Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Allah (ilah) ve Rab

ibni kayyım Çevrimdışı

ibni kayyım

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Bu kavramlardan dolayı "İbâdet" olgusu "Allah" ismi ile doğrudan bağlantılı kılınmıştır.
" Dileme" eylemi ise "Rab" adıyla ilişkilendirilmiştir.
Çünkü "İbâdet" mahlûkatın yaratılışının asıl amacıdır. "Ulûhiyet" asıl amaçtır.
"Rubûbiyet" ise yaratıkların, yaratılıp geliştirilmelerini, bu nedenle başlangıç durumlarını içerir.
Sözgelimi namaz kılan bir kimse:
"İyyâke na'budu ve iyyâke nestâîn -yalnız Sana ibâdet ader, yalnız Senden yardım dileriz" dediği zaman başlangıçta asıl gaye olanı vesileye tercih etmekle işe başlamıştır. Çünkü;
"İbâdet", ulaşılması gereken asıl gayedir;
"Yardım dileme" ise kişiyi ona ulaştıran bir vesiledir.
Burada asıl hikmet ve temel neden budur.
Amaçlanan illet (nedensellik) ile etken illet arasındaki fark biliniyor. Bundan dolayı denilmiştir ki:
"Niyetin başlangıcı, eylemin sonunu, azgınlığın başı da düşüşün, çöküşün sonunu gösterir."
"İllet-i gâiye" tasavvur ve irade de önceden varolmuştur. Ancak varoluşta sonraya bırakılmıştır.
Sözgelişi mü'min başlangıçta Allah'a ibâdeti amaçlar. Ancak o bilir ki, bu eylem, amel mabudun yardımı olmadan gerçekleşmez. Bu nedenle "Ancak Sana ibâdet eder, ancak Senden yardım dileriz" der.
"İbâdet" eylemi, bu isme bağlandığı için, şanı yüce olan Allah ezan ve ikâmetin kelimelerinde olduğu gibi, söylenmesi şeriatça emredilen zikirleri bu adla getirdi:
"Allahü Ekber, Allahü Ekber kelimeleri; yanı sıra kelime-i şehâdet:
Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah;
Teşehhüdde: "ettehiyyat-ü lillah (Bütün selâmlar Allah'a aittir.)"
Tesbihde: "Sübhânellah";
Tahmîdde: "Elhamdülillah";
Tehlilde: "Lâ ilahe illallah";
Tekbirde ise: "Allahü Ekber" kelimeleri gibi; bunların hepsi Allah ismine bağlanmışlardır.
Dilekte bulunma konusuna gelince: bu tür duaların çoğunda:
"Rab" kelimesi kullanılmıştır:
Meselâ Âdem ve Havva'nın dualarında olduğu gibi:
"Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen, ziyana uğrayanlardan oluruz." (Â'raf, 7/23)
Nuh'un duası şöyle:
" Ey Rabbim! Bilgim olmayan şey hakkında dilekte bulunmaktan Sana sığınırım." (Hûd, 11/47)
Hz. Musa'nın duası:
" Rabbim! Ben kendime zulmettim; beni mağfiret eyle." (Kasâs, 28/16)
Hz. Halil (İbrahim)'in duası:
" Rabbimiz! Doğrusu ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için, Senin kutsal evinin yanında, ekin vermez bir vadiye yerleştirdim." (İbrahim, 14/37)
Hz. Halil'in oğlu İsmail ile birlikte yaptığı duâ:
"Rabbimiz! Yaptıklarımızı bizden kabul et; kuşkusuz Sen işiten ve bilensin" (Bakara, 2/127)
Şu duâ da bir başka örnek:
" Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver; âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem ateşinin azabından koru." (Bakara, 2/201)
Bunun benzeri dualar, Kur'ân'da hayli çoktur.
İmam Mâlikin şöyle dediği nakledilmiştir:
Bir kimsenin şu ifadeleri kullanarak duâ etmesi çirkin görülmüş:
"Ya Seyyidî" (Ey efendim! Ey efendim) ve "Yâ Hannan" (Ey merhametli! Ey merhametli!); ancak Peygamberlerin duâ biçimiyle duâ etmesi istenmiştir:
"Rabbena! Rabbimiz! Rabbimiz!
Bu bilgi, el-Atebî'nin, el-Atabiye adlı kitabında nakledilmiştir.
(El-Atebî, Ebû Abdullah, Muhammed b. Ahmed b. Ahmed b. Abdulaziz b. Utbe b. Humeyd b. Atebe b. Ebû Süfyân, el-Emevî el-Süfyânî el-Kurtubî, el-Mâlikî, (255 h).Endülüs fıkıhçılarından olan bu âlimin "El-Atabiye" adlı kitabı vardır. Bazı yolculuklara çıktı ve Sahnun'dan ilim aldı. Fıkhı meseleleri ezberler ve onları bir araya getirirdi. Hadislerin tahriç edilmesini, âyetlerin iniş nedenini oldukça iyi bilirdi. Ancak rivayetlerinin birçoğu nakledilmiştir. Bkz. Tarîh-i Utema-il-Endülüs, c. II, s. 6-7; es-Siyer, c. XII, s. 335-336; El-Vâft, c. II, s. 30; Tertîb'ul-Medârik, c. III, s. 144-146; Ed-Dibâc'ül-Mezheb, s. 238)
Ülûl elbâb (arınıp saflaşmış öz akıl sahipleri) ile ilgili olarak şöyle buyuruyor Cenâb-ı Hak:
"Onlar ayakta, oturarak ve yanlan üzerine yatarken Allah 'ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler.
"Rabbimiz, bunları boşuna yaratmadın derler. Senin şanın yücedir. Bizi ateş azabından koru." (Al-i İmrân, 3/191)
Kulun kalbinden Allah'tan birşey dileme duygusu (niyeti) geçtiği zaman, Allah'ın Rab ismiyle dilekte bulunması onun bu niyetine uygun düşer.
Şayet Rab ismini içerdiğinden Allah adıyla dilekte bulunursa bu da güzel olur.
Ama kalbinden ibâdet etme niyeti geçtiği zaman, Allah ismi, bu eylemi,ameli için en uygun olandır. Bunun yanı sıra Allah'ı övmeye başladığı zaman yine Allah adını anar.
Ancak kul duâ etmeyi amaçladığında, Allah'ın Rab adını kullanarak duâ yapar.
Yunus (a.s.)'un şu duasında olduğu gibi:
لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
"Senden başka ibadete layık ilâh yoktur; Senin şanın yücedir; ben zâlimlerden oldum." (Enbiyâ, 21/87)
Âdem (a.s.)'in duası:
"Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi mağfiret etmezsen ve bize merhamet etmezsen o zaman ziyana uğrayanlardan oluruz."(Â'raf, 7/23)
Hz. Yunus (a.s.) kavmine kızıp gitmişti. Bununla ilgili olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Sen Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi Yunus gibi olma." (Kalem, 68/48)
"Yunus, Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için kendi kendisini kınarken (denize attılar) balık onu yuttu." (Saffât, 377142)
Hz. Yunus (a.s.) kınanmasını gerektiren bir eylemde bulunmuştu. Bu nedenle onun durumuna uygun düşen, günahtan bağışlanması için; istiğfar, Rabbine sena (övgü); O'ndan başka ilâhın olmadığını, ibâdet edilmeye ondan başkasının lâyık olmadığını, hevâya uyulmaması gerektiği, hevâya uymanın, tek olan Allah'a ibâdeti zayıflattığını itiraf etmekle işe başlaması uygun düşerdi.
Rivayet edildiğine göre, ilâhî azab Hz. Yunus (a.s.)'un kavmini kuşatmıştı. Fakat bir hikmet gereği onları kuşatan bu azap üzerlerinden kaldırıldı. Halbuki Yunus (a.s.) peygamber onları, yaptıklarının yüzünden, Allah'ın azabının kendilerine gelmesi ile korkutmuştu. Azabın onlardan kaldırılması nedeniyle, kendisini yalancılıkla suçlayacaklarından korkup öfkelenmişti.
Bunun üzerine Hz. Yunus (a.s.), Allah'ın Kur'ân'da olayla ilgili anlattıklarını yapmıştı ve " لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنتَ Lâ ilahe illa ente" ifadesiyle başlayan duayı yapmıştı.
İşte bu kelâm ("lâ ilahe illâ ente") Allah'ın dışında kalan bütün varlıkları "ulûhiyet" sıfatından uzaklaştırmayı içerir.
Bu söz ister nefsin kendi hevâsından, ister yaratığa itaatten, isterse başka bir amelden sadır olsun, bütün bu durumlar kelâmın içerdiği anlamı değiştirmez.
Bu nedenle Yunus (a.s.) söz konusu kelâmın ardından şöyle demişti:
"Senin şanın yücedir; ben zâlimlerden oldum."
Kulun bu kelâmı, söylenme amacına uygun olmayan yerde kullanması güzel değildir.
Hz. Âdem (a.s.)'e gelince o, ilk önce günahını itiraf ederek şöyle demişti:
"Biz zulmettik" Çünkü Hz. Âdem bu sözü söylediğinde, Allah bu emri kendisine verdiği için, "ulûhiyet" konusunda onunla tartışan, çelişen hiç kimse yoktu. Olsa olsa şeytanın kendilerine söylediğini doğru sanmış olabilirlerdi:
"(Şeytan onlara): "Elbette ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin etti."
"Böylece onları kandırarak aşağı sarkıttı." (Â'raf, 21-22)
Şeytan onların ikisine (Hz. Âdem ve Havva) açıktan nasihat ederek onları kandırmayı başarmıştı. Onların bu açık-nasihat karşısında kandırıldıklarını kabul etmeleri, şöyle duâ etmelerine uygun düşmektedir:
"Rabbimiz biz kendimize zulmettik."
Çünkü şeytanın nasihatine kanma olayı ulûhiyete gölge düşürecek hevâ ve hevesten değil, bir eksiklikten meydana gelmişti. Bu nedenle her ikisi de bu tür tuzaklara bir daha düşmemek, bu tür aldatmacalara bir kez daha kanmamak için bilgilerini terbiyelerini geliştirip mükelleştirmeye muhtaç idiler. Onların her ikisi de bu ihtiyaçlarını, O'ndan başka ihtiyaçlarını hiç kimsenin karşılayamayacağını bildikleri Rableri olan Allah'a sunmuş, O'nu, buna şahid tutmuşlardı.
Zünnûn (Yunus Peygamber) ise, kavminin kurtarılmasını uygun görmeyerek öfkeye kapılmış, bu hareketi ulûhiyet hakkındaki bilgilerinin ve kavrayışının eksik olduğu neticesini doğurmuş olduğuna bizzat tanık olmuştu.
Ayrıca burada Hz. Yunus'un başka bir şey sevmesinden ötürü eyleminde bir çelişki meydana gelmişti. Bu çelişkiden kurtulmak, Allah için sevmenin ve Allah'ın ulûhiyetini dile getirmeyi engelleyen bütün duygulardan soyutlanmak için " لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنتَ Lâ ilahe illa ente -Senden başka ibadete layık hiç bir ilâh yoktur-" demesi gerekiyordu. Nitekim o da bunu söylemişti.
Çünkü bir kulun: " لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنتَ Lâ ilahe illâ ente -Senden başka ibadete layık hiç bir ilâh yoktur-" demesi, onun hevâsını ilah edinme duygusunu ve yanılgısını yok eder.
Nitekim bu konu ile ilgili olarak Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Gök kubbe altında Allah katında istenen günahların en büyüğü, peşi sıra gidilen hevâyı put edinip ona tapmaktır."
(Taberânî, el-Kebîr, Ebû Ümâme'den, Heysemî, El-Hasen b. Dînar'm Metruk-ul-Hadis (Rivayet ettiği hadisler kabul edilmeyen) birisi olduğunu söylemiştir. Bkz. Mecma'uz-Zevâid, c. 1, s. 18)
Yunus (a.s.) Peygamber yukarıda söylediği kelimeyi söylemekle ulûhiyet sıfatını yalnızca Allah'a ait kılmayı gerçekleştirmeyi, O'ndan başka bir varlığa O'na eş koşması anlamına gelen hevâsına uyma çelişkisini tamamen yok etmeyi en mükemmel noktasına ulaştırmıştır.
" لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنتَ Lâ ilahe illâ ente -Senden başka ibadete layık hiç bir ilâh yoktur-" ilkesini gerçekleştirdiği andan itibaren, hak olan "ulûhiyet" anlayışına başka bir şeyi katıştırma ve onu bozma istenci (iradesi) kalmamış, aksine dini tamamen Allah'a özgü kılan, Allah'ın en ihlâslı kullarından birisi olmuştu.
Bu durum, aynı halin arız olduğu kimsede de meydana gelir. Bu nedenle Allah'ın yaratması ve emretmesinde O'na karşı çıkma, kadere öfkelenme, O'nun hikmeti ve rahmeti hususunda vesveseye düşme türü duyguların izleri benliğinde kalır.
İşte kul bu tür olumsuz duygulardan, düşüncelerden ve onlardan mütevellid eylemlerden kurtulabilmek için benliğinden iki şeyi silmeye muhtaçtır:
1 - Bozuk düşünceler ve görüşler;
2 - Bozuk hevâ ve hevesler.
Bunları yok etmeyi başarınca kul anlar ki hikmet ve adalet kulun bilgi ve hikmetinin gerekli kıldığı şeyler değil Allah'ın bilgisi ve hikmetinin gerekli kıldığı şeylerdir.
Kul bunu anlayınca hevâsı, Allah'ın kendisine emrettiğine uyar; Allah'ın emri ve hükmüne ters düşen hevâ ve hevesi olmaz.
Bununla ilgili olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Hayır hayır, Rabb'in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli meselelerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir bozukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamazlar." (Nisa, 4/65)
Öte yandan Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur:
"Canımı elinde tutana yemin olsun ki, sizden biriniz, hevâsı benim Allah 'tan getirdiklerime tam anlamıyla uyuncaya dek iman etmiş olamaz." (Begâvi Şerh'üs-Sünne, c. 1, s. 213)
Diğer bir haberde Hz. Ömer'in Allah Resûlü'ne:
"Ya Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'a yemin olsun ki sen bana kendi canımdan daha sevimlisin." demişti; bunun üzerine Rasûlullah'da Ömer'e:
"Şimdi imanın tamam oldu ey Ömer!" dediği rivayet edilmiştir. (Buhârî, Kitâb-ül-Eymen ven-Nüzûr, c. VII, s. 218; Ahmed, el-Müsned, c. IV, s. 336)
Başka bir hadiste şöyle buyurmuş Allah Resulü:
"Sizden birisi, ben kendisine çocuğundan, ana-babasından ve tüm insanlardan daha sevimli oluncaya dek iman etmiş olamaz."
Bir âyette ise şöyle buyuruyor. Cenâb-ı Hak:
"De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan elçisinden ve O'nun yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, o halde Allah emrini getirinceye kadar bekleyin." (Tevbe,9/24)
İman;
- Kulun Resulü hakem edinip O'nun hükmüne teslim oluncaya,
- Hevâsı Onun Allah katından getirdiğine uyuncaya,
- Resul ve O'nun yolunda cihâd, insana nefsi malı ve ailesinden daha sevimli oluncaya dek meydana gelmediğine göre;
Kulun Allah'ı hakem edinmesi ve Ona teslim olması nasıl olmalıdır?! Bunu gerçekten iyi düşünmek gerek!
Kimi insan kendi sanısınca bir kavmin azabı hak ettiğine kanaat getirdiği halde Allah onlara acıyıp onları mağfiret edebilir bazen. Tabii ki bu durum, söz konusu kimsenin hoşuna gitmez. Bunun böyle olması ya o görüşte olan kimsenin Allah'ın hükmüyle çelişen, ters düşen bir iradeye sahip olmasından ya da Allah'ın bilgisine aykırı zanna kapılmasından kaynaklanır. Halbuki Allah bilen ve hükmedendir.
Sözgelişi sen O'nun her şeyi bildiğini ve her şeye hükmünü geçirdiğini kavradığın zaman, O'nun yaptığı hiçbir şey karşısında hoşnutsuzluğa kapılmazsın.
Bu, O'nun emrettiği, yarattığı her hususta böyledir. Çünkü o bizim hoş görmediğimiz ve bizi öfkelendiren hiçbir şeyi bize emretmemiştir ve emretmez de.
Yaratıklar tarafından bize O'nun çirkin bulduğu küfür, fısk ve isyan gibi işler emredilmesi hususuna gelince: Bu noktada bize gereken, yaratıkların emrine değil O'nun emrine itaat etmektir.
O'nun, kullarının tevbelerini kabul etmesi, günah ve isyanları yüzünden çarptırıldıkları azabdan kurtarması meselesi, bize hoş karşılamamızı emretmediği O'nun kendine özgü yaptığı işlerdendir. Esrarını araştırıp sorgulamak bizim işimiz değildir. Belki bu yaptıkları bizzat kendi sevdiği işlerdendir. Çünkü o çok tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever.
Allah'ın bu fiilini hoş karşılamamak, bir tür O'nun ulûhiyet sıfatına gölge düşüren bir düşünceye uymaktır. Bu durumda olan kimseye gereken:
" لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنتَ Lâ ilahe illâ ente = Senden başka ibadete layık hiç bir ilâh yoktur." diyerek Allah'ın "ulûhiyette" tek olduğu ilkesini yeniden gerçekleştirmektir.
Bizim yapmamız gereken ise:
- O'nun sevdiğini sevmek,
- O'nun razı olduğundan razı olmak,
- O'nun emrettiği ile emretmek,
- O'nun yasakladığından yasaklamaktır. Çünkü O:
"Çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever." (Bakara, 2/222) olduğuna göre bize düşen de onları sevmek, O'nun olmasını istediği hususlarda, isteğine aykırı, istikamette irade göstermemektir.
 
Üst Ana Sayfa Alt