AĞIR BİR YÜKÜMLÜLÜK - Seyyid Kutup
İman, verimli ve dinamik bir hakikattir. Gönülde yerleşir yerleşmez, salih amel ve Allah'ın dinine davet şeklinde dışarıya yansıyan bir hakikattir.
İslâmî iman budur. Bu imanın atıl, hareketsiz ve mü'min kişinin dışında gizlenmiş halde kalması mümkün değildir. Böylesine doğal bir hareket halinde bulunmayan bir iman, sahte veya ölü demektir. Koku vermeyen bir çiçek gibidir.
Allah'ın dinine davetin hareket kaynağı, mü'minin dinine ve şeriatine olan imanıdır. Ve bu imanla, tabiî bir şekilde ortaya çıkması gerekir. Yoksa imandan söz edilemez. İmanın asıl kıymeti de burada yatmaktadır.
Çünkü iman, bir hareket ve eylemdir. İlâhî bir davet, inşa ve ümran hareketidir. Yani iman, insanın içinde tıkanıp kalan münzevilik,verimsizlik ve zavallılık hali değildir. Harekete geçmeyen mücerred bir iyi niyetten de ibaret değildir. İman, İslâm'ın tabiatını ortaya koyan bir harekettir. Hayatın içinde büyük bir inşa gücüne dönüşen bir hareket...
Allah'ın dinine davet; imanın vazgeçilmez ve apaçık bir gereğidir. Bakın Kur'an-ı Kerim, dikkat çekiyor:
"De ki: Beni, (isyan ettiğim takdirde) hiç bir kimse Allah'ın (azabından) koruyamaz. Ve ben, O'ndan başka hiç bir sığınak da bulamam. (Size tarafıma indirilen) Allah'ın buyruklarını tebliğ etmekten başka hiç bir şey yapamam." (el-Cin: 21-22)
Gönüllere bu işin ciddiyetini yerleştirip, korku veren bir buyruktur, bu ayet, Risalet ve davet işinin ciddiyetini...
Hz. Peygamber (s.a.s.), bu büyük hakikati ilân etmekle emrolunuyor.
"Beni, isyan ettiğim takdirde hiç bir kimse Allah'ın (azabından) koruyamaz. Ve ben, O'ndan başka hiç bir sığınak veya himaye de bulamam."
"Tek çarem, bu işi tebliğ edip görevimi yapmaktır!."
Ne kadar da korkunç, ne kadar da ürkütücü ve ne kadar da ciddi!...
Davet; fazladan ve davetçinin arzusuna bırakılmış bir iş değildir. Çünkü o, yerine getirilmesi kaçınılmaz olan kesin ve tavizsiz bir yükümlülüktür. Arkasında Allah'ın bulunduğu bir yükümlülük...
Gene bu dava, insanların iyilik ve hidayetinden elde edilen kişisel bir lezzet değildir. Çünkü o, kaçınılmaz ve tereddüde yer vermez yüce bir iştir. İşte davet, böylesine net ve açık özelliğiyle ortaya konulmalıdır. O, bir yükümlülük ve görevdir. Arkasında; dehşetli bir korkunun, ciddiyetin ve yüceler yücesi büyük kudretin bulunduğu bir görev ve yükümlülük...
Şu halde davetçiler bilsin ki, önlerinde, ağır bir görev vardır. Çünkü onlar, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in tabileri ve Allah'ın insanlara gönderdiği hüccetleridirler.
Bu zor görevden kurtuluş yoktur. İnsanları, ilahî hüccetle sorumlu kılma, insanları Ahiret azabı ve dünya bahtsızlığından kurtarma görevidir, söz konusu olan.
Öyleyse tek çare, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) izlediği metodun doğrultusunda tebliğ yapıp bu görevi yerine getirmektir. Risalet, aynı risalettir. İnsanlar da aynı insanlardır. Sapıklıklar, şüphe ve şehvetler gene bulunacaktır. Katı ve söz dinlemez tağuti güçler, gene bulunacaktır. Davaya karşı koymalarına, insanları güç ve saptırma yollarıyla dinlerinden koparma taktiklerine devam edeceklerdir. Tavır, aynı tavırdır. Engeller, aynı engellerdir. İnsanlar da aynı insanlardır. Ve tüm bunlara rağmen tebliğ zorunludur. Görev yapmak zorunludur. Hem dille tebliğ, hem de amelî tebliğ zorunludur. Davetçilerin, tebliğini yaptıkları davanın canlı birer örnekleri olmalarının yolu budur.
Davetin yolunu tıkayan; insanları batıl ve kuvvet zoruyla fitneye uğratan engelleri ortadan kaldıracak bir tebliğ gerekir. Aksi takdirde tebliğ yapılmamış ve görev eda edilmemiş olur. Çünkü bu, taşınılması gerekli olan ve kaçışı olmayan bir görevdir.
"Ta ki peygamberlerin gelişinden sonra insanların elinde Allah katında (kendilerini savunacak) bir delilleri olmasın." (en-Nisa: 165)
Bu, ağır bir görevdir. Tüm insanlığı dünyevî dalalet ve mutsuzluktan kurtarma görevi ile Ahirette Allah'ın huzurunda onları delilsiz bırakma görevi...
Tüm bu sorumlulukları taşımak ya da ateşten kurtulamamak...
Bunu küçümsemeye imkân var mı?
Beli kıran, mafsalları sarsan ve vücudu titreten bir görevi kim küçümseyebilir ki?
"Müslümanım" diyen bir kimse tebliğ yapıp görevini ifa etmek zorundadır. Yoksa ne dünyada, ne de ahirette kurtuluş vardır.
Bir kimse "müslümanım" dediği zaman, tebliğ yapmıyor, tebliğ ve ifadenin tüm çeşitlerini uygulamıyorsa; İslâm'a âykırı bir şahidlik yapıyor demektir.
Yani İslâm için şahidlik yapacağına İslâm dışı bir şahidlik yapıyor demektir. Oysa ki, Yüce Allah, İslâm için şahidlik yapmasını istemektedir.
"Aynı şekilde sizi, insanlara şahidlik edesiniz, peygamber de size şahidlik etsin diye orta (adil) bir ümmet kıldık." (el-Bakara: 143)
İslâm için şahid olmak; kişinin kendisinden, evinden, ailesinden ve daha sonra aşiretinde başlar. Davet edilen İslâm'ın pratik bir örneği olarak şahitlik yapılır.
Şahitliğin ikinci adımı, ümmeti davet etmektir. İslâm'ı, hayatın tümünde uygulamaya davet etmektir.
Bu şahidliğin son merhalesi ise cihadtır. İnsanları saptıran ve fitneye uğratan tüm beşerî engelleri ortadan kaldırmak için cihad etmektir.
İşte "şehid" bu cihadta öldürülen kimseye denir. Çünkü o, dini için şahidlik yaparak Rabbinin huzuruna gitmiştir. İşte şehid, sadece bu kimsedir. Allah'ın dinine inanmış müslümandan istenen şey, bu din için şahidlik yapmaktır. Bu dinin kalıcılık hakkını onaylayan ve bu dinin insanlığa vereceği hayrı sağlayan bir şahidlik...
Kendisini, kişiliği, ahlakı, davranışı ve yaşamıyla bu dinin canlı bir örneği haline getirmeyen kimse, şahidlik görevini yapmamış demektir. İnsanların, yüce bir örnek yaşam olarak göreceği bir şahidlik görevini...
Bu dinin, dünya yüzeyinde bulunan tüm düzen ve örgütlerden çok daha iyi, mükemmel ve daha çok yaşam hakkına sahip olduğunu ispatlayacak bir şahitlik:
"Ey Rabbimiz! Biz indirmiş olduğuna iman edip Peygamber'e uyduk. Sen de bizi, şahidlerle beraber yaz." (Al-i İmrân: 53)
Bu dini;
- hayatına esas,
- toplumuna nizam,
- nefis ve kavmine şeriat olarak almayan kimse, istenen şahidliği yapmamıştır.
İçinde yaşadığı toplum bu sağlam ve sağlıklı hayat sistemiyle yönetilmedikçe şahidliğini ifa etmemiştir. İslâmî bir toplumun kurulması ve bu toplumda İslâm nizamının uygulanması uğrunda ölümü hayata tercih etmedikçe ve Allah'ın nizamını hayatına uygulamayan toplumlara karşı cihad etmedikçe şahidliğini ifa etmemiştir.
O, bu şahidliğini ifa etmemiştir, İslâmî bir toplumun kurulması ve bu toplumda İslâm nizamının uygulanması uğrunda ölümü hayata tercih etmedikçe ve Allah'ın nizamını hayatına uygulamayan toplumlara karşı cihad etmedikçe şahidliğini ifa etmemiştir. O, bu şahidliğiyle bu dinin; yaşamdan bile üstün ve canlıların önem verdiği her şeyden daha aziz olduğunu ispatlamak durumundadır. Cihadı sonunda öldürülünce kendisine "şehid" denmesinin nedeni budur.
Bu hakikati iyice anlamak gerekir. Dini uğrunda bu şahidliği yapmayıp ketmeden kimse, günahkâr olmuştur.
"Müslüman" olduğunu söyleyip de İslâm'ın yolunu izlemeyen veya İslâm'ı kişisel planda benimsediği halde dışarıya yayılmasına çalışmayan, rahatını düşünüp kişisel hayatını dinin yaşamasına tercih ederek ilâhî nizamın hayata geçmesi yolunda cihad etmeyen kimse ise görevini eksik yapmıştır. Şahidliğini ihmâl etmekle kalmayarak, bu dine aykırı bir şahitlik yapmıştır. Yani müslüman olduğunu söyleyen kimselerin İslâm'ın lehinde değil, aleyhinde şahitlik yaptıklarını gören kimseleri hak yola girmekten önleyen bir aykırılık...
Gerçekte mü'minlerden olmadığı halde "mü'min olmak" iddiasıyla insanları Allah'ın dininden önleyen kimselerin vay haline!..
Bu dinin şahidliğini yapmak bir emanettir. Bu şahidlik, en başta nefiste gerçekleşmelidir.
- Nefisle cihad yapılmadan bu dinin canlı bir örneği olunamaz. Bu canlı örnekliğin, kişinin bilinç ve davranışlarında gerçekleşmesi şarttır, öyle ki imanın nefiste canlanmış halini gören insanlar; "Bu iman ne güzeldir; ne temiz ve ne paktır" diyebilmelidirler.
Taraftarlarının kişiliğini birer ahlak ve kemal abidesi olarak örnekleştiren iman bulununca bu dinin nefiste billurlaşan şahitliğinden muhakkak ki, başka insanlar da etkilenecektir. Bu kadarla da bitmez.
- "Şahitlik meziyetini" nefsinde yaşatıp üstünlüğünü ispatlayan davetçi, daha sonra insanları da davet etmelidir. İslâm'ın üstünlük ve meziyetlerini ortaya koyup davet ederek şahitliğini sürdürmelidir. Kendi kişiliğinde imanın şahitliğini yapıp da insanları İslâm'a davet etmeyen bir davetçi, yetersizlik içindedir. Çünkü bu haliyle, davet, tebliğ ve açıklama görevini yapmamış sayılır.
- Daha sonra sıra, İslâm nizamını hayata egemen kılmaya yönelik şahitliktedir. Bu dinin gerek mü'minler ve gerekse tüm insanlık için bir hayat nizamı olması yolunda çalışmaktır. Gerek ferdî ve gerekse toplumsal tüm vesilelere başvurarak çalışmak gerekir. Çünkü insanlık hayatında ilâhî nizamın egemen olması, kişisel imandan sonra gelen en büyük emanettir. Bü büyük emanetten ne bir ferd, ne de bir cemaat muaf tutulamaz. Bundan dolayı cihad, - bu esas gereğince- Kıyamet Günü'ne değin sürecektir.
Akide ve şeriat emanetini taşımak; anlayış, kavrayış ve bilgi gerektiren bir şeydir. Bu emaneti, salih amel işlemek suretiyle ruh ve hayat alemlerinde gerçekleştirmek gerekir. Yalnız bu arada hayırsız, umutsuz ve çarpık bir durum söz konusu olabilir. Bu durum, emaneti taşımakla emrolundukları halde taşımayan kimselerle ilgilidir. Bu kimselerin gerçek durumunu ortaya koyan bir hakikattir bu. Büyük büyük kitaptan sırtında taşıyıp da yükünün ağırlığından öte bundan bir şey anlamayan eşeğin durumu gibi...
Tevratı uygulamakla emrolundukları halde onu taşımayan (uygulamayan) kimselerin durumu, kitap yükünü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlayan bu kimselerin durumu ne de kötü bir durumdur. Allah, zalim kimseleri hidayete erdirmez." (el-Cum'a: 5)
Tevrat'la amel etmekle emrolundukları halde onunla amel etmeyenler...
Ve akide emanetini taşımakla emrolundukları halde onu taşımayan herkes...
Pek çok kuşağı geride bırakarak bu zamana kadar gelen ve "müslüman" adını taşıdıktan halde müslümanca amel etmeyen herkes...
Özellikle de Kur'an'ı ve diğer kitapları okudukları halde içindekilerle amel etmeyenler...
Evet bunların tümü, kitap yükünü taşıyan eşekler gibidirler. Bu tip örnekler gerçekten çoktur. Bu bakımdan mesele, taşınan ve incelenen kitapların meselesi değildir. Asıl mesele (dava), kitaptakileri anlayıp uygulama meselesidir.
İman, verimli ve dinamik bir hakikattir. Gönülde yerleşir yerleşmez, salih amel ve Allah'ın dinine davet şeklinde dışarıya yansıyan bir hakikattir.
İslâmî iman budur. Bu imanın atıl, hareketsiz ve mü'min kişinin dışında gizlenmiş halde kalması mümkün değildir. Böylesine doğal bir hareket halinde bulunmayan bir iman, sahte veya ölü demektir. Koku vermeyen bir çiçek gibidir.
Allah'ın dinine davetin hareket kaynağı, mü'minin dinine ve şeriatine olan imanıdır. Ve bu imanla, tabiî bir şekilde ortaya çıkması gerekir. Yoksa imandan söz edilemez. İmanın asıl kıymeti de burada yatmaktadır.
Çünkü iman, bir hareket ve eylemdir. İlâhî bir davet, inşa ve ümran hareketidir. Yani iman, insanın içinde tıkanıp kalan münzevilik,verimsizlik ve zavallılık hali değildir. Harekete geçmeyen mücerred bir iyi niyetten de ibaret değildir. İman, İslâm'ın tabiatını ortaya koyan bir harekettir. Hayatın içinde büyük bir inşa gücüne dönüşen bir hareket...
Allah'ın dinine davet; imanın vazgeçilmez ve apaçık bir gereğidir. Bakın Kur'an-ı Kerim, dikkat çekiyor:
"De ki: Beni, (isyan ettiğim takdirde) hiç bir kimse Allah'ın (azabından) koruyamaz. Ve ben, O'ndan başka hiç bir sığınak da bulamam. (Size tarafıma indirilen) Allah'ın buyruklarını tebliğ etmekten başka hiç bir şey yapamam." (el-Cin: 21-22)
Gönüllere bu işin ciddiyetini yerleştirip, korku veren bir buyruktur, bu ayet, Risalet ve davet işinin ciddiyetini...
Hz. Peygamber (s.a.s.), bu büyük hakikati ilân etmekle emrolunuyor.
"Beni, isyan ettiğim takdirde hiç bir kimse Allah'ın (azabından) koruyamaz. Ve ben, O'ndan başka hiç bir sığınak veya himaye de bulamam."
"Tek çarem, bu işi tebliğ edip görevimi yapmaktır!."
Ne kadar da korkunç, ne kadar da ürkütücü ve ne kadar da ciddi!...
Davet; fazladan ve davetçinin arzusuna bırakılmış bir iş değildir. Çünkü o, yerine getirilmesi kaçınılmaz olan kesin ve tavizsiz bir yükümlülüktür. Arkasında Allah'ın bulunduğu bir yükümlülük...
Gene bu dava, insanların iyilik ve hidayetinden elde edilen kişisel bir lezzet değildir. Çünkü o, kaçınılmaz ve tereddüde yer vermez yüce bir iştir. İşte davet, böylesine net ve açık özelliğiyle ortaya konulmalıdır. O, bir yükümlülük ve görevdir. Arkasında; dehşetli bir korkunun, ciddiyetin ve yüceler yücesi büyük kudretin bulunduğu bir görev ve yükümlülük...
Şu halde davetçiler bilsin ki, önlerinde, ağır bir görev vardır. Çünkü onlar, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in tabileri ve Allah'ın insanlara gönderdiği hüccetleridirler.
Bu zor görevden kurtuluş yoktur. İnsanları, ilahî hüccetle sorumlu kılma, insanları Ahiret azabı ve dünya bahtsızlığından kurtarma görevidir, söz konusu olan.
Öyleyse tek çare, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) izlediği metodun doğrultusunda tebliğ yapıp bu görevi yerine getirmektir. Risalet, aynı risalettir. İnsanlar da aynı insanlardır. Sapıklıklar, şüphe ve şehvetler gene bulunacaktır. Katı ve söz dinlemez tağuti güçler, gene bulunacaktır. Davaya karşı koymalarına, insanları güç ve saptırma yollarıyla dinlerinden koparma taktiklerine devam edeceklerdir. Tavır, aynı tavırdır. Engeller, aynı engellerdir. İnsanlar da aynı insanlardır. Ve tüm bunlara rağmen tebliğ zorunludur. Görev yapmak zorunludur. Hem dille tebliğ, hem de amelî tebliğ zorunludur. Davetçilerin, tebliğini yaptıkları davanın canlı birer örnekleri olmalarının yolu budur.
Davetin yolunu tıkayan; insanları batıl ve kuvvet zoruyla fitneye uğratan engelleri ortadan kaldıracak bir tebliğ gerekir. Aksi takdirde tebliğ yapılmamış ve görev eda edilmemiş olur. Çünkü bu, taşınılması gerekli olan ve kaçışı olmayan bir görevdir.
"Ta ki peygamberlerin gelişinden sonra insanların elinde Allah katında (kendilerini savunacak) bir delilleri olmasın." (en-Nisa: 165)
Bu, ağır bir görevdir. Tüm insanlığı dünyevî dalalet ve mutsuzluktan kurtarma görevi ile Ahirette Allah'ın huzurunda onları delilsiz bırakma görevi...
Tüm bu sorumlulukları taşımak ya da ateşten kurtulamamak...
Bunu küçümsemeye imkân var mı?
Beli kıran, mafsalları sarsan ve vücudu titreten bir görevi kim küçümseyebilir ki?
"Müslümanım" diyen bir kimse tebliğ yapıp görevini ifa etmek zorundadır. Yoksa ne dünyada, ne de ahirette kurtuluş vardır.
Bir kimse "müslümanım" dediği zaman, tebliğ yapmıyor, tebliğ ve ifadenin tüm çeşitlerini uygulamıyorsa; İslâm'a âykırı bir şahidlik yapıyor demektir.
Yani İslâm için şahidlik yapacağına İslâm dışı bir şahidlik yapıyor demektir. Oysa ki, Yüce Allah, İslâm için şahidlik yapmasını istemektedir.
"Aynı şekilde sizi, insanlara şahidlik edesiniz, peygamber de size şahidlik etsin diye orta (adil) bir ümmet kıldık." (el-Bakara: 143)
İslâm için şahid olmak; kişinin kendisinden, evinden, ailesinden ve daha sonra aşiretinde başlar. Davet edilen İslâm'ın pratik bir örneği olarak şahitlik yapılır.
Şahitliğin ikinci adımı, ümmeti davet etmektir. İslâm'ı, hayatın tümünde uygulamaya davet etmektir.
Bu şahidliğin son merhalesi ise cihadtır. İnsanları saptıran ve fitneye uğratan tüm beşerî engelleri ortadan kaldırmak için cihad etmektir.
İşte "şehid" bu cihadta öldürülen kimseye denir. Çünkü o, dini için şahidlik yaparak Rabbinin huzuruna gitmiştir. İşte şehid, sadece bu kimsedir. Allah'ın dinine inanmış müslümandan istenen şey, bu din için şahidlik yapmaktır. Bu dinin kalıcılık hakkını onaylayan ve bu dinin insanlığa vereceği hayrı sağlayan bir şahidlik...
Kendisini, kişiliği, ahlakı, davranışı ve yaşamıyla bu dinin canlı bir örneği haline getirmeyen kimse, şahidlik görevini yapmamış demektir. İnsanların, yüce bir örnek yaşam olarak göreceği bir şahidlik görevini...
Bu dinin, dünya yüzeyinde bulunan tüm düzen ve örgütlerden çok daha iyi, mükemmel ve daha çok yaşam hakkına sahip olduğunu ispatlayacak bir şahitlik:
"Ey Rabbimiz! Biz indirmiş olduğuna iman edip Peygamber'e uyduk. Sen de bizi, şahidlerle beraber yaz." (Al-i İmrân: 53)
Bu dini;
- hayatına esas,
- toplumuna nizam,
- nefis ve kavmine şeriat olarak almayan kimse, istenen şahidliği yapmamıştır.
İçinde yaşadığı toplum bu sağlam ve sağlıklı hayat sistemiyle yönetilmedikçe şahidliğini ifa etmemiştir. İslâmî bir toplumun kurulması ve bu toplumda İslâm nizamının uygulanması uğrunda ölümü hayata tercih etmedikçe ve Allah'ın nizamını hayatına uygulamayan toplumlara karşı cihad etmedikçe şahidliğini ifa etmemiştir.
O, bu şahidliğini ifa etmemiştir, İslâmî bir toplumun kurulması ve bu toplumda İslâm nizamının uygulanması uğrunda ölümü hayata tercih etmedikçe ve Allah'ın nizamını hayatına uygulamayan toplumlara karşı cihad etmedikçe şahidliğini ifa etmemiştir. O, bu şahidliğiyle bu dinin; yaşamdan bile üstün ve canlıların önem verdiği her şeyden daha aziz olduğunu ispatlamak durumundadır. Cihadı sonunda öldürülünce kendisine "şehid" denmesinin nedeni budur.
Bu hakikati iyice anlamak gerekir. Dini uğrunda bu şahidliği yapmayıp ketmeden kimse, günahkâr olmuştur.
"Müslüman" olduğunu söyleyip de İslâm'ın yolunu izlemeyen veya İslâm'ı kişisel planda benimsediği halde dışarıya yayılmasına çalışmayan, rahatını düşünüp kişisel hayatını dinin yaşamasına tercih ederek ilâhî nizamın hayata geçmesi yolunda cihad etmeyen kimse ise görevini eksik yapmıştır. Şahidliğini ihmâl etmekle kalmayarak, bu dine aykırı bir şahitlik yapmıştır. Yani müslüman olduğunu söyleyen kimselerin İslâm'ın lehinde değil, aleyhinde şahitlik yaptıklarını gören kimseleri hak yola girmekten önleyen bir aykırılık...
Gerçekte mü'minlerden olmadığı halde "mü'min olmak" iddiasıyla insanları Allah'ın dininden önleyen kimselerin vay haline!..
Bu dinin şahidliğini yapmak bir emanettir. Bu şahidlik, en başta nefiste gerçekleşmelidir.
- Nefisle cihad yapılmadan bu dinin canlı bir örneği olunamaz. Bu canlı örnekliğin, kişinin bilinç ve davranışlarında gerçekleşmesi şarttır, öyle ki imanın nefiste canlanmış halini gören insanlar; "Bu iman ne güzeldir; ne temiz ve ne paktır" diyebilmelidirler.
Taraftarlarının kişiliğini birer ahlak ve kemal abidesi olarak örnekleştiren iman bulununca bu dinin nefiste billurlaşan şahitliğinden muhakkak ki, başka insanlar da etkilenecektir. Bu kadarla da bitmez.
- "Şahitlik meziyetini" nefsinde yaşatıp üstünlüğünü ispatlayan davetçi, daha sonra insanları da davet etmelidir. İslâm'ın üstünlük ve meziyetlerini ortaya koyup davet ederek şahitliğini sürdürmelidir. Kendi kişiliğinde imanın şahitliğini yapıp da insanları İslâm'a davet etmeyen bir davetçi, yetersizlik içindedir. Çünkü bu haliyle, davet, tebliğ ve açıklama görevini yapmamış sayılır.
- Daha sonra sıra, İslâm nizamını hayata egemen kılmaya yönelik şahitliktedir. Bu dinin gerek mü'minler ve gerekse tüm insanlık için bir hayat nizamı olması yolunda çalışmaktır. Gerek ferdî ve gerekse toplumsal tüm vesilelere başvurarak çalışmak gerekir. Çünkü insanlık hayatında ilâhî nizamın egemen olması, kişisel imandan sonra gelen en büyük emanettir. Bü büyük emanetten ne bir ferd, ne de bir cemaat muaf tutulamaz. Bundan dolayı cihad, - bu esas gereğince- Kıyamet Günü'ne değin sürecektir.
Akide ve şeriat emanetini taşımak; anlayış, kavrayış ve bilgi gerektiren bir şeydir. Bu emaneti, salih amel işlemek suretiyle ruh ve hayat alemlerinde gerçekleştirmek gerekir. Yalnız bu arada hayırsız, umutsuz ve çarpık bir durum söz konusu olabilir. Bu durum, emaneti taşımakla emrolundukları halde taşımayan kimselerle ilgilidir. Bu kimselerin gerçek durumunu ortaya koyan bir hakikattir bu. Büyük büyük kitaptan sırtında taşıyıp da yükünün ağırlığından öte bundan bir şey anlamayan eşeğin durumu gibi...
Tevratı uygulamakla emrolundukları halde onu taşımayan (uygulamayan) kimselerin durumu, kitap yükünü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlayan bu kimselerin durumu ne de kötü bir durumdur. Allah, zalim kimseleri hidayete erdirmez." (el-Cum'a: 5)
Tevrat'la amel etmekle emrolundukları halde onunla amel etmeyenler...
Ve akide emanetini taşımakla emrolundukları halde onu taşımayan herkes...
Pek çok kuşağı geride bırakarak bu zamana kadar gelen ve "müslüman" adını taşıdıktan halde müslümanca amel etmeyen herkes...
Özellikle de Kur'an'ı ve diğer kitapları okudukları halde içindekilerle amel etmeyenler...
Evet bunların tümü, kitap yükünü taşıyan eşekler gibidirler. Bu tip örnekler gerçekten çoktur. Bu bakımdan mesele, taşınan ve incelenen kitapların meselesi değildir. Asıl mesele (dava), kitaptakileri anlayıp uygulama meselesidir.