Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Zaruret ve İkrahın Birbirinden Farkı Var mıdır?

عبيد Çevrimdışı

عبيد

إذا لم تخلص فلا تتعب
Selamün aleyküm we rahmetullahi we berekatuh,
Hocam aklıma takılan bir mesele var. Zaruret ikrahı kapsar mı? Zaruretler dinin beş temel esasına yönelik bir zorluk nedeniyle yapılan hafifletme ise ikrah da bunlara yönelik olduğu için zaruret kapsamında sayılır mı?
İbadetler için kabul edilen uzvu kaybetmek vb. büyük zaruretler veya orta derecede bulunup büyük zaruretlere yakın olan zaruret durumları, büyük günahlar veya küfür için de geçici cevaz durumu oluşturdu mu?

Eğer sayılıyorlarsa ikrahın zaruretten istisna edildiği durumlar var mıdır? Örneğin zaruret şu kadar genişken ikrah ise daha dar kapsamlıdır şeklinde bir durum var mı?

Küfür fiilieri sadece ikrah durumunda yapılabilir diye bir yazı okumuştum. Bu bilgi sahih midir? Sahih ise ikrahın zaruretten istisna edildiği veya kapsamı dışında kaldığı durumlara örnek verilebilir mi?

Konuyu tafsilatı ile açıklar mısınız?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Selamün aleyküm we rahmetullahi we berekatuh,
Hocam aklıma takılan bir mesele var. Zaruret ikrahı kapsar mı? Zaruretler dinin beş temel esasına yönelik bir zorluk nedeniyle yapılan hafifletme ise ikrah da bunlara yönelik olduğu için zaruret kapsamında sayılır mı?
İbadetler için kabul edilen uzvu kaybetmek vb. büyük zaruretler veya orta derecede bulunup büyük zaruretlere yakın olan zaruret durumları, büyük günahlar veya küfür için de geçici cevaz durumu oluşturdu mu?

Eğer sayılıyorlarsa ikrahın zaruretten istisna edildiği durumlar var mıdır? Örneğin zaruret şu kadar genişken ikrah ise daha dar kapsamlıdır şeklinde bir durum var mı?

Küfür fiilieri sadece ikrah durumunda yapılabilir diye bir yazı okumuştum. Bu bilgi sahih midir? Sahih ise ikrahın zaruretten istisna edildiği veya kapsamı dışında kaldığı durumlara örnek verilebilir mi?

Konuyu tafsilatı ile açıklar mısınız?
Âleykum selam we rahmetullahi we berakatuh kardeşim;

İkrah
Bugün ikrah kavramı ve bu kavrama dair tasarruflar noktasında insanlar üç gruba bölünmüşlerdir.
İnsanlardan bir kısmı her türlü baskıyı ve zorlamayı ikrah sınırlarına sokarak büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Öyle ki birkaç kuruş dünyevi menfaat adına her türlü küfür söz ve amellerinin işlenmesine ikrah adı altında ruhsat vermektedirler.
Diğer taraftan bazı kimseler ise, ikrah kavramını tamamen kendi düşüncelerine göre şekillendirmeye kalkmışlar, kendi kanaatlerine göre her ihtilafı iman küfür meselesine dayandırmışlar ve müslümanları tekfir etmişlerdir.
Vasat ummet olma özelliğini kaybetmeyenler ise bu hususta İslam âlimlerinin sözlerine değer vermişler ve ikrah hakkındaki görüş ve tutumlarını buna göre şekillendirmişlerdir.
Bununla beraber elbette herkes kendisinin hak yolda, doğru görüş üzerinde olduğunu iddia etmektedir. O halde burada ikrah kavramı hakkında İslam alimlerinin sözlerine ve tanımlarına ihtiyaç duyulmaktadır.
İkrah kelimesi sözlükte meşakkat ve zorlama demektir. Bir şeyden ikrah etmek demek, o şeyi sevmemek, ya da bir kimseyi sevmediği ve hoşlanmadığı şeye zorlamak demektir. (Lisan-ul Arab 13/534; Misbah-ul Münir 2/643; el-Mucem’ul Vasit 2/191)

İbn-i Hacer ikrahı ıstılahi olarak şöyle tarif etmektedir: "İkrah kişiyi istemediği şeye zorlamaktır." (Feth’ul Bari, 12/311)
Şafi ulemasından allame Şarkavi ise aynı anlamda "ikrah kişiyi zorla bir işe yönlendirmektir" demektedir.
Hanefi alimlerinden Alaaddin el-Buhari ise şöyle demektedir:
"İkrah kişiyi korkutmak ve istemediği şeye zorlamaktır. Korkudan dolayı kişi öyle bir hale gelir ki, artık rıdası yok olma durumundadır.” (Keşful Esrar, 4/382)
Vehbe Zuhayli bu hususta şunları kaydetmektedir:
"İkrah bir kimseyi radı olmadığı ve kendi iradesi ile baş başa bırakıldığı zaman yapmayı seçmeyeceği bir işi yapmak zorunda bırakmaktır.
Serahsi, el-Mebsut isimli eserinde ikrahı şöyle tarif etmektedir: "Kişinin başkası sebebiyle yapmış olduğu ve bununla rıdasının ortadan kaldırıldığı ve seçme imkanının (ihtiyarının) yok olduğu fiillerdir." Rıdadan maksad yapılan işin rahatlıkla ve arzu duyularak yapılmasıdır. Seçme imkanından (ihtiyar) maksad ise, bir şeyin yapılmasını terkedilmesine tercih etmek veya bunun aksini yapmak demektir.” (İslam Fıkhı 6/481)

İkrahın Kısımları

Usul ve fıkıh alimlerinin cumhuru ikrahı; mulci (kamil) ve gayri muci (nakıs) olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. İkrahı mulci, kişinin güç ve seçme hakkını tamamıyla ortadan kaldıran zorlama demektir. Kişinin nefsine yahut da azalarından herhangi birisine gelebilecek bir zarar ile tehdit edilmesi halinde söz konusudur. Diğer bir değişle mulci ikrah, ölüm, bir organ ın kesilmesi ya da şiddetli bir dövme ile meydana gelen ikrahtır.
Gayri mulci ikrah ise, dövme ya da hapsetme gibi sadece gam ve elemi gerektiren şeylerle vuku bulan bir ikrahtır Hapsetmek, bağlamak, dövme ya da malın bir kısmını telef etme gibi tehditlerle meydana gelir. (Fetevayı Hindiyye 10/270, el-Bedayi 1/175, İbn-i Abidin, 5/109)
Hanefi alimleri buna ek olarak üçüncü bir ikrah çeşidi getirmişlerdir. Rıdanın bütünüyle ortadan kalktığı, ancak ihtiyarın ortadan kalkmadığı, kişinin kardeşi, kız kardeşi ya da yakın akrabasından birisine yönelik hapsetme ve buna benzer bir şeyle tehdit edilmesine edebi ikrah demişlerdir. Hanefilere göre böyle bir zorlama kıyasen değil, istihsanen şer'i bir ikrahtır. Zira kişinin akrabalarından birisine yönelik tehdit kişiyi hüzünlendirmekte ve sanki kişinin kendi üzerinde bir zorlama oluşturmaktadır. (Serahsi, el-Mebsut 24/144; Zekeriyya el-Berdisi Bahsu'l İkrah sy:372; El'ikrah ve eseruhu fi-t Tasarrufat li İsa Şekre sy:60)
Burada hemen belirtmekte fayda vardır ki, edebi ikrah ayrımını Hanefi alimlerinden sadece bir kısmı yapmaktadırlar. Hanefilerin cumhuru ve diğer mezheb alimleri böyle bir ayrımda bulunmamışlar, böyle bir zorlama türünü ilk iki kısma sokmuşlardır. (Keşful Esrar, 4/383, El'ikrah ve eseruhu fi-t Tasarrufat li İsa Şekre sy:61)

Cumhur ulemaya göre ikrah iki kısım iken şafi alimleri böyle bir taksimde bulunmamışlar ve ikrahı sadece mulci olmak üzere tek kısımda incelemişler, mulci olmayan ikrahı ise ikrah olarak isimlendirmemişlerdir. Şafiler bu hususta şöyle demektedirler:
"İkrah ileri derecede dövmek, uzun süre hapsetmek, malı telef etmek gibi şeylerle korkutmakla meydana gelir. İnsanların durumlarındaki değişikliklere göre böyle bir ikrahın etkisi de değişik olur." (Tuhfetu-u Tullab li Ensari, 272)

İmam Şafi, el Uumm isimli eserinde ikrahı şöyle tarif etmektedir:
"Kişi öyle bir kimsenin eline düşer ki, artık ondan yakasını kurtaramaz. Bu durumda vurmak, hapsetmek, malı telef etmek gibi korku ve mahzurlar hasıl olur. Bu da insanların durumlarına göre değişir. Şerefli bir insanın halk arasında şerefini ve büyüklüğünü düşürecek sözlere maruz kalması bir tehdit sayılmaktadır. Bazı insanların ise halk arasında hafife alınması onlar için bir tehdit değildir. Mürüvvet ve makam sahibi bir kimseye küçük bir tokat vurmak bazen tehdit sayılırken, bazı insanlara tokat atmak tehdit sayılmaz. Malın telef edilmesiyle tehdit etmek kişiyi sıkıntıya sokmaktır. Bu bakımdan mal hususunda zengine yapılan tehditle, fakire yapılan tehdit bir değildir. Kişinin nefsine yönelik tehditle babası, dedesi, kardeşleri ve buna benzer akrabalarına yönelik tehdit arasında fark yoktur.” (Büyük Şafii Fıkhı 4/70)

İkrahın Şartları

Malum olduğu üzere her türlü ikrah iddiası sahibinden kabul edilecek değildir. Bunun için İslam alimleri ikrah kavramına bir takım şartlar getirmişlerdir. Bu şartları şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Tehdit eden kişi tehdidini yerine getirecek güçte olmalıdır. Şayet tehdit eden kişi bu tehdidini yerine getirecek bir güce sahip değilse, tehdit boşa gider. Çünkü bir kimseye bir işi zorla yaptırabilmek, yapılan tehdidi yerine getirmek için güçlü olmayı zorunlu kılmaktadır.
2- Tehdit edilen kişinin, zorlandığı işi yapmadığı takdirde tehdit sahibinin tehdidini yerine getireceğine kalben inanması gerekmektedir.
3- Tehdit edilen kişinin kaçmaktan, karşı koymaktan ve yardım talebinde bulunmaktan aciz olması gerekmektedir.
4- Yapılan tehdit canın, malın, azaların telef edilmesi, anne, baba, eş, kardeş gibi yakın akrabanın hapsedilmesi gibi kişinin rızasını bütünüyle ortadan kaldıran bir tehdit olması gerekir.
5- Zorlanan kişi, üzerinde zorlandığı fiili yapan bir kimse olmamalıdır. Yani başkası tarafından içki içmeye zorlanan kimse içki içen birisi olmamalıdır. Yine zina etmeye zorlanan kişi zina eden bir kimse olmamalıdır.
6- Yapılması istenilen şey tehdit edilen şeyden tehlike itibarıyla daha ileri derecede olması gerekir. Şöyle ki, bir kimse bir başkasının malını telef etmekle zorlansa ve bunu yapmadığı takdirde kendisine bir tokat atılacağı tehdidi ile zorlansa böyle bir durumda ikrah geçerli olmaz.
7- Yapılması için zorlandığı fiilin, kendisi ile tehdit edildiği işten kurtulmayı sağlaması gerekir. Şöyle ki bir kimse bir başkasına "ya sen kendini öldür ya da ben seni öldürürüm" derse, cumhura göre böyle bir tehdit ikrah sayılmaz. Tercih edilen görüşe göre Hanbeli alimleri de bu durumu ikrah saymamışlardır. Çünkü kişinin kendisini öldürmesi yapılan tehditten kurtulmasına sebep teşkil etmez. Böyle bir durumda zorlanan kimsenin zorlandığı işi bizzat kendisinin yapmaya• kalkışması sahih olmaz.
8- Tehdit edenin tehdidini acilen yerine getirecek olması gerekir. Eğer tehdit edilen şey gelecek zamanda vuku bulacaksa bu durumda ikrah sahih değildir. Çünkü böyle bir gecikme durumunda başkasından yardım istemek yahud da devletin otoritesine sığınmak suretiyle tehdit edildiği işten kurtulma imkanı vardır.

İkrahın acil olması Hanefi, Şafii ve bazı Hanbeli alimlerinin görüşüdür.
Malikiler ise şöyle demektedir: "Kendisiyle tehdit edildiği şeyin acil olması şart değildir. Önemli olan halen korkunun mevcud olmasıdır ve şartta budur."

İbn-i Hacer el-Askalanı ikrahın şartlarını anlatırken şöyle demektedir:
Tehdit edilen şeyin acil olması şarttır. Şayet acil olmazsa, zorlayan "bu işi yapmadığın takdirde seni yarın döverim" derse bu ikrah sayılmaz. Ancak zorlayan tehdidini çok yakın bir zamanda yapacağını söylerse ya da bunu adet edinmişse, tehdit ettiği zaman mutlaka tehdidini yerine getiriyorsa bu durumda ikrahın acil olması şartı yoktur. (Feth’ul Bari, 14/322)
İbn-i Abidin ise şöyle demektedir: "Kişi gelecekte telef edilecek bir şeyle tehdit edilse ve zann-ı galibince zorlayan şahsın tehdidini yerine getireceğini düşünse bu durumda da yine mulci ikrah olur." (İbn-i Abidin, 14/352)
9- Zorlanan kimsenin, zorlandığı şeyden başkasını yapmak ya da daha fazlasını ve azını yapmak suretiyle muhalefet etmemesi de ikrahın bir diğer şartıdır. Şayet zorlanan kimsenin zorlandığı şeyden bir başkasını yapması ya da daha azını ve çoğunu yapması durumu söz konusu ise bu durumda zorlanan kimse yaptığı bu fiili kendi isteğiyle yapıyor demektir. Bu durumda ikrah sahih değildir. Bu Şafii ve Maliki alimlerinin görüşüdür. Şayet bir kişi bir başkasını karısını boşamak üzere zorlasa, fakat o kimse evini satsa ya da o kişi karısını bir ric-i talakla boşamak yerine üç talakla boşarsa, yine karısını üç talakla boşamak üzere zorlansa fakat karısını tek talakla boşarsa bütün bu üç durumda da Şafii ve Maliki alimlerine göre ikrar sahih olmaz. Hanefi ve Hanbeli alimleri ise şöyle demektedirler:
Kişinin ikrah edildiği şeyden daha azını yapmak suretiyle muhalefeti kişiyi ihtiyar sahibi olmaksızın mukreh yapar. Fazlasını ya da ikrah edildiği şeyden başkasını yapmak ise onu mukreh olmaktan çıkarır. Şafii ve maliki alimlerinin söylediği gibi bu kişi ihtiyar sahibi bir kimse olur.
Şafiler , yapılması için ikrah olunan şeyin tek bir şey olmak suretiyle tayin edilmesini şart koşmuşlardır. Bir kimse falan hanımını boşamak üzere ikrah edilse, bu bir ikrah sayılır. Ancak iki hanımından birisini boşamaya yahud Zeyd veya Arın' dan birisini öldürmeye ikrah edilecek olsa bu ikrah sayılmaz. Fakat Hanefi, Maliki ve Hanbeli alimleri böyle bir şart koşmamışlardır. Bir kişi iki hanımından birisini boşamak üzere ikrah edilse, oda bunlardan birisini boşayacak olsa o kişi mükreh olur.
10- Kendisi ile tehdit edildiği işin mükrih için kendisinin bir hakkı veya kendisinin bir görevi olmayan bir şeyi elde etmesine yol açacak bir hak olmaması gerekir. Eğer ikrah olunduğu şey mukrih için, kendisi için hak olmayan şeye ve kendisi için gerekmeyen bir şeye ulaşmak için bir araç olarak kullanılacak olursa; kocanın hanımını eğer kendisinde bulunan alacağından ibra etmeyecek -boşamakla tehdit etmesi halinde olduğu gibi- olursa bu ikrah olmaz. Bazıları da bu bir ikrah kabul edilir. Çünkü koca karısının efendisidir. Dolayısıyla onun tarafından ikrah gerçekleşir demişlerdir.
Bu şafiilerin muteahhir alimlere göre şarttır. Hanefilerde bu konuda onlarla aynı görüştedirler. İmam Ahmed ise böyle bir şart ön görmemiştir. Ona göre ikrah kendisi ile tehdit olunan şey, mükrihin bir hakkı ile dahi olsa gerçekleşir.

Hissi tasarruflarda (fiili veya maddi vakıalarda) ikrahın etkisi
Yapmak veya yapmamak konusunda zorlamanın söz konusu olduğu iş ya hissi ya da şer' i bir iştir. Yapması için zorlandığı iş her iki durumda ya muayyendir veya o konuda muhayyer bırakılmıştır.
Muhayyer ve hissi tasarruflara iki hüküm bağlıdır. Bunlardan birisi, ahiret ile diğeri de dünya ile alakalıdır.
Yapılması için ikrah olduğu hissi tasarruflardaki ahirete dair hükümler tasarrufun türüne göre farklılık arzeder. Hissi tasarruf ta mubah hakkında ruhsat bulunan ve haram olmak üzere üç türlüdür.
a- ikrah yoluyla hissi ve mubah tasarruf: Meyte (leş) kan, domuz eti yemek, şarap içmektir. Bunun hükmü ikrahın türüne göre farklılık arz eder. Şayet ikrah öldürmekle yahut bir organı kesmek vb. şeylerle korkutmak halinde olduğu gibi mulci veya tam bir ikrah olursa bu fiiller mubah olur. Çünkü yüce Allah bu fiilleri zaruret halinde mubah kılmış ve şöyle buyurmuştur:

"Niçin Allah’ın adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah çaresizlik sonucu yemek zorunda kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde açıkladı. Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabb'in sınırı aşanları herkesten iyi bilir." (En'am 119)
Şayet ikrah altında bulunan kimse öldürülünceye kadar bunları almamakta direnecek olursa bundan dolayı ahirette sorumlu olur. Çünkü onun böyle bir karşı koyması kendi canını tehlikeye atmasıdır. Yüce Allah ise "sakın kendinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. " (Bakara 195) buyurmaktadır.
Şayet ikrah az miktarda dövmek ve hapsetmekle tehdit etmek gibi eksik ikrah olursa bu gibi şeyleri yapmak mubah olmaz. Ve bu konuda ruhsatta bulunmaz. Hatta bunları yapacak olursa günahkar dahi olur. Çünkü böyle bir durumda onun Allah' ın hakkını kendi nefsinin hakkından önce tutması vâcbdir.
b- ikrah ile kendisine ruhsat verilen hissi tasarruf: Kalbi iman ile dopdolu olmakla birlikte sadece dil ile küfür sözü söylemek yahud Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e kötü söz söylemek veya müslümanın malını telef etmek gibi işlerdir. Bu gibi davranışlar mubah olmaz. Ancak tam ikrah halinde bunları yapmaya ruhsat vardır. Eğer ikrah altında bulundurulan kişi öldürülünceye kadar bunları yapmayacak olursa cihad ecri gibi ecir alır. Çünkü bunların haram olması bu işi yapanlardan sakıt olmaz. Şayet ikrah eksik olursa kesinlikle bunları yapmaya ruhsat yoktur. Ve bunları yapanın küfrüne hükmedilir. isterse kalbi iman ile dolu olsun. Hanefi alimleri ile Mâliki alimlerinin görüşü budur. Buna göre böyle bir tasarrufa ancak mulci ikrah halinde ruhsat verilir.
Şafi, Hanbeli ve Zahiri alimleri noksan ikrah halinde küfür sözünü dil ile telaffuz etmeye ruhsat vermişlerdir. Çünkü İslam'ın başlangıcında kafir olmak için yapılan ikrah olaylarının bir çoğu nakıs ikrah türünden idi. O takdirde iki görüşten daha tercihe şayan olanı budur.
Tam ikrah halinde küfür sözünü dil ile söylemenin ruhsatı yüce Allah'ın şu buyruğu ile sabittir.

"Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlanan müstesna olmak üzere, kim imandan sonra Allah'ı tanımaz ve fakat küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gadabı onların üzerinedir ve onlar için çok büyük bir azab da vardır. " (Nahl106)
Bu cumhurun ve zahirilerin görüşüdür.
Malikiler ise ancak öldürmekle tehdit şeklindeki ikrah halinde dil ile küfür sözü söylemeyi mübah kabul ederler. Bu organın kesilmesi tehdidinde bulunarak yapılan ikrahı dil ile küfür sözü söylemeyi mubah kılan bir sebeb olarak kabul etmezler. Dikkat edilecek olursa küfür sözü söylemekten kaçınmak daha faziletlidir.

Museylime'nin bazı gözcüleri, Peygamber (s.a.v.)'ın ashabından iki kişiyi yakalayıp Museylime'nin yanına götürdüler.
Onlardan birisine: Sen Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şâhidlik eder misin diye sordu,
O, evet dedi.
Bu sefer: Peki, benim de Allah'ın rasulü olduğuma şâhidlik eder misin diye sorunca,
Adamın yine: Evet demesi üzerine onu serbest bıraktı.
Diğerine de: Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şahidlik eder misin diye sordu;
O; Evet dedi.
Bu sefer: Peki, benim de Allah'ın rasulu olduğuma şahidlik eder misin, diye sorunca;
Adam: Ben sağırım, kulaklarım işitmiyor, dedi.
Museylime bunu önüne alarak boynunu vurdu.
Kurtulan kişi, Peygamber (s.a.v.)'ın yanına varıp: 'Helak oldum, dedi.
Peygamber: "Seni helak eden nedir?" diye sorunca, başından geçenleri anlattı.
Bunun üzerine Peygamber şöyle buyurdu: "Senin arkadaşın sağlam olan yolu seçti. Sen de ruhsat yolunu seçtin. Şu anda halin ne ise osun."
Adam: Şehadet ederim ki sen Allah'ın Rasulusün, dedi.
Peygamber de: "Şu anda sen, ne üzere isen öylesin" diye buyurdu.

İkrah halinde Rasuluııah'a sövmenin ruhsat olmasına gelince bu caizdir. Çünkü rivayete göre Ammar b. Yasir'i kâfirler Muhammed'e (a.s) sövmesi için zorlamışlar, sonra Resulullah'ın yanına geri dönmüş ve Peygamberin: "Ne haber Ey Ammar?" diye sorması üzerine;
"Haberler kötü ey Allah'ın Rasulü. Sana sövmedikçe beni bırakmadılar" demiştir.
Bunun üzerine Rasulullah ona "tekrar işkence yapmaya dönerlerse sende aynısını yap" buyurmuştur. (Nasburraye 4/158)
Küfre zorlamanın dünyevi hükümlere tesirine gelince küfre zorlanan kişi küfür kelimesini söylerse bile onun küfrüne hükmedilmez. Ona mürted muamalesi yapılmaz.
İmam Şafii "Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlanan mustesna olmak üzere, kim imandan sonra Allah'ı tanımaz ve fakat küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı onların üzerinedir ve onlar için çok büyük bir azab da vardır." ayeti hakkında şunları söylemiştir.
"Küfür kelimesini söyleyenin karısının boş olması, kanının helal olması, malının ganimet olması gibi bir takım hükümleri vardır. Allah’u Teala küfre zorlanan kişiden düşürünce küfrün diğer hükümleri de düşer. Çünkü en büyük hüküm düşünce ondan daha küçük olanlarda hayli hayli düşer.” (El’umm, 3/209)

c- Zorlanmaya rağmen yerine getirilmesi mubah veya ruhsatlı olmayan hissi tasarruflar: Bazı tasarruflar vardır ki, haramlıkları şer'an sabit olduğu, aklen de mahsurludur. Bu yüzden bu tür tasarruflar ne mubahtır ne de bunları işlemeye ruhsat verilmiştir.

1- Bir müslümanı haksız yere öldürmek:
Bu tasarruflardan biri, bir müslümanı haksız yere öldürmektir. Çünkü bir müslümanı öldürmek şubhesiz haramdır. Zaruret nedeniyle mubah olmadığı gibi böyle bir tasarrufa ruhsatta verilmez. Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
"Haklı bir gerekçe yokken Allah'ın dokunulmaz saydığı cana kıymayınız." (En'am 151)

"Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın elçisi olduğuma şehadet eden bir müslümanın kanı şu üç durum hariç kesinlikle haramdır: Evli olduğu halde zina eden, haksız yere bir müslümanı öldüren, İslam dinini terk edip murted olan."
Haram olması bakımından bir müslümanın azasını kesmekte müslümanı öldürmek gibidir. Bir müslümanı helak edecek veya şiddetli bir eziyete sebeb olacak darbenin de durumu böyledir. Zira bu saldırganlıktır ve haramdır.
Bu bakımdan yukarıdaki sözü edilen işlerden birini yapmaya zorlanan kişi bunu yaparsa günahkar olur. Fakihler bu hususta ittifak etmişlerdir. Bu zorlamanın tam bir zorlama veya nakıs bir zorlama olması hükmü değiştirmez. Haksız yere bir müslümanı öldürmenin dünyevi hükmüne gelince; kişi bir müslümanı öldürmeye zorlanır da öldürürse fakihler yanındaki en sahih görüşe göre hem zorlayan hem de zorlanan kişiye kısas uygulanır. Çünkü zorlayan kişi bir müslümanın öldürülmesine sebeb olmuş, zorlanan da bilfiil öldürmüştür. Öldürmeye sebeb olmakta bilfiil öldürmek gibidir. Dolayısıyla zorlayan kişi de zorlanan kişi de öldürülür. Bu bir kişiyi öldürmeye zorlamanın ve öldürmenin ne kadar korkunç bir iş olduğu katillere göstermek içindir. Hanefi alimlerine göre sadece zorlayana kısas uygulanır.

2- Zina:
Zina işlenmesi hiçbir durumda mubah ve ruhsatı olmayan haramlardandır. Çünkü tüm semavi dinlerde zina haram kılınmıştır. Akıl da zinanın çirkinliği hususunda dinlerle beraberdir. Allah şöyle buyuruyor:
"Sakın zinaya yaklaşmayınız. Çünkü o iğrenç bir kötülük ve kötü sonuçlu bir yoldur. " (İsra 32)

Bu bakımdan zina etmeye zorlanan kişinin zina etmesine ruhsat verilmemiştir. Zina etmeye zorlanan kişinin erkek veya kadın olması durumu değiştirmez. Eğer kişi zina ederse günahkar olur. Ve Allah katında sorumlu olur. Zina etmeye zorlanan ve zina eden kişinin cezasına gelince; fakihler zina etmeye zorlanan kişiye had uygulanmaz demişlerdir. Bu hususta erkek ile kadın arasında fark yoktur. Çünkü zorlama nedeniyle burada şubhe vardır. Hadler ise şubhe olduğunda düşer. (el Bedayi, 7/177; İbn-i Abidin, 5/92)
Bu söylediğimiz Şafiierin görüşüdür. Şayet erkek tam veya noksan ikrah ile zinada bulunmak üzere zorlanacak olursa Hanbeliler' de tercih edilen görüşe göre ona had uygulanması vâcibdir.
Hanefiler ise, tam ikrah halinde haddi vâcib görmezken, eksik ikrah halinde vâcib görürler.
Malikiler ise eğer erkek ve kadın zina etmek üzere zorlanmışlarsa had vâcibdir derler.



İkrahta Söz ve FiiI Arasında Fark Var mıdır?

Bu konuda İmam Kurtubi şöyle demektedir:
"Bazı alimler ikrah ancak söz ile olur fiil ile olmaz demişlerdir. Hasan el-Basri, Evzai ve Suhnun bu görüştedir. Bu alimlere göre şayet kişi putlara tapmak, Allah'tan başkası için secdeye gitmek, Kâbeden başka bir yöne namaz kılmak, bir müslümam öldürüp malını yemek, zina yapmak gibi durumlarda ikrah yoktur.

Bazı âlimler ise ikrahı hem sözde hem de fiilde geçerli kabul etmişlerdir. Bu görüşte olanlar Ömer, imam Mekhul, İmam Malik ve Irak ehli bazı alimlerden nakledilmiştir.
İbn-i Raceb el-Hanbeli şöyle demektedir: "İçki içmeye ve buna benzer haram fiilleri yapmaya zorlanan kimse hakkında iki görüş vardır. Âlimlerin bir kısmına göre böyle bir durumda kişi ikrah altındadır ve ruhsat sahibidir. Bu görüş cumhurun görüşüdür. İmam Şafii, İmam Ebu Hanife ve İmam Ahmed b. Hanbel' in meşhur görüşü budur. Ayriyeten Ömer (r.anh), imam Mekhul ve Mesruk' dan rivayet edilmiştir.
İkinci bir görüşe göre ise, bu durumda kişi zorlandığı haramları yapmaya ruhsat sahibi değildir. İbn-i Abbas, Ebu Aliye, Ebu Şesa, Rebii b. Enes, Dahhak ve bir rivayette Ahmed b. Hanbel'in görüşü budur.” (Camiu’l Ulumi ve-l Hikme, sf: 355)

Aslen sahih olan görüş ikrahta söz ile fiil arasında bir ayrımın olmamasıdır. Zira Nahl Suresi'nin 106. ayetinde ifade umum gelmektedir.
Bu ayet üzerine Şevkani şöyle söylemektedir:
"Hasan el-Basri, Evzai, bir rivayete göre Şafii ve Suhnun ikrahın ancak sözle olacağını, Allah'tan başkasına secde etmek gibi fiili durumlarda ikrah olmayacağını söylemişlerdir. Fakat bu görüş ayetin zahirine muhalifdir. Çünkü ayet umumu ifade etmektedir ve söz ile fiil arasında bir fark gözetmemektedir. İkrah sadece söz iledir, fiillerde ikrah olmaz diyenlerin hiçbir delili yoktur. Ayetin sebebi nuzulünün hususi olması ise hükmün umumi olmasına engel değildir.” (Feth’ul Kadir, 3/197)
İbn-i Hacer, ikrahın şartlarını anlattıktan sonra şöyle demektedir:
"İkrahın söz ya da fiil ile olması arasında cumhur ulemaya göre hiçbir fark yoktur.” (Fethul Bari, 14/322)
Seyyid Sabık ikrahı taksim ederek şöyle demektedir:
"İkrah söze zorlama ve fiile zorlama olmak üzere ikiye ayrılır. Söze zorlama hiçbir şeyi gerekli kılmaz. Çünkü zorlanan mükellef değildir. Eğer küfür bir söz söylerse bu yüzden sorumlu tutulmaz. Bir kimseye iftirada bulunsa had uygulanmaz, ikrar da bulunsa ikrarı geçerli sayılmaz. Fiilde zorlamaya gelince; bu da ikiye ayrılır.
1- Zarurette mubah olan şeylere zorlama: Şarap içmek, leş, kan veya domuz eti yemek gibi. ..
2- Zarurette mubah olmayan şeylere zorlama: Öldürmek, yaralamak, malı telef etmek, zina etmek gibi. (Fıkhu’s Sunne, 3/245)


Zorlanma Anında Küfür Sözü Söylememek Azimettir.
Burada bir husus belirtmekte fayda vardır. İkrah halinde her ne kadar küfür kelimesini söylemek câiz dahi olsa, buna karşı direnmek, küfür kelimesini telaffuz etmemek Allah katında büyük ecir kazandıracak bir ameldir.
İbn-i Hacer el' Askalani şöyle demektedir:
"Alimler icma etmişlerdir ki; kim küfre zorlanırda buna rağmen küfür kelimesini söylemeyerek ölümü tercih ederse, Allah katında ruhsatla amel etmeyi seçen kimseden daha çok ecir sahibi olur." (Fethul Bari, 14/317)
Kadı Ebu Bekir İbnu'l Arabi şöyle demektedir:
"Alimlere göre ikrah anında küfrü kabul etmek her ne kadar caiz olsa da, belaya karşı ölene kadar direnmek daha çok faziletlidir. Bu konuda hiçbir ihtilaf yoktur ve ölen kimse de şehid olur." (Ahkam’ul Kur’an, 3/1179)
Bu konuda Seyyid Sabık şöyle demektedir:
"Zorlama anında küfür kelimesini söylemek ruhsat olunca azimet ve işkenceye karşı sabır yolunu tutmak daha faziletlidir. Bu Yasir ve Sumeyye'nin yaptığı gibi ölümle sonuçlanacak olsa bile durum değişmemektedir. Bu kesinlikle canı tehlikeye atmak değildir. Aksine alimlerin açıkça belirttiği gibi savaşta ölmek gibidir.
İbn-i Ebi Şeybe'nin Hasan'dan ve Abdurrazzak'ın Tefsirinde Mâmerden rivayetine göre Museylime'nin bazı gözcüleri, Peygamber (s.a.v.)'ın ashabından iki kişiyi yakalayıp Museylime'nin yanına götürdüler.
Onlardan birisine: Sen Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şâhidlik eder misin diye sordu,
O, evet dedi.
Bu sefer: Peki, benim de Allah'ın rasulü olduğuma şâhidlik eder misin diye sorunca,
Adamın yine: Evet demesi üzerine onu serbest bıraktı.
Diğerine de: Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şâhidlik eder misin diye sordu
O; Evet dedi.
Bu sefer: Peki, benim de Allah'ın rasulu olduğuma şâhidlik eder misin, diye sorunca;
Adam: Ben sağırım, kulaklarım işitmiyor, dedi.
Museylime bunu önüne alarak boynunu vurdu.
Kurtulan kişi, Peygamber (s.a.v.)'ın yanına gelip: Helak oldum, dedi.
Peygamber (s.a.v.): "Seni helak eden nedir?" diye sorunca, başından geçenleri anlattı.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Senin arkadaş ın sağlam olan yolu seçti. Sen de ruhsat yolunu seçtin. Şu anda halin ne ise osun."
Adam: Şehadet ederim ki sen Allah'ın Rasulüsün, dedi.
Peygamber (s.a.v.) de: "Şu anda sen, ne üzere isen öylesin" diye buyurdu (Fıkhu’s Sünne, 3/246)

Burada hatırlatılması gereken diğer bir husus ise şudur:
Bazı kimseler ikrah kavramının yeniden ele alınması gerektiğini iddia ederler. Zira bu kimselere göre alimlerin ikrah hakkındaki tanımları asrımızı bağlamaz ve onlar kendi dönemlerine göre konuşmuşlardır. Fakat bu kimseler şunu bilmiyorlar ki, alimlerin icmaından başka bir yola sarılmak sapıklıktır. İlim ehli her ne kadar bir çok hususta ihtilaf etmişlerse dahi yine bir çok sınırda ittifak halindedirler. Alimlerin ittifak ettiği sınırlarda durmak bizim için en uygun alanıdır.
Son olarak özellikle hatırlatmak istediğim bir noktada şudur: Ustaz Abdulkerim Zeydan, Usulu-I Fıkhı'nda şöyle der:
"Ruhsat fertleri bağlar ummeti bağlamaz. Bunun içindir ki, ummet zalim sultandan korktuğu için iyiliği emretmeyi ve münkerden nehyetmeyi terk edemez. Yine aynı şekilde küfre itaat ikrah dahilinde dahi olsa ümmet tarafından yapılamaz. Fakat fertler ikrah dahilinde yapabilir"
(İstismar Edilen Kavramlar, Alaaddin PALEVİ)


DARÛRAT الضرورة
Sözlükte “büyük ihtiyaç, savuşturulamaz zorluk ve sıkıntı” anlamındaki zarûrat fıkıh terimi olarak, kişiyi dinî yasakları ihlâl etmekle karşı karşıya bırakan ve ancak bu şekilde savuşturulabilen ciddi özür/mazeret halini ifade eder. Öyle ki yasağa uyulması durumunda hayat hakkı başta olmak üzere zarûriyyât denilen beş temel haktan birinin tamamen ortadan kalkması ya da telâfisi mümkün olmayacak şekilde zarar görmesi söz konusu olacaktır. Zaruret halini ifade etmek üzere ıztırâr kelimesi de kullanılır. Zaruretle karşı karşıya bulunan kişiye ise muztar denir.

Kur’an’da zaruret kelimesi fiil olarak beş âyette sözlük ve terim anlamıyla geçmiş, bunlardan birinde Allah’ın bunalan, darda kalan kişinin imdadına yetişmesinden söz edilirken (Neml 62) diğer âyetlerde gıdalarla ilgili temel haramlar belirtildikten sonra zaruret hallerinde, hukukun çizdiği sınırlar içerisinde kalmak şartıyla bu haramlardan tüketilmesinde bir sakınca olmadığı belirtilmiştir (Bakara 2/173; Mâide 5/3; En‘âm 6/119, 145; Nahl 16/115).
Diğer yandan Kur’an’da zaruret kelimesi yer almamakla birlikte bu duruma işaretle Allah’ı inkâr etmeye zorlanan müminlerin, kalben tasdiklerinde bir tereddüt bulunmaması kaydıyla bu tehdidi savuşturmak için sırf dille istenen sözü söylemelerinde bir sakınca bulunmadığı ifade edilmiştir (Nahl 106).
Hadislerde ise zaruret hali sayılabilecek cüzi olaylarla ilgili hükümler açıklanmış, bu çerçevede dinen yasaklanan gıdaların savuşturulamaz açlık tehlikesi karşısında mubah olduğu belirtilmiş, ölümle tehdit edilen sahâbîlerin, kalben tasdikte bir tereddüt bulunmaması şartıyla bu tehdidi ortadan kaldırmak için dinden çıkma sonucu doğuran sözler söylemelerinde bir sakınca olmadığı beyan edilmiş, hatta bu tür bir tehdide mâruz kalanlara hayat hakkı öncelenerek dille kelime-i küfrü söylemeleri tavsiyesinde bulunulmuş, bazı sağlık sorunları sebebiyle kimi yasakların (erkekler için altın ve ipekli kumaş/elbise kullanımı gibi) işlenmesine izin verilmiş, boy abdesti alması gereken kişinin su mevcut olsa bile hasta olmaktan, ölmekten ya da susuz kalmaktan korkması durumunda teyemmüm yapmasına imkân tanınmıştır (Musned, V, 23; Buhârî, “Cihâd”, 170; “Libâs”, 29; “Meġāzî”, 10, 13, 28; “Teyemmüm”, 7; Müslim, “Libâs”, 24; Ebû Dâvûd, “Hâtim”, 7; “Libâs”, 13; “Ṭahâret”, 126; Tirmizî, “Libâs”, 31; İbn Mâce, “Libâs”, 17; “Ṭahâret”, 93; Hâkim, II, 389; Ebû Nuaym, I, 140; IV, 322; Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, IV, 158)

Zaruret Düşüncesinin Fikrî Arka Planı
İslâm dininin temel amacı dünya ve âhiret mutluluğunun sağlanması olduğundan birey ve toplum yararının gözetilmesi, zararların engellenmesi ve giderilmesi de dinin genel amacı dahilindedir. Birey ve toplum hayatıyla ilgili olarak İslâm’ın koyduğu kural ve hükümlerden beklenen yararların tamamen gerçekleşebilmesi hükümlerin aksatılmadan düzenli biçimde uygulanmasına bağlıdır. Bundan dolayı şâri‘, mükelleflerin konulan kurallara bağlılıkta devamlılık göstermesini dinin ilkeleri arasında saymıştır. Meselâ namazla ilgili âyet ve hadislerde bu vurguya sıkça rastlanır (el-Meâric 70/23; Buhârî, “Riḳāḳ”, 18; Müslim, “Ṣalâtü’l-müsâfirîn”, 215, 216).
Ancak dinin, bu kuralların düzenli olarak uygulanmasını istemesi kadar çeşitli sebeblerle karşılaşılabilecek ârızî durumları ve özür hallerini dikkate alıp bu kurallara uymamayı haklı kılacak istisnaî hallere özgü istisnaî hükümler sevketmesi de tabii bir durumdur. Aksi takdirde bireyler ya zarar ve sıkıntıya rağmen dinî hükümlere tam bağlılık göstermeye çalışacak ya da menfaatlerini önceleyerek bu hükümleri tümden terkedecektir. Halbuki hayatı çekilmez duruma getirme ve insanı ağır mağduriyete uğratma pahasına temel hükümlerin uygulanmasını isteyip herhangi bir hoşgörü gösterilmemesi dinin genel maksadına aykırıdır. Çünkü din hayatı zorlaştırmak ve güçlük çıkarmak gibi bir amaç gütmez. Özür hallerinin dikkate alınmaması hukukun nihaî gayesini teşkil eden adalete de aykırıdır. Bütün bunlar, herkes için geçerli temel ve sürekli hükümler yanında hayatın akışı içerisinde mükellefin bizzat kendisinden veya dış faktörlerden kaynaklanan, iradî ya da gayri iradî sebeblere bağlı olarak özür durumlarında devreye giren özel ve geçici hükümlerin de bulunmasını zorunlu kılmıştır. Bu çerçevede zaruret, bütün dinlerde ve hukuk düzenlerinde istisnaî hükümlerin konmasının en başta gelen sebeblerinden sayılmıştır.

Zaruretlerin dikkate alınması her şeyden önce teklif-kudret ilişkisinin zorunlu icaplarındandır. Çünkü dinî-hukukî teklife muhatab ve gereğiyle mükellef olabilmek için teklifi anlama ve uygulama kudretine sahib olmak gerekir. Uygulama gücü konusunda şâri‘, ne pahasına olursa olsun teklifin gereğinin yerine getirilebilir olmasını değil hayatın doğal şartları içerisinde, mûtat dışı bir meşakkat ve zorluğa katlanma mecburiyetinde kalmadan uygulanabilirliğini ölçü almıştır. Bu da zaruret halinde hükmün tatbikini kolaylaştırıcı alternatif çözümleri gerekli kılmaktadır. Çünkü dinî-hukukî hükümlerin uygulanmasında kesin kararlılık gösterilirken onların amaçlarını ortadan kaldırmamak şartıyla sıkıntı, meşakkat, zaruret gibi özür hallerine mahsus kolaylaştırıcı hükümlerin konulması hem dinin evrenselliğinin ve sürekliliğinin hem de dine muhatab olan insan unsurunun îcab ettirdiği bir durumdur. Bu sebeble İslâm dininin zaruret haliyle ilgili olarak koyduğu hükümleri zorluk ve meşakkatin kaldırılması, kolaylığın esas alınması ilkesinin uygulama örnekleri diye görmek gerekir. İslâm hukukçuları, dinî-hukukî hükümlerin genelliği ve sürekliliği içinde özel ve geçici durumlara mahsus birtakım kolaylıkların getirilmiş olmasını “Meşakkat teysîri celbeder”; “Darlık vaktinde vus‘at gösterilmek lâzım gelir”; “Bir iş zîk oldukta müttesi‘ olur”; “Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar”; “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur” gibi küllî kaidelerle özetlemişlerdir (Tâceddin es-Süubkî, I, 7, 45, 48, 76; Bedreddin ez-Zerkeşî, el-Mens̱ûr, III, 120, 169; İbn Nüuceym, s. 96 vd.; Ali Haydar, I, 70; Mecelle, md. 17, 18, 21, 22).

İslâm hukukunda zaruret prensibi aynı zamanda, delillerden ve temel prensiplerden cüzi hadiselerin hükmünü elde etme konusunda geliştirilen yöntemlerden biri olan istihsanın temel gerekçelerinden birini oluşturmuştur. Necis maddenin karışması yüzünden fıkhen necis sayılan kuyu ve havuzların suyunun boşaltılarak temiz hale getirilmesi, akbaba, karga ve atmaca gibi yırtıcı kuşların artığı olan sularla dinî temizliğin yapılabilmesi gibi hükümler yerleşik kurala göre çok zor veya mümkün değilken “zaruret sebebiyle istihsan” yöntemiyle daha uygulanabilir hükümler getirilmiştir. Böylece yerleşik genel kuralın uygulanmasının yol açacağı zorluk zaruret, örf ve maslahat gibi gerekçelerle ve kanun koyucunun hedefleri doğrultusunda hakkaniyet esaslarına göre giderilmiş yahut hafifletilmiş olmaktadır. Zaruret hali ceza hukuku açısından da hukuka uygunluk sebebidir. Boğazında lokma düğümlenen kişinin içki içmesi, aç kalan kimsenin başkasına ait yiyeceği çalması gibi durumlarda ceza tatbiki söz konusu değildir. Nitekim Ömer (r.anh) kıtlık yıllarında işlenen hırsızlık suçları için had uygulamamıştır (el-Muvaṭṭaʾ, “Aḳżıye”, 38).

Mahiyeti
Esasen zaruret teknik anlamda meşakkat, sıkıntı, tehlike, korku gibi özür hallerinin dinî-hukukî bir yasak normu ihlâl edilmeden savuşturulması mümkün olmayacak bir düzeye ulaşmasını ifade eden bir mahiyete sahib olmakla birlikte ilk dönemlerden itibaren zaruretin gerekçe olarak gösterildiği hükümler gözden geçirildiğinde zaruretin bu seviyede olmayan sıkıntı ve zorlukları da ifade edecek biçimde daha geniş bir kullanıma sahip olduğu görülür. Sıkıntılı ve meşakkatli durumlarda binit üzerinde farz namaz kılmanın câiz kabul edilmesi, korku, yağmur, soğuk, karanlık gibi hallerde namazı cemaatle eda için camiye gitmemenin uygun görülmesi, nüfus yoğunluğu sebebiyle bir yerleşim biriminde birden fazla camide Cumua namazı kılınmasının cevazı, Kur’an öğretme, ezan okuma, imamlık gibi ibadet niteliğindeki fiiller için ücret/maaş almanın câiz kabul edilmesi, tedavi amacıyla avret mahallinin mahrem olmayan birine gösterilmesi, mubah ve etkin alternatiflerin bulunamaması durumunda alkol gibi haram madde ihtiva eden ilâçların tedavide kullanılması, kedinin ve yırtıcı kuşların artığının necis kabul edilmemesi ve bu hükme kıyasla pençeli kuşların artığının da aynı şekilde değerlendirilmesi, henüz olgunlaşmamış sebze ve meyvenin olgunlarıyla birlikte satışına onay verilmesi gibi birçok hüküm zaruretle açıklanmıştır ki bütün bu durumlarda zaruret tanımlanırken ifade edilen düzeyde bir tehlike söz konusu değildir. Ancak bu durum, sadece klasik dönem fakihlerinin telakkisi için değil aynı zamanda çağdaş dönemde karşılaşılan fıkhî problemler karşısında takınılan tavır ve üretilen çözümler için de geçerlidir. Dolayısıyla ağır güçlük ve darlıklara katlanmak zorunda kalmadan dinî hayatın sürekliliğini sağlamak üzere daha uygun meşrû alternatiflerin bulunmadığı durumlarda ortaya konulan çözümlerin temel gerekçesini zaruret teşkil etmiştir. Ancak zaruretin bu şekilde genel ve yaygın kullanımı devam etmekle birlikte terimleşme sürecine paralel olarak klasik dönemden itibaren fıkıh literatüründe zaruretin daha dar bir içeriği ifade eden teknik bir terim halini aldığı da görülür. Buna göre dar ve teknik anlamıyla bir zaruretten söz edebilmek için can, din, akıl, namus ve mal değerlerinden birinin tamamıyla ya da telâfisi mümkün olmayacak ölçüde tehlike altında bulunması, bu halin meşrû yollarla bertaraf edilmesinin mümkün olmaması, tehlikenin gücü ve âciliyeti hususunda galib zan hâsıl olması gibi şartlar aranmaktadır. Böyle olunca zarurette, fiilin işlenmesi veya terkedilmesi halinde öngörülmeyen, mûtat ölçünün üzerinde bir meşakkat ve zorluğun baş göstermesi söz konusudur ki bu durum zarûriyyâttan olan maslahatlardan mahrum kalınmasına, zayıf ve güçsüz hale gelinmesine, vücut fonksiyonlarından birinin zarar görmesine veya tamamen kaybedilmesine, hatta ölüme kadar uzanabilmektedir. Dolayısıyla zaruretin ölçütü, yeme içme açısından ifade edilecek olursa haram olan şey alınmadığı takdirde insanın derhal ölecek dereceye gelmesi değildir. Zaruret, darda kalanın mâruz kaldığı, daha da ilerlerse onu telâfisi zor bir zarara götürecek veya kalıcı hasar bırakacak olan açlık ve güç kaybı halini de kapsamaktadır. Diğer yandan zaruretin oluşumunun bireyin iradî fiili sonucu olmasıyla (yolculuk gibi) dış etkenlerden kaynaklanması (ikrah gibi) arasında bir fark bulunmamaktadır.

Zaruretle ihtiyaç, güçlüğün giderilmesi, ruhsat gibi kavramlar arasında sıkı ilişki vardır.

Zaruretle ihtiyacın anlam, etki ve hüküm bakımından aynı olduğuna dair bazı açıklamalara rastlanırsa da (Ali Haydar, s. 88; Bilmen, I, 265) cumhura göre bu iki kavram, duyulan bir ihtiyacı ifade noktasında birleşmekle birlikte bunun şiddeti ve giderilmemesi halinde karşılaşılabilecek sonuçlar bakımından farklı durumları anlatır. Zaruret, giderilmediği takdirde beş zaruri değerden birinin tamamen ortadan kalkması veya katlanılması güç ağır zararla karşılaşılması söz konusu olduğundan ağır/şiddetli ihtiyaç diye nitelendirilmiştir. İhtiyaç ise zorluk ve meşakkati gidermek suretiyle hayatı kolaylaştırma ve uygulamada genişlik sağlama düşüncesine dayanmakta olup ihtiyacın giderilmemesi sadece sıkıntı ve meşakkate sebeb olur; bunun ötesinde insan hayatını temelden sarsacak ya da toplumsal düzeni tehdit edecek bir sonuç doğurmaz (İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, II, 9 vd.; Ahmed ez-Zerkā, s. 155-156; Ya‘kūb b. Abdulvehhâb Bâhuseyin, s. 502-504). Bununla birlikte, salt kişisel olmayıp bir meslek grubunu veya bir bölgeyi ilgilendiren ihtiyaçların haramı işleme konusunda zaruret gibi değerlendirildiği de olur. “Hâcet umumi olsun hususi olsun zaruret menzilesine tenzil olunur” küllî kaidesi bunu ifade eder (Suyûtî, s. 88; İbn Nüceym, s. 114; Mecelle, md. 32).
İslâm hukukunda güçlüğü giderme ilkesi hükmün tabii gereğinin üzerine çıkan sıkıntı, zorluk ve meşakkatlerin ortadan kaldırılması amacıyla hükmün uygulanma şeklinde, zamanında, miktarında kolaylık göstermeyi, hatta hükmün tamamen ıskatını ifade eden genel ilkeyi, zaruret ise bu ilkeyi işletmeyi gerektiren en üst seviyeyi ifade eder (Sâlih b. Abdullah İbn Hamîd, s. 13, 51-52).
Zaruretle ruhsat arasında da benzer bir ilişkiden söz edilebilir. Zaruret, hafifletilmiş istisnaî hükmü gerektiren hali, ruhsat ise bu durumda yürürlük kazanan geçici hükmü tanımlar. Dolayısıyla zaruret sebeb, ruhsat ise bu sebebin gerçekleşmesi durumunda işlerlik kazanan istisnaî hükümdür.

Şartları
Zaruret halinin oluşmasında bu hali yaşayan bireyin algı ve ruh durumunu ölçü almanın yeterli olmayacağını belirten fakihler objektif bir ölçü getirme düşüncesiyle zaruret halinin oluşması için bazı şartlardan söz etmişlerdir. Dikkatle tahlil edildiğinde bu çerçevede söz konusu edilen şartların tek bir maddede toplandığı görülür. O da, haram işlenmeyip temel hükümlerde ısrar edilmesi halinde telâfisi mümkün olmayacak şekilde ağır bir zararın ortaya çıkacağının kesinlik kazanmış olmasıdır. İman ve tasdik yönüyle kalbinde herhangi bir tereddüt bulunmamakla beraber karşı konulmaz tehdit yüzünden sırf diliyle küfrü gerektirecek bir söz söylemenin, yine ikrah veya açlık dolayısıyla içki içmenin, meyte veya domuz eti yemenin, hastalıktan ötürü ihram yasaklarına riayet etmemenin câiz olması böyledir. Zira hayat hakkı her türlü hakkın başında gelir ve diğer bütün hakların varlığı ve devamı hayatta kalmaya bağlıdır. Kesinlik hususunda edinilmiş tecrübelerden hareketle gâlib zan oluşması yeterlidir. Fakat salt vehme dayalı tehlike algısının kesinliğinden söz etmek mümkün değildir ve bundan hareketle haramlar ihlâl edilemez. Aynı şekilde fiilî bir tehlike durumu söz konusu olmakla birlikte birtakım tedbirlerle bundan kurtulma imkânının bulunduğu durumlarda da kesinlik kazanmış bir zaruretten bahsedilemez. Eğer zaruret hali cebir ve tehdide mâruz kalmaktan kaynaklanıyorsa, kesinlik şartı için tehdidin öldürme veya sakat bırakmaya kadar varması ve zorlayanın tehdit ettiği şeyi yapacağı hususunda gâlib zan meydana gelmesi şarttır. Meşrû bir çarenin olduğu durumlarda da kesinlik kazanmış bir zaruretten söz edilemez. Dolayısıyla boğazda düğümlenen bir maddeyi aşağıya indirmek için su, süt gibi sıvıların bulunması içki içmeye, tedavi için haram unsur içermeyen ilâçların bulunması haramla tedaviye engeldir.

Hükmü, Sınırları ve Sona Ermesi
Zaruret halinde haramı işlemek kural olarak mubah duruma gelir. Ancak bazı durumlarda haramı işlemenin dinen gerekli olması da mümkündür. Bu noktada fıkıh âlimlerinin görüşleri, “Zaruret, dinen ve hukuken haram kabul edilen şeydeki haramlık vasfını ortadan kaldırır ve onu normal şartlarda mubah olan bir nesne/fiil konumuna mı getirir, yoksa sadece o haramın işlenmesi sebebiyle meydana gelecek günahı mı bertaraf eder?” sorusu etrafında yoğunlaşır. Çoğunluğun görüşü zaruret halinde nesnedeki haramlık vasfının kalktığı, buna bağlı olarak da artık günahtan söz edilemeyeceği şeklindedir. Bu yaklaşıma göre zaruret halinde domuz eti yemek normal şartlarda usulünce tezkiye edilmiş sığır eti yemek gibidir. Hatta kişi bunu yapmaz ve ölürse günahkâr sayılır (Gazzâlî, I, 99).
Bu noktadan hareketle İmâmü’l-Haremeyn el-Cuveynî, İlkiyâ el-Herrâsî, İbn Akīl, İbn Dakīkul‘îd gibi usulcüler, bu tür zaruret durumlarında işlerlik kazanan hükmün ruhsat değil azîmet hükmü olduğu görüşündedir (Bedreddin ez-Zerkeşî, el-Baḥru’l-muḥîṭ, I, 328; el-Mens̱ûr, II, 164).
Kelâmcı usulcülerin bu yaklaşımına karşılık Hanefîler konuyu, haram kılan sebebin ve bu sebebe bağlı hükmün bâki olup olmaması temelinde bir değerlendirmeyle ele almışlardır. Buna göre, dinden çıkmaya sebeb olacak bir söz söylemeye zorlanan kişinin istenilen sözü söylemesi, zor durumda kalan kişinin izin almadan başkasının malını çalması/kullanması, zorlama altında başkasının malını telef etmesi, yine zorlama altında veya açlık yüzünden mukimin ramazan orucunu bozması, hem sebeb hem de hüküm bâki olmakla birlikte şâriin zaruretten dolayı işlenmesine izin verdiği fiillerdir. Ancak bu sadece bir izindir, zorunluluk (vucûb) söz konusu değildir. Çünkü hürmetle ibâha bir arada bulunmaz. Dolayısıyla haramı işleyenden sorgunun kaldırılması, söz konusu fiildeki haramlık vasfının kalkmasını ve fiilin mubah hale gelmesini gerektirmez (Debûsî, s. 81; Serahsî, el-Uṣûl, I, 117).

Bu ilkesel yaklaşımlara ilâve olarak zaruretle karşı karşıya bulunan kişinin, zarureti bertaraf edecek haramı işlemesinin mubah ya da vâcib olması tehlikenin mahiyeti ve kuvvetine göre de değerlendirilir. Hayat hakkı ve vücut bütünlüğünün korunması diğer bütün değerlerin başında geldiğinden aslî hükümle hedeflenen amaca göre daha önemli ve önceliklidir ve bunu temin edecek olan haramın işlenmesi vâcib sayılmaktadır. Bu da insanın canını tehlikeye atmamasını ve zaruret durumunda haramlardan faydalanmayı ifade eden âyetler yanında (Bakara 2/195; Nisâ 4/29; Mâide 5/3) dinin ve hukukun genel maksatlarıyla bunlar arasındaki önem ve öncelik ilişkisinin gereğidir. Dolayısıyla yenilmesi dinen yasaklanmış olan bir madde, önlenemeyen bir tehdit yahud kaçınılmaz açlık tehlikesi söz konusu olmasına rağmen yenilmez ve bu yüzden kişi ölür yahut vücut bütünlüğü zarar görürse kişi sorumlu olur (Seyfeddin el-Âmidî, I, 123; İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, I, 278).
Bu değerlendirme, haramı ihlâli mümkün kılan özrün (burada zaruret) konuyla ilgili yasaklayıcı aslî hükmün gerekçelerinden daha baskın olduğu bütün durumlarda geçerlidir. Nitekim Şâtıbî gibi bazı âlimler böyle durumlarda başka bir azîmet hükmü devreye girdiğinden buna ruhsat denilmesini uygun bulmamışlardır (a.g.e., a.y.).

Yasakla korunması amaçlanan değerle yasağı çiğnemek suretiyle korunacak değer arasında eşitlik bulunması, yani iki eşit değerin çatışması halinde zaruret gerekçe gösterilerek haram ihlâl edilemez. Bundan dolayı kişinin kendi canını kurtarmak ya da vücut bütünlüğünü korumak için bir başka mâsumu öldürmesi yahut vücut bütünlüğüne zarar vermesi ikrâh-ı mulcî de dahil hiçbir şekilde câiz görülmemiştir. Bu konuda fakihler görüş birliği içindedir. Zira canlar arasında bir üstünlükten ve öncelikten söz edilemez. Maslahatla mefsedetin eşit düzeyde olduğu bu tür durumlarda, “Def‘-i mefâsid celb-i menâfi‘den evlâdır” kullî kaidesi gereği aslî hükümde sebat göstererek mefsedet giderilmeye çalışılır. Buna rağmen kendi hayat hakkını önceleyip başkasının vücut bütünlüğüne zarar veren kişi hem dinen hem hukuken sorumlu olur. Bu konuda bizzat öldürme ile ölümle sonuçlanacak şekilde söz ve fiillerde bulunma arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla tam ikrah karşısında kişinin mâsum bir cana kıyması ya da temel vücut fonksiyonlarından birine sakat bırakacak şekilde zarar vermesi câiz olmadığı gibi söz gelimi kısas gerektirecek veya sakat kalması sonucunu doğuracak şekilde yalancı şahitlikte bulunması, ölümüne yol açacak biçimde dövmesi de câiz değildir. Zira sonuç bakımından bu eylemler eşittir. Bu hükümlerin yegâne istisnası meşrû müdafaa halidir.

Mâsum bir cana kıymanın hiçbir şekilde mubah olmaması, tek tek şahıslar açısından olduğu gibi bir topluluğun hayatta kalabilmesi için aralarından birinin öldürülmesi gibi durumlar bakımından da geçerlidir. Bundan dolayı açlıktan ölmekle karşı karşıya gelen bir topluluk, içlerinden birini öldürüp etini yemek suretiyle hayatta kalma gibi bir tercihte bulunamaz. Aynı şekilde geminin ağırlığı yüzünden batması ve yolcuların boğulması tehlikesiyle karşılaşınca yolculardan bir kısmının denize atılmasıyla geminin kurtulacağı anlaşılsa bile atılacakların başına gelecek ölüm mefsedetiyle gemide kalanların sahip olacağı hayat maslahatı eşit olarak karşılaşmış olur. Canlar arasında bir öncelik olmadığına göre denize atma fiili işlenemez (Gazzâlî, I, 312, 314).
Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu tarafından benimsenen görüşe göre temel haramlardan biri olan zina da adam öldürme gibidir ve hangi seviyede olursa olsun zaruret zinayı meşrû kılmaz. Şâfiî fakihi İzzeddin b. Abdusselâm livâtanın da zina gibi olduğunu söyler (el-Ḳavâʿidü’ṣ-ṣuġrâ, s. 90).

Gıdalarla ilgili temel yasakların belirtildiği âyetlerde zaruret durumunda haram gıdalardan yararlanmanın mubah olduğu ifade edilirken getirilen ve “haddi aşmama” şeklinde özetlenebilen kayıttan hareketle, ruhsat hükümlerinin dinen ve hukuken meşrû olmayan amaçlara dayanak kılınmasının bu hükümlerin meşruiyet gerekçesiyle çelişeceğini ileri sürerek başta Şâfiîler ve Hanbelîler olmak üzere aralarında Câferî, Zâhirî ve İbâzîler’in de bulunduğu cumhur, günah işleme amacıyla yapılan yolculuklarda zaruret halinin baş göstermesi durumunda ruhsat hükümlerinden yararlanmanın câiz olmadığını söylemişlerdir. Bu görüşü benimseyenler âyetteki kaydı, müslümanlara karşı harekete geçmemek ve dinî ölçüleri çiğnememek şeklinde anlamışlardır.
Hanefîler’e, bir rivayete göre İmam Mâlik ile Taberî ve İbn Teymiyye’ye göre ise hukuka aykırı kasıtla, şâriin bireyden istediği yükümlülüklerin yerine getirilmesi ve bu husustaki kolaylıklar ayrı ayrı ele alınmalıdır. Kolaylaştırıcı mahiyetteki hükümlerin işlerlik kazanması için sebebin gerçekleşmesi yeterlidir ki burada zaruret hali gerçekleşmiştir. Âyetteki ifade ise zaruret ölçüsünü aşmama ve başka bir müslümana haksızlık etmeme anlamındadır. Şu halde amacı bakımından meşruiyeti bulunmayan bir yolculuk esnasında zaruret hali, meselâ açlık tehlikesi baş gösterse haram olan maddelerden yemek câizdir.

Zaruret haramı mubah kılmak suretiyle dinî sorumluluğu ortadan kaldırsa da başkasının hukukunu ilgilendiren hususlarda malî sorumluluğu kaldırmaz. Zaruret halinde birisinin malını izinsiz almak, kullanmak veya tüketmek, “Iztırar gayrin hakkını iptal etmez” hukuk ilkesi gereği (Ebû Saîd el-Hâdimî, s. 367; Mecelle, md. 32) tazmin ve ücret borcunu düşürmez. Zarureti bertaraf etmek için ihlâl edilecek haramın birden fazla olduğu durumlarda hangisinin öne alınacağı hususu deliline göre belirlenir. Zaruret halinde mubah olduğuna dair hakkında delil bulunan gıdalar kıyas yöntemiyle mubah olarak değerlendirilenlere öncelenir. Meyte ve şer‘an yenilip içilmesi mubah olup başkasına ait olduğundan izinsiz tüketilmesi câiz olmayan bir gıda ile karşı karşıya kalındığında bu prensip gereği meyte öne alınır, meyte ile avlanma arasında tercihte bulunması gereken ihramlı yine meyteyi tercih eder (Muvaffakuddin İbn Kudâme, IX, 334).

Ârızî ve istisnaî bir hal sebebiyle haramın işlenmesi mubah veya vâcib hükmünü alsa da zaruret miktarının aşılmaması şarttır. Bu seviyenin üzerindeki kullanım ve yararlanmalarda haram hükmü devam eder. Buna göre zaruret halinde, dinen yenilip içilmesi haram olan gıdalar ancak hayatta kalmayı mümkün kılacak ölçüde mubah olur; meselâ boğazda düğümlenen lokmayı indirecek ölçüde içki içilebilir, vücudun mahrem bölgelerinden sadece tedavinin zorunlu kıldığı kısımlar doktora gösterilebilir, aynı şekilde doktor da ancak bu yerlere bakabilir, temasta bulunabilir. Bütün bunlar, “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur” şeklinde formüle edilmiştir (Mecelle, md. 22). “Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar” genel hukuk kuralı ile ifade edilen mubahlık (Mecelle, md. 21) zarurete bağlı tehlikenin sona ermesiyle birlikte kalkar, haramlık ve yasaklık geri döner. “Bir özür için câiz olan şey o özrün zevâliyle bâtıl olur” kuralı (Mecelle, md. 23) bunu ifade eder.

İlgili Konullar :

 
leyligöz Çevrimdışı

leyligöz

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
c- Zorlanmaya rağmen yerine getirilmesi mubah veya ruhsatlı olmayan hissi tasarruflar: Bazı tasarruflar vardır ki, haramlıkları şer'an sabit olduğu, aklen de mahsurludur. Bu yüzden bu tür tasarruflar ne mubahtır ne de bunları işlemeye ruhsat verilmiştir.

1- Bir müslümanı haksız yere öldürmek:
Bu tasarruflardan biri, bir müslümanı haksız yere öldürmektir. Çünkü bir müslümanı öldürmek şubhesiz haramdır. Zaruret nedeniyle mubah olmadığı gibi böyle bir tasarrufa ruhsatta verilmez. Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
"Haklı bir gerekçe yokken Allah'ın dokunulmaz saydığı cana kıymayınız." (En'am 151)

"Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın elçisi olduğuma şehadet eden bir müslümanın kanı şu üç durum hariç kesinlikle haramdır: Evli olduğu halde zina eden, haksız yere bir müslümanı öldüren, İslam dinini terk edip murted olan."
Haram olması bakımından bir müslümanın azasını kesmekte müslümanı öldürmek gibidir. Bir müslümanı helak edecek veya şiddetli bir eziyete sebeb olacak darbeninde durumu böyledir. Zira bu saldırganlıktır ve haramdır.
Bu bakımdan yukarıdaki sözü edilen işlerden birini yapmaya zorlanan kişi bunu yaparsa günahkar olur. Fakihler bu hususta ittifak etmişlerdir. Bu zorlamanın tam bir zorlama veya nakıs bir zorlama olması hükmü değiştirmez. Haksız yere bir müslümanı öldürmenin dünyevi hükmüne gelince; kişi bir müslümanı öldürmeye zorlanır da öldürürse fakihler yanındaki en sahih görüşe göre hem zorlayan hem de zorlanan kişiye kısas uygulanır. Çünkü zorlayan kişi bir müslümanın öldürülmesine sebeb olmuş, zorlanan da bilfiil öldürmüştür. Öldürmeye sebeb olmakta bilfiil öldürmek gibidir. Dolayısıyla zorlayan kişi de zorlanan kişi de öldürülür. Bu bir kişiyi öldürmeye zorlamanın ve öldürmenin ne kadar korkunç bir iş olduğu katillere göstermek içindir. Hanefi alimlerine göre sadece zorlayana kısas uygulanır.

Fakihler bu hususta ittifak etmişlerdir.
derken 4 mezhebi mi kastettiniz
 
Üst Ana Sayfa Alt