Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Abdullah Bin Ömer B. El-hattâb (r.anh)

E Çevrimdışı

Ebu Bekir

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
İkinci halife Hz. Ömer (r.a.)'in oğlu ve mü'minlerin annesi Hz. Hafsa'nın ana-baba bir kardeşi, fâkih ve muhaddis sahâbî. Ebû Abdurrahman künyesi ile tanınan Abdullah'ın annesi Zeynep bnt. Maz'un el-Cümeyhî'dir.



Abdullah b. Ömer'in, peygamberliğin üçüncü yılında doğdugu kaydedildiği gibi onun nübüvvetten bir yıl önce dünyaya geldiği söylenmektedir. (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, Kahire 1286, 111, 230).



Babasıyla birlikte, küçük yaşta İslâm'a girdi ve yine babası ile birlikte Medine'ye hicret etti. Tamamıyla İslâm toplumunda ve İslâm terbiyesiyle yetişti. Yaşı küçük olduğu için Bedir ve Uhud gazalarına Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından katılmasına müsâde verilmedi. (Buhârî, Megâzi, 6). Ancak onsekiz yaşlarında iken Hendek gazvesine ve daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında meydana gelen bütün savaşlara katıldı. Mekke fethinde, Mûte savaşında, Tebük seferinde ve Vedâ Hacc'ında bulundu.



Abdullah b. Ömer, İslâm devleti bünyesinde meydana gelen anlaşmazlıklarla ortaya çıkan ve birbirleriyle mücadele eden gruplara karışmadı, tarafsız kaldı ve devlet kadrolarında vazife almadı. Zira oğlunu hilâfete aday göstermesini tavsiye eden sahâbelere Hz. Ömer: "Bir evden bir kurban yeter" demişti. Babasından sonra başa geçecek halifeyi seçmeye görevli olan şûrâ'ya sadece müşâvir olarak katıldı. Hz. Ömer oğluna şûrâ'ya katılmasını ancak aday olmamasını tavsiye etmişti. (İbnü'l-Esîr, el-Kâmilfi't Tarih, 111, 65 vd.)



Hz. Osman (r.a.) zamanında, İbn Ömer, devlet işlerine müdahalede bulunmuyordu. Bir gün Hz. Osman, İbn Ömer'e kadılık yapmasını, müslümanların arasındaki hukukî anlaşmazlıkları hâlletmesini teklif edince özür dileyerek kadılık vazifesini kabul etmemiş, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in bir sözünü hatırlatmıştı;



- Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlardır ki: "Kadılar üç çeşittir. Birincisi câhillerdir. Bunların yeri Cehennemdir. İkinci zümre âlimleridir, fakat dünyaya meyilleri vardır, ilimleri ile amelleri bir değildir, bunlarda Cehennemliktir. Üçüncü zümre ise hem âlim, hem de dünyaya meyli olmayanlardır." (Ebû Dâvud, Akdiye, 2).



- Hz. Osman, Hz. İbn Ömer'e dedi ki:



- "Ama, senin baban Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında kaza işleri ile uğraştı ve kadılık yaptı."



- "Evet, doğrudur, fakat babam bir mesele ile karşılaşınca Rasûl-i Ekrem'e müracâat eder, müşküllerini hâlletmede zorluk çekmezdi. Çünkü Rasûl-i Ekrem müşkil bir mesele ile karşılaşınca onun da müşkilini vahiy hâllederdi. Şimdi Rasûl-i Ekrem aramızda yok ki problemlerimizi ona götürelim. Allah şimdi bizim yardımcımız olsun."



Hz. Osman da bu hususta Hz. İbn Ömer'e fazla ısrarda bulunmadı.



Hz. İbn Ömer, hükümet ve devlet işlerinden uzak kalmasına rağmen hak yolunda cihâd edip İslâm fetihlerine katıldı. Nitekim Hicret'in yirmiyedinci yılında Afrika'da Tunus, Cezayir, Merakes seferine katılmıştı.



İbn Ömer Hicret'in otuzuncu senesinde Horasan ve Taberistan fetihlerinde bulundu ve onun Taberistan fethinde bir Dihkan'ı öldürdüğü bilinmektedir. Ancak hükümet ve devlet işlerine müdahâle hususunda çok ihtiyatlı davranıp, daima uzak kalmayı tercih etti.



Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra ilmî yüceliği, kahramanlığı ve mücahidliği Hz. Ömer'in oğlu olması sebebiyle halîfe olması istendiyse de kabul etmedi. Hz. Ali tarafında yer aldı. Dahilî olaylara karışmadı. Sıffin olayından sonra da halifelik tekliflerini reddetti. Muâviye zamanında 669 yılında Hz. Peygamber'in güvenini kazanmış ve bayraktarlığını yapmış olan Halid b. Zeyd Ebu Eyyub el-Ensâri ile İstanbul surları önlerine kadar gelip, İstanbul'un ilk muhasarasına katıldı. Onun devlet bünyesinde ve islâm toplumunda meydana gelen iç karışıklıklar sırasında temkinli davrandığını görmekteyiz. Fakat Sıffin'de Hz. Ali'ye muhalefet edenlere ve Abdullah b. Zübeyr'i Kâbe'de muhasara edip şehid edenlere karşı savaşmadığına pişman olduğunu bizzat kendisi ifâde etmiştir. (İbn AbdülBerr, el-istiâb, II, 345), Haccac'a karşı savaşmadıysa bile onun zulmünden asla çekinmeden islâmî ahkâmı çiğnemesine karşı susmayıp onu gerektiğinde sert bir şekilde uyarmıştı. Hattâ onun bu gibi uyarılarına kızan Haccac b. Yusuf, Abdullah'ı öldürtme yollarını aramıştı.



Nihâyet hicretin yetmişdördüncü yılında Abdullah b Ömer seksendört veyahut seksen beş yaşında iken vefat ettiği (İbn Sa'd, Tabakat, IV, 187), başka rivâyetlerde de onun seksenaltı yaşında vefat ettiği kaydedilir. (İbnü 'l-Esir, Üsd ü 'l-Câbe, I V, 230-23 1 ) .



Hac mevsiminde adamın biri ucu zehirli bir mızrak ile Abdullah b. Ömer'i ayağından yaraladı. Vücûdu zehirlendi. Bu zehirlenme vefatına sebep oldu. Bir rivâyete göre yukarıda söylediğimiz gibi bu yaralama Haccac b. Yusuf'un tertibi idi.



İbnü'l-Esir'in kaydına göre, Haccac b. Yusuf minberde hutbe okuyordu. Hutbe'de Abdullah İbn Zübeyr'e ağır sözler söylemiş ve bazı ithamlarda bulunmuş, onun Kur'ân-ı Kerim'i tahrif ettiği iddiasını ortaya atmıştı. İbn Ömer düşünmeden ve çekinmeden Haccac'a bağırıp: "Yalan söylüyorsun, bunu ne İbn Zübeyr yapardı, ne de senin bu işe gücün yeter!..." demişti.



İbn Ömer'in halkın toplu bulunduğu bir yerde böyle sert konuşmasından Haccac fena halde bozulmuş, ona kin besleyip çok kızmıştı. Açıktan açığa ona bir şey yapamayacağından gizlice ve hainlikle intikam almayı düşünmüştü. (İbn Hallikân, Vefayatü'l Ayan, II, 242). Ancak İbnü'l-Esir Haccac'ın hutbe meselesini başka türlü anlatmaktadır. Ona göre, Haccac hutbeyi çok uzatmış, o kadar uzatmıştı ki, ikindi namazına vakit daralmıştı. Bu ara ibn Ömer, "Güneş seni beklemiyor" diye ihtarda bulunmuştu. İkinci bir rivâyete göre, İbn Ömer'in onu beklemeyip kıymet vermemesine Haccac'ın canı sıkılmış, firavunluğu tutmuştu. Fakat Emevi hükümdarı Abdülmelik b. Mervan'ın korkusundan İbn Ömer'e karşı gelemiyordu. Bu meselenin iç yüzünün bu şekilde olduğu anlaşılmaktadır. Yoksa imkân bulduğu takdirde Haccac, İbn Ömer'i bir an evvel ortadan kaldırmada tereddüt etmezdi. (İbnü'lEsir, Üsdü'l-Gâbe, 111, 230)



Hac mevsiminde halkın kalabalık bulunduğu bir sırada kim vurduya getirmek için Haccac bu hâdiseyi tertiplemişti. Hattâ İbn Ömer hastalandığı sırada Haccac ziyaretine gitmiş suçlunun yakalanıp cezalandırılması meselesi söz konusu olmuştu. İbn Ömer o sırada Haccac'a: "Sen silahla Harem-i Şerif'e girilmesine müsâade ettiğin için bu olay meydana geldi. Harem-i Şerif'e silahlı girmenin doğru olmadığını biliyordun. Bunun önüne geçmiş olsaydın bu hâdise olmazdı" demiş, o da susmustu (İbn Sa'd, Tabakat, IV, 187 vd.).



İbn Ömer Medine'de vefat etmeyi arzu ediyordu. Zira son günlerde Mekke'de vaziyetin iyi olmadığını sezmişti. Cenab-ı Hakk'a dua ediyor: "Allah'ım, beni Mekke'de öldürme!" diye yalvarıyordu. Oğlu Sâlim'e şöyle vasiyet etmişti: "Ben Mekke'de ölürsem beni Harem hududu civarında defnet, sen de buradan göçüp git!" İbn Ömer bu vasiyetinden birkaç gün sonra vefat etti.



Vefatını müteakip vasiyeti gereğince halk toplandı. Haccac da suçluluğunu örtbas etmek için cenaze namazına katıldı. Hatta namazını Haccac'ın kıldırdığı bilinmektedir. (İbn Sa 'd, Labakat aynı yer). Vefat ettiğinde onbiri erkek onbeş çocuğu vardı.



Muhit ve aile olarak tamamen islâmî terbiye ile yetişmesi ve Rasûlullah'ın sohbetlerinde devamlı bulunması ona bizzat hizmet etmekle şereflenmesi, fıtraten üstün hâllere sahip olmasından dolayı zamanının bütün ilimlerinde mâhir ve üstad olmasını sağladı. Her konuda çok dikkatli araştırmayı, incelemeyi severdi. Sahâbe içinde dünyaya önem vermemesi örnek gösterilirdi. Haram ve şüpheli konularda çok titiz davranırdı.



Kur'ân-ı Kerim'in tefsiri hususunda da sahâbenin ileri gelenlerindendi. Bir gün Hz. Peygamber, ashâb-ı kirâm'a İbrahim sûresi Yirmidördüncü âyetinde geçen "ağaç"ın nasıl bir ağaç olduğunu sormuş. Hiç kimse cevap verememişti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun "hurma ağacı" olduğunu açıklayıp da oradakiler dağılınca Abdullah b. Ömer yolda giderken babasına "Rasûli Ekrem'in, ağacın nasıl bir ağaç olduğunu açıklamasından önce hurma ağacı olduğu kalbime doğdu" dedi. Babası Ömer, "Peki neden bunu söylemedin?" deyince, Abdullah "Rasûlullah'ın huzurunda sen ve Ebû Bekir dururken konuşmayı uygun görmedim" demişti (İbn Hâcer, Fethu'l-Bârî Serh Sahihi'l-Buhâri, Mısır 1959, IX, 449). Bu da onun Allah'ın âyetlerine vukûfiyetini gösterir.



Abdullah b. Ömer helâl ve harama ait hadisleri en çok bildiren râvidir. Genellikle işittiği hadisleri yanılgıyı azaltmak, unutkanlığı ortadan kaldırmak için devamlı yazardı. Gerekmedikçe de hadis rivâyet etmezdi.



İbn Ömer tefsirde olduğu kadar hadis ilminde de ileri gelenlerden de hadis hâfızları arasında ün kazanmış sahâbîlerdendir. Elimizde mevcut hadis kitaplarında İbn Ömer'den ikibinaltiyüzotuz hadis rivâyet olunmuştur.



Bunlardan yüzaltmışsekiz tanesi Buhârî ve Müslim tarafindan müştereken rivâyet edilmiştir. Buhârî'de seksenbir, Müslim'de de otuzbir; Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde ikibinondokuz hadis ayrıca naklolunmaktadır.



İbn Ömer Rasûl-i Ekrem'in sözlerini, fiillerini sevk ve zevk ile izlerdi. Ekseriya Rasûl-i Ekrem'in hizmetinde ve huzurunda bulunurdu. Bulunmadığı zaman da Rasûl-i Ekrem'in söz ve fiilini huzurda bulunanlardan sorar, tetkik ederdi. Bir meselede şüpheye düştüğü, yahut iyi anlamadığı takdirde hemen Rasûl-i Ekrem'e gidip öğrenirdi. Bu suretle Rasûl-i Ekrem'in söz ve fiillerine ait hadisleri toplamış, hıfzetmişti.



Hadîs-i Şeriflerin ümmet içinde yayılması ve ümmetin evlatlarına öğretilmesi hususunda İbn Ömer'in büyük hizmeti olmuştur. Hadisi iyi bilip, iyi tetkik edenlerdendi. Bildiğini öğretmekten büyük zevk duyardı. Rasûl-i Ekrem'in vefâtından sonra altmış yıl yaşadı. Ömrü boyunca Rasûlullah'ın hadislerini islâm ümmeti arasında yaymakla vakit geçirdi. Nitekim elimizde bulunan hadislerin nakil silsilesinin çoğu Abdullah İbn Ömer'e dayanmaktadır.



İbn Ömer, Medine'de ders halkası oluşturarak hadîs öğretirdi. Bundan başka her zaman hac mevsiminde Mekke'de islâm dünyasının dört bir yanından gelen hacılara Rasûlullah'ın hadislerini öğretme konusunda büyük gayret sarfederdi.



Çok hadîs bilmesine rağmen büyük titizliğinden çok az rivâyette bulunurdu. Abdullah b. Ömer'den Nâfi ve İmam Mâlik b. Enes'in rivâyetleriyle gelen hadisler en sağlam rivâyetler olarak değerlendirilmekte ve bu rivâyet zincirine "Altın Zincir" adı verilmektedir. Abdullah b. Ömer'den hadis öğrenimi görenler arasında başta Abdullah b. Abbâs olmak üzere Câbir b. Abdullah, Saîd b. el-Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Keysân, Hasan-ı Basrî, Nâfi, Mücâhid, Tâvûs, Enes b. Sîrin gibi meşhur muhaddisler ve oğullarından Hamza, Bilâl, Abdullah ve Ubeydullah vardır. İbn Ömer bu hadis ilminden dolayı çok hadis rivâyet eden Muksirûn sahâbeler arasında yer almaktadır.



Abdullah'ın, muhaddisliğinin yanı sıra fakîh bir sahâbî olduğu da bilinen bir husustur. İbn Ömer ömrünü Medine'de geçirmiş ve fıkıh üzerinde çalışmıştır. Medine'nin fıkıh âlimlerinin birçoğu fetvalarında İbn Ömer'in bilgisinden faydalanmışlardır. Ehl-i Sünnet'in dört imamından biri olan İmam Mâlik'in fıkhı, Abdullah İbn Ömer'in fetvaları ile doludur. İmam Mâlik'in dediği gibi, Abdullah b. Ömer fıkıh âlimlerinin başında gelenlerdendi. Eğer İbn Ömer'in fıkıhtaki fetvaları toplansa büyük bir eser meydana gelir. Nitekim, Mısır'lı âlim M. Revvâs Kal'acı "Mevsû 'atu Fıkhî Abdullah b. Ömer" (Abdullah b. Ömer'in Fıkıh Ansiklopedisi) adıyla bir eser vücûda getirmiştir. (Beyrût 1986). İslâm fıkıh ulemâsının en ileri gelenlerinin bildirdiklerine göre, islâmî meselelerde İbn Ömer'in sözleri ile amel etmek yeterlidir.



Abdullah b. Ömer uzun bir ömür sürdüğünden peygamberimizden sonra altmış yıl müddetle fetva vermiştir. Ancak fetva verme konusunda çok ihtiyatlı hareket ederdi. Şahsiyet olarak; iyilik etmeyi, sadaka vermeyi, hayır yapmayı, hele köle azad etmeyi çok severdi. Sağlam karakterli, iyi ve güzel huylu olup, kötülüklerden kaçınırdı. Her yaptığı işi Allah rızası ıçın yapardı. Kendi yüzük taşında: "Allah Teâlâ'ya, Allah için hâlis ibâdet etti." ibâresi yazılıydı. Dünya malına, dünya zevklerine hiç gönül vermezdi. Sahâbe'den Câbir b. Abdullah: "Ömer ve oğlu Abdullah'dan başka içimizde dünyaya meyli olmayan kimse yoktur." derdi.



İlimde imamlığa yükselen muhaddis ve tâbiînin büyüklerinden olan Nâfi, Abdullah b. Ömer'in azatlısıdır. Nâfi köle iken İbn Ömer onu onbin dirheme satın alıp, "Seni Allah rızası için azat ettim" diyerek kölelikten kurtarmıştır. Kölelerinden ibâdet edeni gördükçe hemen onu âzad ederdi. "ibâdeti göstermelik yaparak âzad olmak isteyenler olursa ne yaparsınız?" diye ona sorulduğunda Abdullah'ın "Hayır için aldanmaktan iyi şey var mıdır?" buyurdukları meşhûrdur. İmam Nâfi, Abdullah için: "Her zaman dualarında belirttiği gibi bin köle âzad ettikten sonra vefat etti." demişti. Çoğu zaman sırtındaki kaftanını çıkarıp gördüğü bir fakire verirdi.



Abdullah b. Ömer'in evinde misafir eksik olmazdı. Akşam yemeklerini yalnız yediği nadirdir. Mutlaka misafiri olur, olmazsa arar bulurdu. Kendisi de dostlarının evinde üç günden fazla misafir kalmazdı. Evinde en zarûrî ihtiyacını karşılayan eşya bulundururdu. Cuma'dan önce mutlaka yıkanır, abdest alır, güzel kokular sürünürdü. Her namaz için abdest alır, geceleri çok namaz kılardı.



Abdullah'ın oğlu Hâlid'in âzad ettiği Ebû Gâlib şöyle anlatır: "Abdullah b. Ömer Mekke'ye geldiğinde sık sık bize misâfir olurdu. Geceleri teheccüd namazı kılardı. Bir gece sabah namazı yaklaştığı zaman bana "Kalkıp namaz kılmayacak mısın? Kur'ân'ın üçte birini de okusan yeter." dedi. "Sabah yaklaştı, kısa zamanda Kur'ân'ın üçte birini okuyup yetiştiremem" dedim. Bana dönerek: "İhlâs sûresi Kur'ân'ın üçte birine eşittir." dedi.



İmam Nâfi'nin naklettiğine göre, Abdullah b. Ömer mûsikîyi sevmezdi. Teganni ve saz seslerine kulaklarını tıkardı. Bir gün birisi yanına yaklaşarak: "Abdullah, Allah için seni çok seviyorum" dedi. Abdullah da: "Ben de Allah için seni hiç sevmiyorum. Çünkü sen ezanı teganni ederek, şarkı söyler gibi okuyorsun" buyurdu.



Allah'tan başka kimseden korkmazdı. Kötülüğe karşı hep iyilikle karşılık verirdi. Zeyd b. Eslem şu olayı anlatır: "Adamın birisi yolda Abdullah b. Ömer'e sövüp saymaya başladı. Abdullah evinin kapısına varıncaya kadar onu sabırla dinledikten sonra adam dönerek, "Ben ve kardeşim Âsım kimseye sövmeyiz" dedi.



Çok az yemek yerdi. Hele acıkmayınca hiçbir sey yemezdi. Bir gün dostlarından birisi ona hazım kolaylaştırıcı bir ilâç hediye etmek istedi. O dostuna şu cevabı verdi: "Ben hiçbir yemekten karnımı doyururcasına yemedim. Hazım ilâcına ihtiyacım olacağını zannetmiyorum."



Bu kadar tok gözlü olmakla beraber aynı zamanda son derece müstağni bir kişi idi. Kimseden bir şey istemezdi. Herkes ona hizmet etmek ister, fakat o asla kabul etmezdi.



Bir ara Abdülaziz b. Hârun ona haber gönderip ihtiyaçlarının ne olduğunu bildirmesini istemiş, İbn Ömer onun davranışına karşı şu cevabı vermişti: "Siz, geçimleri size ait olanların, geçimlerini üzerinize almış bulunduğunuz kimselerin ihtiyaçlarını temin ederseniz daha iyi olur " (İbn Sa'd, Tabakat, IV, 174).



Ancak İbn Ömer bir şey hediye edildiğinde onu geri çevirmezdi. Nitekim Muhtar mal ve mülkünün bir çoğunu İbn Ömer'e hediye etmiş, o da kabul eylemişti. "Bize hediye edilenleri biz de hediye eder, Hak yolunda dağıtırız." demişti. Ve bütün hediyeleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştı.



Bir ara İbn Ömer'in halası Ramle ona ikiyüz dinar altın para göndermişti. Emir Muâviye ise bir aralık onun ihtiyaçları için yüz bin dinar yollamıştı. Muâviye bu parayı gönderirken İbn Ömer'in Yezîd'e bey'at etmesini de düşünerek buna başvurmuştu. İbn Ömer bunu kabul etmemiş, "Benim imanım sizin paranızdan daha değerlidir . " demişti . (İbn Sa 'd, aynı yerler).



Abdullah b. Ömer'in yaşayışı her türlü gösterişten uzak idi. O bu hususta mükemmel bir örnektir. Bir oturuşta binlerce dirhem para dağıtmış olan bir zâtın bütün ev eşyası bir halı veya kilim ve bir de yataktan ibaret idi. Bunların bütün kıymeti yüz dirhem tutmazdı.



Abdullah varlıklı olmakla beraber yaşayışı işte bu kadar sâde idi. Cuma günleri hariç, güzel koku kullanmazdı. Yalnız cuma günü iyi elbise giyerdi. Bir gün Cuma'dan sonra yolculuğa çıkması gerekti. Güzel elbiselerini giymişti. Bu elbiseyi eve gönderip değiştirdi ve normal elbiselerini giydi.



İbn Ömer şekil ve şemâli hususunda babası Ömer'e çok benzerdi. Uzun boylu ve esmerdi. Sakalı ağardığı zaman koyu sarıya boyardı. Zira sakalının rengi de koyu sarıydı.



Abdullah b. Ömer'in Bizzat Peygamber Efendimiz'den Duyarak Naklettiği Bazı Hadisler



- İnsanoğlu Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmazsa Allah'u Teâlâ ona hiçbir şeyi musallat etmez.



- Nasihat olarak ölüm yeter.



- İstediğini ye, istediğini giyin. İnsanları yanlış yola götüren israf ve tekebbürdür.



- Sağlığında hastalığın ve hayatında ölümün için tedbir al.



Abdullah İbn Ömer (r.a.) buyurdu ki:



- Ey insan bedeninle dünyada ol, kalbinle âhireti bul.



- Hikmet ondur; dokuzu sükût, biri de az konuşmaktır.



- Haramdan kaçınmadıkça ibâdetler kabul olunmaz.



Ebû Seleme b. Abdullah şöyle demiştir: "Abdullah İbn Ömer vefat etti. O fazilette babası Ömer'e çok benzerdi. Hz. Ömer kendisinin benzerlerinin çok olduğu bir zamanda yaşamıştı. Fakat Abdullah İbn Ömer ise kendisinin bir benzeri bulunmayan bir dönemde yaşamıştı."
 
A Çevrimdışı

Abdullah Yusuf

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
ABDULLAH b. ÖMER

Müdavim ve Tövbekâr

Uzun ömrünün sonuna doğru şöyle anlatıyordu:
“Resûlullah (s.a.v.) ile anlaştık. Şu güne kadar ne anlaşmamızı boz*dum ne de değiştirdim. Hiçbir fitneci ile anlaşmadım. Bir mü’mini de uykusunda rahatsız etmedim.”
Bu sözler seksen sene yaşamış, salih bir kimsenin hayatının güvenilir bir özetidir. Daha on üç yaşındayken Allah Resûlü (s.a.v.) ile birlikte ol*muştur. Babası onu Bedir Savaşı’na götürmek istedi; ancak Resûlullah (s.a.v.) yaşının küçüklüğü nedeniyle kabul etmedi.
Bundan önce de babası onu Medine’ye hicretinde yanına arkadaş olarak almıştı. Böylelikle çocukluktan erkekliğe ilk geçiş döneminde Allah Resûlü’ne ulaşmış, İslâm ile tanışmıştı.
O günden bugüne yani Allah’ın kendisine verdiği seksen yıllık uzun ömrünün sonuna kadar Allah Resûlü’ne verdiği sözden yaptığı anlaşma*dan kıl kadar sapmadığını görüyoruz.
Birçok meziyetlere de sahipti Abdullah b. Ömer. İlmi, tevazusu, isti*kameti, cömertliği, takvası, ibadette devamlılığı, doğruluğu bunlardan bazılarıydı.
Bütün bu meziyetlerle İbn Ömer âdeta boyanmış, şahsiyet kazan*mış, hayatını biçimlendirmişti.
Babasından birçok iyi şey öğrendi. Babası ile birlikte Resûlullah'tan iyilik, güzellik ve yüceliklerin tamamını öğrendi.
Babası gibi Allah’a ve Resûlü’ne olan imanını en güzel kıvamda yaptı. Öyle ki âdeta yaşantısında Allah Resûlü’nün adımlarını takip ederdi.
Allah Resûlü (s.a.v.) bir işi nasıl yapıyor, bakar ve onu dikkatli gözler, muhafaza ederdi. Örneğin: Allah Resûlü (s.a.v.) bir yerde namaz mı kıldı? Aynı yerde İbn Ömer de kılardı.
Resûlullah (s.a.v.) bir yerde durup dua mı etti, o da orada durur, dua ederdi.
Allah Resûlü (s.a.v.) bir yerde devesinden inmiş ve iki rekat namaz kılmıştı. İbn Ömer de oraya her geldiğinde devesinden iner ve iki rekat namaz kılardı.
Allah Resûlü (s.a.v.) Mekke’de bir yerde devesini döndürmüş, sonra inerek, iki rekat namaz kılmıştı. Abdullah o yere her geldiğinde devesini döndürür, çöktürür, sonra da iki rekat namaz kılardı. Tıpkı Allah Resûlü’*nün (s.a.v.) yaptığı gibi...
İbn Ömer, Resûlullah’a olan bağlılığında son derece ileriydi. Hatta mü’minlerin annesi Hz. Aişe şöyle demişti: “İbn Ömer gibi, Allah Re*sûlü’nü konakladığı yerlerde takip eden kimse yoktur.”
Uzun ömrü işte bu minval üzere geçti. Öyle ki, bir zaman sonra müslümanlardan bir salih kişi şöyle dua ediyordu: “Allah’ım, Abdullah b. Ömer’i ben yaşadığım sürece yaşat da ona tâbi olayım. Çünkü Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetine ondan daha bağlı birini bilmiyorum.”
* * *

Bu derece sağlam araştırıcılığı, sünnete bağlılığı nedeniyle İbn Ömer, harfiyen hatırlamadığı hiçbir hadisi rivayet etmemiştir.
Aynı asırda yaşayanlar şöyle demiştir: “Bir hadise ilave yapmak ya da onu eksiltmekten Abdullah b. Ömer’den daha fazla korkan, kaçınan başka bir sahabî yoktur.”
Fetvalarında da aynı titizliğe sahipti.
Nitekim bir gün birisi ona bir mesele hakkında fetva sormak için gelmişti. Adamı dinleyince: “Bu konuda bir şey bilmiyorum.” demiştir. Adam da yoluna gitmiştir. Adam daha birkaç adım uzaklaşmıştı ki, İbn Ömer sevincinden elini birbirine vurmuş ve:
“İbn Ömer’e bilmediği bir şey soruldu, o da “bilmiyorum” dedi!” demiştir içinden.
Bir içtihatta bulunup da hata etmekten çok korkuyordu. Halbuki o biliyordu ki içtihatta hata eden bir sevap, doğruyu bulan iki sevap alırdı. Ancak takvası, onun fetva verme cesaretini yok ediyordu.
Aynı şekilde kadı olarak tayin edilmekten de kaçınmıştır. Halbuki kadılık makamı, devletin ve toplumun en yüksek makamı idi. Onu elde edenler hem çok servet, hem de yüksek bir statü edinirdi.
Abdullah b. Ömer’in servete, makama, taltife ihtiyacı yoktu. Halife Osman (r.a.) bir gün onu çağırdı, kadılık yapmasını istedi. O özür beyan etti. Hz. Osman ısrar edince özrünü yineledi. Hz. Osman’ın: “Bana karşı mı geliyorsun?” diye sorması üzerine İbn Ömer cevap verdi:
“Asla! Bildiğim kadarıyla kadılar üç çeşittir:
1. Cehaletle hüküm veren. Bu cehennemdedir.
2. Canının istediği gibi hüküm veren. Bu da cehennemdedir.
3. İçtihat eden ve isabet eden. Bu ona yeter, ne günah kazanır ve ne de sevap alır.
Bu konuda affımı diliyorum.”
Hz. Osman, bu sözlerini başkalarına aktarmaması kaydıyla İbn Ömer’i affetti.
Bu durum, Hz. Osman’ın cemiyette İbn Ömer’i iyi bildiğini gösteri*yor.
Şayet İbn Ömer’in bu söylediklerini diğer salih kimseler de duyacak olurlarsa, Hz. Osman muttaki bir kadı bulmakta bir hayli zorlanabilirdi.
Bütün bunlar İbn Ömer’e olumsuz bir görüntü veriyordu. Halbuki durum böyle değildi. Abdullah b. Ömer kadılıktan kaçınmıyor, kendisinin buna uygun olmadığını düşünüyordu. Şu da var ki, Resûlullah’ın (s.a.v.) sahâbesinden birçok salih kimse var ve bunlar bilfiil kaza ve fetva işiyle meşgul olmaktalar zaten.
İbn Ömer ne kaza makamının dondurulmasından, ne uygun olma*yan kimselerin ellerine verilmesinden yanaydı. Ancak kendisi bu makam*dan uzak durmak istiyordu... Böylelikle ibadetle meşgul olmak istiyor.
Nitekim bu dönemde birçok yerler fethedilmiş, servet oldukça art*mış, makam ve mevki çoğalmıştı. Bu durum bazı mü’minlerin kalplerinin eğrilmesine ve bazı sapmalara neden oluyordu. İbn Ömer gibi bazı sahabîler bu yanlışlıklara karşı çıkmış, iyilik ve güzellikte örneklik rolü oynamışlardır... Böylelikle toplum içinde bir ölçüde olsun fitnenin beli kırılmış oluyordu.
* * *

İbn Ömer sanki geceye kardeşti. Âdeta bütün geceyi namazla geçi*rirdi. Gündüzün de dostuydu, istiğfar ve ağlamakla geçirirdi.
Gençliğinde bir rüya gördü. Allah Resûlü (s.a.v.) onu yorumladı. Biz*zat o, rüyasını şöyle anlatır: “Resûlullah’ın zamanında (rüyamda) elimde kalın bir kumaş parçası gördüm. İstiyordum ki, o beni uçursun, cennete götürsün. O sırada iki adamın geldiklerini gördüm. Beni cehenneme götürmek istiyorlardı. Bir melek onları karşıladı ve “Onu korkutmayın!” dedi. Onlar da beni bıraktılar.
Rüyamı kız kardeşim Hafsa Resûlullah’a (s.a.v.) anlattı. O da: “Ab*dullah ne güzel adam! Geceleri namaz kılsa ve bu namazı çoğaltsa…” buyurdu.”
O günden sonra ölünceye kadar gece ibadetini yolculukta olsun, mukim iken olsun, asla terk etmedi.
Namaz kılıyor, Kur’ân okuyor, Rabbini bol bol anıyordu. Babasına çok benziyordu. Sakındırma âyetlerini okuyunca, gözlerinden yaşlar bo*şalıyordu.
Ubeyd b. Ümeyr şöyle der:
“Bir gün ona:
Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit ola*rak gösterdiğimiz zaman durumları nasıl olacak?
Küfür yoluna sapıp, Peygamberi dinlemeyenler, o gün yerin di*bine batırılmayı temenni ederler ve Allah’tan hiçbir haberi gizleye*mezler .” (Nisa, 4l-42)
âyetlerini okuyunca o kadar çok ağladı ki, sakalları göz yaşlarından ıslandı.”
Bir gün din kardeşleri arasına oturdu ve şu ayetleri okudu:
İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun! Onlar düşünmezler mi ki, kendileri büyük bir günde hesap vermek için diril*tilecekler. Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbi huzu*runda divan duracaklar.” (Mutaffifin, l-6)
Sonra âyeti tekrar okudu, göz yaşları yağmur gibi iniyordu. Hatta coşku ve ağlamasından yığıldı kaldı.
Cömertliği, zühdü ve takvası, kendinden ayrılmaz üçlü ittifaktı sanki. Bütün bu faziletler onda aynı anda toplanmıştı. Verdiğinde bol bol ve*rirdi, çünkü hayatının yarısında güvenilir bir tüccardı. BeytüI-maldan da baba geliri vardı. Ancak o hiçbir zaman mal biriktirmeye yönelmedi. Eline geçeni bol bol fakirlere, muhtaçlara ve isteyenlere dağıttı.
Eyyûb b. Vâil er-Rasıbî onun cömertliği hususunda şunu nakleder:
“Bir gün duydum ki, İbn Ömer’e dört bin dirhem ve bir top kadife kumaş gelmiş. İkinci gün onu veresiye olarak bineğine yem alırken gör*düm. Hemen evine gittim ve evdekilere: “Dün İbn Ömer’e dört bin dir*hem ve kadife kumaş gelmedi mi?” diye sordum. Onlar “Evet” dediler. “Ama ben onu çarşıda bineğine yem alırken gördüm, ücretini ödeye*medi.” dedim. Bunun üzerine şöyle dediler: “Dün o, evde durmadı, gitti. O dört bin dirhemin tamamını dağıttı. Sonra kadifeyi sırtladı, götürdü. Eve döndüğünde o da yoktu. Sorduğumuzda onu bir fakire verdiğini söyledi.”
İbn Vâil ellerini vurarak çıktı, çarşıya geldi, yüksek bir yere çıkıp in*sanlara seslendi: “Ey çarşı esnafı! Dünyada ne yapıyorsunuz? İbn Ömer, kendisine gelen dört bin dirhemi dağıtmış, şimdi bineğine veresiye yem alıyor.”
Hocası Muhammed (s.a.v.), babası Ömer (r.a.) olan biri işte böyle yüce ve erişilmez olur. Kendinde bulunan cömertlik, zühd ve takva gibi üç özellik, İbn Ömer’in iyi bir öğrenci ve iyi bir evlat olduğunu anlatmaya yeterdi.
Allah Resûlü’ne (s.a.v.) böyle tâbi olan biri hakkında uzun uzun dü*şünmek gereksizdir. Bu o kişidir ki, Resûlullah (s.a.v.) devesini nerede durdurmuşsa, o da orada durduruyordu.
İyilikte, vakarda ise, babasını örnek almış, kendisi de örnek bir şah*siyet olmuştur. Böyle bir Peygamber ve böyle bir babanın yanında yeti*şen biri için fazla söz gereksizdir.
Yığın yığın mal geliyor; ama elinden hızla akıp gidiyor, bir yandan öbür yana naklolunuyordu. Cömertliği onu ne kibir ve gurura sürükle*miş, ne de övülen bir kimse olmaya...
O bütün malını muhtaç ve fakirlere tahsis etmişti. Öyle ki, tek ba*şına yemek yeme durumunda kaldığında yanında yetimlerden veya fa*kirlerden birinin olmasını isterdi. Zenginlere düğün yemeği veren bir çocuğunu kınamış ve ona: “Tokları çağırıp açları bırakıyor musunuz?!” demiştir.
Fakirler, onun bu hâlini bildikleri için geçeceği yollara öbek öbek di*zilirlerdi ki, onları görsün, alsın, evine götürsün ve karınlarını doyursun.
* * *

Onun elinde mal, efendi değil, hizmetçi idi. Hayatın asgari ihtiyaçları için bir araçtı, lüks değildi.
Mal, sadece onun değildi. Onda fakirlerin de hakkı vardı. Onun cö*mertliğini zühdü desteklemişti. Öyle bir zühd ki, dünya için çalışmıyor, dünyanın peşinden gitmiyor, ondan bir şey ummuyor, istediği ancak “vücudunu örtecek kadar elbise, ayakta kalacak kadar yiyecektir.”
Eski dostlarından biri ona Horasan’dan bir elbise getirdi, hediye etti ve şöyle dedi: “Bu elbiseyi sana Horasan’dan getirdim. Güle güle giy. Üzerindeki eskimiş, yıpranmış elbiseyi çıkar da bu güzel elbiseyi giy.” Bunun üzerine İbn Ömer: “Getir bakalım!” dedi ve elbiseye dokundu:
“Bu ipek midir?” diye sordu. Arkadaşı: “Hayır yündür.” dedi. Bir müddet duraklayan İbn Ömer elbiseyi iade etti ve: “Hayır. Ben nef*sime güvenemiyorum. Nefsimin beni, gurur ve kibirli yapmasından kor*kuyorum. Allah gururlananları sevmez.” dedi.
Yine bir arkadaşı bir gün ona içinde ilaç bulunan bir kap hediye etti. İbn Ömer:
“Bu nedir?” dedi. Arkadaşı: “Önemli bir ilaç. Onu Irak’tan getirdim.” dedi. İbn Ömer: “Bu ilacın özelliği nedir?” dedi.
Arkadaşı: “Hazmı kolaylaştırır.” cevabını verdi.
İbn Ömer tebessüm etti ve şöyle dedi: “Hazmı kolaylaştırırmış?! Ben kırk yıldır hiç doyasıya yemek yemedim ki!”
İşte bu adam kırk yıldır hiç doyasıya yemek yemedi. Öylesine aç kalmış değil. Aksine açlığı zühd ve takvasından, daha da önemlisi Resûlullah’ın ve babası Hz. Ömer’in yoluna ittiba ettiğindendi…
Kıyamet günü şöyle denmesinden korkuyordu: “Dünya hayatında yaşadığınız zevklerle ve daldığınız lüks hayatla yetinin.”
Kendi kendine şöyle derdi: “Resûlullah’ın (s.a.v.) ölümünden sonra ne tuğla üstüne tuğla koydum, ne de bir hurma ağacı diktim.”
Meymun b. Mihran şöyle diyor: “İbn Ömer’in yanına girdim. Evinde olan yatak, yorgan, ne varsa hepsine şöyle bir alıcı gözüyle baktım. Hepsi yüz dirhem etmezdi.”
Bu fakirlikten değildi; çünkü İbn Ömer zengindi.
Cimrilikten de değildi; çünkü o cömertti. Bu durum ancak onun zühdünden, lüks hayattan kaçınmasından, doğruluk ve takvaya sarılma*sındandı.
İbn Ömer uzun bir ömür sürdü. Emevîlerin en parlak, malın mül*kün çoğaldığı, refahın yaygınlaştığı ve evlerin hatta sarayların yükseldiği devrinde yaşadı.
Ama bu örnek insan hiç değişmedi. Züht ve takvasından taviz ver*medi, zamana ayak uydurmadı.
Kaçındığı dünya lezzet ve nimetleri kendisine hatırlatılınca: “Ben ve dostlarım bir iş üzerinde görüş birliğine vardık. Şayet onlara muhalefet edersem, onlara katılamamaktan korkuyorum.”
Bir başkalarına da onların dünyayı acizlikten terk etmediklerini öğre*tiyor ve elini havaya kaldırarak şöyle diyordu: “Ey Allah’ım! Biliyorsun ki, şayet senin korkun olmasa, kavmim Kureyş dünyalık için birbirine gi*rerdi.”
Evet... Allah korkusu olmasaydı, dünyaya dalar gider, belki de mu*vaffak olurdu.
Halbuki onun dünyaya ihtiyacı yoktu. Zaten dünya da onun arkasın*dan koşturuyordu, lezzetlerini, nimetlerini ona sunuyordu.
İşte bu nimetler içinde hilafet makamı da vardı. Defalarca ona hali*felik teklif edildi; ama yüz çevirdi. Ölümle tehdit edildi, yine kabul etmedi. Bilakis şiddetle reddetti. Hasan (r.a.) şöyle der:
“Osman (r.a.) şehid edilince Abdullah b. Ömer’e: “Sen insanların efendisisin. İnsanların efendisinin oğlusun. Ortaya çık sana biat edelim.” dediler.”
O ise: “Allah’a yemin olsun ki, bir de benim sebebimle kan akıtılma*sını istemem.” dedi.
“Çıkmalısın, aksi taktirde yatağında seni öldürürüz.” demeleri üze*rine:
Aynı sözünü tekrar etti. Ona yöneldiler, korkuttular; ama İbn Ömer’den bir tepki göremediler.
Zaman geçti, fitne çoğaldı, insanlar hilafeti kabul etmesi için ona koştular, biat etmeğe geldiler. ama o her defasında reddetti.
Onun bunu geri çevirmesini anlamak güçtü; ama şu kadarı var ki, o bu hususta delil ve ispata sahipti.
Osman (r.a.) şehid edildikten sonra işler bozulmuş, kötülük ve tehli*keler peş peşe gelmeye başlamıştı. Eğer İbn Ömer hilafet makamını istemek hususunda çekimser davranmasaydı, hilafeti kabul ederdi, onun zorluklarına katlanırdı. Ancak şu şartla ki, bütün müslümanlar onu seç*meli ve itaat etmeliydiler. Birisi seçecek, öteki eline kılıç alacaksa, bu olmazdı. İşte İbn Ömer’in istemediği şey buydu. Bundan dolayı da hilafeti istemiyordu.
Halbuki Abdullah b. Ömer’in öne sürdüğü şartların sağlanması o zaman için mümkün değildi. Bütün faziletine, müslümanlar arasında sevilmesine ve sayılmasına rağmen bu imkansızdı. Çünkü işler büyümüş, ihtilaflar içinden çıkılmaz hâl almış, müslümanlar arasında grupçuluk belirmiş, kılıçlar kınından çıkmıştı... Böyle bir durumda ortalığın yatışa*cağını beklemek pek mantıklı olamazdı.
Bir gün yolda bir adamla karşılaştı. Adam: “Ümmet-i Muhammed hakkında senden daha şerli başka adam yoktur.” dedi. İbn Ömer: “Ni*çin? Ne onların kanını akıttım, ne birliklerini parçaladım. Ne de dirliklerini bozdum.” dedi.
Adam: “Eğer sen isteseydin, senin hakkında hiç kimse ihtilafa düşmezdi.” İbn Ömer: “Bazıları onaylayıp, bazıları da karşı çıkarken hila*fetin bana verilmesini istemedim.” dedi.
Olaylar birbirini kovaladı, sonunda Muaviye halife oldu. Ondan sonra oğlu Yezid hilafete geçti. Akabinde Yezid’in oğlu II. Muaviye halife seçil*dikten bir müddet sonra hilafeti terk etti.”
Bugünlerde İbn Ömer epeyce yaşlıydı, insanların artık ona ilişkin beklentileri de kalmamıştı. Ancak Mervan ona geldi ve: “Uzat elini biat edeyim; çünkü sen Arapların efendisisin, efendilerinin de oğlusun.” dedi. İbn Ömer: “Doğu halkını nasıl ikna edeceğiz?” dedi. Mervan: “Biat etmezlerse öldürürüz.” dedi. İbn Ömer: “Allah’a yemin ederim ki, şu an yetmiş yaşındayım. Benim sebebimle bir adamın bile öldürülmesini is*temem.” cevabını verdi. Mervan şu beyti okuyarak ayrıldı:
Fitneler görüyorum kazanda kaynayan
Karanlıktır bu saltanat sonrası için babamdan
Babasından maksat, II. Muaviye idi.
* * *

Hilafeti reddetmesi, kuvvet ve silah kullanılmasından dolayı idi. İbn Ömer’in, Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen savaş ve fitnede benimsediği görüş ve izlediği politika, şu sözünde belirgin bir şekilde görülmektedir:
“Kim “Haydin namaza!” derse katılırım. Kim “Haydin felaha!” derse katılırım.
Kim “Haydin müslüman kardeşini öldürmeye ve malını almaya!” derse hayır, ben bu işte yokum!”
O hiçbir zaman bir yanlışa sapmamıştır.
Muaviye, İbn Ömer’in yanına uzun süre gitti geldi. O dönemde sal*tanatının zirvesindeydi. Bu gidiş gelişinden maksat, İbn Ömer’i korkut*mak, onu sıkıntıya sokmaktı.
Hatta onu ölümle tehdit ettiği bile oldu. O şöyle diyordu: “Şayet be*nimle halk arasında kıl kadar bir bağ bile olsa asla koparmam!”
Bir gün Haccac hutbede: “İbn Zübeyr Allah’ın kitabını tahrif etmiş*tir.” dedi. Bunun üzerine İbn Ömer haykırdı: “Yalan söylüyorsun! Evet, yalan söylüyorsun! Sen yalan söylüyorsun!” Korkunç bir durumdu. Haccac gibi bir belâya çatmıştı. Haccac ki, herkes ondan korkar, kaçı*nırdı. Nitekim İbn Ömer’i en şiddetli ceza ile tehdit etti.
Bütün bunlara karşılık İbn Ömer Haccac’a şöyle dedi: “Şayet bu tehdidi yerine getirecek olursan, bu, şaşılacak bir durum değildir. Çünkü sen sefih ve bu insanlara musallat kılınmış birisin.”
Bütün bu cesaret ve gücüne rağmen son günlerinde fitne çıkaracak şeylerden kaçınmaya daha bir özen gösteriyor, hiçbir topluluğa yaklaşmıyordu.
Ebû Aliye el-Berrâ şöyle diyor: “Bir gün İbn Ömer’in peşi sıra, o beni görmeksizin gidiyordum. Bu sırada o, kendi kendine şöyle diyordu:
“Kılıçlarını çekmişler, birbirlerini öldürüyorlar ve şöyle diyorlar: “Ey İbn Ömer ver elini!..” O müslümanların kendi elleriyle birbirlerinin kanla*rını akıttıklarını görüyor, son derece acı ve ıstırap duyuyordu.”
Eğer, müslümanlar arasındaki savaşa engel olmaya ve kanlarını din*dirmeye gücü yetse, bunu hemen yapardı. Ne var ki, gelişen olaylar kendi gücünü aşıyor, o da bu gibi sebeplerden uzak duruyordu.
Kalbi Hz. Ali’den (r.a.) yanaydı. Bilakis düşünce bakımdan da onunla aynı düşünceyi taşıyordu. Son günlerinde şöyle dediği rivayet edilir: “Şu dünyada kaçırdığım şeylerden beni en çok üzen, Ali’nin yanında asîler topluluğuna karşı savaşmamış olmamdır. Her ne kadar Ali (r.a.) haklı olsa da İbn Ömer, savaşmaktan kaçmamış veya kendini kurtarmaya çalışmamıştır. Bilakis düşüncesi farklı olduğundan ve bütün fitnelere karşı tavır aldığından bunu yapmıştır. Çünkü savaş, mü’min ile müşrik topluluklar arasında değil, iki mü’min topluluk arasında meydana geli*yordu.
Nafi, ona sorduğunda bu durumu açıkladı.
Nafi: “Ey Abdurahman’ın babası! Sen Ömer’in oğlusun. Allah Resû*lü’nün sahabîsisin. Sen şöylesin, sen böylesin... Neydi seni Ali’ye (r.a.) yardım etmekten alıkoyan?..” dedi.
İbn Ömer şöyle cevap verdi: “Bana engel olan Allah Teâlâ’nın müslüman kanının akıtılmasını haram kılmış olmasıdır. Bu hususta Allah Teâlâ buyurur ki: “Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın... Din de Allah’ın oluncaya kadar...” Biz bunu yaptık. Güçlüklerle savaştık. Neti*cede din Allah’ın oldu, ama bugün kiminle savaşacağız?!
Putlar Mescid-i Harâm’ı doldurmuşken savaştık ve Allah bütün Arap yarımadasından putları ortadan kaldırdı.
Peki bugün “Allah’tan başka ilâh yoktur” diyen insanlarla nasıl sava*şacağız?!”
İşte onun düşüncesi, delili ile inandığı buydu...
O korktuğundan veya kaçtığından dolayı savaştan uzak durmamış*tır. Bilakis inananların birbirlerini kırmalarını benimsemediğinden, müslüma-nın müslümana kılıç çekmesini çirkin bulduğundan uzak dur*mayı tercih etmiştir.
Uzun ömrü boyunca birçok belde fetihlerle İslâm sınırlarına katıl*mıştı. Refah düzeyi yükselmiş, mal mülk çoğalmış, dünya ve içindekilere arzular kabarmış, yönelmeler başlamıştı.
Ama o, bütün bunlardan asla etkilenmemiş, bu yıllar onun zühd, takva ve sükûn yılları olmuştur. İbadetle hayatını sürdürmüş, ilk günkü gibi ömrünü geçirmeye gayret etmiştir.
Özellikle Emevîler zamanında devir çok değişmişti. Yaşantı bir başka olmuş, hayat şartları oldukça iyileşmiş, hem fertlerin hem de toplulukla*rın arzuları kabarmıştı.
İbn Ömer ise bütün bunlara kayıtsız, uzlet köşesinde, ruhun engin*liklerinde hayatını sürdürmüştür.
Çağdaşları onun örnek hayatını şöyle dile getirirler:
“Ömer’in oğlu öldü, o erdemde tıpkı Ömer gibiydi.”
Babasına olan benzerliğini şu ifadeler daha iyi anlatır:
“Ömer (r.a.) öyle bir zamanda yaşadı ki, etrafında kendi gibi insanlar vardı. İbn Ömer öyle bir zamanda yaşadı ki, çevresinde kendi gibi kimse yoktu.”
Bu ifadeler biraz abartılı da olsa bir gerçeği dile getiriyordu. O da onun benzeri bir insanın hiçbir asırda gelmediğidir.
Hicretin yetmiş üçüncü senesi... Güneş batmaya yüz tutmuş… Bir ebediyet gemisi daha limandan demir alıyor. Öte âleme doğru yelkenle*rini açıyor. Taşıdığı yolcu ise vahiy yıllarının, saadet asrının temsilcisi Abdullah b. Ömer...


60 Seçkin Sahabe / Beka Yay./Halid Muhammed Halid
 
Üst Ana Sayfa Alt