Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla.
ÖNSÖZ
Bir ve tek Allah'a hamdolsun. Salât ve selâm kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan o yüce peygambere, onun aile halkına, ashabına ve askerlerine.
Uzun asırlardan beri müslüman kelâm âlimlerinin bazıları arasında yanlış bir düşünce ve tehlikeli bir görüş ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu da onların: “Âhâd hadis şer'î hükümlerde
delil olmakla birlikte, İslâmî akâid meselelerinde delil değildir” şeklindeki görüşlerdir. Bu görüşü müteahhir birtakım usul alimleri de kabul etmiş, çağımızda birtakım yazarlar ve İslam
davetçileri de benimsemiş bulunmaktadır. Öyle ki, bazıları bunu araştırılması ve tartışılması söz
konusu olmayacak kadar apaçık bir hüküm gibi kabul ettiler. Bazıları daha ileriye de giderek kesinlikle âhâd hadisler esas alınarak akide oluşturulamaz. Bu işi yapan bir kimse fasık ve günahkârdır. Bu istisnâi görüşe cevab vermek amacıyla geçmişte ve günümüzde birçok İslam âlimi yazılı cevablar vermişlerdir. Bu husustaki en önemli reddiyelerden birisi de merhum büyük ilim adamı
İmam İbnu'l-Kayyim'in "es-Savâiku'l-Mürsele" adlı kitabında yazdıkları ile büyük imam merhum İbn Hazm'in çok değerli eseri "el-İhkâm fi Usuli'l-Ahkâm" adlı eserinde yazdıklarıdır.
Bu önemli konuda yaklaşık onyedi yıl önce bir araştırma kaleme almış ve Dımaşk'da (Şam'da) kültürlü müslüman gençlerden oluşan bir topluluğa onu sunmuştum. Bu hususta imkanım olduğu kadarıyla sözü geçen bozuk görüşe karşı kesin deliller ile parlak belgeleri de biraraya
getirmiştim. Bu görüşteki kelime oyunları ve gerçeklerin karıştırılması üzerindeki perdeleri de aralamaya çalışmıştım. Lutfettiği başarıdan dolayı yüce Allah'a hamdolsun ki bunun bu tehlikeli görüşe karşı kardeşlerin çoğunun korunmasında ve böyle bir akımın peşine takılıp gitmekten yana
himaye edilmelerinde ciddi bir etkisi olmuştu. Yine bu etkinin neticesinde bu yanlış görüşün bu topraklarda yayılması geriletilmiş, bu görüşe davet edip ona sarılanlar da susturulmuştu.
Kardeşlerin birçoğu o faydalı araştırmanın basılıp yayınlanması teklifini yaptı. Böylelikle mümkün olan daha çok sayıda müslüman bundan yararlanabilsin. Bundan dolayı biz de "Akâidde ve ahkamda hadis bizatihi delildir" adlı risalemizde mümkün olan en yakın fırsatta bunu
yayınlayacağımıza söz vermiş idik. İşte biz şimdi bu husustaki pekçok isteği yerine getiriyor ve
daha önce verdiğimiz sözün gereğini ifa ediyoruz. Bu risalemizi tekrar gözden geçirip bazı
düzeltmelerden sonra değerli okuyucularımıza sunuyoruz. Yüce Allah'tan bununla pekçok hayrı
gerçekleştireceğini ve bu konudan ayakları kaymış ve ilk müslümanların yolundan uzaklaşmış
kimseleri de geri çevirmesini niyaz ederiz. Bununla sünneti sevenlere ve ona sımsıkı sarılanlara
kendisiyle peygamberlerinin sünnetini savunup bu husustaki şüpheleri geri püskürtecekleri etkin
silahı da sunmuş oluyoruz. Bununla gerekli şüphe ve vehimleri de darmadağın edebileceklerdir.
Sözlerimizin sonunda yüce Rabbimizden bu risalemiz dolayısıyla bizleri mükafatlandırmasını ve
dinini savunan, şeriatini himaye eden kimseler arasında yazmasını niyaz ederiz. Şüphesiz ki O
herşeyi işitendir, duaları kabul edendir.
**
Akâide Ahâd Hadisleri Kabul Etmenin Gereği:
Bazılarının kanaatine göre akide ancak kat’î delille sabit olur. Ya âyet ile yahutta gerçek
anlamda mütevatir bir hadis ile ayrıca bu delilin tevili kabil olmaması da şarttır. Bu görüş sahibi
şunu da iddia eder: Bu usül alimleri tarafından ittifakla kabul edilmiş bir husustur. Ahâd hadisler
ilim ifade etmez.1 Ve onunla itikadî bir hüküm sabit olmaz.2
Diyoruz ki: Bizler kelâm alimlerinin ilk gelenlerinden (mütekaddimûn arasından) bazılarının
bu görüşü ileri sürdüklerini bilmekle birlikte bu görüş pekçok yönden çürütülmüştür:
1- Evvela bu görüş sonradan bid'at olarak ortaya çıkmıştır. Bunun İslam şeriatında esası
yoktur. Kitabın gösterdiği yola ve sünnetin direktiflerine yabancıdır. Selef-i salih böyle bir şey
bilmiyorlardı. Bu husus onlardan hiçbirisinden nakledilmiş değildir. Hatta böyle bir şey hatırlarına
bile gelmemiştir. Hanif dinde bilinen ve kabul edilen husus şudur: Din ile ilgili bid'at olarak
ortaya atılan herbir husus batıldır ve merduttur. Hiçbir şekilde kabul edilmesi caiz değildir.
Peygamber (s.a)'ın: "Her kim bizim bu işimizde ondan olmayan bir şeyi sonradan ortaya
çıkartırsa o merduttur." (Buhari ve Müslim) buyruğu ile: "Sonradan ortaya çıkartılmış
işlerden olabildiğince sakının çünkü sonradan ortaya çıkartılmış herbir iş bir bid'attir.
Herbir bid'at bir sapıklıktır ve her sapıklıkta cehennem ateşindedir." (Hadisi İmam Ahmed,
Sünen sahibleri ve Beyhaki rivayet etmiş olup son cümle Nesai ve Beyhaki'de yer almıştır. Senedi
sahihtir.) Hadisleriyle amel etmekte bunu gerektirmektedir.
Bu görüşü kelâm alimlerinden bir topluluk ile onların görüşlerinden etkilenen sonraki
(müteahhirûn) usul alimlerinden bir grub ilim adamı ileri sürmüş, çağdaş bazı yazarlar da onların bu
dediklerini tartışmasız ve delilsiz kabul etmişlerdir. Halbuki akidenin durumu bu olmamalıdır.
Özellikle akidenin sabit olması için delalet ve subutta kat'ilik şartını koşanlar için bu böyle
olmalıdır.
2- Böyle bir görüş Peygamber (s.a)'dan sabit, sahih ve sadece akide ile ilgili olduğu için
yüzlerce hadisi reddetmeyi de gerektirmektedir. Çünkü bu akideye göre âhâd hadisler ile itikadi
meseleler sabit olmaz. Bu kelamcılar ve onlara uyanlara göre durum böyle ise biz de onlarla
kendilerinin inandıkları esaslara göre hitab ediyor ve onlara şunu diyoruz: Sizin bu husustaki
inancınızın doğruluğuna dair elinizde bir âyet yahutta subûtu da kat'î ve aynı şekilde delaleti de
kat'î, tevil edilme ihtimali bulunmayan mütevatir bir hadis var mıdır?
Bazıları bu soruya cevab vermeye çalışarak zanna uymayı yasaklayan bazı âyetleri görüşüne
delil gösterebilir. Yüce Allah'ın müşrikler hakkındaki:"Onlar ancak zanna uyarlar. Zan ise
şüphesiz hak adına hiçbir şey ifade etmez." (en-Necm, 53/28) buyruğu ile benzerlerini delil
göstermeye çalışırlar.
Biz ise buna iki bakımdan cevab vereceğiz:
a- Bu ve benzeri âyet-i kerimelerin üzerine indirildiği zat ile fertlere ve topluluklara ilmi
başkalarına taşımalarını emreden diğer âyetlerin üzerine indirildiği zat aynı zattır. Yüce Allah'ın şu
buyruğu gibi:"Mü'minlerin topluca (savaşa) çıkmaları gerekmez. Onların herbir topluluğundan
bir kesim (taife) de dinde fakih olmak ve kendilerine döndükleri zaman kavimlerini uyarmak
üzere (geri) kalmalı değil miydi? Olur ki sakınırlar diye." (et-Tevbe, 9/122) gibi.
"Taife" ise sözlükte bir ve birden fazla kimseler için kullanılır.3 Buna göre âyet-i kerime
taifenin kavimlerine geri döndükleri takdirde kavimlerini uyaracaklarını ifade etmektedir. Uyarmak
(inzâr) ise ilim ifade eden bir hususu bildirmektir. Bu şeriatın getirdiği akide ve başka hususları
tebliğ etmekle olur.
Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu kabildendir:"Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber
getirirse... iyice araştırın." (el-Hucurat, 49/6) Buyruktaki "iyice araştırın" anlamındaki lafız bir
başka kıraatte "iyice tesbit edin" anlamındadır. Bu da güvenilir vâhid haberin kesin olarak kabul
edileceğine ve ayrıca işi iyice araştırmaya gerek olmadığının delilidir. Çünkü böyle bir kimsenin
verdiği haber eğer bilgi ifade etmiyorsa o takdirde ilim elde edilinceye kadar işin sağlam
tutulmasını emredecekti. İşte bu ve benzeri buyruklar vâhid haberin ilim ifade ettiğinin delilidir.
Buna göre onların iddia ettikleri gibi zikredilen âyet-i kerimeyi delil göstermelerine imkan
yoktur. Aksi takdirde bu âyet ile diğer iki âyet çatışır. Bunun yerine bu âyetin önceki iki âyetle
uyum arzedecek şekilde tefsir edilmesi gerekir. Mesela o âyette geçen "zan" ile kastedilen ilim ifade
etmeyen düşük seviyeli zan olduğu kabul edilmelidir. Hatta böyle bir zan şeriata muhalif hevâ ve
maksatlar üzerinde kurulu olan bir zandır.
Nitekim bunu bir diğer âyet-i kerimedeki yüce Allah'ın:"Onlar ancak zanna ve nefislerin
hevasına uyarlar. Halbuki andolsun ki Rablerinden kendilerine hidayet gelmiştir." (en-Necm,
53/23) buyruğu bunu açıklamaktadır.
b- Eğer onların ileri sürdükleri gibi akide âhâd haberlerle sabit olmayacağına dair kat'î bir
delil bulunmuş olsaydı bunu ashab-ı kiramın açıkça ifade etmeleri ve ileride adları verilecek ilim
adamları bu hususta muhalefet etmemeleri gerekirdi. Çünkü bu kadar ilim adamının kat'î delaleti
olan bir hususu inkar etmeleri yahutta bilmemelerini akıl kabul etmez. Çünkü onların sahib
oldukları fazilet, takva ve geniş ilim buna elvermez. Bu hususta onların muhalif olmaları böyle bir
görüşün yahutta ahad hadisler hakkındaki böyle bir inancın kat'î olmayan zannî bir görüş olduğunu
ortaya koymaktadır. Ahad hadisleri kabul etmekle hata ettiklerini varsaymaya dahi yer yoktur.
Çünkü onlar isabet etmişlerdir. Onlara muhalefet eden kelâm alimleri ile onların taklidçileri hata
içindedirler. İleride açıklaması geleceği üzere.
3- Âhâd hadislerin şer'î hükümler konusunda delil alınması gerektiğine dair bizim de, onların
da hep birlikte ele aldığımız kitab ve sünnetin bütün delillerine bu görüş aykırıdır. Çünkü bu âhâd
hadisler Rasûlullah (s.a)'ın ister akide ile ilgili olsun, ister bir hüküm ifade etsin, Rabbinden
getirmiş olduğu hususlar için geneldir ve kapsamlıdır. İkinci gerekçeyi açıklarken buna delil teşkil
eden bazı âyetleri sözkonusu etmiştik. Merhum İmam Şafîi bunları "er-Risale" adlı kitabında
kapsamlı bir şekilde sıralamış bulunmaktadır. Dileyen oraya bakabilir.4 Dolayısıyla bu delilleri
akaidi dışarıda tutarak sadece fıkhî hükümlere tahsis etmek, tahsis edici bir delil olmaksızın yapılan
bir tahsistir. Bu da batıldır, bunun gerektirdiği hüküm de batıldır. O halde böyle bir delillendirme de
batıldır.
4- Sözü edilen görüşü sadece sahabe dile getirmemiş değildir. Aksine onların izledikleri yola
da aykırıdır. Çünkü bizler kesinlikle şunu biliyoruz: Onlar aralarından herhangi bir kimse
Rasûlullah (s.a)'dan naklettiği bir hadise kesin olarak inanırlardı. Bu hadisi Rasûlullah (s.a)'dan
kendilerine nakleden hiçbir kimseye.
Senin bu haberin vâhid bir haberdir. Mütevatir derecesine ulaşmadıkça ilim ifade etmez,
dememişlerdir. Aksine onlar, âhâd hadisler ile kabul edilmesi gerektiği hususunda akaid ile fıkhî
hükümler arasında ayırım gözetmek, şeklinde kendilerinden sonraki bazı müslümanlara sızan böyle
bir felsefeyi hiç bilmiyorlardı. Hatta onlardan herhangi bir kimse, kendisine mesela, Allah'ın
sıfatları ile ilgili bir hadis naklettiği takdirde, hemen onu kabul ediyor ve bu sıfata kat'î olarak
inanıyordu. Yakındaki kimsenin işittiği gibi uzakta olanın da duyacağı bir sesle kıyamet gününde
yüce Rabbimizin konuşması ve seslenmesi;5 her gece dünya semasına inmesi6 şeklindeki hadislere
inandıkları gibi. Rasûlullah (s.a)'dan yahutta bir sahabiden bu hususları hadis olarak nakledenden
işiten her kimse, adaletli ve doğru sözlü kimseden sadece işitmekle bu sıfatın varlığına inanıyordu.
Bu sıfatların varlığı hakkında şüphe etmiyordu. Hatta onlar kimi zaman ahkâma dair bazı hadislerde
bir başka hadis ile açıklık gelene kadar işlerini sağlam tutma yoluna dahi gitmişlerdi. Nitekim Ömer
(r.a) Ebu Musa'nın naklettiği rivayete, Ebu Said el-Hudri'nin rivayetini destekleyici olarak
değerlendirmişti.7 Bununla birlikte onlardan herhangi bir kimse hiçbir şekilde Allah'ın sıfatlarına
dair hadislerin rivayeti hususunda başka bir destek istememişti. Aksine bunları kabul ve tasdik
etmekte, gereklerine kesin inanmakta ellerini alabildiğine çabuk tutuyorlar ve Rasûlullah (s.a)'dan
kendilerine haber verenin haber verdiği bu sıfatların varlığına inanıyorlardı. Sünnete dair asgari
bilgisi ve ilgisi olan herkes bunu iyice bilir.8
5- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.
Eğer böyle yapmazsan onun risaletini tebliğ etmemiş olursun." (el-Maide, 5/67) Bir başka yerde
ade şöyle buyurmaktadır:"Peygambere düşen de ancak apaçık tebliğdir." (en-Nur, 24/54)
Peygamber (s.a) da: "Benden tebliğ ediniz." (Buhari ve Müslim) diye buyurmuştur. Arafe
gününde toplanan büyük kalabalıkta ashabına şöyle seslenmişti: "Benim hakkımda size soru
sorulacak ne diyeceksiniz? Onlar: Bizler senin tebliğ ettiğine, görevini eksiksiz yerine
getirdiğine ve samimiyetle öğüt verdiğine tanıklık ederiz dediler. (Hadisi Müslim rivayet
etmiştir.)
Bilindiği gibi tebliğ, kendisine tebliğ olunana kendisi ile delil ortaya konulabilen bilgidir.
Bununla ilim hasıl olur. Eğer haber-i vahid ile ilim husule gelmemiş olsaydı, yüce Allah'ın kuluna
karşı hucceti haber-i vahid ile ortaya konulmuş olamazdı. Şüphesiz ki huccet ilim ifade eden şey ile
ortaya konulabilir. Rasûlullah (s.a) da ashabından kendisi adına tebliğ yapmak üzere bir kişiyi
gönderiyordu. Bununlada o kişinin tebliğ ettiği kimselere karşı delil ortaya konulmuş oluyordu.
Aynı şekilde bize karşı adil ve güvenilir (sika) şahsiyetlerin bize tebliğ ettikleri onun söz, fiil ve
sünneti ile de bize karşı delil ortaya konulmuş olmaktadır. Eğer bu ilim ifade etmeyen bir husus
olsaydı bu yolla bize karşı delil ortaya konulmuş olmazdı. Bir, iki, üç, dört veya tevatür için
öngörülen sayıdan daha aşağıdaki kimselerin tebliğ ettiği kimselere karşı da delil ortaya konulmuş
olmazdı. Bu ise batılların en büyüğüdür. O halde: Rasûlullah (s.a)'ın haberleri ilim ifade etmez
diyenler şu iki husustan birisini kabul etmekle karşı karşıyadırlar:
1-) Ya Rasûlullah (s.a) Kur'ân-ı Kerim'den ve ondan tevatür derecesine ulaşan rivayetlerden
başkasını tebliğ etmemiştir. Bunun dışında kalan hususlar ile delil de ortaya konulmaz, tebliğ de
husule gelmez diyecektir.
2-) Yahut: Delil ve tebliğ ilim sahibi olmayı gerektirmeyen ve bir ameli de icab ettirmeyen
şeylerle de hasıl olur diyeceklerdir.
Bu iki husus batıl olduğuna göre sıka (güvenilir) ve adaletli hafızların rivayet ettiği ümmetin
de kabul ile karşıladığı haberlerin ilim ifade etmediği görüşü de çürütülmüş olmaktadır. Bu da çok
açık bir husustur.9
6- Bizler kesin olarak şunu biliyoruz: Peygamber (s.a) ashab-ı kiramdan bazı kimseleri
insanlara dinlerini öğretmek üzere çeşitli yerlere gönderirdi. Nitekim Ali, Muaz ve Ebu Musa'yı çeşitli dönemlerde Yemen'e göndermiştir. Yine kesin olarak şunu biliyoruz. Dinde en önemli olan
husus akidedir. Akide bütün rasûllerin insanları kendisine davet ettikleri ilk şey olmuştur. Nitekim
Rasûlullah (s.a) da Muaz b. Cebel'e şunları söylemişti: "Sen kitab ehli olan bir kavmin yanına
gideceksin. Onları kendisine ilk davet edeceğin şey yüce Allah'a ibadet olsun. (Bir başka
rivayette: Onları Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet getirmeye çağır denilmektedir.)
Allah'ı bilip kabul ettikleri takdirde Allah'ın kendilerine beş vakit namazı farz kılmış
olduğunu haber ver..." (Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiş olup, lafzı Müslim'e aittir.)
Rasûlullah (s.a) ona herşeyden önce tevhid akidesini onlara tebliğ etmesini ve yüce Allah'ı
onlara tanıtmasını, Allah'a karşı yapılması gereken görevler ile onun tenzih edilmesi gereken
hususları öğretmesini emretmiştir. Yüce Allah'ı bilip tanıdıkları takdirde onlara neleri farz kıldığını
tebliğ edecektir. İşte Muaz'ın da yaptığı kesinlikle budur. O halde bu akidenin haber-i vahid ile sabit
olduğunun ve onunla insanlara karşı delil ortaya konulmuş olduğunun kesin bir delilidir. Durum
böyle olmasaydı Rasûlullah (s.a) tek başına Muaz'ı göndermekle yetinmezdi. Bu da çok açık bir
husustur. Allah'a hamdolsun.
Sözünü ettiğimiz hususu kabul etmeyen kimse ise üçüncüleri sözkonusu olmayacak şekilde
şu iki hususu kabul etmek zorunda kalır.
1-) Rasûlullah (s.a)'ın gönderdiği elçiler insanlara akaid öğretmiyorlardı. Çünkü Peygamber
(s.a) onlara bunu emretmemişti. Onlara sadece hükümleri tebliğ etmesini öğretmiştir. Bu az önce
geçen Muaz hadisine aykırı olmakla birlikte batıl olduğu da açıkça ortada olan bir husustur.
2-) Onlar akideyi tebliğ etmekle görevliydiler ve bu işi de yaptılar. İnsanlara İslam akaidinin
tamamını tebliğ ettiler. Bu akidenin bir parçası da "akide ahad haberlerle sabit olmaz" şeklindeki
iddia edilen görüştür. Oysa bu görüş önceden de geçtiği gibi bizatihi bir akidedir. Buna göre bu
elçiler -Allah onlardan razı olsun- insanlara şöyle diyorlardı: Bizim size tebliğ etmiş olduğumuz
akaide iman ediniz fakat sizin bunlara iman etmeniz gerekmez çünkü ahad haberdirler. Bu da
önceki gibi batıldır. Batıl bir sonuca ulaştıran bir şeyin kendisi de batıldır.
O halde bu görüşün batıl olduğu sabit olduğu gibi akaidde ahad haberi delil olarak kabul
etmenin gereği de ispatlanmış olmaktadır.
7- Sözü geçen görüş müslümanlar arasında -haberin hepsine ulaşmış olmasına rağmen-
kendilerinin inanmaları gereken hususlar bakımından aralarında fark olmasını gerektirmektedir.
Böyle bir şey de batıldır. Çünkü yüce Allah:"Şu Kur'ân bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa
onları korkutup uyarmam için vahyolundu." (el-En'am, 6/19) diye buyurmaktadır. Sahih ve
meşhur hadiste de Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Benden işittiği bir sözü dinlediği gibi
aynen başkasına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ak etsin. Çünkü kendisine tebliğ edilen nice
kişi o sözü bizzat dinleyenden daha iyi belleyebilir." (Hadisi Tirmizi ve İbn Mace rivayet etmiş
olup senedi sahihtir.)
Bunu şöyle açıklayabiliriz. Peygamber (s.a)'dan itikadi herhangi bir konuda -mesela yüce
Allah'ın dünya semasına inişi meselesi gibi- bir hadis dinlemiş olan bir sahabinin bu dinlediği
hususa inanması icab eder. Çünkü böyle bir haber o sahabiye nisbetle kesin bir bilgidir (yakîndir).
Ancak o hadisi ondan dinleyen bir başka sahabi ya da tabîine mensub bir kimsenin aynı şeye
inanması icab etmez. İsterse bu hususta delil ona ulaşmış ve ona göre de bu delil sahih olmuş olsun.
Çünkü ona bu delil ahad bir yolla ulaşmıştır. Bu yolda hadisi Peygamber (s.a)'dan dinlemiş olan
sahabidir. Böyle bir sahabinin hata etme ihtimali vardır. Dolayısıyla bu görüşü kabul edenlere göre
o sahabinin haberiyle o itikadi mesele sabit olamaz.
Böyle bir gerekçe elbetteki çürüktür, gözönünde bulundurulamaz. Çünkü onlar bunu batıl bir
kıyasa bina etmişlerdir. O da şudur: Rasûlullah (s.a)'dan haber veren bir kimsenin -bu ümmete ait
umumi bir teşrî olabilir yahut yüce Rabbin sıfatlarından herhangi birisi ile ilgili olabilir- muayyen
bir meseleye şahitlik eden kimsenin verdiği habere kıyas etmeleridir. Halbuki ikisi arasında çok
büyük bir fark vardır. Çünkü Rasûlullah (s.a)'dan haber veren kimsenin kasten veya yanılarak yalan
söylediği var sayılacak olursa onun yalan söylediğine delalet edecek herhangi bir husus ortada
yoksa bundan hareketle bütün insanların sapıklığına hükmetmek icab edecektir. Zira sözkonusu
mesele ümmetin kabul ile karşılayıp gereğince amel ettiği ve ona dayanarak yüce Rabbin sıfat ve
fiillerini tesbit ettiği haberdir. Şer'an kabul edilmesi gereken haber vermelerin ise bizatihi batıl
olması sözkonusu olamaz. Özellikle ümmetin tamamı onu kabul etmiş bulunuyor ise.
Böylelikle şer'an kendisine uyulması gereken herbir delil hakkında: O ancak hak olabilir
demek gerekir. Buna göre o dediğinin medlulü (ifade ettiği mana ve hüküm) bizatihi sabit bir
medlul olur. Bu ise şeriatin yüce Rabbin isim ve sıfatları ile ilgili verdiği haberler hakkında
sözkonusudur. Oysa tanık olunan muayyen bir hadise hakkındaki muayyen şahitlik böyle değildir.
Bu şahitliğin gereğinin bizatihi sabit olması sözkonusu değildir.
Meselenin inceliği şudur: Yüce Allah'ın ümmetin kendisini kabul etmek suretiyle zatına
ibadet etmesini istediği rasûlü vasıtası ile kendisine ait isim ve sıfatların sabit olduğunu bilmesini
dilediği haberin bizatihi yalan ve batıl olması mümkün değildir. Çünkü böyle bir delil yüce Allah'ın
kulları karşısındaki delillerindendir. Yüce Allah'ın delilleri ise asla yalan ve batıl olamaz. Aksine bu
deliller ancak hak olabilir. Hak ile batılın delillerinin aynı seviyede birbirine denk olması da
mümkün değildir. Yüce Allah'a, O'nun şeriatına ve O'nun dinine karşı uydurulmuş bir yalanın
Rasûlüne indirdiği ve yarattıklarından gereğince kendisine ibadet etmelerini istediği vahiy ile birini
diğerinden ayırdetmeyecek şekilde benzerlik arzetmesi mümkün değildir. Hak ile batıl, doğru ile
yalan, şeytanın vahyi ile meleğin Allah'tan getirdiği vahyin arasındaki fark birbirine benzemeyecek
kadar açıktır. Yüce Allah hakkın üzerinde güneşin nuru gibi bir nur bırakmıştır. Bu hak aydınlık
basiretleri tarafından rahatlıkla görülür. Batıla da gece karanlığını andıran bir karanlık giydirmiştir.
Ancak gözü görmeyen kimsenin geceyi gündüze benzetmesi de hayret edilecek bir husus değildir.
Nitekim basireti kör olan kimsenin hakkı batıla karıştırdığı gibi. Muaz b. Cebel dedi ki: "Sen
söyleyen kim olursa olsun hakkı al çünkü hakkın üzerinde bir nur vardır." Fakat kalbleri
karanlık basıp, basiretler Rasûlullah (s.a)'dan gelenlerden yüz çevirdiği için körelecek olur
insanların görüşleriyle yetindiği için zulmet (karanlık) artacak olursa o vakit kalbler hakkı batıldan
ayırdedemez, birbirine karıştırır. Ümmetin en adil ve en doğru sözlü kimselerinin rivayet ettiği
sahih hadisleri yalan kabul edebilir ve hevalarına uygun düşen uydurulmuş yalan ve batıl sözlerin
de doğru olacağını kabul edebilir ve bunları delil diye ileri sürebilir.
Meselenin özü şudur: Şanı yüce Allah'ın müslümanlara gereğince amel etmelerini farz
kıldığı adaletli ve güvenilir (sika) kimselerin verdiği haberin bizatihi yalan yahut yanlış olması
mümkün değildir. Yüce Allah hiçbir zaman böyle bir yalan ve yanlış lehine böyle bir delil de ortada
bırakmaz.
Bunun ilim gerektirdiğini söyleyen kimseler ise böyle bir şey caiz değildir derler. Aksine
onun gereğince amel etmeyi gerektiren şartlar var olduğu takdirde o delilin verdiği haberin de
bizatihi sabit olması icab eder.10 Ancak bunu Rasûlullah (s.a)'ın hadislerine, haberlerine ve
sünnetlerine gereken itinayı gösterenler bilebilir. Onların dışında kalanlar ise bu hususta basiretli
değildirler. Bunlar: Peygamberden gelen sahih haber ve hadisler ilim ifade etmez diyorlarsa aslında
kendilerinin durumlarını haber vermektedirler. Onlar bu gibi haberlerden ilim gerektirecek sonuç
çıkarmadıklarını söylüyorlar. Evet onlar kendi zatları hakkında verdikleri haberlerle doğru
söylemektedirler fakat bunların hadis ve sünnet ehli için de ilim ifade etmediğini söylediklerinde
doğruyu söylemiyorlar.11
8- Bunun gereklerinden birisi de haberi doğrudan doğruya Peygamber (s.a)'dan işitmiş olan
ashab-ı kiramdan sonra mutlak olarak hadisin akidede delil olarak alınmamasını gerektirir. Ancak
bu görüşte kendisinden önceki gibi batıldır, hatta batıl olduğu daha açık bir şekilde görülmektedir.
Bunu şöylece açıklayalım: Özellikle hadisin toplanıp tedvin edilmesinden önce
müslümanların büyük kitlelerine hadis ahad yollarla ulaşmıştır. Kendilerine az miktarda tevatür bilhassa hadisin geldiği rivayet yollarını tetkik edip, tesbit etmeye yönelmiş kimselerdir. O
bakımdan onların herbirisi azımsanmayacak sayıda mütevatir hadis tesbit edebilmiştir fakat bu
görüşü ileri süren kelâm alimleriyle onlara tabi olanların bu gibi kimselerin uzmanlık alanlarından
yararlanmaları düşünülemez. Çünkü muhaddis olan bir kimsenin söylediği: "Bu mütevatir bir
hadistir." sözü onlara göre mütevatir olduğu hususunda yakîn bir kanaat ifade etmez. Çünkü böyle
bir şeyi söyleyen kimse sadece bir kişidir. Dolayısıyla onun verdiği haber vahid haberdir ve onlara
göre ilim ifade etmez. Ancak onunla beraber muhaddislerden tevatür derecesine ulaşan sayıda
kimse bulunupta hepsi de bu mütevatirdir derlerse müstesna. Böyle bir şey ise adeten mümkün
değildir. Bilhassa hadise ve hadis alimlerinin kitablarına gereken ilgiyi göstermeyenler için bu
böyledir. Aksine bu gibi kelâmcılar istedikleri takdirde herhangi bir hadisin sünnet kitablarındaki
birçok yolunu ortaya çıkartabilirler. Çünkü bu husustaki kitablar pekçoktur ve bu kitablardaki
hadislere başvurmak kolaylıkla mümkündür. Ancak bir hadisin mütevatir olduğuna dair bu
hadislerden belli sayıdaki bir topluluğun tanıklığını aynı şekilde ortaya koyamazlar. Hatta bazan bu
alimlerden birisinin mütevatirdir şeklindeki görüşünü tesbit edemeyebilirler diğer taraftan kelam
alimlerini bu rivayetin ahad olduğuna dair görüşlerini tesbit edebilirler. Çünkü onlar hadis ehlinin
kitablarını bir tarafa bırakarak kelâm alimlerinin kitablarını incelemekle meşguldürler. Dolayısıyla
onlar tarafından bu az sayıdaki kimselerin sözü dayanak olur. Halbuki bu hususta uzman kimselerin
kanaati onların kabul ettiğinden farklıdır. Buna dair bazı misaller biraz sonra gelecektir. Bu
açıklamalar şu iki husustan birisini kabul etmemizi gerektirir:
1- Ya insanların çoğunluğuna mütevatir olarak ulaşmasına imkan olmadığı için ahad haberle
itikadi meselelerin sabit olduğu kabul edilecektir. Daha önce geçen ve gelecek olan sebebler
dolayısıyla kat'î olarak doğru olan da budur.
2- Yahutta şöyle denecektir: Akideye dair hususlar ahad haberlerle sabit olamaz. İstersen bu
hususta uzman kimselerin haberin mütevatir olduğuna dair tanıklıkları olsun. Bütün insanlarca onun
mütevatir olduğu sabit görülmedikçe kabul edilmez. Çünkü daha önce de açıklandığı gibi bütün
müslümanlar için bir hadisin mütevatir olduğuna dair hadis imamlarından belli bir topluluğun
tanıklığını tesbit edebilmek imkansız bir şeydir.
Aklı başında bir kimsenin böyle bir şeyi kabul edeceğini sanmıyorum. Özellikle onların
pekçoğu konuşmalarında ve makalelerinde her ilim dalında uzman olan kimselere başvurmanın
gerektiğini vurguluyorlar. Hatta kimileri içtihad gücüne erişemeyen kimselerin taklid yapmaları
kaçınılmaz bir şey olduğunu söylerken şunları demektedir: Herbir ilmin işleri güçleri onunla
uğraşmak olan ve kendilerini o ilme vermiş olan kimseleri olduğu gibi o ilme yabancı, ona iltifat
etmeyen, rağbet göstermeyen, hükümlerini bilmeyen kimseleri de vardır.
Mesela mahkemede görülecek bir işiniz bulunupta sizler hukukçu birisi değil iseniz
mecburen avukata başvurursunuz. O kimsenin bu husustaki içtihadı neticesinde ulaşacağı sonucu
taklid edersiniz. Bir ev yapmak istediğiniz takdirde mühendislere başvurursunuz. Çocuğunuz
hastalanırsa doktorlara gidersiniz. Eğer mesela Fransa'da eğitim görmüş doktor çocuğun iyileşmesi
için bir tedavi öngörürse Amerika'da mezun olmuş doktor ise aynı tedavinin çocuğa zarar vereceği
kanaatini ortaya atarsa ve siz bunlardan birisinin dediğini kabul edip taklid etmekten başka bir yol
bulamıyor iseniz bu iki görüşten birisini tercih etmenin çaresini de bulamıyorsanız ne yapacaksınız.
Bu durumda kalbinize soracaksınız ve kalbinizin meylettiği tarafa siz de meyledeceksiniz. İşte dini
ile ilgili meselelerde taklid etmek durumunda olan avamdan kimselerin hali budur. O halde din
ilminde de dünya ilimlerinde de taklid kaçınılmaz bir şeydir. Zira herbir insanın herbir ilmi bilmesi
ve o alanda araştırma ve içtihad sahibi olması imkansızdır.
Durum böyle olduğuna göre araştırıcı olan kimsenin güvenilir hadis aliminin herhangi bir
hadis hakkındaki: "Bu sahih ya da mütevatir bir hadistir." sözünü kabul etmesi gerekir. Şâyet alimin
mütevatir olduğuna dair verdiği hüküm tevatüre dair ahad bir haber olduğundan ötürü bu hususta
başkası için yakîn (kesin) bir bilgi ifade etmiyorsa dahi az önce belirtilen hususlardan ötürü bunu
kabul etmekten başka yol yoktur. Özellikle böyle bir şeyi kabul etmekte taklid kabilinden değildir.
Aksine bu tasdik türündendir. İki husus arasında ise büyük bir fark vardır. İlim ve tahkik ehlinin
kitablarında ilgili yerlerde genişçe açıklandığı gibi.
Buna göre biz şunu söyleyebiliriz:
9- Bir tek muhaddisin hadis hakkında bu mütevatirdir demesini kabul etmemiz gerektiğine
ve akide hususunda onun delil alınması gerektiğine göre sika herbir muhaddisin zikrettiği hadisi de
kabul etmemiz ve onun gereğince akide ile ilgili hususları tesbit etmemiz de aynı şekilde gerekir
çünkü ikisi arasında fark yoktur.
Muhaddisin zahiri itibariyle sika ve adalet sahibi bir kişi olmakla birlikte aslında yanılmış,
unutmuş ya da yalan söylemiş olma ihtimalini gerekçe olarak gösterilecek olursa aynı şeyler hadisin
mütevatir olduğunu söyleyen uzman kimse hakkında da söylenebilir. Bu durumda ya her ikisinin
verdiği haberler doğru kabul edilecek yahutta her ikisi de doğru kabul edilmeyecek. İkinci ihtimal
batıl olduğuna göre birincisi isbatlanmış olmaktadır, maksat da odur.
Sözü geçen ihtimal Rasûlullah (s.a)'ın ümmet tarafından kabul edilen hadisler hakkında varid
değildir. Çünkü ümmette yedinci maddede açıklandığı üzere kendisine tebliğde bulunanın
masumiyeti gibi hatadan korunmuştur (masumdur).12
10- İşin başında tasdik etmek her ne kadar ihtiyari (seçime bağlı) olup, bundan dolayı da
kişiye ister doğrula ister doğrulama denilebiliyor ise de fakat tasdik eden kimse rivayette bulunana
güvendiği takdirde kendisinin onu tasdik etmek zorunda olduğunu görür. Öyle ki onun verdiği
haberi yalanlamak yahut onda şüphe etmek imkanını artık bulamaz. Nitekim herbirimiz güvendiği
bir arkadaşına karşı bu durumdadır.
Bu durumda tasdik eden kimsenin akide dışarda tutularak sadece ahkama dair hususlarda
güvendiği raviyi tasdik etmekle yükümlü tutmak "teklifi ma la yutak: güç yetirilemeyecek şeylerle
yükümlü tutmak"a çok benzer bir durumdur.
Bundan dolayı ben kesin olarak şunu söylüyorum. Bu ikisi arasında fark gözetenler aslında
teorik bir ayırıma gitmektedirler. Yoksa onlar içten içe kalblerinde böyle bir tasdik
bulmamaktadırlar. Hatta kendi kanaatlerince akide ile bir ilişkisi olmayan ahkama dair hadislerinde
ve benzerlerinde de durumları budur. Çünkü onlar ravilerin adalet, zabt ve hıfz hallerini
bilmemektedirler. Bundan ötürü de onlar kendilerini tasdike götürecek o huzur ve itminanı mutlak
olarak bulamazlar. Onların birçoğunu şüpheye hatta akide ve gaybi hadiseler bir yana ahkama dair
sahih hadislerin birçoğunu inkar etmeye götüren sebeb de budur.
Kadı Şerik b. Abdullah'ın başından geçen bu olayda o buna işaret etmiştir. Kadıya sıfata dair
birtakım hadisleri zikrettikten sonra şöyle denilmiş: Birtakım kimseler bu hadisleri inkar ediyorlar.
Kadı: Ne diyorlar? diye sorunca şöyle demişler: Bu hadisleri tenkid ediyorlar. O da şu cevabı
vermiş: Bu hadisleri getirenler bize Kur'ân'ı getirenlerin kendileridir. Namazın beş vakit olduğunu,
Beytullahın haccedilmesi gerektiğini, ramazan orucunun tutulması gerektiğini (bunlara dair tafsili
hükümleri kastediyor) getirmişlerdir. Bizler yüce Allah'ı ancak bu hadislerle tanıyoruz.13
İmam İshak b. Rahaveyh (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demiştir: Abdullah b.
Tahir'in yanına girdim bana ey Ebu Yakub dedi. Sen Allah'ın her gece indiğini kabul ediyor musun?
Ben şu cevabı verdim: Ey emir Allah bize bir peygamber gönderdi. O peygamberden bize birtakım
haberler nakledildi. Bu haberlere dayanarak bizler kiminin kanının helal olduğunu, kiminin kanını
dökmenin haram olduğunu hükmediyoruz. O haberlere dayanarak bizler evlenebiliyoruz yahut
evlenme haramdır diyebiliyoruz. Onlara dayanarak birtakım malların bize mübah olduğuna, bazılarının bize haram olduğuna hükmediyoruz. Eğer bu doğru ise öteki de doğrudur, eğer bu
batılsa öteki de batıldır. Bunun üzerine Abdullah hiçbir şey söylemedi.14
11- Akide ile ameli hükümler arasında ayırım gözetip, ameli hükümler sözkonusu olursa
ahad haberlerin alınması gerektiğini kabul ederken öbürleri hakkında kabul etmemek ancak akide
ile birlikte amel sözkonusu olmaz. Ameli hükümlerle birlikte de akide sözkonusu olmaz esas
ilkesini kabul edenlerin yapacağı bir iştir. Ancak bu iki iddia da batıldır. Kimi muhakkik şöyle
demiştir: "Ameli meselelerde iki husus aranır. İlim ve amel. İlmi hususlarda ise yine ilim ve amel
aranır. Burdaki amel ise kalbin sevmesi ve buğzetmesidir. Kalbin bu delillerin gösterdiği ve ihtiva
ettiği hakkı sevmesi, onlara muhalif olan batıla da buğzetmesidir. Çünkü amel hiçbir zaman azaların
yapıp ettiklerinden ibaret değildir. Aksine kalblerin ameli azaların amelleri için esastır. Azaların
amelleri bu esasa tabidir. Buna göre ilmi herbir meselenin peşinden ona kalbin imanı tasdik etmesi
ve sevmesi gelir. İşte bu bir ameldir, hatta amelin esasıdır. İman meselelerinde kelamcıların
birçoğunun gözden kaçırdığı hususlardan birisi budur. Çünkü onlar imanı amelsiz tasdikten ibaret
olarak zannetmişlerdir. Bu ise en büyük ve en çirkin yanlışlıklardan birisidir. Çünkü kâfirlerden
pekçoğu Peygamber (s.a)'ın doğru söylediğine kesin olarak inanıyor, bu hususta herhangi bir şüphe
duymuyorlardı. Ancak onların bu tasdikleriyle birlikte onun getirdiklerini sevmek, onlara razı olup
istemek, onu sevip dost edinmek ve bu esas üzere düşmanlık edinmek şeklindeki kalbi amel bu
tasdikleriyle birlikte yer almıyordu.
Bu konunun gözden kaçırılmaması gerekir, oldukça önemlidir. Bununla imanın hakikati
bilinebilir. İlmi meseleler aynı zamanda amelidir. Ameli meseleler de aynı zamanda ilmidir. Şarî
hiçbir zaman mükelleflerden ameli hususlarda ilimsiz bir amel istemediği gibi ilmi hususlarda da
amelsiz sadece bir ilim istememiştir.15
Ameli hususlarda yahut ahkamda da mutlaka akidenin de birlikte bulunması gerektiğini
açıklayan hususlardan birisi de şudur: Bir kimsenin yüce Allah kendisine bunları farz kıldığı ve bu
yolla kendisine ibadet etmesini istediği için değil de temizlenmek maksadıyla gusleder yahut abdest
alırsa, spor olsun diye namaz kılarsa, sağlık için oruç tutarsa, gezmek amacıyla hacca giderse bu
yaptıklarının kendisine hiçbir faydası olmaz. Tıpkı az önce geçtiği gibi kalbin ameli olan tasdik ile
birlikte olmadığı takdirde (imani meselelerde) kalbin bilmesinin o kişiye fayda sağlamadığı gibi.
O halde ameli ve şer'î herbir hüküm ile birlikte mutlaka bir akide de bulunur. Bu kaçınılmaz
bir şeydir. Sözkonusu bu akide yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilmediği gaybi bir emre iman
ile alakalıdır. Eğer yüce Rabbimiz peygamberinin sünnetinde bizlere bunları haber vermemiş
olsaydı, bunları tasdik etmek ve gereklerince amel etmekte sözkonusu olmazdı. Bundan dolayı bir
kimsenin kitab yahut sünnetten herhangi bir delili olmadan herhangi bir şey hakkında haram ya da
helal hükmü vermesi caiz değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dillerinizin yalan yere
niteleyegeldiği şeyler için: 'Şu helaldir, şu da haramdır' demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan
uydurmuş olursunuz. Şüphe yok ki Allah'a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar." (en-Nahl,
16/116) Bu âyet-i kerime Allah'tan herhangi bir izin olmaksızın haram ve helal kılmanın yüce
Allah'a uydurulmuş bir yalan ve bir iftira olduğunu ifade etmektedir.
Bizler ahad hadislere bağlı olarak helal ve haram kılmanın caiz olduğu konusunda görüş
birliğinde olduğumuza ve bu yolla yüce Allah'a karşı iftira etmekten kurtulabildiğimizi kabul
ettiğimize göre o halde ahad hadisler gereğince akide sahibi olmanın vücubunu da kabul etmemiz
gerekir, aralarında bir fark yoktur. Arada fark olduğunu iddia eden kimsenin Allah'ın kitabından ve
Rasûlünün sünnetinden delil getirmesi gerekir. Bunun dışındaki iddialara ise iltifat edilmez.
12- Bu batıl inancı kabul edenlere: Hayır bunun aksi doğrunun kendisidir denilecek olursa, onlar bu kanaati reddedemezler. Çünkü şöyle denilebilir: Akide ve amelin herbiri diğerini de şekilde- sözkonusu olmakla birlikte aralarında açık bir fark vardır. Şöyle ki birincisi ancak mü'min
kimsenin şahsıyla alakalıdır, amelden farklı olarak toplumla ilgisi yoktur. Amelin mü'minin içinde
yaşadığı toplum ile çok güçlü bir bağlantısı vardır. Amel neticesinde aslı itibariyle haram olan
cinsel ilişki helal olur. Mallar, canlar, mübah olur. Bu yönüyle ameli meseleler itikadi meselelerden
daha da ciddi bir önem arzeder.
Buna açıklayıcı bir örnek verelim: Bir kimse kabirde meleklerin soru sormalarının yahutta
kabrin insanı sıkıştırmasının hak olduğuna inansa ve bu inancını bu husustaki ahad hadise göre
temellendirse ve bu şekilde ölse diğeri ise çoğu sarhoşluk veren içkinin az miktarının mübah
olduğuna inansa yahutta -Dımaşklıların "techiş" adını verdikleri- hulle yapmayı helal kabul etse ve
elbetteki kendilerince bir delile göre bazı mezheblerin bunun mübah olduğunu da söylemekle
birlikte -fakat bu delil kat'î olarak zanni bir delildir- ve bu hal üzere ölse... Gerçekte bu iki kişide
konu ile ilgili sahih sünnetin tanıklığı ile hata içindedirler. Peki bunların hangisi topluma karşı daha
tehlikelidir. Akidesinde vehmedip öyle olduğunu kabul eden kimse mi, yoksa ikisi de haram olan
bir evlilik ve bir içki içmeyi mübah vehmeden kimsenin yaptığı mı?
Bundan dolayı birisi dese ki: Haram ve helal ancak ahad haberlerle sabit olurlar. Hatta bu
hususta delaleti kat'î bir âyet yahutta yine delaleti kat'î mütevatir bir hadis gerekir diyecek olursa
mütekellimler ve onlara tabi olanların buna verecek bir cevabları yoktur. Biz ise eğer bu gibi
hususlarda akıllarımızın hükmüne başvuracak ve -kelamcılar bu batıl görüşü söylerken yaptıkları
gibi- Allah'ın izin vermediği hususlarda şeriat koymaya kalkışacak olsaydık tamamıyla bunun
aksini söylerdik. Çünkü bunun aksi onların görüşlerinden daha çok selim akla yakındır. Ancak ne
bunu, ne de bunun zıttını söylemekten Allah'a sığınırız. Çünkü hepsi de şeriattir. Bizler yüce
Allah'ın eşit gördüğü hususlar arasında fark gözetmediğimiz gibi fark gözettiği hususları da eşit
görmeyiz. Aksine bizler Rasûlullah (s.a)'ın getirdiği ve ister ahad, ister mütevatir olsun ondan sahih
olarak gelen bütün haberlere itikad ya da amel ile alakalı olsun iman ederiz. Bizi buna ileten Allah'a
hamdolsun. Esasen o bize hidayet vermemiş olsaydı, biz kendiliğimizden bu yolu bulamazdık.
13- Onların bu inancını her alanda ölçü olarak kullanmak ve sürekli bunu benimsemek ameli
hükümler hususunda ahad hadis ile amel etmemeyi de gerektirir. Bu ise batıldır, onlar da bunu
kabul etmezler. Batıl birşeyi kabul etmeyi gerektiren hususta batıldır.
Şöylece açıklayalım: Ameli hadislerin pekçoğu aynı zamanda itikadi meseleler de ihtiva
etmektedir. İşte Rasûlullah (s.a)'ın bize şöyle dediğini görüyoruz: Sizden herhangi bir kimse son
teşehhüde oturduğu taktirde dört husustan Allah'a sığınsın ve şöyle desin: Allah'ım ben sana
kabir azabından, cehennem azabından, hayatın ve ölümün fitnelerinden ve mesih deccalin
fitnesinin şerrinden sığınırım." (Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.)
Buna benzer şu an için tek tek sıralamaya imkan olmayan daha pekçok hadis-i şerif vardır.16
O halde bu görüşü kabul edenler, bu görüşün gereğini yerine getirerek bu hadis gereğince amel etmeyecek olurlarsa kendi ilkelerinden birisini çürütmüş olurlar. O da hükümlere dair hususlarda ahad hadis ile amel etmenin gereğidir. Onlar bunun aksini ise söyleyemezler. Çünkü şeriatin büyük çoğunluğu ahad hadisler üzerinde kurulmuştur.
Eğer sözü geçen kaidenin sürekliliğini sağlamak için hadis ile amel edecek olurlarsa bu sefer öbür görüşlerini nakzetmiş, çürütmüş olurlar.
Şâyet: Biz bu hadisle amel ederiz amma bizler onun ihtiva ettiği kabir azabı ile Mesih Deccal'in belirtilen şekilde olacağına inanmıyoruz diyecek olurlarsa, Onlara şöyle deriz: Gereğince amel etmek, gereğince itikad etmeyi de gerektirir. Daha önce on numaralı paragrafta açıklandığı gibi. Aksi takdirde meşru hiçbir amel ve hiçbir ibadet sözkonusu olmaz. Buna bağlı olarak sözü geçen asıl ilkelerinin gereğini de yapmamış olurlar. Sahih delillerin varlığını kabul ettiğine ve müslümanların üzerinde ittifak ettikleri hususa karşı çıkarak onu geçersiz kabul etmeyi gerektirecek bir görüşün batıl olacağı açıkça ortadadır.
14- Usûl alimlerinin bu husus üzerinde ittifak ettiklerini iddia etmek batıl bir iddiadır ve gereksiz bir cüretkârlıktır. Çünkü usûl kitablarında olsun, başkalarında olsun bu husustaki ayrılıklar bilinen bir husustur. Ancak günümüzün bazı yazarları bu hususta yaptıkları nakilleri pek sağlam
yapmayan, çağdaş birtakım yazarları taklid etmektedirler. Aksi takdirde sözü edilen böyle bir ittifakın varlığı nasıl doğru olabilir. Vahid haberin ilim ifade ettiğini İmam Malik, Şafîi, Ebu Hanife
mezhebine mensub ilim adamları Davud b. Ali ve İbn Hazm gibi mezhebine mensub kimseler17
açıkça ifade ettikleri gibi el-Huseyn b. Ali el-Kerabisî ile el-Haris b. Esed, el-Muhasibî de bunu açıkça ifade etmişlerdir. İbn Huveyzî Mendad fıkıh usulü kitabında ancak bir ve iki kişinin rivayet ettiği vahid haberi sözkonusu ederek şunları söylemektedir:
"Bu türden haberle de aynı şekilde zaruri (kesin) bilgi sözkonusu olur. Bunu İmam Malik açıkça ifade ettiği gibi ru'yet (kıyamette ve cennette Allah'ın görünmesi) ile ilgili hadis hakkında İmam Ahmed şöyle demiştir: "Bizler onun hak olduğunu biliriz ve bu konudaki bilginin kesin olduğunu da kabul ediyoruz." Kadı Ebu Ya'lâ da "el-Muhbir"18 adlı eserinin baştaraflarında şunları söylemektedir: "Vahid haberin senedi sahih olur, rivayetleri arasında ihtilaf olmaz ve ümmet tarafından kabul ile karşılanırsa ilim ifade eder. Bizim mezheb alimlerimiz ise bu hususta mutlak bir ifade kullanarak isterse ümmet onu kabul ile karşılamamış olsun ilim ifade eder demişlerdir."
Daha sonra şunları söyler: "Ancak mezheb(imizde kabul edilen görüş) benim naklettiğim şekildedir,
başkası değildir." Şeyh Ebu İshak eş-Şirazî19 Tabsira, Şerhu'l-Luma ve benzeri fıkıh usulü kitablarında -eş-
Şerh'deki lafzı ile- şunları söylemektedir: "Vahid haberi ümmet kabul ile karşılayacak olursa ister herkes, isterse bir kısım kimse
onunla amel etmiş olsun hem ilmi, hem de ameli gerektirir."
Şirazî bu hususta Şafîi mezhebine mensub ilim adamları arasında herhangi bir görüş ayrılığından bahsetmemektedir. Bu görüşü Maliki mezhebine mensub Kadı Abdu'l-Vehhab bir grub ilim adamından naklettiği gibi hanefiler müstefid haberin ilmi gerektirdiğini kitablarında açıkça ifade etmişler ve buna Peygamber (s.a)'ın: "Mirasçıya vasiyet yoktur" hadisini örnek göstermiş ve şöyle demişlerdir: Bu hadis her ne kadar ahad yolla rivayet edilmiş ise de mecusilerden cizye
alınmasına dair Abdu'r-Rahman b. Avf'ın rivayet ettiği hadiste bu kabildendir. Böyle olmakla
birlikte şunu söylüyoruz: Bu kabilden haberler haber verilen hususun doğruluğunu kabul etmeyi
gerektirir ve ilim ifade eder. Çünkü bizler selefin bu nitelikteki haberi kabul etmekte ittifak
ettiklerini ve bu hususta işi ayrıca tetkike götürmediklerini gördüğümüz gibi bunların usûle dair
başka kaidelerle yahut benzeri bir haberle de çatışmaması gerekir. Oysa bizler onların (ahad
haberlerin) kabul edilmesi, onların tetkik edilmesi ve usûl ilkelerine sunulması şeklinde bir yol
izlediklerini de biliyoruz. İşte onların bu durumları bize şunu göstermektedir: Onlar böyle bir
hükme ancak kendilerince sahih ve doğru olduğunu sabit kabul ettikleri bir yolla ulaşmışlardır ve
bunun neticesinde o haberin ifade ettiği ilmin doğruluğunu kabul etmemiz gerekmiştir. Ebu Bekr er-
Razi'nin20 "usûlu fıkıh"21 adlı eserindeki ifadeleri böyledir.
15- Bir an için var olduğu ileri sürülen ittifakın doğru olduğunu varsayalım. Ancak bu
usûlcüler tarafından mutlak olarak kabul edilmiş değildir. Aksine bu hususta lehine tanıklık edecek
bir başka haberin olmaması hali ile kayıtlıdır. Ebu't-Tayyib Sıddık Hasen Han -Allah'ın rahmeti
üzerine olsun- şunları söylemektedir: "Ahad haberin zannı veya ilmi ifade ettiği hususu ile ilgili
görüş ayrılığı22 ona, onu pekiştirecek bir başka delilin bulunmaması hali ile kayıtlıdır. Ona onu
pekiştirecek başka bir delil katılır yahut haber meşhur ya da müstefiz olursa sözü geçen görüş
ayrılığı cereyan etmez. Vahid haber gereğince amel etmek hususunda icma bulunduğu takdirde ilim
ifade edeceği hususunda ise görüş ayrılığı yoktur. Çünkü onun üzerinde icma bulunması o haberi
doğruluğu bilinenler arasına çıkartmış olur. Haber-i vahid ümmet tarafından kabul ile karşılanır ve
kimisi gereğince amel ederken, kimisi onu tevil ederse -ki tevil de kabulün bir çeşididir- aynı
durumdadır. Buhari ve Müslim'in sahihlerindeki hadisler bu kabildendir.“23 Bunlarla sıhhatleri
hakkında konuşulmamış hadisler kastedilmektedir ki çoğunluk böyledir.
16- Bununla birlikte bu hadislerin kabul edilmesi ve onlara bağlı olarak yüce Rabbin sıfatları
ve ilmi ve gaybî birtakım hususların kabulü konusunda kesinlikle bilinen bir icmaın bu husustaki
görüş ayrılığından önce gerçekleştiği -bununla birlikte- bilinen bir husustur. İbnu'l-Kayyim -
Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle diyor:
"Nakledilen rivayetler hakkında bilgisi olan hiçbir kimsenin bu hususta şüphesi de yoktur.
Bu hadisleri rivayet edenler ashab-ı kiramdır ve onların kimi diğerinden bu haberleri kabul ile
almıştır. Onlardan hiçbir kimse bunları rivayet edenlere karşı çıkmamıştır. Daha sonra ilklerinden
sonuncularına kadar bütün tabîin bu haberleri onlardan almışlardır. Tabîinden bunları işitenler de
aynı şekilde bunları kabul ile karşılamış ve onları tasdik etmiştir. Bizzat onlardan bu haberleri
işitmeyenler yine aynı şekilde tabîinden bunları işitmişler. Etbau't-tabîinin, tabîine karşı tutumları
da hep böyle olmuştur. Bu hadis ehli alimlerinin kesinlikle bildiği bir husustur. Aynı şekilde onlar
sahabe-i kiramın adil olduğunu, doğru söylediklerini, güvenilir olduklarını ve bunları
peygamberlerinden naklettiklerini de bilirler. Abdesti, cünüblükten dolayı gusletmeyi, namazların
sayılarını ve vakitlerini, ezanı, teşehhüdü, cumayı, bayram namazlarını naklettikleri gibi. Bütün
bunları nakledenler yüce Allah'ın sıfatlarına dair hadisleri de nakletmişlerdir. Eğer bunları
nakletmekte hata etmeleri ve yalan söylemeleri ihtimali varsa sözünü ettiğimiz hususlardan
başkalarını nakletmekte de aynı şeyler sözkonusu olabilir. O takdirde bizler hiçbir şekilde
peygamberimizden bize nakledilen hiçbir şeye güvenemeyiz. Bu ise dinden de, ilimden de, akıldan
da sıyrılıp çıkmaktır. Üstelik İslam dinine dil uzatanların birçoğu bunu daha ileriye götürerek biz
kesinlikle hiçbir şeye güvenemeyiz demişlerdir. İşte bunlar sünnetten ve dinden sıyrılıp çıkmanın
hakkını vermişler ve küfürlerini devam ettirerek, boyunlarından İslam boyunduruğunu çıkarmışlar.
Hadisin reddedilmesi hususunda bu görüşlerine bağlı olarak fırkalar kısım kısım ortayaçıkmışlardır."24
Daha sonra on ayrı taifeden ve onların sünnetten terkettiklerini sözkonusu etmektedir.
Bunlardan kimisi bu hususta az bir bölümü reddetmekle kalmış, kimisi daha fazlasını
reddetmektedir, kimisi ahkam hadisleri ile sıfat hadisleri arasında fark gözetmektedir. İsteyen onun
açıklamalarına başvurabilir. Gerçekten değerli açıklamalardır. Eğer sözün uzamasından
korkmasaydık ifaleri tümüyle naklederdik.
Geçen bu açıklamalardan şu ortaya çıkmaktadır: Ümmetin kabul ile karşıladığı ahad haber
ilim ifade eder. Durum böyle olduğuna göre akide de onunla sabit olur. Bu hususta muhalefet eden
kelâmcılara itibar edilmez. Çünkü onlar kitab ve sünnetin delillerine, ashab-ı kiramın ve onlardan
sonraki imamların icmaına muhalefet etmişlerdir.
17- Ahad hadislerin ilmi ve kesin bilgiyi ifade etmediklerini kabul edelim. Onların da
ittifakıyla ahad hadisler kesinlikle zann-ı galib ifade eder. İbnu'l-Kayyim şöyle demektedir: "Bu
hadislerle talebi hükümleri (yapılması istenen hususları) tesbit etmek muhal olmadığı gibi bunlarla
isim ve sıfatları tesbit etmekte olmayacak bir şey değildir. Peki taleb ile haber arasında fark nedir
ki bunların birisi hakkında delil kabul edilirken öteki hakkında edilmesin. Böyle bir ayırımda
ümmetin icmaı ile batıldır. Çünkü ümmet hala haber ile ilgili hususlarda bu hadisleri delil
gösterdiği gibi amel ve taleb ifade eden hususlar hakkında da onları delil göstermektedir. Bilhassa
ameli hükümler yüce Allah'tan O'nun şunu meşrû kıldığı, şunu farz kıldığını ve bu ameli dininin bir
bölümü olarak seçip beğendiğini ihtiva etmektedir. O'nun şeriati ve dini, O'nun isim ve sıfatlarına
racidir. Ashab, tabiûn ve onlara tabi olanlar, hadis ve sünnet ehli hep sıfat kader, isimler ve ahkam
meselelerinde bu haberleri delil göstere gelmişlerdir. Onlardan herhangi birisinden ahkam ile ilgili
meselelerde bu haberlerin delil gösterilmesini kabul ederken Allah'ın isim ve sıfatları hakkında
haber vermek için delil gösterilemeyeceğini söyledikleri hiçbirisinden nakledilmiş değildir. Peki bu
iki tür haber arasında fark gözeten selef nerdedir?
Evet bunlardan önce Allah'tan, Rasûlünden ve onun ashabından gelenlere pek itina
göstermeyen kelâmcıların bazı müteahhirleri böyle demiş olabilirler. Hatta bunlar bu hususta kitab,
sünnet ve ashabın sözleri ile bulunmak istenen hidayet yolunu bile kapatırlar, bunun yerine
kelâmcıların görüşleri ile mütekelliflerin (kendilerini gereksiz zahmetlere sokanların) kaidelerine
havale ederler. İki husus arasında fark gözettikleri bilinenler onlardır. Bununla birlikte böyle bir
ayırım gösterileceği hususunda icma bulunduğunu da iddia etmişlerdir. Halbuki onların icma diye
kabul ettikleri İslamın imam ve önder alimlerinden birisinden dahi nakledilebilmiş bir görüş olarak
bilinmemektedir. Ashabdan ve tabîinden birisinden de nakledilmiş değildir. İşte kelâmcıların adeti
budur. Onlar İslamın önder alimlerinden hiç kimseden nakledilmeyen hatta onun aksine kanaat
sahibi oldukları konularda icma olduğunu söylerler. İmam Ahmed şöyle demiştir: İcma iddiasında
bulunan kimse yalan söylemiş olur. Bu Asamm'ın25 , İbn Uleyye'nin26 ve benzerlerinin iddiasıdır.
Bunlar ileri sürdükleri icma iddiasıyla Rasûlullah (s.a)'ın sünnetini iptal etmek isterler."27
Bir delilin zannî yahut kat'î olduğunu tesbit etmek nisbi (göreceli) bir husustur. İdrak eden ve
delil getirenin farklılığıyla değişir. Bu bizatihi öyle olan bir nitelik değildir. İbnu'l-Kayyim şöyle demektedir:
"Bu aklı başında herhangi bir kimsenin tartışmadığı bir konudur. Amr'ın nezdinde zannî
olan bir husus Zeyd'e göre kabti olabilir. Buna göre bunların Rasûlullah (s.a)'ın sahih ve ümmet
tarafından kabul edilmiş haberleri ilim ifade etmez. Aksine bunlar zannidir şeklindeki görüş onların
kanaatini bildirir. Zira onlar ehl-i sünnetin ilmi elde ettiği ve ilme sahib olduğu yollardan ilim elde
etmemişlerdir. Onların: Bu haberlerden ilim hasıl olmaz ifadeleri bunun genel olarak
nefyedilmesini de gerektirmez. Çünkü böyle bir kanaat bir şeyi bulan ve onu bilen kimsenin aynı
şeyi bulup bilmeyen kimseye karşı delil getirmesi kabilindendir. Bir kimse kendi ruhunda bir acı
yahut zevk, sevgi veya buğz (nefret) hisseder ve bu sefer onun karşısına birisi çıkar ve birtarafının
ağrımadığına, acı çekmediğine, sevmediğine, nefret etmediğine delil getirmesine benzer. Bu gibi
şüphelerin ulaşabileceği en nihai sınır benim onun hissettiğini, bulduğunu hissetmeyişim ve
bulamayışımdır. Eğer bu bir hakikat olsaydı benim de, senin de o hususta ortak olmamız gerekirdi.
Bu ise batılın bizatihi kendisidir. Bu konuda söylenmiş olan şu beyit ne güzeldir:
"Kınayan ve kınamasını ortaya koyan kimseye diyorum ki:
Aşkı tat ta kınamak gücünü bulursan kınayıver."
İşte böylesine denir ki: "Sen Rasûlullah (s.a)'ın getirdiklerine gereken itinayı göster, buna
dikkat et, onu takib et, topla, biraraya getir. Senin öğrenmen gereken bu rivayetleri nakledenlerin
esaslarını ve yaşayışlarını bilmektir. Bunun dışındakilerden yüz çevir. Öğrenmek istediğin en ileri
nokta bunlar olsun, nihai maksadın bu olsun. Hatta mezheb müntesiblerinin, kendi mezheb
imamlarının görüşlerini bilmek için gösterdikleri gayreti göster. Onlar bunun sonucunda bu
görüşlerin imamlarının görüşleri olduğu neticesine ulaşmışlardır. Birisi bu hususta onlara karşı
çıkarak böyle olmadığını söyleyecek olsa onunla alay ederler. İşte o vakit sen de şunu
öğreneceksin: Acaba Rasûlullah (s.a)'dan gelen haberler ilim ifade eder mi, etmez mi? Sen bu
haberlerden ve onları öğrenmekten yüz çevirmekte iken elbette bunlar senin için bir bilgi ifade
etmezler. Şâyet bunlar aynı zamanda senin için bir zan dahi ifade etmez diyecek olursan aslında
bununla sen kendi payına düşenin ne olduğunu haber vermiş olursun."28
Bir başka yerde şunları söylemektedir: "Eğer bu kimse bu haberlerden yüz çevirir yahut
onların rivayetinden uzaklaşırsa buna karşılık bu haberlerin aksini söyleyen kimseler hakkında
hüsn-ü zan beslerse yahut kalbindeki şeytani bir vesvese bunlarla çatışırsa işte o vakit durum yüce
Rabbimizin söylediği gibi olur:"Deki: 'O iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman
etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o onlar için bir körlüktür.' İşte onlar
kendilerine uzak bir yerden seslenilir (gibidirler)." (Fussilet, 44/44) Eğer bunun kat kat fazlası
dahi olsa bu kimseler için iman ve ilim husûle gelmez. Tevatür gereğince kalbte ilmin husûlü ise -
tokluk, suya kanmışlık ve benzeri halleri hissetmek gibi-dir. Haberlerin herbirisi belli bir ölçüde
ilim ifade eder. Haberler birden çok olur ve güçlenecek olursa ya çoklukları ya kuvvetleri yahutta
her iki özelliğin birarada bulunması dolayısıyla ilim ifade ederler... Bu haberleri dinleyen kimsenin
kalbinde bunların geliş yollarına dair bilgi, ravilerinin durumlarına dair bilgi ve ne anlama
geldiklerine dair kavrayış, dinleyenin kalbinde biraraya geldiği takdirde o kimse artık bertaraf
etmesi imkanı olmayan zorunlu (kesin) bir ilim elde etmiş olur. Bundan dolayı ümmet arasında
doğruluk lisanına sahib bütün hadis imamları bu gibi hadislerin muhtevasının kesinliğine
inanıyorlar ve Rasûlullah (s.a)'a bu hususta şahitlik ediyorlardı. Ayrıca bununla birlikte onların
yaşayışlarını ve hallerini bilen kimseler doğrulukları, güvenilirlikleri ve dine bağlılıkları itibariyle
insanların en büyükleri arasında yer aldıklarını, en güçlü akıl sahibi olduklarını, doğruluğu
araştırmakta ve onu korumakta en ileri derecede olduklarını, yalandan en uzak kimseler olduklarını
da bilir. Onlardan herhangi bir kimsenin bu hususta babasına, oğluna, hocasına, arkadaşına dahi
hiçbir iltimas tanımadıklarını, Rasûlullah (s.a)'dan gelen rivayeti onların dışında hiçbir kimsenin
ulaşmadığı bir seviyede araştırdıklarını da görür. Ne önceki peygamberlerden rivayet nakledenler
arasından ne de peygamberlerin dışındakilerden nakledenler arasından hiç kimse bu seviyeye
ulaşabilmiş değildir. Onlar kendi hocalarını bu halde ve hatta daha büyük bir seviyede gördüler.
Hocaları da kendilerinden öncekilerini bu şekilde hatta daha ileri derecede gördüler ve nihayet bu
durum yüce Allah'ın kendilerinden en güzel şekilde övgüyle sözettiği, onlardan razı olduğunu ve
onları seçtiğini haber verdiği, onları kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı şahitler edindiğini
belirttiği nesle kadar bu böylece sürüp gider. Şimdi bu hususları düşünen bir kimse artık onların
peygamberlerinden naklettikleri hususunda kesin bir bilgi ifade ettiğini, bu bilginin herbir kesimin
kendi mensub olduğu kimseden naklettiği bilgiden daha büyük olduğunu anlar. Bu onların
ruhlarında, içlerinde hissettikleri bir husustur. Bunu inkar etmek onlar için mümkün değildir. Hatta
bu onların duydukları acı, zevk, sevgi ve nefret seviyesindedir. Hatta onlar bu hususta şahitlik
ederler, yemin ederler ve bu hususta kendilerine muhalefet edenlerle naletleşmeye de hazırdırlar.
Peygamber efendimizin haber ve sünnetlerine tenkid yönelten kimselerin söyledikleri bu
haberleri rivayet edenler yalancı olabilirler yahut şaşırmış olabilirler şeklindeki sözleri onun
düşmanlarının söyledikleri bunu yalancı bir şeytan getirmiş olabilir sözleri ayarındadır. Herkes
bilir ki hadis ehli bütün kesimlerin en doğru sözlü olanlarıdır. Tıpkı Abdullah İbnu'l-Mübarek'in
söylediği gibi: "Ben dinin hadis ehli nezdinde, kelâmın Mutezile nezdinde, yalanın Rafızilerde,
hilelerin de Re'y ehlinde olduğunu gördüm." Hadis ehli Rasûlullah (s.a)'ın bu haberleri
söylediğini bildiklerine ve çeşitli zaman ve mekanlarda bunları hadis olarak dile getirdiğine dair
bilgi sahibi olduklarına ve onların bu husustaki bilgileri zaruri (kesinlik) derecesinde olduğuna
göre sünnet ve hadise itina göstermeyen kimselerin söyledikleri: Bu haberler ahaddır, bilgi ifade
etmez şeklindeki sözleri onlara karşı delil teşkil eder. Çünkü onlar kesin ilim iddiasındadırlar,
hasımları ise ya kendileri yahutta hadis ehli için böyle bir bilginin husûle geldiğini kabul
etmemektedir. Eğer kendileri için bunun husûle geldiğini kabul etmiyorlarsa bu başkaları için böyle
bir bilginin husûle gelmemesini gerektirmez. Eğer hadis ehlinde bu bilginin husûle geldiğini kabul
etmiyorlarsa o takdirde içten içe doğru olduğunu bildikleri bir konuyu bile bile inkar etmektedirler.
Bu da kendi içinde hissettiği sevinci, elemi korkusu ve sevgisi hususunda başkaları ile bile bile
tartışan ve inatlaşan kişi konumuna düşer. Tartışma bu sınıra ulaştığı takdirde ise onda herhangi
bir fayda kalmaz. Bu durumda Allah'ın Rasûlüne emrettiği karşılıklı mübahale (lanetleşme)ye
başvurmak gerekir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Sana bunca ilim geldikten sonra kim seninle
onun (İsa'nın) hakkında çekişirse de ki: 'Geliniz, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, biz kendimizi siz de kendinizi çağıralım. Sonra dua ve niyaz edelim de Allah'ın
lanetinin yalan söyleyenlerin üzerine olmasını isteyelim.“ (Al-i İmran, 3/61)"29
19- Bu batıl sözün gereklerinden birisi de akide hususunda sadece Kur'ân'da gelenler ile
yetinmek, hadisi ondan ayırmak ve hadiste akaide ve gaybi hususlara dair hususlara hiçbir şekilde
aldırmamakta vardır. Tıpkı günümüzde "Kur'âniyyun" diye bilinen bir kesim gibi. Çünkü onlar
Kur'ân'a uygun düşen kısmı hariç kesinlikle dinde hadisi kabul etmezler. Bu sebebten ötürü
namazları bizim namazımızdan30 farklıdır. Zekatları bizim zekattan ayrıdır. Hatta bütün ibadetleri
bizimkilerden farklıdır. Buna bağlı olarak onların akideleri de bizim akideden farklıdır. Bu tabiat-ı
haliyle onların müslüman olmamaları ile eş anlamlıdır. Bunlar Rasûlullah (s.a)'ın kendisinden gelen
sahih hadiste işaret ettiği kimselerdir: "Şunu bilin ki bana kitab ve onunla beraber onun gibisi
verildi. Şunu bilin ki pek yakında karnı tok bir adam koltuğuna uzanmış olarak şöyle
diyecektir: Siz bu Kur'ân'a bakınız. Onda helal diye bulduğunuz şeyleri helal kabul ediniz.
Haram diye bulduğunuz şeyleri haram biliniz. Şunu bilin ki sizlere ehli merkebler de, yırtıcı
hayvanlardan parçalayıcı azı dişi olanlar da, sahibi tarafından kendisine ihtiyaç duyulması
hali dışında muahidin mukatası (yitik malı) da helal değildir. Her kim bir topluluğa misafir
olacak olursa onların onu ağırlamaları gerekir. Onu ağırlamayacak olurlarsa kendisini
ağırlayacakları kadarıyla onlardan alabilir." Hadisi Ebu Davud (II, 505) rivayet etmiştir.
Derim ki: Bu batıl görüşü kabul edenler sözü geçen sapıklarla, sapıklıkları noktasında büyük
bir oranda birleşmektedirler. Bu ise akide ile ilgili hususlarda Kur'ân ile yetinmektir. Bu her ne
kadar ilk anda onların işaret olunan görüşlerine muhalif görünüyorsa da -çünkü onlar akideyi
mütevatir hadis ile kabul ederler- hakikatte, manada değil sadece lafzî bakımdan onların
görüşlerinden ayrılmaktadırlar.
İşin gerçeği şudur: Böyle bir görüş onlar için nazaridir, ameli değildir. Yoksa bu görüşü
benimseyenler mütevatir bir hadise bina ettikleri bir tek itikadi bir hususa inandıklarını göstersinler.
Ben kişi olarak kelâm alimlerinden herhangi bir kimsenin mütevatir bir hadise dayanarak itikadi bir
hususu tesbit ettiğini zannetmiyorum. Çünkü onlar hadisler ve hadislerin geliş yolları konusunda
insanların en bilgisizidirler. Hadisle uğraşmak ve hadislerin yollarını tesbit etmek istemek
hususunda da insanlar arasında rağbetleri en az olanlardır. Daha önce açıklandığı gibi. Bundan
dolayı onların hadis ilmi alimlerince mütevatir kabul edilen pekçok hadis hakkında ahad haberdir
diye hüküm verdiklerini görüyoruz.
Beni en çok üzen hususlardan birisi de şudur: Bazı yazarlar kimi kitablarında kaydettikleri
şekilde her ilim dalında o ilmin uzmanlarına başvurmak gerektiği ilkesini kaydetmekle birlikte
arkasından onların mütevatir hadislere ahad hadis hükmünü verdiklerini görüyoruz. Bu hususta
onlar ya geçmişteki yahutta çağdaş kelâm alimlerini taklid etmektedirler. Halbuki bu alanda hadis
ilmi bilginlerine hadisin yollarını ve ricalini bilen kimselere başvurmamaktadırlar.
İşte onlardan birisi yüce Allah'ın her gece dünya semasına inişini tesbit eden hadis ile ilgili
olarak şunları söylemektedir: "İniş ve buna benzer yüce Allah'ın semada olduğu hususunu ahad
birtakım hadisler ifade etmiştir. Ancak ahad hadisler ilim ifade etmezler."
Her ne kadar nuzul (dünya semasına iniş) hadisi, hadis alimlerince mütevatir olup bu hususu
büyük ilim adamı İbnu'l-Kayyim Tehzibu's-Sünen (VII, 107)'de tesbit etmiş ve: "Bu hadisi yirmi
küsur sahabi rivayet etmiştir." demiş. Beyhakî bunlar arasından on sahabinin adını el-Esma ve's-
Sıfat (251)'de vermiş. Buhari ve Müslim ile el-Acurrî (307-309) bu hadislerin birkaçını zikretmiş
bulunmakta ise de ben bu hadislerin bir bölümünü "İrvau'l-Ğalil fi Tahrici Ahadiysi Menari's-Sebil"
(no: 450) ve "Tahricu Kitabi's-Sünne li İbni Ebi Asım" (no: 492-508) tahric ettim.
Yüce Allah'ın semada oluşu ile ilgili hadisler ise mütevatir olmasa dahi müstefizdir. Sadece
Beyhakî (421-424) bunların beş tanesini rivayet ettiği gibi bununla birlikte "gökte olanın... emin mi
oldunuz" (el-Mülk, 67/17) âyetinin de -uydurma mecaz adı altında te'vil ve ta'til (sıfatların reddi)
sözkonusu olmayacak olsaydı- vardır.31
Yine bazıları yüce Allah'ın görüleceğine dair ru'yet hadisi hakkında ahad hadistir hükmünü
vermektedir. Halbuki bu uzmanlarca mütevatir bir hadistir. Hatta uzman olmayanlara göre bu
böyledir. Ebu'l-Hasen el-Eş'arî bu hadisin mütevatir olduğunu açıkça ifade etmiş bulunmaktadır.32
Aynı şekilde Mesih'in nüzulü, Deccal'in ortaya çıkması ile ilgili hadisin de mütevatir
olmadığına hükmedilmektedir. Bunlar gençlerin kendilerine iman etmekle mükellef tutulmadığı
itikadi meselelere bir örnektir. Bununla birlikte nüzul hadisi hadis ehlince mütevatirdir. Ben tek
başıma bu hadisi yirmi ayrı sahabiden, yirmi rivayet yolunu topladım. Hepsi de İsa (a.s)'ın ahir
zamanda ineceğini açıkça ifade etmektedir. Bu ashabın bazılarının rivayetlerini onlardan hepsi de
sahih birden fazla rivayet yolu dahi vardır. Ben "er-Risale" dergisinde bu hadis ile İsa (a.s)'ın hayatı
ve vefatı ile ilgili sorulan soruya verilen cevab üzerine bir reddiye olmak üzere geniş bir makale
hazırlamıştım. Bu soruya verilen cevabta yazar hadisin ahad olduğunu iddia ediyordu. Ben bu
makaleyi bu dergiye göndermeyi kararlaştırmıştım. Ancak kavrayışlı ediblerden birisi böyle bir işi
yapmamamı söyledi. Çünkü onlar yazara tarafgirlik ederek bu makaleyi yayınlamayacaklardı. Eğer
mutlaka göndermek istiyorsam onu özetlememi söyledi. Ben de bir buçuk sahifede o cevabı
özetledim. Aslı ise yaklaşık yirmi sahife idi fakat özeti dahi neşredilmedi.
Bunlar mütevatir hadisler arasından oldukça fazla bir yekûn arasından az miktardaki
örneklerdir. Bu husustaki hadislere dair bilgisi olmayan kimseler bunların ahad hadis olduğu
hükmünü vermektedirler. Halbuki bu hadisler hadis ilmi ehlince mütevatir hadislerden en meşhur
olanlarıdır. Kelâm alimleri eğer bunların hakikatlerini tesbit etmiyor ve muhtevalarının kat'î
olduğuna inanmıyor, bu hadislere itikad etmiyor iseler "artık bundan sonra hangi söze
inanacaklar" (el-Murselat, 77/50)
O halde gerçek dediğimiz gibi: Bu batıl görüş sahiblerini akide hususunda Kur'âniyyuna
uyarak yalnızca Kur'ân ile yetinmeye götürür. Az önce zikrettiğimiz bazı örnekler söylediklerimizi
isbata yeterlidir. Fakat bunlar istinbat ve karşı tarafı susturmak kabilinden şeylerdir. Şimdi bu
hususta çağdaş yazarlardan birisinin açık ifadelerine dikkat edelim. O açıktan açığa "tevhid
hususunda yalnızca Kur'ân âyetlerine başvurmakla yetinmeye" çağırmaktadır.33
Daha önce bu batıl iddiayı çağdaş bazı ilim adamları ileri sürmüştür. Bunlardan birisi de
Ezher'in ünlü şeyhlerinden (ilim adamlarından) birisidir. O bu çağrıyı tevile mehal bırakmayacak
şekilde daha açık bir ifadeyle şöylece dile getirmişti:
"Gaybî meselelerde akidenin kaynağının yalnızca Kur'ân olduğuna iman eden müslümanlar -
ki bu bizim kendisine iman ettiğimiz bir gerçektir- meleklere iman hususunda Kur'ân-ı Kerim'in
meleklere dair haber verdikleri kadarıyla yetinirler.34 Yine şöyle diyor (sahife 431):
"Akaidde hadisin tek başına tesbit ettiği hiçbir husus yoktur." (S.61'de) şunları
söylemektedir:
"el-Makasıd (kelâm kitablarından birisi) müellifi şunu tesbit etmiştir: Kıyamet alametlerine
dair bütün hadisler ahad hadislerdir." İşte hadislerdeki hususlara itikadı mutlak olarak inkar
edenlerin ulaştıkları sonuç budur. Onlar eğer bu batıl iddiada bulunmamış olsalardı bu noktaya
gelmezlerdi. Madem böyle bir kanaat bu kadar büyük bir batıl sonucu beraberinde getiriyor ise
yalnızca bu dahi böyle bir görüşün batıl olduğuna hüküm vermek için yeterlidir. Hele ona az önce
geçen hususlarda eklenebiliyorsa durum ne olur? Hele bunlara aşağıda açıklayacağımız hususda
eklenirse ne olur? Bu da bunların sonuncusudur. Bununla bu batıl görüşün nihai maksadı da açıklık
kazanmış olacaktır. O da sonradan gelenlerin öncekilerden miras olarak devraldıkları İslam
akidesinin sonunu getirmek yahutta en azından o akide hakkında şüphe uyandırmak:
20- İsa (a.s)'dan rivayet edilen hikmetli bir söz vardır. Bu sözde yalancı peygamberler,
Deccal, yalancılar hakkında: "Siz onları verdikleri meyvelerinden tanırsınız." demektedir.
Müslümanlar arasından akide ahad hadislerle sabit olmaz diyen bu batıl sözün meyvesini görmek
isteyenler biraz sonra sonrakilerin öncekilerden aldığı ve hakkında hadis-i şeriflerin bol ve birbirini
destekler mahiyette geldiği İslami akideden olan hususlar üzerinde düşünmelidirler. İşte o vakit
muhalif kanaatte olanların benimsedikleri bu görüşün ne kadar tehlikeli olduğu açıkça ortaya
çıkacaktır. Onlar bu görüşlerinin sebeb teşkil ettiği müslümanların sahib oldukları sahih itikadi
meseleleri inkar etmek suretiyle ortaya çıkan haktan alabildiğine uzak bu sapıklığa ulaşacağının
farkında bile olmamışlardır. Şimdi şu an hatırıma gelen sözünü ettiğim bu hususları size sunayım:
1- Adem (a.s) ile onun dışında Kur'ân-ı Kerim'de adı anılmayan diğer peygamberlerin
peygamberliği.
2- Peygamberimiz Muhammed (s.a)'ın bütün peygamber ve rasûllerden daha faziletli olduğu.
3- Onun mahşerde gerçekleşecek olan büyük şefaati.
4- Ümmeti arasından büyük günah işlemiş olanlara şefaati.
5- Kur'ân'ın dışında bütün mucizeleri. Bunlardan birisi de inşikaku kamer "ayın yarılması"
mucizesidir. Bu mucize Kur'ân'da zikredilmiş olmakla birlikte onlar Rasûlullah (s.a)'a bir mucize
olmak üzere verilmiş inşikakı kamerin gerçekleştiğini açıkça ifade eden sahih hadislere aykırı bir
şekilde te'vil etmişlerdir.
6- Peygamber efendimizin bedeni sıfatları ve ahlaki birtakım şemaili.
7- Yaratmanın başlangıcından meleklerin, cinlerin, cennet ve cehennemin sıfatlarından,
bunların ikisinin yaratılmış olduklarından, hacer-i esved'in cennetten gelmiş olduğundan sözeden
hadisler.35
8- Suyutî'nin "el-Hasaisu'l-Kübra" adlı eserinde topladığı Peygamber (s.a)'ın özellikleri.
Cennete girmiş olması, cennettekileri ve orada takva sahibleri için hazırlanmış olanları görmesi,
cinlerden onunla birlikte olanı müslüman olması ve benzeri hususlar.
9- Aşere-i mübeşşere'nin cennette cennet ehlinden olacaklarına dair kesin kanaat.
10- Kabirde münker ve nekirin soru soracağına iman.
11- Kabir azabına inanmak.
12- Kabrin sıkıştırmasına inanmak.
13- Kıyamet gününde iki kefesi bulunan mizana iman etmek.
14- Sırata inanmak.
15- Peygamber (s.a)'ın havzına ve ondan bir defa içenin ondan sonra ebediyyen bir daha
susamayacağına inanmak.
16- Peygamber (s.a)'ın ümmeti arasından cennete hesabsız olarak yetmişbin kişinin
gireceğine inanmak.
17- Peygamberlere mahşerde tebliğ ettiklerine dair soru sorulacağına inanmak.
18- Hadis-i şerifte sahih olarak gelmiş bulunan kıyametin, haşrın ve neşrin niteliklerine dair
haberlerin tümüne inanmak.
19- Hayrıyla, şerriyle kaza ve kadere, yüce Allah'ın her insanın saadetini, bedbahtlığını,
rızkını ve ecelini yazdığına inanmak.
20- Herşeyi yazmış bulunan kaleme inanmak.
21- Kur'ân-ı Kerim'in mecazi olarak değil, hakikat manasıyla Allah'ın kitabı olduğuna iman
etmek.
22- Arşa ve kürsüye mecaz olarak değil, hakikat anlamıyla iman etmek.36
23- Büyük günah işlemiş mü'minlerin cehennem ateşinde ebediyyen kalmayacaklarına
inanmak.
24- Şehidlerin ruhlarının cennette yeşil kuşların kursaklarında bulunduğuna inanmak.
25- Yüce Allah'ın peygamberlerin cesetlerini yemeyi yeryüzüne haram kıldığına inanmak.
26- Yüce Allah'ın Peygamber (s.a)'a ümmetinin getirdiği selamları tebliğ edinen seyyah
(gezgin) meleklerin varlığına inanmak.
27- Mehdinin çıkması, İsa (a.s)'ın inmesi, Deccal'in çıkması, Dabbetu'l-Arz'ın bulunduğu
yerden çıkması ve buna benzer sahih hadislerle belirtilmiş bulunan kıyamet alametlerinin tamamına
inanmak.
28- Müslümanların bir tanesi müstesna hepsi cehenneme girecek olan yetmişüç fırkaya
ayrılacaklarına inanmak. Cehennem ateşine girmeyecek tek fırka ise ashab-ı kiramın akide, ibadet
ve yaşayış itibariyle izlediği yola sımsıkı yapışanlardır.
29- Cenab-ı Allah'ın sahih sünnette belirtilmiş alî, kadir gibi bütün esma-i hüsnasına yukarda
oluş, nüzûl ve benzeri bütün yüce sıfatlarına inanmak.
30- Peygamber (s.a)'ın yüksek semavata urûç ettiğine ve orada Rabbinin pek büyük âyet ve
belgelerini gördüğüne inanmak.
Bunlar mütevatir yahut müstefiz olarak sabit olmuş hadislerde varid olmuş bulunan doğru
İslami akidenin bazılarıdır. Ümmet bütün bunları kabul ile karşılamıştır. Bunların sayıları yüzü
bulabilir. Her ne kadar bu husus ahad hadisler ile akidenin sabit olacağını kabul etmeyen kimseleri
bağlayıcı olmakla birlikte müslümanlardan herhangi bir kimsenin bunları inkara yahutta bunlar hakkında şüphe uyandırmaya kalkışma cesaretini göstereceğini zannetmiyorum. Yüce Allah bizleri
de, onları da dosdoğru yola iletsin.
Duamızın sonu alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdetmektir.
ÖNSÖZ
Bir ve tek Allah'a hamdolsun. Salât ve selâm kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan o yüce peygambere, onun aile halkına, ashabına ve askerlerine.
Uzun asırlardan beri müslüman kelâm âlimlerinin bazıları arasında yanlış bir düşünce ve tehlikeli bir görüş ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu da onların: “Âhâd hadis şer'î hükümlerde
delil olmakla birlikte, İslâmî akâid meselelerinde delil değildir” şeklindeki görüşlerdir. Bu görüşü müteahhir birtakım usul alimleri de kabul etmiş, çağımızda birtakım yazarlar ve İslam
davetçileri de benimsemiş bulunmaktadır. Öyle ki, bazıları bunu araştırılması ve tartışılması söz
konusu olmayacak kadar apaçık bir hüküm gibi kabul ettiler. Bazıları daha ileriye de giderek kesinlikle âhâd hadisler esas alınarak akide oluşturulamaz. Bu işi yapan bir kimse fasık ve günahkârdır. Bu istisnâi görüşe cevab vermek amacıyla geçmişte ve günümüzde birçok İslam âlimi yazılı cevablar vermişlerdir. Bu husustaki en önemli reddiyelerden birisi de merhum büyük ilim adamı
İmam İbnu'l-Kayyim'in "es-Savâiku'l-Mürsele" adlı kitabında yazdıkları ile büyük imam merhum İbn Hazm'in çok değerli eseri "el-İhkâm fi Usuli'l-Ahkâm" adlı eserinde yazdıklarıdır.
Bu önemli konuda yaklaşık onyedi yıl önce bir araştırma kaleme almış ve Dımaşk'da (Şam'da) kültürlü müslüman gençlerden oluşan bir topluluğa onu sunmuştum. Bu hususta imkanım olduğu kadarıyla sözü geçen bozuk görüşe karşı kesin deliller ile parlak belgeleri de biraraya
getirmiştim. Bu görüşteki kelime oyunları ve gerçeklerin karıştırılması üzerindeki perdeleri de aralamaya çalışmıştım. Lutfettiği başarıdan dolayı yüce Allah'a hamdolsun ki bunun bu tehlikeli görüşe karşı kardeşlerin çoğunun korunmasında ve böyle bir akımın peşine takılıp gitmekten yana
himaye edilmelerinde ciddi bir etkisi olmuştu. Yine bu etkinin neticesinde bu yanlış görüşün bu topraklarda yayılması geriletilmiş, bu görüşe davet edip ona sarılanlar da susturulmuştu.
Kardeşlerin birçoğu o faydalı araştırmanın basılıp yayınlanması teklifini yaptı. Böylelikle mümkün olan daha çok sayıda müslüman bundan yararlanabilsin. Bundan dolayı biz de "Akâidde ve ahkamda hadis bizatihi delildir" adlı risalemizde mümkün olan en yakın fırsatta bunu
yayınlayacağımıza söz vermiş idik. İşte biz şimdi bu husustaki pekçok isteği yerine getiriyor ve
daha önce verdiğimiz sözün gereğini ifa ediyoruz. Bu risalemizi tekrar gözden geçirip bazı
düzeltmelerden sonra değerli okuyucularımıza sunuyoruz. Yüce Allah'tan bununla pekçok hayrı
gerçekleştireceğini ve bu konudan ayakları kaymış ve ilk müslümanların yolundan uzaklaşmış
kimseleri de geri çevirmesini niyaz ederiz. Bununla sünneti sevenlere ve ona sımsıkı sarılanlara
kendisiyle peygamberlerinin sünnetini savunup bu husustaki şüpheleri geri püskürtecekleri etkin
silahı da sunmuş oluyoruz. Bununla gerekli şüphe ve vehimleri de darmadağın edebileceklerdir.
Sözlerimizin sonunda yüce Rabbimizden bu risalemiz dolayısıyla bizleri mükafatlandırmasını ve
dinini savunan, şeriatini himaye eden kimseler arasında yazmasını niyaz ederiz. Şüphesiz ki O
herşeyi işitendir, duaları kabul edendir.
**
Akâide Ahâd Hadisleri Kabul Etmenin Gereği:
Bazılarının kanaatine göre akide ancak kat’î delille sabit olur. Ya âyet ile yahutta gerçek
anlamda mütevatir bir hadis ile ayrıca bu delilin tevili kabil olmaması da şarttır. Bu görüş sahibi
şunu da iddia eder: Bu usül alimleri tarafından ittifakla kabul edilmiş bir husustur. Ahâd hadisler
ilim ifade etmez.1 Ve onunla itikadî bir hüküm sabit olmaz.2
Diyoruz ki: Bizler kelâm alimlerinin ilk gelenlerinden (mütekaddimûn arasından) bazılarının
bu görüşü ileri sürdüklerini bilmekle birlikte bu görüş pekçok yönden çürütülmüştür:
1- Evvela bu görüş sonradan bid'at olarak ortaya çıkmıştır. Bunun İslam şeriatında esası
yoktur. Kitabın gösterdiği yola ve sünnetin direktiflerine yabancıdır. Selef-i salih böyle bir şey
bilmiyorlardı. Bu husus onlardan hiçbirisinden nakledilmiş değildir. Hatta böyle bir şey hatırlarına
bile gelmemiştir. Hanif dinde bilinen ve kabul edilen husus şudur: Din ile ilgili bid'at olarak
ortaya atılan herbir husus batıldır ve merduttur. Hiçbir şekilde kabul edilmesi caiz değildir.
Peygamber (s.a)'ın: "Her kim bizim bu işimizde ondan olmayan bir şeyi sonradan ortaya
çıkartırsa o merduttur." (Buhari ve Müslim) buyruğu ile: "Sonradan ortaya çıkartılmış
işlerden olabildiğince sakının çünkü sonradan ortaya çıkartılmış herbir iş bir bid'attir.
Herbir bid'at bir sapıklıktır ve her sapıklıkta cehennem ateşindedir." (Hadisi İmam Ahmed,
Sünen sahibleri ve Beyhaki rivayet etmiş olup son cümle Nesai ve Beyhaki'de yer almıştır. Senedi
sahihtir.) Hadisleriyle amel etmekte bunu gerektirmektedir.
Bu görüşü kelâm alimlerinden bir topluluk ile onların görüşlerinden etkilenen sonraki
(müteahhirûn) usul alimlerinden bir grub ilim adamı ileri sürmüş, çağdaş bazı yazarlar da onların bu
dediklerini tartışmasız ve delilsiz kabul etmişlerdir. Halbuki akidenin durumu bu olmamalıdır.
Özellikle akidenin sabit olması için delalet ve subutta kat'ilik şartını koşanlar için bu böyle
olmalıdır.
2- Böyle bir görüş Peygamber (s.a)'dan sabit, sahih ve sadece akide ile ilgili olduğu için
yüzlerce hadisi reddetmeyi de gerektirmektedir. Çünkü bu akideye göre âhâd hadisler ile itikadi
meseleler sabit olmaz. Bu kelamcılar ve onlara uyanlara göre durum böyle ise biz de onlarla
kendilerinin inandıkları esaslara göre hitab ediyor ve onlara şunu diyoruz: Sizin bu husustaki
inancınızın doğruluğuna dair elinizde bir âyet yahutta subûtu da kat'î ve aynı şekilde delaleti de
kat'î, tevil edilme ihtimali bulunmayan mütevatir bir hadis var mıdır?
Bazıları bu soruya cevab vermeye çalışarak zanna uymayı yasaklayan bazı âyetleri görüşüne
delil gösterebilir. Yüce Allah'ın müşrikler hakkındaki:"Onlar ancak zanna uyarlar. Zan ise
şüphesiz hak adına hiçbir şey ifade etmez." (en-Necm, 53/28) buyruğu ile benzerlerini delil
göstermeye çalışırlar.
Biz ise buna iki bakımdan cevab vereceğiz:
a- Bu ve benzeri âyet-i kerimelerin üzerine indirildiği zat ile fertlere ve topluluklara ilmi
başkalarına taşımalarını emreden diğer âyetlerin üzerine indirildiği zat aynı zattır. Yüce Allah'ın şu
buyruğu gibi:"Mü'minlerin topluca (savaşa) çıkmaları gerekmez. Onların herbir topluluğundan
bir kesim (taife) de dinde fakih olmak ve kendilerine döndükleri zaman kavimlerini uyarmak
üzere (geri) kalmalı değil miydi? Olur ki sakınırlar diye." (et-Tevbe, 9/122) gibi.
"Taife" ise sözlükte bir ve birden fazla kimseler için kullanılır.3 Buna göre âyet-i kerime
taifenin kavimlerine geri döndükleri takdirde kavimlerini uyaracaklarını ifade etmektedir. Uyarmak
(inzâr) ise ilim ifade eden bir hususu bildirmektir. Bu şeriatın getirdiği akide ve başka hususları
tebliğ etmekle olur.
Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu kabildendir:"Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber
getirirse... iyice araştırın." (el-Hucurat, 49/6) Buyruktaki "iyice araştırın" anlamındaki lafız bir
başka kıraatte "iyice tesbit edin" anlamındadır. Bu da güvenilir vâhid haberin kesin olarak kabul
edileceğine ve ayrıca işi iyice araştırmaya gerek olmadığının delilidir. Çünkü böyle bir kimsenin
verdiği haber eğer bilgi ifade etmiyorsa o takdirde ilim elde edilinceye kadar işin sağlam
tutulmasını emredecekti. İşte bu ve benzeri buyruklar vâhid haberin ilim ifade ettiğinin delilidir.
Buna göre onların iddia ettikleri gibi zikredilen âyet-i kerimeyi delil göstermelerine imkan
yoktur. Aksi takdirde bu âyet ile diğer iki âyet çatışır. Bunun yerine bu âyetin önceki iki âyetle
uyum arzedecek şekilde tefsir edilmesi gerekir. Mesela o âyette geçen "zan" ile kastedilen ilim ifade
etmeyen düşük seviyeli zan olduğu kabul edilmelidir. Hatta böyle bir zan şeriata muhalif hevâ ve
maksatlar üzerinde kurulu olan bir zandır.
Nitekim bunu bir diğer âyet-i kerimedeki yüce Allah'ın:"Onlar ancak zanna ve nefislerin
hevasına uyarlar. Halbuki andolsun ki Rablerinden kendilerine hidayet gelmiştir." (en-Necm,
53/23) buyruğu bunu açıklamaktadır.
b- Eğer onların ileri sürdükleri gibi akide âhâd haberlerle sabit olmayacağına dair kat'î bir
delil bulunmuş olsaydı bunu ashab-ı kiramın açıkça ifade etmeleri ve ileride adları verilecek ilim
adamları bu hususta muhalefet etmemeleri gerekirdi. Çünkü bu kadar ilim adamının kat'î delaleti
olan bir hususu inkar etmeleri yahutta bilmemelerini akıl kabul etmez. Çünkü onların sahib
oldukları fazilet, takva ve geniş ilim buna elvermez. Bu hususta onların muhalif olmaları böyle bir
görüşün yahutta ahad hadisler hakkındaki böyle bir inancın kat'î olmayan zannî bir görüş olduğunu
ortaya koymaktadır. Ahad hadisleri kabul etmekle hata ettiklerini varsaymaya dahi yer yoktur.
Çünkü onlar isabet etmişlerdir. Onlara muhalefet eden kelâm alimleri ile onların taklidçileri hata
içindedirler. İleride açıklaması geleceği üzere.
3- Âhâd hadislerin şer'î hükümler konusunda delil alınması gerektiğine dair bizim de, onların
da hep birlikte ele aldığımız kitab ve sünnetin bütün delillerine bu görüş aykırıdır. Çünkü bu âhâd
hadisler Rasûlullah (s.a)'ın ister akide ile ilgili olsun, ister bir hüküm ifade etsin, Rabbinden
getirmiş olduğu hususlar için geneldir ve kapsamlıdır. İkinci gerekçeyi açıklarken buna delil teşkil
eden bazı âyetleri sözkonusu etmiştik. Merhum İmam Şafîi bunları "er-Risale" adlı kitabında
kapsamlı bir şekilde sıralamış bulunmaktadır. Dileyen oraya bakabilir.4 Dolayısıyla bu delilleri
akaidi dışarıda tutarak sadece fıkhî hükümlere tahsis etmek, tahsis edici bir delil olmaksızın yapılan
bir tahsistir. Bu da batıldır, bunun gerektirdiği hüküm de batıldır. O halde böyle bir delillendirme de
batıldır.
4- Sözü edilen görüşü sadece sahabe dile getirmemiş değildir. Aksine onların izledikleri yola
da aykırıdır. Çünkü bizler kesinlikle şunu biliyoruz: Onlar aralarından herhangi bir kimse
Rasûlullah (s.a)'dan naklettiği bir hadise kesin olarak inanırlardı. Bu hadisi Rasûlullah (s.a)'dan
kendilerine nakleden hiçbir kimseye.
Senin bu haberin vâhid bir haberdir. Mütevatir derecesine ulaşmadıkça ilim ifade etmez,
dememişlerdir. Aksine onlar, âhâd hadisler ile kabul edilmesi gerektiği hususunda akaid ile fıkhî
hükümler arasında ayırım gözetmek, şeklinde kendilerinden sonraki bazı müslümanlara sızan böyle
bir felsefeyi hiç bilmiyorlardı. Hatta onlardan herhangi bir kimse, kendisine mesela, Allah'ın
sıfatları ile ilgili bir hadis naklettiği takdirde, hemen onu kabul ediyor ve bu sıfata kat'î olarak
inanıyordu. Yakındaki kimsenin işittiği gibi uzakta olanın da duyacağı bir sesle kıyamet gününde
yüce Rabbimizin konuşması ve seslenmesi;5 her gece dünya semasına inmesi6 şeklindeki hadislere
inandıkları gibi. Rasûlullah (s.a)'dan yahutta bir sahabiden bu hususları hadis olarak nakledenden
işiten her kimse, adaletli ve doğru sözlü kimseden sadece işitmekle bu sıfatın varlığına inanıyordu.
Bu sıfatların varlığı hakkında şüphe etmiyordu. Hatta onlar kimi zaman ahkâma dair bazı hadislerde
bir başka hadis ile açıklık gelene kadar işlerini sağlam tutma yoluna dahi gitmişlerdi. Nitekim Ömer
(r.a) Ebu Musa'nın naklettiği rivayete, Ebu Said el-Hudri'nin rivayetini destekleyici olarak
değerlendirmişti.7 Bununla birlikte onlardan herhangi bir kimse hiçbir şekilde Allah'ın sıfatlarına
dair hadislerin rivayeti hususunda başka bir destek istememişti. Aksine bunları kabul ve tasdik
etmekte, gereklerine kesin inanmakta ellerini alabildiğine çabuk tutuyorlar ve Rasûlullah (s.a)'dan
kendilerine haber verenin haber verdiği bu sıfatların varlığına inanıyorlardı. Sünnete dair asgari
bilgisi ve ilgisi olan herkes bunu iyice bilir.8
5- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.
Eğer böyle yapmazsan onun risaletini tebliğ etmemiş olursun." (el-Maide, 5/67) Bir başka yerde
ade şöyle buyurmaktadır:"Peygambere düşen de ancak apaçık tebliğdir." (en-Nur, 24/54)
Peygamber (s.a) da: "Benden tebliğ ediniz." (Buhari ve Müslim) diye buyurmuştur. Arafe
gününde toplanan büyük kalabalıkta ashabına şöyle seslenmişti: "Benim hakkımda size soru
sorulacak ne diyeceksiniz? Onlar: Bizler senin tebliğ ettiğine, görevini eksiksiz yerine
getirdiğine ve samimiyetle öğüt verdiğine tanıklık ederiz dediler. (Hadisi Müslim rivayet
etmiştir.)
Bilindiği gibi tebliğ, kendisine tebliğ olunana kendisi ile delil ortaya konulabilen bilgidir.
Bununla ilim hasıl olur. Eğer haber-i vahid ile ilim husule gelmemiş olsaydı, yüce Allah'ın kuluna
karşı hucceti haber-i vahid ile ortaya konulmuş olamazdı. Şüphesiz ki huccet ilim ifade eden şey ile
ortaya konulabilir. Rasûlullah (s.a) da ashabından kendisi adına tebliğ yapmak üzere bir kişiyi
gönderiyordu. Bununlada o kişinin tebliğ ettiği kimselere karşı delil ortaya konulmuş oluyordu.
Aynı şekilde bize karşı adil ve güvenilir (sika) şahsiyetlerin bize tebliğ ettikleri onun söz, fiil ve
sünneti ile de bize karşı delil ortaya konulmuş olmaktadır. Eğer bu ilim ifade etmeyen bir husus
olsaydı bu yolla bize karşı delil ortaya konulmuş olmazdı. Bir, iki, üç, dört veya tevatür için
öngörülen sayıdan daha aşağıdaki kimselerin tebliğ ettiği kimselere karşı da delil ortaya konulmuş
olmazdı. Bu ise batılların en büyüğüdür. O halde: Rasûlullah (s.a)'ın haberleri ilim ifade etmez
diyenler şu iki husustan birisini kabul etmekle karşı karşıyadırlar:
1-) Ya Rasûlullah (s.a) Kur'ân-ı Kerim'den ve ondan tevatür derecesine ulaşan rivayetlerden
başkasını tebliğ etmemiştir. Bunun dışında kalan hususlar ile delil de ortaya konulmaz, tebliğ de
husule gelmez diyecektir.
2-) Yahut: Delil ve tebliğ ilim sahibi olmayı gerektirmeyen ve bir ameli de icab ettirmeyen
şeylerle de hasıl olur diyeceklerdir.
Bu iki husus batıl olduğuna göre sıka (güvenilir) ve adaletli hafızların rivayet ettiği ümmetin
de kabul ile karşıladığı haberlerin ilim ifade etmediği görüşü de çürütülmüş olmaktadır. Bu da çok
açık bir husustur.9
6- Bizler kesin olarak şunu biliyoruz: Peygamber (s.a) ashab-ı kiramdan bazı kimseleri
insanlara dinlerini öğretmek üzere çeşitli yerlere gönderirdi. Nitekim Ali, Muaz ve Ebu Musa'yı çeşitli dönemlerde Yemen'e göndermiştir. Yine kesin olarak şunu biliyoruz. Dinde en önemli olan
husus akidedir. Akide bütün rasûllerin insanları kendisine davet ettikleri ilk şey olmuştur. Nitekim
Rasûlullah (s.a) da Muaz b. Cebel'e şunları söylemişti: "Sen kitab ehli olan bir kavmin yanına
gideceksin. Onları kendisine ilk davet edeceğin şey yüce Allah'a ibadet olsun. (Bir başka
rivayette: Onları Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet getirmeye çağır denilmektedir.)
Allah'ı bilip kabul ettikleri takdirde Allah'ın kendilerine beş vakit namazı farz kılmış
olduğunu haber ver..." (Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiş olup, lafzı Müslim'e aittir.)
Rasûlullah (s.a) ona herşeyden önce tevhid akidesini onlara tebliğ etmesini ve yüce Allah'ı
onlara tanıtmasını, Allah'a karşı yapılması gereken görevler ile onun tenzih edilmesi gereken
hususları öğretmesini emretmiştir. Yüce Allah'ı bilip tanıdıkları takdirde onlara neleri farz kıldığını
tebliğ edecektir. İşte Muaz'ın da yaptığı kesinlikle budur. O halde bu akidenin haber-i vahid ile sabit
olduğunun ve onunla insanlara karşı delil ortaya konulmuş olduğunun kesin bir delilidir. Durum
böyle olmasaydı Rasûlullah (s.a) tek başına Muaz'ı göndermekle yetinmezdi. Bu da çok açık bir
husustur. Allah'a hamdolsun.
Sözünü ettiğimiz hususu kabul etmeyen kimse ise üçüncüleri sözkonusu olmayacak şekilde
şu iki hususu kabul etmek zorunda kalır.
1-) Rasûlullah (s.a)'ın gönderdiği elçiler insanlara akaid öğretmiyorlardı. Çünkü Peygamber
(s.a) onlara bunu emretmemişti. Onlara sadece hükümleri tebliğ etmesini öğretmiştir. Bu az önce
geçen Muaz hadisine aykırı olmakla birlikte batıl olduğu da açıkça ortada olan bir husustur.
2-) Onlar akideyi tebliğ etmekle görevliydiler ve bu işi de yaptılar. İnsanlara İslam akaidinin
tamamını tebliğ ettiler. Bu akidenin bir parçası da "akide ahad haberlerle sabit olmaz" şeklindeki
iddia edilen görüştür. Oysa bu görüş önceden de geçtiği gibi bizatihi bir akidedir. Buna göre bu
elçiler -Allah onlardan razı olsun- insanlara şöyle diyorlardı: Bizim size tebliğ etmiş olduğumuz
akaide iman ediniz fakat sizin bunlara iman etmeniz gerekmez çünkü ahad haberdirler. Bu da
önceki gibi batıldır. Batıl bir sonuca ulaştıran bir şeyin kendisi de batıldır.
O halde bu görüşün batıl olduğu sabit olduğu gibi akaidde ahad haberi delil olarak kabul
etmenin gereği de ispatlanmış olmaktadır.
7- Sözü geçen görüş müslümanlar arasında -haberin hepsine ulaşmış olmasına rağmen-
kendilerinin inanmaları gereken hususlar bakımından aralarında fark olmasını gerektirmektedir.
Böyle bir şey de batıldır. Çünkü yüce Allah:"Şu Kur'ân bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa
onları korkutup uyarmam için vahyolundu." (el-En'am, 6/19) diye buyurmaktadır. Sahih ve
meşhur hadiste de Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Benden işittiği bir sözü dinlediği gibi
aynen başkasına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ak etsin. Çünkü kendisine tebliğ edilen nice
kişi o sözü bizzat dinleyenden daha iyi belleyebilir." (Hadisi Tirmizi ve İbn Mace rivayet etmiş
olup senedi sahihtir.)
Bunu şöyle açıklayabiliriz. Peygamber (s.a)'dan itikadi herhangi bir konuda -mesela yüce
Allah'ın dünya semasına inişi meselesi gibi- bir hadis dinlemiş olan bir sahabinin bu dinlediği
hususa inanması icab eder. Çünkü böyle bir haber o sahabiye nisbetle kesin bir bilgidir (yakîndir).
Ancak o hadisi ondan dinleyen bir başka sahabi ya da tabîine mensub bir kimsenin aynı şeye
inanması icab etmez. İsterse bu hususta delil ona ulaşmış ve ona göre de bu delil sahih olmuş olsun.
Çünkü ona bu delil ahad bir yolla ulaşmıştır. Bu yolda hadisi Peygamber (s.a)'dan dinlemiş olan
sahabidir. Böyle bir sahabinin hata etme ihtimali vardır. Dolayısıyla bu görüşü kabul edenlere göre
o sahabinin haberiyle o itikadi mesele sabit olamaz.
Böyle bir gerekçe elbetteki çürüktür, gözönünde bulundurulamaz. Çünkü onlar bunu batıl bir
kıyasa bina etmişlerdir. O da şudur: Rasûlullah (s.a)'dan haber veren bir kimsenin -bu ümmete ait
umumi bir teşrî olabilir yahut yüce Rabbin sıfatlarından herhangi birisi ile ilgili olabilir- muayyen
bir meseleye şahitlik eden kimsenin verdiği habere kıyas etmeleridir. Halbuki ikisi arasında çok
büyük bir fark vardır. Çünkü Rasûlullah (s.a)'dan haber veren kimsenin kasten veya yanılarak yalan
söylediği var sayılacak olursa onun yalan söylediğine delalet edecek herhangi bir husus ortada
yoksa bundan hareketle bütün insanların sapıklığına hükmetmek icab edecektir. Zira sözkonusu
mesele ümmetin kabul ile karşılayıp gereğince amel ettiği ve ona dayanarak yüce Rabbin sıfat ve
fiillerini tesbit ettiği haberdir. Şer'an kabul edilmesi gereken haber vermelerin ise bizatihi batıl
olması sözkonusu olamaz. Özellikle ümmetin tamamı onu kabul etmiş bulunuyor ise.
Böylelikle şer'an kendisine uyulması gereken herbir delil hakkında: O ancak hak olabilir
demek gerekir. Buna göre o dediğinin medlulü (ifade ettiği mana ve hüküm) bizatihi sabit bir
medlul olur. Bu ise şeriatin yüce Rabbin isim ve sıfatları ile ilgili verdiği haberler hakkında
sözkonusudur. Oysa tanık olunan muayyen bir hadise hakkındaki muayyen şahitlik böyle değildir.
Bu şahitliğin gereğinin bizatihi sabit olması sözkonusu değildir.
Meselenin inceliği şudur: Yüce Allah'ın ümmetin kendisini kabul etmek suretiyle zatına
ibadet etmesini istediği rasûlü vasıtası ile kendisine ait isim ve sıfatların sabit olduğunu bilmesini
dilediği haberin bizatihi yalan ve batıl olması mümkün değildir. Çünkü böyle bir delil yüce Allah'ın
kulları karşısındaki delillerindendir. Yüce Allah'ın delilleri ise asla yalan ve batıl olamaz. Aksine bu
deliller ancak hak olabilir. Hak ile batılın delillerinin aynı seviyede birbirine denk olması da
mümkün değildir. Yüce Allah'a, O'nun şeriatına ve O'nun dinine karşı uydurulmuş bir yalanın
Rasûlüne indirdiği ve yarattıklarından gereğince kendisine ibadet etmelerini istediği vahiy ile birini
diğerinden ayırdetmeyecek şekilde benzerlik arzetmesi mümkün değildir. Hak ile batıl, doğru ile
yalan, şeytanın vahyi ile meleğin Allah'tan getirdiği vahyin arasındaki fark birbirine benzemeyecek
kadar açıktır. Yüce Allah hakkın üzerinde güneşin nuru gibi bir nur bırakmıştır. Bu hak aydınlık
basiretleri tarafından rahatlıkla görülür. Batıla da gece karanlığını andıran bir karanlık giydirmiştir.
Ancak gözü görmeyen kimsenin geceyi gündüze benzetmesi de hayret edilecek bir husus değildir.
Nitekim basireti kör olan kimsenin hakkı batıla karıştırdığı gibi. Muaz b. Cebel dedi ki: "Sen
söyleyen kim olursa olsun hakkı al çünkü hakkın üzerinde bir nur vardır." Fakat kalbleri
karanlık basıp, basiretler Rasûlullah (s.a)'dan gelenlerden yüz çevirdiği için körelecek olur
insanların görüşleriyle yetindiği için zulmet (karanlık) artacak olursa o vakit kalbler hakkı batıldan
ayırdedemez, birbirine karıştırır. Ümmetin en adil ve en doğru sözlü kimselerinin rivayet ettiği
sahih hadisleri yalan kabul edebilir ve hevalarına uygun düşen uydurulmuş yalan ve batıl sözlerin
de doğru olacağını kabul edebilir ve bunları delil diye ileri sürebilir.
Meselenin özü şudur: Şanı yüce Allah'ın müslümanlara gereğince amel etmelerini farz
kıldığı adaletli ve güvenilir (sika) kimselerin verdiği haberin bizatihi yalan yahut yanlış olması
mümkün değildir. Yüce Allah hiçbir zaman böyle bir yalan ve yanlış lehine böyle bir delil de ortada
bırakmaz.
Bunun ilim gerektirdiğini söyleyen kimseler ise böyle bir şey caiz değildir derler. Aksine
onun gereğince amel etmeyi gerektiren şartlar var olduğu takdirde o delilin verdiği haberin de
bizatihi sabit olması icab eder.10 Ancak bunu Rasûlullah (s.a)'ın hadislerine, haberlerine ve
sünnetlerine gereken itinayı gösterenler bilebilir. Onların dışında kalanlar ise bu hususta basiretli
değildirler. Bunlar: Peygamberden gelen sahih haber ve hadisler ilim ifade etmez diyorlarsa aslında
kendilerinin durumlarını haber vermektedirler. Onlar bu gibi haberlerden ilim gerektirecek sonuç
çıkarmadıklarını söylüyorlar. Evet onlar kendi zatları hakkında verdikleri haberlerle doğru
söylemektedirler fakat bunların hadis ve sünnet ehli için de ilim ifade etmediğini söylediklerinde
doğruyu söylemiyorlar.11
8- Bunun gereklerinden birisi de haberi doğrudan doğruya Peygamber (s.a)'dan işitmiş olan
ashab-ı kiramdan sonra mutlak olarak hadisin akidede delil olarak alınmamasını gerektirir. Ancak
bu görüşte kendisinden önceki gibi batıldır, hatta batıl olduğu daha açık bir şekilde görülmektedir.
Bunu şöylece açıklayalım: Özellikle hadisin toplanıp tedvin edilmesinden önce
müslümanların büyük kitlelerine hadis ahad yollarla ulaşmıştır. Kendilerine az miktarda tevatür bilhassa hadisin geldiği rivayet yollarını tetkik edip, tesbit etmeye yönelmiş kimselerdir. O
bakımdan onların herbirisi azımsanmayacak sayıda mütevatir hadis tesbit edebilmiştir fakat bu
görüşü ileri süren kelâm alimleriyle onlara tabi olanların bu gibi kimselerin uzmanlık alanlarından
yararlanmaları düşünülemez. Çünkü muhaddis olan bir kimsenin söylediği: "Bu mütevatir bir
hadistir." sözü onlara göre mütevatir olduğu hususunda yakîn bir kanaat ifade etmez. Çünkü böyle
bir şeyi söyleyen kimse sadece bir kişidir. Dolayısıyla onun verdiği haber vahid haberdir ve onlara
göre ilim ifade etmez. Ancak onunla beraber muhaddislerden tevatür derecesine ulaşan sayıda
kimse bulunupta hepsi de bu mütevatirdir derlerse müstesna. Böyle bir şey ise adeten mümkün
değildir. Bilhassa hadise ve hadis alimlerinin kitablarına gereken ilgiyi göstermeyenler için bu
böyledir. Aksine bu gibi kelâmcılar istedikleri takdirde herhangi bir hadisin sünnet kitablarındaki
birçok yolunu ortaya çıkartabilirler. Çünkü bu husustaki kitablar pekçoktur ve bu kitablardaki
hadislere başvurmak kolaylıkla mümkündür. Ancak bir hadisin mütevatir olduğuna dair bu
hadislerden belli sayıdaki bir topluluğun tanıklığını aynı şekilde ortaya koyamazlar. Hatta bazan bu
alimlerden birisinin mütevatirdir şeklindeki görüşünü tesbit edemeyebilirler diğer taraftan kelam
alimlerini bu rivayetin ahad olduğuna dair görüşlerini tesbit edebilirler. Çünkü onlar hadis ehlinin
kitablarını bir tarafa bırakarak kelâm alimlerinin kitablarını incelemekle meşguldürler. Dolayısıyla
onlar tarafından bu az sayıdaki kimselerin sözü dayanak olur. Halbuki bu hususta uzman kimselerin
kanaati onların kabul ettiğinden farklıdır. Buna dair bazı misaller biraz sonra gelecektir. Bu
açıklamalar şu iki husustan birisini kabul etmemizi gerektirir:
1- Ya insanların çoğunluğuna mütevatir olarak ulaşmasına imkan olmadığı için ahad haberle
itikadi meselelerin sabit olduğu kabul edilecektir. Daha önce geçen ve gelecek olan sebebler
dolayısıyla kat'î olarak doğru olan da budur.
2- Yahutta şöyle denecektir: Akideye dair hususlar ahad haberlerle sabit olamaz. İstersen bu
hususta uzman kimselerin haberin mütevatir olduğuna dair tanıklıkları olsun. Bütün insanlarca onun
mütevatir olduğu sabit görülmedikçe kabul edilmez. Çünkü daha önce de açıklandığı gibi bütün
müslümanlar için bir hadisin mütevatir olduğuna dair hadis imamlarından belli bir topluluğun
tanıklığını tesbit edebilmek imkansız bir şeydir.
Aklı başında bir kimsenin böyle bir şeyi kabul edeceğini sanmıyorum. Özellikle onların
pekçoğu konuşmalarında ve makalelerinde her ilim dalında uzman olan kimselere başvurmanın
gerektiğini vurguluyorlar. Hatta kimileri içtihad gücüne erişemeyen kimselerin taklid yapmaları
kaçınılmaz bir şey olduğunu söylerken şunları demektedir: Herbir ilmin işleri güçleri onunla
uğraşmak olan ve kendilerini o ilme vermiş olan kimseleri olduğu gibi o ilme yabancı, ona iltifat
etmeyen, rağbet göstermeyen, hükümlerini bilmeyen kimseleri de vardır.
Mesela mahkemede görülecek bir işiniz bulunupta sizler hukukçu birisi değil iseniz
mecburen avukata başvurursunuz. O kimsenin bu husustaki içtihadı neticesinde ulaşacağı sonucu
taklid edersiniz. Bir ev yapmak istediğiniz takdirde mühendislere başvurursunuz. Çocuğunuz
hastalanırsa doktorlara gidersiniz. Eğer mesela Fransa'da eğitim görmüş doktor çocuğun iyileşmesi
için bir tedavi öngörürse Amerika'da mezun olmuş doktor ise aynı tedavinin çocuğa zarar vereceği
kanaatini ortaya atarsa ve siz bunlardan birisinin dediğini kabul edip taklid etmekten başka bir yol
bulamıyor iseniz bu iki görüşten birisini tercih etmenin çaresini de bulamıyorsanız ne yapacaksınız.
Bu durumda kalbinize soracaksınız ve kalbinizin meylettiği tarafa siz de meyledeceksiniz. İşte dini
ile ilgili meselelerde taklid etmek durumunda olan avamdan kimselerin hali budur. O halde din
ilminde de dünya ilimlerinde de taklid kaçınılmaz bir şeydir. Zira herbir insanın herbir ilmi bilmesi
ve o alanda araştırma ve içtihad sahibi olması imkansızdır.
Durum böyle olduğuna göre araştırıcı olan kimsenin güvenilir hadis aliminin herhangi bir
hadis hakkındaki: "Bu sahih ya da mütevatir bir hadistir." sözünü kabul etmesi gerekir. Şâyet alimin
mütevatir olduğuna dair verdiği hüküm tevatüre dair ahad bir haber olduğundan ötürü bu hususta
başkası için yakîn (kesin) bir bilgi ifade etmiyorsa dahi az önce belirtilen hususlardan ötürü bunu
kabul etmekten başka yol yoktur. Özellikle böyle bir şeyi kabul etmekte taklid kabilinden değildir.
Aksine bu tasdik türündendir. İki husus arasında ise büyük bir fark vardır. İlim ve tahkik ehlinin
kitablarında ilgili yerlerde genişçe açıklandığı gibi.
Buna göre biz şunu söyleyebiliriz:
9- Bir tek muhaddisin hadis hakkında bu mütevatirdir demesini kabul etmemiz gerektiğine
ve akide hususunda onun delil alınması gerektiğine göre sika herbir muhaddisin zikrettiği hadisi de
kabul etmemiz ve onun gereğince akide ile ilgili hususları tesbit etmemiz de aynı şekilde gerekir
çünkü ikisi arasında fark yoktur.
Muhaddisin zahiri itibariyle sika ve adalet sahibi bir kişi olmakla birlikte aslında yanılmış,
unutmuş ya da yalan söylemiş olma ihtimalini gerekçe olarak gösterilecek olursa aynı şeyler hadisin
mütevatir olduğunu söyleyen uzman kimse hakkında da söylenebilir. Bu durumda ya her ikisinin
verdiği haberler doğru kabul edilecek yahutta her ikisi de doğru kabul edilmeyecek. İkinci ihtimal
batıl olduğuna göre birincisi isbatlanmış olmaktadır, maksat da odur.
Sözü geçen ihtimal Rasûlullah (s.a)'ın ümmet tarafından kabul edilen hadisler hakkında varid
değildir. Çünkü ümmette yedinci maddede açıklandığı üzere kendisine tebliğde bulunanın
masumiyeti gibi hatadan korunmuştur (masumdur).12
10- İşin başında tasdik etmek her ne kadar ihtiyari (seçime bağlı) olup, bundan dolayı da
kişiye ister doğrula ister doğrulama denilebiliyor ise de fakat tasdik eden kimse rivayette bulunana
güvendiği takdirde kendisinin onu tasdik etmek zorunda olduğunu görür. Öyle ki onun verdiği
haberi yalanlamak yahut onda şüphe etmek imkanını artık bulamaz. Nitekim herbirimiz güvendiği
bir arkadaşına karşı bu durumdadır.
Bu durumda tasdik eden kimsenin akide dışarda tutularak sadece ahkama dair hususlarda
güvendiği raviyi tasdik etmekle yükümlü tutmak "teklifi ma la yutak: güç yetirilemeyecek şeylerle
yükümlü tutmak"a çok benzer bir durumdur.
Bundan dolayı ben kesin olarak şunu söylüyorum. Bu ikisi arasında fark gözetenler aslında
teorik bir ayırıma gitmektedirler. Yoksa onlar içten içe kalblerinde böyle bir tasdik
bulmamaktadırlar. Hatta kendi kanaatlerince akide ile bir ilişkisi olmayan ahkama dair hadislerinde
ve benzerlerinde de durumları budur. Çünkü onlar ravilerin adalet, zabt ve hıfz hallerini
bilmemektedirler. Bundan ötürü de onlar kendilerini tasdike götürecek o huzur ve itminanı mutlak
olarak bulamazlar. Onların birçoğunu şüpheye hatta akide ve gaybi hadiseler bir yana ahkama dair
sahih hadislerin birçoğunu inkar etmeye götüren sebeb de budur.
Kadı Şerik b. Abdullah'ın başından geçen bu olayda o buna işaret etmiştir. Kadıya sıfata dair
birtakım hadisleri zikrettikten sonra şöyle denilmiş: Birtakım kimseler bu hadisleri inkar ediyorlar.
Kadı: Ne diyorlar? diye sorunca şöyle demişler: Bu hadisleri tenkid ediyorlar. O da şu cevabı
vermiş: Bu hadisleri getirenler bize Kur'ân'ı getirenlerin kendileridir. Namazın beş vakit olduğunu,
Beytullahın haccedilmesi gerektiğini, ramazan orucunun tutulması gerektiğini (bunlara dair tafsili
hükümleri kastediyor) getirmişlerdir. Bizler yüce Allah'ı ancak bu hadislerle tanıyoruz.13
İmam İshak b. Rahaveyh (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demiştir: Abdullah b.
Tahir'in yanına girdim bana ey Ebu Yakub dedi. Sen Allah'ın her gece indiğini kabul ediyor musun?
Ben şu cevabı verdim: Ey emir Allah bize bir peygamber gönderdi. O peygamberden bize birtakım
haberler nakledildi. Bu haberlere dayanarak bizler kiminin kanının helal olduğunu, kiminin kanını
dökmenin haram olduğunu hükmediyoruz. O haberlere dayanarak bizler evlenebiliyoruz yahut
evlenme haramdır diyebiliyoruz. Onlara dayanarak birtakım malların bize mübah olduğuna, bazılarının bize haram olduğuna hükmediyoruz. Eğer bu doğru ise öteki de doğrudur, eğer bu
batılsa öteki de batıldır. Bunun üzerine Abdullah hiçbir şey söylemedi.14
11- Akide ile ameli hükümler arasında ayırım gözetip, ameli hükümler sözkonusu olursa
ahad haberlerin alınması gerektiğini kabul ederken öbürleri hakkında kabul etmemek ancak akide
ile birlikte amel sözkonusu olmaz. Ameli hükümlerle birlikte de akide sözkonusu olmaz esas
ilkesini kabul edenlerin yapacağı bir iştir. Ancak bu iki iddia da batıldır. Kimi muhakkik şöyle
demiştir: "Ameli meselelerde iki husus aranır. İlim ve amel. İlmi hususlarda ise yine ilim ve amel
aranır. Burdaki amel ise kalbin sevmesi ve buğzetmesidir. Kalbin bu delillerin gösterdiği ve ihtiva
ettiği hakkı sevmesi, onlara muhalif olan batıla da buğzetmesidir. Çünkü amel hiçbir zaman azaların
yapıp ettiklerinden ibaret değildir. Aksine kalblerin ameli azaların amelleri için esastır. Azaların
amelleri bu esasa tabidir. Buna göre ilmi herbir meselenin peşinden ona kalbin imanı tasdik etmesi
ve sevmesi gelir. İşte bu bir ameldir, hatta amelin esasıdır. İman meselelerinde kelamcıların
birçoğunun gözden kaçırdığı hususlardan birisi budur. Çünkü onlar imanı amelsiz tasdikten ibaret
olarak zannetmişlerdir. Bu ise en büyük ve en çirkin yanlışlıklardan birisidir. Çünkü kâfirlerden
pekçoğu Peygamber (s.a)'ın doğru söylediğine kesin olarak inanıyor, bu hususta herhangi bir şüphe
duymuyorlardı. Ancak onların bu tasdikleriyle birlikte onun getirdiklerini sevmek, onlara razı olup
istemek, onu sevip dost edinmek ve bu esas üzere düşmanlık edinmek şeklindeki kalbi amel bu
tasdikleriyle birlikte yer almıyordu.
Bu konunun gözden kaçırılmaması gerekir, oldukça önemlidir. Bununla imanın hakikati
bilinebilir. İlmi meseleler aynı zamanda amelidir. Ameli meseleler de aynı zamanda ilmidir. Şarî
hiçbir zaman mükelleflerden ameli hususlarda ilimsiz bir amel istemediği gibi ilmi hususlarda da
amelsiz sadece bir ilim istememiştir.15
Ameli hususlarda yahut ahkamda da mutlaka akidenin de birlikte bulunması gerektiğini
açıklayan hususlardan birisi de şudur: Bir kimsenin yüce Allah kendisine bunları farz kıldığı ve bu
yolla kendisine ibadet etmesini istediği için değil de temizlenmek maksadıyla gusleder yahut abdest
alırsa, spor olsun diye namaz kılarsa, sağlık için oruç tutarsa, gezmek amacıyla hacca giderse bu
yaptıklarının kendisine hiçbir faydası olmaz. Tıpkı az önce geçtiği gibi kalbin ameli olan tasdik ile
birlikte olmadığı takdirde (imani meselelerde) kalbin bilmesinin o kişiye fayda sağlamadığı gibi.
O halde ameli ve şer'î herbir hüküm ile birlikte mutlaka bir akide de bulunur. Bu kaçınılmaz
bir şeydir. Sözkonusu bu akide yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilmediği gaybi bir emre iman
ile alakalıdır. Eğer yüce Rabbimiz peygamberinin sünnetinde bizlere bunları haber vermemiş
olsaydı, bunları tasdik etmek ve gereklerince amel etmekte sözkonusu olmazdı. Bundan dolayı bir
kimsenin kitab yahut sünnetten herhangi bir delili olmadan herhangi bir şey hakkında haram ya da
helal hükmü vermesi caiz değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dillerinizin yalan yere
niteleyegeldiği şeyler için: 'Şu helaldir, şu da haramdır' demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan
uydurmuş olursunuz. Şüphe yok ki Allah'a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar." (en-Nahl,
16/116) Bu âyet-i kerime Allah'tan herhangi bir izin olmaksızın haram ve helal kılmanın yüce
Allah'a uydurulmuş bir yalan ve bir iftira olduğunu ifade etmektedir.
Bizler ahad hadislere bağlı olarak helal ve haram kılmanın caiz olduğu konusunda görüş
birliğinde olduğumuza ve bu yolla yüce Allah'a karşı iftira etmekten kurtulabildiğimizi kabul
ettiğimize göre o halde ahad hadisler gereğince akide sahibi olmanın vücubunu da kabul etmemiz
gerekir, aralarında bir fark yoktur. Arada fark olduğunu iddia eden kimsenin Allah'ın kitabından ve
Rasûlünün sünnetinden delil getirmesi gerekir. Bunun dışındaki iddialara ise iltifat edilmez.
12- Bu batıl inancı kabul edenlere: Hayır bunun aksi doğrunun kendisidir denilecek olursa, onlar bu kanaati reddedemezler. Çünkü şöyle denilebilir: Akide ve amelin herbiri diğerini de şekilde- sözkonusu olmakla birlikte aralarında açık bir fark vardır. Şöyle ki birincisi ancak mü'min
kimsenin şahsıyla alakalıdır, amelden farklı olarak toplumla ilgisi yoktur. Amelin mü'minin içinde
yaşadığı toplum ile çok güçlü bir bağlantısı vardır. Amel neticesinde aslı itibariyle haram olan
cinsel ilişki helal olur. Mallar, canlar, mübah olur. Bu yönüyle ameli meseleler itikadi meselelerden
daha da ciddi bir önem arzeder.
Buna açıklayıcı bir örnek verelim: Bir kimse kabirde meleklerin soru sormalarının yahutta
kabrin insanı sıkıştırmasının hak olduğuna inansa ve bu inancını bu husustaki ahad hadise göre
temellendirse ve bu şekilde ölse diğeri ise çoğu sarhoşluk veren içkinin az miktarının mübah
olduğuna inansa yahutta -Dımaşklıların "techiş" adını verdikleri- hulle yapmayı helal kabul etse ve
elbetteki kendilerince bir delile göre bazı mezheblerin bunun mübah olduğunu da söylemekle
birlikte -fakat bu delil kat'î olarak zanni bir delildir- ve bu hal üzere ölse... Gerçekte bu iki kişide
konu ile ilgili sahih sünnetin tanıklığı ile hata içindedirler. Peki bunların hangisi topluma karşı daha
tehlikelidir. Akidesinde vehmedip öyle olduğunu kabul eden kimse mi, yoksa ikisi de haram olan
bir evlilik ve bir içki içmeyi mübah vehmeden kimsenin yaptığı mı?
Bundan dolayı birisi dese ki: Haram ve helal ancak ahad haberlerle sabit olurlar. Hatta bu
hususta delaleti kat'î bir âyet yahutta yine delaleti kat'î mütevatir bir hadis gerekir diyecek olursa
mütekellimler ve onlara tabi olanların buna verecek bir cevabları yoktur. Biz ise eğer bu gibi
hususlarda akıllarımızın hükmüne başvuracak ve -kelamcılar bu batıl görüşü söylerken yaptıkları
gibi- Allah'ın izin vermediği hususlarda şeriat koymaya kalkışacak olsaydık tamamıyla bunun
aksini söylerdik. Çünkü bunun aksi onların görüşlerinden daha çok selim akla yakındır. Ancak ne
bunu, ne de bunun zıttını söylemekten Allah'a sığınırız. Çünkü hepsi de şeriattir. Bizler yüce
Allah'ın eşit gördüğü hususlar arasında fark gözetmediğimiz gibi fark gözettiği hususları da eşit
görmeyiz. Aksine bizler Rasûlullah (s.a)'ın getirdiği ve ister ahad, ister mütevatir olsun ondan sahih
olarak gelen bütün haberlere itikad ya da amel ile alakalı olsun iman ederiz. Bizi buna ileten Allah'a
hamdolsun. Esasen o bize hidayet vermemiş olsaydı, biz kendiliğimizden bu yolu bulamazdık.
13- Onların bu inancını her alanda ölçü olarak kullanmak ve sürekli bunu benimsemek ameli
hükümler hususunda ahad hadis ile amel etmemeyi de gerektirir. Bu ise batıldır, onlar da bunu
kabul etmezler. Batıl birşeyi kabul etmeyi gerektiren hususta batıldır.
Şöylece açıklayalım: Ameli hadislerin pekçoğu aynı zamanda itikadi meseleler de ihtiva
etmektedir. İşte Rasûlullah (s.a)'ın bize şöyle dediğini görüyoruz: Sizden herhangi bir kimse son
teşehhüde oturduğu taktirde dört husustan Allah'a sığınsın ve şöyle desin: Allah'ım ben sana
kabir azabından, cehennem azabından, hayatın ve ölümün fitnelerinden ve mesih deccalin
fitnesinin şerrinden sığınırım." (Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.)
Buna benzer şu an için tek tek sıralamaya imkan olmayan daha pekçok hadis-i şerif vardır.16
O halde bu görüşü kabul edenler, bu görüşün gereğini yerine getirerek bu hadis gereğince amel etmeyecek olurlarsa kendi ilkelerinden birisini çürütmüş olurlar. O da hükümlere dair hususlarda ahad hadis ile amel etmenin gereğidir. Onlar bunun aksini ise söyleyemezler. Çünkü şeriatin büyük çoğunluğu ahad hadisler üzerinde kurulmuştur.
Eğer sözü geçen kaidenin sürekliliğini sağlamak için hadis ile amel edecek olurlarsa bu sefer öbür görüşlerini nakzetmiş, çürütmüş olurlar.
Şâyet: Biz bu hadisle amel ederiz amma bizler onun ihtiva ettiği kabir azabı ile Mesih Deccal'in belirtilen şekilde olacağına inanmıyoruz diyecek olurlarsa, Onlara şöyle deriz: Gereğince amel etmek, gereğince itikad etmeyi de gerektirir. Daha önce on numaralı paragrafta açıklandığı gibi. Aksi takdirde meşru hiçbir amel ve hiçbir ibadet sözkonusu olmaz. Buna bağlı olarak sözü geçen asıl ilkelerinin gereğini de yapmamış olurlar. Sahih delillerin varlığını kabul ettiğine ve müslümanların üzerinde ittifak ettikleri hususa karşı çıkarak onu geçersiz kabul etmeyi gerektirecek bir görüşün batıl olacağı açıkça ortadadır.
14- Usûl alimlerinin bu husus üzerinde ittifak ettiklerini iddia etmek batıl bir iddiadır ve gereksiz bir cüretkârlıktır. Çünkü usûl kitablarında olsun, başkalarında olsun bu husustaki ayrılıklar bilinen bir husustur. Ancak günümüzün bazı yazarları bu hususta yaptıkları nakilleri pek sağlam
yapmayan, çağdaş birtakım yazarları taklid etmektedirler. Aksi takdirde sözü edilen böyle bir ittifakın varlığı nasıl doğru olabilir. Vahid haberin ilim ifade ettiğini İmam Malik, Şafîi, Ebu Hanife
mezhebine mensub ilim adamları Davud b. Ali ve İbn Hazm gibi mezhebine mensub kimseler17
açıkça ifade ettikleri gibi el-Huseyn b. Ali el-Kerabisî ile el-Haris b. Esed, el-Muhasibî de bunu açıkça ifade etmişlerdir. İbn Huveyzî Mendad fıkıh usulü kitabında ancak bir ve iki kişinin rivayet ettiği vahid haberi sözkonusu ederek şunları söylemektedir:
"Bu türden haberle de aynı şekilde zaruri (kesin) bilgi sözkonusu olur. Bunu İmam Malik açıkça ifade ettiği gibi ru'yet (kıyamette ve cennette Allah'ın görünmesi) ile ilgili hadis hakkında İmam Ahmed şöyle demiştir: "Bizler onun hak olduğunu biliriz ve bu konudaki bilginin kesin olduğunu da kabul ediyoruz." Kadı Ebu Ya'lâ da "el-Muhbir"18 adlı eserinin baştaraflarında şunları söylemektedir: "Vahid haberin senedi sahih olur, rivayetleri arasında ihtilaf olmaz ve ümmet tarafından kabul ile karşılanırsa ilim ifade eder. Bizim mezheb alimlerimiz ise bu hususta mutlak bir ifade kullanarak isterse ümmet onu kabul ile karşılamamış olsun ilim ifade eder demişlerdir."
Daha sonra şunları söyler: "Ancak mezheb(imizde kabul edilen görüş) benim naklettiğim şekildedir,
başkası değildir." Şeyh Ebu İshak eş-Şirazî19 Tabsira, Şerhu'l-Luma ve benzeri fıkıh usulü kitablarında -eş-
Şerh'deki lafzı ile- şunları söylemektedir: "Vahid haberi ümmet kabul ile karşılayacak olursa ister herkes, isterse bir kısım kimse
onunla amel etmiş olsun hem ilmi, hem de ameli gerektirir."
Şirazî bu hususta Şafîi mezhebine mensub ilim adamları arasında herhangi bir görüş ayrılığından bahsetmemektedir. Bu görüşü Maliki mezhebine mensub Kadı Abdu'l-Vehhab bir grub ilim adamından naklettiği gibi hanefiler müstefid haberin ilmi gerektirdiğini kitablarında açıkça ifade etmişler ve buna Peygamber (s.a)'ın: "Mirasçıya vasiyet yoktur" hadisini örnek göstermiş ve şöyle demişlerdir: Bu hadis her ne kadar ahad yolla rivayet edilmiş ise de mecusilerden cizye
alınmasına dair Abdu'r-Rahman b. Avf'ın rivayet ettiği hadiste bu kabildendir. Böyle olmakla
birlikte şunu söylüyoruz: Bu kabilden haberler haber verilen hususun doğruluğunu kabul etmeyi
gerektirir ve ilim ifade eder. Çünkü bizler selefin bu nitelikteki haberi kabul etmekte ittifak
ettiklerini ve bu hususta işi ayrıca tetkike götürmediklerini gördüğümüz gibi bunların usûle dair
başka kaidelerle yahut benzeri bir haberle de çatışmaması gerekir. Oysa bizler onların (ahad
haberlerin) kabul edilmesi, onların tetkik edilmesi ve usûl ilkelerine sunulması şeklinde bir yol
izlediklerini de biliyoruz. İşte onların bu durumları bize şunu göstermektedir: Onlar böyle bir
hükme ancak kendilerince sahih ve doğru olduğunu sabit kabul ettikleri bir yolla ulaşmışlardır ve
bunun neticesinde o haberin ifade ettiği ilmin doğruluğunu kabul etmemiz gerekmiştir. Ebu Bekr er-
Razi'nin20 "usûlu fıkıh"21 adlı eserindeki ifadeleri böyledir.
15- Bir an için var olduğu ileri sürülen ittifakın doğru olduğunu varsayalım. Ancak bu
usûlcüler tarafından mutlak olarak kabul edilmiş değildir. Aksine bu hususta lehine tanıklık edecek
bir başka haberin olmaması hali ile kayıtlıdır. Ebu't-Tayyib Sıddık Hasen Han -Allah'ın rahmeti
üzerine olsun- şunları söylemektedir: "Ahad haberin zannı veya ilmi ifade ettiği hususu ile ilgili
görüş ayrılığı22 ona, onu pekiştirecek bir başka delilin bulunmaması hali ile kayıtlıdır. Ona onu
pekiştirecek başka bir delil katılır yahut haber meşhur ya da müstefiz olursa sözü geçen görüş
ayrılığı cereyan etmez. Vahid haber gereğince amel etmek hususunda icma bulunduğu takdirde ilim
ifade edeceği hususunda ise görüş ayrılığı yoktur. Çünkü onun üzerinde icma bulunması o haberi
doğruluğu bilinenler arasına çıkartmış olur. Haber-i vahid ümmet tarafından kabul ile karşılanır ve
kimisi gereğince amel ederken, kimisi onu tevil ederse -ki tevil de kabulün bir çeşididir- aynı
durumdadır. Buhari ve Müslim'in sahihlerindeki hadisler bu kabildendir.“23 Bunlarla sıhhatleri
hakkında konuşulmamış hadisler kastedilmektedir ki çoğunluk böyledir.
16- Bununla birlikte bu hadislerin kabul edilmesi ve onlara bağlı olarak yüce Rabbin sıfatları
ve ilmi ve gaybî birtakım hususların kabulü konusunda kesinlikle bilinen bir icmaın bu husustaki
görüş ayrılığından önce gerçekleştiği -bununla birlikte- bilinen bir husustur. İbnu'l-Kayyim -
Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle diyor:
"Nakledilen rivayetler hakkında bilgisi olan hiçbir kimsenin bu hususta şüphesi de yoktur.
Bu hadisleri rivayet edenler ashab-ı kiramdır ve onların kimi diğerinden bu haberleri kabul ile
almıştır. Onlardan hiçbir kimse bunları rivayet edenlere karşı çıkmamıştır. Daha sonra ilklerinden
sonuncularına kadar bütün tabîin bu haberleri onlardan almışlardır. Tabîinden bunları işitenler de
aynı şekilde bunları kabul ile karşılamış ve onları tasdik etmiştir. Bizzat onlardan bu haberleri
işitmeyenler yine aynı şekilde tabîinden bunları işitmişler. Etbau't-tabîinin, tabîine karşı tutumları
da hep böyle olmuştur. Bu hadis ehli alimlerinin kesinlikle bildiği bir husustur. Aynı şekilde onlar
sahabe-i kiramın adil olduğunu, doğru söylediklerini, güvenilir olduklarını ve bunları
peygamberlerinden naklettiklerini de bilirler. Abdesti, cünüblükten dolayı gusletmeyi, namazların
sayılarını ve vakitlerini, ezanı, teşehhüdü, cumayı, bayram namazlarını naklettikleri gibi. Bütün
bunları nakledenler yüce Allah'ın sıfatlarına dair hadisleri de nakletmişlerdir. Eğer bunları
nakletmekte hata etmeleri ve yalan söylemeleri ihtimali varsa sözünü ettiğimiz hususlardan
başkalarını nakletmekte de aynı şeyler sözkonusu olabilir. O takdirde bizler hiçbir şekilde
peygamberimizden bize nakledilen hiçbir şeye güvenemeyiz. Bu ise dinden de, ilimden de, akıldan
da sıyrılıp çıkmaktır. Üstelik İslam dinine dil uzatanların birçoğu bunu daha ileriye götürerek biz
kesinlikle hiçbir şeye güvenemeyiz demişlerdir. İşte bunlar sünnetten ve dinden sıyrılıp çıkmanın
hakkını vermişler ve küfürlerini devam ettirerek, boyunlarından İslam boyunduruğunu çıkarmışlar.
Hadisin reddedilmesi hususunda bu görüşlerine bağlı olarak fırkalar kısım kısım ortayaçıkmışlardır."24
Daha sonra on ayrı taifeden ve onların sünnetten terkettiklerini sözkonusu etmektedir.
Bunlardan kimisi bu hususta az bir bölümü reddetmekle kalmış, kimisi daha fazlasını
reddetmektedir, kimisi ahkam hadisleri ile sıfat hadisleri arasında fark gözetmektedir. İsteyen onun
açıklamalarına başvurabilir. Gerçekten değerli açıklamalardır. Eğer sözün uzamasından
korkmasaydık ifaleri tümüyle naklederdik.
Geçen bu açıklamalardan şu ortaya çıkmaktadır: Ümmetin kabul ile karşıladığı ahad haber
ilim ifade eder. Durum böyle olduğuna göre akide de onunla sabit olur. Bu hususta muhalefet eden
kelâmcılara itibar edilmez. Çünkü onlar kitab ve sünnetin delillerine, ashab-ı kiramın ve onlardan
sonraki imamların icmaına muhalefet etmişlerdir.
17- Ahad hadislerin ilmi ve kesin bilgiyi ifade etmediklerini kabul edelim. Onların da
ittifakıyla ahad hadisler kesinlikle zann-ı galib ifade eder. İbnu'l-Kayyim şöyle demektedir: "Bu
hadislerle talebi hükümleri (yapılması istenen hususları) tesbit etmek muhal olmadığı gibi bunlarla
isim ve sıfatları tesbit etmekte olmayacak bir şey değildir. Peki taleb ile haber arasında fark nedir
ki bunların birisi hakkında delil kabul edilirken öteki hakkında edilmesin. Böyle bir ayırımda
ümmetin icmaı ile batıldır. Çünkü ümmet hala haber ile ilgili hususlarda bu hadisleri delil
gösterdiği gibi amel ve taleb ifade eden hususlar hakkında da onları delil göstermektedir. Bilhassa
ameli hükümler yüce Allah'tan O'nun şunu meşrû kıldığı, şunu farz kıldığını ve bu ameli dininin bir
bölümü olarak seçip beğendiğini ihtiva etmektedir. O'nun şeriati ve dini, O'nun isim ve sıfatlarına
racidir. Ashab, tabiûn ve onlara tabi olanlar, hadis ve sünnet ehli hep sıfat kader, isimler ve ahkam
meselelerinde bu haberleri delil göstere gelmişlerdir. Onlardan herhangi birisinden ahkam ile ilgili
meselelerde bu haberlerin delil gösterilmesini kabul ederken Allah'ın isim ve sıfatları hakkında
haber vermek için delil gösterilemeyeceğini söyledikleri hiçbirisinden nakledilmiş değildir. Peki bu
iki tür haber arasında fark gözeten selef nerdedir?
Evet bunlardan önce Allah'tan, Rasûlünden ve onun ashabından gelenlere pek itina
göstermeyen kelâmcıların bazı müteahhirleri böyle demiş olabilirler. Hatta bunlar bu hususta kitab,
sünnet ve ashabın sözleri ile bulunmak istenen hidayet yolunu bile kapatırlar, bunun yerine
kelâmcıların görüşleri ile mütekelliflerin (kendilerini gereksiz zahmetlere sokanların) kaidelerine
havale ederler. İki husus arasında fark gözettikleri bilinenler onlardır. Bununla birlikte böyle bir
ayırım gösterileceği hususunda icma bulunduğunu da iddia etmişlerdir. Halbuki onların icma diye
kabul ettikleri İslamın imam ve önder alimlerinden birisinden dahi nakledilebilmiş bir görüş olarak
bilinmemektedir. Ashabdan ve tabîinden birisinden de nakledilmiş değildir. İşte kelâmcıların adeti
budur. Onlar İslamın önder alimlerinden hiç kimseden nakledilmeyen hatta onun aksine kanaat
sahibi oldukları konularda icma olduğunu söylerler. İmam Ahmed şöyle demiştir: İcma iddiasında
bulunan kimse yalan söylemiş olur. Bu Asamm'ın25 , İbn Uleyye'nin26 ve benzerlerinin iddiasıdır.
Bunlar ileri sürdükleri icma iddiasıyla Rasûlullah (s.a)'ın sünnetini iptal etmek isterler."27
Bir delilin zannî yahut kat'î olduğunu tesbit etmek nisbi (göreceli) bir husustur. İdrak eden ve
delil getirenin farklılığıyla değişir. Bu bizatihi öyle olan bir nitelik değildir. İbnu'l-Kayyim şöyle demektedir:
"Bu aklı başında herhangi bir kimsenin tartışmadığı bir konudur. Amr'ın nezdinde zannî
olan bir husus Zeyd'e göre kabti olabilir. Buna göre bunların Rasûlullah (s.a)'ın sahih ve ümmet
tarafından kabul edilmiş haberleri ilim ifade etmez. Aksine bunlar zannidir şeklindeki görüş onların
kanaatini bildirir. Zira onlar ehl-i sünnetin ilmi elde ettiği ve ilme sahib olduğu yollardan ilim elde
etmemişlerdir. Onların: Bu haberlerden ilim hasıl olmaz ifadeleri bunun genel olarak
nefyedilmesini de gerektirmez. Çünkü böyle bir kanaat bir şeyi bulan ve onu bilen kimsenin aynı
şeyi bulup bilmeyen kimseye karşı delil getirmesi kabilindendir. Bir kimse kendi ruhunda bir acı
yahut zevk, sevgi veya buğz (nefret) hisseder ve bu sefer onun karşısına birisi çıkar ve birtarafının
ağrımadığına, acı çekmediğine, sevmediğine, nefret etmediğine delil getirmesine benzer. Bu gibi
şüphelerin ulaşabileceği en nihai sınır benim onun hissettiğini, bulduğunu hissetmeyişim ve
bulamayışımdır. Eğer bu bir hakikat olsaydı benim de, senin de o hususta ortak olmamız gerekirdi.
Bu ise batılın bizatihi kendisidir. Bu konuda söylenmiş olan şu beyit ne güzeldir:
"Kınayan ve kınamasını ortaya koyan kimseye diyorum ki:
Aşkı tat ta kınamak gücünü bulursan kınayıver."
İşte böylesine denir ki: "Sen Rasûlullah (s.a)'ın getirdiklerine gereken itinayı göster, buna
dikkat et, onu takib et, topla, biraraya getir. Senin öğrenmen gereken bu rivayetleri nakledenlerin
esaslarını ve yaşayışlarını bilmektir. Bunun dışındakilerden yüz çevir. Öğrenmek istediğin en ileri
nokta bunlar olsun, nihai maksadın bu olsun. Hatta mezheb müntesiblerinin, kendi mezheb
imamlarının görüşlerini bilmek için gösterdikleri gayreti göster. Onlar bunun sonucunda bu
görüşlerin imamlarının görüşleri olduğu neticesine ulaşmışlardır. Birisi bu hususta onlara karşı
çıkarak böyle olmadığını söyleyecek olsa onunla alay ederler. İşte o vakit sen de şunu
öğreneceksin: Acaba Rasûlullah (s.a)'dan gelen haberler ilim ifade eder mi, etmez mi? Sen bu
haberlerden ve onları öğrenmekten yüz çevirmekte iken elbette bunlar senin için bir bilgi ifade
etmezler. Şâyet bunlar aynı zamanda senin için bir zan dahi ifade etmez diyecek olursan aslında
bununla sen kendi payına düşenin ne olduğunu haber vermiş olursun."28
Bir başka yerde şunları söylemektedir: "Eğer bu kimse bu haberlerden yüz çevirir yahut
onların rivayetinden uzaklaşırsa buna karşılık bu haberlerin aksini söyleyen kimseler hakkında
hüsn-ü zan beslerse yahut kalbindeki şeytani bir vesvese bunlarla çatışırsa işte o vakit durum yüce
Rabbimizin söylediği gibi olur:"Deki: 'O iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman
etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o onlar için bir körlüktür.' İşte onlar
kendilerine uzak bir yerden seslenilir (gibidirler)." (Fussilet, 44/44) Eğer bunun kat kat fazlası
dahi olsa bu kimseler için iman ve ilim husûle gelmez. Tevatür gereğince kalbte ilmin husûlü ise -
tokluk, suya kanmışlık ve benzeri halleri hissetmek gibi-dir. Haberlerin herbirisi belli bir ölçüde
ilim ifade eder. Haberler birden çok olur ve güçlenecek olursa ya çoklukları ya kuvvetleri yahutta
her iki özelliğin birarada bulunması dolayısıyla ilim ifade ederler... Bu haberleri dinleyen kimsenin
kalbinde bunların geliş yollarına dair bilgi, ravilerinin durumlarına dair bilgi ve ne anlama
geldiklerine dair kavrayış, dinleyenin kalbinde biraraya geldiği takdirde o kimse artık bertaraf
etmesi imkanı olmayan zorunlu (kesin) bir ilim elde etmiş olur. Bundan dolayı ümmet arasında
doğruluk lisanına sahib bütün hadis imamları bu gibi hadislerin muhtevasının kesinliğine
inanıyorlar ve Rasûlullah (s.a)'a bu hususta şahitlik ediyorlardı. Ayrıca bununla birlikte onların
yaşayışlarını ve hallerini bilen kimseler doğrulukları, güvenilirlikleri ve dine bağlılıkları itibariyle
insanların en büyükleri arasında yer aldıklarını, en güçlü akıl sahibi olduklarını, doğruluğu
araştırmakta ve onu korumakta en ileri derecede olduklarını, yalandan en uzak kimseler olduklarını
da bilir. Onlardan herhangi bir kimsenin bu hususta babasına, oğluna, hocasına, arkadaşına dahi
hiçbir iltimas tanımadıklarını, Rasûlullah (s.a)'dan gelen rivayeti onların dışında hiçbir kimsenin
ulaşmadığı bir seviyede araştırdıklarını da görür. Ne önceki peygamberlerden rivayet nakledenler
arasından ne de peygamberlerin dışındakilerden nakledenler arasından hiç kimse bu seviyeye
ulaşabilmiş değildir. Onlar kendi hocalarını bu halde ve hatta daha büyük bir seviyede gördüler.
Hocaları da kendilerinden öncekilerini bu şekilde hatta daha ileri derecede gördüler ve nihayet bu
durum yüce Allah'ın kendilerinden en güzel şekilde övgüyle sözettiği, onlardan razı olduğunu ve
onları seçtiğini haber verdiği, onları kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı şahitler edindiğini
belirttiği nesle kadar bu böylece sürüp gider. Şimdi bu hususları düşünen bir kimse artık onların
peygamberlerinden naklettikleri hususunda kesin bir bilgi ifade ettiğini, bu bilginin herbir kesimin
kendi mensub olduğu kimseden naklettiği bilgiden daha büyük olduğunu anlar. Bu onların
ruhlarında, içlerinde hissettikleri bir husustur. Bunu inkar etmek onlar için mümkün değildir. Hatta
bu onların duydukları acı, zevk, sevgi ve nefret seviyesindedir. Hatta onlar bu hususta şahitlik
ederler, yemin ederler ve bu hususta kendilerine muhalefet edenlerle naletleşmeye de hazırdırlar.
Peygamber efendimizin haber ve sünnetlerine tenkid yönelten kimselerin söyledikleri bu
haberleri rivayet edenler yalancı olabilirler yahut şaşırmış olabilirler şeklindeki sözleri onun
düşmanlarının söyledikleri bunu yalancı bir şeytan getirmiş olabilir sözleri ayarındadır. Herkes
bilir ki hadis ehli bütün kesimlerin en doğru sözlü olanlarıdır. Tıpkı Abdullah İbnu'l-Mübarek'in
söylediği gibi: "Ben dinin hadis ehli nezdinde, kelâmın Mutezile nezdinde, yalanın Rafızilerde,
hilelerin de Re'y ehlinde olduğunu gördüm." Hadis ehli Rasûlullah (s.a)'ın bu haberleri
söylediğini bildiklerine ve çeşitli zaman ve mekanlarda bunları hadis olarak dile getirdiğine dair
bilgi sahibi olduklarına ve onların bu husustaki bilgileri zaruri (kesinlik) derecesinde olduğuna
göre sünnet ve hadise itina göstermeyen kimselerin söyledikleri: Bu haberler ahaddır, bilgi ifade
etmez şeklindeki sözleri onlara karşı delil teşkil eder. Çünkü onlar kesin ilim iddiasındadırlar,
hasımları ise ya kendileri yahutta hadis ehli için böyle bir bilginin husûle geldiğini kabul
etmemektedir. Eğer kendileri için bunun husûle geldiğini kabul etmiyorlarsa bu başkaları için böyle
bir bilginin husûle gelmemesini gerektirmez. Eğer hadis ehlinde bu bilginin husûle geldiğini kabul
etmiyorlarsa o takdirde içten içe doğru olduğunu bildikleri bir konuyu bile bile inkar etmektedirler.
Bu da kendi içinde hissettiği sevinci, elemi korkusu ve sevgisi hususunda başkaları ile bile bile
tartışan ve inatlaşan kişi konumuna düşer. Tartışma bu sınıra ulaştığı takdirde ise onda herhangi
bir fayda kalmaz. Bu durumda Allah'ın Rasûlüne emrettiği karşılıklı mübahale (lanetleşme)ye
başvurmak gerekir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:"Sana bunca ilim geldikten sonra kim seninle
onun (İsa'nın) hakkında çekişirse de ki: 'Geliniz, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, biz kendimizi siz de kendinizi çağıralım. Sonra dua ve niyaz edelim de Allah'ın
lanetinin yalan söyleyenlerin üzerine olmasını isteyelim.“ (Al-i İmran, 3/61)"29
19- Bu batıl sözün gereklerinden birisi de akide hususunda sadece Kur'ân'da gelenler ile
yetinmek, hadisi ondan ayırmak ve hadiste akaide ve gaybi hususlara dair hususlara hiçbir şekilde
aldırmamakta vardır. Tıpkı günümüzde "Kur'âniyyun" diye bilinen bir kesim gibi. Çünkü onlar
Kur'ân'a uygun düşen kısmı hariç kesinlikle dinde hadisi kabul etmezler. Bu sebebten ötürü
namazları bizim namazımızdan30 farklıdır. Zekatları bizim zekattan ayrıdır. Hatta bütün ibadetleri
bizimkilerden farklıdır. Buna bağlı olarak onların akideleri de bizim akideden farklıdır. Bu tabiat-ı
haliyle onların müslüman olmamaları ile eş anlamlıdır. Bunlar Rasûlullah (s.a)'ın kendisinden gelen
sahih hadiste işaret ettiği kimselerdir: "Şunu bilin ki bana kitab ve onunla beraber onun gibisi
verildi. Şunu bilin ki pek yakında karnı tok bir adam koltuğuna uzanmış olarak şöyle
diyecektir: Siz bu Kur'ân'a bakınız. Onda helal diye bulduğunuz şeyleri helal kabul ediniz.
Haram diye bulduğunuz şeyleri haram biliniz. Şunu bilin ki sizlere ehli merkebler de, yırtıcı
hayvanlardan parçalayıcı azı dişi olanlar da, sahibi tarafından kendisine ihtiyaç duyulması
hali dışında muahidin mukatası (yitik malı) da helal değildir. Her kim bir topluluğa misafir
olacak olursa onların onu ağırlamaları gerekir. Onu ağırlamayacak olurlarsa kendisini
ağırlayacakları kadarıyla onlardan alabilir." Hadisi Ebu Davud (II, 505) rivayet etmiştir.
Derim ki: Bu batıl görüşü kabul edenler sözü geçen sapıklarla, sapıklıkları noktasında büyük
bir oranda birleşmektedirler. Bu ise akide ile ilgili hususlarda Kur'ân ile yetinmektir. Bu her ne
kadar ilk anda onların işaret olunan görüşlerine muhalif görünüyorsa da -çünkü onlar akideyi
mütevatir hadis ile kabul ederler- hakikatte, manada değil sadece lafzî bakımdan onların
görüşlerinden ayrılmaktadırlar.
İşin gerçeği şudur: Böyle bir görüş onlar için nazaridir, ameli değildir. Yoksa bu görüşü
benimseyenler mütevatir bir hadise bina ettikleri bir tek itikadi bir hususa inandıklarını göstersinler.
Ben kişi olarak kelâm alimlerinden herhangi bir kimsenin mütevatir bir hadise dayanarak itikadi bir
hususu tesbit ettiğini zannetmiyorum. Çünkü onlar hadisler ve hadislerin geliş yolları konusunda
insanların en bilgisizidirler. Hadisle uğraşmak ve hadislerin yollarını tesbit etmek istemek
hususunda da insanlar arasında rağbetleri en az olanlardır. Daha önce açıklandığı gibi. Bundan
dolayı onların hadis ilmi alimlerince mütevatir kabul edilen pekçok hadis hakkında ahad haberdir
diye hüküm verdiklerini görüyoruz.
Beni en çok üzen hususlardan birisi de şudur: Bazı yazarlar kimi kitablarında kaydettikleri
şekilde her ilim dalında o ilmin uzmanlarına başvurmak gerektiği ilkesini kaydetmekle birlikte
arkasından onların mütevatir hadislere ahad hadis hükmünü verdiklerini görüyoruz. Bu hususta
onlar ya geçmişteki yahutta çağdaş kelâm alimlerini taklid etmektedirler. Halbuki bu alanda hadis
ilmi bilginlerine hadisin yollarını ve ricalini bilen kimselere başvurmamaktadırlar.
İşte onlardan birisi yüce Allah'ın her gece dünya semasına inişini tesbit eden hadis ile ilgili
olarak şunları söylemektedir: "İniş ve buna benzer yüce Allah'ın semada olduğu hususunu ahad
birtakım hadisler ifade etmiştir. Ancak ahad hadisler ilim ifade etmezler."
Her ne kadar nuzul (dünya semasına iniş) hadisi, hadis alimlerince mütevatir olup bu hususu
büyük ilim adamı İbnu'l-Kayyim Tehzibu's-Sünen (VII, 107)'de tesbit etmiş ve: "Bu hadisi yirmi
küsur sahabi rivayet etmiştir." demiş. Beyhakî bunlar arasından on sahabinin adını el-Esma ve's-
Sıfat (251)'de vermiş. Buhari ve Müslim ile el-Acurrî (307-309) bu hadislerin birkaçını zikretmiş
bulunmakta ise de ben bu hadislerin bir bölümünü "İrvau'l-Ğalil fi Tahrici Ahadiysi Menari's-Sebil"
(no: 450) ve "Tahricu Kitabi's-Sünne li İbni Ebi Asım" (no: 492-508) tahric ettim.
Yüce Allah'ın semada oluşu ile ilgili hadisler ise mütevatir olmasa dahi müstefizdir. Sadece
Beyhakî (421-424) bunların beş tanesini rivayet ettiği gibi bununla birlikte "gökte olanın... emin mi
oldunuz" (el-Mülk, 67/17) âyetinin de -uydurma mecaz adı altında te'vil ve ta'til (sıfatların reddi)
sözkonusu olmayacak olsaydı- vardır.31
Yine bazıları yüce Allah'ın görüleceğine dair ru'yet hadisi hakkında ahad hadistir hükmünü
vermektedir. Halbuki bu uzmanlarca mütevatir bir hadistir. Hatta uzman olmayanlara göre bu
böyledir. Ebu'l-Hasen el-Eş'arî bu hadisin mütevatir olduğunu açıkça ifade etmiş bulunmaktadır.32
Aynı şekilde Mesih'in nüzulü, Deccal'in ortaya çıkması ile ilgili hadisin de mütevatir
olmadığına hükmedilmektedir. Bunlar gençlerin kendilerine iman etmekle mükellef tutulmadığı
itikadi meselelere bir örnektir. Bununla birlikte nüzul hadisi hadis ehlince mütevatirdir. Ben tek
başıma bu hadisi yirmi ayrı sahabiden, yirmi rivayet yolunu topladım. Hepsi de İsa (a.s)'ın ahir
zamanda ineceğini açıkça ifade etmektedir. Bu ashabın bazılarının rivayetlerini onlardan hepsi de
sahih birden fazla rivayet yolu dahi vardır. Ben "er-Risale" dergisinde bu hadis ile İsa (a.s)'ın hayatı
ve vefatı ile ilgili sorulan soruya verilen cevab üzerine bir reddiye olmak üzere geniş bir makale
hazırlamıştım. Bu soruya verilen cevabta yazar hadisin ahad olduğunu iddia ediyordu. Ben bu
makaleyi bu dergiye göndermeyi kararlaştırmıştım. Ancak kavrayışlı ediblerden birisi böyle bir işi
yapmamamı söyledi. Çünkü onlar yazara tarafgirlik ederek bu makaleyi yayınlamayacaklardı. Eğer
mutlaka göndermek istiyorsam onu özetlememi söyledi. Ben de bir buçuk sahifede o cevabı
özetledim. Aslı ise yaklaşık yirmi sahife idi fakat özeti dahi neşredilmedi.
Bunlar mütevatir hadisler arasından oldukça fazla bir yekûn arasından az miktardaki
örneklerdir. Bu husustaki hadislere dair bilgisi olmayan kimseler bunların ahad hadis olduğu
hükmünü vermektedirler. Halbuki bu hadisler hadis ilmi ehlince mütevatir hadislerden en meşhur
olanlarıdır. Kelâm alimleri eğer bunların hakikatlerini tesbit etmiyor ve muhtevalarının kat'î
olduğuna inanmıyor, bu hadislere itikad etmiyor iseler "artık bundan sonra hangi söze
inanacaklar" (el-Murselat, 77/50)
O halde gerçek dediğimiz gibi: Bu batıl görüş sahiblerini akide hususunda Kur'âniyyuna
uyarak yalnızca Kur'ân ile yetinmeye götürür. Az önce zikrettiğimiz bazı örnekler söylediklerimizi
isbata yeterlidir. Fakat bunlar istinbat ve karşı tarafı susturmak kabilinden şeylerdir. Şimdi bu
hususta çağdaş yazarlardan birisinin açık ifadelerine dikkat edelim. O açıktan açığa "tevhid
hususunda yalnızca Kur'ân âyetlerine başvurmakla yetinmeye" çağırmaktadır.33
Daha önce bu batıl iddiayı çağdaş bazı ilim adamları ileri sürmüştür. Bunlardan birisi de
Ezher'in ünlü şeyhlerinden (ilim adamlarından) birisidir. O bu çağrıyı tevile mehal bırakmayacak
şekilde daha açık bir ifadeyle şöylece dile getirmişti:
"Gaybî meselelerde akidenin kaynağının yalnızca Kur'ân olduğuna iman eden müslümanlar -
ki bu bizim kendisine iman ettiğimiz bir gerçektir- meleklere iman hususunda Kur'ân-ı Kerim'in
meleklere dair haber verdikleri kadarıyla yetinirler.34 Yine şöyle diyor (sahife 431):
"Akaidde hadisin tek başına tesbit ettiği hiçbir husus yoktur." (S.61'de) şunları
söylemektedir:
"el-Makasıd (kelâm kitablarından birisi) müellifi şunu tesbit etmiştir: Kıyamet alametlerine
dair bütün hadisler ahad hadislerdir." İşte hadislerdeki hususlara itikadı mutlak olarak inkar
edenlerin ulaştıkları sonuç budur. Onlar eğer bu batıl iddiada bulunmamış olsalardı bu noktaya
gelmezlerdi. Madem böyle bir kanaat bu kadar büyük bir batıl sonucu beraberinde getiriyor ise
yalnızca bu dahi böyle bir görüşün batıl olduğuna hüküm vermek için yeterlidir. Hele ona az önce
geçen hususlarda eklenebiliyorsa durum ne olur? Hele bunlara aşağıda açıklayacağımız hususda
eklenirse ne olur? Bu da bunların sonuncusudur. Bununla bu batıl görüşün nihai maksadı da açıklık
kazanmış olacaktır. O da sonradan gelenlerin öncekilerden miras olarak devraldıkları İslam
akidesinin sonunu getirmek yahutta en azından o akide hakkında şüphe uyandırmak:
20- İsa (a.s)'dan rivayet edilen hikmetli bir söz vardır. Bu sözde yalancı peygamberler,
Deccal, yalancılar hakkında: "Siz onları verdikleri meyvelerinden tanırsınız." demektedir.
Müslümanlar arasından akide ahad hadislerle sabit olmaz diyen bu batıl sözün meyvesini görmek
isteyenler biraz sonra sonrakilerin öncekilerden aldığı ve hakkında hadis-i şeriflerin bol ve birbirini
destekler mahiyette geldiği İslami akideden olan hususlar üzerinde düşünmelidirler. İşte o vakit
muhalif kanaatte olanların benimsedikleri bu görüşün ne kadar tehlikeli olduğu açıkça ortaya
çıkacaktır. Onlar bu görüşlerinin sebeb teşkil ettiği müslümanların sahib oldukları sahih itikadi
meseleleri inkar etmek suretiyle ortaya çıkan haktan alabildiğine uzak bu sapıklığa ulaşacağının
farkında bile olmamışlardır. Şimdi şu an hatırıma gelen sözünü ettiğim bu hususları size sunayım:
1- Adem (a.s) ile onun dışında Kur'ân-ı Kerim'de adı anılmayan diğer peygamberlerin
peygamberliği.
2- Peygamberimiz Muhammed (s.a)'ın bütün peygamber ve rasûllerden daha faziletli olduğu.
3- Onun mahşerde gerçekleşecek olan büyük şefaati.
4- Ümmeti arasından büyük günah işlemiş olanlara şefaati.
5- Kur'ân'ın dışında bütün mucizeleri. Bunlardan birisi de inşikaku kamer "ayın yarılması"
mucizesidir. Bu mucize Kur'ân'da zikredilmiş olmakla birlikte onlar Rasûlullah (s.a)'a bir mucize
olmak üzere verilmiş inşikakı kamerin gerçekleştiğini açıkça ifade eden sahih hadislere aykırı bir
şekilde te'vil etmişlerdir.
6- Peygamber efendimizin bedeni sıfatları ve ahlaki birtakım şemaili.
7- Yaratmanın başlangıcından meleklerin, cinlerin, cennet ve cehennemin sıfatlarından,
bunların ikisinin yaratılmış olduklarından, hacer-i esved'in cennetten gelmiş olduğundan sözeden
hadisler.35
8- Suyutî'nin "el-Hasaisu'l-Kübra" adlı eserinde topladığı Peygamber (s.a)'ın özellikleri.
Cennete girmiş olması, cennettekileri ve orada takva sahibleri için hazırlanmış olanları görmesi,
cinlerden onunla birlikte olanı müslüman olması ve benzeri hususlar.
9- Aşere-i mübeşşere'nin cennette cennet ehlinden olacaklarına dair kesin kanaat.
10- Kabirde münker ve nekirin soru soracağına iman.
11- Kabir azabına inanmak.
12- Kabrin sıkıştırmasına inanmak.
13- Kıyamet gününde iki kefesi bulunan mizana iman etmek.
14- Sırata inanmak.
15- Peygamber (s.a)'ın havzına ve ondan bir defa içenin ondan sonra ebediyyen bir daha
susamayacağına inanmak.
16- Peygamber (s.a)'ın ümmeti arasından cennete hesabsız olarak yetmişbin kişinin
gireceğine inanmak.
17- Peygamberlere mahşerde tebliğ ettiklerine dair soru sorulacağına inanmak.
18- Hadis-i şerifte sahih olarak gelmiş bulunan kıyametin, haşrın ve neşrin niteliklerine dair
haberlerin tümüne inanmak.
19- Hayrıyla, şerriyle kaza ve kadere, yüce Allah'ın her insanın saadetini, bedbahtlığını,
rızkını ve ecelini yazdığına inanmak.
20- Herşeyi yazmış bulunan kaleme inanmak.
21- Kur'ân-ı Kerim'in mecazi olarak değil, hakikat manasıyla Allah'ın kitabı olduğuna iman
etmek.
22- Arşa ve kürsüye mecaz olarak değil, hakikat anlamıyla iman etmek.36
23- Büyük günah işlemiş mü'minlerin cehennem ateşinde ebediyyen kalmayacaklarına
inanmak.
24- Şehidlerin ruhlarının cennette yeşil kuşların kursaklarında bulunduğuna inanmak.
25- Yüce Allah'ın peygamberlerin cesetlerini yemeyi yeryüzüne haram kıldığına inanmak.
26- Yüce Allah'ın Peygamber (s.a)'a ümmetinin getirdiği selamları tebliğ edinen seyyah
(gezgin) meleklerin varlığına inanmak.
27- Mehdinin çıkması, İsa (a.s)'ın inmesi, Deccal'in çıkması, Dabbetu'l-Arz'ın bulunduğu
yerden çıkması ve buna benzer sahih hadislerle belirtilmiş bulunan kıyamet alametlerinin tamamına
inanmak.
28- Müslümanların bir tanesi müstesna hepsi cehenneme girecek olan yetmişüç fırkaya
ayrılacaklarına inanmak. Cehennem ateşine girmeyecek tek fırka ise ashab-ı kiramın akide, ibadet
ve yaşayış itibariyle izlediği yola sımsıkı yapışanlardır.
29- Cenab-ı Allah'ın sahih sünnette belirtilmiş alî, kadir gibi bütün esma-i hüsnasına yukarda
oluş, nüzûl ve benzeri bütün yüce sıfatlarına inanmak.
30- Peygamber (s.a)'ın yüksek semavata urûç ettiğine ve orada Rabbinin pek büyük âyet ve
belgelerini gördüğüne inanmak.
Bunlar mütevatir yahut müstefiz olarak sabit olmuş hadislerde varid olmuş bulunan doğru
İslami akidenin bazılarıdır. Ümmet bütün bunları kabul ile karşılamıştır. Bunların sayıları yüzü
bulabilir. Her ne kadar bu husus ahad hadisler ile akidenin sabit olacağını kabul etmeyen kimseleri
bağlayıcı olmakla birlikte müslümanlardan herhangi bir kimsenin bunları inkara yahutta bunlar hakkında şüphe uyandırmaya kalkışma cesaretini göstereceğini zannetmiyorum. Yüce Allah bizleri
de, onları da dosdoğru yola iletsin.
Duamızın sonu alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdetmektir.