Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Unutulan Kavramlar...

İ Çevrimdışı

İbnu'l Harise

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
...UNUTULAN KAVRAMLAR...


İLAH NEDİR?

Cahiliye insanının ilah düşüncesi

İslam'dan önceki arapların ve eski milletlerin ilahlık bağlamında ne gibi düşüncelere sahip olduklarına,buna karşılık Kur'an'ın bu sözcükle ilişkili hangi yaklaşımları reddettiğine de bakmamız gerekmektedir.

1. "Onlar,kendileri için bir güç kaynağı olmak üzere (ya da onların himayesine girerek mahfuz kalmak için) Allah'tan başka ilahlar edindiler." (Meryem, 81)

"Yardım edilecekleri (Yani ilahların kendilerine yardım edecekleri) ümidiyle Allah'tan başka ilahlar edindiler." (Yasin, 74)

Bu iki ayet-i kerimeden anlaşılmaktadır ki,cahiliye ehli,ilah olarak niteledikleri varlıkların kendilerini desteklediğini,musibet ve belalardan koruduğunu ve onların himayesinde korku ve zarardan mahfuz kaldıklarını düşünüyordu.

2. "Rabbinin kararının vakti gelince,Allah'a şerik koştukları ilahları bir işe yaramadı ve onların yıkım ve felaketlerinden başka bir şeyi artırmadı." (Hud, 101)

"Allah'tan başka edindikleri ilahlar,yaratılmışlardır,hiçbir şey yaratamazlar,diri değil ölüdürler,ne zaman yeniden diriltileceklerini de bilmezler,ilahınız tek bir ilahtır." (Nahl, 20-22)

"Allah'tan başka ilah edinme,O'ndan başka ilah yoktur." (Kasas, 88)

"Allah'tan başkalarını (ilah olarak) çağırıp duranların,gerçekte bu ortak koşageldikleri şeylere de uyup bağlandıkları yok (ya)… Sadece vehim ve zanlarına uyuyor onlar;yalan söylemek,bütün yaptıkları." (Yunus, 66)

Bu ayetler birkaç meseleye ışık tutmaktadır:

a. Cahiliye insanı,ilah olarak nitelediklerinden sorunlarının çözümünü ve gereksinimlerinin karşılanmasını diliyor,başka bir deyimle onlara niyazda bulunuyordu.
b. Onların ilahları sadece cin,melek ya da tanrılardan oluşmuyordu.Bunlar arasında ölüp-gitmiş insanlar da vardı.Nitekim bu, "Diri değil ölüdürler" ve "Ne zaman yeniden diriltileceklerini bilmezler" ibarelerinden açıkça anlaşılmaktadır.
c. Onlar ilahlarının,kendi dualarını işittiğini ve onlara yardım etmeye kadir olduğunu zannediyordular.

Bu noktada,söz konusu niyaz ve yardımı beklenen ilahın keyfiyetinin iyice anlaşılmasını gerekli görüyorum.Eğer ben susayıp ta su getirmesi için hizmetçimi veya hastalanıp beni tedavi etmesi için doktoru çağırıyorsam;ne bu çağırma niyaz olarak nitelendirilebilir ve ne de bu,hizmetçi ya da doktoru ilahlaştırmak manasına gelir. Çünkü bütün bu olanlar sebep ve sonuç zinciri içerisinde gerçekleşmektedir,dışında değil.Ancak eğer ben susuzluk hali ya da hastalık durumunda hizmetçi ya da doktoru çağırmak yerine,herhangi bir veli ya da putu yardımıma çağırırsam, bu tabii ki onları ilahlaştırmak ve onlara dua etmek olur.Çünkü,benden yüzlerce kilometre uzakta bir kabirde istirahat etmekte olan veliyi yardımıma çağırmam,onun bu haliyle beni duyup işittiğini kabul ettiğim manasına gelir.Bana göre,o,sebepler alemine hükmetmektedir ve bu yüzden de bana su yetiştirmeye ya da hastalığımı gidermeye kadirdir.Aynı kıyastan hareketle böyle bir durumda herhangi bir putu yardıma çağırmak da onun su,sıhhat ya da hastalık üzerine hakimiyeti olduğu ve olağanüstü bir şekilde benim gereksinimimi karşılamak için sebepleri harekete geçirebildiği manasına gelir.O halde kendisine niyaz etmeyi gerektiren ilah kavramı hiç şüphesiz olağanüstü bir otorite ile birlikte olağanüstü güçlere sahip olma düşüncesini de beraberinde getiren bir kavramdır.

3. "Etrafınızdaki (kalıntılarını gördüğünüz) köyleri (ahalisini) biz helak ettik.Belki geri dönerler diye onlara ayetlerimizi defalarca göstermiştik.Yakınlık vesilesi görerek Allah'tan başka edindikleri ilahlar,azabımız inerken neden onlara yardım etmediler? Yardım etmek bir tarafa onları bırakıp kayboldular.Bu onların yalanı ve uydurup durdukları şeylerdi." (Ahkaf, 27-28)

"Sizlerin de (sonunda) ona döndürüleceği,beni yaratana neden ibadet etmeyeyim? Rahman bana bir zarar vermek istediğinde şefaatleri bir işe yaramayacak ve beni kurtaramayacak ilahlar mı edineyim?" (Yasin, 22-23)

"Allah'tan başka veliler edinenler var ya,biz onlara sırf Allah'a yaklaştırmaları için tapıyoruz (derler) Allah,onların ihtilafa düştükleri meselede (kıyamet günü) kararını verecektir." (Zümer, 3)

"Allah'ı bırakıp ta kendilerine ne zarar ve ne de fayda verebileceklere tapıyor ve bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir diyorlar." (Yunus, 18)

Bu ayet-i kerimeler ışığında diğer bazı meseleler de aydınlığa kavuşmaktadır.Bu ayetlerden cahiliye insanının uluhiyetin kendi ilahları arasında bölüşüldüğü ve onların üzerinde daha yüce bir ilah olmadığı gibi bir görüşü taşımadıkları anlaşılıyor.Cahiliye insanın da açık bir şekilde,en yüce ilah düşüncesi vardı ve dillerinde Allah kelimesinin bulunması da bu yüzdendi.Diğer ilahlar bağlamında ise,en yüce ilahın ilahlığında diğer ilahların da birazcık müdahale ve nüfuzları olduğu inancını taşıyordular.Onlara göre diğer ilahların sözleri tutuluyor,onlar vasıtasıyla işler yürütülebiliyor,herhangi bir kazanç sağlama ve zararlardan korunma yolunda şefaatleri kabul ediliyordu.Bu gibi inançlar yüzünden onlar,Allah'la birlikte diğerlerini de ilah olarak görüyordular.Dolayısıyla onların terminolojisine göre herhangi bir kimseyi Allah katında aracı tutarak ondan yardım dilemek,onun önünde tazim ve terkim merasimleri tertiplemek ve adak adamak,onu ilahlaştırmaktır.(1)

4. "Allah "iki ilah edinmeyin" dedi. İlah sadece bir tanedir. O halde sadece benden korkun." (Nahl, 51)

"Ve (İbrahim) Rabbim bir şey dilemedikçe O'na şerik koştuklarınızdan asla korkmuyorum dedi." (En'am, 80)

"(Hud'un (a.s) kavmi ona) Sana sözümüz ancak şudur;Tanrılarımızdan bazıları seni fena halde çarpmış dediler." (Hud, 54)

(1) Burada şefaatin iki çeşit olduğunun iyice bilinmesi gerekir:

a. Şu veya bu şekilde, zor ve nüfuza dayalı olan ve behemehal kabul ettirilip bırakılan,
b. Sırf bir iltica ve istek niteliği taşıyan ve kabul ettirme gibi bir baskıyı peşinden getirmeyen,

Birinci şıktaki manasıyla herhangi bir kimseyi şefiğ (şefaat edici) ya da aracı olarak görmek onu ilahlaştırmak ve ilahlıkta Allah'a eş koşmaktır.Kur'an böyle bir şefaati reddetmektedir.İkinci şıktaki anlamıyla,Peygamberler (a.s),melekler,Salihler,ehl-i iman ve tüm kullar başka bir kul hakkında şefaat edebilirler.Ancak,herhangi bir kimsenin şefaatini kabul etme ya da etmeme hususunda yüce Allah tam bir yetkiye sahiptir.Kur'an-ı Kerim bu tür şefaati teyid etmektedir. (Mevdudi)

Bu ayetlerden,cahiliye insanının,eğer ilahlarını şu veya bu şekilde darıltırlar ve onların yönlendirme ve inayetlerinden mahrum kalırsa,kendilerinin hastalık,kıtlık,can ve mal kaybı ve diğer afetlere uğrayacakları korkusunu taşıdığını anlıyoruz.

5. "Onlar alim ve rahiplerini Allah'a ortak koştular ve Meryem oğlu Mesih'i de ilahlaştırdılar.Oysa,onlara kendisinden başka ilah olmayan tek bir ilaha ibadet etmeleri buyurulmuştu." (Tevbe, 31)

"Nefsini ilahlaştıranı görmedin mi? Sen onun sorumluluğunu üzerine alır mısın? (Furkan, 43)

"Aynı şekilde (ilahlıkta) ortak koştukları, müşriklerin çoğuna evlatlarını öldürmeyi hoş gösterdiler." (En'am, 137)

"Onların (ilahlıkta) ortak koştukları,Allah izin vermediği halde,onlar için din cinsinden bir şeriat mı koymuşlar?" (Şura, 21)

Bu ayetlerde,ilahın daha önceki manalarından çok daha farklı bir anlamı göze çarpmaktadır.Burada,ilahlaştırılmış olanlarda herhangi bir olağan üstünlük söz konusu değildir.Onlar ya insandır ya da insanın kendi nefsidir. Bunlar,kendilerine niyazda bulunuldukları,fayda ya da zarar vermeye kadir oldukları ve himaye gücü taşıdıkları için ilahlaştırılmamışlardır.Bilakis,onlar,koydukları hükümler kanun olarak kabul edildiği,emir ve nehiylerine itaat edildiği,helal kıldıkları helal,haram kıldıkları haram olarak benimsendiği için ilahlaştırılmışlardır.Aynı şekilde bunların yalnız başlarına hüküm koyma ve yasaklama yetkilerine haiz olduğu ve bunlardan daha üstün kendisine başvurulacak ya da izin alınacak bir otorite olmadığı düşüncesi revaç bulmuştur.

İlk ayette alim ve rahiplerin ilahlaştırılması söz konusu edilmektedir.Bu ayetin dolaylı açıklamasını hadislerde bulmaktayız.Adiy Bin Hatem'in (r.a) bu ayetle ilgili olarak Peygamber Efendimiz (s.a)'e yönelttiği soruyu;O,şöyle cevaplamıştı: "Sizler,alim ve rahiplerinizin helal kıldığını helal,haram kıldığını haram kabul ediyor ve Allah'ın bu konuda ne buyurduğuna aldırmıyordunuz."

İkinci ayetin anlamı ise gayet açıktır; nefsi arzularına boyun eğen ve onun emirlerini daha üstün gören kimse,aslında kendi nefsini ilahlaştırmıştır.

İlk iki ayetten sonra gelen diğer iki ayette,her ne kadar ilah kelimesi yerine ortak(şerik) kelimesi gelmişse de,bizim tercümede belirttiğimiz gibi burada ilahlıktan ortaklık kastedilmektedir.Her iki ayette de,Allah'ın izni olmadan herhangi bir kimsenin koymuş olduğu örf,kanun ve sistemi caiz görenlerin,söz konusu kanun koyucuyu Allah'a ilahlıkta ortak koştukları açıkça belirtilmektedir.

Uluhiyet konusunda meselenin özü

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız tüm ilah kavramları arasında mantıki bir ilişki vardır.Bir kişinin olağanüstü anlamda bir varlığı kendi hami ve yardımcısı,sorunlarının halledicisi, gereksinimlerinin karşılayıcısı, niyazlarının işiticisi, menfaatlendiricisi ve zararlarının gidericisi olarak görmesinin nedeni;ona göre,söz konusu varlığın kainat nizamı üzerinde şöyle ya da böyle bir yaptırım gücü,bir otoriteye sahip olmasındandır.Aynı şekilde birisinden çekinen,korkan ve onun darılmasının kendisine zarar vereceğini,razı olmasının fayda getireceğini düşünen bir kimsenin,bu inanç ve davranışlarının sebebi,bu kişinin söz konusu varlığın bir çeşit otoriteye sahip olduğunu düşünmesindendir.Yine,en yüce tanrıyı kabul etmekle birlikte,ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla başkalarına yönelen kişinin bu davranışı,onun yöneldiği varlığı tanrılık otoritesinde şu veya bu şekilde ortak olarak görmesi nedeniyledir.Benzer bir çıkarsamayla,herhangi bir kimsenin hükmüne,kanun,emir ve yasaklamalarına mutlak itaat ve benimsemek de onu en üstün otorite olarak kabul etmektir.O halde uluhiyetin temel esası egemenliktir.Bu egemenlik,ister kainat nizamı üzerinde olağanüstü bir nitelik arzeden bir anlamda düşünülsün;isterse dünya hayatında,insanın onun hükmü altında olduğu ve yalnızca o hükümlere uymak zorunda bulunduğu manasında alınsın,değişmez.

Kur'an'ın Yaklaşımı

Kur'an'ın, Allah'tan başkasının ilahlığını reddetmede ve yalnızca O'nun ilahlığını ispatlamada tüm gücünü sarfettiği kavram egemenlik kavramıdır.Kur'an'ın bu bağlamdaki yaklaşımı (söylemi) şudur; "göklerde ve yerde tüm yetki ve otorite sahibi Allah (c.c)'tır.Yaratma O'na hastır,nimetler Ondandır,hüküm O'nundur,güç ve kuvvet kesinlikle O'nun elindedir.Her varlık isteyerek veya istemeyerek O'na boyun eğmektedir.O'nun dışında kimsenin ne bir otoritesi vardır,ne hükmü geçer,ne yaratma,yönetme ve düzenlemenin sırrına vakıftır ne de zerre miktarında da olsa O'nun dışında hiçbir ilah yoktur." Bu bağlamda Kur'an'ın müşriklere gönderdiği mesajın ifadesi şudur: "Gerçekten O'ndan başka bir ilah olmadığına göre,sizin başkalarını ilah sanarak yaptığınız bütün ameller tamamen yanlıştır,batıldır.Bu ameliniz niyazda bulunma,iltica isteme,şefaat dileme ya da hükmünü benimseyip itaat etme şeklinde de olsa bir şey fark etmez.Sizin başkalarıyla geliştirmiş olduğunuz tüm bağların yalnız Allah'a has kılınması gerekir.Çünkü otorite sahibi tek başına O'dur."

Bu konuyu Kur'an'ın hangi üslupla kanıtlama yoluna gittiğini geliniz kendi dilinden dinleyelim:

"Göklerde de tek ilah O'dur,yerde de tek ilah O'dur.Hakim ve Alim de O'dur. (yani O,göklerde ve yerde hakimiyet sağlamak için gerekli ilim ve hikmete sahiptir.)" (Zuhruf, 84)

"Hiç yaratanla yaratmayanlar bir olur mu? Bu kadarını da mı anlamıyorsunuz?... Allah'ı bırakıp ta ortak koştukları var ya; hiçbir şey yaratamazlar bilakis kendileri yaratılıyorlar… İlahınız tek bir ilahtır." (Nahl, 17,20-22)

"Ey insanlar,Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini anın.Sizi gökten ve yerden rızıklandıran Allah'tan başka bir yaratıcı var mı?Ondan başka ilah yoktur.O halde,nereye döndürülüyorsunuz." (Fatır, 3)

"De ki,Allah,görmenizi ve işitmenizi giderip,kalplerinizi mühürlese,(yani aklınızı alsa),Allah'tan başka bunları geri getirecek kimdir,hiç düşündünüz mü?" (En'am, 46)

"O,kendinden başka ilah olmayan Allah'tır.Hamd dünyada da ahirette de O'nadır.Hüküm ve otorite yalnızca O'na aittir ve siz de O'na döndürülürsünüz.De ki, "Allah geceyi üzerinize kıyamet gününe kadar çekip uzatsa,Allah'tan başka size aydınlık getirecek kimdir,hiç düşündünüz mü? Artık duymazsınız." Yine,de ki: "Allah gündüzü,üzerinizde kıyamet gününe kadar çekip uzatsa içinde dinlenip rahatladığınız geceyi getirecek Allah'tan başka kimdir,hiç düşündünüz mü? Artık görmezsiniz." (Kasas, 70-72)

"De ki: "Allah'ın dışında (ilah diye) öne sürdüklerinizi çağırın. Onlar göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip değildir. Göklerde ve yerde onların ne bir payları ne de Allah'ın onların arasından bir yardımcısı vardır. Onun katında Onun izin verdiği kimsenin dışında kimse için şefaatin yararı yoktur."

"O gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. O geceyi gündüze,gündüzü de geceye dolar. Güneş ve Ayı buyruğuna almıştır. Bunların her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gider… O bir tek nefisten sizlerin yaratılışını başlattı, (Yani insani yaşamı başlattı) sonra O, bir tek nefisten, onun eşini var etti ve sizlere davarlardan sekiz çift indirdi. O sizleri annelerinizin karnında üç ayrı perde (zar) içerisinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek aşamalı bir şekilde var etmektedir. İşte budur rabbiniz olan Allah. Hükümranlık ancak O'nundur. Ondan başka ilah yoktur. Öyleyse nereye dönüp gidiyorsunuz." (Zümer, 5-6)

"Kimdir gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için su indirip de o suyla, (sizlere kalsa bir ağaç bile bitiremeyeceğiniz) güzel güzel bahçeler bitiren? Allah'a bu işlerde ortak, bir ilah mı var? Ne ki onlar haktan yüz çevirmektedirler. Kimdir yeri oturmaya uygun kılıp arasından nehirler akıtan,orada sarsılmaz dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir engel koyan? Allah'a bu işlerde ortak, bir ilah mı var? Ne ki müşriklerin çoğu bilmezler. Kimdir darda kalındığında kişinin duasına icabet eden, kötülüğü gideren ve sizleri yeryüzünde halifeler kılan (tasarruf yetkisi veren)? Allah'a bu işlerde ortak bir ilah mı var? De ki, siz ne kadar da kıt anlıyorsunuz. Kimdir o, karalar ve denizlerin karanlığında sizlere yol gösteren ve rahmetinin (yani yağmur) hemen önünde rüzgarları bir müjdeci olarak gönderen? Allah'a bu işlerde ortak, bir ilah mı var? Allah onların şirk koştuklarından yücedir. Kimdir O, gökten ve yerden sizi rızıklandıran? Allah'a bu işlerde ortak bir ilahta mı var? De ki: "Ortak koşmada haklıysanız, delillerinizi getirin." (Neml, 60-64)

"Göklerin ve yerin hakimiyeti O'nundur. Çocuk edinmemiştir. Hükümranlığında hiçbir ortağı yoktur. O her şeyi yaratmış ve her şey için tamı tamına bir ölçü belirlemiştir. İnsanlar (ise) Onu bırakıp ta, hiçbir şey yaratamayan, bilakis kendileri yaratılan, kendilerine bile ne zararı ne faydası dokunan, ne ölüm ne hayat ve ne de yeniden diriltme gücüne sahip ilahlar edinmişlerdir." (Furkan, 2-3)

"Gökleri ve yeri yoktan varedendir. Eşi olmadığı halde, çocuk nasıl edinebilir? O her şeyi yaratmış ve her şeyi bilendir. İşte budur rabbiniz olan Allah. O'ndan başka ilah yoktur, her şeyin yaratıcısıdır. O halde O'na ibadet edin. Her şeyin korunup gözetilmesinde vekil O'dur." (En'am, 101-102)

"İnsanlardan kimi Allah'tan başka eşler tutar. Allah'ı sever gibi onları severler. İnananlar ise en çok Allah'ı severler. Zulmedenler azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi." (Bakara, 165)

"De ki: Allah'tan başka yalvardıklarınızı gördünüz mü? Bana gösterin, onlar yerden neyi yarattılar? Yoksa gökler(in yaratılışın)da onların bir ortaklığı m var? Eğer doğru iseniz bundan önce (inmiş olan) bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı getirin. Allah'ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar, bunların yalvardıklarından habersizdirler." (Ahkaf, 4-5)

"Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı kainat nizamı alt üst olurdu. Arşın (yani kainatın saltanat tahtının) rabbi olan Allah, onların vasfedegeldiklerinden münezzehtir. O, yaptıklarından sorulmaz, onlar ise sorulurlar." (Enbiya, 22)

"Allah ne bir evlad edinmiş ve ne de O'nunla birlikte bir ilah vardır. Eğer böyle olsaydı her ilah yarattıklarıyla ayrılıp müstakil olur ve her biri birbirine üstün gelmeye çalışırdı." (Mü'minun, 91)

"Ey peygamber de ki: Onların dedikleri gibi, eğer Allah'la birlikte başka ilahlar olsaydı, arşın sahibinin hakimiyetini ele geçirmek için çareler ararlardı. Onların söyleyegeldiklerinden Allah yüce ve münezzehtir." (İsra, 42-43)

Bu ayetlerde başından sonuna kadar bir tek ana fikir göze çarpmaktadır.Şöyle ki;ilahlık ve otorite birbirinin ayrılmaz parçalarıdır.Anlam ve espri itibariyle de ikisi tek bir şeydir.Otoritesi olmayan ilah da olamaz ve ilah olmaması gerekir.Dolayısıyla otoriter olan ancak ilah olabilir ve onun ilah olması gerekir.Çünkü bir ilaha olan gereksiniminiz veye bu gereksinme nedeniyle bir kimseyi ilah olarak kabul etmeniz gerekiyorsa,bunlardan hiçbiri egemenlik olmadan karşılanamaz.Öyleyse egemenliği söz konusu olmayanın ilah olması anlamsız,gerçeklere aykırıdır.Böyle bir ilaha yönelmek son derece saçma ve yararsızdır.

Bu ana temadan hareketle,Kur'an-ı Kerim'in gündeme getirdiği delilleri,başlangıç ve sonuçları itibariyle aşağıdaki sıralama ile daha iyi anlamak mümkün olur:

1. Sıradan birer işler olarak görülen gereksinimleri karşılama,sorunları çözme,himaye etme,imdat ve yardıma koşma,koruma ve kollama,dualara icabet etme,aslında sıradan işler olmayıp,bunların bir ucu bütün bir kainat nizamını yaratan ve yöneten bir otoriteye dayanmaktadır. Küçük ve önemsiz gereksinimler üzerinde şöyle bir düşünseniz,gök ve yerin o muhteşem fabrikasında,sayısız sebeplerin toplu devinimleri olmadan,söz konusu basit ihtiyaçları bile karşılamanın imkansız olduğunu anlarsınız.İçmiş olduğunuz bir bardak suyun,yemiş olduğunuz bir tahıl tanesinin oluşması için bile, Allah bilir;güneş,toprak,rüzgar ve denizlerin ne gibi fonksiyonlarda bulunması gerekiyor. O halde sizin dualarınızı işitmek ve gereksinimlerinizi karşılamak için,sıradan bir güç değil de gökleri ve yeri yaratabilecek, gezegenleri hareket ettirebilecek,rüzgarları estirebilecek,yağmurları yağdırabilecek,kısaca,tüm evrenin düzen ve intizamını sağlayabilecek mutlak bir kudret ve otorite lazımdır.

2. Bu egemenlik (kudret ve otorite) bölünemez bir bütündür. Yaratma gücünün bir kimsede,rızıklandırma yetkisinin bir başkasında,güneşin birinin kontrolünde,yerin bir başkasının hakimiyeti altında,hastalık ve sıhhat vermenin birisinin yetkisinde,öldürme ve yaşatmanın bir diğerinin kontrolünde olması imkan dışıdır. Böyle olsaydı bu kainat nizamı asla yürümezdi. Bu yüzden tüm yetki ve güçlerin bir tek merkezi hükümranın elinde toplanması zaruridir. Kainat nizamı vakıanın böyle olmasını gerektirmektedir ve gerçek de böyledir.

3. Tüm egemenliğin bir tek otoritenin elinde bulunması ve bu egemenlikte hiçbir kimsenin zerre kadar bile hissesinin olmaması gerektiğine göre,şüphesiz,uluhiyetin de hiç kimseyle paylaşılmaksızın tümüyle söz konusu otoriteye mahsus olması gerekir. Ondan başka kimsenin insanların feryatlarını işitmeye,dualarını kabul etmeye iltica vermeye,insanlara hami,yardımcı ve veli olmaya,fayda veya zarar vermeye gücü yoktur. O halde,ne gibi bir ilah düşüncesine sahip olursanız olun,ilahlık kavramı Allah'tan başka bir ilah olmamasını gerektirmektedir. Hatta,kainatın hakimi nezdinde, O'na yakınlığı hasebiyle çok az da olsa sözünün geçmesi,şefaatinin kabul edilmesi manasında bile hiçbir ilah yoktur.Onun hükümranlık nizamında kimsenin parmağını oynatmaya bile gücü yetmez. Hiç kimse O'nun işlerine burnunu sokamaz. Şefaatleri kabul ya da reddetme tamamıyla Onun insiyatifindedir. Ona şefaatini zorla kabul ettirebilecek hiçbir güç yoktur.

4. Hakimiyet ve egemenliğin ne kadar çeşidi varsa,hepsinin bir tek yüce hakimin zatında odaklaşması ve egemenliğin en basit bir parçasının bile başkasına devredilemeyeceği yüce otoritenin vahdaniyetinin, yani birliğinin bir gereğidir. Yaratıcı O ise ve yaratma da O'na bir ortak yoksa;rızıklandırıcı O ise ve rızık vermede O'na bir eş yoksa,tüm kainat nizamının yürütücüsü (müdebbir) ve yöneticisi (munazzim) O ise,ve bu yürütme ve yönetme işinde O'nun bir ortağı yoksa,o halde,yargı,yürütme ve yasamanın da O'na ait olması gerekir. Ve bu hususta da O'nun hiç kimseyle ortak olmasını gerektirecek bir sebep yoktur.Nasıl ki,O'nun egemenliği noktasında O'ndan başka bir imdada koşan,gereksinimleri karşılayan ve himaye edenin bulunmasını düşünmek batıldır;aynı şekilde,O'nun mutlak egemenliğine rağmen,bir başkasının egemen bağımsız,hükümran ve özgür kanun koyucu olduğuna inanmak da son derece batıldır.Yaratma ve rızıklandırma,diriltme ve öldürme,güneş ve ayın boyun eğdirilmesi,gece ve gündüzün birbiri peşine çevrilmesi,kaza ve kader,hüküm ve hükümranlık,emir ve kanun koymanın her biri tek külli egemenlik ve hakimiyetin çeşitli boyutlarıdır ve bu egemenlik ve hakimiyet bölünemez bir bütündür.Allah'ın hükmü olduğuna dair delili olmadan herhangi bir hükme itaatı zorunlu gören kimse,Allah'tan başkasına el açıp dua eden bir kimsenin şirke bulaştığı gibi şirke bulaşmaktadır.Aynı şekilde,siyasi manada kendisini mülkün hakimi,üstün güç ve mutlak otorite sahibi olduğunu iddia eden bir kimsenin durumu da "Ben sizin veliniz,yardımcınız ve koruyup kollayıcınızım" demek suretiyle metafizik manada ilahlık iddiasında bulunan bir kişinin durumuna benzemektedir.Bu nedenle,Allah'ın yaratma,eşyanın takdiri ve kainatın yönetimi hususunda ortaksız olduğunun zikredildiği yerlerde "Hüküm O'na mahsustur" , "Mülk O'nundur" ve "Mülkte O'nun hiçbir ortağı yoktur" ibarelerinin kullanılması,ilahlık kavramının padişahlık ve hükümranlık kavramlarını da kapsadığına ve uluhiyetin (ilahın) bu anlamları itibariyle de Allah'a ortak koşulmasının kabul edilemeyeceğine açıkça delalet etmektedir.

Bu konu aşağıdaki ayetlerde biraz daha genişçe ifade edilmiştir:

"De ki; Ey Allah'ım, sen sahibi olduğun mülkünde istediğine iktidar verir istediğinden alırsın; dilediğine izzet verir, dilediğini zelil kılarsın." (Al-i İmran, 26)

"Hakiki hükümdar olan Allah üstündür, yücedir. O'ndan başka ilah yoktur. Arş-ı A'la'nın maliki O'dur." (Mü'minun, 116)

"De ki; İnsanların Rabbine, insanların hükümdarına, insanların ilahına sığınırım…" (Nas, 1-3)

"Herkesin ortaya çıktığı ve hiç kimsenin sırrının Allah'a gizli kalmadığı gün, "Şimdi, hükümranlık kimindir?" denir. Bunun cevabı, "gücü herkese yeten tek Allah'ındır" dan başka bir şey olmaz." (Mü'min, 16)

İmam Ahmed'in Hz.Abdullah bin Ömer'den (r.a.) rivayet ettiği hadis, bu ayeti en güzel bir şekilde tefsir etmektedir. Bu hadiste Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) bir hutbesinde şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

"Allah Teala gökler ve yeri avucuna alıp, Hükümran benim, Cebbar benim, Mütekebbir benim, neredeler yeryüzünün hükümdarları? Nerede cebbarlar, nerede mütekebbirler? diye seslenir." Abdullah bin Ömer, hutbede bu ibareleri okurken, Peygamber Efendimizi bir titremenin tuttuğunu, öyle ki O minberden düştü düşecek diye korkuya kapıldıklarını rivayet etmektedir.

Seyyid Ebu'l A'la el-Mevdudi (Kur'an'ın Dört Temel Terimi)
 
İ Çevrimdışı

İbnu'l Harise

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
RAB NEDİR?

Kur'an'ı Kerimde RAB Kelimesinin Çeşitli Kullanış Şekli:

1.Mürebbi,gereksinimleri karşılayan,terbiye veren ve yetiştiren;
2.Kefil,gözetici,koruyup kollayan,ıslahla sorumlu olan;
3.Çeşitli kimselerin oluşturduğu bir toplulukta merkezi bir sıfata sahip olan;
4.Kendisine bağlananların efendisi,sözü geçen,üstünlüğü ve yüceliği kabul edilen ve tasarruf hakkına sahip,itaat ve boyun eğilen efendi,güç ve egemenlik sahibi reis;
5.Malik,efendi.

Rab kelimesi Kur'an-ı Kerim'de yukarıda açıkladığımız tüm manalarda kullanılmıştır.Ayetlerde,bazen bu manalardan sadece bir ya da ikisi bazen daha fazlası bazen de beş anlamıyla birden kullanılmıştır.Bunu Kur'an-ı Kerim'den çeşitli misaller vererek daha da açık bir şekilde göstermek istiyoruz:

a. Rabb'ın ilk manada kullanılışına misal:

"O (Yusuf) (Bundan) beni güzel bir şekilde korumuş olan Rabbime sığınırım dedi." (Yusuf, 23)

b. Birinci manayı da kısmen ihtiva eden ikinci manada kullanılışına misal:

"Doğrusu sizin bu mabudlarınız benim düşmanımdır.Benim dostum,ancak beni yaratmış olan ve hidayete erdiren,beni yediren ve içiren,hastalandığımda bana şifa veren,alemlerin rabbidir." (Şuara, 77-80)

"Sahip olduğunuz ne kadar nimet varsa,hepsi Allah'tandır.Sonra,herhangi bir belaya düşerseniz,şaşkın bir halde hemen O'na yönelirsiniz.Ancak O,sizden belayı giderince, (bütün bu nimetler ve sıkıntıları gidermelere rağmen) sizlerden bazıları rablerine başkalarını ortak koşarlar." (Nahl, 53-54)

"De ki: Her şeyin rabbi yalnız O iken,Allah'tan başka rabler mi arayayım?" (En'am, 164)

"Doğunun da batının da rabbi O'dur.O'ndan başka ilah yoktur.Öyleyse O'nu vekil (tüm işlerinde kefil ve mesul) tut." (Müzzemmil, 9)

c.Rabb'ın üçüncü anlamda kullanılışına misal:

"O rabbinizdir ve dönüşünüz O'nadır." (Hud, 34)

"Sonra,dönüşünüz rabbinizedir." (Zümer, 7)

"De ki: Rabbimiz sonunda hepimizi toplar." (Sebe, 26)

"Sizin gibi bir ümmet olmayan,ne yeryüzünde bir canlı ne de havada iki kanadıyla uçan bir kuş vardır.Biz kitabımızda bunlardan hiçbirini gözümüzden kaçırmadık.Sonra,onların hepsi rableri(nin huzuruna) toplanacaklardır." (En'am, 38)

"Sura üfürülünce,onların hepsi mezarlarından rableri(nin huzuru)na koşarak çıkarlar." (Yasin, 51)

d. Rab kelimesinin az çok üçüncü manayı da ihtiva eden dördüncü manada kullanılışına misal:

"Onlar Allah'ı bırakıp ta alimlerini ve dervişlerini rabler edindiler." (Tevbe,31)

"Bizden hiçbir kimse Allah'tan başkasını rab edinmesin." (Al-i İmran, 64)

Bu son iki ayette erbab (rabler) kelimesi ile kastedilen,milletlerin ve toplumların kesin olarak kendi önder ve liderleri olarak benimsedikleri kimselerdir.Bu kimselerin uyguladıkları emir ve nehiyler,kural ve kanunlar,helal ve haramlar herhangi bir delile ihtiyaç duyulmaksızın kabul edilmekte ve onlar haddi zatında kendilerini hüküm ve yasak koyma hakkına haiz görmektedirler.

"Yusuf (a.s) dedi ki: Sizlerden biri rabbine (efendisine) şarap içirecek… ve bu ikisinden kurtulacağını sandığına Yusuf rabbinin (efendinin) yanında beni an dedi.Ancak,şeytan rabbine (efendisine) onu hatırlatmayı unutturdu…" (Yusuf, 41-42)

"Haberci Yusuf'a geldiği zaman Yusuf ona; rabbine (efendine) geri dön ve ellerini kesen kadınların durumunu sor dedi.Muhakkak ki Rabbim onların tüm hilelerini bilir." (Yusuf, 50)

Bu ayetlerde Hz.Yusuf Mısırlıları muhatap alarak Mısır Firavununu onların rabbi olarak nitelemiştir.Çünkü Mısırlılar Firavunun merkezi kişiliğini ve üstün otoritesini kabul etmekte,onu emretme ve nehyetmeye tam yetkili olarak görmektedirler.Şu halde o,onların rabbi idi.

e. Beşinci manada rab kelimesinin kullanılışına misal:

"Öyleyse onlar,kendilerini açken rızıklandıran ve korkudan emin kılan bu evin sahibine ibadet etsinler." (Kureyş, 3-4)

"Onur ve egemenlik sahibi Rabbin,onların yakıştırdığı tüm noksan sıfatlardan beridir." (Saffat, 180)

"Arşın maliki rabbin,onların yakıştırdığı tüm noksan sıfatlardan beridir." (Enbiya, 22)

"(Onlara) sor ki yedi göğün ve yüce arşın sahibi kimdir?" (Mü'minun, 86)

"Göklerin,yerin,bunlar arasında ne varsa ve üzerine güneş doğan her şeyin malikidir O." (Saffat, 5)

"Doğrusu Şi'ra'nın (yıldız) sahibi de ancak O'dur." (Necm, 49)


Rububiyet Konusunda Sapıklığa Düşen Bazı Kavimlerin Görüşleri:

Bütün bu misallerden rab kelimesinin anlamı şüphe götürmez bir şekilde ortaya çıkmaktadır.Şimdi bizim sapık kavimlerin rububiyetle ilgili görüşlerini incelememiz Kur'an-ı Kerim'in onları hangi noktalardan ve niçin reddetme yoluna gittiğini ve buna karşılık Kur'an'ın insanları nasıl bir rububiyet anlayışına çağırdığını gözden geçirmemiz gerekir.Bu noktada meselenin tamamen açıklığa kavuşabilmesi için Kur'an'da söz konusu edilen sapık kavimlerin ayrı ayrı incelenip,görüşlerinin tartışılması daha uygun gözükmektedir.

Nuh (a.s)'un Kavmi:

Kur'an-ı Kerim'den açıkça anlaşılmaktadır ki bu kavmin mensupları Allah'ın varlığını inkar etmiyorlardı.Hz.Nuh (a.s)'un kendilerini hak dine davet etmesine karşılık olarak bu kavmin verdiği cevabı Kur'an-ı Kerim aynen şöyle aktarmaktadır:

"Bu kişi,sizin gibi insandan başka bir şey değildir.Size üstün gelmek (size hakim olmak) istiyor.Eğer Allah herhangi bir elçi göndermek isteseydi melekleri gönderirdi."(Müminun, 24)

Onlar Allah'ın yaratıcı olduğunu kabul ediyor ve hatta Rabbin birinci ve ikinci manasıyla Rab olduğunu yadsımıyorlardı.Nitekim Hz.Nuh (a.s) onlara:

"O rabbinizdir ve O'na döndürüleceksiniz." (Hud, 34)

"Rabbinizden bağışlanma dileyin,O bağışı oldukça bol olandır." (Nuh, 10)

"Allah'ın yedi göğü nasıl kat kat yarattığını,aralarında aya aydınlık verip güneşin ışık saçmasını sağladığını ve Allah'ın sizi yerden bitki bitirir gibi nasıl bitirdiğini görmez misiniz?" (Nuh, 15-17)
şeklinde hitap ettiğinde,onlardan hiçbiri Allah'ın rableri olmadığını veya gökleri,yeri ve kendilerini O'nun yaratmadığını ya da kainat nizamını O'nun yürütmediğini söylememiştir.

Onlar,Allah'ın ilahları olduğunu da inkar etmiyorlardı.Bu yüzdendir ki,Hz.Nuh (a.s) davetini onlara "Sizin Ondan başka ilahınız yoktur" ibaresiyle sunmuştur.Aksi taktirde,eğer onlar Allah'ın ilahlığını yadsır bir pozisyonda olsalardı,Hz.Nuh (a.s) davetini "Allah'ı ilah tutun" şeklinde sunardı.

O halde onlarla Hz.Nuh (a.s) arasındaki çekişmenin özü ne idi? Kur'an-ı Kerim ayetleri dikkatlice incelenirse,söz konusu çekişmenin temelini iki noktanın oluşturduğunu gözlemleriz:

1. Hz.Nuh (a.s)'un öğretisi şuna dayanmaktaydı;Sizlerin de benimsediğiniz gibi, (ey kavmim) alemlerin rabbi,tüm kainatın yaratıcısı ve tüm gereksinimlerinizin karşılayıcısı ve kefili olan Allah,aslında sizin tek ilahınızdır.Ondan başka hiçbir ilah yoktur.Sizin ihtiyaçlarınızı giderecek,sorunlarınızı çözecek,niyazlarınızı işitecek ve yardımınıza koşacak başka bir varlık yoktur.O halde O'na boyun eğiniz.

"Ey milletim,Allah'a ibadet edin,O'ndan başka ilahınız yoktur… Ben ancak alemlerin Rabbinin elçisiyim ve size rabbimin çağrılarını iletiyorum." (A'raf, 59-62)

(Hz.Nuh'un) aksine kavmi,alemlerin Rabbi'nin yalnızca bir tek Allah olduğunu kabul etmekle birlikte,başkalarının da ilahlık düzeninde az çok katkısı bulunduğu,gereksinimlerinin onlara da bağlı olduğu ve bu yüzden de Allah'la birlikte,başkalarını da ilah olarak benimsedikleri üzerinde ısrar ediyorlardı.

"Onların önderleri ve ileri gelenleri (ey kavmimiz),ilahlarınızı sakın bırakmayın, ved,suva,yegus,yeuk ve nesr'den sakın vazgeçmeyin dediler." (Nuh, 23)

2. Nuh kavmi, Allah'ı yalnızca yaratıcıları, yer ve göklerin maliki ve kainat düzeninin en yüce yürütücüsü anlamında rab olarak görüyordu. Ancak onlar ahlak,davranış,medeniyet, siyaset ve hayatın her muamelesinde yüce otoritenin O'nun hakkı olduğuna kail değildiler.O'nun tek başına önder,kanun koyucu,emretme ve nehyetme selahiyetine sahip olduğunu bir türlü kabullenemiyor,yalnızca O'na itaat edilmesi gerektiğini onaylamak istemiyorlardı.Onlar,bütün bu muamelelerde kavmin ileri gelenleri ve dini önderlerini rabler edinmişlerdi.Onların bu davranışı hilafına Hz.Nuh (a.s) onlardan rububiyeti parçalamamalarını,tam ve bütün anlamıyla yalnız Allah'ı rab olarak kabul etmelerini ve O'nun elçisi olması hasebiyle,kendilerine iletmekte olduğu kanun ve hükümlere tabi olmalarını istiyordu.

"Ben,Allah'ın sizlere gönderdiği güvenilir elçisiyim.Öyleyse Allah'tan korkun da bana itaat edin." (Şuara, 107-108)

İbrahim (a.s) Kavmi ve Nemrud:

Bu kavmin kralı Nemrud hakkında yanlış bir genel anlayış vardır.O'nun Allah'ı inkar ettiği ve bizzat kendisini ilah olarak gördüğü sanılmaktadır.Oysa,Nemrud Allah'ın varlığını kabul etmekte ve O'nun yaratıcı ve kainat nizamının yürütücüsü olduğuna inanmaktadır.Ancak,rab teriminin üçüncü,dördüncü ve beşinci anlamları itibariyle kendisinin de Rab olduğu davasını gütmekteydi… Yine aynı şekilde,Semud kavminin de Allah'ı hiç tanımadığı ve O'nu ilah ve Rab olarak kabul etmediği şeklinde genel bir yanlış anlayış vardır.Halbuki bu kavmin durumunu da Nuh (a.s), Ad ve Semud kavimlerinden farklı değildir.Onlar da Allah'ın varlığını kabul ediyor,O'nun rab olduğunu,yerin ve göklerin yaratıcısı ve kainat nizamının yürütücüsü olduğunu biliyorlardı.Allah'a ibadet etmeyi inkar da etmiyorlardı.Ancak,terimin birinci ve ikinci anlamıyla gök cisimlerini de rububiyete ortak görüyor,bu nedenle Allah'la birlikte onları da mabud kabul ediyorlardı.Öte yandan üçüncü,dördüncü ve beşinci manaları itibariyle de padişahlarını rabler edinmişlerdi.
Kur'an'ın bu konudaki izahları o denli açık olmasına karşın,insanların bu meseleyi anlamaktan uzak kalmalarına şaşırmamak elde değil.Her şeyden önce,Hz.İbrahim (a.s) henüz peygamber değilken,onun hakkı arama yolunda izlediği aşamaları gösteren ve aklını kullanarak onu hakka ulaştıran olayı ele alalım:

"Üzerine gece (karanlığı) çökünce bir yıldız gördü.İşte benim rabbim dedi.Yıldız batınca da 'Batanları sevmem' dedi.Ayı parlarken görünce 'İşte benim rabbim' dedi.Ancak o da batınca 'eğer rabbim bana doğru yolu göstermeseydi şüphesiz sapıklardan olurdum' dedi.Güneşi parlarken görünce 'işte benim rabbim,bu hepsinden büyük' dedi. Ancak,o da batınca, 'Ey kavmim! Ben,sizin (Allah'a) şirk koştuklarından uzağım' dedi. Doğrusu ben yüzümü gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve ben şirk koşanlardan değilim." (En'am, 76-79)

Yukarıdaki ayetlerden Hz.İbrahim (a.s)'in içinde gözlerini dünyaya açtığı toplumda gök cisimlerinin rabliği düşüncesinin yanında göklerin ve yerin yaratıcısı ve bu yaratıcının rab olduğu düşüncesinin,mevcut olduğu açıkça anlaşılmaktadır.Böyle bir düşüncenin var olmaması için bir sebep yoktur.Çünkü bu kavim Hz. Nuh(a.s.)'a iman etmiş olan müslümanların neslindendi ve bunların yakın akrabaları ve komşuları olan Ad ve Semud kavimlerine peyderpey gönderilen peygamberler vasıtasıyla İslam dini yenilenerek ihya ediyordu.

"Onlara önlerinden ve arkalarından peygamberler geldi"(Fussilet,14) ayet buna delalet etmektedir. O halde Hz.İbrahim(a.s.) Allah'ın göklerinde ve yerin yaratıcısı ve rabbi olduğu düşüncesini çerçevesinden almıştı.Tabii ki onun kafası kurcalayan şöyle bir soru vardı; Rububiyet Allah'la birlikte ay, güneş ve yıldızların ortak olması şeklinde kavmi içerisinde doğup yaygınlaşan düşünce ve buna dayanarak bu insanların ubudiyette de onların Allah'a ortak koşmaları ne ölçüde gerçeklere uyuyordu?
Nitekim, İbrahim (a.s.) nübüvvetinden önce, bu soruyu cevaplandırmanın peşine düşmüş ve gök cisimlerinin doğuş ve batışındaki eksiksiz düzen İbrahim (a.s.) için yerin ve göğün yaratıcısından başka rab olmadığı hakikatini yakalamada yoldaki işaretler vazifesini görmüştür.Bu nedenle Hz. İbrahim (a.s.) ayı batarken görünce "eğer rabbim,yani Allah,beni doğruya yöneltmeseydi benim de hakikate ulaşamamamdan ve etrafımdaki yüzbinlerce insan gibi dış görünüşlere aldanmamdan korkulurdu"demektedir.
Daha sonraları Hz. İbrahim (a.s.) nübüvvet makamıyla şereflenince Allah'a davete başladı. O'nun bu daveti sunarken kullandığı ibareler üzerinde durulursa bizim yukarıda açıklamaya çalıştığımız konu biraz daha aydınlanacaktır.İbrahim(a.s.)şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerinin uluhiyet ve rububiyete ortak olduklarına dair Allah sizlere hiçbir senet (delil) göndermediği halde, siz onları Allah'a ortak koşmaktan korkmazken,ben neden sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan korkayım?" (En'am,81)

"Sizden de, sizin Allah'tan başka çağırdıklarınızdan da uzak duruyor ve Rabbime sığınıyorum." (Meryem,48)

"O (İbrahim) 'Hayır, rabbimiz ancak, göklerin ve yerin rabbidir. Bütün bunları O yaratmıştır' dedi ... O halde Allah'ı bırakıp ta size hiçbir fayda ve zarar vermeyecek olan başkalarına mı tapıyorsunuz?" (Enbiya,56-66)

"Bir zaman İbrahim babası ve kavmine şöyle demişti: Siz kime tapıyorsunuz? Allah'ı bırakıp ta kendi uydurduğunuz ilahlara kulluğu mu istiyorsunuz? O halde alemlerin rabbi hakkında düşünceniz nedir?" (Saffat, 85-87)

"(İbrahim (a.s) ve O'na inananlar kavimlerini muhatap alarak) şöyle dediler: Biz sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız.Sizi(n dininizi) inkar ettik.Artık bizimle sizin aranızda bir tek Allah'a iman edinceye kadar ebedi düşmanlık ve öfke baş göstermiştir." (Mümtehine, 4)

Hz.İbrahim'in bütün bu sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır ki,O'nun muhatapları Allah'tan kesinlikle habersiz,O'nun alemlerin rabbi ve mabudu olduğunu bilmeyen ya da inkar eden kimseler değillerdi.Bilakis Hz.İbrahim'in kavmi Allah'a rububiyet (birinci ve ikinci anlamda) ve uluhiyette başkalarını ortak koşmaktaydı.Bu yüzden Kur'an'ın hiçbir yerinde Hz.İbrahim (a.s)'in kavmini Allah'ın varlığına ve O'nun rab ve tek ilah olduğuna inandırmaya çalıştığını gösteren bir ayet yoktur.Bilakis konuyla ilgili her ayette sadece Allah'ın rab ve ilah olduğu olgusu işlenmektedir.

Konunun Nemrud'la ilgili boyutuna gelince;Onun Hz.İbrahim (a.s)'le yaptığı tartışma Kur'an-ı Kerim'de aynen şöyle nakledilmektedir:

"Allah kendisine hükümdarlık verdi diye İbrahim'le,Rabbi hakkında tartışanı gördün mü? İbrahim ona 'Ölüm de hayat ta Rabbimin elindedir' deyince,o da 'Ben de öldürür ve diriltirim' demişti.İbrahim 'doğrusu,Allah güneşi doğudan doğduruyor,sen de onu batıdan doğdursana' deyince de afallayıp kalmıştı." (Bakara, 258)

Kur'an'ın naklettiği bu konuşmadan,asıl tartışmanın Allah'ın var olması ya da yok olması hakkında değil de,İbrahim'in (a.s) kimi "rab" olarak gördüğü konusunda olduğu açıkça anlaşılmaktadır.Şöyle ki;ilk olarak,Nemrud Allah'ın varlığını kabul eden bir kavme mensuptu.İkinci olarak,Nemrud'un yerin ve göğün yaratıcısı,ayın ve güneşin yürütücüsü olmak gibi ahmakça bir iddiaya kalkışabilmesi için,katıksız bir deli olması gerekirdi.O halde o "Ben Allah'ım" veya "Ben göklerin ve yerin rabbiyim" gibi bir iddiaya kalkışmamıştı.Bilakis Nemrud, İbrahim (a.s)'in de bir fert sıfatıyla yaşadığı ülkenin rabbi olduğunu savunuyordu.Onun bu rablik iddiası,rububiyetin birinci ve ikinci anlamları itibariyle değildi.Çünkü bu bağlamda bizzat Nemrut ta ;ay,güneş ve yıldızların rububiyetine inanıyordu.Şu da varki,o kendisini ubudiyetin üçüncü,dördüncü ve beşinci manaları itibariyle,ülkesinin rabbi olarak görüyordu.Yani,onun iddiası şuydu; "Ben bu ülkenin sahibiyim,ülkenin tüm sakinleri benim kulumdur.Benim merkezi otoritem onların toplum düzeninin temelini oluşturmaktadır.Benim buyruklarım vatandaşlarım için kanundur."

Ayette geçen "Allah kendisine hükümranlık verdi diye" ibaresiyle onun,bu rububiyet iddiasının temelini hükümranlık sanısına dayandırdığına işaret edildiği açıkça anlaşılmaktadır.Nemrud,kendi tebaasından İbrahim isimli bir gencin ne ayın,güneşin ve yıldızların olağanüstü rububiyetini ve ne de vaktin padişahının siyasi ve toplumsal rububiyetini kabul etmediğini duyunca şaşırır ve Hz.İbrahim (a.s)'i çağırarak "öyleyse kimi rab kabul ediyorsun?" diye sorar.İbrahim (a.s) buna cevap olarak ilk önce, "ölüm ve hayat benim Rabbimin gücü dahilindedir" demiştir.Ancak Nemrud bu sözdeki inceliği yakalayamadığından "Ölüm ve hayat benim de gücüm dahilindedir,istediğimi öldürür istediğimin canını bağışlarım" diyerek kendi rububiyetini kanıtlamak ister.Bunun üzerine Hz.İbrahim (a.s) "Ben yalnızca Allah'ı rab olarak kabul ediyorum,rububiyetin bütün anlamları itibarı ile,bana göre rab,sırf Allah'tır.Güneşin doğuş ve batışı üzerinde zerre kadar bile etkisi olamadığı halde bu kainat nizamında başkasının rububiyetine nasıl yer verilebilir?" diye cevap verince,zeki bir kişi olan Nemrud,bu delili işitince hakikati kavramıştı.Gerçekten de Allah'ın bu saltanatında onun rablik iddiası batıl bir kuruntudan başka bir şey değildi.Bu yüzden sesi soluğu kesilip öylece kalakalır.Ancak,bencilliği,şahsi ve ailevi menfaatlere kölelik derecesinde bağımlılığı,hakkın gün gibi ortaya çıkmasına karşılık Nemrud'un keyfince yürüttüğü hükümranlık makamından inip Allah ve O'nun rasulüne itaata yanaşmasına engel oldu.Bu nedenle Nemrud'la İbrahim (a.s) arasındaki tartışmadan sonra Allah Teala; "Hayır,Allah zalimleri hidayete erdirmez" buyurmaktadır.Yani Nemrut,hakkın ortaya çıkmasından sonra,tutması gereken yolu tutmayıp,despotça idaresini sürdürmüş,hem başkalarına ve hem de kendisine zulmetmeyi tercih etmiş,Allah da onu hidayet aydınlığından mahrum bırakmıştır.Çünkü,bizzat istemeyene hidayetini zorla dayatması Allah'ın sünnetinden değildir.

Firavun ve Hanedanı:

Şimdi de,hakkında Nemrud ve kavminden daha fazla oranda yanlış kanılar bulunan Firavun ve kavmini ele alalım.Firavun hakkında,onun sadece Allah'ı inkarla kalmayıp,kendisini tanrı olarak gördüğü şeklinde bir genel kanı vardır.Yani o,herkesin gözü önünde,açıkça,yerin ve göğün yaratıcısı olduğunu iddia edecek kadar aklını oynatmış ve kavmi de onun bu iddialarına kanacak derecede akılsız idi!... Oysa,Kur'an-ı Kerim ve tarihteki veriler uluhiyet ve rububiyet noktasında,Firavun ve kavminin sapıklığının, Nemrud'un ve kavminin yoldan çıkmışlığından pek fazla farkının olmadığı hakikatini gözler önüne sermektedir.Aralarındaki fark yalnız şudur:O ortamda,siyasi sebepler dolayısıyla İsrailoğullarına yönelik milliyetçi bir zıtlaşma ve taassuba dayalı bir düşmanlık baş göstermişti.Bunun sonucu olarak günümüzde de ateistlerin çoğunda olduğu gibi,Allah'ın rab ve ilah oluşu,kalblerde gizlice itiraf edilmesine rağmen,sırf inat yüzünden görünürde inkar ediliyordu.
Aslında meselenin özü şudur; Hz.Yusuf (a.s) Mısır'da iktidarı ele aldıktan sonra,İslam öğretisinin yayılması için tüm gücünü sarfetmeye başlamıştı.Hz.Yusuf'un davetinin Mısır üzerindeki etkileri o kadar derindi ki,yüzyıllar boyunca bu etkileri silmeye kimsenin gücü yetmedi.O halde,firavun devrinde,bütün Mısır halkı hak dini üzere olmasa da,Mısır'da herhangi bir kimsenin Allah'ı tanımaması,ya da göklerin ve yerin yaratıcısının O olduğunu bilmemesi mümkün değildi.Sadece bununla da kalmayıp,Hz.Yusuf (a.s)'un öğretileri her Mısırlı üzerinde,en azından metafizik manada Allah'ı,ilahların ilahı ve rablerin rabbi olarak kabul edecek ve hiçbir Mısırlının Allah'ın uluhiyetini inkar etmeyecek derecede etkisi vardı.Bununla beraber,onlardan küfür üzerinde ayak direyenler,uluhiyet ve rububiyette Allah'a başkalarını ortak koşuyorlardı.Hz.Yusuf (a.s)'un bıraktığı bu etkiler Hz.Musa'nın peygamberliğine kadar süregelmiştir.
Nitekim,bir Kıpti liderin,Firavun'un sarayında yapmış olduğu konuşma,bunun açık delilidir.Firavun,Hz.Musa (a.s)'yı öldürmek istediğini açığa vurunca,Müslüman olmasına rağmen bunu gizleyen,saraydaki Kıptilerin bir reisi,dayanamayarak şöyle der:

"Rabbinizden size apaçık ayetler getirdiği halde,Rabbim Allah'tır dediği için mi bu şahsı öldüreceksiniz? Eğer yalancı ise,yalanının vebali kendisine.Ama,eğer doğru sözlü ise,sizi tehdit edegeldiklerinin bir kısmının da olsa başınıza gelebileceğinden sizi sakındırmaktadır.Şüphesiz Allah aşırı yalancıyı doğru yola iletmez.Ey kavmim,bugün iktidar sizin,yeryüzünde galip sizsiniz,ancak,eğer yarın Allah'ın azabı gelir çatarsa bize kim yardım eder…" (Mümin, 28-29)

"…Ey kavmim,nice büyük kavimlerin üzerine gelen o günün,size de gelmesinden ve sonunuzun Nuh,Ad,Semud ve onlardan sonra gelen kavimlerinki gibi olmasından korkarım…" (Mümin,30-31)

"Daha önce Yusuf da size apaçık burhanlar getirmişti. Onun getirdiklerinden de şüphelenip durmuştunuz.Sonunda Yusuf ölünce"Allah ondan sonra elçi göndermeyecek" demiştiniz." (Mümin, 34)

"Ey kavmim,ne tuhaftır ki ben sizi kurtuluşa davet ettiğim halde,siz beni ateşe çağırıyorsunuz.Siz beni Allah'ı inkar etmeye ve bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz.Bense sizi O aziz ve çok bağışlayana çağırıyorum." (Mümin, 41-42)

Bu ayetler Hz.Yusuf (a.s)'un üstün şahsiyetinin etkilerinin aradan birkaç yüzyıl geçmesine rağmen hala devam ettiğine açıkça delalet etmektedir.
Bu yüce peygamberin öğretisinden etkilenmiş olmaları hasebiyle,Mısır halkı,Allah'ın varlığından; O'nun ilah ve rab olarak tabiat güçleri üzerindeki hüküm ve tasarrufundan;gazabından korkulan,rahmetine ümit bağlanan üstün ve kahir bir mabut olduğundan büsbütün habersiz kalmaları mümkün değildi.
Son ayetten şu da açıkça anlaşılmaktadır ki,bu kavim,Allah'ın uluhiyet ve rububiyetini kati bir şekilde inkar etmeyip,bunların sapıklığı da diğer kavimlerde açıkladığımız cinstendi.Yani,uluhiyet ve rububiyet bağlamında Allah'a başkalarını ortak koşuyorlardı. Firavun meselesinde şüpheleri üzerine çeken bir iki noktayı da burada açıklamamız gerekiyor.Böyle bir şüphe Hz.Musa (a.s)'nın "biz alemlerin rabbinin elçisiyiz" dediğinde,Firavun'un "Bu alemlerin rabbi dediğin de nedir?" diye sorması,veziri Haman'a:

"Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap belki yollara,göklerin yollarına erişirim de Musa'nın rabbine bir söz atarım." (Mümin, 36-37)

demesi,Hz.Musa'yı "benden başkasını ilah edinirsen seni hapsederim" diye tehdit etmesi,tüm ülkeye "en yüce rabbiniz benim" diye ilan ettirmesi ve saray ehline "Ben sizin için benden başka ilah tanımıyorum" diye böbürlenmesi gibi nedenlerden ileri gelmektedir.Bu gibi ibareleri gören insanlar,Firavun'un Allah'ın varlığını bile inkar ettiğini,alemlerin rabbi diye bir şey tanımadığını ve sadece kendisini mabud olarak gördüğü zannına kapılmaktadır.Oysa Firavun bütün bunları aslında katı bir milliyetçiliğe dayalı düşmanlık nedeniyle söylemişti.
Hz.Yusuf zamanında,sadece O'nun üstün kişiliğinin etkisiyle Mısır'da İslam öğretisi yayılmakla kalmamış,iktidarı elinde tutması dolayısıyla da İsrailoğullarının Mısır'daki nüfuzu oldukça artmıştı.Hz.Yusuf (a.s)'u müteakiben,İsrailoğullarının Mısır'daki nüfuz ve gücü üç-dört asır sonrasına kadar devam eder.Daha sonra İsrailoğulları aleyhine milliyetçi akımlar filizlenmeye başlar.Sonunda iş o noktaya gelir ki,İsrailoğulları iktidardan uzaklaştırılır ve Mısırlı milliyetçi bir aile ülkenin dizginlerini eline geçirir.Bu yeni hükümranlar sadece İsraillileri baskı altında tutmak ve onları ezmekle yetinmeyip Yusuf (a.s) devrinin tüm etkilerini de tek tek yok ederek,kendi eski cahili din ve adetlerini yeniden ihya etmeye çalışmışlardır.Durum bu minval üzere devam ederken,Hz.Musa (a.s)'nın gönderilmesiyle bu yeni iktidar sahipleri,iktidarlarının tekrar kendi ellerinden çıkıp İsraillilerin ellerine düşmesi korkusuyla telaşa kapılırlar.İşte bu inat ve düşmanlık yüzündendir ki,Firavun kızarak Hz.Musa (a.s)'ya

"Bu alemlerin rabbi dediğin de nedir?" ve "Benden başka kim ilah olabilir?" diye soruyordu.Yoksa,aslında o alemlerin rabbinden habersiz değildi.Örneğin;bir ayette Firavun,Musa'nın Allah'ın elçisi olmadığını ispatlamak için kavmine şöyle demektedir: "O' na altın bilezikler verilmeli ya da yanında O'na yardım edecek melekler gelmeli değil miydi?" (Zuhruf, 53)

Bu sözler,Allah ve melekler hakkında tamamen habersiz bir kimsenin sözü olabilir mi? Yine başka bir yerde,Hz.Musa (a.s) ile Firavun arasında şöyle bir konuşma cereyan eder:

"Firavun O'na: 'Ey Musa! Ben seni büyülenmiş sanıyorum' dediğinde Musa da O'na: Andolsun ki bunları,göklerin ve yerin rabbinin açık açık ibretler olarak indirdiğini biliyorsun.Ey Firavun! Doğrusu senin felaketin yakındır sanıyorum diye cevap vermişti." (İsra, 101-102)

Başka bir ayette Allah Teala, Firavun kavminin kalbi durumlarını şöyle beyan buyurmaktadır:

"Ayetlerimiz gözlerinin önüne serilince, "Bu apaçık bir sihirdir" dediler.Kalpleri kesin olarak kabul ettiği halde,haksızlık ve büyüklenmelerinden dolayı bile bile inkar ettiler." (Neml,13-14)

Kur'an-ı Kerim iki taraf arasında geçen başka bir diyaloğu şu şekilde aktarır:

"Musa 'yazıklar olsun size' dedi. Allah hakkında (böyle) yalan(lar) uydurmayın;yoksa şiddetli azabıyla kökünüzü kazır.Doğrusu Allah'a iftira eden perişan olmuştur. (Sihirbazlar bunu işitince) kendi aralarında işlerini tartıştılar ve gizli görüşmeler yaptılar. (Musa ve Harun'u göstererek) Dediler ki: Bunlar iki büyücü,başka bir şey değil.Sizleri sihirleriyle ülkenizden çıkarmak ve ideal hayat düzenimizi yok etmek istiyorlar." (Ta-Ha, 61-63)

Hz.Musa'nın,Allah'ın azabıyla korkutma ve Allah'a iftira atmanın sonuçlarını bildirmesiyle sihirbazlar arasında çıkan bu tartışmaya o insanların kalplerindeki Allah'ın azameti ve korkusunun sebep olduğu açıktır.Ancak iktidarı elinde tutan milliyetçi zümre yaklaşmakta olan bu siyasi tehlikeyi görür ve hemen harekete geçer.Musa (a.s) ve Harun (a.s)'ın çağrısına uymanın,Mısır halkı için,yeniden İsrailoğullarına teslim olmak anlamına geldiği propagandasına başlarlar.Bu propaganda sonucu Mısırlıların kalpleri yeniden katılaşır ve peygamberlere karşı birlikte mücadele vermeye karar verirler.
Bu siyasi gerçek ortaya çıktıktan sonra,şimdi,Hz.Musa (a.s) ile Firavun arasındaki kavganın asıl sebeplerini; Firavun ve kavminin hangi noktada sapıtıp yoldan çıktığını ve Firavun'un hangi anlamda uluhiyet ve rububiyet iddia ettiğini düşünebiliriz. Bu amaçla sırasıyla şu ayetleri dikkatlice gözden geçirelim:

Firavun'un saray ehlinden Hz.Musa (a.s)'nın davetinin kökünden yok edilmesi üzerinde ısrar eden bir grup,bir ara Firavun'a hitaben şöyle diyorlar:

"Yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar,seni ve tanrılarını terk etsinler diye mi Musa (a.s) ve kavmini başıboş bırakıyorsun?" (A'raf, 127)

Diğer taraftan yine saray ehlinden,ancak,Hz.Musa (a.s)'ya iman etmiş olan şahıs bu insanlara şöyle hitap etmektedir:

"Siz,beni Allah'ı inkar etmeye ve hiçbir ilmi delile sahip olmadığım birini O'na ortak koşmaya mı davet ediyorsunuz?" (Mümin, 42)

Bu iki ayeti;tarihi araştırmalar ve arkeolojik bulgularla birlikte değerlendirirsek,Firavun'un hem kendisinin hem de kavminin,rububiyetin birinci ve ikinci manaları itibariyle bazı tanrıları İlahlıkta Allah'a ortak koştuklarını ve onlara tapındıklarını açıkça görürüz.

Açıkça görülüyor ki,eğer Firavun tabiatüstü nitelikte tek tanrı olduğunu iddia etseydi,yani,sebepler zincirinin hakiminin kendisi olduğunu,göklerde ve yerde kendisinden başka ilah ve rab bulunmadığı davasını gütseydi,başka ilahlara tapmazdı.
Firavun'un Kur'an'da nakledilen şu sözleri;

"Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum." (Kasas,38)

Bu ibarelerden Firavun'un kendisinden başka tüm ilahları tanımadığı anlamı çıkarılmamalıdır.Onun asıl amacı Hz.Musa (a.s)'nın davetini reddetmektir.Çünkü,Hz.Musa (a.s) öyle bir ilaha ibadete davet ediyor ki,O,sırf tabiatüstü nitelikte mabud olmayıp,bilakis,siyasi ve toplumsal alanda da yasa koyucu ve en büyük otoritenin sahibidir.Bu yüzden Firavun,kavmine, "sizin benden başka böyle bir ilahınız yok" demiş ve Hz.Musa'yı da, "eğer bu anlamda benden başkasını ilah edinirsen zindan nasılmış görürsün" şeklinde tehdit etmiştir.
Aynı şekilde,Kur'an'ın bu ayetlerinden anlaşılmaktadır ki,Firavunların sadece kendilerinin Mısır'ın mutlak egemenliğine sahip oldukları iddialarıyla beraber,duygu ve düşüncesinde kendi hakimiyetlerini iyice pekiştirebilmek gayesiyle,sahte tanrılarla kendi aralarında birtakım bağlar kurarak bir çeşit kutsanmışlık iddiasında da bulunmuşlardır.Bunu tarihsel veriler ve arkeolojik eserler de tasdik etmektedir.Bu bağlamda Firavunlar tarih boyunca yalnız değillerdir; dünyada şahlıkla yönetilen birçok ülkedeki şahlar,siyasi egemenliğe ilave olarak,metafizik manada da uluhiyet ve rububiyete az çok ortak olmaya çalışmışlar,halkın kendi önlerinde istedikleri türden bir ibadet töreni yapmasını mecbur tutmuşlardır.Fakat,bu mecburi ibadet ettirilip ve rububiyet taslama asıl amaç değildir,bir ayrıntıdır.Oysa asıl hedeflenen,kendi siyasi egemenliklerini perçinleştirmekti.Bu nedenle,sadece bir tedbir olarak metafizik anlamda ilahlık davası güdülmektedir.Vakıa böyle olunca,gerek Mısır'da olduğu gibi,gerekse diğer cahiliyenin hakim olduğu müşrik düzenlerde,siyasi çöküş ve yıkılmayla beraber,şahların,kralların ilahlıkları da sona ermektedir.Sonuçta tahta kimler hakim olur ve otoritelerini sağlarsa uluhiyete de onlar sahip olmaktadırlar.
Firavun aslında metafizik nitelikte değil de siyasi anlamda ilahlık davası gütmekteydi; O, şöyle diyordu: Rububiyetin üçüncü,dördüncü ve beşinci anlamları itibariyle "Ben Mısır ülkesi ve halkının yüce rabbiyim.Bu ülke ve kaynaklarının sahibi benim.Buranın mutlak hakimiyet hakkı bana aittir.Burada medeniyet ve toplumun temelini,sadece benim merkezi şahsiyetim oluşturur.Bu topraklarda benden başkasının kanunları geçmez."

Kur'an'ın ifadesiyle Firavun,bu iddialarının temellerini şuna dayandırmaktaydı;

"Firavun kavmine; 'Ey kavmim!' diye seslendi. Ben Mısır'ın sahibi değil miyim ve bu ırmaklar benim ayaklarımın altından akmıyor mu? Görmez misiniz?" (Zuhruf, 51)

Aynen Nemrud da rablik iddiasını işte bu temellere dayandırıyordu:

"Allah kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim'le rabbi hakkında tartışanı gördün mü?" (Bakara, 258)

Hz.Yusuf (a.s)'un çağdaşı kral da benzer iddialarla kendini ülkesinin rabbi ilan etmişti.
Firavun ve hanedanının Hz.Musa (a.s)'nın davetine itiraz ettikleri asıl nokta,Hz.Musa (a.s)'nın davetinde alemlerin rabbi olan Allah'tan başka,hangi anlamda olursa olsun başka hiçbir ilah ve rabbin yer almamasıydı.Hz.Musa şöyle diyordu:
"Metafizik nitelikte de,siyasal ve toplumsal anlamda da sadece O,tek başına İlahtır ve Rabdır.İbadet de yalnız O'na yapılmalıdır,kulluk ve mutlak itaat de yalnız O'na gösterilmelidir.Yalnız O'nun kanunları meşrudur.O,beni apaçık delillerle bir temsilcisi olarak size göndermiştir.Benim aracılığımla size emir ve nehiylerini kapsayan hükümlerini iletmektedir.Öyleyse,O'nun kullarını yönetme ve yetki otoritesi sizin değil de benim ellerimde olması gerekir." Bu yüzdendir ki Firavun ve hükümetinin ileri gelenleri defalarca şunu yinelemektedirler: "Bu iki kardeş (Musa ve Harun) bizi bu toprakların idaresinden uzaklaştırmak,yetki ve otoriteyi kendi ellerine almak ve ülkemizin dini ve toplumsal düzenini bozarak,kendi siyasal sistemlerini kurmak istiyorlar."

"Muhakkak ki biz Musa'yı ayetlerimizle ve açık bir belgeyle, (sultan:eek:torite) Firavun ve onun ileri gelenlerine gönderdik.Onlar Firavun'un emirlerine boyun eğdiler.Oysa Firavun'un emirleri hiç de doğruya iletici değildi." (Hud, 96-97)

"Biz,onlardan önce Firavun'un kavmini imtihan etmiştik.Saygın bir elçi onlara gelmişti. 'Allah'ın kullarını bana bırakın'. Doğrusu ben sizin için güvenilir bir elçiyim.Allah'a karşı üstünlük taslamayın.Ben size apaçık bir kanıt getirdim demişti." (Duhan, 17-19)

" (Ey ehl-i Mekke) Nasıl ki Firavuna bir elçi göndermişsek,size de durumunuza şahitlik edecek bir elçi gönderdik.Ne var ki,Firavun elçimize kafa tuttu da onu amansızca yakalayıverdik." (Müzzemmil, 15-16)

"Firavun, Ey Musa, (siz ne tanrıları ve ne de şahlık ve krallık hanedanlarını rab olarak görmüyorsanız,o halde) sizin rabbiniz kimdir? diye sorunca, Musa da; 'Bizim rabbimiz,her şeye özel bir düzen veren ve sonra ne yapacağını gösterendir' demişti." (Ta-Ha, 49-50)

"Firavun 'bu alemlerin rabbi dediğin de nedir?' diye sormuştu da,Musa; 'eğer gerçekten inanmak istiyorsanız,bilinki O,göklerin,yerin ve her ikisi arasındakilerin rabbidir' diye cevap vermiş, Firavun etrafındakilere 'işitiyor musunuz?' demişti.Musa devamla sizin de,atalarınızın da rabbidir' deyince Firavun 'doğrusu size gönderilen bu peygamberiniz hiç şüphesiz delidir' demişti.Musa devamla 'eğer aklını kullanabilen kimselerseniz,doğunun,batının ve bu ikisi arasındaki her şeyin rabbidir' deyince Firavun,Musa'ya hitaben 'eğer benden başka bir ilah edinirsen,andolsun ki seni zindandakilerin arasına katarım' demişti." (Ta-Ha, 23-29)

"Firavun 'Ey Musa,büyü ile bizi topraklarımızdan çıkarmaya mı geldin?' dedi." (Ta-Ha, 57)

"Firavun 'bırakın da Musa'yı öldüreyim' dedi, İsterse rabbini yardıma çağırsın.Onun dininizi değiştirmesinden veya ülkede bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum." (Mümin, 26)

"Bu ikisi sihirbazdırlar.Sihirlerinin gücüyle sizi topraklarınızdan çıkarmak ve sizin örnek olarak seçip benimsediğiniz hayat sisteminizi ortadan kaldırmak istiyorlar." (Ta-Ha , 63)

Buraya kadar sıraladığımız bütün bu ayetleri dikkatlice gözden geçirirsek,Rububiyet konusunda başka dönemlerde ve başka ülkelerde yaşayıp gitmiş toplumların içine düşegeldikleri sapıklığın karanlık gölgesini Nil vadisinde de görmekteyiz.
Yine,Musa ve Harun (a.s)'un memur oldukları insanları,çağırdıkları yönünde,onlardan önceki bütün peygamberlerin (a.s) davet edegeldikleri taraf olduğunu ifade edebiliriz.

Yahudi ve Hıristiyanlar:

Firavun ve kavminden sonra karşımıza İsrailoğullarıyla,Yahudi ve Hıristiyan inanç-ibadet sistemini benimseyen toplumlar çıkar.Bu toplumlar için Allah'ın varlığını inkar ettikleri yada O'nu ilah ve rab olarak görmedikleri gibi bir zanda bulunmak imkansızdır.Çünkü bizzat Kur'an onları Ehl-i Kitap olarak tanımlamış ve onların bu konudaki inançlarına tanıklık etmiştir.O halde,bizim asıl üzerinde durup düşünmemiz gereken şudur: Rububiyet noktasında Kur'an'ın bu insanları sapık olarak nitelemesine yol açan akide ve amellerinde alışkanlık haline getirdikleri belirgin sapmaların mahiyeti nedir?
Bu sorunun kapsamlı cevabını bizzat Kur'an'da bulmaktayız:

"De ki; Ey Kitap ehli,dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın,daha önce sapmış,birçoklarını da saptırmış ve doğru yoldan çıkmış bir kavmin heveslerine uymayın." (Maide, 77)

Bu ayet-i kerimeden anlaşılmaktadır ki, Yahudi ve Hıristiyan kavimleri de kendilerinden önce gelen kavimler gibi aynı noktalarda sapıtmışlardır.Benzer şekilde, bu sapıtmanın onlara dinde aşırı gitmeleri yoluyla sirayet ettiği anlaşılıyor. Şimdi, bu ayeti kerimenin ayrıntılarını açıklayan diğer ayetlere şöyle bir göz atalım:

"Yahudiler 'Üzeyr Allahın oğludur' dediler. Hıristiyanlar da 'Mesih Allahın oğludur' dediler.Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini), önceden inkar etmiş (olan müşrikler)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah (c.c) onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar." (Tevbe,30)

"Allah,Meryem oğlu mesih'in ta kendisidir diyenler şüphesiz,kafir olmuşlardır.Oysa Mesih 'Ey İsrailoğulları rabbim ve rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.Zira kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki,Allah ona cenneti haram etmiştir;zalimlerin yardımcıları yoktur' demişti." (Maide, 72)

"Allah üçten biridir diyenler hiç şüphesiz kafir olmuşlardır.Oysa, bir tek tanrıdan başka bir tanrı yoktur.Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkar edenlerden acı bir azap dokunacaktır." (Maide, 73)

"Allah demişti ki: 'Ey Meryem oğlu İsa,insanlara sen mi 'beni ve annemi Allah'tan başka ilahlar olarak benimseyin' dedin?' Haşa dedi, sen yücesin,benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz.Eğer demiş olsam,sen bunu bilirsin,sen benim nefsimde olanı bilirsin,ben senin nefsinde olanı bilmem.Çünkü gaybleri bilen yalnız sensin, sen!"(Maide,116)

"Allah'ın,kitap,hüküm ve peygamberlik vererek yücelttiği bir kişinin,insanlara 'Allah'ı bırakıp ta bana kulluk edin' demesi yakışmaz.Ona yakışan 'Allah'ın kitabını öğrenen ve öğreten bir kimse olarak rabbe tapıcılar olun' demesidir.Yine size melekleri ve peygamberleri rabler edinin' diye emretmesi de yaraşmaz.Müslüman olduktan sonra size inkar etmeyi mi emredecek?" (Al-i İmran, 79-80)

Bu ayetlere bakarak,Ehl-i Kitab'ın sapıtmasına yol açan birinci noktanın şu olduğunu görüyoruz: Onları dindeki mevki ve makamlarından dolayı peygamber,evliya ve melekler sevgi ve saygıya layık görmüşler,onlara karşı hürmet ve tazimde çok aşırı gitmişler,böylece onların gerçek makamlarını gözlerinde aşırı derecede büyüterek ,ilahlık makamına eriştirmişler,Allah'ın işlerine ortak yapmışlardı.Onlara tapmışlar ve onlardan niyazda bulunmuşlardı.Onları metafizik manada rububiyet ve uluhiyete ortak görmüşler ve bağışlama,yardım etme,koruma ve kollama yetkilerine sahip olduğu zannına kapılmışlardı. Onların sapıttığı ikinci noktayı şu ayet açıklamaktadır:

"Onlar Allah'ı bırakıp ta alim ve rahiplerini rabler edindiler." (Tevbe, 31)

Ayet-i kerimenin de belirttiği gibi,din düzeni içerisinde,işleri sırf,Allah'ın şeriatını öğretmek ve toplumun ahlakını Allah'ın rızasına uygun bir şekilde ıslah etmek olan kişiler,gitgide öyle bir özellik kazanmaya başladılar ki,artık onlar kendi arzu ve heveslerine göre istediklerini haram,istediklerini de helal kılmaya başladılar.Allah'ın kitabından herhangi bir delil getirmeksizin istediklerini emreder ve istediklerini nehyeder,istediklerini sünnet ilan eder oldular.Böylece bu toplumlar da,daha önceleri Nuh,İbrahim,Ad,Semud,Medyen ehli ve diğer kavimlerin tutulduğu iki büyük temel sapıklığa düşmüş oldular.Aynen onlar gibi metafizik nitelikte melekler ve büyüklerini rububiyet bağlamında Allah'a ortak koştular.Yine aynen onlar gibi,toplumsal ve siyasi rububiyeti Allah'a mahsus kılınacakları yerde insanlara verdiler.Kendi medeni,toplumsal,siyasi ve ahlaki kanun ve prensiplerini Allah'ın delillerine gerek duymadan insanlardan almaya başladılar.Öyle ki iş ta şu noktaya dayandı:

"Kendilerine Allah'ın kitabından bir pay verilmiş olanları görmedin mi; Onlar Cibt ve Tağuta inanıyorlar ve küfredenlere; 'Bunlar inananlardan daha doğru yol üzerindeler' diyorlar." (Nisa, 51)

"De ki; Allah katında fasıklardan daha kötü cezanın kime uygulandığını size haber vereyim mi? Allah kimlere lanet ve gazap etmiş, kimlerden maymunlar,domuzlar,tağuta kulluk edenler yapmışsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en fazla sapmış olanlardır." (Maide, 60)

Cibt; sihir,muska,tılsım,kehanet,falcılık,uğursuzluk ve fıtrata aykırı işler gibi vehmin bütün kısımları ile hurafeler için kullanılan geniş kapsamlı bir sözcüktür.
Tağut ise; Allah'a karşı isyana kalkışmış ve kulluk sınırını aşarak ilahlık bayrağını yükselten bütün şahıs,zümre ya da yönetimlerdir.
O halde, Yahudi ve Hıristiyanlar,yukarıda zikrettiğimiz iki büyük sapıklıktan birinci sapıklığı işlemekle her çeşit vehim ve hurafeleri kalp va kafalarına iyice yerleştirmişler,ikinci sapıklığı isteyerek de alim,rahip,zahid ve sofilerine kul olmuşlar; böylece Allah'a açıkça karşı çıkan zalim ve despotların tutsağı ve birer uydusu durumuna düşmüşlerdir.

Kur'an'ın Çağrısı:

Şimdiye kadar incelediğimiz kavimlerin gözünde,metafizik manada yaratıkları rızıklandırması,ihtiyaçlarını görmesi,sıkıntılarını gidermesi ve koruyup kollaması anlamlarıyla Rabb kavramı başka bir keyfiyete sahipti.Bu anlayışları itibariyle,onlar her ne kadar en yüce rab olarak sadece Allah'ı kabul etmiş olsalar da melekler,sahte ilahlar,cinler,görünmez güçler,yıldızlar,gezegenler,peygamberler,veliler ve ruhani liderleri de O'nunla birlikte rububiyete ortak görüyorlardı.
Yine Rab kavramının,emretme ve nehyetme yetkisine sahip tek merci,egemenliğin tek sahibi,hidayet ve yönlendirme kaynağı,kanun koyucu,ülkenin başkanı ve toplumun merkezi olması şeklindeki anlamı onların gözünde tamamen başka bir niteliğe sahipti.
Bu anlayışları nedeniyle onlar;teorik planda Allah'ı mutlak otorite,egemen güç v.s. anlamlarıyla rab olarak görüyorlardı.Pratik hayatlarında ise toplumun katında güçlü olan,nüfuz sahibi kimselerin ahlaki,siyasi ve toplumsal anlamdaki rububiyetlerini kabul ederek onlara itaat ediyorlar,onların siyasal otoritelerine tabi oluyorlardı.
Bu sapıklığı ortadan kaldırmak için yüce Allah her dönemde değişik toplumlara kendi içlerinden peygamberler göndermiş ve son olarak da bu görev için Hz.Muhammed (s.a.v)'i memur kılmıştır.Söz konusu bütün peygamberler insanlaru şuna davet etmiştir; Bütün anlamları itibariyle Rab sadece bir tanedir.Bu tek Rab ise Allah (c.c.)'tır.Rububiyet bölünmez bir bütündür.
Rububiyette hiçbir anlamda, hiçbir yaratığın Allah'tan başka hiç kimsenin en ufak payı yoktur.Kainat nizamı tek bir ilahın yaratmış olduğu kamil,külli bir nizamdır.Yine bu nizam üzerinde bir tek ilahın hakimiyeti vardır.Bu nizamda bütün yetki ve güçlerin sahibi de yine o bir tek ilahtır.Bu nizamın yaratılmasında başka bir varlığın herhangi bir şekilde herhangi bir katkısı söz konusu değildir.Bu nizamın yönetim ve idaresinde herhangi bir kimsenin rolü yoktur ve O'nun hakimiyeti mutlaktır,ortaksızdır.Merkezi otoritenin sahibi olması itibariyle tek bir ilah olan yüce Allah,hem metafizik manada hem de siyasi,ahlaki ve toplumsal manada Rabb'dir.Yegane mabudumuz O'dur.O'dur secde ve rüku edilecek olan.O'dur duaların ulaşacağı hedef.O'dur tevekkül ve itimadın destekçisi.O'dur gereksinimlerin kefili.Aynı şekilde padişah ta O'dur,mülkün sahibi de O.Kanun koyucu da O'dur,emretme ve nehyetme yetkisine sahip olan da O.Cehalet nedeniyle insanların birbirinden ayırmış olduğu rububiyetin bu iki özelliği,gerçekte uluhiyetin gereği ve ilahın ilah olmasının vazgeçilmez özelliğidir.Bu iki özelliği birbirinden ayırmak mümkün değildir.Aynı zamanda bu iki özellikten herhangi birinde herhangi bir yaratığı Allah'a ortak koşmak doğru bir davranış olamaz.

Bu çağrıyı Kur'an'ın sunduğu şekliyle bizzat Kur'an'ın dilinden dinleyelim:

"Gerçekte sizin rabbiniz,gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra da arşa istiva eden Allah'tır.O, geceyi, durmaksızın kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten,güneşe,aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir.Haberiniz olsun,yaratmak da,emir de yalnızca O'nundur.Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir."(A'raf, 54)

"Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir? Kulaklara duyma,gözlere görme gücü veren kimdir? Kimdir ölüyü diriden,diriyi de ölüden çıkaran? Kimdir bu alem nizamını yürüten (çekip,çeviren)? diye sor onlara. 'Allah' diyecekler.O halde 'artık sakınmaz mısınız?' de. (Bütün bunları O yapıyorsa) o halde sizin gerçek rabbiniz sadece Allah'tır.Öyleyse haktan sonra geriye sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl oluyor da haktan döndürülüyorsunuz?" (Yunus, 31-32)

"O, gökleri ve yeri hak üzere yaratmıştır.Geceyi gündüze,gündüzü de geceye O sarıp örtmektedir.Her biri belirli bir ecele doğru akıp giden güneşi ve ayı da kendi kanunlarına tabi kılmıştır… İşte budur rabbiniz olan Allah.Hükümranlık ancak O'nundur.Ondan başka ilah yoktur.Öyleyse neye aldanıp ta çevriliyorsunuz?" (Zümer, 5-6)

"Allah,geceyi kendisinde sükun bulmanız için yaratmış,gündüzü de aydınlatmıştır… İşte budur rabbiniz olan Allah.Her şeyin yaratıcısıdır O.O'ndan başka ilah yoktur.Öyleyse neye aldanıp ta çevriliyorsunuz? Sizin için yeryüzünü bir karar yeri kılan ve gökyüzünü de çatı gibi ayakta tutan Allah'tır.O sizleri biçimlendirmiş,biçimlerinizi de en güzel kılmış ve güzel şeylerle rızıklandırmıştır.İşte budur rabbiniz olan Allah.Alemlerin Rabbi Allah'ın bereketi ne yücedir!.. O diridir.O'ndan başka ilah yoktur.Öyleyse, dini O'na has kılarak (Allah'a) dua edin." (Mü'min, 61-65)

"Allah sizi topraktan yarattı… Geceyi gündüzle,gündüzü de geceyle perdelemektedir.Her biri belirlenmiş eceline kadar akıp giden,güneşi ve ayı kendi kanunlarına tabi kılmıştır.İşte budur rabbiniz olan Allah.Hükümranlık yalnız O'na mahsustur.Onu bırakıp ta tapmakta olduğunuz diğer varlıkların zerre kadar bile yetkisi yoktur.Onları çağırsanız,çağrınızı duymazlar,duysalar bile isteklerinizi karşılamaya güçleri yetmez.Kıyamet gününde ise sizin onları Allah'a ortak koşmanızı kendileri reddeder." (Fatır, 11-14)

"Gerçek şu ki, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir.Ben de sizin Rabbinizim.Şu halde yalnızca bana kulluk edin.Ama insanlar rububiyet ve kulluk meselesini aralarında paylaştılar. (Oysa) onların hepsi (sonunda) bize döneceklerdir." (Enbiya, 92-93)

"Rabbinizden size indirilene uyun, O'nu bırakıp ta başka velilere uymayın." (A'raf, 3)

"De ki; Ey Kitap Ehli bizimle sizin aranızdaki şu ortak bir kelimeye gelin.Ne Allah'tan başkasına kulluk edelim, ne O'na herhangi bir şeyi ortak koşalım ve ne de Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinelim." (Al-i İmran, 64)

"Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa,artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın." (Kehf, 110)

Bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Kur'an rububiyeti tamamıyla hakimiyet ve egemenlikle eşanlamda tutmakta ve Rabb'in kainatın mutlak sultanı,ortaksız sahibi ve hakimi olduğu şeklinde bir düşünceyi gözlerimizin önüne sermektedir.Her çeşit rububiyetin, kainat düzenini oluşturan tek bir Allah'a mahsus olduğuna,bizzat bu düzenin merkeziliği şehadet etmektedir.Bu yüzden, bu nizam içerisinde yaşayan bir kimse,rububiyetin herhangi bir bölümünü,herhangi bir manada Allah'tan başkasına yakıştığını düşünüyor ya da yakıştırıyorsa,aslında hakikatle savaşmakta,sadakate yüz çevirmekte, hakka isyan etmekte, böylece gösterdiği nankörlük yüzünden bizzat kendine zarar vermekte ve felaketini kendi elleriyle hazırlamaktadır.


Seyyid Ebu'l A'la el-Mevdudi (Kur'an'ın Dört Temel Terimi)
 
İ Çevrimdışı

İbnu'l Harise

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
DİN NEDİR?


Kur'an'da Din Kavramının Kullanılışı

Kur'an mesajı içinde "din" kavramı, aşağıda sıraladığımız dört ana kısımdan oluşan mükemmel bir düzeni tarif etmektedir:

1. Hakimiyet ve egemenlik.
2. Hakimiyet karşısında boyun eğme ve itaat.
3. Söz konusu hakimiyetin etkisi altında kurulan fikri ve ameli düzen.
4. Bu düzene bağlılık ve itaat sonucu elde edilen mükafat ya da isyan ve karşı çıkmanın neticesi olarak, yüce egemenlik tarafından verilen mükafat yada ceza.

Kur'an "Din" kavramını bazen birinci ve ikinci manaları (hakimiyet, egemenlik ile itaat ve boyun eğme) bazen üçüncü (düzen) bazen de dördüncü manası (yargı,ceza) ile kullanmakta; bazı ayetlerde ise "Din" diyerek, dört ana kısımdan oluşan söz konusu mükemmel düzeni kasdetmektedir.Bu farklı kullanımları iyice anlayabilmek için aşağıdaki ayetleri gözden geçirelim.

1. Birinci ve İkinci Manasıyla Din

"Sizin için yeryüzünü bir durak, bir konak yeri kılan ve gökyüzünü de çatı gibi ayakta tutan Allah'tır.O sizlere bir biçim verdi, şu görünüşünüzü de en güzel kıldı ve sizi güzel şeylerle rızıklandırdı.İşte budur Rabbiniz olan Allah.Alemlerin Rabbi Allah'ın bereketi ne yücedir! O diridir.Ondan başka ilah yoktur.Öyleyse dini O'na has kılarak (Allah'a) dua edin." (Mümin, 64-65)

"De ki; 'Dini Allah'a halis (özgü) kılarak, O'na kulluk etmekle emrolundum.' Ve ben Müslümanların ilki olmakla da emrolundum… De ki; Ben dinimi yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet ederim.Siz de O'nun dışında dilediklerinize ibadet etmekte serbestsiniz. …Tağuta ibadetten kaçınıp da içten Allah'a yönelenlere müjdeler olsun." (Zümer, 11-17)

"Hiç şüphesiz biz sana bu kitabı hak ile indirdik.Öyleyse sen de dini yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet et.Haberin olsun, halis olan din yalnızca Allah'ındır.O'ndan başka veliler edinerek; Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz (ibadet ediyoruz) diyenlere (gelince); şüphesiz ki Allah, onlar arasında ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir.Allah yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez." (Zümer, 2-3)

"Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur.Din de halis olarak ancak O'na aittir.Öyleyse, Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz? (Yani, Allah'tan başka, hükmüne uymamaktan sakındığınız ve gazabından korktuğunuz başka bir ilah mı var?) (Nahl, 52)

"Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa, göklerde ve yerde ne varsa ister istemez O'nun emrine uymuştur ve O'na döndürülüp götürülecektir." (Al-i İmran, 83)

"Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılıp, O'nu birleyerek Allah'a kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmişti.İşte doğru din budur." (Beyyine,5)

Bütün bu ayetlerde "din" kavramı, yine egemenlik ve bu egemenliği kabul ederek ona itaat etmek ve kulluk yapmak anlamında kullanılmıştır.Allah'a dini halis kılmanın manası şudur; Kişi, Allah'tan başkasının hakimiyet, egemenlik ve hükümranlığını reddederek itaat ve kullukta kimseyi O'na ortak koşmaksızın itaat ve kulluğunu yalnızca Allah'a halis kılmalıdır.
Yani, Allah'tan başka kime itaat edilirse edilsin, bu itaat Allah'ın itaatı altında ve O'nun belirlediği sınırlar dahilinde olmalıdır.Çocukların ana babaya, karının kocasına, köle yada hizmetçinin efendisine v.b. gibi diğer tüm itaatlar eğer Allah'ın hükmüne dayalı ve O'nun belirlediği sınırlar dahilinde olursa, bu, Allah'ın emri gereği yapılan itaattir.Ancak, söz konusu itaatler, Allah'a itaatten bağımsız, Rabb yerine konulan kimse ve nesnelerin emir ve isteklerine olursa, bu itaat Allah'a isyandır.Eğer hükümet, Allah'ın kanunlarına bağlıysa O'na itaat farz, eğer Allah'ın kanunları yerine insanların ortaya sürdüğü kanun ve düzenlemelerle hareket ediyorsa böyle hükümete itaat etmek Allah'a isyandır, O'na karşı gelmektir.

2. Din'in Üçüncü Anlamıyla Kullanılışı

"De ki; 'Ey insanlar, eğer benim dinimden yana bir kuşku içerisindeyseniz, ben, sizin Allah'tan başka ibadet ettiklerinize ibadet etmiyorum, ancak ben, sizin hayatınıza son verecek olan Allah'a ibadet ederim. Ben müminlerden olmakla emrolundum.' Ve yüzünü dosdoğru dine çevir ve sakın müşriklerden olma' diye emredildi bana." (Yunus, 103-104)

"Hüküm, yalnızca Allah'ındır.O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir.Dosdoğru olan din işte budur, ancak, insanların çoğu bilmezler." (Yusuf,40)

"Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun.Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, onlara Allah'ın dinini uygulama konusunda sizi bir acıma tutmasın." (Nur, 2)

"Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında onikidir.Bunlardan dördü haram aylardır.İşte budur dosdoğru olan din…" (Tevbe, 36)

"…İşte biz Yusuf için böyle bir düzen hazırladık (yoksa) hükümdarın dinine göre kardeşini yanında alıkoyamazdı." (Yusuf, 76)

"Yoksa onların kendilerine Allah'ın izin vermediği dine benzer kanunlar yapan birtakım ortakları mı var?" (Şura, 21)

"Sizin dininiz size, benim dinim de bana." (Kafirun, 6)

Bütün bu ayetlerde "din" kelimesi ile kastedilen mana; kanun, kural, şeriat, yol ve insanların yaşamını ona bağımlı olarak sürdürdüğü düşünce ve hayat nizamıdır.Eğer bir kimsenin birtakım kanun ve kurallara uyarak, tabi olduğu egemenlik Allah'ın egemenliği ise, o kişi Allah'ın dinindedir.Yok eğer bu egemenlik herhangi bir despotun, bir kralın, bir şefin egemenliği ise; kişi o despotun,kralın,şefin dinindedir.Eğer egemenlik herhangi bir ruhban sınıfın elindeyse, kişi onların dinindedir.Öte yandan egemenlik herhangi bir aile, hanedan yada halkın çoğunluğunun egemenliği şeklinde ise kişi söz konusu zümrelerin dinindedir.Özetle, kişi son noktada kimin hüküm ve iradesini gözönünde bulunduruyor, kimin yasa ve önerilerini ölçü ve esas olarak alıyor, onunla amel ediyor, hayatını düzenliyorsa onun dinini benimsemiş, onun dininin takipçisi olmuştur.

3. Dördüncü Manasıyla Din

"Size va'dedilen şey ölümden sonraki hayat mutlaka doğrudur.Din (yargı ve ceza) mutlaka gerçekleşecektir." (Zariyat, 5-6)

"Din (yargı ve cezayı) yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip-kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur." (Maun, 1-3)

"Din gününün (yargı ve ceza gününün) ne olduğunu sen nereden bileceksin! Ve yine din gününün ne olduğunu nereden bileceksin! O gün kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür! O gün emir yalnızca Allah'a aittir." (İnfitar, 17-19)

Bu ayetlerde din kelimesi yargı ve ceza,hesap,mükafat manalarında kullanılmıştır.

4. En Genel Kavram Olarak Din

Kur'an-ı Kerim "Din" kelimesini, bu son anlamıyla şöyle ifade eder: Din, insanın benimseyip, itaat ederek boyun eğdiği herhangi bir yüce egemenliktir.Bu egemenliğin koyduğu yasa ve kurallar çerçevesinde hayatını sürdürür.Boyun eğdiği egemenliğin siyasal otoritesine itaat etmesine karşılık izzet,yücelme ve mükafat bulmayı umar.İsyan etme veya otoriteyi tanımama durumunda alçaklık ve perişan hale düşmekten, en ağır azaplarla karşılaşmaktan korkar.
Aşağıdaki ayetlerde "din" kelimesi birbirini tamamlayan dört anlam boyutunu (egemenlik,itaat ve boyun eğme,kural,yasa ve düzen,yargı ve ceza) hepsine birden işaret etmektedir.

"Kendilerine kitap verilen kimselerden (tek yüce hakim sıfatıyla) Allah'a ve (yargı,hesap ve ceza günü sıfatıyla) ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Rasulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini (İslamı) din olarak benimsemeyenlerle, onlar küçük düşüp, kendi elleriyle cizye vermeye razı oluncaya kadar savaşın." (Tevbe, 29)

Bu ayette, "Hak dini" deyimi terminolojik bir ifadedir.Açıklamasını bizzat deyimin sahibi Allah Teala önceki üç ifadede yapmaktadır.Biz de tercümemizde din kelimesinin dört ayrı anlamının açıklandığı ifadeleri numaralandırdık.Sonra da "hak dini" deyiminin kelimenin bütün anlamlarını bünyesinde topladığını belirttik.

"Firavun dedi ki; Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp yakarsın.Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden yada yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum." (Mümin, 26)

Firavun'la Hz.Musa (a.s) arasında geçen olayları, Kur'an'da verilen tüm ayrıntılarıyla gözden geçirip, değerlendirdiğimiz zaman, bu ayette geçen "din" kelimesinin, sadece inanç ve manevi değerler bütününden ibaret bir dini hayat şeklini anlatan "religion" kavramını değil, devlet ve toplum düzeni anlamını da kapsadığını açık bir şekilde görüyoruz.Musa (a.s.) eğer misyonunda başarılı olursa Firavun, devletin değişeceğini söylemek istiyordu.Bu taktirde firavunların hakimiyet ve egemenliği bitecek, devrin yürürlükteki yasa ve gelenekleriyle sürdürülen hayat nizamı kökünden sökülecek, bütün bunların yerine, yeni yasa ve geleneklerin üzerinde yükselen yepyeni bir nizam kurulacaktır.

"Allah katında din, hiç şüphesiz İslamdır." (Al-i İmran, 19)

"Kim ki, İslam'dan başka bir din ararsa, onun dini asla kabul edilmez ve bu kimse ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Al-i İmran, 85)

"Müşrikler istemese de, O hak dini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidayetle gönderdi." (Tevbe, 33)

"Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın…" (Enfal, 39)

"Allah'ın yardımı ve fethi geldiği ve insanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman; Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret (bağışlanma) dile.Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir." (Nasr, 1-3)

Bütün bu ayet-i kerimelerde "din" kelimesi itikadi, nazari,ahlaki ve ameli boyutları ile topyekün mükemmel bir hayat nizamını ifade etmektedir.

İlk iki ayette insan için, Allah katında kabul gören yegane hayat nizamının yalnızca ve sadece Allah'a itaat ve kulluğa dayanan hayat nizamı (İslam) olduğu belirtilmektedir.Temelleri Allah'tan başka bir egemen gücü mutlak otorite olarak görmeye ve bu otoriteye itaata dayanan başka bir nizamın, kainatın sahibi yanında kabul görmesi kesinlikle mümkün değildir.Bu eşyanın tabiatına, evrensel varoluşun ilkelerine(fıtrat) aykırıdır.Çünkü, insanı yaratan ve rızıklandıran, mülkünde onu "raiye" sıfatıyla barındıran Allah'ın, kendi egemenliğinin dışında, başka bir egemenliğe boyun eğip, itaat ve kulluk ederek hayat sürdürülmesini, başka kişi, kurum ve otoritelerin yönlendirmesini ve bu doğrultuda hareket edilmesini normal görmesi olacak şey değildir.
Üçüncü ayette, Allah'ın, resulleri aracılığıyla insanoğluna gerçek ve doğru hayat nizamı olarak İslam dinini gönderdiği ifade ediliyor.Yine bu ayette elçilerin görevinin insanlara İslam'ı, bu gerçek hayat nizamını tebliğ etmek ve bu dinin diğer bütün nizamlara,dinlere galip gelip yeryüzünde hakim olması için her türlü çaba ve gayreti sarfetmesi gerektiği buyurulmaktadır.
Dördüncü ayette, İslam dinine tabi olanlara; yeryüzünde fitnenin, yani Allah'a isyan esasına dayalı bütün nizamların kökü kazınıncaya ve itaat ve kulluk nizamı olarak yalnız Allah'ın düzeni yeryüzüne hakim oluncaya kadar savaşmaları emredilmektedir.
Beşinci ayette ise, 23 sene aralıksız süren çaba ve gayret sonucunda arap toplumunda,toplumsal bir devrimin başarıyla gerçekleştiği anlatılıyor.İslam artık itikadi,fikri,ahlaki,siyasi,medeni,iktisadi,sosyal ve psikolojik tüm boyutlarıyla uygulanmaya koyulmuştur.İslam otoritesinin hakim olmasıyla da Araplar her köşe ve bucaktan dalga dalga gelerek Allah'ın nizamına katılmaktadır.Ve nihayet bu ayet, Allah Rasulünün bütün bu gelişmelerden görevinin tamamlandığı bir dönemde indiriliyor.Aynı şekilde bu ayette, Hz.Muhammed (s.a.v.)'e memur edildiği vazifesini başarıyla yerine getirmesinden dolayı gurura kapılmaması gerektiği, noksan sıfatlardan münezzeh, ayıplardan uzak ve kamil zatın sadece Allah olduğu uyarısı yapılmaktadır.Bu muhteşem misyonun başarılması nedeniyle Peygamber Efendimiz'in Allah Teala'ya tesbih,hamd ve senada bulunması gerektiği hatırlatılmakta; Hz.Peygamber (s.a.v.)'den 23 yıllık hizmet döneminde görevini yerine getirirken, kendinden sadır olan hamlık ve noksanlıklardan sana sığınırım" diyerek yüce Allah'tan af ve mağfiret talebinde bulunması istenmektedir.

Seyyid Ebu'l A'la el-Mevdudi (Kur'an'ın Dört Temel Terimi)






 
İ Çevrimdışı

İbnu'l Harise

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi


TAĞUT



Bugün Kur' anı kavramlar içerisinde kendisinden bütünüyle habersiz kalınan ve aynı zamanda büyük bir tahrif ve istismara uğrayan kavramlardan bir tanesi de hiç şüphesiz tağut kavramıdır. Öyle ki; kendilerini Müslüman olarak isimlendiren insanların büyük bir kısmı tağut kavramını hayatlarında bir kere dahi olsa hiç duymamışlardır. Çok küçük bir kesim ise, tağut kavramını duymakla beraber, ya bu kavram hakkında hiçbir bilgiye sahip değiller, ya da azda olsa bu noktada bilgi sahibi olsalar bile bu bilginin pratiğe nasıl aktarılacağı hususunda büyük bir cehalet içerisindedirler. Bu cehaletin doğal bir sonucu olarak, hayatlarının her alanında tağutlara ibadet etmektedirler. Halbuki tağut kavramı Kur' ani kavramlar içerisinde en önemli kavramlardan bir tanesidir. Çünkü bütün resullerin getirmiş olduğu tek hak din olan İslam dininin ilk şartı, tağutu reddetme şartıdır. Allah'u Teala fertlerin ya da toplumların İslam dairesi içerisine girebilmelerini öncelikle tağutu reddetme şartına bağlamıştır. Tağutun reddi olmadan Müslüman ismine sahip olabilmek bu noktada asla mümkün gözükmemektedir. Nitekim Allahu Teala Bakara Suresi'nin 256. ayetinde şöyle buyurmaktadır:



"Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen: sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. " (Bakara 256)


Yine aynı şekilde tağutu reddetme şartı, tüm resullerin gönderilme ve kitapların indirilme gayesidir. Tüm resuller öncelikle Allah'a ibadet etme ve tağutu reddetme gerekliliğini insanlara tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:


"Andolsun biz, her ümmete, "Allah' a kulluk edin, tağuttan kaçının" diye peygamber gönderdik. Allah onlardan kimini doğru yola iletti, onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün." ( Nahl, 36)


Tağutun her türlüsünü reddedebilmek ve halis bir tevhid inancına sahip olabilmek için ise, tağut kavramının ve özellikle zamanımızın tağutlarının en iyi şekilde bilinmesi gerekmektedir.
Tağut kelimesi "tağa" kökünden türetilmiştir. Lügatte haddini aşmak, azgınlaşmak anlamına gelmektedir. Lisan'ül Arap'ta tağut kelimesi hakkında şu bilgiler yer almaktadır:
Tağut: küfürde haddini aşan manasına da gelmektedir. Allah'tan başka ibadet edilen her şey tağuttur. Tağut, putlardan olabildiği gibi cin ve insanlardan da olabilir.(Lisan'ül Arap: 15/7)
İbn-i Cerir Et'Taberi tağut kelimesi hakkında şöyle demektedir: "Tağut; Allah'a karşı isyankar olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir. Bunun tefsirinde şeytan veya sihirbaz, yahut kahin ya da insanların ve cinlerin, inat edip büyüklük taslayanları veya Allah'a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye çeşitli rivayetlere rastlanır. (Taberi Tefsiri)
Müfessirlerden Kurtubi ise bu kavram hakkında şunları söylemektedir: "Tağutu reddedin demek, şeytan, kahin, put, ve bunlar gibi Allah'tan başka ibadet edilen ve sapıklığa çağıran her şeyi terk edin demektir."
Yine tağut kavramı hakkında Mücahid şunları demektedir: tağut kendisine muhakeme oldukları ve emirlerine itaat ettikleri insan görünümündeki şeytanlardır. (İbn-i Kesir Tefsiri: 3/1025)
ibn-i Kayyim EI'Cevziyye ise şunları söylemektedir: "Tağut; kendisine ibadet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsanların tağutu, Allah ve Resulü'nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allah'tan başka kendisine muhakeme olunan, ibadet edilen ve Allah'ın emrine dayanmaksızın, Allah'a itaat etmeksizin kendisine tabii olunanlardır. Bunları düşünür ve insanların durumlarına bakarsan, insanların çoğunun Allah'a değil tağutlara ibadet ettiğini, Allah ve Resulü'nün hükümlerine değil tağutların hükümlerine muhakeme olduklarını, Allah ve Resulüne değil, tağuta itaat edip tabii olduklarını görürsün." (İbn-i Kayyim El'Cevziyye, İlam'ül Muvakkin: 1/50)
Seyyid Kutub ise tağut kavramı hakkında şunları söylemektedir:
"Tağut, sağ duyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah'ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce; sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin Allah'a inanmaktan, O'nun koyduğu şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz. ilkelerini yüce Allah'ın direktiflerine dayandırmayan her sosyal sistem, yüce Allah'ın buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, her düşünce, her edep kuralı ve her gelenek bu kategoriye girer, bu kavramın kapsamına girer." (Seyyid Kutub: Fi'Zilal'il Kur'an: 2/47)
Bilinmelidir ki, tağut Allah'tan başka ibadet edilen her şey olduğuna göre tağutların sayısını belirli bir şekilde ifade etmek kesinlikle mümkün değildir. Buna karşılık İslam alimleri tağutları şu beş kısımda incelemişlerdir:
1- Şeytan: Tağutların başı ve en büyüğü, Allah'ın kullarını kıyamete kadar Allah'tan başkasına ibadet ettirmek için nefsine yemin eden şeytandır. Şeytan tüm fitnelerin müsebbibidir ve kişiyi Allah'a ibadetten men etmesi itibarıyla tağutların başıdır. Şeytan insanoğlunun ebedi düşmanıdır. Kıyamet gününe kadar insanoğluna Allah'tan başkasına ibadet ettirmek için bütün güç ve kuvvetini harcar:


"Şeytan dedi ki: "(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım." Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın." ( Araf, 16-17)


"İblis, "Rabbim! Beni azdırmana karşılık, and olsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlasa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım" dedi." ( Hicr, 39-40)


Şeytan insanoğlunu saptırmak ve Allah'a kulluktan ayırıp kullara kulluk yaptırmak için uğraş veren bir lanettir. Ve bunun için yemin etmiştir. Şeytan öncelikle muvahhid kulları küfre davet edip, iman dairesinden çıkarmak ister. Şayet bundan ümitsiz olur, muvahhid bir kulu iman dairesinden çıkaramayacağını anlarsa o zaman "imana büyük günahlar zarar vermez" diyerek vesveseleriyle müslümanı günah bataklığına düşürmek ister. Şayet bu hususta başarılı olamaz ise, küçük günahların ibadetlerle silineceğine dair vesvese vererek kişiyi küçük günahlara itmeye çalışır. Bununla birlikte farz ibadetlerden yoksun bırakmaya, nafile ibadetleri yerine getirtmemeye gayret gösterir ve savaş kıyamete kadar bu şekilde devam eder durur. İşte bundan dolayı Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:


"Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki nimetlerimden helal olmak, temiz olmak şartıyla yiyin. Fakat şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü O size belli bir düşmandır." ( Bakara, 168)


2- Allah'ın Şeriatı Dışında Hüküm Koyan: Tağutların en önde gelenlerinden bir tanesi de Allah'ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak yasamada bulunanlar, Allah'ın helallerini aram, haramlarını helal yapanlardır. Bu ister tek kişi olsun, isterse de bir grup, parti ya da devlet olsun fark etmez. Kim Allah'ın indirdiği hükümleri terk ederek yasamada bulunursa haddini aşmış ve tağutlaşmıştır. Zira teşride bulunmak, kanun ve hüküm çıkarmak ilahlığın en belirgin vasıflarındandır. Allah'ın indirdiği hükümleri terk ederek yeni kanun ve hükümler çıkaranlar bu yaptıklarıyla Allahu Teala'nın hakkını gasbederek tağutlaşmışlardır.
Böyle bir eylem aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyan timlerinin yaptıklarının aynısıdır. Zira onlar da Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu şeriatı terk ederek, Allah'ın kendileri için haram kıldıklarını helal, helal kıldıklarını ise haram yapmışlardır. Allahu Teala şöyle buyurur:


"Onlar, Allah 'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilah yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir. " ( Tevbe, 31)


İmam Alusi bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir:
"Müfessirlerin çoğundan nakledildiğine göre din adamlarının yaratıcı olduklarına inanmıyorlardı. Bilakis onlara emir ve nehiy konusunda itaat ediyorlardı."


3- Allah'ın İndirdiği İle Hükmetmeyen Hakim: Allah'ın indirdiği hükümlerden başka bir hükümle hükmeden hakimde haddini aşarak tağutlaşmıştır. Böyle bir kimse Allah'ın indirdiği hükümlerle, hükmetmeyerek Allah'ın hükmünü terk edip ondan yüz çevirmiş, beşer aklına dayalı cahiliye kanunları ile hükmetmiş, insanları Allah'ın kulluğundan uzaklaştırıp, kendilerine kul/köle yapmaktadırlar. Yeryüzüne kendi egemenliklerini yayarak Allah'ın hükümlerini kaldırmaktadırlar. Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:


"Kim Allah'ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse; İşte onlar kafirlerin ta kendileridir. " ( Maide, 44)


4- Sihirbazlar: Sihirbazlar hakkı gizleyip batılı insanlara güzel göstermektedirler. Aynen Firavun'un sihirbazları gibi. Zira onlarda Hz. Musa'nın hak davasını batıl göstermek için sihre başvurmuşlardı. Bununla beraber sihirbazların yaptığı her büyü şirk ve küfürle doludur. Bundan dolayıdır ki, Rabbimiz kitabında onlardan kendisine sığınmamızı emretmektedir:


"De ki: Ben, ağaran sabahın Rabbine sığınırım, Yarattığı şeylerin şerrinden, Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, Ve düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden, Ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden. " ( Felak, 1-5)


5- Kahinler: Gaybten haber verdiği iddiasıyla insanları kandıran sihirbazlarda tağuttur. Bundan dolayıdır ki, Allah rasulü "kim bunlara başvurursa bana nazil olanı inkar etmiştir" diyerek bizleri ikaz etmektedir.
Bilinmesi gerekir ki, tağut kavramının içeriği sadece bu beş kısımdan ibaret değildir. Zira aslen tağut yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah'tan başka ibadet edilen her şeydir. Buna göre, bazen kişinin nefsinin ve hevasının tağut olduğunu görürüz, Şöyle ki, kişinin nefsi her neyi emrederse kişi onu güzel görür ve ona tabii olursa nefsini tağutlaştırmış olur. Allah' a isyan konusunda heva ve hevese itaat edilip bağlanıldığında, Allah'ın şeraitine ters düşse bile heva ve hevesin hak gördüğü hak, batıl gördüğü batıl görülerek eşyalar üzerinde hüküm verici kaynak tayin edildiğinde heva ve heves Allah'tan başka ibadet edilen bir tağut olmuş olur. Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:


"Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?" ( Furkan, 43)


"Nefsinin arzusunu ilah edinen, Allah'ın; (halini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?" ( Casiye, 23)


Bazı durumlarda özellikle demokrasilerde görüldüğü üzere millet iradesi tağut olur. Zira demokrasiler de milletin, halkın yetkisi asıldır. Demokrasiye göre; İslam'a zıt bile olsa çoğunluğun görüşü doğru ve geçerlidir. Bazı durumlarda vatancılık ve milliyetçilik düşüncesi tağut olarak karşımıza çıkar. Milliyetçilik düşüncesi ümmet kavramını yok etmesi sebebiyle bütün hak ve hukuku vatan anlayışı üzerine kurmaktadır. Bundan dolayıdır ki, bugün bir çok İslam alimi "kim kafir olsun Müslüman olsun insanların hukukunu vatandaşlık anlayışına göre bina ederse kafir olur" demişlerdir. Çünkü bu düşünce akide bağını koparmak, yerine başka bir bağ koymaktır ki, bu da İslam'ın bütünüyle bertaraf edilmesidir. Asrımızın tağutlarının milliyetçilik düşüncesini toplum içerisinde yaygınlaştırmaya çalışmalarının altında yatan temel esas da budur. Onlar devamlı surette vatan için mücadele etmeyi, vatan için yaşamayı ve vatan için ölmeyi telkin ederler ki bu da putperestliğin ta kendisidir.
Milliyetçilik anlayışına paralel olarak bazen ırkçılık düşüncesi tağut olarak karşımıza çıkar. Kişi ırkçılığı kendisi için kabe edinip onun için mücadele ederse ırkçılığı tağutlaştırmış olur. lrkçılık düşüncesi kişiyi öyle bir konuma getirir ki, kişi bütün ölçülerini bunun üzerine kurar. Dostluk ve düşmanlık gibi tevhid kelimesinin en önemli esasını akide bağı üzerine değil ırk bağı üzerine bina eder. İnsanların dinine bakmaksızın kendi ırkından olanların hukukuna riayet ederken, başka ırktan olanların hukukuna riayet etmez ki bu da putperestliğin bir çeşididir.
Bazı durumlarda insanlık (Hümanizm) düşüncesi tağut olarak karşımıza çıkar. Bu da kişinin Allah'ın şeraitini düşünmeksizin bütün fiillerini insanlığa yöneltmesidir. Hiçbir dini ayrım gözetmeksizin insan olması itibarıyla bütün insanlığı dost edinmek, bütün insanlara eşit davranmak bu düşüncenin dışa yansıyan halidir.
Burada üzülerek belirtmekte fayda görüyorum ki, bazı müfessirlerimizin tağut kavramını şeytan olarak tefsir etmeleri üzerine günümüzün sathi düşünenleri tağutun sadece şeytandan ibaret olduğunu zannetmişlerdir. Ve içinde yaşadıkları topluma da böyle anlatmışlardır. Bu düşünce tarzı da ister istemez toplumların, yeryüzünün bütününü kaplayan tağutlardan habersiz kalmalarına sebep olmuştur. İnsanlar şeytana nefret beslediklerini zannederek hayatlarının bütününde tağutlara kulluk ve kölelik etmeye başlamışlar ancak bunun farkına dahi varmamışlardır.
Yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi tağut kavramı Kur'an'i kavramlar içerisinde en çok önem arz eden kavramlardandır. Zira sahih bir imanın gerçekleşmesi ancak Allah'u Teal'nın istediği şekliyle tağutları inkar etmekle mümkün olur. Tağut üzerine yaptığımız tanımlar, zamanımızın tağutları hakkında verdiğimiz bilgiler, tağutlara karşı rabbani tavır üzerine aktardığımız ayetler ve bu ayetlere ilişkin müfessirlerin yorumları bizlere göstermektedir ki; Tağut; Allah'tan başka ibadet edilen her şeydir. Şeytandan sonra tağutların en tehlikelisi ise Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen idari sistemlerdir. Bir kimsenin mü'min olabilmesi için öncelikle La ilahe reddi ile bu tağutları reddetmesi gerekmektedir. Hayatın hiçbir alanında tağutlara, Allah'a muhalif bir mesele de itaat etmemeli, itaat sözü vermemeli, her 3-5 yılda bir onlara iman tazeleme anlamına gelen oy kullanma fiilinde bulunmamalıdır. Tağutların mahkemeleri Müslüman olduğunu iddia eden bir fert için asla yetkili bir kurum ve kuruluş değildir. Müslümanlar asla hiçbir işlerinde tağuti sisteme muhakeme yetkisi vermemelidirler. Zira böyle bir davranış kişiden Müslüman ismini aldığı gibi ona kafir ve münafık isminin verilmesine neden olacaktır.
Allah bizlere basiret ve güzel amelde bulunmayı nasip eylesin. Allahumme amin ...


Abdullah Palevi - İstismara Uğrayan Kavramlar









 
İ Çevrimdışı

İbnu'l Harise

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi




CİHAD NEDİR?





İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir. Daha açık bir ifade ile Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddî-manevî bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması "cihad"dır.



"İman edenler Allah yolunda cihad ederler. Küfredenler de tağut yolunda savaşırlar." (Nisa Suresi, 76)


"Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (İslam) din edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın." (Tevbe Suresi, 29)


Bu ayet-i kerimeler: İnsanları insanlara köle yapan sistemleri yıkmayı açıkça emrediyor. Bütün insanlar Allah'ın kuludur. Hiç kimse kendinden uydurduğu sistemlerle Allah'ın kullarına hükmedemez. Bununla birlikte "Dinde zorlama yoktur" prensibi de mühimdir. Kulların kulluğundan kurtulduktan sonra inanç için zorlama yoktur.
Yukarıda açıkladığımız deliller İslam erlerinin benliğinde yer etmişti. Onlara niçin cihad ediyorsun diye sorulduğunda düşmanlara karşı vatanımızı korumak, İran ve Rumların bize karşı düşmanca davranışlarını önlemek, sınırlarımızı genişletmek, ganimet elde etmek için savaşıyoruz, diyene rastlanmamıştır. Onlar Allah'ın uluhiyetini yeryüzünde açıkça ilan etmek, O'nun sistemini hayata hakim kılmaya, şeytanların sistemini yıkmaya, insanları kula kulluktan kurtarmayı gaye edindiklerini söylüyorlardı.
Onlar Rebia bin Amr, Huzeyfe bin Muhsin ve Muğire bin Şube'nin İran orduları baş komutanı Rüstem'e söylediklerinin aynısını ifade ediyorlardı. Rüstem bu İslam mücahitlerinin her birisini Kadisiye savaşından üç gün önce: "Siz buralara niçin geldiniz?" diye sorduğunda şu ölümsüz cevabı almıştı: "Allah bizi yeryüzündeki insanları kullara kul olmaktan kurtarıp tek bir olan Allah'a kul etmek için gönderdi. Allah insanlara en son elçisini ve en son hak dinini gönderdi. Kim O'nun dinini kabul ederse, ona dokunmadan tekrar yurdumuza döneriz. Kim karşı çıkarsa onunla ya şehid olup cennete gidinceye kadar savaşırız, ya da galip gelip gazi oluncaya kadar cihad ederiz."
Müslüman, savaş meydanına atıyla cihada çıkmadan önce kendi içinde cihad yapar. Kendi nefsi istekleri, şehevi duyguları ve kötü istekleriyle cihad eder.. Kendi menfaatleri ve kabilesinin menfaatleri ile İslam dışı her şeyle cihada çıkar. Yalnız Allah'a kulluk fikrini gerçekleştirmek, yeryüzünde Allah'ın saltanatını gasb eden putları ve putçuları yıkmak ve Allah'ın hakimiyetini sağlamak için cihada çıkar.
İslam'ın doğrudan doğruya fertlerin vicdanına hitap edebilmesi için, maddi otorite, eski toplum düzeni gibi engelleri yıkmak ister. Önce fertleri bu maddi zincirlerden kurtarır, sonra inancı seçme hürriyeti verir. Oryantalistlerin hileli tuzaklarına kapılıp Müslümanların bu günkü halini görüp de cihad sistemini gerçek şeklinden çıkarıp onu kelime oyunlarıyla savunma savaşı şeklinde göstermeye çalışmayalım.
İslam dini kendisine hücum edenlere karşı yalnızca savunma savaşı yapmamıştır. Çünkü İslam'ın varlığı sırf "Allah'ın, alemlerin Rabbi oluşu" ilahi emrini ilan edip yeryüzünde kulları kullara kul olmaktan kurtarmak içindir. Bu varlık hiçbir insana kayıtsız şartsız hak tanımayan, bağımsız ve örnek bir topluluğun ortaya çıkışıyla kendini gösterir. Bu örnek topluma hakim olan yalnız Allah ve Allah'ın kitabıdır. İslam'ın var oluşu bu gaye için olunca tabii olarak yeryüzünde hakim olan kulların kullara kulluğu prensibine dayalı cahiliyye toplumlarını yok etmesi, onlarla mücadele etmesi, kendi varlığının bir gereğidir.


Yeryüzünde Allah'ın hükmüyle hükmeden bir topluluk oluştuğunda kendisini savunacaktır. İşte savunma ile cihad arasındaki ilgi bu durumda anlam kazanır.


İslam'ın varoluşu gereği insanları kullara kulluktan kurtarmak için her zaman önde gitmesi gerekir. Bunun neticesinde İslam'ı coğrafi sınırlar içerisine sıkıştıramayız. İslam basit ırkçılık çerçevesine de sokulamaz. İslam insanları kötülük odaklarına ve Allah'tan başkasına kulluğun pençesine terk edemez.
Eğer İslam'ı bir toplumun mezhebi, bir ırkın düzeni, bir kişinin sistemi olarak kabul etmeyip Allah'ın yeryüzüne indirdiği hayat prensibi olarak kabul edersek, neden çok çabuk bir şekilde yeryüzüne yayıldığını anlarız. Bundan başka da yayılış sebebi aramak boşunadır. İslam'ın Allah'ın uluhiyeti, kulların Allah'a kulluğu davası olduğunu unuttuğumuz zaman başka deliller aramaya ihtiyaç duyarız ki İslam'da cihadın niçin ve neden yapıldığı ortadayken hiçbir kişi başka deliller ortaya atmaya cesaret edemez.
İslam'ı, Allah'ın yeryüzünde uluhiyetini ilan ettiren, bütün varlıkları tek bir Allah'a kul edip kulları kullara kul olmaktan kurtaran ilahi bir sistem; Allah'ın hakimiyetini temsil eden bir toplum kalıbına dökülmüş sistem olarak değerlendirirsek elbette o zaman fertlerin vicdanına hitap edebilmek için siyasi, toplumsal tüm otoritelerin yıkılmasının gerekli olduğunu kabul etmek zorundayız. İslam'ı bu şekilde anlamakla, sınırlı bir toprak parçasına özgü bir sistem olarak değerlendirdiğimiz zaman tabii olarak onun cihadını kendi toprağına yapılan hücuma karşı savunma harbi şeklinde kabul etmek zorundayız.
İslam bir kavmin, bir mezhebin veya bir bölgenin sistemi olmayıp evrensel ve ilahi bir sistemdir. Bundan dolayı herkesten çok aksiyoner olacaktır. Ve insanların inanç seçme hürriyetini engelleyen tüm otoriteleri devirecektir.
İslam insanları hürriyetine kavuşturup alemlerin Rabbi olan Allah'ın uluhiyetini ilan edip kulları kullara kul olmaktan kurtarmak için harekete geçmek zorundadır. Tek bir olan Allah'a kulluk ise İslam'a göre ancak İslam düzeninin gölgesinde oluşabilir. Yalnız İslam düzeninde kanunlar Allah tarafından konulur. Yalnız İslam nizamında, kulların hakimine de, mahkumuna da, siyahına da, beyazına da, zenginine de fakirine de, haklısına da haksızına da Allah'ın hükmü uygulanır. O'nun kanunlarının huzurunda herkes eşittir. İslam'ın dışındaki sistemlerde hayata hakim olan kulların kanunlarıdır. Kanun koymak ise uluhiyetin bir özelliğidir. Her kim kafasından çıkardığı sistemleri kulların hayatına tatbik etmek isterse uluhiyet etmek istiyor demektir. İster bunu açıktan açığa söylesin ister söylemesin fark etmez. Her kim insanlara böyle sistem koyma hakkını tanırsa onların uluhiyetini kabul ediyor demektir. İster onlara ilah adını versinler, isterse vermesinler!..
İslam soyut inanç ve imandan ibaret değildir ki inançlarını yalnız açıklama yoluyla kabul ettirsin... İslam, bütün insanlığı özgürlüğe kavuşturan aksiyoner bir sistemdir. Diğer topluluklar ise sistemleri altında Müslümanları idare edebilecek kapasitede değildirler. Onun için İslam bu evrensel özgürlüğe engel olan diğer sistemleri yıkmak zorundadır. İşte "Dinin Allah için olması" budur. Onda diğer sistemlerde olduğu gibi kullara kul olmak yoktur.
Batı kültürünün baskısı altında ezilenler, oryantalistlerin oyununa gelenler İslam'ı bu şekilde anlamak istemezler. Çünkü müsteşrikler İslam'da cihadı: "Dine sokmak için fertlere zorla baskı yapmak" diye anlatırlar.
O soysuz müsteşrikler aslında bunun anlattıkları şekilde olmadığını da çok iyi bilirler. Ancak, bu yollarla İslam'ı ve İslam'da cihadın anlamını yitirmeye çalışırlar. Bizim beyinsiz papağanlar ise hemen bu suçlamayı kaldırmak için cihadı savunma harbi şeklinde göstermeye başlıyorlar. İslam'ın doğal ve asli görevlerini unutuyorlar. İslam'ın ilk hedefinin insanlığın özgürlüğü olduğunu görmek istemiyorlar. Bu bizim papağanların İslam anlayışını batılı müsteşrikler bozmuşlardır. Güya din bir vicdan meselesiymiş, İslam yalnız vicdanlara hitap edermiş, pratik hayatla ilgili değilmiş, bundan dolayı İslam için olan cihad, inançları zorla vicdanlara yerleştirmek için yapılırmış.
Halbuki İslam hiçte böyle değildir. İslam Allah'ın hayata hakim olan sistemidir. Pratik hayatın bütün ihtiyaçlarını karşılar.
İslam'da cihad: İslam sistemini getirme, İslam sistemini hayata hakim kılma fiilidir. İnanç meselesi ise bütün siyasi etkiler ortadan kalktıktan sonra evrensel İslam sisteminin gölgesinde ferdi vicdanen ikna etmeye bağlıdır. Fert ikna olursa boyun eğip eğmemekte hürdür. (Seyyid Kutub, Fizilal'lil Kur'ân)














 
İ Çevrimdışı

İbnu'l Harise

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi


MUHAKEME





ALLAH'IN KİTABI VE RASULULLAH'IN SÜNNETİ DIŞINDA BİR HÜKÜMLE MUHAKEME OLANIN HÜKMÜ



Bu mesele daha önce geçen "Allah'a iman - tağutu red" konusuyla sıkı sıkıya bağlı olduğu için, İslam alimleri, bu bakımdan Allah'ın kitabı ve rasulünün sünneti dışında herhangi birşeyle muhakeme olana sadece bir tek hüküm vermişlerdir: Müşrik ve kafirdir. Onlara bu hükümden başka bir hüküm vermemişlerdir. Maalesef zamanımızda müslüman olduklarını iddia eden ister hakim olsun ister hükmedilenler olsun çoğunun durumları böyledir.



Şeyh Ahmed Şakir şöyle diyor:
"Daha önce İslam'ın hakim olduğu birtakım ülkelerde bugün birtakım kanunlar görüyoruz. Avrupa kökenli olan bu kanunlar bazı hususlarda İslam şeriatine uygun olsa bile gerek esasta olsun gerek teferruatta olsun İslam'a muhaliftir ve İslamla çelişir. Hatta İslam'ı yıkıp ortadan kaldıracak ve ona ters olan unsurlarla doludurlar.
Bu gerçek, kendisini aldatan veya din hususunda cahil olan ya da bilmeden İslam'a düşmanlık yapan kimseler hariç herkes için açıktır, bedihidir.
Şimdi günümüzdeki bu meselenin iç yüzünü ortaya koyacak olan İmam Şafii (r.a)'nin dakik bir kaidesine göz atalım. Ancak ne var ki, bu fıkhi kaide, Allah'ın hükümleri dışında hüküm vazeden ve onları uygulayanlar hakkında ortaya konmamıştır. Çünkü o dönemde İslam ülkeleri utanç verici böyle bir durum ile karşı karşıya kalmamışlardı.
İmam Şafii bu kaideyi; kaynaklara yani Kur'an ve sünnete inmeden, oradan delil getirmeden fetva veren alimler için koymuştu.
İmam Şafii 178. risalesinde şöyle diyor:
"Kim Kur'an ve sünnetten kaynaklanan sağlam bir delile dayanmadan, kendi görüşü doğrultusunda bir fetva verirse, doğruya isabet etmiş bulunsa bile, bu yaptığından dolayı sevap alamaz ve yanlış yapmış olmaktan kurtulamaz. Eğer Kur'an ve sünnete dayanmadan yanlış fetva verirse, bu durumda da özür sahibi sayılmaz."
İşte bu kaide bize açık olarak gösteriyor ki; bir müctehid Kur'an ve sünnetten araştırmadan bir mesele hakkında sırf sahip olduğu ilimle bir fetva verirse verdiği fetvada isabet etmiş olsa bile hata işlemiş olmaktan kurtulamaz. Çünkü onun bu isabeti tesadüfidir. Bu durumun böyle olmasının sebebi ise bu kimsenin fetva verdiği meselenin delilini araştırmaması, Kur'an ve sünnete başvurmamasıdır.
Bu durum müslüman bir müctehid için böyledir. Çünkü bu kişi yine de İslam dışı bir kaideyle hareket etmemiştir. Fakat, İslam kaideleri dışındaki kaidelere göre hüküm verenlere gelince, işte bunlar ne müctehidtirler ne de müslümandırlar. Velev ki verdiği hükümler İslam'a uygun olsun, sonuç değişmez. Çünkü bu kişi İslam kaideleri dışındaki kaidelerle hüküm vermiştir.
(Müsned-İmam Ahmed'in Şerhi c:6, s: 303)
Şeyhul İslam Mustafa Sabri, Allah'ın kitabı ve rasulün sünneti dışında birşeye muhakeme olma- ki bunun günümüzdeki pratik şekli laiklik yani din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır- ve bunun toplumda meydana getirdiği korkunç sonuçlar hakkında şöyle diyor:
"Aslında din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak, dini ortadan kaldırma planından başka birşey değildir. Batıdan gelen veya batı bağlılarının ortaya attıkları bid'atlerin hepsi İslam'ı yıkmak ve müslümanları İslamdan uzaklaştırmak içindir. Fakat bu amaçla ortaya çıkarmış oldukları şeylerin en korkuncu din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak anlamına gelen laikliktir.
Laiklik hükümet tarafından halkın dinine indirilmiş bir darbedir. Oysa devrimler adet üzere halktan iktidarlara yöneliktir. Burada hükümetlerin halka rağmen halkın aleyhine devrim yaptığını görüyoruz.
Laiklik ilkesini kabul eden bir siyası rejim İslam hükümlerine başkaldırmış demektir. Dolayısıyla öncelikle bu hükümet irtidat etmiş sonra da buna itaat edenler mürtedleşmiş sayılır. Siyasi idarede görev alanlar tek tek mürted hükmünü aldıkları gibi bu hükümete itaat eden kitleler de irtidada düşmüş olur. Bu kestirmeden toplu küfre giriş kadar korkunç bir olay tasavvur edilemez.
Birimiz, fert olarak İslam'ın herhangi bir hükmünü kabul etmediğimiz, dinin sultasını reddettiğimiz, helal ve haramdan, emir ve nehiyden birini inkar ettiğimiz takdirde küfre girmiş oluruz. Peki, toptan Allah'ın sultasını, emir ve nehiylerini helal ve harama ilişkin ölçülerini reddeden dolayısıyla mürted olduğu şüphe götürmeyen bir idarenin üyeleri hakkındaki hükmünüz ne olacaktır? Cevap: Yalnızca "mürted olmak", değil mi?"
(Mevkıf el Akl vel İlm Vel Alem Min Rabbil Alemin c: 4, s: 280)
Laiklik (din ile devlet işlerini birbirinden ayrılması) düşüncesine göre namaz, oruç, hac gibi ibadetler konusunda başvurulan merci, Kur'an ve sünnet olmasına karşın hayat pratiği ile ilgili işlerde, beşeri münasebetlerde başvurulan merci, Kur'an ve sünnet dışında insanların kendi heva ve hevesleridir. O halde namaz, oruç, hac gibi ibadetlerimizi Kur'an ve sünnetten başka bir kaynağa dayandırmak kesin bir küfür ise bunlar gibi birer ibadet olan diğer işlerimizi Kur'an ve sünnetten başka bir kaynağa dayandırmak da aynı şey olmaz mı?


Şeyh Muhammed Emin Şankıtiy:
"İhtilafa düştüğünüz herşeyin hükmünü Allah' tan alın." (Şura: 10)
ayetini zikrettikten sonra diyor ki:
"Bu ayetten anlaşılıyor ki; Allah'ın kitabı ve rasulünün sünnetinden başka hiçbir şeye muhakeme olmak caiz değildir. Allah, Allah ve rasulünden başka şeylere muhakeme olanları azarlayarak onların şeytan tarafından derin bir sapıklığa itildiklerini belirtiyor.


Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Ey Muhamnmed! Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tağuta muhakeme olunmalarını istiyorlar. Oysa onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek ister." (Nisa: 60)
(Edvaül Beyan c: 1 s: 92)
Şeyh Şankıtiy başka bir yerde şöyle demektedir:
"Allah hüküm koymada kendine ortak kabul etmez." (Kehf: 26)
ayeti ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki; Kur'an ve sünnetin dışında kendi heva ve heveslerine göre kanun koyanlara uyanlar Allah'a şirk koşmuşlardır.
Bu manayı destekleyen birçok ayet de vardır.
Örneğin; Şeytana ve kendi hevalarına göre teşri (kanun) koyarak, haram olan ölü hayvan etini "Allah öldürmüştür" diye helal sayanlara uyanlar hakkında Allah (c.c) şöyle diyor:
"Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytan sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz." (En'am: 121)
Bu ayette Allah'ın haram kıldığı eti helal sayanlara itaat etmenin şirk olduğu apaçık bir şekilde bildiriliyor. Bu şirk Allah'ın kanunlarına muhalif olan kanunlar koyanlara itaat edilerek işlenmiş bir şirktir. Ve aşağıdaki ayetlerde geçen "şeytana ibadet etmeyin" sözünden maksat da budur.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Ey Ademoğlu! Ben size apaçık düşmanınız olan şeytana değil, yalnız bana ibadet edin, dosdoğru yol budur, diye bildirmedim mi?" (Yasin: 60-61)
"Ey babacığım! Şeytana ibadet etme. Çünkü şeytan Rahman'a başkaldırmıştır." (Meryem: 44)
"Onlar Allah'ı bırakırlar ve yalnız dişilere (Lat, Uzza, Menat gibi dişi saydıkları putlarına) ibadet ederler. Onlar ancak inatçı bir şeytana ibadet etmiş olurlar." (Nisa: 117)
Bu ayetlerde geçen "şeytana ibadet"ten maksat; Kur'an ve sünnete zıt olan kanunlara tabi olarak şeytana ibadet edilmesidir. Bu yüzden Allah (c.c) haramları süsleyenlere itaat edenlerin onların ortakları olduklarını şöyle belirtiyor.:
"Bunun gibi ortakları müşriklerden çoğuna çocuklarını (kızlarını) öldürmeyi hoş bir şeymiş gibi gösterdi ki hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi onu yapamazlardı. Öyleyse onları uydurduklarıyla başbaşa bırakın.". (En'am: 137)
"Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tağuta muhakeme olunmalarını istiyorlar. Oysa onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister." (Nisa: 60)
Bu zikrettiğimiz ayetlere göre apaçık belli oluyor ki; şeytanın kendilerini kandırdığı ve insanların kafalarından çıkarılmış Allah'ın şeriatine muhalif kanunlara tabi olan kimselerin kafir ve müşrik olduklarında şüphe edenler; hakkı görmek hususunda basireti kör olmuş kimselerden başkaları değildir.
(Edvaül Beyan c: 4 s: 83-84)


İmam Kurtubi şöyle diyor:
Ebu Ali dedi ki: "Allah'ın kanunlarından yüzçevirip onların dışında başka hükümleri isteyen kafir olur."
(Kurtubi Tefsiri s: 2185)


İbn-i Teymiye [1] şöyle diyor:
"Bütün alimlerin ittifakıyla; her müslümanın bilmesi gerekir ki; Her kim İslam'dan başka bir dine tabi olur veya Muhammed (s.a.s)'in şeriatinden (kanunundan) başka şeriatlara (kanunlara) tabi olmayı serbest bırakıp caiz görürse kafir olur."
(Fetvalar c: 4 mesele: 515)


"Rabbine andolsun ki aralarında ayrılığa düştükleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe, verdiğin hükümden dolayı kalplerinde hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa: 65)
İbn-i Kesir bu ayet hakkında şöyle diyor:
"Allah (c.c) tüm işlerde Rasulullah (s.a.s)'i hakem tayin etmeyenin iman etmiş olmayacağını kendi adına yemin ederek belirtiyor. Allah'ın rasulü (s.a.s) hükmederse o haktır. Zahiren ve batınen yalnız ona bağlanmak gerekir."
(İbni Kesir Tefsiri c: 1 s: 520)


İbni Kesir: Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"İhtilafa düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan Allah'tır." (Şura: 10)
Yani Allah ve rasulünün verdiği hüküm haktır. Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır? Bu sebeple Allah (c.c) bu ayetin hemen ardından:


"Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız" buyurmaktadır. O zaman bu; "Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız aralarınızda olan ihtilaflarda, anlaşmazlıklarda çözümü Kur'an ve sünnetten isteyin ve o iki kaynağı hakem tayin edin", demektir.
Bu ayetler gösteriyor ki yalnız Kur'an'a ve sünnete muhakeme olmayan kişi Allah'a ve ahiret gününe iman etmiyor demektir.
(İbni Kesir c: 1 s: 518)


İbni Kesir ([2]) bir başka eserinde şöyle diyor:
"Kim Muhammed (s.a.s)'e inen şeriati bırakıp bunun dışında neshedilmiş (iptal edilmiş Tevrat ve İncil gibi) şeriatlere bağlanırsa küfre girer. Kur'an ve sünnete muhakeme olmayıp da Ye'sak'a ([3]) muhakeme olanın hükmü nedir? Şüphesiz ittifakla küfürdür."
(Bidaye Ve En-Nihaye c: 13 s: 119)


Burada önemli bir noktaya da değinmek gerekir.
Bazıları:
"Rabbine andolsun ki aralarında ayrılığa düştükleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe iman etmiş sayılmazlar." (Nisa: 65) ayetindeki "iman etmiş sayılmazlar" sözünü "tam iman etmiş sayılmazlar" şeklinde tefsir ediyor. Yani; ayetteki genel hükmü tahsis ediyor.


İbni Hazm ([4]) böyle tefsir etmek isteyenler hakkında şöyle diyor:
"Nisa: 65 ayeti açık bir nastır. Tevili ve tahsisi mümkün değildir. Bunu açık manasından başka bir manaya çeken bir başka ayet veya "tam iman etmiş olmaz" şeklinde tahsis edilecek herhangi bir destek veya delil yoktur.
(El-Milal Vennihal c: 3 s: 249)


Nisa:65 ayetindeki "iman etmiş olmazlar" sözünü "tam iman etmiş olmazlar" şeklindeki tefsiri yanlış olup kabul edilmemesi gerekir ve şu gibi açılardan doğru değildir:
1 - Dil açısından: Kadı Ebu Zeyd Ed-Debusi'nin Et-Takvim adlı kitabında dediği gibi arapçada na't (sıfat) cümlede mastar olmadan gelmez. Ayette "imanen" şeklinde mastar olmadığından "kamilen" şeklinde sıfat gelmez. Dolayısıyla "Kamilen" (tam olarak) sıfatı varmış gibi gösterilemez. Ancak ayette mastar olursa sıfat varmış gibi gösterilebilir. Böyle olsa bile ayetin zahiri manasını sebepsiz terkedip ayette olmayan kelimeleri eklemek caiz değildir.
2 - Fıkıh Usulü Ve Kaideleri Açısından: Amm (genel) olan naslar ancak ayet, hadis veya icma ile tahsis edilir. Kıyasla tahsis edilmez. İmam Fahreddin Razi ([5]) bu ayet hakkında şöyle diyor: Bu ayetin hükmü geneldir. Kıyasla tahsis edilmez. Ve ayetin zahiri hükmünden başka hüküm verilemez. Bu ayetin verdiği hüküm gibi çok kesin hükme Kur'an'da çok az rastlanır. Ayetteki genel olan hüküm "İman etmiş sayılmazlar"dır.
3 - Nassın Siyakı Açısından: Nasda geçen "iman etmiş olmazlar" sözünü "tam iman etmiş olmazlar" diye tefsir etmek nassı bozar ve manasını çirkinleştirir. Çünkü ondan önceki ayetler bu ayetin manasını apaçık bir şekilde desteklemektedirler. Bu mana ise şöyledir: Ya Allah'ın ve rasulünün şeriatine muhakeme olmak ki bu imanın ve islamın kendisidir ya da onların dışın
daki şeylere muhakeme olmak ki bu da küfrün ta kendisidir.
Allah (c.c) bundan önceki ayetlerde imanın ve İslam'ın sınırlarını belirleyerek şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, rasule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer birşeyde çekişirseniz Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız onun çözümünü Allah'a ve rasulüne bırakın. Bu en hayırlı ve netice itibarıyle en güzeldir." (Nisa: 59)


İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:
"Bu ayet apaçık bir şekilde; ihtilaf vukuunda Kur' an'a ve sünnete muhakeme olmayan kişinin Allah'a ve ahiret gününe iman etmediğini gösteriyor."
İbni Kesir (r.a)'in sözünü görüyor musun? Ne kadar imanlı olduğunu iddia etse de Kur'an ve sünnete muhakeme olmayan kişinin imandan çıktığını söylüyor. Dolayısıyla ondan sonraki ayet bu meseleye ihtilafa mahal bırakmayan kesin bir hüküm getirmektedir. Yani; iman iddiasıyla beraber Kur'an ve sünnetin hükümlerini bırakıp başka hükümlere başvurmak yalan bir iddiadan başka birşey değildir.


Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmekle emrolunmuşken tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Oysa şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak istiyor. Onlara: "Allah'ın indirdiğine (kitaba) ve rasule gelin (onlara başvuralım)" denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün." (Nisa: 60-61)


Bu ayetlerden anlaşılıyor ki; tağuta muhakeme olmak ile Allah'a iman birarada bulunamaz. Böyle bir iddia geçersizdir. Çünkü tağuta muhakeme (Allah'ın kanunlarından başka kanunlara muhakeme) iman değildir. Sapıklığın ta kendisidir.
Allah (c.c) bu ayetin devamında; Allah'ın şeriatine muhakeme olmamanın ve muhakeme olmak isteyenleri engellemenin, kalbinde iman olmayan münafıkların sıfatlarından olduğunu bildiriyor.
Daha sonra gelen ayette de Allah (c.c), rasullerin yalnız tebliğ için değil, hem tebliğ etmeleri, hem de kendilerine itaat olunmaları için gönderildiklerini belirtiyor.


"Biz rasulleri Allah'ın izniyle kendilerine itaat edilsin diye gönderdik." (Nisa: 64)
Sonra,
"Hayır Rabbine andolsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı kalplerinde bir sıkıntı duymadan kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa: 65)
ayeti tam yerinde geliyor. Nefislerde hiçbir tartışmaya mahal bıraktırmayan bir hükümle geliyor. İşte bu hüküm; İslam şeriati dışında başka kanunlarla muhakeme olan kimsenin imanının sözkonusu olamayacağı gerçeğidir.
Bütün bu anlatılanlar ve zikredilen alimlerin yasama sultasına ilişkin izahlarından sonra şu gerçek apaçık olarak ortaya çıkmaktadır; İslam'ın dışındaki tüm idari nizamlar, hayat sistemleri küfürdür, tağutidir, çağdaş tağutları temsil etmektedir. Onları inkar etmek, tekfir etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları destekleyenler de tekfir edilip reddedilmelidir.
Şu apaçık bir gerçek ki; Kur'an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşeri mahreçli kanunları her kim vaz'eder, va'zedilmesine katkıda bulunur, yasalaştırır, tatbik eder ve reddetmezse kafirdir.
Bu durumda yasama meclisi (ki teşrii de bulunur) yasamayı tasdik eden parlamenterler, uygulama safhasına koyan yürütme organları (ki bakanlar bu çerçevededir) ve yürütme organı başkanı, yürütme organının yapısı içinde yer alan hakim ,savcı ve avukatlar, yine bu kanunlara dayanarak soruşturma yapan istihbarat ve güvenlik kuvvetleri ve kafir sistemi koruma ve kollamayla görevli olanlar kafirdirler.
Halka gelince, her kim böyle birşeye rıza gösterir ve inkar etmezse, nemelazımcı bir tavır takınırsa kafir olur. Çünkü bu insanlar küfrün tahakkümüne rıza göstermekte, İslam şeriatının kaldırılmasına, uygulanmamasına ilgisiz kalmaktadırlar. Hatta bazıları müslüman olduklarını iddia etseler bile. Onların kafir oluşu tağutu inkar etmemelerinden kaynaklanmaktadır.
İşte İslam alimlerinin görüşleri budur! Evet, Allah'ın kitabı ve rasulünün sünneti dışında ister yargılayan (hüküm veren), ister yargılanan (muhakeme olunan) olsun Allah'ın hükmü dışında bir hükme razı olan, bu hükmü kendi rızası ile kabule yanaşan veya reddetmeyen kesinlikle kafirdir. İster fert, ister devlet olsun hukuki, iktisadi, içtimai ve siyasi bir konuda Allah (c.c) ve rasulünün (s.a.s) şeriatı dışında adı ne olursa olsun, herhangi bir şeriata (kanuna) muhakeme olmaya rıza gösteren başka bir deyimle kendi isteği ile muhakeme olan kafirdir.


Bu konuda önemli bir noktaya değinmek gerekir:
İslamla çelişmeyen idari kanunları tatbik etmek ayrı, haramı helal, helalı haram yapan kanunları tatbik etmek ayrıdır. Birincisi caizdir, ikincisi ise küfürdür. İslam ile çelişmeyen idari kanunlardan kasıt; haramı helal, helalı haram yapmayan, fertlerin menfaatini ve topluluğun düzenini sağlayan idari kanunlardır. Trafik , binaların şekli, yolların şekli, su dağıtma şekli, mahallede bulunanların kaydedilmesi, işçilerin tanzimi, fabrikalar kurma vb. ve düzenleme gibi halkın genel maslahatına uygun olan ve şeriate karşı gelmeyen kanunları yapmak ve uygulamak caizdir.
Şeyh Emin Şankıtiy şöyle diyor:
Heva ve heveslerinden kaynaklanan Kur'an'a zıt olan kanunları uygulamak ki bu açık bir küfür ile Kur'an'a ve sünnete zıt olmayan, insanların hayatını düzene sokan kanunları uygulamak arasındaki farkı ayırmak lazım. Kanunlar iki türlüdür: İdari ve şer'i kanunlar. İdari kanundan maksad; İnsanların durumlarını Kur'an ve sünnete muhalif olmayacak şekilde düzenlemektir. Bu gibi kanunların insanlar tarafından konulması caizdir. Sahabeler ve ondan sonra gelen müslümanlar da bunu yapmışlardır. Ömer b. Hattab Rasulullah (s.a.s) zamanında olmayan bunun gibi idari birçok kanunlar koymuştur. Örneğin; Askere katılanlarla katılmayanları tespit etmek için askerlerin kaydedilmesi gereken bir kuruluş kurmuştur. Halbuki Rasulullah (s.a.s) böyle birşey yapmamıştır. Dolayısıyla Ka'b İbn-i Malik ve onun gibi Tebük savaşına katılmayan kimseleri ancak sonra öğrenebilmiştir. Ayrıca Ömer b. Hattab Saffan b. Umeyye'nin evini hapishane yapmıştır. Halbuki Rasulullah (s.a.s) ve Ebu Bekir zamanında hapishane yoktu. İşte bu gibi İslam'a zıt olmayan ve insanların hayatını düzene koyucu kanunları koymak caizdir. Şeriate muhalif olmayan işçilerin işlerini düzenleyen kanunlar koymak da bunlardandır. Fakat gökleri ve yerleri yaratan Allah'ın şeriatine muhalif bir kanun koymak ve bunu insanlara uygulamak bu gökleri ve yeri yaratanı inkardır, küfürdür. Mirasta erkek ve kızın eşit tutulması, tek hanımla yetinme, boşanma gibi hususlarda yeni kanun koymak, recim cezasını kaldırmak, hırsızların elini kesme cezasını değiştirmek ve bunun gibi şeriatte bulunan cezaları ortadan kaldırmak ve bu cezalar hakkında: "Artık bunlar zamanımıza uymaz" demek gökleri ve yeri yaratanı inkar etmek demektir. Böyle yapmak Allah'ın koyduğu nizama başkaldırmaktır. Halbuki Allah (c.c) insanların maslahatını en iyi bilendir. Teşri konusunda Allah (c .c) ortaktan münezzehtir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Yoksa onların Allah'ın dinde izin vermediği birşeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır?" (Şura: 21)
"De ki: "Allah'ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram bir kısmını helal kıldığınızı görmüyor musunuz?" De ki: "Size Allah mı izin verdi. Yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?" (Yunus: 59)
"Diliniz yalana alışmış olduğu için herşeye bu haram, bu helal demeyin. Zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise şüphesiz saadete erişemezler." (Nahl: 116)
(Edvaül Beyan c: 4 s: 84)
Günümüzdeki bazı kişiler şöyle diyebilirler: "Bizim yaşadığımız devlette şeriat hakim değildir. Eğer tağutun mahkemesine başvurmazsak hakkımızı alamayız. Hakkımızı almak için tağutun mahkemesine başvurabiliriz."
Bu gibi kişilere şöyle denir: "Birisi sizden hakkınızı alsa ve: "Bana namaz kılmadan hakkınızı alamazsınız" dese ve siz bu hakkınızı almak için ona namaz kılsanız Allah katında müslüman kalabilir misiniz?" elbette: "Kalamayız" diyeceksiniz. Çünkü; namaz ibadettir. İbadetler de yalnızca Allah'a yapılır. "Başkasına namaz kıldığımızda onu ilah seviyesine çıkarmış oluruz" dersiniz. O halde düşünmez misiniz ki acaba Allah tağutun mahkemesine başvurulduğunda kafir olunacağına dair niçin hüküm vermiştir?
Tağutun mahkemesine başvurulduğunda sadece Allah (c.c)'a ait olan hüküm verme yetkisinin Allah (c.c)' dan başkasına verilmesi sözkonusudur. Çünkü hüküm vermek yalnızca Allah'a aittir. Allah sadece kendi hükmüne itaat edilmesini emretmiştir. Kendi hükmünden başkasına itaat edenlerin kimin hükmüne itaat ediyorlarsa ona ibadet ettiklerini apaçık bir şekilde: "Hüküm vermek yalnız Allah'a aittir. Kendisinden başkasına değil yalnız O'na kulluk etmenizi emretti." (Yusuf: 40)
ayetinde bildirmiştir. Öyleyse her ne kadar kalben tağutu sevmediğinizi ona düşman olduğunuzu iddia etseniz bile hareketiniz bunu yalanlamaktadır. Zira gerçekten tağuta düşman olmuş olsaydınız ve de onu kalbinizle inkar etmiş olsaydınız ister hakkınız gitsin ister gitmesin tağutun mahkemesine başvurmazdınız. Mesele hak-hukuk meselesi değildir. Mesele yalnız Allah (c.c)'a ait olan hüküm verme yetkisinin Allah'tan başkasına verilmesi meselesidir. Bu ise şirkin ta kendisidir. Allah (c.c) Nisa: 60'da tağuta muhakeme olmayı isteyenlerin iman iddialarının geçersiz olduğunu ve şeytanın onları: "Tağuta muhakeme olmayı istediğiniz halde müslüman, mü'min kalabilirsiniz" diye vesvese vermek suretiyle derin bir sapıklığa saptırdığını bildiriyor.




[1] Takıyyuddin Ebu'l Abbas Ahmed b. Abdil Halim b. Abdis-selam İbn-i Teymiye: Harran'da H. 661 senesinde doğmuştur. 6 yaşında Şam'a gitmiştir. Hanbeli alimlerindendir. Şam'da H. 728 senesinde vefat etmiştir.
[2] Ebu'l Fida İsmail İmadud'din b. Ömer b. Kesir b. Zer El-Kureşi: Busra'ya ait Mecdel köyünde doğmuştur. Sonra Şam'a gitmiş ve orada H. 774 senesinde vefat etmiştir. İbn-i Teymiye'nin talebesi ve hanbeli alimlerindendir.
[3] (Yes'ak: Cengizhan'ın Kur'an, Tevrat, İncil ve Kendi düşüncesinin bir sentezi olarak ortaya koyduğu bir yasadır.)
[4] Ali b. Ahmed b. Said İbn-i Hazm El-Endelüsi: Endelüs (İspanya'da)'de bulunan Kurtuba şehrinde H. 383'de doğmuştur.
[5] Muhammed b. Ömer b. El-Hüseyin b. Ali el-Kureşi Et-Teymi El-Bekri Et-Tabiristani: H. 543'te Rey şehrinde doğmuştur. Şafi alimlerindendir. H. 606 yılında vefat etmiştir.










 
İ Çevrimdışı

İbnu'l Harise

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi




ATALAR DİNİ


Tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî kaynakların tesbit edeceği birçok asırların tecrübelerine, daha doğrusu Allah'ın tayin edip indirdiği delillere bağlı olan hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni şeyler aramak doğru değildir. Bununla beraber, körü körüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından beyan edilmiş bulunan ataları taassupla taklit etmek de onları, Allah'a eş ve ortak tutmak, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.

Bundan dolayı, bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil; Allah'ın emrine ve Hakk'ın deliline uygun olmasıdır. Allah'ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi, yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta "zarar kadîm olmaz" diye bir genel kaide vardır. "Kadîm, kıdemi üzere terk olunur" genel kuralı da bununla kayıtlıdır.
Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu için değil; açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir. Kısaca, hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istektir. Allah'ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah'ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah'a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
"Onlara; 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler..." (Bakara: 2/170)
Bu âyet gösteriyor ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah'a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. Nitekim "Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve diğer açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun" denildiği zaman Arap müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir rivâyette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahûdilerden bir gruptur. "Allah'ın indirdiğine uyun" dendiği zaman bunlar: "Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden hayırlı, bizden daha bilgiliydiler" demişler, yapılan bu teklifteki âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 482-483)
Onların bâtıl gelenekleri ile ilgili tek otoriteleri, bunların, atalarının da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu tür bir geleneği, uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler. (Seyyid Kutub, Fi Zilâli'l Kur'an, c. 1, s. 323-324)
Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister İslâm'a ve İslâm şeriatına dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve İslâm'ın reddettiği câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse bu dini kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan ayrılmayan yahûdiler olsun; her iki zümre için de bahis konusu olmak üzere âyet-i kerime, akîde hususunda Allah'tan başkasından bir şey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit ederek, düşünmeden, şuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor. "...Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" (Bakara: 2/170)
Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. Söylenenden başka bir şey anlamayan, çobanlarının haykırışını mânâsız seslerden ibâret sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta onlar, hayvandan da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler:
"(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler." (Bakara: 2/171)
Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur'ân'dan istifade edip hidâyete ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler. Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var… (Mevdûdi, Tefhîmu'l Kur'an, c. 1, s. 119. Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.)
Tarih boyunca insanlar ya kendi nefislerine zulmetmiş, ya müstekbirlerin zulümlerine muhatap olmuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssalarda bu iki hâlin haber verildiği sabittir. Peygamberlerin tebliğine karşı direnen kavimlerin ilk sloganları şudur: "Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız." Zulme ve şirke dayanan sistemlerini, bu slogan ile korumaya çalışmışlardır. Atalar dini, geçmişe karşı beslenen ölçüsüz saygı ve sevgi üzerine kurulan bir sistemdir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Onlara: "Allah'ın indirdiği hükümlere uyun!" denildiğinde onlar "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, hakikati de bulamamış idiyseler?" (Bakara: 2/170) hükmü beyan buyurulmuş ve bu bâtıl dinin mahiyeti haber verilmiştir. Mekke müşriklerinin; "Günah işlediğimiz elbiselerle ibadet edemeyiz" diyerek, Kâbe-i muazzamayı çıplak bir vaziyette tavaf ettikleri sabittir. (İmam-ı Alûsî, Ruhû'l-Meani, Beyrut 1985, c. VIII, sh. 109. Aynca, Ebu1-Hasan en-Nedvî, Dört Rükün, Konya 1969, sh. 299.) O dönemde Kâbe-i muazzamanın içerisi ve çevresi heykellerle doludur. Haniflerin "çıplak olarak tavaf etmek doğru değildir. Elbiselerinizi giyiniz" şeklindeki teklifini kabul etmeyen ve "Biz atalarımızdan bu şekilde gördük. Allah emretmeseydi, onlar hiç çıplak olarak tavaf ederler miydi?" sualini soran müşrikler, bu ibadet şeklinde ısrar etmişlerdir. (Mecmuatû't-Tefâsir, İstanbul 1979, c. II, sh. 540 (Kadı Beyzavî bölümü) Bunun üzerine; "Onlar (müşrikler) bir hayâsızlık yaptıkları zaman: "Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu (fuhuşla ameli) emretti" derler. O iman etmeyenlere söyle; Allah hiç bir zaman fahşâyı emretmez. Bilmeyeceğiniz şeyleri Allah'ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz." (A'râf: 7/28) ayet-i kerimesi inzal buyurulmuştur.
Cahiliyye döneminde müşriklerin, Kâbe-i muazzamaya hürmet ettikleri, her yıl örtüsünü değiştirdikleri ve oraya ibadet niyetiyle gelenlere ikramda bulundukları malûmdur. (Geniş bilgi için bkz., M. Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, İstanbul 1984, c. II, sh.16 vd.) İbadeti ve duayı teşvik niyetiyle, birbirlerini alkışladıkları ve ıslık çaldıkları da nass ile sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onların (müşriklerin) Beytullahdaki duaları ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan (alkışlamaktan) başka birşey değildir. (Ey müşrikler) devam ede geldiğiniz o küfrünüzden dolayı, artık tadın azabı!" (Enfal: 8/35) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahruddin-i Razi, bu ayet-i kerimenin tefsirinde: "Allahu Teâlâ (cc) kâfirler hakkında, "Onlar Beyt-i haramın sahipleri değildirler" buyurmuş, daha sonrada müşriklerin dualarının ancak el çırpmak ve ıslık çalmak olduğunu haber vermiştir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Âyette geçen muka kelimesi, fûal vezninde bir kelime olup ıslık çaldı manasına gelir Tasdiye kelimesine gelince, bu el çırpmak demektir." (İmam Fahruddin-i Râzî, Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayh), c. XI, sh. 309.) diyerek meseleyi izah etmiştir. Abdullah ibn-i Abbas'dan (r.a) gelen rivayette de Mekke müşriklerinin bu dua şekli üzerinde durulmuştur. Hevâya tâbi olmak, her türlü felaketi beraberinde getirebilir. Resûl-i Ekrem'in (s.a.v): "Cennetin etrafı nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle, cehennemin etrafı da şehevî arzularla (hoşa giden şeylerle) çevrilmiştir" (Salıih-i Müslim, İstanbul 1401, K. Cennet: 1. Ayrıca Sünen-i Tirmizî, İstanbul 1401, K. Cennet: 21.) mealindeki mübarek ikazını dikkate almak gerekir. Atalarını bahane ederek hevâlarına (nefs-i emmarelerine) uygun bir hayat yaşayanların mantığı ile günümüzdeki resmî ideolojinin dayandığı mantık arasında bir fark yoktur. Hesap gününe hazırlanan müminlerin, atalar dininin mensuplarına muhalefet etmeleri, alkıştan ve ıslık çalmaktan uzak durmaları zaruridir. Zira alkış ve ıslık çalma fiilleri, atalar dininin ibadet şekilleri ile ilgilidir. Heykeller önünde saygı duruşunda bulunmak, müşrik olan ehl-i kitabın hastalığıdır. Atalar dinine mensup olan çağdaş zâlimlerin ve müşriklerin âdetlerini taklid etmek caiz değildir. Resûl-i Ekrem in (s.a.v): "Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır." (İmam-ı Serahsî, e1-Mebsut, Beyrut ty., c X, sh. 5.) meâlindeki mübarek ikazına uymakta zaruret vardır. (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 45-50)












 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt