Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Ahmed Kalkan: Tekfir Konusunda Kurallar, Tekfîr Konusunda Yetkili Merci, Tekfirin Şartları

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tekfir Konusunda Kurallar, Tekfîr Konusunda Yetkili Merci, Tekfirin Şartları

2949.jpg

Tekfir Konusunda Kurallar

1- Belli bir şahısla, grubu tekfir konusu farklıdır; hükümleri ayrı ayrıdır. Fiille fâil farklıdır.

2- Te’vil edilebilecek bir durum varsa, bu te’vil, bizim açımızdan geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez. Hâricîlerin tekfir edilmemesi örneğinde olduğu gibi.

3- Cehâlet, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı yerde, avam için mâzeret olabilir.

4- İctihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınılmalıdır. Suç, şüphe ile zâil olur; hadler şüphe durumunda düşer. Tekfir, had cezası gerektiren suçlardan daha büyük bir suçlamadır.

5- İnsan ne ile İslâm’a girerse, onlardan birini inkârla dinden çıkar. İnkâr edilen şeyin tevhid kelimesinin zarûrî ve kesin izahı veya zarûrât-ı diniyeden olması gerekir ki, tekfir edilebilsin.

6- Ehl-i kıble tekfir edilmez. Ehl-i kıble: Kıbleye, yani Kâbe’ye doğru yönelerek namaz kılmanın farz olduğuna inanan, ancak inanç esaslarını değişik şekillerde yorumlayan farklı mezheplere bağlı bütün Müslümanları ifade eder. Kelime-i şehâdeti söyleyip içeriğine iman eden, zarûrât-ı diniye adı verilen İslâm’ın temel hükümlerini kabul eden ve namaz kılan kimsenin tekfir edilmesine Ehl-i Sünnet karşıdır. Ehl-i kıble olan Müslümanların tekfir edilemeyeceği hususu, Ehl-i Sünnet’in genel prensipleri arasında yer almaktadır.

7- Berâat-ı zimmet asıldır. Fıkhın genel prensiplerinden biri de budur. Aksine bir hüküm veya delil bulunmadığı sürece, kişinin hukukî ve cezâî sorumluluğunun olmaması demektir. Bu prensibe göre, Allah’ın hükmü bulunmadan fert herhangi bir yükümlülükle mükellef tutulamaz. Aynı şekilde, aksine bir delil bulunmadıkça kişinin suçsuzluğu ve borçsuzluğu esastır. Mecelle’de: “Berâet-i zimmet asıldır” şeklinde küllî kaide olarak yer alır. Suçluluğu hükmen sâbit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.

8- Mü’minlere yönelik sûizan yasaklanmış; hüsn-i zan tavsiye edilmiştir.
Kur’an, zanla hüküm verilemeyeceğini açıklar: Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.” (10/Yunus, 36; 53/Necm, 28)
Yine Kur’an, sûi zandan, kötü sanıdan kaçınmayı emreder:
Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirip gıybet yapmasın…” (49/Hucurât, 12)


9- İhtiyatlı davranmak gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir.

10- Suç, şüphe ile sâkıt olur. Tekfir gibi büyük bir suç da şüphe ile düşmelidir.
"Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)" (Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî, Hudûd 2)


11- Büyük günahlar imanı zedeler, zayıflatır, ama iptal etmez.

12- İman, bazen küfür, nifak veya câhiliye ile birlikte bulunabilir.

13- Naslarda ortaya çıkan küfür veya şirk büyük ve küçük küfür (veya şirk) diye ikiye ayrılır. Şirkin küçüğü, gizlisi vardır. Küfür de bazen nankörlük anlamında kullanılır; kâmil iman yokluğu gibi anlamlara gelebilir.

14- Kâfirde mu’min amelinden bazıları, onu mu’min yapmadığı gibi, bazen mü’minde de kâfir ameli bulunabilir; bu da mu’mini kâfir yapmaz.

15- Bazen bir fiil küfür olduğu halde, işleyen kâfir olmayabilir.

16- Bir kâfiri mu’min sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir.

17- Peygamberimiz, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ashâbına bildirmedi. Onlara Müslüman muâmelesi yapılmasına izin vermiş, hatta mecbur etmiş oldu. Ama, savaşta “lâ ilâhe illâllah” diyen birini öldürdü diye sahâbisi Üsâme’yi şiddetli şekilde azarladı.

18- Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır:
“Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mu’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dünyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)” (4/Nisâ, 94)


19- Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner:
Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” (Buhârî, Edeb 73; Muslim, İman 111)
Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.” (Buhârî, Edeb 44)


20- Dinden çıkarmayan bazı günahlar hakkında “küfür” kelimesini kullanmak câizdir. Bu kullanış, tağlîz ve korkutma gayesini güder. Bu çeşit tağlîz, yani ağır sözlerle caydırma işi, hadislerde bazen imanın nefyedilmesi ile yapılmıştır.
“… Ve tekfurne’l-aşîr (…Kocalarınıza karşı kâfir oluyorsunuz; yani nankörlük ediyorsunuz).” (Buhârî, Hayz 6, Zekât 44, İman 21, Kusûf 9, Nikâh 88; Muslim, Kusûf 17, h. no 907; İman 132, h. no 79)


21- Kelime-i şehâdet veya tevhid kelimesiyle İslâm’a girilir. Bu sözü söyleyen bir kimsenin müslümanlığını kabul etmeli; bu şehâdet veya tevhid kelimesine ters bir söz veya davranışta bulunan kimsenin niçin bu şehâdet ve tevhidi reddettiğini açıklaması istenmelidir.

22- Müslümanlık iddiası, şehâdet kelimesi gibi kişinin müslümanlığıyla ilgili söylediği söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çıkıncaya kadar hak ve doğru kabul edilir. Bir kimse hakkında şüphe ve zan ise, hakikati ve doğruluğu çıkıncaya kadar geçersizdir, yalan sayılır.

23- "Luzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir." H. Karaman bu usûl kuralını şöyle açıklar:
“Bir kimsenin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, "bunu ancak kâfir olan yapar, söyler" kanaatini veriyorsa buna "küfr-i luzûmî" denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmiyor yahut bunu yaparken kâfir olmayı kast etmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı (davranışının) ve söylediğinin küfrü gerektirdiğini, müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da "küfr-i iltizâmî" denir.


Şimdi farklı düşünen, farklı davranışta bulunan iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe ve "birbirlerine karşı merhametlidirler" (48/Fetih, 29) ferman-ı İlâhîsine uygun üslupta karşı fikir ileri sürmek, uyarmak... mümkündür, câizdir. Fakat onları tekfir etmek câiz değildir. Çünkü bir kimsenin kâfir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir), yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir te’vile ihtimal taşımamasıdır.

Bu kurala göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması, müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü (müslümanlığa sığmayan bir düşünce ve inancı) bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz (böyle bir kimse tekfir edilemez). Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatâlar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlu'nun (s.a.v.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek, te’vil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Te’vîl, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu te’vil sahipleri ile birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez (Çünkü bunlar akaidî bir sapma içindedir). İhtilâf vahye öncelik vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikali; ki, bu ancak hadisler için söz konusudur), yahut usûlünce yorumdan kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve gereklidir.

Tekfir ve usulsüz tenkit... Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor.” (Hayreddin Karaman)

24- Şirke bulaşan veya akîde ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla "muşrik" diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve davranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak kabul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.

Küfre girip kâfir oldukları halde (9/Tevbe, 30; 5/Mâide, 73) Yahudi ve Hristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim'de muşrik lafzı kullanılmayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kullanılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan ilişkilerinden ayrı ele alınmıştır. "Allah'a şirk/ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin." (2/Bakara, 221)diyen Kur’an’ımız Kitap ehlinden olan, İncil’e veya Tevrat’a inanmış bir kadınla müslüman bir erkeğin evlenmesine izin/ruhsat vermiştir. (5/Mâide, 5) Ayrıca, Kur’an, ehl-i kitabın yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır. Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahûdi ve hıristiyanların) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.” (5/Mâide, 5)

Ancak, bütün bunlara rağmen Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi, onların da kadınlarıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi, asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onlara Müslümanlarla aralarında eşit olan kelimeye, tevhid’e gelmeleri için çağrı yapılır: (3/Âl-i İmran, 64 ) "Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da birdir..." (29/Ankebut, 46)

Bunun aksine, Allah Teâlâ "muşrik" ıstılahını şirki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullan­mıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.v.) şöyle itiraz ediyorlardı: "Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler." (38/Sâd, 5) Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: "Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "hayır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler." (2/Bakara, 170; Mevdûdi, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129)

25- Te’vilsiz tekfir, şeksiz küfürdür. Muvahhid mü’minlerin görevi tebliğdir. Tebliğ, kesinlikle tekfirden üstündür. Müslümanların hedefi, kişiyi küfre teslim etmek değil; aksine küfrün pençesinden kurtarmaktır.

26- Tekfir kararı şahıslara bırakılmış değildir. Tekfire İslâm mahkemesi karar verir. İslâm devletinde bir müslümanın küfre girip girmediğine Ulu’l-emr veya nâibi; İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde ise, mür’minlerin kendi içlerinden seçtiği imam karar verir.

27- Mü’min süpürücü değildir. O, her şahıs hakkında özel hüküm vermenin gereğine inanır. Bilir ki, içinde doksan dokuz câninin yanında bir mâsum insan olan bir gemi varsa, aralarında tek bir mâsum olduğu için o geminin batırılması câiz olmaz. İçinde taş var diye pirinci atmadığı gibi, hatta taşların içinde pirinç varsa onu da ayıklar.

28- Tevhid konusunda aşırı hassâsiyet, tekfir konusunda da aşırı ihtiyat gerekir. Milyonda bir ihtimalle şirk kabul edilebilecek bir konuda kendimizi ısrarla korumak, yani böyle küçük çaplı da olsa riskli söz ve davranışlardan kaçınma duyarlılığı göstermek gerekir. Tekfir konusunda ise, bir söz veya davranış yüzde bir ihtimalle küfür sayılmayabilen bir şey ise, muhâtabı tekfir etmemek şiarımız olmalıdır.

İtici değil, çekici olmalıyız. Mıknatıs gibi olmalıyız; içinde az da olsa iman cevheri olan bize yaklaşmalı. Zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı; nefret ettiğirici değil, müjdeleyici olmalıyız. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhârî, İlim 11; Muslim, Cihad 5)
Ağzından köpük saçarak kendi anlayışı dışındaki tüm Müslüman ve cemaatleri ağır ifadelerle suçlayıp eleştirerek hayırlı bir yere varılamaz. Kardeşlik ve ümmet hukukuna riâyet edilmeden Allah’ın râzı edilmesi mümkün değildir.
Tek önderimiz Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: Nefsim yedinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” (Buhârî, Edeb 27; Muslim, Birr 66, İman 93, hadis no 54) ;
(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” (Muslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb)


Tekfîr Konusunda Yetkili Merci

Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, kuşkusuz İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Müslim iken, gerek irtidad gerekse başka şekillerle küfür suçu işleyen kişi hakkında işlem yapmak ve suçluyu cezalandırmak yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir. Bu yetkiyi şahıslar kullanamazlar. Günümüz dünyasında bir İslâm devleti bulunmadığına göre bu konuda fazla bir şey söylemek gereksizdir.

Ancak irtidad veya küfrün herhangi bir şekliyle İslâm’dan çıkmış olan kimse, Kur’ân’ın ve İslâm’ın bütünlüğüne inanan her mü’min için büyük risk taşır. Bu nedenle Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan (mu’min) kişinin böyle bir toplum içinde çok dikkatli yaşaması gerekmektedir. Şu var ki, mü’min insan, ne kadar dikkatli yaşamaya özen gösterirse göstersin, böyle bir ortamda, içinden çıkamayacağı sorunlarla karşılaşabilir ve fiilen karşılaşmaktadır. İşte tekfîr suçlaması, dâru’l-harp anlayışı ve Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı tartışmaları bu sorunun sonuçlarındandır.

Çünkü bu sorunlar, esasen, -Türkiye’de yaygınlaşan- üç yapay din ile İslâm arasındaki çatışmalardan kaynaklanmaktadır. Bu üç din, tekrar edelim ki, Popüler Türk Müslümanlığı, Alevilik ve İdeolojik Milli Türk Dini’dir. Mü’min kişi, İslâm ile bu üç yapay dinin çatışma ortamında âdeta kilitlenmektedir. O kadar ki mü’min ile bu üç dinin bağlıları zaman zaman birbirlerini hiç anlayamayacak kadar sıkıntı çekerler. Örneğin, “helâl, haram, farz, vâcip, sünnet, gayb, vahy, tâğut, şirk, küfür, ilhâd, nifak, irtidâd, zendeka ve bid’at” gibi kavramlar hakkında bir laikçi, bir komünist, bir mitüdist, bir Alevi, bir mistik ne bilir? Türkilye’deki sayıları bugün elli altmış milyonu aşan bu insanlar, yaşamları boyunca İslâm’a ait bu gibi terimleri doğru tanımlarıyla birlikte bir kez bile duymamış olabilirler. Bu ihtimal çok büyüktür. Üstelik bu ülkede devleti hep bu câhiller yönetmektedir. Hâlbuki mu’min kişi bunların din ve düşünceleri hakkında ister istemez epeyce bilgilere sahiptir. Çünkü bu bilgilerin çoğu zararlı olmasına rağmen okullarda zorla okutulmakta ve mü’min ailelerin çocukları bu zararlı bilgileri not ve diploma için öğrenmek mecburiyetinde bırakılmaktadırlar! Mu’minler, bu büyük riske karşı önlem alabilmek kaygısıyla da olsa sözü edilen üç din hakkında ister istemez bilgi sahibi olmaktadırlar. Dünyanın başka yerlerinde de mu’minler bu kaygı ile hareket ettikleri için o bölgelerdeki sapkın inanışlar zamanla büsbütün ayrışarak bağımsız birer din haline gelmişlerdir. Nitekim Dürzülük, Nusayrîlik, İsmailîlik, Babîlik, Kadyanîlik ve Bahaîlik bu sayede İslâm’dan ayrı birer din olduklarını zamanla ilân etmek zorunda kalmışlardır.

Bilgisiz sürüler tarafından İslâm’la karıştırılabilen bu yapay dinlerin kalabalık bağlıları arasında, mü’min kişi şu üç şeyden birini seçmek zorundadır:
a) Takiyye yaparak iki veya üç dinli yaşamayı kabul edecektir ve bu suretle İslâm’dan çıkacaktır,
b) Toplumdan tamamen soyutlanacaktır,
c) Diğer dinlerin baskısı altında kalan inançlarını ve İslâm’ın değerlerini savunmak zorunda kalacaktır.
Üstelik bu üç tercihten hiç biri, mü’min kişinin sıkıntılarını ve sorumluluklarını ortadan kaldırmamakta, onu siyasal ve ideolojik tehlikelere karşı koruyamamaktadır.


Bu nedenle şirk suçunun çok yaygın biçimde işlendiği Türkiye gibi ülkelerde “mü’min kişi nasıl yaşamalıdır, ne yapmalıdır, küfre düşmemek için nasıl korunmalıdır ve onu bunu sık sık kâfirlikle suçlamaması için nasıl bir çözüm bulunmalıdır?” gibi sorular oldukça büyük önem taşımaktadır. Çünkü insanlar pervasızca İslâmî değerleri çiğneyerek dinden çıkarken, başkalarını da ilgilendiren hukukî birçok sorunun ortaya çıkmasına da neden olmaktadırlar. Yani çok açık şekilde başkalarının haklarını çiğnemektedirler. Bu gibi durumlarda, “herkes inancında serbesttir, devlet laiktir, hiç kimse başka birine dinî baskıda bulunamaz, bakın işte camiler açık, herkes serbestçe ibâdetini yapıyor” gibi istismara ve kandırmaya yönelik sloganlardan yola çıkıp sanal mâzeretlere sığınarak kimse mevcut tecavüzleri örtbas edemez. TC yasaları da bu konularda mü’minlerin uğradığı haksızlıkları önlemekten son derece uzaktır. Hatta bu yasalar, mü’minlere ait hakların açıkça çiğnenmesini özendiren veya en azından kolaylaştıran bir zihniyetle hazırlanmışlardır. Bu gerçeği karşılaştırmalı çarpıcı örneklerle kanıtlamak mümkündür.

Ancak bu konudaki örnekleri kavrayabilmek için öncelikle İslâm’ın hak ile bâtılı, haram/yasaklı ile mubah/yasal olanı birbirinden ayırırken nasıl bir hüküm verdiğini ve mü’min kişiye nasıl bir sorumluk yüklediğini bilmek ön koşuldur. Türkiye toplumu, bu ince noktadan tamamen habersizdir denebilir. Sorunların büyük kısmı da işte buradan kaynaklanmaktadır.

Meselâ İslâm, alkollü içki içmeyi ağır suçlardan saymış ve yasaklamıştır. Bununla birlikte bu suçu işleyen kimseyi kâfir olmakla, dinden çıkmakla suçlamamıştır. Buna karşın, “alkollü içki içmek suç değildir” diyen kimse (hayatında hiç alkol kullanmamış olsa bile) İslâm’a göre derhal kâfir olur, bu dinle hiçbir ilişkisi kalmaz. Ne var ki mesele bununla da bitmemektedir. Konunun ayrıca sosyolojik bir boyutu daha vardır ve aslında büyük sorun buradan kaynaklanmaktadır. Örneğin bir “vatandaş” mevcut kanunlardan cesaret aldığı için, bu konuda sahip bulunduğu sözde özgürlüğünü, Müslümanlara karşı, rahatça bir baskı aracı olarak kullanabilir ve herkes tarafından duyulacak şekilde hiçbir neden yokken, şu hakaretleri pervasızca savurabilir:
“Ben özgürüm, burası Türkiye! Alkollü içki içmek neden yasak olsun, kim bunları söylüyor?! Bunlar gerici ve yobazdır, bu örümcek kafaları ezmek lâzım! Bunlar hangi çağda yaşıyor?...”


Bilindiği üzere, adam öldürmek, zina işlemek, hırsızlık yapmak, leş, kan ve domuz eti yemek, alkollü içki içmek, faizli muâmelede bulunmak, israf etmek, kâfir kişi ile samimi olmak (örneğin, kendisine oy vermek, düşünce ve kanaatinde onu desteklemek), namaz kılmamak, Ramazan orucunu mâzeretsiz tutmamak, farz olmuşken zekât vermemek ve hacca gitmemek gibi daha birçok fiil, İslâm’da yasaklanmış ve ağır suçlardan sayılmıştır. Şu var ki, (küfre götüren suçlar hâriç) bunların herhangi birini veya birkaçını işlemekle Müslüman kimse (genel kanaate göre) dininden çıkmış olmaz. Fakat Müslüman kişi bu suçlardan hiç birini bir kerecik işlemese bile bunlardan birinin İslâm’da haram ve yasak olmadığını eğer inanarak söylerse İslâm dini ile hiçbir ilişkisi kalmaz.

Bugün, Türkiyeli insanın, sonunu ve sonucunu hiç düşünmeden sarf ettiği o kadar çok yakışıksız söz, sergilediği o kadar çok çarpık davranış vardır ki, bunlar, aynı zamanda İslâm’a ve Müslümanlara karşı ağır hakaret suçları oluşturmaktadır. Bu suçlardan ise hukukî sonuçlar doğmaktadır. Üstelik tâğûtî yasalar bu sözleri ve davranışları suç saymamaktadır. Peki, böyle bir toplumda Müslüman kişi kendini nasıl savunabilecek, nasıl koruyabilecektir? Binlerce insan tarafından hemen her gün sıkça tekrarlanan o kadar çeşitli sorgulama, eleştiri, demeç ve açıklamalar vardır ki, bunlar İslâm’a ve Müslümanlara büyük hakaretler içermektedir. Meselâ aşağıdaki örnekler çok çarpıcıdır:

Türkiye toplumu, son yıllarda çeşitli dinsel ve ideolojik doğrultularda belirgin gruplara ve kamplara ayrışmıştır. Bu kamplar arasında Türkçe konuşmaktan başka hemen hemen hiçbir ortak payda bulunmamaktadır. Bu kamplar her ne kadar sayıca çok iseler de, genelde dört dinsel kesim olarak belirgin çizgilerle birbirlerinden ayrılmışlardır. Bunlar:
1) Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mu’minler,
2) Popülist Müslümanlar (bütün tarikatçılar),
3) Aleviler,
4) Mitüdistler (Milli Türk dininin bağlıları).


Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’min bir kişi; -bu gibi sözleri sarf eden veya Allah’a, Peygambere, Kur’ân’a dil uzatan ya da Kur’ân’ın içeriği üzerinde spekülasyon yapan ya da helâl şeyi haram, haramı da helâl diye niteleyen- bir kimseyi asla Müslüman sayamaz. Çünkü İslâm dini adına onun böyle bir yetkisi yoktur. Dolayısıyla (İslâm devlet mekanizması bulunmadığına göre) kişisel olarak elverdiği kadar (kendi özgürlüğü ve güvenliği açısından) mu’min kişi, şu önlemleri almak durumundadır:

1) Eşi ise, bu olaydan sonra nikâhının çözüldüğüne inanmak zorundadır. Onunla artık karı-koca ilişkisini sürdüremez (Eşi yeniden İslâm’a dönerse, nikâhını yenilemelidir),
2) Velisi ise, üzerindeki velâyet hakkı düşmüş olur,
3) Mu’min kişi, -böyle bir kimse ile herhangi bir bağı bulunsun veya bulunmasın- onun kestiği hayvanın etini yiyemez,
4) Onunla herhangi bir ortaklık kuramaz,
5) Şahitliğini kabul edemez,
6) Vasiyetini yerine getiremez,
7) Günahlarının bağışlanması için Allah’a duâ edemez,
8) Cenazesini İslâmî usûllere göre teşyî edemez,
9) Onun mal varlığına vâris olup olmayacağı ise oldukça ihtilâflıdır. Bu konuda uzmanlardan bilgi almak zorundadır.


Bir insanın, görüldüğü üzere, ağzından sorumsuzca savuracağı birkaç söz ya da sergileyeceği bir davranış biçimi, inançlar açısından başkalarına bu derece ağır yükler getirebilmektedir.

Bu sorun, en kısa tâbirle şudur: Kendini Müslüman sanan milyonlarca insan, bu ülkede Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan bir azınlığı mutlaka ezip yok etmek için dinsel değerleri istedikleri gibi yorumlamaya, çarpıtmaya, onlara saygısızlık etmeye çalışmaktadır. Üstelik bu insanlar bununla da yetinmemektedirler. Halktan bazılarının da desteğini aldıklarından, hem sayıca ezici bir çoğunluğa sahip bulundukları için, hem siyasal, sosyal ve ekonomik bakımdan egemen ve üstün konumda oldukları için bu azınlığı kasıtlı şekilde tahrik etmeye de çalışmaktadırlar. İşte tekfîrciliğin Türkiye’de hortlamasının temel nedeni budur. Çünkü, (popülist Türk muhafazakârlar, mistikler, ırkçılar, aleviler ve laikçi mitüdistler) eğer mü’minleri kışkırtarak, suç imal ederek onları haksız çıkarmayı başarabilirlerse hem içeride, hem de dış dünyaya karşı haklı olduklarını kanıtlayabileceklerdir. İşte bu nedenle Türkiye’de, son yıllarda çok tehlikeli terör projeleri ve komplo teorileri hazırlanmış ve uygulanmıştır. Hizbullah senaryosu gibi... Öyle gözüküyor ki bundan sonra da bu denemeler devam edecektir.
Bahane ve suç adları da hazırdır: “Tekfîrci, terörist, Hizbullahçı, el-Kaideci...”


Bu gerçekler, hemen herkesin, aklını başına devşirmesini gerektirmektedir. Eğer bu noktadan yola çıkılırsa vicdan sorumluluğu bakımından herkese yöneltilecek insanî birtakım mesajlar bulunmaktadır. Şimdi de bu mesajları “Tekfirin Şartları” kapsamında iletmek gerekmektedir.

Tekfirin Şartları

Burada, önce ilgili taraflara önemli mesajlar yöneltilmiştir. Bu mesajlar, tekfîr sorununa bağlı olarak her iki karşıt kampa yöneliktir. Bunlardan biri, tekfîrci azınlıktır; ikincisi ise onların karşısında yer alan karma çoğunluktur. Bu çoğunluğu oluşturan kampları şöyle sıralamak mümkündür. (Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan, fakat strateji ve mücadele metodu bakımından tekfîrcilerden ayrılan mü’min azınlık, bütün mistikler, popülist Türk muhafazakârlar, aleviler ve laikçi mitüdistler...)

Müslüman olduğunu sanan (veya ileri süren) bir insanı, şer’î bir nedenle kâfir diye suçlamak ve onun İslâm’dan çıktığına hükmedebilmek için, kişide sekiz niteliğin bulunuyor olması şarttır. Bunlar; akıl, bülûğ, iman, ilim, basîret, ahlâk, yetki ve yöntembilimdir.

Bu vasıflardan yoksun bulunan insanın, çeşitli nedenlerle onu bunu rasgele kâfirlikle suçlaması çok yanlıştır ve büyük sorunlar doğurabilir. Bu nedenle kendisi de dâhil olmak üzere, birçok mâsum insan, sebepsiz yere zarar görebilir. Böyle bir karanlık yolu seçmeye ve zaten karışık olan ortamı daha çok karıştırmaya ise hiç kimsenin hakkı yoktur. Çünkü aslında birilerinin çıkıp din adına ahkâm keserek ortaya bir kıvılcım atmasını altın bir fırsat olarak bekleyen milyonlarca insan bu ülkede yaşamaktadır. Üstelik çoğunluktaki bu kalabalıktan her kişi, mistik ya da ideolojik başka bir kampa bağlı olmasına rağmen bu amacı öbür insanlarla paylaşmaktadır. Bütün mistikler, ırkçı muhafazakârlar, aleviler ve lâikçi mitüdistler bu amaçta ortaktırlar.

Tekfîrciler, her şeyden önce bu dev cephe karşısında hangi bilgi, hangi yetki ve hangi güçle herkese kâfirlik suçunu yapıştırabileceklerini çok iyi düşünmelidir.

Görüldüğü üzere bu noktada, tekfîrciler tamamen haklı bile olsalar, yapabilecekleri hemen hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla bu küçük azınlık, önce haklı olup olmadığını aşağıdaki şartları inceleyerek sabırla kendine bir test uygulamalıdır. Bu şartları özet olarak şöyle sıralamak mümkündür:

İlim:
Başkasını tekfîr edebilmek için, önemli şartlardan biri ilimdir. Bir mu’min, imanında ne kadar samimi olursa olsun, eğer yeterli uzmanlık bilgilerinden yoksun ise, insanları söz ve davranışlarından dolayı isabetle teşhis edemez. Bu nedenle tekfîr suçlamasını yöneltecek kişinin en azından aşağıdaki ihtisas alanlarında çok iyi bir öğrenim görmüş ve kendini kanıtlamış olması gerekir:

Arap dili ve Edebiyatı,
Tefsir ve Kur’an ilimleri,
Akaid ve Kelâm,
Felsefe ve Diyalektik,
Tasavvuf ve Tarikatlar,
Sünnet, Hadis ve Senet,
Mukayeseli Fıkıh,
Usûl ve Mantık,
Sosyoloji,
Tarih, Siyer ve Megâzî,
Psikoloji ve Davranış Bilimi.


Bütün bunlara ek olarak, geniş kültür, insan ilişkilerinde deneyim ve İslâm hukukunda ihtisas da şarttır.

Basîret
Böyle bir ülkede kişinin işgal ettiği mevkie, sahibi bulunduğu servetlere ve elde ettiği kariyerlere bakarak ona bilgili, bilinçli, ahlâklı ve sağlıklı bir insanmış gibi sorumluluk yüklemek sadece insafsızlık değil, aynı zamanda basiretsizlik de sayılır. Kaldı ki bir toplumu tümüyle sorumlu tutarak hepsine birden kâfir diyebilmek için o toplumun her şeyden önce reşit olup olmadığını çok iyi tespit etmiş olmak gerekir.

Ahlâk
Çok küçük tekfîrci grupları istisnâ ederek, dünya Müslümanlarının tümünü veya Türkiye halkının hepsini birden kâfir ya da müşrik olarak görmek, büyük bir cehâletin, karanlık bir görüşün ya da psikolojik bir rahatsızlığın sonucu olabilir. Bu, eğer kasıtla ve inatla yapılırsa bir ahlâk kusurudur.

Genellemeler, çoğu kez bir kaçışın, bir korku ve paniğin habercisidirler. İlginçtir ki lâikçiler ve mistikler de aynen çağdaş hâricîler gibi genellemecidirler. Bu fanatik grupların hepsi de dışlayıcı, bölücü ve ayırımcıdırlar. Bu tutum elbette ki etik değildir. Farklı argümanlar kullansalar bile bu grupların hepsi de bir tür tekfîrcidirler. Diyalog kurmayı, soğukkanlılıkla ve önyargısız tartışmayı beceremeyenler, kurtuluşu inatlaşmada ve acımasızca suçlamada ararlar. Bu ise ahlâka aykırıdır.

Şu halde İslâm’ı tebliğ eden, İslâm’a çağrı görevini üstlenen insan, bilgi ve basiretle birlikte, aynı zamanda ahlâklı olmalıdır. Toplumdan koparak (hicret adı altında) çöllere çekilen, büyük şehirlerde ise gruplaşarak belli sitelerde yuvalanan insanlar, daima Hâricîlere benzetileceklerdir. Hâricîler ise Hz. Aliy'e “kâfir” diyebilecek ve onu şehid edebilecek kadar ahlâksız idiler.

Hakkı ve haklıyı savunurken inat ve suçlamaya başvurmak kendinden emin olmamak anlamına gelir. Bu da bir kişilik kusurudur. Bir yanlışı düzeltmeye çalışırken yanlış yapmak ve kötü örnek vermek hedefe giden yolu kapatır.

Hz. Peygamberin savaşım metodunda, (hâşâ) böyle bir kusur/yanlış yoktur. O, büyük hedefin gerçekleşmesi için önce bütün barışçıl yolları kullanmış, müşriklerle yüz yüze gelmiş, büyük bir soğukkanlılıkla dâvâsını her münasebette ve her platformda anlatmaya çalışmış, buna rağmen çok kere saygısızlığa ve komplolara hedef olmuştur. Bu durumlarda bile “Allahumme’ğfir li-kavmî feinnehum lâ ya’lemûn (Allah’ım, halkımın kusurunu bağışla, onlar gerçeği bilmiyorlar!)” diye Rabb’ine yakararak, büyük bir âlicenablık örneği vermiştir. Muşriklerin ahlâksız muâmelelerine karşı aynı davranışlarla misillemede bulunmamıştır. Şu halde tekfîre başvurmak zorunda kalabilecek olan mu’min kişi, karşısındaki kâfir ve muşrik cepheye (barış günlerinde) şantaj yapamaz. Dâru’l-harp’de, Dâru’r-ridde de ve Dâru’ş-şirk’te yaşıyorsa, bu alanlara özgü, İslâm Hukuku çerçevesinde hayat mücadelesini sürdürür. İslâm’da çareler tükenmez!

Yetki
İslâm, İâhî bir disiplin rejimidir. Onun için her önüne gelen, istediği konuda ahkâm kesemez, fetvâ veremez, ictihadda bulunamaz, hüküm infaz edemez. Yetkiler İslâm Hukukunda belirlenmiştir. Ancak bu yetkiler, günümüz koşullarında kullanılamamaktadır. Hiç kimse İslâm ve ümmet adına bu boşluktan yararlanamaz! Dünya mü’minlerinin büyük bir kaos içinde dağınık ve korkunç tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu günümüz ortamında hiç kimse (yığınlarla kitap okuduğu gerekçesiyle!) hele tekfîr gibi çok duyarlı bir konuda fetvâ vermeye kalkışmamalıdır. Zaten münferit fetvâların umûma dönük hiçbir hükmü yoktur. Selef döneminden günümüze kadar ictihadlarda, daima cumhurun görüşü aranmıştır. Saltanat dönemlerinde şeyhülislâmların çok âcil durumlarda, ânî ve genel olarak siyasî amaçlarla verdikleri fetvâlar, tüm ümmeti bağlayıcı değildir. Bunlar günlük ihtiyaçlar için, birer karar onayı niteliğinde düzenlenmişlerdir.

Günümüzde dünya mü’minlerinin hepsini bağlayacak İslâmî kararlar, mutlaka ümmetin yetkilendirdiği “Şûrâ” tarafından düzenlenmeli ve onaylanmalıdır. (42/Şûrâ, 38)
Bugünkü İslâm Konferansı Teşkilâtı, Ümmetin seçtiği bir heyet olmadığına göre bu tür örgütlerin kararları ümmeti bağlayıcı olamaz. Çünkü günümüzde Yüksek Ümmet Şûrâsı mevcut değildir. Yüksek Ümmet Şûrâsı ve onun yetkilendirdiği heyetler dışında hiç kimse, geneli bağlayacak bir tekfîr kararı çıkaramaz.


Munferit olaylarda ise, çevresinde ve ailesi içinde küfür zulmüne uğramış bulunan mu’min kişi, âlim bir şahsiyetin onayını almak sûretiyle (eşi, çocuğu, anası, babası, kardeşi ve yakınları hakkında) tekfîrde bulunarak (hiç kimseye maddî ve mânevî bir zarar vermeden) imanını, canı ve malını kurtarmaya çalışabilir.

Yöntem
Tekfîrde izlenecek yöntemin, her yönüyle İslâm hukukuna uyması şarttır. Hukuka aykırı tekfîr hem geçersiz, hem de tehlikelidir. Ayrıca tekfîr yöntemi, tekfîr hak ve yetkisine bağlı olarak değişir. Her hâlukârda, bilgi, yetki, tespit ve kanıtlama şartlarına bağlı olarak tekfîr hakkı doğar. Tekfîr yönteminin kuralları da bu dört şartın ayrıntıları olarak uygulanırlar. Onun için bu dört şarttan herhangi birinin eksikliği tekfîr dâvâsını geçersiz kılar.

Ayrıca usûl yönünden, kişi adına ve kamu adına olmak üzere, tekfîr suçlaması iki farklı dâvâya konu olabilir. Gerek kamu, gerekse kişi adına açılacak hukukî mâhiyetteki tekfîr dâvâsına bakmaya, (inceleme yapmaya, soruşturma açmaya, karar vermeye ve hükmü infaz etmeye) yalnızca İslâm Devlet organları yetkilidir. İrtidad veya benzeri küfür suçlarından birini işleyerek yakınlarına, muhâtap ve komşularına karşı zararlı bir unsur haline gelmiş olan kâfir kişiye karşı ise (sadece tek taraflı pasif savunma yöntemiyle) mu’minin kendisi, belli şartlar çerçevesinde tekfîre yetkili olabilir. Muhâtabının İslâm’dan çıkmış ve küfre girmiş olduğuna ilişkin kesin kararını verinceye dek mü’min kişinin izleyeceği kurallar, bu ikinci şık için yöntemin birinci aşamasını oluşturur. İkinci aşama ise; -muhâtabından her türlü ilişkisini kesmek üzere (taşınmak, alacaklarını tahsil etmek, işten ayrılmak, işçisini çıkarmak, borçlarını tasfiye etmek ve ortaklığını feshetmek gibi)- işlemlerin, tekfîr eden şahısça yapılmasından ve sonuçlandırılmasından ibârettir.

Tekfîr konusunda, yöntem bakımından dikkat edilmesi gereken önemli noktaları da şöyle sıralamak mümkündür:

1) Gerçek anlamda bir İslâm Ümmeti ve İslâm Devleti bulunmadığına göre çağımızda tekfîr konusunda verilecek bütün kararlar kişiseldir. Bir kişinin ya da grubun tekfîr kararı (tamamen doğru ve isabetli olsa bile), o kişi ve gruptan başka hiç kimseyi bağlayıcı değildir.

2) Bir mu’min, (kararında isabetli bile olsa), tekfîr ettiği kişi hakkında (ne kendi adına, ne de ümmet adına) hüküm infaz edemez, sadece tek taraflı pasif savunmada bulunabilir.

3) İslâm Ümmeti fiilen yapılanıp kendini dünyaya resmen ilân etmeden önce, -ilmî derecesi ve sosyal konumu ne olursa olsun- hiçbir şahıs veya grup ne tekfîr konusunda, ne de herhangi bir fıkhî konuda kendini müctehid olarak sunamaz. Âlimlerin fetvâları sadece kendilerini ve onlardan fetvâ isteyenleri bağlar.

4) Yeryüzünde Dâru’l-İslâm olarak kesin şekilde tanımlanabilecek belli bir coğrafyanın bulunup bulunmadığı konusunda dünyadaki bütün ehl-i tevhid ve onların güvenini kazanmış âlimler, az çok ihtilâf içindedirler. Bu da, dünya İslâm birliğinin ve Ümmetin, gerçek anlamda mevcut bulunmadığını kanıtlamaktadır. Söz konusu belirsizliğin doğurduğu bu kesin sonuç, ikinci derecede birtakım sonuçlar daha doğurmuş ve doğurmaktadır. Bunlar da yöntem bakımından özet olarak şöyle açıklanabilir:
a) Ümmet (fiilen) yoktur diye bütün dünya müslümanları tekfîr edilemez. Buna rağmen, kuşku yoktur ki, bütün müslümanlar Ümmetin yeniden yapılandırılmasından sorumludurlar ve (bir çeşit “gebermek” anlamına gelen) câhiliye ölümüyle ölebilecekleri tehdidi altındadırlarKim boynunda (ulu'l-emr'e) bey'at olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölmüş olur." (Buhârî, Ahkâm 4; Muslim, el-İmâre 58, h. no 1851) Ancak bu tehdit, onların tümünün kâfir olduğu anlamına gelmez.

b) Bir mu’minin, ailesi ve yakın çevresi içindeki kimselerden birini tekfîr etme sorumluluğu, öncelikle o mü’minin kendisine aittir. Muctehid sıfatına hâiz uzmanlar dışında kalan üçüncü şahısların ona yönelik yapacakları uyarılar kesin birer tekfîr kararı sayılamaz.

c) Tekfîr kararı (delilleriyle birlikte) tebliğ edildikten sonra muhâtap eğer küfründe ısrar edecek olursa ancak o zaman tekfîr geçerli sayılır.

d) Şâhitsiz ve belgesiz tekfîr edilen kişi eğer yanlış anlaşıldığını ileri sürerek bilinçli şekilde hiç küfre girmediği yolunda kendini savunacak olursa, bunu kanıtlaması için kendisinden ayrıca delil istenemez. Aksine onu tekfîr eden kişinin pişmanlık duyması, ondan özür dilemesi ve tevbe etmesi gerekir.

e) Mu’min iken küfre açıkça girmiş olsa bile mürtedin ve mürted hükmündeki kişinin, İslâm hukukunda ön görülen cezası, hiçbir kişi ve örgüt tarafından infaz edilemez. Bu yetki sadece ve sadece İslâm Ümmeti adına İslâm Devleti organlarına aittir. Hatta bizzat devlet başkanının, (Halifenin, Cumhurbaşkanının...) ve Şûrâ meclisinin onayı şarttır.

f) Dünya müslümanlarının günümüzde uğradığı soykırım, cinâyet, işgal ve tecavüzleri içeride kolaylaştıran iktidarlara, ordulara ve örgütlere karşı savaş kapsamında verilecek tekfîr kararları, bütün tevhid ehlinin geçici şûrâsı tarafından onaylanınca meşrûluk kazanır. Bu gibi olağanüstü ortamlarda İslâm mucâhidleri, gerilla birlikleri ancak aralarındaki âlimlere danışarak tekfîr kararları alabilirler.

g) Gerek İslâm devletinin organları, gerekse munferit olarak kişiler, hiç kimse hakkında Allah adına tekfîr kararı alamazlar. İslâm Devleti, Ümmet adına tekfîr kararı verebilir ve infaz eder. Kişiler de sadece kendi adlarına tekfîr kararı verebilir ve sadece (pasif savunmada bulunabilirler), hiçbir sûrette infaza yetkileri yoktur!

h) Tekfîr, İslâm’da bazen sırf siyasî, bazen sırf hukukî, bazen de hem siyasî hem hukukî mâhiyeti olan çok yönlü bir meseledir. Tekfîr kararı asla bir aforoz değildir. (Ferid Aydın, Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme)
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
I Çevrimdışı

istizkar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Şeyhu’l İslam İbn-i Teymiyye der ki:
“Tekfir şer‘î bir hükümdür ve ancak şer’î delillerle sabit olur…” (İbn-i Teymiyye, “Mecmuu’l-Fetâvâ”, 17/78.)

Şer'i hükmün kararını elbette şer'an yetkili merciler verecektir. Şer'i açıdan hiç bir yetkisi olmayan kişilerin verdiği karar da elbette hiç bir değer taşımayacaktır.
 
Çay-Şakird Çevrimdışı

Çay-Şakird

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
kardeşler cehalet ne her koşulda mazerettir, ne de her cahil mazeretsizdir. cehaletin mazeret olabileceği yerler olduğu için hüküm verirken bir çeşit hüsnü zan ile oy verenleri direk tekfir etmeyiz, pek çok kişi vardır belki de içini bilmeden tekfir etmediğimiz ki bunların cehaleti mazeret olamaz, yine de bunun bizlere bir vebali var mıdır? zahire göre hüküm verme kaidesine göre böyle olmalı Allahu alem.
 
M Çevrimdışı

morueqq

لا إله إلا الله
İslam-TR Üyesi
Hz Aişe r.a'den şöyle dedi ki:

Size Resulullah sav ve kendimden bahsedeyim mi?

Biz , evet dedik.

Aişe: ''Nebi sav benim yanımda bulunduğu gece olunca geldi. Müteakiben ridasını yere koydu,ayakkabılarını çıkarıp onlarıda ayaklarının yanına koydu. İzarının bir tarafını döşeğinin üzerine yayıp uzandı. Ancak benim uyuduğumu zannedinceye kadar bekledi. Müteakiben yavaşça ridasını aldı. Kapıyı yavaşça açtı, evden çıktı yavaşça kapattı.

Elbisemi başımdan geçirip büründüm. İzarımı da giyindim, sonra arkasından gittim. Nihayet Resulullah sav BAKİ mezarlığına vardı, ayakta durdu ve duruşunu uzattı. Sonra üç defa ellerini kaldırdı. Sonra üç defa ellerini kaldırdı. Sonra geri döndü. Bende geri döndüm. O süratle yürüdü. Bende süratle yürüdüm. O koştu bende koştum.Neticede ben onun önüne geçtim ve eve girdim. Ben yatar yatmaz o da eve girdi ve:

Ya Aişe, neyin var soluk soluğasın, buyurdu.

Ben:

Bir şey yok dedim.

Ya bana haber verirsin, yahut da Latifu'l Habir Olan Allah bana haber verir, buyurdu.

Ben ya Rasulullah: Anam babam sana feda olsun dedim ve olanı anlattım. Önümde gördüğüm insan karıltısı sen miydin ? buyurdu.. Bunun üzerine beni gögsümden bir defa itti ve bu itişle beni sarstı. Sonra: (Nöbetinde) Allah ve Resulunun sana zulmedeceğini mi sandın? dedi. Aişe: İnsanlar her ne kadar gizlese de Allah onu bilir mi ? dedim. Resulullah, evet buyurdu.

Müslim 974-103, Nesei 3973-3974, Ahmed 6-221, Abdurrezzak 6712, Albani EL-Cenaiz 231-232

Şeyhulislam şöyle dedi: Gördüldüğü gibi müminlerin annesi Aişe, Resulullah sav'e insanların gizlediği şeyi Allah bilir mi? diye soruyor. Resulullah sav'de ona ''EVET'' diye cevap veriyor. Bu olay Hz Aişe'nin ondan önce insanlar gizlese de Allah'ın herşeyi bildiğini bilmediğine delalet eder. İnsanlar gizlese de Allahın herseyi bildigini Hz Aişe r.a öğrenmeden önce onu inkar ediyor hükmünde değildi. Şüphesiz ki hüccetin kıyamından sonra onu ikrar imanın usullerindendir. Allah'ın herşeyi bildiğini inkar, Allah'ın herşeye kâdir olduğunu inkar gibidir. Aralarında fark yoktur...

Şeyhulislam Mecmuu Fetava 11/412-413

Müslüman İmamların Tekfire Karşı Tutumları

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a Hamd olsun, akıbet muttakilerindir, Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. Salât ve Selam Allah’ın Peygamberi Muhammed’e, Allah’ın kendileri hakkında ‘Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat Rablerine derin saygı duyanlara mahsustur’ dediği sahabelerinin üzerine olsun.

Tekfir meselesine gelince, bu meseleyi birçok kişi yanlış anlamış, pek çok kalem yanılmış, pek çok ayak kaymıştır. Herhangi birinin mutlak imansızlığına hükmetme üzerine Kuranda şimdi okuyacağım ayet beyanda bulunmaktadır:

"Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, "Sen mü'min değilsin" demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.’" (Nisa/94)


Küfrün hakikati ve onun anlaşılması

İmam Ebu Hamid Gazali diyor ki;
"Tekfir tıpkı kölelik ve özgürlük gibi şeri bir konudur, eğer manası kanının mubah olması ve cehennemde ebedi kalması ise bu konuda verilecek hükmün ya nassa ya da nasdan çıkarılmış hükme dayanıyor olması lazım." [Fasil Et Tefarruk beynel İslam ve Zenadika/128147157]

Şeyh ul İslam İbni Teymiye diyor ki;
"Küfür şeri bir konudur ve hükmü şeriat sahibine aittir. Elbette akıl doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme kabiliyetine sahiptir. Fakat insanın akli olarak hata ettiği her şeyin küfür değildir. Aynı şekilde insanın aklen doğru bildiği şeyin şeran bilinmesi gerekmez."

[Dera et Tearuz/1-242,Muhtasaru savaik el Mursele/2-421,Savaik el Muhrika Li İbni Hacer Heytemi/78]

"Bu nedenle Ehli Sünnet kendi muhaliflerini onlar kendilerini tekfir etse dahi tekfir edemez. Zira Tekfir şeri bir konudur ve burada insan bireysel olarak karşısındakini cezalandıramaz. Mesela birisi sana iftira atsa ya da senin mahreminle zina etse, sen buna karşılık ona iftira atamaya da onun mahremiyle zina edemezsin. Zina ve iftira Allah’ın haram ettiği şeylerdir. Tekfir ise sadece Allah ve Resulünün tekfir ettiği kişiler için mümkündür."
[Menahic üs Sunne/5-244]


İbni Vezir diyor ki;
"Tekfir edebilmek için gerekli delil semi delildir akli delil olmaz. Ve bunun böyle olduğu konusunda tartışma yoktur"
[El Avasım vel Kavasım/4-178,179]


İmam İbni Hazm diyor ki;
"Küfür, herhangi bir kişi için hak delilleri ile sabit olduktan sonra, Allah’ın iman edilmesini emrettiği herhangi bir şeyin, inkâr edilmesidir. Bu inkâr sadece lisanla veya sadece kalple veya ikisi ile de birden olabilir."
[El Ahkâm, 1-45/El Fasl,3-252, El Mahlla, 13-438]


Es Sebki Eş Şafiye göre küfür;
"Rabbaniyeti, Vahdaniyeti, Risaleti ya da Allah’ın küfür olarak nitelediği söz veya fiillerin kişiden sadır olması (Faraza inkârcı olmasa da) küfürdür."
[El Feteva Es Sebki/2-586]


İmam İbni Kayyim Cevziyye’ye göre küfür;
"Hz Peygamberinin getirdiği fiili ya da ilmi herhangi bir şeyin inkârı küfürdür. Herhangi bir kimse herhangi bir şeyin Hz Peygamber tarafından getirilen mesajın içinde olduğunu bildikten sonra inkâr ederse o kişi kâfirdir."
[Muhtasaru Es Sevaik El Mursele/2-421]

İman sözle ve amelle olduğuna göre küfür de sözle ve amelledir. Bu sözle kalbi olarak veya sadece sözlü olarak söylenmiş olabilir.

İbni Necime’e (Mısırlı Hanefi Fakih/Hicri 1005 yılında vefat eti) göre küfür;
"Herhangi bir kişi yanılarak veya dalga geçerek insanı küfre götürecek sözler sarf ederse kâfirdir ve inancının ne olduğunun önemi yoktur"
[El Bahr ur Raik/5-134]

İbni Hazm, küfrün sadece yalanlamadan ibaret olmadığı hakkında şöyle diyor;
"Kendileri için hidayet yolu belli olduktan sonra gerisin geri dönenleri, şeytan aldatıp peşinden sürüklemiş ve kendilerini boş ümitlere düşürmüştür. Bu, münafıkların, Allah'ın indirdiğini beğenmeyen kimselere, "Bazı işlerde size itaat edeceğiz" demelerindendir. Allah onların gizlice konuşmalarını bilir Melekler, onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken halleri nasıl olacak? Bu, Allah'ı gazaplandıran şeylere uydukları ve onun hoşnut olduğu şeyleri beğenmedikleri içindir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır"

Yukarda zikredilen ayetlerde bahsi gecen kişiler doğru olan kendileri için acık hale geldikten sonra bazı küfre götüren sözleri sarf etmiş bu nedenle kâfir olmuş insanlardır. Allah bizi bunların sırrını bildiğini söylemektedir. Fakat bunların inkârcı olduğunu söylememektedir. Aslında onlar kalbi olarak gönderileni tasdik ediyorlardı; çünkü ayette "onlar hidayet yolu belli oldu" deniliyor. Ve kendisini hidayet yolu belli olan kişinin inkârcı olması beklenemez. Bu nedenle o kişiler sarf ettikleri sözler nedeniyle küfre düşmüşlerdir.

Küfür acık olarak Allah’ın dininden yüz çevirmektir. Mesela Allah kendisine itaati ve peygamberine itaatten kaçınan kişilerin kâfir olduğunu söylemektedir.

Zira; "De ki: "Allah'a ve Peygamber'e itaat edin" Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez" (Ali İmran/32)’ ayeti buna işaret etmektedir.

İbni Kesir Ed Dımeşki Eş Şafi (Muhaddis, Fakih/Hicri 774 yılında vefat etti) bu konuda şöyle diyor;
"Ayetin işaret ettiği üzere, Hz Peygambere muhalefet insanı küfre götürür. Kişi Allah’ı sevdiğini ve ona yaklaşmak istediğini söylüyorsa son peygamber Hz Muhammed’e tabi olmalıdır"
[Tefsiri İbni Kesir/1-334]

Buraya kadar imamlarından yaptığımız nakiller çok açık olarak "tekfir" meselesinin şeri hükümler dairesinde ele alınması gereken bir mesele olduğunu ortaya koymuştur. Ehli Sünnet küfrün herhangi bir kişi tarafından, kalple veya ikisi ile birlikte sarf edilmiş bir söz ya da herhangi bir kişinin yaptığı işlerden dolayı sapabileceği bir yol olarak tanımlamıştır. Herhangi bir kişinin tekfir edilebilmesi için ise bu işin şüpheye mahal bırakmayacak şekilde delillendirilmesi gerekmektedir. Tekfir ancak Allah ve Peygamberinin ukdesinde olan bir şeydir ve doğru olan budur. Yanlış olan ise yanlış yerlere bu vasfı atfeden tekfirdir.



Tekfiri Muayyeni gerektirmeyen Tekfiri mutlak

Ehli Sünnet Mutlak Tekfir ile Muayyen Tekfir arasında ayrım yapmaktadır. İlkinde herhangi bir sıfatla mevsuf olan kâfirdir deniliyor. Yani her kim şunu söylerse ya da şunu yaparsa o kâfirdir denilir. Fakat herhangi bir kişi, sayılanlardan herhangi birini yapar ya da söylerse şartlar tahakkuk etmeden onun küfrüne hükmedilmez. Ancak o kişi için deliller sabit olursa küfrüne hükmedilir.

Şeyh ul İslam İbni Teymiye diyor ki;
"Müslümanlardan herhangi birinin hata ve yanlış yapması nedeniyle tekfir etme hakkı yoktur. Tekfir ancak bütün delillerin mevcut olması ile gerçekleşebilecek bir olaydır. Herhangi bir kişinin Müslümanlığı yakin ile sabit olurda küfründe şüphe varsa o kişi Müslüman’dır, ancak küfrü içim gerekli deliller toplandığında o kişinin küfrüne hükmedilebilir"
[Mecmaul Fetava/12-466]

Devamla diyor ki;
"Herhangi bir kişinin doğrudan tekfir edilmesi noktasında bazı şartlar ve engeller vardır. Tekfiri Mutlak, Tekfiri Muayyen’i gerektirmez. Bu gerektirim bütün şartlar yerine geldiğinde engeller ortadan kalktığında ortaya çıkar. İşte bu İmam Ahmet ve diğer imamların "Herhangi bir kişi bu kelimeyi aynen söylemediği müddetçe kâfir değildir" sözüne açıklık getiriyor"
[Mecmaul Fetava/12487488]

Herhangi bir kişinin doğrudan küfrüne hükmetme noktasında bazı mazur görülecek durumları İbni Teymiye şöyle anlatıyor;
"Bazı sözler sahibini kâfir eder. Fakat bu sözleri saf eden kişiye hakkı anlaması için gerekli naslar ulaşmamış olabilir. Ulaşmış fakat doğruluğu sabit olmamış olabilir. Ya da bunu anlayamamıştır. Belki de bu konu ile ilgili bazı şüpheleri vardır da Allah onu bağışlar"
[Mecmaul Fetava/23-326]

İmam Ahmet bin Hanbel Allah’ın isim ve sıfatlarını inkâr eden Cehmiyeyi tekfir etmiştir. Çünkü bu kişilerin sözleri Hz Peygamberin getirdiği açık mesajla açıkça çelişiyordu. Fakat İmam Ahmet bin Hanbel onların kendilerinden büyük laf eden ve bu söze insanlara çağıran ayanlarına kâfir diyordu. Yoksa bilmediği halde bunlara tabi olmuş bu yola insanları çağıran ve davetlerine cevap vermeyenleri değil. İmam Ahmet onlar için Allah’tan mağfiret diliyordu. Çünkü biliyordu ki, onlar Hz Peygamberin mesajını yalanladıklarını ve onun getirdiğini inkâr ettiklerini bilmiyorlar. Onlar sadece tevil ediyorlar ve hata yapıyorlar ya da bilmeden yanlış insanlara tabi oluyorlar.

Yukarıdaki satırlardan anlaşıldığı üzere bütün şartlar bir araya gelmeden ve engeller ortadan kalkmadığı müddetçe muayyen bir kişinin söylediği sözler ve yaptığı işler nedeniyle küfrüne hükmedilmiyor. Burada vacip olan o kişinin küfründe acele etmek değil, kişinin şüpheleri ortadan kaldırmaya çalışmak ya da o kişiye şüphe içerisinde olduğu konu ile alakadar deliller sunmaktır. Bu nedenle o kişinin vasfı şudur: "Yanlış üzere olan kişi!" Bu hüküm imamların üzerinde ittifak ettiği hükümdür.


Üçüncü Konu:
Tevil yapan kişinin kâfir olmaması ve tevil nedeniyle tekfir edinilmemesine dair.
İbni Hacer Askalani (Mısırlı Muhaddis/Hicri 852 yılında vefat etti) Tevil konusunda diyor ki;
‘’Ulema yapılan tevil günah içeriği taşımıyorsa ve yapılan tevil Arap dil açısından ve ilmi acıdan uygunsuz değilse bütün tevil yapanlar yaptıkları yanlışlardan dolayı mazur görülür.’’ (Feth ul Bari)
Fakat buradan bütün tevil yapanların mazur görüleceği sonucu çıkmaz.
İbni Hazm diyor ki;
‘’Hıristiyan, Yahudi ve Mecusi herhangi farklı bir milletten, ya da Bâtınilerden herhangi biri insanın Ulûhiyetini ya da Hz. Peygamberden(a.s) sonra Herhangi birinin peygamberliğini savunuyorsa hiçbir şekilde yaptığı tevil mazur görülmez. O kişi her halükarda kâfirdir.’’ (Durre/414,441) Dr.Refet Mikati
 
talebei kuran Çevrimdışı

talebei kuran

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Tekfir meselesine açıklık getirdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.Ben bir tekfirciyle tanışmıştım ve nerdeyse haklı diye düşünmeye başlamıştım sonra bu konuyu uzunca araştırmaya başladım bu konuları iyi anlayıp bende tekfircilerin karşısında susmak istemiyorum. BANA KİTAP ÖNERİRMİSİNİZ....
 
Ebukutub Çevrimdışı

Ebukutub

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Tekfir meselesine açıklık getirdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.Ben bir tekfirciyle tanışmıştım ve nerdeyse haklı diye düşünmeye başlamıştım sonra bu konuyu uzunca araştırmaya başladım bu konuları iyi anlayıp bende tekfircilerin karşısında susmak istemiyorum. BANA KİTAP ÖNERİRMİSİNİZ....
aman ha kardeş susmak istemezsen onların iştahını kabartırsın. Çünkü nerde polemikli konu var onu cımbızlıyorlar.en sonunda sana kafir der bırakır. sonrada '' ben kafirmiyim acaba '' diye düşünmeye başlarsın. Müslüman kardeşlerimi ısrarla sakındırırım. Okumak istiyorsan'da akide kitaplarından başlayabilirsin. eğer yani başlayacaksan said havva'nın islam adlı kitabını veya Ahmed kalkan gençler için akaid. Güzel sade ve sıkmayan kitaptır bunlar. sa.
 
A Çevrimdışı

asrinsirri

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Tekfir meselesine açıklık getirdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.Ben bir tekfirciyle tanışmıştım ve nerdeyse haklı diye düşünmeye başlamıştım sonra bu konuyu uzunca araştırmaya başladım bu konuları iyi anlayıp bende tekfircilerin karşısında susmak istemiyorum. BANA KİTAP ÖNERİRMİSİNİZ....
Selamun Aleykum... hangi kitap ya da görüş olursa olsun onlara cevap veremezsin kardeşim... adamlar nuh diyor ama peygamber demiyor, bu budur diyor o kadar... adı üzerinde tekfirciler işte, yapıcı değil yıkıcı olmak onların işi...
 
A Çevrimdışı

Almunadil

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Yani ne diyeyim bu konuyu açan kardeş tekfirin tam bir bidat olduğunu anlayamamış mı? Tekfire yetkili merci ve tekfirin şartları konusundaki yazılar baştan aşağı bidat. Adamın biri kafasına göre tekfir için yetkili bir makam belirlemiş ve kendince müslümanlıktan çıkanlarıda tekfirin şartları adlı başlığın altına atmış.

Size bunun bidat olmasının delili: sahabi kendini peygamber ilan eden Müseylimetülkezzab'ı müslümancık ve yalancı diye anarlardı. Bizim çağdaş bidatçılar kendilerini eleştirenlere dahi kafir diyor. Allahtan korkun.
 
Said El Ensariyy Çevrimdışı

Said El Ensariyy

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir misal vardır, onlar kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir." Yalnız İbrahim'in babasına: "Senin için mağfiret dileyeceğim, fakat senin için Allah'tan (gelecek) hiçbir şeyi (önlemeye) gücüm yetmez." demesi hariç. Rabbimiz! Yalnız sana dayandık, sana yöneldik. Dönüşümüz de ancak sanadır.

MÜMTEHİNE / 4
 
A Çevrimdışı

Almunadil

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Yani kardeşim öyle birşey söyledinki şimdi Bayındır ve İslamoğlu gibi sonradan uydurulmuş birşeye Kur'an'dan delil getirmeye çalışıyorsun. Ayette geçen o kavim açıkça biz kafiriz diyorlardı. Bu zamanda cübbeli gibi müslümancıklar müslüman olduğunu beyan etmekte. Biz de zahire bakarak karar veririz. Hareketlerinden cübbelinin bir yalancı müslümancık olduğuna hükmederiz. Doğru olan bu tekfir değil.

sende biliyorsun ki o ayetten tekfirin hakkı olduğu sonucu doğmaz. Zorlama bir tevil yaparsan olur bak.
 
Said El Ensariyy Çevrimdışı

Said El Ensariyy

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Yani kardeşim öyle birşey söyledinki şimdi Bayındır ve İslamoğlu gibi sonradan uydurulmuş birşeye Kur'an'dan delil getirmeye çalışıyorsun. Ayette geçen o kavim açıkça biz kafiriz diyorlardı. Bu zamanda cübbeli gibi müslümancıklar müslüman olduğunu beyan etmekte. Biz de zahire bakarak karar veririz. Hareketlerinden cübbelinin bir yalancı müslümancık olduğuna hükmederiz. Doğru olan bu tekfir değil.

sende biliyorsun ki o ayetten tekfirin hakkı olduğu sonucu doğmaz. Zorlama bir tevil yaparsan olur bak.

SübhanAllah nasıl cahillik bu kim kandırıyor seni...yazık....
 
A Çevrimdışı

Almunadil

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Arkadaşım o tip insanlardan ne kadar nefret etsemde Allah rızası için doğru davranmam gerekir. Oy vermenin şirk olduğunu söyleriz fakat oy verenin müşrik olup olmadığını bilemeyiz. Mesela bazı insanlar bu tip şeylere aklı yetmiyor derin konular diyor. Askere giden hakaza. Yaka paça askere gönderilen adamlar var, zorla askerlik yaptıranlar var (psikolojik baskı mesela). Bunlardan dolayı kimseyi tekfir edemeyiz biz zahire göre hukum verebiliriz ancak. Ameline bakarak birisine fasık deriz mesela.
R.T. Erdoğan bir zalimdir çünkü Allah'ın şeriatı ile hükmetmiyor ve abd'yi dost biliyor ve birlikte müslümanlara saldırdı. Fakat buna rağmen namaz kılıyor abdest alıyor. Bu adama rahat fasık deriz ama kafir demek için adamın ben İslamı red ediyorum demesi gerekir. Erdoğan, Allah katında kafir olabilir ama bunu söylemek bize düşmez. Çünkü El-Hakim ve El-Alim olan ancak alemlerin rabbi Allahu Teala'dır.

tekfiri belirli bir makam'a has kılmanın ve belirli şartlara bağlamanın arkasında bir Rabb olma çabası olabilir o yüzden çok dikkatli olmak lazım!
 
M Çevrimdışı

morueqq

لا إله إلا الله
İslam-TR Üyesi
Tekfir şer'i bir hükümdür Bid'at değil mesela mesih Allah'ın oğludur diyen kafirdir... Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyenler kafirdir maide 44 gibi..akhim sen erdoğana kafir demiyorsun ama adam bize yıllardır küfür hükümlerini diretti esad da namaz kılıyor boş zamanlarında da müslümanları katlediyor !!! Alimlerin ittifakına göre de mesela şianın Rafızi fırkası kafirdir RTE kendin de söylediğin gibi küfür hükümlerini insanlara dayatıp tağut hükmüne girmiş oluyor bununla da kalmayıp Arap Baharı sürecinde mısır,tunus a Da Laikliği tavsiye edip laiklikten korkmamalarını söylüyor ve küfür rejimini ayakta tutuyor

Al-i İmran
(151) Hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koştuklarından dolayı; inkâr edenlerin kalplerine korku salacağız. Barınakları da cehennemdir. zalimlerin kalacakları yer ne kötüdür.

Bakara
(59) Derken, onların içindeki zalimler, sözü kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Biz de haktan ayrılmaları sebebiyle o zalimlere gökten bir azap indirdik.


Tekfirle alakalı:

TEVBE 65. Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz?
TEVBE 66. (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.
 
A Çevrimdışı

Almunadil

Üyeliği İptal Edildi
Banned
bu anlayışa göre ibn arabi de kafir değil...ibn arabiyle cübbelinin şahsına sorsan onlarda müslüman islamı reddetmiyorlar...hatta kadirov münafığıda ona sorsan müslüman

Ya arkadaşım ben konuya ilmî yönden yaklaşıyorum sen işi duygusallığa bağlıyorsun. Bravo
 
M Çevrimdışı

morueqq

لا إله إلا الله
İslam-TR Üyesi
İbn Hacer el Askalani de Allame Aliyyul Kaarinin Vahdeti vücuda reddiye yazdığı kitabın 216. sayfasında ona ibn arabiden sorulunca hiç düşünmeden kafirdir diyor
vahdeti vücudcuları ise Allah tekfir ediyor : zuhruf 15) «Ve şüphe yok ki, biz Rabbimize elbette dönüp gidicileriz.» Öyle iken onun için kullarından bir cüz isnat ettiler. Şüphe yok ki, (bu gibi bir) insan elbette apaçık bir küfürbazdır.


  • Sadi Çelebî de Muhiddîn Arabî’nin küfrüne ve ilhadına dair fetva vermiştir. Bundan sonra gelen ve yine en değerli alimlerden olan ve bulunduğu dönemin de müftüsü bulunan Çûy zade (Çivizade) de onun küfrüne ve ilhadına ilişkin fetva vermiştir. Yani bizim zamanımızda kim bu türden görüşleri yayar ve onun itikadı gibi inanırsa, bunların da kafirliklerine ilişkin fetva vermiştir. Çünkü Muhiddîn Arabî İslâm dinini yıkmıştır. Her iki dünyada da onun hasmı sadece Allah’dır. Dünyada hasmı olduğuna ilişkin kanıt, boynunun vurulması suretiyle kendisinin ortadan kaldırılması, helakidir. Ahirette de yandaşlarıyla birlikte, dostlarıyla beraber en acıklı azapla cezalandırılacaktır. Evet durumu böyle olacaktır eğer, dostları da onun inancı üzere idiyseler. Çünkü vücudiye mezhebini ortaya atan İbn Arabî’dir.
 
A Çevrimdışı

Almunadil

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Tekfir şer'i bir hükümdür Bid'at değil mesela mesih Allah'ın oğludur diyen kafirdir... Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyenler kafirdir maide 44 gibi..akhim sen erdoğana kafir demiyorsun ama adam bize yıllardır küfür hükümlerini diretti esad da namaz kılıyor boş zamanlarında da müslümanları katlediyor !!! Alimlerin ittifakına göre de mesela şianın Rafızi fırkası kafirdir.

Kardeşim tamam ne demek istediğini anlıyorum fakat tekfir veya tekfircilik diye bir kavram yok İslam'da. Bu sonradan uydurulmuş birşey. Tekfirden maksat nedir? Müslümanları uyarmak mı (peki faydası var mı), o kişiye karşı savaş açmak mı (bunun için kafir olmasına gerek yok toplu bir şekilde müslümanlar Allah'a isyan ediyorsa bu direnci müslümanların kırmasında bir beis yok mesela Ebu Bekir (r.a.) zekat vermeyenlerle savaşmıştır). Tekfir insanlar arasında kargaşaya yol açıyor. Mesela Sahabi (r.a. Ecmain) kendini peygamber ilan eden ve Allah'tan vahiy aldığını iddia eden bir adam'ı dışlamışlardır ve yalancı müslümancık diye adlandırarak onun şerefsizliğini bu şekilde dile getirmişlerdir. Halbuki Kur'an, kendisine Allah'tan vahiy geldiğini iddia edenleri = Allah'a iftira edenleri veya Allah'ın ayetini yalanlayanı en büyük zalim olarak nitelemektdir.
 
Üst Ana Sayfa Alt