A
Çevrimdışı
Ahlâkî Örnek Olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)
“Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için en güzel örnek” olan Hz. Muhammed (s.a.s.), rahmeti her şeyi kuşatmış olan Allah’ın tasdikiyle “yüce bir ahlâk” üzere yaşamıştır.
Ahlâkın özünü kişilik; kişiliğin özünü ise kendiliğinden, devamlı ve kuşatıcı olan kısmı teşkil eder. İzlenmesi gerekli yol olarak “sünnet” de içerdiği devamlılık ve kuşatıcılık ile Hz. Peygamber’in eşsiz ahlâkını şüphe ve yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde insanlığın düşünme, ibret alma ve doğruyu bulma yeteneğinin istifadesine sunar. Muhtemel her yönü ve her türlü tezahürü ile hayatı bütünüyle kucaklayan istikamet, doğruluk ve adâlet; özü sözle, sözü de davranışla ayrılmaz bir vücut halinde birbirine nakşeden içtenlik ve samimiyet; düşünülen, söylenen ve yapılan her şeye güzellik ve insanilik damgasını vuran incelik, nezaket ve haya; her türlü iyiliğin özünü simgeleyen şefkat, merhamet ve muhabbet; her durum ve şartta insancalığı, insana yakışırlığı temsil eden hilm, cömertlik, sabır ve cesaret; kökü sağlam, dalları ise gökte olup her daim Rabbin izniyle yemişini veren iman ağacının özünü teşkil eden takva, itidal ve hakkaniyet; her türlü güzellik ve olgunluğun en güzel elbiseleri olan tevazu, sadelik ve vefa... O’nun yüce ahlâkının ana çizgilerini oluşturur.
Yeme-içme, giyim-kuşam, istirahat ve eğlenme gibi tabi ihtiyaçlarını karşılamasında; ailesi , akrabaları, dostları ve düşmanları ile ilişkilerinde; duâ, ibâdet ve niyazında; tebliğ ve sohbetlerinde; geçimini teminine yönelik faaliyetlerinde; tebessüm ve vakarında; afiyet ve hastalığında; zenginlik ve fakirliğinde; savaşta düşmanla olan mücadelesi ile evinde çocuklarıyla olan muhabbetinde; vefat etmiş oğlu İbrahim’in bedenine damlayan gözyaşlarıyla şehid olmuş amcası Hz. Hamza’nın delik deşik edilip hunharca parçalanmış bedenine bakan gözlerinde... kısacası hayatının her an ve her aşamasında bütün bu yüce değerler olgunlaşma çabası altında kendilerini gösterir ve O’nun şahsiyetinin ayrılmaz parçaları haline gelirler.
Hayat, devamlı değişen ilişkiler bütünü olup bütün değişimleri ile bir süreci ifade eder. Ahlâkise istikrarı, gelişimi ve olgunlaşması ile bu sürece kimliğini kazandıran, şahsiyetini verendir. Bu açıdan Peygamber Efendimizin detaylarıyla bilinen hayatına bakıldığında, bu hayata örnek şahsiyetini verenin, yüce değerlerin, dosdoğru yolun, insanca, insanın yaratılış amacına uygun yaşamanın ilahi kelimelerle ifadesi olan Kur’an-ı Kerim’in olduğu rahatlıkla görülür. Kendisine O’nu en iyi tanıyan kimselerden biri olarak “O’nun ahlâkı nasıl idi?” diye sorulduğunda, sevgili eşi Hz. Âişe’nin “O’’nun ahlâkı Kur’an idi.” şeklinde cevap vermiş olması bu açıdan çok önemlidir. Öncelikle yaratan ve emredip en güzeline hidâyeteden yüce Allah’ın “Yâsîn, hikmet dolu Kur’an hakkı için, sen şüphesiz gönderilenlerden (Rasûllerden)sin, dosdoğru yol üzerindesin.” (36/Yâsîn, 1-4); “Nûn. Kaleme ve yazdıklarına andolsun ki sen Rabbinin nimeti ile bir mecnun değilsin ve hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir ecir vardır. Ve hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâküzeresin.” (68/Kalem, 1-4) ve benzeri âyetler ile Peygamber Efendimizin bir yandan üstün ahlâkına bir yandan da bu üstün ahlâkın İlâhî öğreti ile bağlantısına şahadeti; sonra da bu ilahi şahadete selim akıl ve kalpleri ile doğru bilgi, tecrübe ve haberlere istinaden katılıp, bu hakikati tasdik eden nice insanların buna tanıklığı göstermektedir ki O, özü, sözü ve hareketi ile hayatının başından sonuna kadar her anına damgasını vuran ahlâkı ile ilahi öğreti Kur’ân-ı Kerim rehberliğinde insanî olgunluk ve kemale ulaşarak âlemlere rahmet olmuş; olgunluk ve kemali gaye edinenlere de en güzel örnek olarak Allah’ın kulu ve elçisi olmanın gereğini yerine getirmiş; “yaratan Rabbin adıyla” okumanın anlamını, şeklini ve beşeri düzlemdeki fonksiyonunu bütün insanlığa göstermiştir. Dolayısıyla O’nun eşsiz ahlâkını tetkik, insanı, Kur’an rehberliğinde yaşanmış bir olgunluğun, kemalin kıyısına götürmekte; insana, hayatı hayat olarak bütün karmaşıklığı içinde bütünlüğü ile anlama, tatma ve yaşama imkanı vermektedir. Zaten O’nu âlemlere rahmet ve insanlığa güzel örnek yapan da işte bu kuşatıcılık ile bütünlüğüdür; insanca yaşamanın eşsiz rehberi Kur’ân-ı Kerim’i özü, sözü ve davranışı; ailesi, topluluğu ve devleti ile hayata yansıtmış olmasıdır.
İnsan yaşamının üzerinde gerçekleştiği yeryüzü nice başarılara şahitlik etmiş; insan elinde çiçeklenen nice güzelliklerin tanığı olmuştur. Ancak bütün bu güzellik ve başarıların tek bir insanın şahsiyetinde Hakk’a ve hakikate şahitlik ettiği pek görülmemiştir. İşte Peygamber Efendimizi ve O’nun eşsiz ahlâkını mümtaz kılan, hayatın muhtelif yönlerinde ortaya konulan çeşitli başarıların sahibi olan diğer insanlardan ayırıp da O’nu tüm olgunluk ve kemalin numunesi haline getiren husus bu kuşatıcılığı ile bütünlüğüdür. Bu durumda insana ait yaşamın her anı ve her safhası için O’nun asil hayatı ve güzel ahlâkında olması gereken, olgunluk ve kemale işaret eden bir örneklik vardır.
“Muhammedî Risâlet” adlı eserinde Allâme Seyyid Süleyman en-Nedvî bu hususu şu güzel cümleleri ile ifade eder: “...eğer zengin ve varlıklı bir insan isen, Rasûlullah’ın Hicaz’la Şam arasında eşya taşıdığı ve Bahreyn’in hazinelerine sahip olduğu zamanı hatırla! Ve sen de O’nun gibi hareket et. Eğer fakir ve yoksul isen Rasûl-i Ekrem’in EbûTalib mahallesinde mahsur kaldığı, vatanını ve bütün mülkünü terk ederek Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zamanı düşün. Eğer hükümdar isen O’nun Arapların idaresini ele geçirdiği, her tarafa hakim olduğu, ileri gelenlerin, şan ve şeref sahiplerinin O’na itaat ettiği zamanı hatırla. Eğer zayıf ve kimsesiz isen Rasûlullah’ın Mekke’de yaşadıklarını hatırla! O’nda senin için güzel bir örnek vardır... Eğer fatih ve muzaffer bir hükümdar isen Bedir’de, Huneyn ve Mekke’de düşmana galip geldiği günlere bakarak Peygamber Efendimizin hayatından ibret al. Eğer mağlup olmuşsan Uhud harbinde Rasûlullah’ın şehid ve ağır yaralı ashâbı arasındaki halini düşün. Eğer öğretmen isen mescidin sofasında ashâbına nasıl öğretmenlik yaptığını hatırla! Eğer öğrenci isen Cebrail’in huzurunda nasıl diz çöküp hidâyetistediğini düşün. Eğer nasihat eden bir vaiz, emin bir mürşit isen Mescid-i Nebevi’de bir kütük üzerinde vaaz eden Rasûlullah’a kulak ver. Eğer hiçbir yardımcın olmadığı halde hakkı ayakta tutmak, iyiliği haykırmak istiyorsan Mekke’deki zayıf haline rağmen Peygamber Efendimizin hakkı açıkça ilan ettiği zamanı hatırla. Eğer düşmanını yenersen, Rasûlullah’ın Mekke’yi fethettiği günü hatırla. Hakem ya da hakim isen, İslam güneşi doğmadan önce, Kureyş reisleri birbirine girmek üzereyken Rasûlullah’ın Hacer-i Esved’i yerine koymak için verdiği hükme bir göz at. Sonra gözünü çevir ve bir daha bak: Rasûlullah’ın Medine mescidinin avlusunda insanlar arasında adâletle hüküm verdiği zamanı düşün...Hülasa her ne olursan ol, ne işle uğraşırsan uğraş yaşadığın müddetçe, günün her saatinde Rasûlullah’ın hayatında senin için güzel bir hidâyet, hayat karanlıklarını aydınlatan güzel bir misal vardır. Böylece işlerin düzelir, sıkıntıların sona erer... O’nun hayatı bütün insanlık için hayatın her safhasında örnekti. O’nun hayatı aydınlanmak isteyenler için bir nur, hidâyete ermek isteyenler için bir kandil, doğru yolu bulmak isteyenler için de bir rehberdi.”
Peygamber Efendimizi herhangi bir şekilde görebilmek, O’nunla herhangi bir şekilde hayatın bir anını paylaşabilmek ya da onunla ilgili güvenilir bir eseri okuyabilmek, bir şekilde ona ulaşabilmek, görüp duyabilme ve görüp duyduklarını gereğince değerlendirebilme imkanına sahip bir insan için onun şahsiyet ve ahlâkının güzelliği ve eşsizliğini idrak noktasında yeterlidir. Onu gereğince takdir edebilmek ve onun bu güzellik ve eşsizliğinden yeterince istifade edebilmek ise insanın taşıdığı “sorumluluk” endişesiyle bağlantılı olarak onu, Allah elçisi ve dolayısıyla hakikatin (kitap ve hikmetin) öğreticisi, açıklayıcısı; olgunluk ve kemalin eğitimcisi olarak görebilmek ve değerlendirebilmekle; hiçbir istisnaya yer vermeksizin hayatın bütününü onun evrensel örnekliğine açabilmekle mümkündür. Bu durumda meramı ifâde için şu âyet yeterli olacaktır: “Andolsun ki Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için elbette pek güzel bir örnek vardır.” (33/Ahzâb, 21)
Yakınları, dostları ve kendisini görenler tanıklık ederler ki Rasûl-i Ekrem’in mübârek cismi baştan aşağı kusursuz, bütün azası birbirine uygun, alnı, göğsü ve iki omuzlarının arası ve avuçları geniş; boynu uzun ve düzgün; omuzları, pazuları, baldırları iri ve kalın; bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Karnı, göğsü ile beraber olup şişman değildi. Ayaklarının altı çukurdu, düz değildi. Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, güçlü kuvvetli idi. Cildi ipekten yumuşak, başları orta büyüklükte, kaşları hilal, çekme burunlu, az değirmi (yuvarlak) çehreli idi. Kirpikleri uzun, gözleri kara ve güzeldi. İki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakındı. Çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki hiddetlendiğinde kabarıp görünürdü. Yüzü adeta pembe beyazdı. Yani ne kireç gibi beyaz ne de kara yağız, esmer idi. İkisi ortası gül gibi kırmızıya dönük, beyaz ve berrak olup yüzünde nur gibi bir parıltı vardı. Dişleri inci gibi beyaz ve parlak olup hafifçe seyrekti. Konuştuğu ve tebessüm ettiği vakit beliriverirdi. Saçları ne pek kıvırcık ne de pek düzdü. Uzadığı zaman kulaklarının memelerini geçerdi. Sakalı sıktı fakat uzun değildi. Bir tutamdan fazlasını keserdi. Vefatlarında saçı sakalı henüz ağarmaya başlamıştı. Başında pek az, sakalında yirmi kadar beyaz kıl vardı. Vücudu tertemizdi. Koku sürsün, sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı... Haline hüzün ve tefekkür, bakışlarına da netlik ve derinlik hakimdi. Çoğu zaman sükut eder ancak gerektiğinde konuşurdu. Konuştuğunda ağır ağır, tane tane konuşur; önemli yerleri tekrar ederdi. Sevgi ve sevincini tebessümle ifade eder; yüz rengi ve hatları, haline delalet ederdi. Yürüdüklerinde ayaklarını kuvvetle kaldırır, vakar ve sükunetle çabuk ve uzun adımlarla, sanki yüksekten iner gibi yürürlerdi. Bir şeye yönelmek istediklerinde sadece başlarıyla değil bütün vücutlarıyla döner, sebepsiz hiçbir tarafa bakmazlardı. Temiz, düzenli ve sağlıklı idiler. Ağırbaşlı, vakur, canayakın, sıcak, samimi ve ilgili idiler...
Peygamberimizin dış görünüşü ve tabii özellikleri, iç ahlâkı ve iç dünyasını aksettirmektedir. Bu meyanda yapılan tarifler, nihâyetinde samimiyeti, içtenliği, sevecenliği, güvenilirliği, dürüstlüğü, bilinçliliği, dinginliği....ile noktalanmaktadır. Yüzünün parlaklığı, yürüyüşünün eminliği, yönelişinin tamlığı bu açıdan değerlendirilirse bu açıkça görülecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde (2/Bakara, 173, 7/A’râf, 46-48, 47/Muhammed, 30, 48/Fetih, 29 ve 55/Rahmân, 41) Yüce Allah “sîmâ”yı “iç”i tanıtan, ahlâkı gösteren bir alâmet olarak değerlendirmiştir. İbn-i Abbas’ın: “İyiliklerin yüzlerde bir parlaklığı, kalpte bir nuru, bedende bir kuvveti, rızıkta bir genişliği ve gönüllerde bir sevgisi vardır. Kötülüklerin de yüzlerde bir sevimsizliği vardır.” sözü ile, Hz. Osman’ın “Kişinin işlediği her bir amelin elbisesi kendisine giydirilir. Hayır ise hayır; şer ise şer...” sözleri de bunu göstermektedir. Bu durumda, Medine dışında konaklamış bir kervandan, pazarlık etmeksizin söylenen fiyat ile kırmızı bir deveyi alıp, yularından çekerek şehre doğru yürüdüğünde Hz. Peygamber’in arkasından olayı değerlendirerek tanımadıkları bir kimseye bu şekilde karşılığını peşin olarak almaksızın deveyi vermiş olmalarından hayıflanan kervan ehline “rahat olun! bundan daha temiz ve daha nurlu başka bir insan görmedik” şeklinde görüş bildiren o kadının, ya da vefatı sonrasında, hücre-i saadetine girip de peygamberimizin yüzünü açıp alnını öptüğünde “Ah! Hayatında olduğun gibi ölümünde de güzelsin.” diyerek duygularını ifadeye çalışan Hz. Ebûbekir’in bu samimi sözlerini ve de neden onu ansızın görenlerin heybetinden heyecana kapıldıklarını, görüp tanıyanların ise onu o derece sevdiklerini daha iyi anlayabiliyoruz.
Rasûl-i Ekrem’in şahsiyetinde, “yaratan Rabbin adıyla okuma...” ve “emredildiği şekilde istikamet üzere olma” çaba ve gayretinin yeri ve etkisi âşikârdır. Kendisine gelen ilk vahyin “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Kâlem ile öğreten, insana bilmediğini öğreten Rabbin ne büyük kerem sahibidir.” âyetlerinden oluşmuş olması; yaşlılık emareleri üzerinde belirdiğinde, halini soran ashâbına “Beni, Hûd sûresi ihtiyarlattı.” şeklinde cevap vermiş olması buna işaret etmekte olup, mezkûr sûrede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O halde sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Ve aşırı gitmeyin. Çünkü O, her ne yaparsanız onu hakkıyla görendir.” (11/Hûd, 112)
İnsan, bir münasebetler sentezidir. Her insan bir ilişkiler bütünü içerisinde yaratılır ve şahsiyetini, kişiliğini, ahlâkını bu bütün içerisindeki tavrı ve rolü ile ortaya koyar. Yüce Allah’ın “birleştirilmesi emredilen” olarak ifade ettiği bu ilişkiler bütününü muhafaza edebilmenin yolu olan yaratana kulluk, yaratılana da şefkat, merhamet ve adâletin, emrolunduğu üzere dosdoğru şekilde yerine getirilmesinin zorluğu ve zor olduğu kadar da insani olgunluğa ulaşabilmedeki önem ve rolü tartışmasızdır. İşte bizler Rasûl-i Ekrem’in eşsiz ahlâkında, özünde, sözünde ve davranışlarında ve hatta ağaran saç ve sakallarında hep bu “emrolunduğu gibi dosdoğru olma” endişesi ve gayretini görmekteyiz. O, Allah Teâlâ ile olan ilişkisinde, iç dünyasında, evinde, ailesi ve akrabası ile olan münâsebetinde; dostlarına, tanıdık tanımadık bütün insanlara karşı olan tavırlarında; istirahatinde, ticaretinde, savaşta ve savaş sonrası ganimet taksiminde; mescitte imamlıkta, en önde liderlikte, hayatı ve vefatında hep bu endişeyi taşımış, olanca gayretini buna sarfetmişti. O, durumunu şöyle ifâde ediyordu: “Rabbim beni ne güzel terbiye etti.”, “Ben ancak ahlâki faziletleri tamamlamak üzere gönderildim.” O halde, Rasûlullah’ın ahlâkını tanımak, onu, içerisinde bulunduğu ilişkiler bütünü ile tanımakla mümkün olacaktır. Bu yapıldığında ise onun ahlâki yüceliğinin temelinde bu ilişkiler bütününü hayranlık verecek şekilde, biç birini ihmal etmeksizin muhafaza etmiş olmasının; birleştirilmesi emrolunan her şeyi hayatı ile birleştirmiş olmasının bulunduğu görülecektir.
Ahlâki faziletlerin başında “adâlet” ve “ihsân” gelir ki her iki kavram da nihâyetinde “herşeyi yerli yerine koyma”yı ve “yapılması gerekeni layıkı ile yapma”yı ifade eder. Nitekim Yüce Allah: “Muhakkak ki Allah adâleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye sizlere öğüt verir.” (16/Nahl, 90) buyurur. Rasûl-i Ekrem, hayatı boyunca her şeye gereken değeri gerektiği kadarı ile vermiş; ihmalkarlık, duyarsızlık ve aşırılık onun hayatında kendine bir yer bulamamıştır. Bir insanın ihmal ve dengesizliğe meydan vermeksizin, hiçbir aşırılığa düşmeksizin, hayatın her bir yönünde davranmış olması ve bu denge ve istikrarı hayatın hem yatay hem de dikey boyutunda muhafaza etmiş olması elbette olgunluk ve kemalin zirvesidir. Beşer olması peygamberliğine bir nakısa getirmemiştir. Peygamberliği ona ailesini, dostlarını unutturmamıştı. Allah’a olan bağlılığı ve deruni duyguları onu dünyadan el etek çekmeye yöneltmemişti. Liderliği, komutanlığı, hakimliği onu hastaları ziyaretten, fakirlerle sohbetten men etmemişti. Mekke’deki hayatı ile Medine’deki hayatı arasında yaşananlar ve sahip olunan imkanlar çok farklı da olsalar duruş bakımından hiçbir farklılık olmamıştır.
Adâlet ve ihsan onun hayatının her demini kuşatmıştı. Gençliğinde toplumda el-Emin olarak tanınır ve bilinirdi. Ticaret hayatındaki dürüstlüğü takdir edilir, insanlar arası anlaşmazlıklardaki hakemliği makbul görülürdü. “Doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür” der, doğruluğu imanın gereği; yalanı, emanete ihaneti ve verilen sözlerde durmamayı nifak alameti sayardı. Doğruluk hassasiyeti o derecede idi ki şaka bile olsa ondan tâviz vermezdi. “şaka yapar mısınız?” diye sorulduğunda “evet, ama doğru sözden başkasını söylemem” demişti. Onun bu özelliğini düşmanları bile bilir, onu öldürmek için ellerinden geleni yaptıkları halde kıymetli eşyalarını ona emanet etmekten çekinmezlerdi. Mekke’den Medine’ye hicretinde yatağına yatırıp geride bıraktığı Hz. Ali’ye her emaneti sahibine vermesini tembihlemişti.
En zor durumlar bile onu verdiği söze bağlılıktan vazgeçiremezdi. Hiçbir menfaat ona, bu konuda geri adım attıramazdı. Mekke’den Medine’ye gelirken müşriklere yakalanan ve kendilerine karşı savaşmamak şartıyla serbest bırakılıp Bedir savaşı öncesi Hz. Peygamber’e kavuşan Huzeyfe el-Yeman ve bir arkadaşı, olayı Rasûl-i Ekrem’e anlattığında sayılarının azlığı, adama olan ihtiyaçlarının şiddetine rağmen onlara savaşa katılamayacaklarını ifade ile “siz geriye dönün, her hâl u kârda sözünüze riâyet edeceğiz. Bizim sadece Allah’ın yardımına ihtiyacımız var” demişti. Hudeybiye’de müşrikler ile yapılan anlaşmanın şartlarından biri de Mekke’den müslüman olarak Medine’ye gidecek olan kimselerin, talep edilmesi durumunda Mekkelilere geri verilmesi idi. Daha antlaşma henüz imzalanmış iken EbûCendel, elleri zincirli bir halde, hapsedildiği zindandan kaçarak müslümanların bulunduğu yere gelmişti. O esnada orada bulunup, anlaşmayı yapmış olan müşrik Süheyl Bin Amr, antlaşmanın derhal tatbikini talep ile kaçağın kendisine teslimini istediğinde bu durum müslümanların ağırına gitmişti. Rasûl-i Ekrem ise inananların selamet ve kurtuluşuna olanca düşkünlüğüne rağmen “Ey Ebû Cendel, sabret! Biz ahdimizden dönemeyiz. İnşâallah Allah sana yakında bir yol açacaktır!” demişti. Ne ahde bağlılıktan tâviz vermiş ne de Ebû Cendel’i ihmal etmişti. Sözde durmayı, ahde bağlılığı kul olmanın gereği olarak görmüş; işin sonucunu Allah’a havâle etmiş, O’na güvenip dayanmıştı.
“Helâl rızık kazanmak için çalışmanın mecburi bir görev” olduğunu; en hayırlı kazancın da el emeği ve meşrûticaret vasıtasıyla sağlanan kazanç olduğunu söyler; satarken ve satın alırken kolaylık gösterene Allah’ın rahmetini müjdeler, doğru ve güvenilir tacirlerin peygamber ve şehidlerle beraber olacaklarını ilan ederdi. Bazen pazarları gezer, satıcıların mallarını kontrol eder ve “bizi aldatan bizden değildir” derdi. Kendisi de bilfiil ticaretle uğraşmış, kanaati, dürüstlüğü ve vefası ile tanınmıştı. Bazen borçlanır, borçlarını vaktinde ve en güzel şekilde öderdi. Hakka riâyete önem verir, her hak sahibine hakkının mutlaka verilmesinde ısrar ederdi. “Hak sahibinin söze hakkı vardır” diyerek hakkın üstünlüğünü ilan ederdi. Hiçbir olayın hakkı zayi etmesine müsâade etmezdi. Yahudi alacaklısı, alacağını talep üzere gelip de elbisesini çekerek, yakasından tutarak “Siz Abdulmuttaliboğulları hep borcunuzu uzatırsınız” gibi kaba sözler söylediğinde, Hz. Ömer sinirlenerek sert bir şekilde karşılık vermişti. Rasûl-i Ekrem ise olup biteni tebessümle karşılamış ve Hz. Ömer’e “Ey Ömer! Ben ve o, senden bunun dışında bir söz duymaya çok daha muhtaç idik. Bana borcumu güzelce ödemeyi, ona da alacağını güzelce istemeyi tavsiye etmeliydin, vâdenin dolmasına daha üç gün vardı” diyerek fazlasıyla ödenmesini sağlamıştı. Bu olay, yahudinin müslüman olmasına vesile olmuştu.
Bir defasında kestiği hayvanın etini satan bir bedeviden, evde var zannettiği hurma karşılığında bir miktar et almış; eve geldiğinde ise hurma kalmadığını görmüştü. Derhal çarşıya gelerek bedeviyi bulmuş “senden hurma karşılığında et almıştım fakat ne yazık ki hurmam kalmamış” diyerek durumu izah etmişti. Aldatıldığını düşünen bedevi bağırıp çağırmış, Rasûl-i Ekrem ise onu susturmaya çalışanlara “siz müdahale etmeyiniz zira bedevinin hakkı var” diyerek tekrar meseleyi anlatmaya çalışmış ama bedevi söylenmeyi bırakmamıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz bedeviyi, Ensar’dan bir kadına havâleederek etinin karşılığı olan hurmaları almasını sağlamış, bedevî de Rasl-i Ekrem’in sabır ve müsamahakarlığından duygulanarak “Muhammed! Cenâb-ıHakk sana ecir ve mükafatını versin, sen bana hakkımı hem de fazlasıyla verdin” demişti. Hakka riâyetve en güzeliyle karşılık vermek onun ahlâkının en önemli esaslarındandı. O, “borçlarını daha iyi, daha mükemmel bir şekilde ödeyenler faziletli kimselerdir” der , aldığı borçları fazlasıyla geri öderdi.
Adâlete riâyet, kişinin kendisi, anne babası ve yakınlarının aleyhine de olsa âdil olabilmeyi; muhataba duyulan kin ve nefret duygularının adâletsizlik ve aşırılık yönündeki baskılarına direnebilmeyi gerektirir. Üst tabakada hırsızlık yapmış bir kadın için aracılıkta bulunulduğunda “İsrailoğulları işte bu yüzden helak olmuştur. Onlar, kanunları fakirlere uygular, zenginleri ise affederlerdi. Allah’a yemin ederim ki eğer Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı onun da elini keserdim” diyerek her türlü iltiması reddeden, buna karşılık suçun tesbiti ve cezanın terettübü için kılı kırk yaran Rasûl-i Ekrem, bu tarafsız adâlet ve hakkaniyetin emsalsiz temsilcisidir. Onun bu eşsiz özelliğidir, yahudilerin bile anlaşmazlıklarını ona götürmesine sebep olan.
Rasûlullah, Hz. Ali’ye şöyle nasihat etmişti: “Sana iki kişi muhakeme için geldiğinde ikisini de dinlemeden sakın karar verme! Zira ancak her ikisini de dinlediğinde doğruyu bulabilirsin.” Hz. Ali, bu nasihat sayesinde davalarda zorluk çekmediğini, kolaylıkla doğruya ulaşabildiğini söylerdi. Rasûl-i Ekrem, âdil liderlerin kıyâmet gününde Allah’a en yakın kimseler olacaklarını, zalimlerin ise en uzak olacaklarını; fakir, yoksul ve muhtaç kimselere kapısını kapatan hakimlere Allah’ın da kapısını kapatacağını söylerdi. Bir savaş sonrası ganimetleri taksim ederken “bu taksim Allah rızası için yapılmıyor” şeklindeki bir ifadeyle karşılaştığında “ben âdil olmazsam kim âdil olur?” diyerek mukabelede bulunmuştu. Kalabalık içerisinde üzerine yüklenen birisini, elindeki ince değnekle uyarmak istediğinde kazara o kimsenin ağzı çizilmişti. Peygamberimiz bu durumda, o kimseden aynısını kendisine yapmasını istemişti. Adâlet hususundaki hassasiyeti, hakkaniyete riâyeti ile tamamlanıyordu.
Onun adâleti sert, kaba ve kırıcı değil, bilakis yapıcı, onarıcı ve ıslah edici idi. Adâlete bağlılık ile geçen güzel ömrünün sonunda ölüm döşeğinde iken halka hitaben “birisine bir borcum varsa veya birini kırdıysam yahut birinin mal veya şerefine bir zarar verdiysem işte şahsım, işte şerefim, işte malım mülküm! Benden karşılığını bu dünyada alsın” demiş, onun bu sözleri sükunet ile karşılanmış, ancak bir adam Rasûl-i Ekrem’den birkaç dirhem alacağı olduğunu söylemiş ve parasını almıştı. Ne mutlu, adâlete riâyetle zulmün zerresine bile bulaşmadan ömür sürmüş olanlara!
Adâletten her ayrılış, zulme doğru atılan bir adımı ifade eder. “Muhakkak ki şirk elbette pek büyük bir zulümdür” (31/Lokman, 13) âyetinin de işaret ettiği üzere, adâlete en uzak nokta şirk; adâletin özü de her türlü erdem ve iyiliğin bayrağı tevhiddir. Dolayısıyla yaratana kulluk peygamberimizin ahlâkının özünü teşkil eder ki, hayatı bunun en güzel şahididir. Hayatın yatay ve dikey boyutundaki her türlü kemale ait istikrar ve sebatının temelinde de bu sağlam bağlılık yatar. “şükreden bir kul olabilmek” onun her türlü düşünce, söz ve eyleminin saiki idi. Gece boyu namaz kılmaktan ayakları morardığında “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Niçin böyle yapıyorsunuz? diye soran Hz. Âişe’ye: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” diyerek cevap vermişti.
Allah’ın dinine dâvetettiği Tâifliler kendisine horlama, aşağılama hatta taşlama ile mukabelede bulunmuş, o ise teselliyi Rabbine münâcaatta bularak, O’na olan bağlılık ve sevgisini “senden gelen her şeye ben râzıyım, yeter ki bana gazap etmiş olma....” şeklindeki duygu yüklü sözleriyle ifadeye çalışmıştı. Birçok vesile ile ashâbına “içinizde Allah’tan en çok korkanınız benim” demişti. Bu hayatının her ânı için geçerliydi. Bir defasında bütün gece boyunca Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa’nın duâsı olarak geçen “eğer onlara azap edersen elbette onlar senin kullarındır. Şâyet onları bağışlarsan elbette sen yegâne izzet ve hikmet sahibi olansın” (5-118) âyetini tekrar edip durmuştu.
Allah’ı zikir ve O’nu tesbih her ânını kuşatmıştı. Devamlı Kur’an okur, hatta başkalarının da okumasını ister, onu başkalarından dinlemeyi çok sevdiğini söylerdi. Özü, sözü ve davranışı ile Kur’an’ı hayata yansıtmak, her anının en büyük hedefiydi. “Gözümün aydınlığı namazdır” der, her vesilede namaz kılmayı arzulardı. “Haydi Bilal! Kalk, kamet getir de bizi rahatlat, bizi huzura kavuştur” derdi. Bu, O’nun için bütün dünya güzelliklerinin üstünde idi. Hz. Enes, “Rasûlullah’ı gecenin hiç ihtimal vermediğiniz bir anında namaz kılarken, yine hiç ummadığınız bir anında da uyurken görebilirsiniz” demektedir. Bazen o kadar oruç tutardı ki hiç orucu bırakmayacağı zannedilir; bazen de oruca o kadar ara verirdi ki artık daha oruç tutmayacak denilirdi.
Allah’a olan bağlılığı, ibâdete olan düşkünlüğü had safhada olmakla birlikte bu, onu dünyadan ve insanlardan uzaklaştırmaya sevk etmemiş, bilakis itidali sâyesinde ihsan üzere bütün sorumluluklarını yerine getirmesinde en önemli etken olmuştur. “En hayırlı amel, az da olsa devamlı olandır” der, dinde aşırılık ile insanın bir yere varamayacağı ihtarı ile arkadaşlarına itidal üzere yaşamayı tavsiye ederdi. Sadece ibâdette değil yeme-içme, giyim-kuşam, dostluk-düşmanlık gibi hayatın her yönünde aşırılıklardan korunmada ısrar ederdi. Acıkmadan yememek, yediğinde ise iyice doymadan sofradan kalkmak, O’nun adeti idi. Bir seferinde her gün oruç tutmak, her geceyi namaz ile ihya etmek ve evlenmemek üzere anlaşan arkadaşlarını “İçinizde Allah’tan en çok korkanınız ve O’na karşı sorumluluklarını en fazla bileniniz olduğum halde bazı günler oruç tutarım, bazı günler ise tutmam. Aynı şekilde geceleri bazen uyur bazen de namaz kılarım, kadınlarla da evlenirim” diyerek itidâle yönlendirmiş; nefsin, vücudun, gözlerin... hanımın, çocukların, akrabaların ve dostların... insanın üzerinde hakları olduğunu beyan ile itidalin esasını ortaya koymuştur. Zaten bu, adâlet ve ihsanın da gereğidir. O’nun hayatı ve ahlâkı da olanca ağır sorumluluk ve muhtelif işlerine rağmen bu itidalin kusursuzluğu ile parıldar; yolunu arayana rehber, karanlıklardan çıkmaya çalışana da ışık olur.
Rasûl-i Ekrem nasıl yaşardı, diye sorulduğunda buna en kısa ve en basit olarak kul gibi yaşardı şeklinde cevap verebiliriz. Kulluk bilinci ve tevazuu hayatının her anında hakimdi. “Şüphesiz ki ben bir kulum. Kulun yediği gibi yer, oturduğu gibi otururum” der, hayata da bu gözle bakardı. Sadelik ve tevazu, şahsiyet ve yaşamının ayrılmaz vasıflarıydı. “Allahım! Ahiret hayatından başka bir hayat yoktur” diyerek dünyadaki yaşamını bir yolculuğa benzetir ve bu tanımlamaya aykırı her türlü tavır ve davranıştan kaçınırdı. Külfet, zorlama, gösteriş, riya, ucub ve kibir dünyada en çok O’na uzaktılar. Şekilcilik ve resmiyet O’nun ahlâkında kendilerine hiçbir yer bulamazlardı. Sade giyinir, önüne gelen nimeti küçük görmezdi. Çoğu zaman kuru ekmek, hurma ve sütle yetinir, şikâyetçi olmazdı. Kuru ekmek ve sudan oluşan mütevazi davetleri kırmazdı. Bir yemekten hoşlanmadığında herhangi bir yorum yapmaz yiyemeyeceğini belirtirdi. Hasır üzerinde yatardı. Çoğu zaman kalktığında sağ tarafında hasır iz yapmış olurdu. Üç gün art arda buğday ekmeği ile karnını doyurmamış, Medine dönemi boyunca bir günde iki öğün yemek yememiştir. Hz. Âişe“Ay gelir geçerdi de biz Muhammed ailesi yemek pişirmek üzere ateş yakmaz, sadece hurma ve su ile karnımızı doyururduk” demiştir. EbûÜmame de Rasûlullah’ın şöyle dediğini bize naklediyor: “Rabbim, Mekke vadisini benim için altına çevirmeyi teklif etti. Fakat ben ‘hayır ey Rabbim! Gün aşırı yiyeyim ve aç kalayım. Aç olduğum zaman sana yakarıp seni hatırlayayım. Doyduğum zaman da sana duâedip şükredeyim’ dedim.
Bir gün Hz. Ömer, peygamberin evine geldiğinde Rasûlullah’ın hasır üzerinde örtüsüz yattığını ve hasırın izlerinin sağ yanında çıkmış olduğunu, odada bulunan bütün eşyanın hurma lifleriyle doldurulmuş bir yastık, bir hayvan derisi ve bir su kırbasından ibaret olduğunu, yiyecek olarak da sadece birazcık arpanın bulunduğunu görmüştü. Manzara karşısında duygulanarak ağlamış ve peygamberin “neden ağlıyorsun?” diye sorması üzerine “Bizans’ın kayseri, Fars’ın kisrası debdebe içinde yaşarken sen seçilmiş insan, Allah’ın Rasûlü böyle mi yaşayacaksın?” demişti. Rasûlullah ise “Ey Ömer! Sen bunun için mi ağlıyorsun? Bilmez misin ki onlar bütün nasipleri dünya hayatında verilmiş insanlardır” diyerek hayata bakışını dillendirmiştir.
Cuma günleri ve dışardan heyetler geldiğinde giymesi için ipekten bir elbise alması teklif edildiğinde de “Bunu ahiretten alacak bir payı olmayan giysin” demişlerdi. Sâlim bir kafaya, sıhhatli bir bedene ve günlük yiyeceğine sahip olan kimsenin bütün dünya nimetine sahip olduğunu söylerdi. İnsanın dünyadan nasibini de giyilip eskitilen, yenilerek tüketilen ve hayır olarak sarfedilip kazanılan olarak özetler; 28/Kasas suresinin 77. âyetinin ifâdesiyle Allah’ın verdiklerinde ahiret yurdunu gözetirdi. Vefatında, üzerinde iki yerinden yamalı bir elbise vardı. Zırhı, ailesinin geçimi için bir miktar arpa borç aldığı bir yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu. Ve evinde yiyecek olarak sadece bir avuç arpa vardı.
O’nun bu hali inancının, dünya hayatına bakışının, fedakarlığının ve cömertliğinin doğal bir sonucuydu. Yoksa bir zorlamanın ve dünyevi nimetlere olan soğukluğun eseri değil. Zira olanca sadeliğine rağmen bazen güzel yemekler yediği, güzel elbiseler giydiği olurdu. Nimeti takdir eder, Allah’ın bir lütfu ve ikramı olarak görürdü. O’nun yaptığı, içinde bulunulan ortamda yapılabilecek olanın en iyisini yapmaktan ibaretti. Komşusu açken tok yatmamak gibi.
Rasûl-i Ekrem’in tevâzûve sadeliği, kendini beğenmenin, gösteriş ve kibrin ve hatta her yerde bir şekilde kendine yer edinen bencilliğin bir elbisesi değil, aksine eşsiz bir samimiyet ve içtenliğin doğal bir muhafazası idi. Arkadaşları arasında bulunurken, O’nu farkedilmez yapan da işte bu özelliğiydi. Bir meclise geldiğinde boş bulduğu yere oturur, “Ben bir kral değilim” diyerek kendisi için ayağa kalkılmasını istemez, elinin öpülmesine müsaade etmezdi. Bir defasında kendisini görüp de heyecanlanan bir kimseye “Heyecanlanma!! Ben kuru et yiyen bir kadının oğluyum” demişti. Kendisine “yaratılmışların en hayırlısı” diye hitap edildiğinde “yaratılmışların en hayırlısı İbrâhim idi” diyerek cevap vermiş, kendisi için Allah’ın O’na vermiş olduğu “Allah’ın kulu ve elçisi” vasfından başka bir vasfın kullanılmamasını istemişti. Sık sık bu konuda arkadaşlarını uyarır, şeytanın kendilerini kandırmaması için dikkatli olmalarını tavsiye ederdi.
Oğlu İbrahim vefat ettiği gün, güneş de tutulmuştu. Bazı kimselerin “işte bakın güneş de Rasûlullah’ın matemine iştirak ediyor” yollu düşünmeleri üzerine olaya hemen müdâhale etmiş ve “güneş tutulması Allah’ın âyetlerinden biridir. Kimsenin ölüm veya doğumu üzerine meydana gelmez” diyerek insanların kendisine olan sevgi, hürmet ve bağlılıklarının yanlış mecralara kaymasını engellemiştir.
“Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede aşırıya gittikleri gibi sizler de beni övmede aşırıya gitmeyin. Ben sadece bir kulum. Benim için sadece ‘o, Allah’ın kulu ve Rasûlü’dür’ deyin” sözleri, O’nun bu konudaki hassasiyetinin güzel bir göstergesidir. Yine O’nun tevâzûve sadeliği, pasifliğin, acizliğin kendisine yüklediği geçici bir vasıf değil, aksine Allah sevgisi ve kulluk bilincinin incelik ve ruhi derinliğinin hayata doğru doğal bir inkişafıydı. Başarıları arttıkça, insanların sevgi ve bağlılığı çoğaldıkça O’nun büyük bir içtenlik ve tevâzûile Rabbine yönelişi, hayatının hiçbir safhasında bu sadelik ve tevazuundan tâviz vermeyişi bunu açıkça göstermektedir.
Bizler Rasûl-i Ekrem’i, Hayber’i fethettiğinde, dizgini hurma ağacının kabuğundan yapılmış bir merkep üzerinde Hayber’e girerken düşündüğümüzde; ya da yaşanan onca zorluğun ve çekilen onca hasretin ardından büyük fetihle birlikte, başını devesinin eyerine değecek kadar eğmiş, yüzü şefkat parıltılarıyla parlar olduğu halde Mekke’ye girerken gördüğümüzde eşsiz bir manzara ile karşı karşıya olduğumuzu idrak ederiz. O anda o, sadece Rabbini hamd ile tesbih ediyor ve O’ndan mağfiret diliyordu. “Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde ve insanları bölük bölük Allah’ın dinine giriyor gördüğünde, Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Zira O tevbeleri çokça kabul edendir” (110/Nasr, 1-3).
Yaşlı bir yük devesinin üzerinde, sırtında dört dirhem bile etmeyecek basit bir hırka, veda haccına giderken şöyle duâediyordu: “Allahım! Bu haccı riyâ, gösteriş ve ünden uzak et.”
İnsan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Rasûl-i Ekrem, Hz. Âişe’nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü. Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaza giderdi. Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O’nun hayatında herhangi bir açığa, ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi; yaşanması gerekli her şeyin O’nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini, ahlâki faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları namaza kaldırır, daima onları iyilik yapmaya teşvik ederdi. “Kişinin, eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır” der, kendisini ailesinin dünya ahiret saadetinden mesul tutardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in hiçbir eşine vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Rasûl-i Ekrem, “en hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır” derdi. Ailesine karşı en merhametli olan da oydu.
Çocuklarını çok sever, onlarla oynar, ilgilenirdi. Çocuk sevgisini merhametin bir eseri olarak görürdü. On çocuğu olduğu halde, onlardan hiçbirini öpmediğini söyleyen bedeviye “Allah, senin kalbinden merhameti aldıysa ben ne yapabilirim?” demişti. Ahlâkve fazilet ile dolu hânelerinde mânevî havayı, kendilerini kuşatmış olan sevgi ve şefkat halesi içinde teneffüs ederek yetişen çocuklarının her derdiyle ilgilenir, bir baba olarak bütün sorumluluklarını yerine getirirdi. Kız çocuklarını iyi yetiştirip güzelce evlendirmeyi, cennetin anahtarlarından biri olarak görürdü. Erkek çocukları zaten daha küçük yaşlarda vefat etmişlerdi. Kızlarını ise büyütmüş ve evlendirmiş, torunları olmuştu. Yine onlarla ilgileniyor, onları ziyaret ediyordu. Gece namaza kalktıklarında onları da uyandırır, daima iyilik yapmaları, ahiret yurdu için hazırlanmaları gerektiğini söyler, “yarın kıyamet gününde ben sizler için bir şey yapamam” derdi. Bütün gayret ve çabası onların iyi birer kul, faziletli birer insan olmaları içindi. Bunun için herkesten önce onlardan sabır ve fedakarlık beklerdi. “Allahım! Muhammed ailesine geçinecek kadar rızık ihsan buyur” diye duâ eder, ailesini her türlü aşırılık, lüks, israf ve cimrilikten; dünya malına düşkünlükten sakındırırdı.
Tehlike, sıkıntı ve zorluk olan yerlerde onları öne geçirir, menfaat, rahat ve kolaylığın olduğu yerlerde ise onları geriye alırdı. Bir defasında kızı Hz. Fâtıma’yı ziyârete gitmiş, ancak içeride süslü bir perde gördüğünde, kapıdan geri dönmüştü. Sebebi sorulduğunda “benim dünya ile ne işim olabilir?” demiş, kızına perdeyi satıp bedelini ihtiyaç sahiplerine vermesi tavsiyesinde bulunmuştur. Hz. Fâtıma, işlerinin yoğunluğu ve değirmende tahıl öğütmekten dolayı karşılaştığı zahmetten dolayı, kendilerine bir harp esirinin hizmetçi olarak verilmesini istediğinde, Hz. Peygamber, “mescidde yatan aç ve çıplak insanlar varken, bu isteğinizi karşılayamam!” diyerek, onların bu taleplerini geri çevirmiştir. Akşam olduğunda kızı ve dâmâdının yanına giderek, “size benden istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatacağınız zaman 34 defa Allahu Ekber, 33 defa Elhamdu lillâh ve 33 defa da Subhânallah deyiniz” buyurmuştur.
Hz. Peygamber ve ailesinin, hiçbir sadakayı kabul etmemesi ve bunun kendilerine haram oluşu da bu açıdan çok önemlidir. Rasûl-i Ekrem’e 10 yıl boyunca hizmet eden Hz. Enes’in şu şehadeti, Rasûl-i Ekrem’in ev halkına muamelesini uzun uzadıya anlatmaya gerek bırakmamaktadır. “Rasûlullaha on yıl boyunca hizmet ettim. Bir kere bile bana, “yaptığım bir şey için neden bunu yaptın, yapmadığım bir şey için de neden bunu yapmadın?” demediler.
Mescidde, cemaate hitap ederken, sevgili torunları Hasan ile Hüseyin’in düşe kalka kendilerine doğru geldiklerini görünce, dayanamayıp hutbesine ara vermiş, aşağı inerek torunlarını kucağına almış, sonra da “elbette ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihandır” (64/Teğâbün, 15) âyetini okumuştur.
Yüce Allah, 4/Nisâ sûresinin 36. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunanlara ‘ihsan’ üzere davranın. Muhakkak ki Allah, kendisini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” İhsan, Rasûl-i Ekrem’in içinde bulunduğu ilişkiler bütünündeki istisnâsız tutumuydu. Sevgi, şefkat, merhamet, hilm, nezaket, incelik, fedâkârlık, cömertlik ve cesaret gibi üstün ahlâkî vasıflarının bir yumağı idi. “Gerçekten iman etmedikçe cennete giremezsiniz; gerçekten birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Sizlere gerçekten birbirinizi sevebilmenin yolunu öğreteyim mi!? Selâmlaşınız.” der; yemek yedirmeyi, tanıdık tanımadık herkese selâm vermeyi İslâm’ın en hayırlı amellerinden sayardı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) çevresindeki herkesle ilgilenir, karşılaştıklarına önce davranıp selâm verir; musâfaha ettiğinde karşısındaki elini çekmedikçe elini çekmez; birisiyle konuştuğunda muhâtabı sözünü bitirip ayrılmadıkça onu bırakmaz; döndüğünde bütün cephesiyle dönerdi.
Herkesi kuşatan sevgi ve ilgisi ahlâkının ayrılmaz parçasıydı. Anne ve babasını küçük yaşlarda kaybetmiş olmasına rağmen onları unutmamış; yıllar sonra bir vesile ile harap olmuş bir mezarın yanından geçerken durup oturmuş, ince ruhundan sızan gözyaşları ile ‘Bu Vehb kızı Âmine’nin kabridir’ demişlerdi. Kendisine emeği geçenleri asla unutmaz, daima onları hayırla yâd ederdi. Amcası Ebû Tâlib’in hanımının, dadısı Ümmü Eymen’in, süt annesi Halime’nin ve ailesinin O’nun gönlünde özel bir yeri vardı. Süt annesi geldiğinde, onu hürmetle karşılar, ilgi ile ağırlar, hırkasını çıkarıp altına sererdi. Ölümü sonrasında babanın arkadaşlarına iyiliği merhametin gereklerinden sayar, ‘içlerinde akrabâları ile ilişkilerini kesen bir kimsenin bulunduğu topluluğa Allah’ın rahmeti inmez’ der; sırasıyla annenin, babanın, yakın akrabaların kişinin üzerinde hakları olduğunu beyan ederdi. Dostlarına karşı vefalı ve samimi idi. 26 yıl beraber yaşadıkları ilk eşi Hz. Hatice’yi daima hayırla yâd etmeleri; vefatından yıllar sonra bile bir koyun kestiklerinde bir parçasını Hz. Hatice annemizin arkadaşlarına göndermeleri; kızı Zeyneb’in, savaşta esir düşmüş kocasının fidyesi için annesinden yâdigâr gerdanlığını Rasûl-i Ekrem’e gönderdiğinde gerdanlığı görüp de ağlaması eşsiz bir vefânın örnekleri değil midir?
Rasûl-i Ekrem, bir peygamber, bir insan, bir komutan, bir hâkim, bir dost, bir komşu, bir akraba... Bir insan olarak bütün sorumluluklarını yerine getirir, hayatı her şeyiyle paylaşırdı. Kendisini arkadaşlarından ayırmaz, ‘kendisini ayrıcalıklı göreni Allah sevmez’ derdi. Ashâbı ile birlikte oturur, fakirler ve kimsesizler ile birlikte yiyip içerdi. Onların konuşmalarına katılır, mecliste boş bulduğu yere otururdu. Meclisinde bulunan herkes ilgi ve sevgisinden hisselenir, her biri Rasûl-i Ekrem’in en çok kendisini sevdiği duygusuna kapılırdı. Dertleriyle dertlenir; sevinçleriyle sevinir; gecesi gündüzüyle hayatı onlarla paylaşırdı. Yapılması gerekli bir iş olduğunda hemen el atar, Mescid-i Nebevî’nin yapımında, şehrin etrafına hendek kazımında olduğu gibi onlarla beraber çalışır; girdiği savaşlarda olduğu gibi tehlike anlarında hep ön plana çıkarak onlara örnek ve siper olurdu.
“Büyüklerine saygı duymayan, küçüklerini de sevmeyen kimse bizden değildir” der, çevresinde bulunan herkese güzelce muâmele ederdi. Mekke’de iken arkadaşı Habbâb bin Eret’i bir yere göndermiş, dönünceye kadar da bu işi yapacak kimsesi olmadığından her gün Habbâb’ın evine giderek keçilerini sağmıştı. Hayber fethi sonrası Habeşistan muhâcirleri Medine’ye döndüklerinde “hangisine sevineyim, Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi?” diyerek arkadaşlarına olan sevgisini göstermiştir.
Ashâbından biri vefat ettiğinde, arkasında mal bıraktıysa, onu mirasçılarına güzelce dağıtır; borç bıraktı ise onu üstlenip ödemeye çalışır, ödeyemediğinde “borçlu kimsenin cenaze namazını kılamam” diyerek müslümanları borcu ödemeye teşvik ederdi.
İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak; kötülük, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmamak, O’nun çevresindekiler ile ilişkisinin genel karakteriydi. Ashâbını eğitmek, kötülüklerden temizleyerek iyiliklerle olgunlaştırmak için elinden geleni yapar; dünya ve âhiret saâdetleri için gayret ederdi.Onlara olan sevgi ve samimiyetine halel gelmemesi için “bana birbiriniz hakkında herhangi bir şey söylemeyin. Zira ben hepinizin karşısına temiz bir kalple çıkmak isterim” der, kimsenin kusurunu araştırmaz, kimseyi de hatasından dolayı yargılamazdı. Bir kimse bir hata yapıp günah işlediğinde, isim belirtmeden, kırıp incitmeden durumu düzeltir; aynı şekilde şüpheli şeylere meydan vermeyerek onların kalplerini de muhâfaza ederdi.
Hizmetinde bulunanlara evlâdı gibi muâmele eder, “köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Onlara köle, câriye değil; oğlum, kızım diye seslenin. Ağır bir iş vermeyin; verirseniz onlara yardımcı olun”; “köleleriniz hakkında Allah’tan korkun” der, onları her fırsatta özgürlüğe kavuşturmayı en büyük iyiliklerden biri olarak görür; bütün esirlerine bu şekilde davranıp her birini özgürlüğüne kavuşturarak ashâbına örnek olurdu.
Çocukları sever, onları yolda oynarken gördüğünde selâm verir, bineğine bindirir, aralarına karışırdı. Bazen bir hizmetçi, bir câriye teklifsiz yanına gelir, kendisine yardım etmesini ister, o da hemen kalkıp onların işini görürdü. Dulların ihtiyaçlarını karşılar; yaşlı insanlara daima yardımcı olurdu. Medine’de yaşlılık sebebiyle bunamış bir kadın vardı. Bir gün bu kadın Rasûl-i Ekrem’e gelmiş, “Muhammed, seninle bir işim var” demişti. Rasûl-i Ekrem de onunla beraber sokağa çıkmış, oturarak onu dinlemiş ve isteğini yerine getirmişti.
Sâliha kadını dünya nimetlerinin en güzeli olarak görür, “kadınlar hakkında Allah’tan korkun” derdi. Bir gün çok sayıda kadın akrabası Peygamberimiz’in etrafına oturmuş, yüksek sesle konuşuyorlardı. Hz. Ömer içeri girince hepsi susmuş ve çekilmişler; Rasûlullah da bu duruma gülmüştü. Hz. Ömer; “Ey Allah’ın Rasûlü, Allah seni hep mütebessim kılsın, neden güldün?” diye sorunca, Rasûl-i Ekrem, kadınların ondan çekinip de sakınmalarına güldüğünü söyledi. Hz. Ömer’in “benden değil; Rasûlullah’tan korkun” sözü üzerine kadınlardan biri “O, senin kadar hiddetli değildir” demişti. Medine’ye girerken yol kenarında şarkı söyleyen küçük kız çocuklarını gördüğünde “Beni seviyor musunuz?” diye sormuş, “evet yâ Rasûlallah, seni seviyoruz” demeleri üzerine “Ben de sizleri seviyorum” demiştir.
Rasûl-i Ekrem, “Geniş olun! Zira Yüce Allah, geniş olanı sever” der; genişliği, hilmi ve anlayışı ile ashâbına örnek olurdu. İnsanları, zayıflıkları, ihtiyaçları ve idealleri ile bütün olarak değerlendirir; yadırgayıcı, yargılayıcı olarak değil; anlayışlı bir yol gösterici olarak onlara muâmele ederdi. Anlamak, affetmek ve yol göstermek, O’nun insanlara karşı tavrının özüydü. “Hizmetçimi bir günde kaç defa affedeyim?” diye soran bir kimseye “yetmiş defa affet!” diye cevap vermiştir. Bir defasında bahçesine izinsiz girip de hurma toplayıp yiyen ve biraz da elbisesinin cebine koyan bir kimseyi azarlayarak ve elbisesini soyarak Rasûl-i Ekrem’e şikâyet eden birine; “O, bilmiyordu, ona öğretmeliydin; o, açtı, onu doyurmalıydın!” diyerek bahçe sahibine nasıl davranması gerektiğini öğretmişti.
Çöllerde göçebe halinde yaşayan bedevî insanlar, Medine’ye geldiklerinde Rasûl-i Ekrem onlarla ilgilenir, kabalıklarını yadırgamazdı. Bir defasında yolda giderken bir bedevî gelmiş, Rasûl-i Ekrem’in hırkasını arkadan çekerek “Muhammed! Yanındaki Allah’ın malından bana ver” demişti. Çekilen hırkası boynunda iz yapmış, Peygamberimiz bu haliyle dönmüş, tebessüm ederek arkadaşlarına “evet, istediğini verin” demişti.
Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Âişe’nin ifadesiyle hiçbir zaman şahsî intikam peşinde koşmamıştı. Kötülüklere iyilikle mukabelede bulunurdu. O, her zaman kerem sahibi, yüce gönüllü idi. Hayatı boyunca O’na tuzaklar Kur’anmünâfıklar, yahûdiler ve müşrikler de onun kerem ve şefkatinden nasiplerini almışlardı. Hayatını anlatan eserlerde, O’nun, münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy vefat ettiğinde gömleğini kefen olarak ona verdiğini, olanca entrikalarına karşılık yahûdilere olan güzel ve âdil muâmelesini ve de onca mücadelenin neticesinde Mekke’ye girdiğinde orada müşriklere “gidiniz, hepiniz özgürsünüz” diyerek “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizleri affetsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir” (12/Yusuf, 92) âyetiyle hitap etmiş olduğunu; kendisini taşlayıp horlayanlar için; canına kastedip kendisiyle savaşanlar için Yüce Allah’a; “Allah’ım, onları affet, çünkü onlar bilmiyorlar” şeklinde duâ ettiğini okuduğumuzda “(Ey Muhammed) Sen af yolunu tut, bağışla, iyiliği emret, cahillere de aldırma” (7/A’râf, 199) âyetinin hayata konabileceğini ve yine Rasûl-i Ekrem’in “Rabbim, bana intikam alacak gücüme rağmen düşmanlarımı affetmemi, benimle ilişkisini kesenle görüşmemi ve beni mahrum bırakana vermemi emretti” sözünün hakikatini daha iyi anlayabiliyoruz.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “... Allah’ın rahmeti ile onlara yumuşak davrandın. Kaba, katı yürekli olsaydın, zaten etrafından dağılıp giderlerdi. Öyleyse onları affet, bağışlanmaları için duâ et ve işlerinde onlara danış. Kararını verdiğinde de artık Allah’a tevekkül et. Zira O, kendisine tevekkül edenleri sever.” (3/Âl-i İmrân, 159). Âyette ifade edilen Allah’ın rahmetinden kaynaklanan “yumuşaklığın” ve gerçekten eşsiz bir şekilde insanların küçüğüyle büyüğüyle; kadınıyla erkeğiyle, fakiriyle zenginiyle O’nun etrafında sevgiden bir tek vücut haline gelmelerinin sırrını merak eden için, namazı uzun tutup da cemaatten bazılarını usandıran sahâbisini “namaz kıldırırken fazla uzun tutma. Cemaatte yaşlı olan, hasta olan vardır” diyerek uyaran ya da “nice zaman olur, uzunca bir namaz kılayım, diye namaza başlarım da, ağlayan bir çocuk sesi işittiğimde, arkamda namaz kılan annesinin şefkat duygularını bildiğimden, namazı kısa tutarım” diyen peygamberi düşünmek yeterlidir.
Naz ve nimet içinde büyüdüğü halde, müslüman olması sebebiyle ailesi tarafından dışlanıp fakr u zarûrete dûçar kalan Mus’ab bin Umeyr’i yırtık-pırtık elbiseler içinde gördüğünde gözyaşları akıtarak onun bu fedâkârlığına saygı gösteren; Câbir bin Abdullah’ın ifadesiyle, kendisinden bir şey istenildiğinde asla “hayır!” demeyen, kapısına gelenleri boş çevirmediğinden nice geceler ailesi ile birlikte aç yatan, elinde kalmış bir miktar parayı verecek bir fakir bulamadığında, o parayı alıp evine gidip yatmaktan utanıp da mescidde yatan ve sabahleyin bir fakir bulunup da o parayla ihtiyacı karşılandığında Allah’a hamd edip evine giden... evet, bu örneklerde ve benzeri yüzlerce örnekte Rasûlullah’ın eşsiz ahlâkını görmek mümkündür.
Hz. Peygamber, hediyeleşmeyi tavsiye eder, bunun sevgiyi arttırıp dostlukları pekiştireceğini söylerdi. Sadaka kabul etmemesine rağmen hediye kabul eder ve daha güzeli ile hediyelere karşılık verirdi. Varını yoğunu çevresindeki yoksul, ihtiyaç sahibi kimselerle paylaşır; verecek bir şeyi olmadığında da güzel sözler ile gönüllerini doyururdu. Gelir kaynaklarını, ailesinin geçimi için ayırdığı bir kısmı müstesnâ, fakirlere dağıtılacak şekilde düzenlemiştir. Cimrilik ve kötü huyun mü’minde bulunmayacağını söyler, insanların durumunu düzeltmek için elindeki tüm imkânları seferber ederdi. Bazen ödünç aldığı bir şeyi fazlasıyla geri öder; bazen satın aldığına anlaştıkları fiyatın fazlasını verir, bazen de ihtiyaç sahibi olduğunu anladığı bir kimseden bir şey satın alır, sonra da onu ona hediye ederdi.
İbn Abbas’ın deyimiyle O, hayırlı işlerde rüzgârdan daha fazla cömerttir. Dostu Ebû Zer’e fakirleri sevmeyi ve onlara yakın olmayı tavsiye etmiş, sevgili eşi Hz. Âişe’ye de “Ey Âişe! Hiçbir zaman muhtaç birini kapından boş çevirme, verebileceğin yarım bir hurma da olsa ver. Ey Âişe! Fakirleri sev, yakınına al ki Allah da kıyâmet gününde seni yakınına alsın” diye nasihat etmişti. Yüce Allah’tan, gerçek zenginlik olarak tanımladığı “gönül zenginliği” isterdi.
Ashâbının en fakir ve yoksul olanları, bir de devamlı eğitim-öğretimle meşgul olduklarından geçim sıkıntısı çekenleri, Ashâb-ı Suffe olarak tanınırlardı. Zira genelde mescidde kalırlar; Hz. Peygamber’in yanından ayrılmazlardı. Rasûl-i Ekrem, her şeyini onlarla paylaşır, yemeğini onlarla yerdi. Büyük bir kazanı vardı. Yemek onda pişirilir ve beraberce yenilirdi. Onlar, O’nun daimî misafirleriydi. Bütün mü’minler de öyle. “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin” diyerek “yemeğini, bıçağın deve hörgücüne gelmesinden daha çabuk ikram edildiği eve hayrın geleceğini” ve “misafiri kapıya kadar geçirmenin sünnetin bir parçası olduğunu” söylerdi.
Yetimlere bakmanın, şefkat göstermenin üstünlüğünden bahseder, dul ve miskinlere bakmanın Allah yolunda savaşmak veya gündüz oruç tutup gece namaz kılmak gibi olduğunu söylerdi. Ebû Zer’e bir gece yürürlerken “Ebû Zer! Şu Uhud dağı altın olsa da bana verilse, borcum için ayıracağım müstesnâ, bir dirheminin bile yanımda üç gün kalmasını istemem” demiştir.
Rasûl-i Ekrem, yağan yağmur tanelerinde Allah’la olan ahdi görür, “her bir canlıya yapılan iyiliğin sevap olduğunu” söylerdi. Sırtı karnına yapışmış bir deveye rastladığında sahibine; “bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun; onlara güzelce binin, onları güzelce doyurun” demiştir. Yine bir defasında: “Otu bol bir yerde yolculuk ederseniz, devenize yerden nasibini verin. Eğer kurak bir bölgede yolculuk ederseniz, oradan süratle geçin. Eğer geceleyin bir yerde konaklarsanız, sakın yol kenarında konaklamayın, zira yol, geceleyin hayvanların gidip geldiği, böceklerin yuvalandığı yerdir” buyurmuşlardı. Canlıya canlı gibi davranır, hayata Allah’ın bir emaneti olarak bakardı.
Rasûl-i Ekrem, yüksek sesle konuşmaz, arkadaşlarının yanında ayaklarını uzatmazdı. Ashâbından Ebû Said el-Hudrî’nin ifadesiyle “bâkire kızlardan daha hayâlı idi, hoşlanıp hoşlanmadıkları yüzünden anlaşılırdı.” Ağızlarının içi görülecek şekilde kahkaha ile gülmezdi. Hayânın, imanın bir parçası olduğunu beyan ile bir defasında “hayâ imandandır ve hayâlı olan kişi cennettedir. Hayâsızlık kalbin katılığındandır. Kalbi katı olan ise cehennemdedir” buyurmuşlardı.
Yine bir defasında Hz. Âişe’ye “cezasını ben çekecek bile olsam, hiç kimsenin kabahati hakkında konuşmak istemem” demişlerdi. Asla kaba ifadeler kullanmaz, hayâ duygusunu davranışların kontrol mekanizması olarak görürdü. “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” sözü Peygamberlerin ortak sözü olup bunun en güzel ifadesi değil midir? O’nun hayâsı ve utangaçlığı, O’nu, soyutlanmaya, pasifleşmeye sevk etmez; yapması gerekenin ardında bırakmazdı. Zaten O’nun hayatı, Mekke’de yaşadıklarıyla, Medine’de yaşadıklarıyla, bütünüyle şükrün ve sabrın; Allah’a derin bir bağlılığın ve tevekkülün; azim ve sebatkârlığın ve nihâyeteşsiz bir cesâretin en somut örnekleri ile doludur.
Dinî, tebliğ süreci incelendiğinde sözlerin ifadeden âciz kalacağı bir manzara ile karşılaşılır. Derin bir huşû ile sarsılmaz bir iman ve azim ile... Bu gerçeği ifade için, kendisine yapılan her türlü teklife karşılık olarak verdiği şu tarihî cevabın yeterli olacağını düşünüyoruz: “Güneşi sağ elime; ayı da sol elime koysalar ben, yine de dâvamdan vazgeçmem!” Hz. Ali der ki: “Bedir’de savaş bütün şiddetiyle devam ederken bazen biz Rasûlullah’ın arkasına sığınırdık. En cesurumuz O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu.”
Hayâsı, cesaretine gölge olmadığı gibi, ciddiyet ve vakarı da neşe ve tebessümüne engel olmazdı. Allah ile beraberliği sıcak ve canlı muâşeretine perde olmazdı. Abdullah bin Hâris, Rasûlullah’tan daha hoş ve mütebessim bir kimse görmediğini söylerdi. Ashâbıyla şakalaşır ve onlarla beraber gülerdi. Küçük kuşunun ölümüne üzülen Enes’in küçük kardeşine: “Ebû Umeyr! Nuheyr’e (küçük serçe) ne oldu?” diye soracak kadar çevresiyle ilgiliydi. “Bir peygamber zırhını giydi mi artık onu çıkarmaz” diyecek kadar sebatkâr; “Allah’ın hizmetçileri sefâhat içinde yaşamazlar” diyecek kadar da fedâkârdı.
Karamsarlık, O’nun kalbinde bir yer bulamaz, imanı ve samimiyeti ile hayatın her ânında, her türlü şart altında sorumluluk bilinciyle hareket ederdi. Kıyâmetin kopması esnâsında bile eldeki fidanın dikilmesini tavsiye edecek kadar “hayır” ve “sorumluluk” anlayışına sahipti. Vefatına sebep olacak hastalığı ağırlaştığı için Hz. Ebû Bekir’i imamlığa geçirmiş, biraz iyileşip de odasının kapısından saf saf huşû ile namaz kılan ashâbını gördüğünde Allah’a hamd etmişti. Vefatı esnâsında, hazırlatıp Üsâme bin Zeyd’i kumandan tâyin ettiği son ordusu sefere hazır halde şehrin dışında bekliyordu. Belki bu ordu, O’nun yeryüzüne diktiği son fidanıydı.
Hayatı boyunca insanlar için tek üstünlük ve fazilet ölçüsü olarak “takvâ”ya başvurmuş, “üstünlük ancak takvâ iledir” diyerek her türlü emâneti ehli olana tevdî etmişti. Bu evrensel ilke Hz. Üsâme’nin kumandanlığında ne güzel parıldıyordu.
Hz. Hatice’nin oğlu Hind bin Hâle, Rasûl-i Ekrem’i bize şöyle tanıtır: “Rasûlullah’ın hüzün ve tefekkür içinde olmadığı bir an yoktu. Devamlı tefekkür ederdi. O’nun için rahat yoktu. Çoğu zaman sükût eder, gereksiz yere konuşmazdı. Söze başlayınca mağrur ve kibirli kimseler gibi dudak ucuyla konuşmaz, kelimeleri gâyetgüzel telaffuz ederdi. Güzel konuşurdu. Sözleri, hakkı bâtıldan ayırırdı. Ne fazla, ne de eksik, gerektiği kadar konuşurdu. Sert ve kaba bir insan değildi. Başkalarını hiçbir zaman hor ve hakir görmezdi. Nimet az bile olsa, ona büyük değer verir, asla nankörlük etmez, onu hiçbir şekilde kötülemezdi. Yiyecek ve içecekleri ne över ne de kötülerdi. Dünya için ve dünyada kendisini ilgilendiren işler için asla öfkelenmezdi. Fakat hakka tecâvüz söz konusu olduğunda hakkı sahibine iâde etmedikçe ve haksızı gereğince cezalandırmadıkça öfkesi dinmezdi. Kendisine ait bir şey için asla kızmaz ve intikam almazdı. Bir şeye işaret ettiğinde parmağıyla değil; bütün eliyle işaret eder, bir şeye hayret ettiğinde elini ters çevirirdi. Konuşurken ellerini birleştirir ve sağ elinin ayasını sol elinin baş parmağının iç tarafına vururdu. Öfkelendiğinde hemen vazgeçer ve bunun için büyük gayret sarf ederdi. Sevindiği zaman gözlerini yumardı. En fazla güldüğünde tebessüm eder, gülümsediğinde de dişleri dolu taneleri gibi gözükürdü. Kahkaha ile gülmezdi...”
Rasûl-i Ekrem, ilk İlâhî vahye mazhar olduğunda sevgili eşi Hz. Hatice, onu şu şekilde teselli etmişti: “Cenâb-ı Hak, hiçbir vakit seni mahcup etmeyecektir. Çünkü sen yakınlık bağlarına saygı gösteriyor, borçluların borcunu veriyor, fakirlere yardım ediyorsun. Misafirlerini ağırlıyor, doğruları destekliyor, yükünü taşıyamayanlara yardımcı oluyorsun.”
Yine Hz. Âişe annemiz de Rasûl-i Ekrem hakkında şu sözleri söylüyordu: “Hz. Peygamber hiç kimseyi azarlamazdı. Kendisine fenalık edenlere fenalıkla mukabele etmezdi. Kendisine yapılan kötülüklere göz yumar, fâillerini bağışlardı. Bir şey hakkında iki şıktan birini tercih durumunda kaldığında günah olmamak kaydıyla kolay olanını seçerdi. Şahsına yapılan bir kötülüğün intikamını almaz, ancak bir kimse İlâhî emirlere isyan ettiğinde onu hak ettiği cezaya çarptırırdı. Rasûl-i Ekrem, hiçbir müslümanı ismiyle lânetlememiş; hiçbir kadın, köle, câriye, hizmetçi veya hayvanı dövmemiş ve hiçbir kimsenin meşrû ricâsını reddetmemiştir. Evine her girdiğinde tebessüm eder, arkadaşları arasında oturduğu zaman kesinlikle ayağını uzatmaz; sözlerini dinleyenler ezberleyecek kadar ağır ağır söylerdi.”
Hz. Hüseyin, babasından kendisine dedesini anlatmasını istediğinde Hz. Ali, Rasûl-i Ekrem’i şöyle anlatmıştı: “Rasûlullah, söz ve davranışlarında hep mûtedil olmuş, hiçbir zaman haddi aşmamış, çirkin bir söz söylememiş, çirkin bir davranışta bulunmamıştır. Bunun için özel bir gayret de sarf etmemiştir. Çarşı ve pazarlarda çok dolaşmazdı. Kötülüğe kötülükle mukabele etmezdi. Affeder ve bağışlardı. Allah yolunda cihad müstesnâ, hiçbir şeye eliyle vurmamıştır. Hiçbir hizmetçisini ve hanımını dövmemiştir. Kendi şahsına yapılan zulümlerden intikam aldığını hiç görmedim. Allah’ın haramları çiğnendiğinde ise şiddetle öfkelenirdi. İki şeyden birini tercih etmede muhayyer bırakıldığında kolay olanı tercih ederlerdi. Evine girdiğinde herkes gibi elbisesini temizler, koyununu sağar ve kendi hizmetini kendisi görürdü.”
“Lüzumsuz yere konuşmazdı. Müslümanları birbirine ısındıracak ve birbirlerinden nefret ettirmeyecek şekilde konuşurdu. Her kabilenin güzel hasletli insanlarına ikramda bulunur ve onları kavmine başkan tâyin ederdi. Halkı hatalı işler ve sözlerden sakındırır, kendisi de sakınırdı. Güzel yüzünü ve güzel ahlâkını kimseden esirgemezdi. Ashâbını daima arar, halka olup biten hâdiseleri sorardı. İyiliği över ve pekiştirir, ona güç katardı. Kötülüğü zemmeder ve onu zayıf düşürürdü. Her işinde îtidal üzereydi, ihtilâfsızdı. Müslümanların gaflete düşmesinden korkar, onları ikaz etmeyi ihmal etmezdi. Her halinde ibâdet ve iyiliğe hazırdı. Hakkın sınırını aşmadığı gibi, hakkı yerine getirmekten de geri kalmazdı. O’na yakın olanlar halkın en hayırlılarıydı. O’nun yanında arkadaşlarının en üstünü nasihati en yaygın ve kuşatıcı olanıydı. Mertebesi en yüksek olanlar da insanların durumunu düzeltmek için canıyla, malıyla çalışan; iyilik ve yardımı en güzel olanlardı.”
“Hz. Peygamber kalkarken de otururken de hep Allah’ı zikirle meşgul olurdu. Bir cemaatin yanına geldiğinde üst başa geçmez, hemen meclisin sonuna otururdu. Ashâbına da bunu emrederdi. Kendisiyle beraber oturan herkese değer verirdi. Orada bulunanların her biri kendisini en itibarlı kişi zannederdi. Kendisiyle oturan ya da bir ihtiyacı için yanına gelen kimseye dönüp gidinceye kadar sabrederdi. Biri bir istekte bulunursa onu hemen yerine getirir; imkânı olmadığında tatlı dille bunu anlatırdı. Gönlü ve hoşgörüsü bütün insanlığı kuşatacak kadar genişti. Onlara şefkatli ve merhametli bir baba olmuştu. Hak konusunda herkes O’nun katında eşitti.
Rasûlullah’ın meclisi bir ilim, hayâ, sabır ve emanet meclisiydi. Orada yüksek sesle konuşulmaz, hiç kimse ayıplanmaz ve kimsenin ayıp ve kusuru dışarı vurulup yayılmazdı. O meclisteki herkes eşitti. Tek üstünlük ölçüsü takvâ idi. Büyüklere herkes saygı gösterir; küçüklere şefkat ve merhametle muâmele ederdi. Fakir ve muhtaç olanları, herkes kendisine tercih eder, garipleri koruyup gözetirdi.” “Rasûlullah daima güler yüzlü, yumuşak huylu, şefkat ve merhameti bol bir insandı. Sert ve kaba sözlü değildi. Orada burada dolaşıp durmaz, kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Cimri bir insan değildi. Hoşuna gitmeyen şeyleri görmezlikten gelirdi. Hiç kimsenin ümidini kırmaz, hoşlanmadığı bir söz ya da davranışı sükûtla karşılardı.
Kendi hesabına şu üç şeyden sakınırdı: 1- İnsanlarla münâkaşa ve mücâdele etmekten, 2- Boş sözlerden, 3- Yararsız ve boş şeylerle, kendisini ilgilendirmeyen işlerle uğraşmaktan. Başkaları hesabına da şu üç şeyden uzak dururdu: 1- İnsanları tenkit etmekten, 2- İnsanların ayıp ve kusurlarını, gizli hallerini araştırmaktan, 3- İnsanlara hakaret etmekten.
Rasûlullah konuşurken mecliste bulunanlar başlarını öne eğer, başlarına kuş konmuş gibi hareketsiz dururlardı. Hz. Peygamber sustuğunda konuşurlar, ama asla O’nun yanında tartışmazlardı. Biri konuşacak olursa, diğerleri o, sözünü bitirinceye kadar sessizce beklerlerdi. Hz. Peygamber, ilk konuşanın sözüyle son konuşanın sözünü aynı dikkatle dinler, asla bıkkınlık göstermezdi. Onların güldüklerine güler, onların hayret ettiklerine de hayret ederdi.” “Yabancıların konuşma ve sorularındaki kabalık ve sertliğe ashâbı da kendisi gibi davransın düşüncesiyle sabrederdi. “Bir ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi aradığını görürseniz onun bu ihtiyacını karşılayınız veya ona yardım ediniz” derdi. Kendini, olduğu gibi göstermeyen övgüleri kabul etmezdi. Hakkın sınırını aşmadıkça kimsenin sözünü kesmezdi. Hakkın sınırı aşıldığında ya müdâhale eder ya da kalkıp giderdi.” “İnsanların gönülce en cömerdi, dilce en doğrusuydu. Tabiat itibarıyla en yumuşak huylusu, soyca da en şereflisiydi. O’nu ansızın görenler heyecana kapılır, tanıma imkânına erenler ise O’nu severdi. O’ndan önce de O’ndan sonra da O’nun gibi mükemmel bir şahsiyet görmedim.”
Enes bin Mâlik de der ki: “Rasûlullah’ın elinden daha yumuşak bir dibace veya ipekli kumaşa dokunmadım. O’nun kokusundan daha güzel bir koku koklamadım.”
Rasûl-i Ekrem’in ahlâkını birazcık olsun öğrenebilmek adına tarihî tecrübe ve tanıklıklar içerisindeki bu küçük seyrimizin sonunda diyebiliriz ki, söz biter, kâlem kırılır, kulaklardan kalplere sadece Yüce Allah’ın “Şânım hakkı için, size kendi içinizden bir Rasûl geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır geliyor; üzerinize hırs ile titriyor; mü’minlere de pek raûf, pek rahîm” (9/Tevbe, 128) âyetinin eşsiz ifadesi akar. Hamd olsun âlemlerin rabbi Allah’a! Salât u selâm da mesajlarıyla insanlara rehber, hayatlarıyla da ışık olan kutlu elçilerine.
Ahmet Kalkan
“Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için en güzel örnek” olan Hz. Muhammed (s.a.s.), rahmeti her şeyi kuşatmış olan Allah’ın tasdikiyle “yüce bir ahlâk” üzere yaşamıştır.
Ahlâkın özünü kişilik; kişiliğin özünü ise kendiliğinden, devamlı ve kuşatıcı olan kısmı teşkil eder. İzlenmesi gerekli yol olarak “sünnet” de içerdiği devamlılık ve kuşatıcılık ile Hz. Peygamber’in eşsiz ahlâkını şüphe ve yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde insanlığın düşünme, ibret alma ve doğruyu bulma yeteneğinin istifadesine sunar. Muhtemel her yönü ve her türlü tezahürü ile hayatı bütünüyle kucaklayan istikamet, doğruluk ve adâlet; özü sözle, sözü de davranışla ayrılmaz bir vücut halinde birbirine nakşeden içtenlik ve samimiyet; düşünülen, söylenen ve yapılan her şeye güzellik ve insanilik damgasını vuran incelik, nezaket ve haya; her türlü iyiliğin özünü simgeleyen şefkat, merhamet ve muhabbet; her durum ve şartta insancalığı, insana yakışırlığı temsil eden hilm, cömertlik, sabır ve cesaret; kökü sağlam, dalları ise gökte olup her daim Rabbin izniyle yemişini veren iman ağacının özünü teşkil eden takva, itidal ve hakkaniyet; her türlü güzellik ve olgunluğun en güzel elbiseleri olan tevazu, sadelik ve vefa... O’nun yüce ahlâkının ana çizgilerini oluşturur.
Yeme-içme, giyim-kuşam, istirahat ve eğlenme gibi tabi ihtiyaçlarını karşılamasında; ailesi , akrabaları, dostları ve düşmanları ile ilişkilerinde; duâ, ibâdet ve niyazında; tebliğ ve sohbetlerinde; geçimini teminine yönelik faaliyetlerinde; tebessüm ve vakarında; afiyet ve hastalığında; zenginlik ve fakirliğinde; savaşta düşmanla olan mücadelesi ile evinde çocuklarıyla olan muhabbetinde; vefat etmiş oğlu İbrahim’in bedenine damlayan gözyaşlarıyla şehid olmuş amcası Hz. Hamza’nın delik deşik edilip hunharca parçalanmış bedenine bakan gözlerinde... kısacası hayatının her an ve her aşamasında bütün bu yüce değerler olgunlaşma çabası altında kendilerini gösterir ve O’nun şahsiyetinin ayrılmaz parçaları haline gelirler.
Hayat, devamlı değişen ilişkiler bütünü olup bütün değişimleri ile bir süreci ifade eder. Ahlâkise istikrarı, gelişimi ve olgunlaşması ile bu sürece kimliğini kazandıran, şahsiyetini verendir. Bu açıdan Peygamber Efendimizin detaylarıyla bilinen hayatına bakıldığında, bu hayata örnek şahsiyetini verenin, yüce değerlerin, dosdoğru yolun, insanca, insanın yaratılış amacına uygun yaşamanın ilahi kelimelerle ifadesi olan Kur’an-ı Kerim’in olduğu rahatlıkla görülür. Kendisine O’nu en iyi tanıyan kimselerden biri olarak “O’nun ahlâkı nasıl idi?” diye sorulduğunda, sevgili eşi Hz. Âişe’nin “O’’nun ahlâkı Kur’an idi.” şeklinde cevap vermiş olması bu açıdan çok önemlidir. Öncelikle yaratan ve emredip en güzeline hidâyeteden yüce Allah’ın “Yâsîn, hikmet dolu Kur’an hakkı için, sen şüphesiz gönderilenlerden (Rasûllerden)sin, dosdoğru yol üzerindesin.” (36/Yâsîn, 1-4); “Nûn. Kaleme ve yazdıklarına andolsun ki sen Rabbinin nimeti ile bir mecnun değilsin ve hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir ecir vardır. Ve hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâküzeresin.” (68/Kalem, 1-4) ve benzeri âyetler ile Peygamber Efendimizin bir yandan üstün ahlâkına bir yandan da bu üstün ahlâkın İlâhî öğreti ile bağlantısına şahadeti; sonra da bu ilahi şahadete selim akıl ve kalpleri ile doğru bilgi, tecrübe ve haberlere istinaden katılıp, bu hakikati tasdik eden nice insanların buna tanıklığı göstermektedir ki O, özü, sözü ve hareketi ile hayatının başından sonuna kadar her anına damgasını vuran ahlâkı ile ilahi öğreti Kur’ân-ı Kerim rehberliğinde insanî olgunluk ve kemale ulaşarak âlemlere rahmet olmuş; olgunluk ve kemali gaye edinenlere de en güzel örnek olarak Allah’ın kulu ve elçisi olmanın gereğini yerine getirmiş; “yaratan Rabbin adıyla” okumanın anlamını, şeklini ve beşeri düzlemdeki fonksiyonunu bütün insanlığa göstermiştir. Dolayısıyla O’nun eşsiz ahlâkını tetkik, insanı, Kur’an rehberliğinde yaşanmış bir olgunluğun, kemalin kıyısına götürmekte; insana, hayatı hayat olarak bütün karmaşıklığı içinde bütünlüğü ile anlama, tatma ve yaşama imkanı vermektedir. Zaten O’nu âlemlere rahmet ve insanlığa güzel örnek yapan da işte bu kuşatıcılık ile bütünlüğüdür; insanca yaşamanın eşsiz rehberi Kur’ân-ı Kerim’i özü, sözü ve davranışı; ailesi, topluluğu ve devleti ile hayata yansıtmış olmasıdır.
İnsan yaşamının üzerinde gerçekleştiği yeryüzü nice başarılara şahitlik etmiş; insan elinde çiçeklenen nice güzelliklerin tanığı olmuştur. Ancak bütün bu güzellik ve başarıların tek bir insanın şahsiyetinde Hakk’a ve hakikate şahitlik ettiği pek görülmemiştir. İşte Peygamber Efendimizi ve O’nun eşsiz ahlâkını mümtaz kılan, hayatın muhtelif yönlerinde ortaya konulan çeşitli başarıların sahibi olan diğer insanlardan ayırıp da O’nu tüm olgunluk ve kemalin numunesi haline getiren husus bu kuşatıcılığı ile bütünlüğüdür. Bu durumda insana ait yaşamın her anı ve her safhası için O’nun asil hayatı ve güzel ahlâkında olması gereken, olgunluk ve kemale işaret eden bir örneklik vardır.
“Muhammedî Risâlet” adlı eserinde Allâme Seyyid Süleyman en-Nedvî bu hususu şu güzel cümleleri ile ifade eder: “...eğer zengin ve varlıklı bir insan isen, Rasûlullah’ın Hicaz’la Şam arasında eşya taşıdığı ve Bahreyn’in hazinelerine sahip olduğu zamanı hatırla! Ve sen de O’nun gibi hareket et. Eğer fakir ve yoksul isen Rasûl-i Ekrem’in EbûTalib mahallesinde mahsur kaldığı, vatanını ve bütün mülkünü terk ederek Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zamanı düşün. Eğer hükümdar isen O’nun Arapların idaresini ele geçirdiği, her tarafa hakim olduğu, ileri gelenlerin, şan ve şeref sahiplerinin O’na itaat ettiği zamanı hatırla. Eğer zayıf ve kimsesiz isen Rasûlullah’ın Mekke’de yaşadıklarını hatırla! O’nda senin için güzel bir örnek vardır... Eğer fatih ve muzaffer bir hükümdar isen Bedir’de, Huneyn ve Mekke’de düşmana galip geldiği günlere bakarak Peygamber Efendimizin hayatından ibret al. Eğer mağlup olmuşsan Uhud harbinde Rasûlullah’ın şehid ve ağır yaralı ashâbı arasındaki halini düşün. Eğer öğretmen isen mescidin sofasında ashâbına nasıl öğretmenlik yaptığını hatırla! Eğer öğrenci isen Cebrail’in huzurunda nasıl diz çöküp hidâyetistediğini düşün. Eğer nasihat eden bir vaiz, emin bir mürşit isen Mescid-i Nebevi’de bir kütük üzerinde vaaz eden Rasûlullah’a kulak ver. Eğer hiçbir yardımcın olmadığı halde hakkı ayakta tutmak, iyiliği haykırmak istiyorsan Mekke’deki zayıf haline rağmen Peygamber Efendimizin hakkı açıkça ilan ettiği zamanı hatırla. Eğer düşmanını yenersen, Rasûlullah’ın Mekke’yi fethettiği günü hatırla. Hakem ya da hakim isen, İslam güneşi doğmadan önce, Kureyş reisleri birbirine girmek üzereyken Rasûlullah’ın Hacer-i Esved’i yerine koymak için verdiği hükme bir göz at. Sonra gözünü çevir ve bir daha bak: Rasûlullah’ın Medine mescidinin avlusunda insanlar arasında adâletle hüküm verdiği zamanı düşün...Hülasa her ne olursan ol, ne işle uğraşırsan uğraş yaşadığın müddetçe, günün her saatinde Rasûlullah’ın hayatında senin için güzel bir hidâyet, hayat karanlıklarını aydınlatan güzel bir misal vardır. Böylece işlerin düzelir, sıkıntıların sona erer... O’nun hayatı bütün insanlık için hayatın her safhasında örnekti. O’nun hayatı aydınlanmak isteyenler için bir nur, hidâyete ermek isteyenler için bir kandil, doğru yolu bulmak isteyenler için de bir rehberdi.”
Peygamber Efendimizi herhangi bir şekilde görebilmek, O’nunla herhangi bir şekilde hayatın bir anını paylaşabilmek ya da onunla ilgili güvenilir bir eseri okuyabilmek, bir şekilde ona ulaşabilmek, görüp duyabilme ve görüp duyduklarını gereğince değerlendirebilme imkanına sahip bir insan için onun şahsiyet ve ahlâkının güzelliği ve eşsizliğini idrak noktasında yeterlidir. Onu gereğince takdir edebilmek ve onun bu güzellik ve eşsizliğinden yeterince istifade edebilmek ise insanın taşıdığı “sorumluluk” endişesiyle bağlantılı olarak onu, Allah elçisi ve dolayısıyla hakikatin (kitap ve hikmetin) öğreticisi, açıklayıcısı; olgunluk ve kemalin eğitimcisi olarak görebilmek ve değerlendirebilmekle; hiçbir istisnaya yer vermeksizin hayatın bütününü onun evrensel örnekliğine açabilmekle mümkündür. Bu durumda meramı ifâde için şu âyet yeterli olacaktır: “Andolsun ki Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için elbette pek güzel bir örnek vardır.” (33/Ahzâb, 21)
Yakınları, dostları ve kendisini görenler tanıklık ederler ki Rasûl-i Ekrem’in mübârek cismi baştan aşağı kusursuz, bütün azası birbirine uygun, alnı, göğsü ve iki omuzlarının arası ve avuçları geniş; boynu uzun ve düzgün; omuzları, pazuları, baldırları iri ve kalın; bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Karnı, göğsü ile beraber olup şişman değildi. Ayaklarının altı çukurdu, düz değildi. Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, güçlü kuvvetli idi. Cildi ipekten yumuşak, başları orta büyüklükte, kaşları hilal, çekme burunlu, az değirmi (yuvarlak) çehreli idi. Kirpikleri uzun, gözleri kara ve güzeldi. İki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakındı. Çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki hiddetlendiğinde kabarıp görünürdü. Yüzü adeta pembe beyazdı. Yani ne kireç gibi beyaz ne de kara yağız, esmer idi. İkisi ortası gül gibi kırmızıya dönük, beyaz ve berrak olup yüzünde nur gibi bir parıltı vardı. Dişleri inci gibi beyaz ve parlak olup hafifçe seyrekti. Konuştuğu ve tebessüm ettiği vakit beliriverirdi. Saçları ne pek kıvırcık ne de pek düzdü. Uzadığı zaman kulaklarının memelerini geçerdi. Sakalı sıktı fakat uzun değildi. Bir tutamdan fazlasını keserdi. Vefatlarında saçı sakalı henüz ağarmaya başlamıştı. Başında pek az, sakalında yirmi kadar beyaz kıl vardı. Vücudu tertemizdi. Koku sürsün, sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı... Haline hüzün ve tefekkür, bakışlarına da netlik ve derinlik hakimdi. Çoğu zaman sükut eder ancak gerektiğinde konuşurdu. Konuştuğunda ağır ağır, tane tane konuşur; önemli yerleri tekrar ederdi. Sevgi ve sevincini tebessümle ifade eder; yüz rengi ve hatları, haline delalet ederdi. Yürüdüklerinde ayaklarını kuvvetle kaldırır, vakar ve sükunetle çabuk ve uzun adımlarla, sanki yüksekten iner gibi yürürlerdi. Bir şeye yönelmek istediklerinde sadece başlarıyla değil bütün vücutlarıyla döner, sebepsiz hiçbir tarafa bakmazlardı. Temiz, düzenli ve sağlıklı idiler. Ağırbaşlı, vakur, canayakın, sıcak, samimi ve ilgili idiler...
Peygamberimizin dış görünüşü ve tabii özellikleri, iç ahlâkı ve iç dünyasını aksettirmektedir. Bu meyanda yapılan tarifler, nihâyetinde samimiyeti, içtenliği, sevecenliği, güvenilirliği, dürüstlüğü, bilinçliliği, dinginliği....ile noktalanmaktadır. Yüzünün parlaklığı, yürüyüşünün eminliği, yönelişinin tamlığı bu açıdan değerlendirilirse bu açıkça görülecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde (2/Bakara, 173, 7/A’râf, 46-48, 47/Muhammed, 30, 48/Fetih, 29 ve 55/Rahmân, 41) Yüce Allah “sîmâ”yı “iç”i tanıtan, ahlâkı gösteren bir alâmet olarak değerlendirmiştir. İbn-i Abbas’ın: “İyiliklerin yüzlerde bir parlaklığı, kalpte bir nuru, bedende bir kuvveti, rızıkta bir genişliği ve gönüllerde bir sevgisi vardır. Kötülüklerin de yüzlerde bir sevimsizliği vardır.” sözü ile, Hz. Osman’ın “Kişinin işlediği her bir amelin elbisesi kendisine giydirilir. Hayır ise hayır; şer ise şer...” sözleri de bunu göstermektedir. Bu durumda, Medine dışında konaklamış bir kervandan, pazarlık etmeksizin söylenen fiyat ile kırmızı bir deveyi alıp, yularından çekerek şehre doğru yürüdüğünde Hz. Peygamber’in arkasından olayı değerlendirerek tanımadıkları bir kimseye bu şekilde karşılığını peşin olarak almaksızın deveyi vermiş olmalarından hayıflanan kervan ehline “rahat olun! bundan daha temiz ve daha nurlu başka bir insan görmedik” şeklinde görüş bildiren o kadının, ya da vefatı sonrasında, hücre-i saadetine girip de peygamberimizin yüzünü açıp alnını öptüğünde “Ah! Hayatında olduğun gibi ölümünde de güzelsin.” diyerek duygularını ifadeye çalışan Hz. Ebûbekir’in bu samimi sözlerini ve de neden onu ansızın görenlerin heybetinden heyecana kapıldıklarını, görüp tanıyanların ise onu o derece sevdiklerini daha iyi anlayabiliyoruz.
Rasûl-i Ekrem’in şahsiyetinde, “yaratan Rabbin adıyla okuma...” ve “emredildiği şekilde istikamet üzere olma” çaba ve gayretinin yeri ve etkisi âşikârdır. Kendisine gelen ilk vahyin “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Kâlem ile öğreten, insana bilmediğini öğreten Rabbin ne büyük kerem sahibidir.” âyetlerinden oluşmuş olması; yaşlılık emareleri üzerinde belirdiğinde, halini soran ashâbına “Beni, Hûd sûresi ihtiyarlattı.” şeklinde cevap vermiş olması buna işaret etmekte olup, mezkûr sûrede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O halde sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Ve aşırı gitmeyin. Çünkü O, her ne yaparsanız onu hakkıyla görendir.” (11/Hûd, 112)
İnsan, bir münasebetler sentezidir. Her insan bir ilişkiler bütünü içerisinde yaratılır ve şahsiyetini, kişiliğini, ahlâkını bu bütün içerisindeki tavrı ve rolü ile ortaya koyar. Yüce Allah’ın “birleştirilmesi emredilen” olarak ifade ettiği bu ilişkiler bütününü muhafaza edebilmenin yolu olan yaratana kulluk, yaratılana da şefkat, merhamet ve adâletin, emrolunduğu üzere dosdoğru şekilde yerine getirilmesinin zorluğu ve zor olduğu kadar da insani olgunluğa ulaşabilmedeki önem ve rolü tartışmasızdır. İşte bizler Rasûl-i Ekrem’in eşsiz ahlâkında, özünde, sözünde ve davranışlarında ve hatta ağaran saç ve sakallarında hep bu “emrolunduğu gibi dosdoğru olma” endişesi ve gayretini görmekteyiz. O, Allah Teâlâ ile olan ilişkisinde, iç dünyasında, evinde, ailesi ve akrabası ile olan münâsebetinde; dostlarına, tanıdık tanımadık bütün insanlara karşı olan tavırlarında; istirahatinde, ticaretinde, savaşta ve savaş sonrası ganimet taksiminde; mescitte imamlıkta, en önde liderlikte, hayatı ve vefatında hep bu endişeyi taşımış, olanca gayretini buna sarfetmişti. O, durumunu şöyle ifâde ediyordu: “Rabbim beni ne güzel terbiye etti.”, “Ben ancak ahlâki faziletleri tamamlamak üzere gönderildim.” O halde, Rasûlullah’ın ahlâkını tanımak, onu, içerisinde bulunduğu ilişkiler bütünü ile tanımakla mümkün olacaktır. Bu yapıldığında ise onun ahlâki yüceliğinin temelinde bu ilişkiler bütününü hayranlık verecek şekilde, biç birini ihmal etmeksizin muhafaza etmiş olmasının; birleştirilmesi emrolunan her şeyi hayatı ile birleştirmiş olmasının bulunduğu görülecektir.
Ahlâki faziletlerin başında “adâlet” ve “ihsân” gelir ki her iki kavram da nihâyetinde “herşeyi yerli yerine koyma”yı ve “yapılması gerekeni layıkı ile yapma”yı ifade eder. Nitekim Yüce Allah: “Muhakkak ki Allah adâleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye sizlere öğüt verir.” (16/Nahl, 90) buyurur. Rasûl-i Ekrem, hayatı boyunca her şeye gereken değeri gerektiği kadarı ile vermiş; ihmalkarlık, duyarsızlık ve aşırılık onun hayatında kendine bir yer bulamamıştır. Bir insanın ihmal ve dengesizliğe meydan vermeksizin, hiçbir aşırılığa düşmeksizin, hayatın her bir yönünde davranmış olması ve bu denge ve istikrarı hayatın hem yatay hem de dikey boyutunda muhafaza etmiş olması elbette olgunluk ve kemalin zirvesidir. Beşer olması peygamberliğine bir nakısa getirmemiştir. Peygamberliği ona ailesini, dostlarını unutturmamıştı. Allah’a olan bağlılığı ve deruni duyguları onu dünyadan el etek çekmeye yöneltmemişti. Liderliği, komutanlığı, hakimliği onu hastaları ziyaretten, fakirlerle sohbetten men etmemişti. Mekke’deki hayatı ile Medine’deki hayatı arasında yaşananlar ve sahip olunan imkanlar çok farklı da olsalar duruş bakımından hiçbir farklılık olmamıştır.
Adâlet ve ihsan onun hayatının her demini kuşatmıştı. Gençliğinde toplumda el-Emin olarak tanınır ve bilinirdi. Ticaret hayatındaki dürüstlüğü takdir edilir, insanlar arası anlaşmazlıklardaki hakemliği makbul görülürdü. “Doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür” der, doğruluğu imanın gereği; yalanı, emanete ihaneti ve verilen sözlerde durmamayı nifak alameti sayardı. Doğruluk hassasiyeti o derecede idi ki şaka bile olsa ondan tâviz vermezdi. “şaka yapar mısınız?” diye sorulduğunda “evet, ama doğru sözden başkasını söylemem” demişti. Onun bu özelliğini düşmanları bile bilir, onu öldürmek için ellerinden geleni yaptıkları halde kıymetli eşyalarını ona emanet etmekten çekinmezlerdi. Mekke’den Medine’ye hicretinde yatağına yatırıp geride bıraktığı Hz. Ali’ye her emaneti sahibine vermesini tembihlemişti.
En zor durumlar bile onu verdiği söze bağlılıktan vazgeçiremezdi. Hiçbir menfaat ona, bu konuda geri adım attıramazdı. Mekke’den Medine’ye gelirken müşriklere yakalanan ve kendilerine karşı savaşmamak şartıyla serbest bırakılıp Bedir savaşı öncesi Hz. Peygamber’e kavuşan Huzeyfe el-Yeman ve bir arkadaşı, olayı Rasûl-i Ekrem’e anlattığında sayılarının azlığı, adama olan ihtiyaçlarının şiddetine rağmen onlara savaşa katılamayacaklarını ifade ile “siz geriye dönün, her hâl u kârda sözünüze riâyet edeceğiz. Bizim sadece Allah’ın yardımına ihtiyacımız var” demişti. Hudeybiye’de müşrikler ile yapılan anlaşmanın şartlarından biri de Mekke’den müslüman olarak Medine’ye gidecek olan kimselerin, talep edilmesi durumunda Mekkelilere geri verilmesi idi. Daha antlaşma henüz imzalanmış iken EbûCendel, elleri zincirli bir halde, hapsedildiği zindandan kaçarak müslümanların bulunduğu yere gelmişti. O esnada orada bulunup, anlaşmayı yapmış olan müşrik Süheyl Bin Amr, antlaşmanın derhal tatbikini talep ile kaçağın kendisine teslimini istediğinde bu durum müslümanların ağırına gitmişti. Rasûl-i Ekrem ise inananların selamet ve kurtuluşuna olanca düşkünlüğüne rağmen “Ey Ebû Cendel, sabret! Biz ahdimizden dönemeyiz. İnşâallah Allah sana yakında bir yol açacaktır!” demişti. Ne ahde bağlılıktan tâviz vermiş ne de Ebû Cendel’i ihmal etmişti. Sözde durmayı, ahde bağlılığı kul olmanın gereği olarak görmüş; işin sonucunu Allah’a havâle etmiş, O’na güvenip dayanmıştı.
“Helâl rızık kazanmak için çalışmanın mecburi bir görev” olduğunu; en hayırlı kazancın da el emeği ve meşrûticaret vasıtasıyla sağlanan kazanç olduğunu söyler; satarken ve satın alırken kolaylık gösterene Allah’ın rahmetini müjdeler, doğru ve güvenilir tacirlerin peygamber ve şehidlerle beraber olacaklarını ilan ederdi. Bazen pazarları gezer, satıcıların mallarını kontrol eder ve “bizi aldatan bizden değildir” derdi. Kendisi de bilfiil ticaretle uğraşmış, kanaati, dürüstlüğü ve vefası ile tanınmıştı. Bazen borçlanır, borçlarını vaktinde ve en güzel şekilde öderdi. Hakka riâyete önem verir, her hak sahibine hakkının mutlaka verilmesinde ısrar ederdi. “Hak sahibinin söze hakkı vardır” diyerek hakkın üstünlüğünü ilan ederdi. Hiçbir olayın hakkı zayi etmesine müsâade etmezdi. Yahudi alacaklısı, alacağını talep üzere gelip de elbisesini çekerek, yakasından tutarak “Siz Abdulmuttaliboğulları hep borcunuzu uzatırsınız” gibi kaba sözler söylediğinde, Hz. Ömer sinirlenerek sert bir şekilde karşılık vermişti. Rasûl-i Ekrem ise olup biteni tebessümle karşılamış ve Hz. Ömer’e “Ey Ömer! Ben ve o, senden bunun dışında bir söz duymaya çok daha muhtaç idik. Bana borcumu güzelce ödemeyi, ona da alacağını güzelce istemeyi tavsiye etmeliydin, vâdenin dolmasına daha üç gün vardı” diyerek fazlasıyla ödenmesini sağlamıştı. Bu olay, yahudinin müslüman olmasına vesile olmuştu.
Bir defasında kestiği hayvanın etini satan bir bedeviden, evde var zannettiği hurma karşılığında bir miktar et almış; eve geldiğinde ise hurma kalmadığını görmüştü. Derhal çarşıya gelerek bedeviyi bulmuş “senden hurma karşılığında et almıştım fakat ne yazık ki hurmam kalmamış” diyerek durumu izah etmişti. Aldatıldığını düşünen bedevi bağırıp çağırmış, Rasûl-i Ekrem ise onu susturmaya çalışanlara “siz müdahale etmeyiniz zira bedevinin hakkı var” diyerek tekrar meseleyi anlatmaya çalışmış ama bedevi söylenmeyi bırakmamıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz bedeviyi, Ensar’dan bir kadına havâleederek etinin karşılığı olan hurmaları almasını sağlamış, bedevî de Rasl-i Ekrem’in sabır ve müsamahakarlığından duygulanarak “Muhammed! Cenâb-ıHakk sana ecir ve mükafatını versin, sen bana hakkımı hem de fazlasıyla verdin” demişti. Hakka riâyetve en güzeliyle karşılık vermek onun ahlâkının en önemli esaslarındandı. O, “borçlarını daha iyi, daha mükemmel bir şekilde ödeyenler faziletli kimselerdir” der , aldığı borçları fazlasıyla geri öderdi.
Adâlete riâyet, kişinin kendisi, anne babası ve yakınlarının aleyhine de olsa âdil olabilmeyi; muhataba duyulan kin ve nefret duygularının adâletsizlik ve aşırılık yönündeki baskılarına direnebilmeyi gerektirir. Üst tabakada hırsızlık yapmış bir kadın için aracılıkta bulunulduğunda “İsrailoğulları işte bu yüzden helak olmuştur. Onlar, kanunları fakirlere uygular, zenginleri ise affederlerdi. Allah’a yemin ederim ki eğer Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı onun da elini keserdim” diyerek her türlü iltiması reddeden, buna karşılık suçun tesbiti ve cezanın terettübü için kılı kırk yaran Rasûl-i Ekrem, bu tarafsız adâlet ve hakkaniyetin emsalsiz temsilcisidir. Onun bu eşsiz özelliğidir, yahudilerin bile anlaşmazlıklarını ona götürmesine sebep olan.
Rasûlullah, Hz. Ali’ye şöyle nasihat etmişti: “Sana iki kişi muhakeme için geldiğinde ikisini de dinlemeden sakın karar verme! Zira ancak her ikisini de dinlediğinde doğruyu bulabilirsin.” Hz. Ali, bu nasihat sayesinde davalarda zorluk çekmediğini, kolaylıkla doğruya ulaşabildiğini söylerdi. Rasûl-i Ekrem, âdil liderlerin kıyâmet gününde Allah’a en yakın kimseler olacaklarını, zalimlerin ise en uzak olacaklarını; fakir, yoksul ve muhtaç kimselere kapısını kapatan hakimlere Allah’ın da kapısını kapatacağını söylerdi. Bir savaş sonrası ganimetleri taksim ederken “bu taksim Allah rızası için yapılmıyor” şeklindeki bir ifadeyle karşılaştığında “ben âdil olmazsam kim âdil olur?” diyerek mukabelede bulunmuştu. Kalabalık içerisinde üzerine yüklenen birisini, elindeki ince değnekle uyarmak istediğinde kazara o kimsenin ağzı çizilmişti. Peygamberimiz bu durumda, o kimseden aynısını kendisine yapmasını istemişti. Adâlet hususundaki hassasiyeti, hakkaniyete riâyeti ile tamamlanıyordu.
Onun adâleti sert, kaba ve kırıcı değil, bilakis yapıcı, onarıcı ve ıslah edici idi. Adâlete bağlılık ile geçen güzel ömrünün sonunda ölüm döşeğinde iken halka hitaben “birisine bir borcum varsa veya birini kırdıysam yahut birinin mal veya şerefine bir zarar verdiysem işte şahsım, işte şerefim, işte malım mülküm! Benden karşılığını bu dünyada alsın” demiş, onun bu sözleri sükunet ile karşılanmış, ancak bir adam Rasûl-i Ekrem’den birkaç dirhem alacağı olduğunu söylemiş ve parasını almıştı. Ne mutlu, adâlete riâyetle zulmün zerresine bile bulaşmadan ömür sürmüş olanlara!
Adâletten her ayrılış, zulme doğru atılan bir adımı ifade eder. “Muhakkak ki şirk elbette pek büyük bir zulümdür” (31/Lokman, 13) âyetinin de işaret ettiği üzere, adâlete en uzak nokta şirk; adâletin özü de her türlü erdem ve iyiliğin bayrağı tevhiddir. Dolayısıyla yaratana kulluk peygamberimizin ahlâkının özünü teşkil eder ki, hayatı bunun en güzel şahididir. Hayatın yatay ve dikey boyutundaki her türlü kemale ait istikrar ve sebatının temelinde de bu sağlam bağlılık yatar. “şükreden bir kul olabilmek” onun her türlü düşünce, söz ve eyleminin saiki idi. Gece boyu namaz kılmaktan ayakları morardığında “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Niçin böyle yapıyorsunuz? diye soran Hz. Âişe’ye: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” diyerek cevap vermişti.
Allah’ın dinine dâvetettiği Tâifliler kendisine horlama, aşağılama hatta taşlama ile mukabelede bulunmuş, o ise teselliyi Rabbine münâcaatta bularak, O’na olan bağlılık ve sevgisini “senden gelen her şeye ben râzıyım, yeter ki bana gazap etmiş olma....” şeklindeki duygu yüklü sözleriyle ifadeye çalışmıştı. Birçok vesile ile ashâbına “içinizde Allah’tan en çok korkanınız benim” demişti. Bu hayatının her ânı için geçerliydi. Bir defasında bütün gece boyunca Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa’nın duâsı olarak geçen “eğer onlara azap edersen elbette onlar senin kullarındır. Şâyet onları bağışlarsan elbette sen yegâne izzet ve hikmet sahibi olansın” (5-118) âyetini tekrar edip durmuştu.
Allah’ı zikir ve O’nu tesbih her ânını kuşatmıştı. Devamlı Kur’an okur, hatta başkalarının da okumasını ister, onu başkalarından dinlemeyi çok sevdiğini söylerdi. Özü, sözü ve davranışı ile Kur’an’ı hayata yansıtmak, her anının en büyük hedefiydi. “Gözümün aydınlığı namazdır” der, her vesilede namaz kılmayı arzulardı. “Haydi Bilal! Kalk, kamet getir de bizi rahatlat, bizi huzura kavuştur” derdi. Bu, O’nun için bütün dünya güzelliklerinin üstünde idi. Hz. Enes, “Rasûlullah’ı gecenin hiç ihtimal vermediğiniz bir anında namaz kılarken, yine hiç ummadığınız bir anında da uyurken görebilirsiniz” demektedir. Bazen o kadar oruç tutardı ki hiç orucu bırakmayacağı zannedilir; bazen de oruca o kadar ara verirdi ki artık daha oruç tutmayacak denilirdi.
Allah’a olan bağlılığı, ibâdete olan düşkünlüğü had safhada olmakla birlikte bu, onu dünyadan ve insanlardan uzaklaştırmaya sevk etmemiş, bilakis itidali sâyesinde ihsan üzere bütün sorumluluklarını yerine getirmesinde en önemli etken olmuştur. “En hayırlı amel, az da olsa devamlı olandır” der, dinde aşırılık ile insanın bir yere varamayacağı ihtarı ile arkadaşlarına itidal üzere yaşamayı tavsiye ederdi. Sadece ibâdette değil yeme-içme, giyim-kuşam, dostluk-düşmanlık gibi hayatın her yönünde aşırılıklardan korunmada ısrar ederdi. Acıkmadan yememek, yediğinde ise iyice doymadan sofradan kalkmak, O’nun adeti idi. Bir seferinde her gün oruç tutmak, her geceyi namaz ile ihya etmek ve evlenmemek üzere anlaşan arkadaşlarını “İçinizde Allah’tan en çok korkanınız ve O’na karşı sorumluluklarını en fazla bileniniz olduğum halde bazı günler oruç tutarım, bazı günler ise tutmam. Aynı şekilde geceleri bazen uyur bazen de namaz kılarım, kadınlarla da evlenirim” diyerek itidâle yönlendirmiş; nefsin, vücudun, gözlerin... hanımın, çocukların, akrabaların ve dostların... insanın üzerinde hakları olduğunu beyan ile itidalin esasını ortaya koymuştur. Zaten bu, adâlet ve ihsanın da gereğidir. O’nun hayatı ve ahlâkı da olanca ağır sorumluluk ve muhtelif işlerine rağmen bu itidalin kusursuzluğu ile parıldar; yolunu arayana rehber, karanlıklardan çıkmaya çalışana da ışık olur.
Rasûl-i Ekrem nasıl yaşardı, diye sorulduğunda buna en kısa ve en basit olarak kul gibi yaşardı şeklinde cevap verebiliriz. Kulluk bilinci ve tevazuu hayatının her anında hakimdi. “Şüphesiz ki ben bir kulum. Kulun yediği gibi yer, oturduğu gibi otururum” der, hayata da bu gözle bakardı. Sadelik ve tevazu, şahsiyet ve yaşamının ayrılmaz vasıflarıydı. “Allahım! Ahiret hayatından başka bir hayat yoktur” diyerek dünyadaki yaşamını bir yolculuğa benzetir ve bu tanımlamaya aykırı her türlü tavır ve davranıştan kaçınırdı. Külfet, zorlama, gösteriş, riya, ucub ve kibir dünyada en çok O’na uzaktılar. Şekilcilik ve resmiyet O’nun ahlâkında kendilerine hiçbir yer bulamazlardı. Sade giyinir, önüne gelen nimeti küçük görmezdi. Çoğu zaman kuru ekmek, hurma ve sütle yetinir, şikâyetçi olmazdı. Kuru ekmek ve sudan oluşan mütevazi davetleri kırmazdı. Bir yemekten hoşlanmadığında herhangi bir yorum yapmaz yiyemeyeceğini belirtirdi. Hasır üzerinde yatardı. Çoğu zaman kalktığında sağ tarafında hasır iz yapmış olurdu. Üç gün art arda buğday ekmeği ile karnını doyurmamış, Medine dönemi boyunca bir günde iki öğün yemek yememiştir. Hz. Âişe“Ay gelir geçerdi de biz Muhammed ailesi yemek pişirmek üzere ateş yakmaz, sadece hurma ve su ile karnımızı doyururduk” demiştir. EbûÜmame de Rasûlullah’ın şöyle dediğini bize naklediyor: “Rabbim, Mekke vadisini benim için altına çevirmeyi teklif etti. Fakat ben ‘hayır ey Rabbim! Gün aşırı yiyeyim ve aç kalayım. Aç olduğum zaman sana yakarıp seni hatırlayayım. Doyduğum zaman da sana duâedip şükredeyim’ dedim.
Bir gün Hz. Ömer, peygamberin evine geldiğinde Rasûlullah’ın hasır üzerinde örtüsüz yattığını ve hasırın izlerinin sağ yanında çıkmış olduğunu, odada bulunan bütün eşyanın hurma lifleriyle doldurulmuş bir yastık, bir hayvan derisi ve bir su kırbasından ibaret olduğunu, yiyecek olarak da sadece birazcık arpanın bulunduğunu görmüştü. Manzara karşısında duygulanarak ağlamış ve peygamberin “neden ağlıyorsun?” diye sorması üzerine “Bizans’ın kayseri, Fars’ın kisrası debdebe içinde yaşarken sen seçilmiş insan, Allah’ın Rasûlü böyle mi yaşayacaksın?” demişti. Rasûlullah ise “Ey Ömer! Sen bunun için mi ağlıyorsun? Bilmez misin ki onlar bütün nasipleri dünya hayatında verilmiş insanlardır” diyerek hayata bakışını dillendirmiştir.
Cuma günleri ve dışardan heyetler geldiğinde giymesi için ipekten bir elbise alması teklif edildiğinde de “Bunu ahiretten alacak bir payı olmayan giysin” demişlerdi. Sâlim bir kafaya, sıhhatli bir bedene ve günlük yiyeceğine sahip olan kimsenin bütün dünya nimetine sahip olduğunu söylerdi. İnsanın dünyadan nasibini de giyilip eskitilen, yenilerek tüketilen ve hayır olarak sarfedilip kazanılan olarak özetler; 28/Kasas suresinin 77. âyetinin ifâdesiyle Allah’ın verdiklerinde ahiret yurdunu gözetirdi. Vefatında, üzerinde iki yerinden yamalı bir elbise vardı. Zırhı, ailesinin geçimi için bir miktar arpa borç aldığı bir yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu. Ve evinde yiyecek olarak sadece bir avuç arpa vardı.
O’nun bu hali inancının, dünya hayatına bakışının, fedakarlığının ve cömertliğinin doğal bir sonucuydu. Yoksa bir zorlamanın ve dünyevi nimetlere olan soğukluğun eseri değil. Zira olanca sadeliğine rağmen bazen güzel yemekler yediği, güzel elbiseler giydiği olurdu. Nimeti takdir eder, Allah’ın bir lütfu ve ikramı olarak görürdü. O’nun yaptığı, içinde bulunulan ortamda yapılabilecek olanın en iyisini yapmaktan ibaretti. Komşusu açken tok yatmamak gibi.
Rasûl-i Ekrem’in tevâzûve sadeliği, kendini beğenmenin, gösteriş ve kibrin ve hatta her yerde bir şekilde kendine yer edinen bencilliğin bir elbisesi değil, aksine eşsiz bir samimiyet ve içtenliğin doğal bir muhafazası idi. Arkadaşları arasında bulunurken, O’nu farkedilmez yapan da işte bu özelliğiydi. Bir meclise geldiğinde boş bulduğu yere oturur, “Ben bir kral değilim” diyerek kendisi için ayağa kalkılmasını istemez, elinin öpülmesine müsaade etmezdi. Bir defasında kendisini görüp de heyecanlanan bir kimseye “Heyecanlanma!! Ben kuru et yiyen bir kadının oğluyum” demişti. Kendisine “yaratılmışların en hayırlısı” diye hitap edildiğinde “yaratılmışların en hayırlısı İbrâhim idi” diyerek cevap vermiş, kendisi için Allah’ın O’na vermiş olduğu “Allah’ın kulu ve elçisi” vasfından başka bir vasfın kullanılmamasını istemişti. Sık sık bu konuda arkadaşlarını uyarır, şeytanın kendilerini kandırmaması için dikkatli olmalarını tavsiye ederdi.
Oğlu İbrahim vefat ettiği gün, güneş de tutulmuştu. Bazı kimselerin “işte bakın güneş de Rasûlullah’ın matemine iştirak ediyor” yollu düşünmeleri üzerine olaya hemen müdâhale etmiş ve “güneş tutulması Allah’ın âyetlerinden biridir. Kimsenin ölüm veya doğumu üzerine meydana gelmez” diyerek insanların kendisine olan sevgi, hürmet ve bağlılıklarının yanlış mecralara kaymasını engellemiştir.
“Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede aşırıya gittikleri gibi sizler de beni övmede aşırıya gitmeyin. Ben sadece bir kulum. Benim için sadece ‘o, Allah’ın kulu ve Rasûlü’dür’ deyin” sözleri, O’nun bu konudaki hassasiyetinin güzel bir göstergesidir. Yine O’nun tevâzûve sadeliği, pasifliğin, acizliğin kendisine yüklediği geçici bir vasıf değil, aksine Allah sevgisi ve kulluk bilincinin incelik ve ruhi derinliğinin hayata doğru doğal bir inkişafıydı. Başarıları arttıkça, insanların sevgi ve bağlılığı çoğaldıkça O’nun büyük bir içtenlik ve tevâzûile Rabbine yönelişi, hayatının hiçbir safhasında bu sadelik ve tevazuundan tâviz vermeyişi bunu açıkça göstermektedir.
Bizler Rasûl-i Ekrem’i, Hayber’i fethettiğinde, dizgini hurma ağacının kabuğundan yapılmış bir merkep üzerinde Hayber’e girerken düşündüğümüzde; ya da yaşanan onca zorluğun ve çekilen onca hasretin ardından büyük fetihle birlikte, başını devesinin eyerine değecek kadar eğmiş, yüzü şefkat parıltılarıyla parlar olduğu halde Mekke’ye girerken gördüğümüzde eşsiz bir manzara ile karşı karşıya olduğumuzu idrak ederiz. O anda o, sadece Rabbini hamd ile tesbih ediyor ve O’ndan mağfiret diliyordu. “Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde ve insanları bölük bölük Allah’ın dinine giriyor gördüğünde, Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Zira O tevbeleri çokça kabul edendir” (110/Nasr, 1-3).
Yaşlı bir yük devesinin üzerinde, sırtında dört dirhem bile etmeyecek basit bir hırka, veda haccına giderken şöyle duâediyordu: “Allahım! Bu haccı riyâ, gösteriş ve ünden uzak et.”
İnsan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Rasûl-i Ekrem, Hz. Âişe’nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü. Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaza giderdi. Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O’nun hayatında herhangi bir açığa, ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi; yaşanması gerekli her şeyin O’nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini, ahlâki faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları namaza kaldırır, daima onları iyilik yapmaya teşvik ederdi. “Kişinin, eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır” der, kendisini ailesinin dünya ahiret saadetinden mesul tutardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in hiçbir eşine vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Rasûl-i Ekrem, “en hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır” derdi. Ailesine karşı en merhametli olan da oydu.
Çocuklarını çok sever, onlarla oynar, ilgilenirdi. Çocuk sevgisini merhametin bir eseri olarak görürdü. On çocuğu olduğu halde, onlardan hiçbirini öpmediğini söyleyen bedeviye “Allah, senin kalbinden merhameti aldıysa ben ne yapabilirim?” demişti. Ahlâkve fazilet ile dolu hânelerinde mânevî havayı, kendilerini kuşatmış olan sevgi ve şefkat halesi içinde teneffüs ederek yetişen çocuklarının her derdiyle ilgilenir, bir baba olarak bütün sorumluluklarını yerine getirirdi. Kız çocuklarını iyi yetiştirip güzelce evlendirmeyi, cennetin anahtarlarından biri olarak görürdü. Erkek çocukları zaten daha küçük yaşlarda vefat etmişlerdi. Kızlarını ise büyütmüş ve evlendirmiş, torunları olmuştu. Yine onlarla ilgileniyor, onları ziyaret ediyordu. Gece namaza kalktıklarında onları da uyandırır, daima iyilik yapmaları, ahiret yurdu için hazırlanmaları gerektiğini söyler, “yarın kıyamet gününde ben sizler için bir şey yapamam” derdi. Bütün gayret ve çabası onların iyi birer kul, faziletli birer insan olmaları içindi. Bunun için herkesten önce onlardan sabır ve fedakarlık beklerdi. “Allahım! Muhammed ailesine geçinecek kadar rızık ihsan buyur” diye duâ eder, ailesini her türlü aşırılık, lüks, israf ve cimrilikten; dünya malına düşkünlükten sakındırırdı.
Tehlike, sıkıntı ve zorluk olan yerlerde onları öne geçirir, menfaat, rahat ve kolaylığın olduğu yerlerde ise onları geriye alırdı. Bir defasında kızı Hz. Fâtıma’yı ziyârete gitmiş, ancak içeride süslü bir perde gördüğünde, kapıdan geri dönmüştü. Sebebi sorulduğunda “benim dünya ile ne işim olabilir?” demiş, kızına perdeyi satıp bedelini ihtiyaç sahiplerine vermesi tavsiyesinde bulunmuştur. Hz. Fâtıma, işlerinin yoğunluğu ve değirmende tahıl öğütmekten dolayı karşılaştığı zahmetten dolayı, kendilerine bir harp esirinin hizmetçi olarak verilmesini istediğinde, Hz. Peygamber, “mescidde yatan aç ve çıplak insanlar varken, bu isteğinizi karşılayamam!” diyerek, onların bu taleplerini geri çevirmiştir. Akşam olduğunda kızı ve dâmâdının yanına giderek, “size benden istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatacağınız zaman 34 defa Allahu Ekber, 33 defa Elhamdu lillâh ve 33 defa da Subhânallah deyiniz” buyurmuştur.
Hz. Peygamber ve ailesinin, hiçbir sadakayı kabul etmemesi ve bunun kendilerine haram oluşu da bu açıdan çok önemlidir. Rasûl-i Ekrem’e 10 yıl boyunca hizmet eden Hz. Enes’in şu şehadeti, Rasûl-i Ekrem’in ev halkına muamelesini uzun uzadıya anlatmaya gerek bırakmamaktadır. “Rasûlullaha on yıl boyunca hizmet ettim. Bir kere bile bana, “yaptığım bir şey için neden bunu yaptın, yapmadığım bir şey için de neden bunu yapmadın?” demediler.
Mescidde, cemaate hitap ederken, sevgili torunları Hasan ile Hüseyin’in düşe kalka kendilerine doğru geldiklerini görünce, dayanamayıp hutbesine ara vermiş, aşağı inerek torunlarını kucağına almış, sonra da “elbette ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihandır” (64/Teğâbün, 15) âyetini okumuştur.
Yüce Allah, 4/Nisâ sûresinin 36. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunanlara ‘ihsan’ üzere davranın. Muhakkak ki Allah, kendisini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” İhsan, Rasûl-i Ekrem’in içinde bulunduğu ilişkiler bütünündeki istisnâsız tutumuydu. Sevgi, şefkat, merhamet, hilm, nezaket, incelik, fedâkârlık, cömertlik ve cesaret gibi üstün ahlâkî vasıflarının bir yumağı idi. “Gerçekten iman etmedikçe cennete giremezsiniz; gerçekten birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Sizlere gerçekten birbirinizi sevebilmenin yolunu öğreteyim mi!? Selâmlaşınız.” der; yemek yedirmeyi, tanıdık tanımadık herkese selâm vermeyi İslâm’ın en hayırlı amellerinden sayardı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) çevresindeki herkesle ilgilenir, karşılaştıklarına önce davranıp selâm verir; musâfaha ettiğinde karşısındaki elini çekmedikçe elini çekmez; birisiyle konuştuğunda muhâtabı sözünü bitirip ayrılmadıkça onu bırakmaz; döndüğünde bütün cephesiyle dönerdi.
Herkesi kuşatan sevgi ve ilgisi ahlâkının ayrılmaz parçasıydı. Anne ve babasını küçük yaşlarda kaybetmiş olmasına rağmen onları unutmamış; yıllar sonra bir vesile ile harap olmuş bir mezarın yanından geçerken durup oturmuş, ince ruhundan sızan gözyaşları ile ‘Bu Vehb kızı Âmine’nin kabridir’ demişlerdi. Kendisine emeği geçenleri asla unutmaz, daima onları hayırla yâd ederdi. Amcası Ebû Tâlib’in hanımının, dadısı Ümmü Eymen’in, süt annesi Halime’nin ve ailesinin O’nun gönlünde özel bir yeri vardı. Süt annesi geldiğinde, onu hürmetle karşılar, ilgi ile ağırlar, hırkasını çıkarıp altına sererdi. Ölümü sonrasında babanın arkadaşlarına iyiliği merhametin gereklerinden sayar, ‘içlerinde akrabâları ile ilişkilerini kesen bir kimsenin bulunduğu topluluğa Allah’ın rahmeti inmez’ der; sırasıyla annenin, babanın, yakın akrabaların kişinin üzerinde hakları olduğunu beyan ederdi. Dostlarına karşı vefalı ve samimi idi. 26 yıl beraber yaşadıkları ilk eşi Hz. Hatice’yi daima hayırla yâd etmeleri; vefatından yıllar sonra bile bir koyun kestiklerinde bir parçasını Hz. Hatice annemizin arkadaşlarına göndermeleri; kızı Zeyneb’in, savaşta esir düşmüş kocasının fidyesi için annesinden yâdigâr gerdanlığını Rasûl-i Ekrem’e gönderdiğinde gerdanlığı görüp de ağlaması eşsiz bir vefânın örnekleri değil midir?
Rasûl-i Ekrem, bir peygamber, bir insan, bir komutan, bir hâkim, bir dost, bir komşu, bir akraba... Bir insan olarak bütün sorumluluklarını yerine getirir, hayatı her şeyiyle paylaşırdı. Kendisini arkadaşlarından ayırmaz, ‘kendisini ayrıcalıklı göreni Allah sevmez’ derdi. Ashâbı ile birlikte oturur, fakirler ve kimsesizler ile birlikte yiyip içerdi. Onların konuşmalarına katılır, mecliste boş bulduğu yere otururdu. Meclisinde bulunan herkes ilgi ve sevgisinden hisselenir, her biri Rasûl-i Ekrem’in en çok kendisini sevdiği duygusuna kapılırdı. Dertleriyle dertlenir; sevinçleriyle sevinir; gecesi gündüzüyle hayatı onlarla paylaşırdı. Yapılması gerekli bir iş olduğunda hemen el atar, Mescid-i Nebevî’nin yapımında, şehrin etrafına hendek kazımında olduğu gibi onlarla beraber çalışır; girdiği savaşlarda olduğu gibi tehlike anlarında hep ön plana çıkarak onlara örnek ve siper olurdu.
“Büyüklerine saygı duymayan, küçüklerini de sevmeyen kimse bizden değildir” der, çevresinde bulunan herkese güzelce muâmele ederdi. Mekke’de iken arkadaşı Habbâb bin Eret’i bir yere göndermiş, dönünceye kadar da bu işi yapacak kimsesi olmadığından her gün Habbâb’ın evine giderek keçilerini sağmıştı. Hayber fethi sonrası Habeşistan muhâcirleri Medine’ye döndüklerinde “hangisine sevineyim, Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi?” diyerek arkadaşlarına olan sevgisini göstermiştir.
Ashâbından biri vefat ettiğinde, arkasında mal bıraktıysa, onu mirasçılarına güzelce dağıtır; borç bıraktı ise onu üstlenip ödemeye çalışır, ödeyemediğinde “borçlu kimsenin cenaze namazını kılamam” diyerek müslümanları borcu ödemeye teşvik ederdi.
İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak; kötülük, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmamak, O’nun çevresindekiler ile ilişkisinin genel karakteriydi. Ashâbını eğitmek, kötülüklerden temizleyerek iyiliklerle olgunlaştırmak için elinden geleni yapar; dünya ve âhiret saâdetleri için gayret ederdi.Onlara olan sevgi ve samimiyetine halel gelmemesi için “bana birbiriniz hakkında herhangi bir şey söylemeyin. Zira ben hepinizin karşısına temiz bir kalple çıkmak isterim” der, kimsenin kusurunu araştırmaz, kimseyi de hatasından dolayı yargılamazdı. Bir kimse bir hata yapıp günah işlediğinde, isim belirtmeden, kırıp incitmeden durumu düzeltir; aynı şekilde şüpheli şeylere meydan vermeyerek onların kalplerini de muhâfaza ederdi.
Hizmetinde bulunanlara evlâdı gibi muâmele eder, “köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Onlara köle, câriye değil; oğlum, kızım diye seslenin. Ağır bir iş vermeyin; verirseniz onlara yardımcı olun”; “köleleriniz hakkında Allah’tan korkun” der, onları her fırsatta özgürlüğe kavuşturmayı en büyük iyiliklerden biri olarak görür; bütün esirlerine bu şekilde davranıp her birini özgürlüğüne kavuşturarak ashâbına örnek olurdu.
Çocukları sever, onları yolda oynarken gördüğünde selâm verir, bineğine bindirir, aralarına karışırdı. Bazen bir hizmetçi, bir câriye teklifsiz yanına gelir, kendisine yardım etmesini ister, o da hemen kalkıp onların işini görürdü. Dulların ihtiyaçlarını karşılar; yaşlı insanlara daima yardımcı olurdu. Medine’de yaşlılık sebebiyle bunamış bir kadın vardı. Bir gün bu kadın Rasûl-i Ekrem’e gelmiş, “Muhammed, seninle bir işim var” demişti. Rasûl-i Ekrem de onunla beraber sokağa çıkmış, oturarak onu dinlemiş ve isteğini yerine getirmişti.
Sâliha kadını dünya nimetlerinin en güzeli olarak görür, “kadınlar hakkında Allah’tan korkun” derdi. Bir gün çok sayıda kadın akrabası Peygamberimiz’in etrafına oturmuş, yüksek sesle konuşuyorlardı. Hz. Ömer içeri girince hepsi susmuş ve çekilmişler; Rasûlullah da bu duruma gülmüştü. Hz. Ömer; “Ey Allah’ın Rasûlü, Allah seni hep mütebessim kılsın, neden güldün?” diye sorunca, Rasûl-i Ekrem, kadınların ondan çekinip de sakınmalarına güldüğünü söyledi. Hz. Ömer’in “benden değil; Rasûlullah’tan korkun” sözü üzerine kadınlardan biri “O, senin kadar hiddetli değildir” demişti. Medine’ye girerken yol kenarında şarkı söyleyen küçük kız çocuklarını gördüğünde “Beni seviyor musunuz?” diye sormuş, “evet yâ Rasûlallah, seni seviyoruz” demeleri üzerine “Ben de sizleri seviyorum” demiştir.
Rasûl-i Ekrem, “Geniş olun! Zira Yüce Allah, geniş olanı sever” der; genişliği, hilmi ve anlayışı ile ashâbına örnek olurdu. İnsanları, zayıflıkları, ihtiyaçları ve idealleri ile bütün olarak değerlendirir; yadırgayıcı, yargılayıcı olarak değil; anlayışlı bir yol gösterici olarak onlara muâmele ederdi. Anlamak, affetmek ve yol göstermek, O’nun insanlara karşı tavrının özüydü. “Hizmetçimi bir günde kaç defa affedeyim?” diye soran bir kimseye “yetmiş defa affet!” diye cevap vermiştir. Bir defasında bahçesine izinsiz girip de hurma toplayıp yiyen ve biraz da elbisesinin cebine koyan bir kimseyi azarlayarak ve elbisesini soyarak Rasûl-i Ekrem’e şikâyet eden birine; “O, bilmiyordu, ona öğretmeliydin; o, açtı, onu doyurmalıydın!” diyerek bahçe sahibine nasıl davranması gerektiğini öğretmişti.
Çöllerde göçebe halinde yaşayan bedevî insanlar, Medine’ye geldiklerinde Rasûl-i Ekrem onlarla ilgilenir, kabalıklarını yadırgamazdı. Bir defasında yolda giderken bir bedevî gelmiş, Rasûl-i Ekrem’in hırkasını arkadan çekerek “Muhammed! Yanındaki Allah’ın malından bana ver” demişti. Çekilen hırkası boynunda iz yapmış, Peygamberimiz bu haliyle dönmüş, tebessüm ederek arkadaşlarına “evet, istediğini verin” demişti.
Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Âişe’nin ifadesiyle hiçbir zaman şahsî intikam peşinde koşmamıştı. Kötülüklere iyilikle mukabelede bulunurdu. O, her zaman kerem sahibi, yüce gönüllü idi. Hayatı boyunca O’na tuzaklar Kur’anmünâfıklar, yahûdiler ve müşrikler de onun kerem ve şefkatinden nasiplerini almışlardı. Hayatını anlatan eserlerde, O’nun, münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy vefat ettiğinde gömleğini kefen olarak ona verdiğini, olanca entrikalarına karşılık yahûdilere olan güzel ve âdil muâmelesini ve de onca mücadelenin neticesinde Mekke’ye girdiğinde orada müşriklere “gidiniz, hepiniz özgürsünüz” diyerek “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizleri affetsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir” (12/Yusuf, 92) âyetiyle hitap etmiş olduğunu; kendisini taşlayıp horlayanlar için; canına kastedip kendisiyle savaşanlar için Yüce Allah’a; “Allah’ım, onları affet, çünkü onlar bilmiyorlar” şeklinde duâ ettiğini okuduğumuzda “(Ey Muhammed) Sen af yolunu tut, bağışla, iyiliği emret, cahillere de aldırma” (7/A’râf, 199) âyetinin hayata konabileceğini ve yine Rasûl-i Ekrem’in “Rabbim, bana intikam alacak gücüme rağmen düşmanlarımı affetmemi, benimle ilişkisini kesenle görüşmemi ve beni mahrum bırakana vermemi emretti” sözünün hakikatini daha iyi anlayabiliyoruz.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “... Allah’ın rahmeti ile onlara yumuşak davrandın. Kaba, katı yürekli olsaydın, zaten etrafından dağılıp giderlerdi. Öyleyse onları affet, bağışlanmaları için duâ et ve işlerinde onlara danış. Kararını verdiğinde de artık Allah’a tevekkül et. Zira O, kendisine tevekkül edenleri sever.” (3/Âl-i İmrân, 159). Âyette ifade edilen Allah’ın rahmetinden kaynaklanan “yumuşaklığın” ve gerçekten eşsiz bir şekilde insanların küçüğüyle büyüğüyle; kadınıyla erkeğiyle, fakiriyle zenginiyle O’nun etrafında sevgiden bir tek vücut haline gelmelerinin sırrını merak eden için, namazı uzun tutup da cemaatten bazılarını usandıran sahâbisini “namaz kıldırırken fazla uzun tutma. Cemaatte yaşlı olan, hasta olan vardır” diyerek uyaran ya da “nice zaman olur, uzunca bir namaz kılayım, diye namaza başlarım da, ağlayan bir çocuk sesi işittiğimde, arkamda namaz kılan annesinin şefkat duygularını bildiğimden, namazı kısa tutarım” diyen peygamberi düşünmek yeterlidir.
Naz ve nimet içinde büyüdüğü halde, müslüman olması sebebiyle ailesi tarafından dışlanıp fakr u zarûrete dûçar kalan Mus’ab bin Umeyr’i yırtık-pırtık elbiseler içinde gördüğünde gözyaşları akıtarak onun bu fedâkârlığına saygı gösteren; Câbir bin Abdullah’ın ifadesiyle, kendisinden bir şey istenildiğinde asla “hayır!” demeyen, kapısına gelenleri boş çevirmediğinden nice geceler ailesi ile birlikte aç yatan, elinde kalmış bir miktar parayı verecek bir fakir bulamadığında, o parayı alıp evine gidip yatmaktan utanıp da mescidde yatan ve sabahleyin bir fakir bulunup da o parayla ihtiyacı karşılandığında Allah’a hamd edip evine giden... evet, bu örneklerde ve benzeri yüzlerce örnekte Rasûlullah’ın eşsiz ahlâkını görmek mümkündür.
Hz. Peygamber, hediyeleşmeyi tavsiye eder, bunun sevgiyi arttırıp dostlukları pekiştireceğini söylerdi. Sadaka kabul etmemesine rağmen hediye kabul eder ve daha güzeli ile hediyelere karşılık verirdi. Varını yoğunu çevresindeki yoksul, ihtiyaç sahibi kimselerle paylaşır; verecek bir şeyi olmadığında da güzel sözler ile gönüllerini doyururdu. Gelir kaynaklarını, ailesinin geçimi için ayırdığı bir kısmı müstesnâ, fakirlere dağıtılacak şekilde düzenlemiştir. Cimrilik ve kötü huyun mü’minde bulunmayacağını söyler, insanların durumunu düzeltmek için elindeki tüm imkânları seferber ederdi. Bazen ödünç aldığı bir şeyi fazlasıyla geri öder; bazen satın aldığına anlaştıkları fiyatın fazlasını verir, bazen de ihtiyaç sahibi olduğunu anladığı bir kimseden bir şey satın alır, sonra da onu ona hediye ederdi.
İbn Abbas’ın deyimiyle O, hayırlı işlerde rüzgârdan daha fazla cömerttir. Dostu Ebû Zer’e fakirleri sevmeyi ve onlara yakın olmayı tavsiye etmiş, sevgili eşi Hz. Âişe’ye de “Ey Âişe! Hiçbir zaman muhtaç birini kapından boş çevirme, verebileceğin yarım bir hurma da olsa ver. Ey Âişe! Fakirleri sev, yakınına al ki Allah da kıyâmet gününde seni yakınına alsın” diye nasihat etmişti. Yüce Allah’tan, gerçek zenginlik olarak tanımladığı “gönül zenginliği” isterdi.
Ashâbının en fakir ve yoksul olanları, bir de devamlı eğitim-öğretimle meşgul olduklarından geçim sıkıntısı çekenleri, Ashâb-ı Suffe olarak tanınırlardı. Zira genelde mescidde kalırlar; Hz. Peygamber’in yanından ayrılmazlardı. Rasûl-i Ekrem, her şeyini onlarla paylaşır, yemeğini onlarla yerdi. Büyük bir kazanı vardı. Yemek onda pişirilir ve beraberce yenilirdi. Onlar, O’nun daimî misafirleriydi. Bütün mü’minler de öyle. “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin” diyerek “yemeğini, bıçağın deve hörgücüne gelmesinden daha çabuk ikram edildiği eve hayrın geleceğini” ve “misafiri kapıya kadar geçirmenin sünnetin bir parçası olduğunu” söylerdi.
Yetimlere bakmanın, şefkat göstermenin üstünlüğünden bahseder, dul ve miskinlere bakmanın Allah yolunda savaşmak veya gündüz oruç tutup gece namaz kılmak gibi olduğunu söylerdi. Ebû Zer’e bir gece yürürlerken “Ebû Zer! Şu Uhud dağı altın olsa da bana verilse, borcum için ayıracağım müstesnâ, bir dirheminin bile yanımda üç gün kalmasını istemem” demiştir.
Rasûl-i Ekrem, yağan yağmur tanelerinde Allah’la olan ahdi görür, “her bir canlıya yapılan iyiliğin sevap olduğunu” söylerdi. Sırtı karnına yapışmış bir deveye rastladığında sahibine; “bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun; onlara güzelce binin, onları güzelce doyurun” demiştir. Yine bir defasında: “Otu bol bir yerde yolculuk ederseniz, devenize yerden nasibini verin. Eğer kurak bir bölgede yolculuk ederseniz, oradan süratle geçin. Eğer geceleyin bir yerde konaklarsanız, sakın yol kenarında konaklamayın, zira yol, geceleyin hayvanların gidip geldiği, böceklerin yuvalandığı yerdir” buyurmuşlardı. Canlıya canlı gibi davranır, hayata Allah’ın bir emaneti olarak bakardı.
Rasûl-i Ekrem, yüksek sesle konuşmaz, arkadaşlarının yanında ayaklarını uzatmazdı. Ashâbından Ebû Said el-Hudrî’nin ifadesiyle “bâkire kızlardan daha hayâlı idi, hoşlanıp hoşlanmadıkları yüzünden anlaşılırdı.” Ağızlarının içi görülecek şekilde kahkaha ile gülmezdi. Hayânın, imanın bir parçası olduğunu beyan ile bir defasında “hayâ imandandır ve hayâlı olan kişi cennettedir. Hayâsızlık kalbin katılığındandır. Kalbi katı olan ise cehennemdedir” buyurmuşlardı.
Yine bir defasında Hz. Âişe’ye “cezasını ben çekecek bile olsam, hiç kimsenin kabahati hakkında konuşmak istemem” demişlerdi. Asla kaba ifadeler kullanmaz, hayâ duygusunu davranışların kontrol mekanizması olarak görürdü. “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” sözü Peygamberlerin ortak sözü olup bunun en güzel ifadesi değil midir? O’nun hayâsı ve utangaçlığı, O’nu, soyutlanmaya, pasifleşmeye sevk etmez; yapması gerekenin ardında bırakmazdı. Zaten O’nun hayatı, Mekke’de yaşadıklarıyla, Medine’de yaşadıklarıyla, bütünüyle şükrün ve sabrın; Allah’a derin bir bağlılığın ve tevekkülün; azim ve sebatkârlığın ve nihâyeteşsiz bir cesâretin en somut örnekleri ile doludur.
Dinî, tebliğ süreci incelendiğinde sözlerin ifadeden âciz kalacağı bir manzara ile karşılaşılır. Derin bir huşû ile sarsılmaz bir iman ve azim ile... Bu gerçeği ifade için, kendisine yapılan her türlü teklife karşılık olarak verdiği şu tarihî cevabın yeterli olacağını düşünüyoruz: “Güneşi sağ elime; ayı da sol elime koysalar ben, yine de dâvamdan vazgeçmem!” Hz. Ali der ki: “Bedir’de savaş bütün şiddetiyle devam ederken bazen biz Rasûlullah’ın arkasına sığınırdık. En cesurumuz O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu.”
Hayâsı, cesaretine gölge olmadığı gibi, ciddiyet ve vakarı da neşe ve tebessümüne engel olmazdı. Allah ile beraberliği sıcak ve canlı muâşeretine perde olmazdı. Abdullah bin Hâris, Rasûlullah’tan daha hoş ve mütebessim bir kimse görmediğini söylerdi. Ashâbıyla şakalaşır ve onlarla beraber gülerdi. Küçük kuşunun ölümüne üzülen Enes’in küçük kardeşine: “Ebû Umeyr! Nuheyr’e (küçük serçe) ne oldu?” diye soracak kadar çevresiyle ilgiliydi. “Bir peygamber zırhını giydi mi artık onu çıkarmaz” diyecek kadar sebatkâr; “Allah’ın hizmetçileri sefâhat içinde yaşamazlar” diyecek kadar da fedâkârdı.
Karamsarlık, O’nun kalbinde bir yer bulamaz, imanı ve samimiyeti ile hayatın her ânında, her türlü şart altında sorumluluk bilinciyle hareket ederdi. Kıyâmetin kopması esnâsında bile eldeki fidanın dikilmesini tavsiye edecek kadar “hayır” ve “sorumluluk” anlayışına sahipti. Vefatına sebep olacak hastalığı ağırlaştığı için Hz. Ebû Bekir’i imamlığa geçirmiş, biraz iyileşip de odasının kapısından saf saf huşû ile namaz kılan ashâbını gördüğünde Allah’a hamd etmişti. Vefatı esnâsında, hazırlatıp Üsâme bin Zeyd’i kumandan tâyin ettiği son ordusu sefere hazır halde şehrin dışında bekliyordu. Belki bu ordu, O’nun yeryüzüne diktiği son fidanıydı.
Hayatı boyunca insanlar için tek üstünlük ve fazilet ölçüsü olarak “takvâ”ya başvurmuş, “üstünlük ancak takvâ iledir” diyerek her türlü emâneti ehli olana tevdî etmişti. Bu evrensel ilke Hz. Üsâme’nin kumandanlığında ne güzel parıldıyordu.
Hz. Hatice’nin oğlu Hind bin Hâle, Rasûl-i Ekrem’i bize şöyle tanıtır: “Rasûlullah’ın hüzün ve tefekkür içinde olmadığı bir an yoktu. Devamlı tefekkür ederdi. O’nun için rahat yoktu. Çoğu zaman sükût eder, gereksiz yere konuşmazdı. Söze başlayınca mağrur ve kibirli kimseler gibi dudak ucuyla konuşmaz, kelimeleri gâyetgüzel telaffuz ederdi. Güzel konuşurdu. Sözleri, hakkı bâtıldan ayırırdı. Ne fazla, ne de eksik, gerektiği kadar konuşurdu. Sert ve kaba bir insan değildi. Başkalarını hiçbir zaman hor ve hakir görmezdi. Nimet az bile olsa, ona büyük değer verir, asla nankörlük etmez, onu hiçbir şekilde kötülemezdi. Yiyecek ve içecekleri ne över ne de kötülerdi. Dünya için ve dünyada kendisini ilgilendiren işler için asla öfkelenmezdi. Fakat hakka tecâvüz söz konusu olduğunda hakkı sahibine iâde etmedikçe ve haksızı gereğince cezalandırmadıkça öfkesi dinmezdi. Kendisine ait bir şey için asla kızmaz ve intikam almazdı. Bir şeye işaret ettiğinde parmağıyla değil; bütün eliyle işaret eder, bir şeye hayret ettiğinde elini ters çevirirdi. Konuşurken ellerini birleştirir ve sağ elinin ayasını sol elinin baş parmağının iç tarafına vururdu. Öfkelendiğinde hemen vazgeçer ve bunun için büyük gayret sarf ederdi. Sevindiği zaman gözlerini yumardı. En fazla güldüğünde tebessüm eder, gülümsediğinde de dişleri dolu taneleri gibi gözükürdü. Kahkaha ile gülmezdi...”
Rasûl-i Ekrem, ilk İlâhî vahye mazhar olduğunda sevgili eşi Hz. Hatice, onu şu şekilde teselli etmişti: “Cenâb-ı Hak, hiçbir vakit seni mahcup etmeyecektir. Çünkü sen yakınlık bağlarına saygı gösteriyor, borçluların borcunu veriyor, fakirlere yardım ediyorsun. Misafirlerini ağırlıyor, doğruları destekliyor, yükünü taşıyamayanlara yardımcı oluyorsun.”
Yine Hz. Âişe annemiz de Rasûl-i Ekrem hakkında şu sözleri söylüyordu: “Hz. Peygamber hiç kimseyi azarlamazdı. Kendisine fenalık edenlere fenalıkla mukabele etmezdi. Kendisine yapılan kötülüklere göz yumar, fâillerini bağışlardı. Bir şey hakkında iki şıktan birini tercih durumunda kaldığında günah olmamak kaydıyla kolay olanını seçerdi. Şahsına yapılan bir kötülüğün intikamını almaz, ancak bir kimse İlâhî emirlere isyan ettiğinde onu hak ettiği cezaya çarptırırdı. Rasûl-i Ekrem, hiçbir müslümanı ismiyle lânetlememiş; hiçbir kadın, köle, câriye, hizmetçi veya hayvanı dövmemiş ve hiçbir kimsenin meşrû ricâsını reddetmemiştir. Evine her girdiğinde tebessüm eder, arkadaşları arasında oturduğu zaman kesinlikle ayağını uzatmaz; sözlerini dinleyenler ezberleyecek kadar ağır ağır söylerdi.”
Hz. Hüseyin, babasından kendisine dedesini anlatmasını istediğinde Hz. Ali, Rasûl-i Ekrem’i şöyle anlatmıştı: “Rasûlullah, söz ve davranışlarında hep mûtedil olmuş, hiçbir zaman haddi aşmamış, çirkin bir söz söylememiş, çirkin bir davranışta bulunmamıştır. Bunun için özel bir gayret de sarf etmemiştir. Çarşı ve pazarlarda çok dolaşmazdı. Kötülüğe kötülükle mukabele etmezdi. Affeder ve bağışlardı. Allah yolunda cihad müstesnâ, hiçbir şeye eliyle vurmamıştır. Hiçbir hizmetçisini ve hanımını dövmemiştir. Kendi şahsına yapılan zulümlerden intikam aldığını hiç görmedim. Allah’ın haramları çiğnendiğinde ise şiddetle öfkelenirdi. İki şeyden birini tercih etmede muhayyer bırakıldığında kolay olanı tercih ederlerdi. Evine girdiğinde herkes gibi elbisesini temizler, koyununu sağar ve kendi hizmetini kendisi görürdü.”
“Lüzumsuz yere konuşmazdı. Müslümanları birbirine ısındıracak ve birbirlerinden nefret ettirmeyecek şekilde konuşurdu. Her kabilenin güzel hasletli insanlarına ikramda bulunur ve onları kavmine başkan tâyin ederdi. Halkı hatalı işler ve sözlerden sakındırır, kendisi de sakınırdı. Güzel yüzünü ve güzel ahlâkını kimseden esirgemezdi. Ashâbını daima arar, halka olup biten hâdiseleri sorardı. İyiliği över ve pekiştirir, ona güç katardı. Kötülüğü zemmeder ve onu zayıf düşürürdü. Her işinde îtidal üzereydi, ihtilâfsızdı. Müslümanların gaflete düşmesinden korkar, onları ikaz etmeyi ihmal etmezdi. Her halinde ibâdet ve iyiliğe hazırdı. Hakkın sınırını aşmadığı gibi, hakkı yerine getirmekten de geri kalmazdı. O’na yakın olanlar halkın en hayırlılarıydı. O’nun yanında arkadaşlarının en üstünü nasihati en yaygın ve kuşatıcı olanıydı. Mertebesi en yüksek olanlar da insanların durumunu düzeltmek için canıyla, malıyla çalışan; iyilik ve yardımı en güzel olanlardı.”
“Hz. Peygamber kalkarken de otururken de hep Allah’ı zikirle meşgul olurdu. Bir cemaatin yanına geldiğinde üst başa geçmez, hemen meclisin sonuna otururdu. Ashâbına da bunu emrederdi. Kendisiyle beraber oturan herkese değer verirdi. Orada bulunanların her biri kendisini en itibarlı kişi zannederdi. Kendisiyle oturan ya da bir ihtiyacı için yanına gelen kimseye dönüp gidinceye kadar sabrederdi. Biri bir istekte bulunursa onu hemen yerine getirir; imkânı olmadığında tatlı dille bunu anlatırdı. Gönlü ve hoşgörüsü bütün insanlığı kuşatacak kadar genişti. Onlara şefkatli ve merhametli bir baba olmuştu. Hak konusunda herkes O’nun katında eşitti.
Rasûlullah’ın meclisi bir ilim, hayâ, sabır ve emanet meclisiydi. Orada yüksek sesle konuşulmaz, hiç kimse ayıplanmaz ve kimsenin ayıp ve kusuru dışarı vurulup yayılmazdı. O meclisteki herkes eşitti. Tek üstünlük ölçüsü takvâ idi. Büyüklere herkes saygı gösterir; küçüklere şefkat ve merhametle muâmele ederdi. Fakir ve muhtaç olanları, herkes kendisine tercih eder, garipleri koruyup gözetirdi.” “Rasûlullah daima güler yüzlü, yumuşak huylu, şefkat ve merhameti bol bir insandı. Sert ve kaba sözlü değildi. Orada burada dolaşıp durmaz, kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Cimri bir insan değildi. Hoşuna gitmeyen şeyleri görmezlikten gelirdi. Hiç kimsenin ümidini kırmaz, hoşlanmadığı bir söz ya da davranışı sükûtla karşılardı.
Kendi hesabına şu üç şeyden sakınırdı: 1- İnsanlarla münâkaşa ve mücâdele etmekten, 2- Boş sözlerden, 3- Yararsız ve boş şeylerle, kendisini ilgilendirmeyen işlerle uğraşmaktan. Başkaları hesabına da şu üç şeyden uzak dururdu: 1- İnsanları tenkit etmekten, 2- İnsanların ayıp ve kusurlarını, gizli hallerini araştırmaktan, 3- İnsanlara hakaret etmekten.
Rasûlullah konuşurken mecliste bulunanlar başlarını öne eğer, başlarına kuş konmuş gibi hareketsiz dururlardı. Hz. Peygamber sustuğunda konuşurlar, ama asla O’nun yanında tartışmazlardı. Biri konuşacak olursa, diğerleri o, sözünü bitirinceye kadar sessizce beklerlerdi. Hz. Peygamber, ilk konuşanın sözüyle son konuşanın sözünü aynı dikkatle dinler, asla bıkkınlık göstermezdi. Onların güldüklerine güler, onların hayret ettiklerine de hayret ederdi.” “Yabancıların konuşma ve sorularındaki kabalık ve sertliğe ashâbı da kendisi gibi davransın düşüncesiyle sabrederdi. “Bir ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi aradığını görürseniz onun bu ihtiyacını karşılayınız veya ona yardım ediniz” derdi. Kendini, olduğu gibi göstermeyen övgüleri kabul etmezdi. Hakkın sınırını aşmadıkça kimsenin sözünü kesmezdi. Hakkın sınırı aşıldığında ya müdâhale eder ya da kalkıp giderdi.” “İnsanların gönülce en cömerdi, dilce en doğrusuydu. Tabiat itibarıyla en yumuşak huylusu, soyca da en şereflisiydi. O’nu ansızın görenler heyecana kapılır, tanıma imkânına erenler ise O’nu severdi. O’ndan önce de O’ndan sonra da O’nun gibi mükemmel bir şahsiyet görmedim.”
Enes bin Mâlik de der ki: “Rasûlullah’ın elinden daha yumuşak bir dibace veya ipekli kumaşa dokunmadım. O’nun kokusundan daha güzel bir koku koklamadım.”
Rasûl-i Ekrem’in ahlâkını birazcık olsun öğrenebilmek adına tarihî tecrübe ve tanıklıklar içerisindeki bu küçük seyrimizin sonunda diyebiliriz ki, söz biter, kâlem kırılır, kulaklardan kalplere sadece Yüce Allah’ın “Şânım hakkı için, size kendi içinizden bir Rasûl geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır geliyor; üzerinize hırs ile titriyor; mü’minlere de pek raûf, pek rahîm” (9/Tevbe, 128) âyetinin eşsiz ifadesi akar. Hamd olsun âlemlerin rabbi Allah’a! Salât u selâm da mesajlarıyla insanlara rehber, hayatlarıyla da ışık olan kutlu elçilerine.
Ahmet Kalkan