaman da devrim yaparak ülkeyi İslamlaştırsın. Bu niyet ve durumunu Resulullah’a bildiriyor. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem de “Habeşliler sizinle savaşmadan siz onlarla savaşmayın” diyerek onun durumunu kabul ediyor ki vefat ettiği zaman da sahabelere “Bugün salih bir adam vefat etti. Kalkın kardeşiniz Ashame üzerine namaz kılın” diyerek salih olduğuna hem şahitlik ediyor ve hem de gıyabi cenaze namazını kıldırıyor. Tabi Necaşi ülkeyi eski yasalarla yönetiyor ve hedefine varamadan hicretin sekizinci yılında vefat ediyor. Allah rahmet etsin. Necaşi menfaati için değil Allah için koltuğu ve makamında kalıp uzun bir zaman ülkesini eski yasalarla yönettiği halde icmaen Müslüman ve salih bir Müslümandır. Zira Resulullah buna şahitlik etmiştir.(16)

3- Me’an valisi olan Ferve bin Amr El-Cuzami’dir. Bu zat, Rumlar tarafından Me’an ve civardaki Şam bölgesine atanan bir validir. Müslüman oluyor ve elçisini Resulullah sallallahu aleyhi veselleme gönderiyor. Müslüman olduğunu Ona bildiriyor. Rumlar durumu duyunca onu tutuklayıp hapsediyorlar. Rum kralı ona “Muhammed’in dininden dön, tekrar seni makamına iade ederiz” deyince o da “Ben Muhammed’in dininden ayrılmam. Sen de biliyorsun Hz. İsa aleyhisselam onun müjdesini vermiştir. Lakin sen krallığına kıyamıyorsun” diyerek cevap veriyor. Ondan sonra da Rumlar onu şehid ediyorlar.(17)

İşte bu üç yönetici de Resulullah’ın gerçek peygamber olduğunu biliyorlardı. Birincisi, krallığına kıyamadığı için iman etmedi, İslam ve Müslümanlara olan düşmanlığına devam etti.

İkincisi, ülkesini tedrici olarak Müslümanlaştırmak için imanını gizledi ve gizlice taraftar kazanmaya çalıştı.

Üçüncüsü, hem canını ve hem de koltuğunu İslam’a feda etti ve mertçe şehadete koştu.

Şimdi birincisini örnek alan hiç şüphesiz kafirdir. İkincisini örnek alan hiç şüphesiz Müslümandır. Üçüncüsünü örnek alan da hiç şüphesiz doğru bir yol izlemiştir. Aynı akıbete maruz kalırsa şehittir.

Allah-u Teâlâ hakkı hak olarak bize göstersin ve onunla yaşamayı nasip etsin ve batılı da batıl olarak bize göstersin ve ondan uzak durmayı bize nasip etsin.

M. Beşir Varol / İnzar Dergisi – Aralık 2013 (111. Sayı)

KAYNAKLAR:

1- El-Veciz Fi Usulu’l-Fıkhi/Abdulkerim Zeydan s: 267
2- El-Cihadu ve’l-Kitabu Fi’s-Siyaseti’ş-Şer’iyye/Dr. Hayr Heykel C.1 S: 662-681
3- Tefsiru’l-Kasımi Tevbe 84. Ayetin tefsirinde
4- El-Mecelle S: 32, El-Kavaidü’ş-Şer’iyye rakam 28,29-30 El-Kavaidü’l-Fıkhıyye/Ali Ahmed Nedevi s: 170-276 Usulü’l-Fıkhı’l-İslami/Dr. Muhammed Mustafa Zuhayli s: 98
5- Mecmuatü’l-Fetava/İbn-i Teymiyye C: 20 S: 30-36
6- El-Cihadü ve’l Kitalu Fi’s-Siyaseti’ş-Şer’iyye/Hayr Heykel C: 1 S: 283
7- El- Cihadu ve’l Kitalu Fi’s-Siyaseti’ş-Şer’iyye C: 1 S. 66, El-Mecelle s: 32, Usulu’l Fıkhı’l-İslami/Dr. Muhammed Mustafa Zuhayli s: 98, Mecelletü’l-Ahkami’l-Adliyye madde rakamı 27 s: 14,28
8- El-Eşbahu Vennezair/Suyuti s: 159/El-Cihadu ve’l Kitalu Fi’s-Siyaseti’ş-Şer’iyye c: 1 s: 735
9- Mecmu’u’l-Fetava/İbn-i Teymiyye c: 20 s: 34
10- El-Cihadu ve’l Kitalu Fi’s-Siyaseti’ş-Şer’iyye/Dr. Hayr Heykel c: 1 s: 796-801, Es-Siretü’l-Halebiyye c: 3 s: 279-780, Buhari Hadis no: 2877-3881, Fethu’l-Bari c: 7 s: 191, Kastalani c: 6 s: 192
11- Maide Suresi 2. Ayet
12- Maide Suresi 2. Ayet
13- El-Veciz Fi Usuli’l-Fıkh/Dr. Abdulkerim Zeydan s: 245
14- Tefsirü’l-Kasımi c: 5 s:340 Nisa 48. Ayetinin tefsirinde
15- El-Bidaye Ve’n-Nihaye c: 4 s: 262-268’e kadar
16- El-Cihadu ve’l Kitalu fi’s-Siyaseti’ş-Şer’iyye/Dr. Hayr Heykel c: 1 s: 796-800
17- a.g.k aynı cild aynı sayfa




Bitti...
 
E Çevrimdışı

Ebu & Dücane

Guest
Şirk olan bir amelin halis niyeti olmaz.Oy vermek,islami bir parti niyeti ile şirk amelinden arındırılamaz.Böyle bir metod batıldır.islami bir maksadla oy verene müşrik sıfatı verilmesede cahiliyeden sayılır.Niyetin hükmü Allaha bırakılır,ama amellere göre karar vermek gerekir.Şirk has cahiliye amelidir.Cahiliye hükmü hiç bir zaman islami hükümlerin yüceltilmesi için kullanılmaz.Batıl bir yoldan hak yola ulaşılmaz.İslam inancında grift bir tarz yoktur. bidatlere yol yoktur.içinde barındırmaz.İslam cahiliyeyi ortadan kaldırmak için gelmiştir.Şu anda türkiyede var olan düzen cahiliye düzenidir.
Necaşi tebliğ kendine ulaştığında müslüman olmuş ve peygamberimize biat için yola çıktığında vefat etmiş ve peygamberimiz cenaze namazını kılmıştır.
Hz.Yusuf (a.s.) ın kralın hazine bakanlığına atanmasında,bütün yetki Hz.Yusufa verilmiştir.Kralın emrinde değil,hazinenin idaresi halkın kıtlıktan kurtarılması için kral bütün imkanları Hz.Yusufa vermiştir.Çünkü kral karıştığında kıtlığın sorumlusu olacaktı.
Hükümette böyle bir yetkisi olan,devletin anayasa kanun kural ve yönetmeliklerini değil,islama aykırı olmayan kendi koyacağı kuralları uygulayacak olan birisi varsa destekleyelim haydi o zaman.Bu durumda islam şeriatına kapı açılacaktır zaten.
 
Ebu Yusuf Çevrimdışı

Ebu Yusuf

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
bu ne şimdi şiaları tekfir etmeyelim diyemi yazmış bu yazıyı.

Essahtan ibn teymiyye yi severlermiş gibi birde ondan alıntılar koymuş.!!!
 
H Çevrimdışı

Hattab Amedi

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Yorum yazan kardeşlerden Rabbim razı olsun,amacım ismail vakkasın dediği gibi zehirli dilleri çıkarmak değildir,neysem oyum,arkadan iş çevirmek veya sinsi bir hesab yok,şühhesiz kalblerdekini en iyi bilen ALLAHccdır.Sadece bu camianın genel bakış açısını doğru yerden bilmeniz için ekledim,beğenir veya beğenmezsiniz,eleştirir veya ne derseniz bu sizlerin bileceği bişeydir.Niyet okumacılığı yerine,eleştirdiğiniz veya tenkit ettiğiniz hususları belirtmeniz daha güzel ve olması gereken haslettir.Bu camianın bakış açısı bundan başkası değildir,başkada diyeceğim bişey yoktur.molla mızgin bu camia içinde çok sevilen bir şahsiyet ve dedikleride bu camiayı bağlayacak kadar etkilidir,şahsende tanır ve kendisine muhabbetim ziyadesiyle vardır.İslami ahlak ve yaşantısıyla bir çok badirelerden geçmiş bir şahsiyettir.
Yapacağınız yerinde eleştiri beni yaralamaz,anlayışla karşılarım ve sevinirimde,ilmi cevablar ve aydınlatıcı bilgilerden istifade ederiz,yanlız zehirli diller vb ithamlar hoş değil,bu güzel sitenin müdavimlerinede yakışmaz.
Abdulfettah kardeşim gibi bir üslub daha güzel ve verimli olacaktır.Kendisinden Rabbim razı olsun.
Ayrıca bu konu hakkında mesaj yazmayacağım,sadece istifade edeceğim inşaALLAH.sadece bu konuya eğer Mehmet Beşir Varol devam edip yazarsa bende ekleyeceğim.
selametle
 
Üst Ana Sayfa Alt