Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Allah'ın Sıfatlarını Tevil Etmek?

E Çevrimdışı

Ebu Huzeyfe eş Şami

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Selamun Aleykum,
Ebu Hanife,İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel gibi alimlerin Allah'ın el, yüz, istiva gibi sıfatlarını te'vil etmediklerini okumuştum.
Te'vil edenlerin bu gibi sıfatları ta'til riskinden dolayı galiba. Fakat İbni Abbas(r.a) bir çok sıfatı te'vil etmiştir. Hatta Ahmed b. Hanbel de bazı sıfatları te'vil etmiştir :
Imam Gazall (r.a.), Ahmed b. Hanbel’in aşağıdaki üç hadis hakkında tevili kabul ettiğini
nakletmiştir.

1 . Hz. Peygamber (s.a.v.)’in: “Haceru’l Esved Allah’ın yeryüzündeki sağ yanıdır” sözü.

2. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in: “Ben sağ yönden Rahmanın nefesini görüyorum/hissediyorum” sözü.

3. Rasulullah (s.a.v.)’ın Allah Azze ve Celle’den hikaye ettiği: “Ben, beni zikredenin yanında oturmaktayım” sözü.

Dördüncüsü: Rivayet edilir ki Mu’tezlle mezhebi Kur’an’ın mahluk olduğu konusunda Hz. Peygamber (s.a.v.)’ den rivayet edilen ” Bakara ve Al-i Imran sureleri kıyamet gününde
sanki iki bulut gibi gelirler” hadisine tutundular.
Bu hadise dayanarak Kur’an’ın mahluk olduğunu iddia ettiler.
Ahmed b. Hanbel bu hadis hakkında şöyle der: “Yani okuyanın sevabı gelir.”
Açıkça bu hadisin tevil edilmesine ihtiyaç vardır.

Beşincisi: Hz. Peygamber’in (s.a.v.)’in “Sıla-i rahim, Rahmanın her iki yanına bağlıdır. Allah Sübhanehu Teala şöyle söyler: ‘Sana ulaşana ben de ulaşırım”‘ sözü.
Bu hadisin de tevil edilmesi gereklidir.

Altıncısı: Hz. Peygamber’in şu sözü: “Mescitler cildin ateşten uzaklaştığı gibi tükiirükten uzaklaşırlar.”
Bu hadisin de tevil edilmesi gerekir.

Yedincisi: Hz. Peygamber şöyle dedi: “Mü’minin kalbi Rahmanın iki parmağı arasındadır.”
Bu hadisin de tevil edilmesi gerekir. Çünkü bizler zorunlu olarak biliriz ki göğsümüzde,
kalplerimizi tutan iki parmak yoktur.
.....

İmam İbni Kesirin(r.a) “El Bidaye ven Nihaye” isimli kitabinin 10-cu cildinin
327-ci sayfasında şu sözler geçiyor:
“Imam Beyhaki “Menaki bu Ahmedde”, Hakimden, O Amr bin Semmaktan,O da Hanbel Ibnu Ishaktan(Ahme bin Hanbelin Kardeşi oğlu) rivayet etmişdir ki; Ahmed Ibni Hanbel “Rabbin geldi”(Fecr 22) ayetini “Rabbinin sevabi geldi” şeklinde tevil etmişdir.
Sonra Beyhaki şöyle demiştir: Bu üzerinde toz bulunmayan, sağlam bir isnaddir”....

Buna göre

1-Allah 'ın sıfatlarını te'vil etmek ilimle alakalı bir şey midir?
2-Bütün te'viller batıl mıdır?
3-Eğet batıl olmayan te'vil varsa istiva ' yı te'vil eden alimler var mıdır?
4- "(Ya Rabbî, İbni Abbas’ı fakih kıl ve ona Kur’anın tevil ilmini öğret!) [Buharî] " Hadisi sahih midir?

Allah razı olsun
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Âleykum selam we rahmetullah;

Allahu Teâlâ’nın yaratılanlara benzediği vehmine vesile olabilecek muteşâbih naslar hakkındaki İslâmî fırkaların görüşleri ve dayandıkları deliller, özetlenerek aşağıdaki şekilde zikredilmesi uygun görülmüştür. Böylece bu fırkalardan hangisinin görüşünün daha isabetli olduğu anlaşılabilsin ve bunların bir kısmının diğerlerini sert bir şekilde eleştirmelerinin isabetli olmadığı ortaya çıksın. Bu naslar hakkında görüş serdeden İslamî fırkaları şöylece sıralamak yerinde olur:


Birinci Kısım Âlimler: Teslimiyetçi Selef-i Sâlihîn Ulemâsı

Bunlar, muteşâbih nasların manalarının ne olduğunu Allah’a bıraktıklarından kendilerine “Teslimiyetçiler” anlamına gelen “Mufevvida” ismi verilmiştir.
Hicretin üçüncü veya beşinci yüzyılından önce gelen Selef-i Sâlihîn âlimlerinin çoğunluğu ve ilm-i kelamcıların bir kısmı bu gruptandır. Bunlar şöyle demişlerdir:

“Bu nasların zahirî manaları kastedilmemektedir. Çünkü bu, Allah’ı yaratılanlara benzetmeye yol açmaktadır. Gerçek manalarını ise ancak Allah bilir. Çünkü bunlar, Cenab-ı Hakk’ın şu ayette beyan ettiği müteşâbih naslardandır. “Sana kitabı indiren O’dur. Onun bir kısım ayetleri muhkemdir (manası açıktır.) Bu ayetler kitabın anasıdır (esasıdır.) Diğer bir kısım ayetleri de müteşâbihtir, (anlaşılması güçtür.) Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşâbih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise ‘Biz bunlara iman ettik. Hepsi Rabbimizin katındandır’ derler. Ancak akıl sahibleri düşünür.” (Âl-i İmran 7)

Bu âlimler sözlerine şöyle devam etmişlerdir: “Allahu Teâlâ ve Onun peygamberi Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) bu nasların lafızlarını Allah’a isnad ettiklerinden biz de bunların lafızlarını Allah’a isnat ederek okuyup geçeriz. Oldukları gibi yürütürüz. Bunların üzerine manalar serpiştirmeyiz.”

■ Süfyan b. Uyeyne[2] bu hususta şunu söylemiştir: “Allah’ın Kur’an’da kendisini sıfatlandırdığı her şeyin okunması onun tefsiridir. Bunları nitelendirmek, örneklendirmek olmaz.”[3] Yani bu sıfatların nasıl veya ne gibi oldukları bilinemez.

■ Suyuti, Fahreddin er-Razi’nin bu konuda şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Ehl-i Sünnet’in cumhuru -ki Selef-i Sâlihîn de bunlardandır- ve hadis ehli bu gibi naslara iman ederler. Bunlardan hangi mananın kastedildiğini ise, Allah’a bırakırlar. Bu nedenle biz bunları tefsir etmeyiz. Allah’ı bunların gerçek manalarından tenzih ederiz.”[4]

■ İmam Maturidî[5] “Tevhid” isimli eserinde şöyle diyor: “Müteşâbih nasların te’vilini Allah’a bırakmak daha salim ve daha iyidir. Bunların hepsini Allah daha iyi bilir.”[6]

■ İmam Şâfi`î (radıyallahu anh) şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ’nın mekânı yoktur. Çünkü Allahu Teâlâ, mekân yokken de vardı. O, mekânı yarattı. Onu yaratmadan önce de Allahu Teâlâ’nın mekânı yoktu. Allahu Teâlâ’nın zatında ve sıfatlarında değişiklik olmaz. Eğer Allahu Teâlâ’nın bir yeri olduğu düşünülürse, o takdirde zatının sonu ve sınırı olmuş olur ki bunlar Allah’ın yarattığı şeylerdir. Allahu Teâlâ bundan münezzehtir. Eğer, ‘Rahman Arş’ın üzerine kurulmuştur (hâkimdir)’[7] ayetinin manası sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: ‘Bu ayet-i celile ve emsali hakkında ilim sahibi olmayanların aklî seviyesi müsait değildir. Bunlar müteşâbihler-dendir. Bunların üzerinde durulmaz geçilir, araştırılmaz. Bunlar hakkında konuşulmaz.’[8]”

■ Beyhakî diyor ki: “İmam Evzâî, Malik b. Enes, Süfyan es-Sevri ve el-Leys b. Sad bu gibi hadislerden sorulduklarında “Bunları nitelendirmeksizin geldikleri gibi yürütün (okuyup geçin)” demişlerdir.

Beyhaki devamla diyor ki: “Ebû Davûd et-Teyalisi ise, ‘Onlar Allah’ı yaratılanlara benzetmezlerdi, ona örnekler vermezlerdi, bu gibi hadisleri rivayet ederlerdi. Nasıl olduğuna dair bir şey söylemezlerdi. Kendilerinden neyi ifade ettikleri sorulunca nassı okuyarak cevap verirlerdi’ demiştir.”[9]

■ Ebû Süleyman el-Hattâbî diyor ki: “Selef âlimleri ve fıkıh imamları bu gibi naslar hakkında şöyle demişlerdir: ‘Bu gibi naslar, geldikleri gibi zahiri şekilleriyle yürütülür (okunup geçilir) üzerlerine manalar serpiştirilmez ve te’vil edilmezler. Çünkü bunların manalarını idrak etmeye akılların gücü yetmez.’ Hattâbî devamla diyor ki: “Bakiyye’nin bize anlattığına göre Evzâî, Mekhul’un ve Zühri’nin şöyle dediklerini rivayet etmiştir: ‘Bu gibi hadisleri geldikleri gibi yürütün (okuyup geçin). Hulasa Bunlar, zahirlerine iman etmemiz, neyi içerdiklerini açıklamamamız emredilen ilimlerdendir ve Allahu Teâlâ’nın Al-i İmran Suresi’nin yedinci ayetinde zikrettiği müteşâbih naslardandır.’[10]”

■ İmam Şâfi`î diyor ki: “İmam Malik’ten ‘Rahman Arşın üzerine kurulmuştur (hâkimdir).’[11] ayeti sorulunca şu cevabı vermiştir: ‘İstiva kelimesi manası bilinmeyen bir lafız değildir. Ancak istivanın nasıl olduğunu aklen bilmek imkânsızdır. Buna iman etmek farz, buna dair soru sormak ise bid’attır.’ İmam Malik bu gibi naslardan aslında neyin kast edildiğini sormayı yasaklamış ve devamla şöyle demiştir: ‘İkinci bir kez bunu sormaya çalışırsan boynunun vurulmasını emrederim.’ Allah bizi de onları da kendisini, yarattıklarından birine benzetmekten uzak kılsın.”[12]


İkinci Kısım Âlimler: Tevilci Halef Ulemâsı

Bunlara, muteşâbih nasların zahirî manalarını almayan, onları mecâzî manalarıyla te’vil edenler anlamına gelen “Muevvile” ismi verilmiştir.

Hicretin üçüncü veya beşinci yüzyılından sonra gelen halef âlimleri, ilm-i kelâmcıların çoğunluğu ve Selef-i Sâlihîn’in bir kısmı bu âlimlerdendir.

Selef-i Sâlihîn’den Ali (r.anh)’in, Abdullah b. Mesud’un, Abdullah b. Abbas’ın ve Ummu Seleme’nin (radıyallahu anhum) bu görüşte oldukları rivayet edilmiştir.[13] Yine İmam Ahmed b. Hanbel’in, Buhârî’nin, Şâfi`î’nin, Hammad b. Zeyd’in ve Cafer-i Sadık’ın da bir kısım nasları te’vil ettikleri rivayet edilmiştir.

Bu kısımdan olan âlimler, selefin cumhuru gibi Allah’ın yaratılanlara benzediği vehmine sebep olabilecek nasların hak olduğuna iman etmişler ancak teslimiyetçi seleften farklı olarak bu gibi nasları lügatteki mecazî manalarında te’vil etmişlerdir. Mesela: “Allah’ın yüzü”nden maksadın “O’nun zatı”; “gözü”nden maksadın “O’nun koruması, bilmesi, emri”; “elin”den maksadın” O’nun kudreti, nimeti, desteklemesi, hâkimiyeti altında olması”; “baldırın açılmasın”dan maksadın, “durumun vahameti, dehşeti, şiddeti”; “gelme”sinden maksadın, “O’nun vaadinin, tehdidinin, emrinin, hükmünün gelmesi”, yahut “kıyamette kendisinin gelmesi”; “beraber” olmasından maksadın, “O’nun kudretinin, saltanatının, ilminin, yardımının, korumasının beraber olması”; “gazap”ından maksadın “O’nun cezalandırmayı istemesi”; “parmağı”ndan maksadın “O’nun kudret ve irade sıfatları”, “Arş’ın üzerine kurulma”sından maksadın “Onu hâkimiyeti altına alması” ve “Âdem’i kendi şeklinde yaratması”ndan maksadın “Âdem’in de işitme, duyma, canlı olma gibi sıfatları bulunduğunu beyan etmek” olduğunu söylemişlerdir.

Bu kısımdan olan âlimler, görüşlerine delil olarak Allahu Teâlâ’nın yaratılanlara benzemediğini ifade eden nasları zikretmişlerdir.

Bu hususta Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur:

…O’nun hiçbir benzeri yoktur. O, her şeyi işiten ve görendir.”[14]

Allah’a örnekler vermeyin. Muhakkak Allah bilir, siz bilemezsiniz.”[15]

O’nun hiçbir dengi yoktur.”[16]

…Zaten O’nun benzeri bir başka ilah bilir misin ki?”[17]

Onlar ilimleriyle Allah’ı kuşatamazlar.”[18]

Bu grubun görüşlerini belirten âlimlerden şunları zikretmek mümkündür.

■ Hicretin 239. yılında doğup 331. yılında vefat eden İmam Tahâvî “Akide” isimli eserinde şöyle demektedir: “Kim Allah’ın sıfatlarını inkâr etmekten ve O’nu yaratılanlara benzetmekten kaçınmazsa ayağı kayar, Allah’ı tenzih etmiş olmaz. Çünkü yüce ve büyük olan Rabbimiz bir olma sıfatları ile sıfatlanmıştır. Tek olma nitelikleri ile nitelendirilmiştir. Yaratıklardan hiçbiri, Allah gibi değildir. Allah sınırlardan (boyutlardan), son noktalardan, azalardan, organlardan ve diğer parçalardan uzaktır. O’nu, diğer yaratılanlarda olduğu gibi altı yön kuşatmamaktadır.”[19]

■ Ömer Nesefî de “Akaid” isimli eserinde şöyle diyor: “Allahu Teâlâ maddeler üzerinde görülen herhangi bir nitelik değildir. Cisim değildir. Çekirdek değildir. Şekillendirilmiş değildir. Sınırlandırılmış değildir. Sayılan değildir. Parçalara ayrılan değildir. Yer kaplayan değildir. Bileşik değildir. Sonu olan değildir. O, nedir veya nasıldır? diye vasıflandırılamaz. O herhangi bir yeri kendisine yer edinen değildir. O’nun için zaman geçmesi söz konusu değildir. Hulasa O, hiçbir şeye benzememektedir.”[20]

■ Nesefî akidesini şerh eden Sadettin Taftazânî diyor ki: “Allah herhangi bir yeri kendisine mekan edinmemiştir. Çünkü bir yeri yer edinmenin manası, boyutları belli olan bir şeyin, yine boyutları belli olan bir şeyin içine girmesidir. Allahu Teâlâ ise, boyutlardan ve ölçülme miktarlarından münezzehtir. Çünkü bunlar cisim olmayı ve bölünebilmeyi kabul eden şeylerdir. Sonra Allahu Teâlâ’nın belli bir yerde karar kıldığı farz edilecek olursa, ya onun ezelden beri böyle olduğu kabul edilir, bu durumda mekân edindiği yerin de kadim olduğu, (sonradan yaratılmamış olduğu) sonucuna varılır. Hâlbuki Allah’tan başka kadim olan hiçbir şey yoktur. Yahut da o yerin sonradan yaratıldığı farz edilir. Bu takdirde de Allah’ın daha önce yer edinmediği, yarattığı şeylere ihtiyaç hissederek burada bulunduğu söylenmiş olur. Allah bundan da münezzehtir. Sonra Allah’ın bulunduğu yere ya denk veya oradan daha eksik yahut ondan daha fazla olduğu düşünülmüş olur. Bu faraziyelerin hepsinde de Allah’ın hâşâ boyutları olduğu kabul edilmiş olur ki, Allah bundan da münezzehtir. Bir kısım naslarda Allah’a isnat edilen el, yüz, inme, oturma gibi ifadelerin zahirî manalarının kastedilmediği kesindir. Çünkü diğer naslar, bunu açıkça ifade etmektedir. Bu nedenle şu iki yoldan birini takip etmekten başka bir yol yoktur.

a. Bu nasların bilgisini Allah’a bırakmak: Nitekim Selef-i Sâlihîn daha selametli olan bu yolu seçmişlerdir.

b. Yahut bu naslar, halefin yaptığı gibi (son dönem âlimlerinin tercih ettikleri gibi) sahih olan te’villerle te’vil edilir. Cahillerin eğip bükmelerinden kurtarılmış olur ve sağlam yol tutulur.”[21]

■ İmam Maturidî diyor ki: Allahu Teâlâ’nın yüzü, eli, gözü ve diğer sıfatları bulunduğunu zikreden haberler müteşâbih naslardır. Bunlar muhkem naslara bakılarak tefsir edilirler. Mesela: “Rahman Arş’ın üzerine kuruldu”[22] ayeti “Allah Arş’a yöneldi. Onu düzgün ve yerinden hareket etmez bir halde yarattı” diye tefsir edilir. Yine Allahu Teâlâ’nın “Biz insana şah damarından daha yakınız”[23] ayeti “Allah’ın saltanatı ve mükemmel kudretiyle insana hâkim olduğu” şeklinde tefsir edilir. Böylece Allah’ın cisim, zaman ve yer yönünden yaratılanlara benzetildiği vehmini veren her nas uygun düşeceği şekilde te’vil edilir.

■ İmam Eş’ari, “İbane” adlı kitabında Selef-i Sâlihîn’in yolunu tutmuş “Allah’ın eli vardır, ama biz onu bilemeyiz ve onu yaratıklara benzetmeyiz. Çünkü O, benzeri olmadığını beyan etmiştir” demekte “el-Lema” isimli eserinde ise: “Bu ayetler Allah’ın yaratılanlara benzetildiği vehmine sebep olmaktadır. Bu nedenle bunlar manaları açık olan muhkem ayetlere göre yorumlanmalıdır” demiştir. İmam Eş’ari’nin bu ikinci eseri son görüşlerini yansıtmaktadır. Aksini iddia edenler de vardır.[24]


Üçüncü Kısım Âlimler: Zahirci Selefiyye Ulemâsı

Bu grup, selefin yolunu takip ettiğini iddia ederek kendilerine “selefçi” anlamına gelen “Selefiyye” ismini vermişlerdir.

Aslında bunlar, selefin cumhuru gibi, muteşâbih nasların sadece lafızlarını Allah’a isnat edip geçmemişler, aynı zamanda bu gibi naslardan zahiri manalarının kastedildiğini iddia etmişler ve şöyle demişlerdir:

“Allah’ın gerçek manada kendisine yakışan yüzü, gözü, eli, ayağı vesairesi vardır. O göklerin üstündedir. Arş’ına zatı ile oturmaktadır. Gecenin son üçüncü bölümünde dünya semasına inmektedir. Ancak bunların niteliğini bilmeyiz ve Allah’ı yaratılanlara benzetmeyiz.”

Görüldüğü gibi bunlar, “Bu nasların gerçek anlamda Allah’ın sıfatları olduklarını, fakat bu sıfatların niteliklerinin bilinmediğini, Allah’ın bu sıfatlarıyla yaratılanlara benzetilemeyeceğini” söylemişlerdir. Bunların iddialarına göre, Selef-i Sâlihîn’in bu gibi nasların manasını Allah’a bıraktıkları sabit değildir. Onlar da kendileri gibi zahiri manalarını gerçek anlamda Allah’a isnat etmişlerdir. Yine bunların iddialarına göre, halefin (daha sonra gelen âlimlerin) yaptığı gibi, müteşâbih nasları zahiri manalarından çıkarıp onları lügatteki mecâzî anlamlarında te’vil etmek; mesela “el”den maksadın, “Allah’ın gücü veya kuvveti” yahut “kudreti” ya da “nimeti” demek, Allah’ın sıfatlarını ta`tîl etmek ve onları işlemez hale getirmektir.

Bu görüş, ilk olarak İbni Kuteybe tarafından ortaya atılmış ve genel olarak Hanbelî Mezhebi’ne mensup olan âlimlerin bir kısmı tarafından benimsenip savunulmuştur. Ancak aynı mezhebin diğer âlimleri tarafından sert eleştirilere maruz kalmıştır. Daha sonra hicretin 728. yılında vefat eden İbni Teymiyye, bu düşünceyi yeniden diriltmiş, kendisine yapılan işkenceler, düşüncesinin yayılmasına vesile olmuştur. Nihayet Suudî Arabistanlı Muhammed b. Abdulvahhâb bu düşünceyi benimsemiş, şu an Suudî Arabistan’a hâkim olan kral ailesiyle işbirliği yaparak bunu Arap Yarımadası’na ve çevresine yaymıştır. Evet, bu düşüncenin öncüleri İbni Kuteybe,[25] İbni Abdi’l-Berr,[26] İbni Ebî Zeyd el-Kayravani,[27] Kadı Ebû Ya`la[28] İbni ez-Zâğûni[29] ve benzerleridir.

■ İbni Teymiyye konuyla ilgili olarak diyor ki: “Allahu Teâlâ göklerin üstünde Arş’ın üzerindedir. Yaratılanları denetlemekte, onları gözetlemekte ve onları görmektedir. Allah’ın zikretmiş olduğu Arş’ının üzerinde olması ve bizimle beraber olması gerçek anlamlarında haktır. Kelimeleri manalarından saptırıp te’vil etmeye ihtiyaç yoktur.”[30]

Görüldüğü gibi İbni Teymiyye Allah’ın gerçekten Arş’ın üzerinde olduğuna inanmaktadır. Ancak keyfiyetinin bilinmediğini, Onun bu hali ile yaratılanlara benzetilemeyeceğini söylemiştir.

Selefiyye Grubu, görüşlerine delil olarak muteşâbih nasların zahiri manalarını zikretmişlerdir. Mesela, Allahu Teâlâ’nın zatı ile gökte bulunduğuna ve Arş’ının üzerine oturduğuna dair, daha önce de geçen, şu ve benzeri hadisleri delil göstermişlerdir:

● Muaviye b. Hakem es-Sulemî, rivayet ettiği hadiste Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu zikretmiştir: “…Sen o cariyeyi bana getir.” Hemen onu getirdim. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ona “Allah nerededir?” diye sordu.
Cariye: “Göktedir” cevabını verdi.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ben kimim?” dedi.
Cariye: “Sen Allah’ın Peygamberisin” cevabını verdi.
Rasûl-a Ekram (sallallahu aleyhi ve sellem): “Onu azad et. Çünkü o mu’mindir.” buyurdu.”[31]


Halef ulemâsı, Selefiyye Grubu’na bu meselede şu cevabı vermişlerdir:

Bu hadîs-i şerîf kesin olarak Allah’ın gökte olduğunu ifade etmez. Çünkü cariye bu sözü ile Allah’ın şanının yüce olduğunu söylemek istemiştir. Nitekim Allahu Teâlâ “Gökte de ilah O’dur. Yerde de ilah O’dur.”[32] buyurmuştur. Yine Yüce Mevlâ “Nerede olursanız olun. O sizinle beraberdır.”[33] buyurmuştur. Cariyenin hadisi gerçek manasında değil, mecâzî anlamdadır. Tıpkı şu hadise benzemektedir:

● Ebû Hurayra (radıyallahu anh): Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Şubhesiz Allah (Azze ve Celle) kıyamet gününde şöyle diyecektir: Ey Âdemoğlu! Ben hasta oldum da, sen beni ziyaret etmedin! Âdemoğlu: ‘Ey Rabbim! Ben seni nasıl ziyaret edebilirim? Sen âlemlerin Rabbisin!’ cevabını verecek. Allahu Teâlâ: ‘Bilmez miydin ki, filan kulum hasta oldu. Sen onu ziyaret etmedin. Bilmez miydin ki, onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulurdunbuyuracak. Yine ‘Ey Âdemoğlu! Senden yiyecek istedim; beni doyurmadın!’ diyecek. Âdemoğlu: ‘Ey Rabbim! Seni nasıl doyurabilirim ki! Sen alemlerin Rabbisin!’ diyecek. Allahu Teâlâ: ‘Bilmez misin ki, filan kulum senden yiyecek istedi, sen onu doyurmadın. Bilmez miydin ki, onu doyurmuş olsaydın; bunu benim nezdimde bulacaktın!’ buyuracak. (Tekrar) ‘Ey Âdemoğlu! Senden su istedim; bana su vermedin!’ diyecek. Âdemoğlu: ‘Ey Rabbim! Ben sana nasıl su verebilirdim! Sen âlemlerin Rabbisin!’ cevabını verecek. Allahu Teâlâ: ‘Filan kulum senden su istedi; ona su vermedin! Ona su vermiş olsaydın bunu benim nezdimde bulurdun!’ buyuracaktır.”[34]

● Cubeyr b. Mut’im (radıyallahu anh) demiştir ki: Peygamberin huzuruna bir bedevi gelip: “Ey Allah’ın Rasûlü! İnsanlar bitkin hale geldi, çoluk çocuk zayi oldu, mallar helak oldu, büyükbaş hayvanlar öldü. Bizim için Allah’tan yağmur iste. Biz (yağmurumuzun yağdırılması için) seni Allah’a şefaatçi kılıyoruz. Allah’ı da sana şefaatçi kılıyoruz” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de! “Vay haline! Sen ne dediğinin farkında mısın?” buyurdu. Sonra (tekrar): “Vay haline! (Şunu iyi bil ki) Allah yarattıklarından hiçbirine şefaatçı kılınamaz. Allah’ın şanı bundan yücedir. Vay haline! Sen Allah kimdir, biliyor musun? Onun Arş’ı göklerinin üzerinde şöyledir” buyurdu ve parmak(larıy)la (el boşluğu) üzerinde kubbe gibi bir şekil yaptı ve “Muhakkak ki Arş Allah’la birlikte (Allah’ın azametinden dolayı) semerin süvari ile gıcırdadığı gibi gıcırdar.” buyurdu. İbni Beşşar bu hadisi “Allah Arş’ının üstündedir. Arş’ı da göklerinin üstündedir” diye rivayet etti (ve sonra hadisin geri kalan kısmını) nakletti.”[35]

■ Hattâbî, delil gösterilen bu son hadis hakkında şu izahlarda bulunmuştur: Hadiste geçen “Şüphesiz ki Allah Arş’ının üzerindedir” ifadesi zahirine göre alınırsa Allahu Teâlâ’yı bir türlü nitelendirmek olur. Hâlbuki Allahu Teâlâ’nın zatı ve sıfatları nitelendirilmeden münezzehtir. Bundan anlaşılmaktadır ki: Bu hadîs-i şerîfte gerçek anlamda Allahu Teâlâ’ya bu sıfatın isnat edilmesi ve Allahu Teâlâ’nın bu şekilde sınırlandırılması kastedilmemiştir. Bundan asıl maksat, Allahu Teâlâ’nın azametini akıllara yaklaştırmak, soran kişi bedevi olduğundan onun anlayacağı bir dille konuşmaktır. Zira o bedevi derin manaları anlama kabiliyetinde değildi. Bundan dolayı hadîs-i şerîften şu mana kastedilmiştir: “Sen Allah’ın azametinin ne olduğunun farkında mısın? Allah’ın azameti ve yüceliği o kadar büyüktür ki, O’nun azameti karşısında Arş dahi gıcırdar. Böyle bir yüceliğe sahip olan, nasıl bir kuluna şefaatçi yapılabilir.”[36]

Görüldüğü gibi Selefiyye Grubu, bu gibi müteşabih naslara sarılmışlar ve Selef-i Sâlihîn’in de bu görüşte olduğunu söylemişler; onların bu gibi nasların zahiri lafızlarını Allah’a isnat edip, hakikî manalarını ancak Allah’ın bildiğini söylemediklerini, aksine selefin, bu nasların zahiri manalarını anladıklarını ve onu Allah’a isnat ettiklerini iddia etmişlerdir. Bunlar Selef-i Sâlihîn’in bu nasların hakiki manalarını Allah’a bıraktıklarını bir türlü kabullenememişlerdir. Bu nedenle Selefiyye Grubu ile çevrelerinde bulunan Eş`âri Mezhebi itikat âlimleri arasında büyük tartışmalar çıkmış, her biri Selef-i Sâlihîn’in yolunda gittiğini söylemiştir.

Konuyla ilgili olarak özetle şunları söylemek mümkündür:

Bu meselede şu ittifak konusudur: Bu naslar lügatte delalet ettikleri hakiki veya mecâzî manalarından koparılamaz. Binaenaleyh bunların tefsirinde şu iki izahtan biri ile tefsir etmekten başka bir yol tutulamaz:

1. Bu naslar, Allah’ı benzer ve ortaktan uzaklaştırma ile bağdaşacak bir surette zahiri şekilleri ile okunup yürütülecektir. Bu da Allah’a organ veya cisim isnat etmekten kaçınmayı içerir.
Mesela şöyle denilir: “Allah yüceliğine ve birliğine yaraşır bir şekilde, Arş’ın üzerindedir”, “O’nun ulûhiyetine ve yüceliğine yaraşır bir şekilde eli vardır.”

Dikkat edilirse, bu nasları bu şekilde tefsir etmek, detaylı olmasa da özet olarak te’vil etmektir. Zira bu şekilde tefsir edilmeleriyle gerçek lügat manaları terk edilmiş olur. Çünkü el, yüz, göz gibi kelimelerin gerçek lügat manaları, yaratılanlarda bulunan organlardır. Bunlar da etten, kemikten, sinirden, kastan, kandan vesaireden oluşmaktadır. Evet, bunlar özetle te’vil edilerek “Allah’ın azametine yakışan eli vardır. Bizim elimiz gibi bir el değildir” denilir. Bu da te’vilin ta kendisidir. Bu itibarla, Selefiyye’nin iddia ettiği gibi, “Nasları bu şekilde tefsir etmek te’vil değildir” sözleri tutarsızdır. Çünkü bu da özet olarak te’vildir.

2. Bu gibi naslar, lügatte geçerli olan, konuşma örfüne uygun düşen ve yan delillerin icabı olan meşhur mecâzî manalarına tefsir edileceklerdir.

Mesela “istiva” (oturma) kelimesi, “hâkim olma, istila etme” manasında; Fetih Suresi, onuncu ayetteki “el” kelimesi, “kuvvet” manasında; Maide Suresi altmış dördüncü ayetteki “el” kelimesi, “ikram” manasında tefsir edilir. Bu da müteşâbih nasları “tafsilatlı te’vil” etmektir ve selef ulemasının bir kısmının ve halef âlimlerinin genelinin takip ettikleri metottur.

Halef ulemasının, Selef-i Sâlihîn’in yaptığı gibi, muteşâbih nasları okuyup geçmeyi bırakıp bu tür te’villere girişmelerinin sebebi ise, yaşadıkları dönemdeki fikrî karmaşa ve çalkantıların artması, dinî hassasiyetin zayıflaması, inançsızların Kur’an ve Sünnet’te geçen muteşâbih nasları fırsat bilerek Müslümanların inançları ile oynamaları, Allah’ı yaratılanlara benzetmeleri ve O’nu (hâşâ) put mahiyetine sokmalarıdır.

Burada hayret edilecek husus şudur: Selefiyye Grubu kendilerinin yaptıkları “özet te’vili” hak, halef ulemasının yaptığı “Tafsilatlı te’vili” batıl saymaları ve Allah’ın sıfatlarını iptal ettiklerini iddia etmeleridir.


Selefiyye, bu iddialarına dair şu iki delili ileri sürmüşlerdir:

1. Bu ummetin hayırlıları olan Selef-i Sâlihîn, bu nasları detaylı olarak te’vil etmeye yönelmemişlerdir

Selefiyye’nin bu delili doğru değildir. Zira Selef-i Sâlihîn’den birçok âlim, muteşâbih nasları mecâzî anlamlarında yorumlamışlar ve onları detaylı olarak te’vil etmişlerdir. Aşağıda zikredilen misaller bunu göstermektedir.

■ İmam Ahmed b. Hanbel “Rabbin geldi”[37] ayetindeki “geldi” ifadesini “Rabbin emri geldi”[38] ayetine bakarak onu da Rabbin emri geldi şeklinde tefsir etmiştir.[39]

■ İmam Buhârî Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem):
Bu gece Allah sizin yaptığınıza güldü veya taaccub etti”[40] ifadelerini “size merhamet etti” şeklinde te’vil etmiştir.[41]

■ Hammad b. Zeyd, “Allah’ın dünya semasına inmesi”ni[42] zikreden hadisteki inmeyi “kullarına yönelme” şeklinde te’vil etmiştir.[43]

■ İbni Teymiyye, Cafer-i Sadık’ın, “…Allah ile birlikte başka bir ilah çağırma. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Allah’ın yüzü hariç her şey helâk olacaktır…”[44], “…Yeryüzünde bulunan her şey yok olacaktır. Bâkî olan yalnız azamet ve ikrâm sahibi olan Rabbin’in yüzüdür…”[45] ayetlerinde geçen ve “yüz” anlamına gelen “vech” kelimesini “din” diye tevil ettiğini nakletmiştir. Dahhak’ın bu kelimeyi “Allah’ın zatı, cennet, cehennem ve Arş” diye te’vil ettiğinin rivayet edildiğini zikretmiştir. Hatta İbni Teymiyye’nin kendisi de “vech” kelimesini “yön” manasına te’vil etmek mecburiyetinde kalmıştır. İbni Teymiyye’ye göre ayetin manası şöyledir: “Her şey helak olacaktır. Ancak Allah’la ilgili olan yön hariçtir.”[46] Görüldüğü gibi İbni Teymiyye “yüz” kelimesini tevil etme mecburiyetinde kalmıştır. Aksi takdirde Allah’a isnat ettiği el, ayak ve diğer organların da yok olacağını kabullenmiş olurdu.

■ Beyhakî, Muzenî’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: İmam Şâfi`î, “Doğu da Batı da Allah’ındır. Her nereye yönelirseniz Allah’ın yüzü oradadır…”[47] ayetindeki “Allah’ın yüzü” ifadesi hakkında şöyle demiştir: “En iyisini Allah bilir ama bundan maksat, nereye yönelirseniz orası Allah’ın sizi yönlendirdiği yöndür.”[48]

■ Yine Beyhakî, Nadr’ın şöyle dediğini nakletmiştir: Mücahid, bu ayetteki “Allah’ın yüzü”nden maksadın Allah’ın kıblesi, olduğunu söylemiştir.[49]

■ İbni Hacer, Beğavî’nin, Tefsiri’nde, “Rahmân olan Allah Arş’a istivâ etti”[50] ayeti hakkında, Abdullah b. Abbas’ın (radıyallahu anh) ve tefsircilerin çoğunluğunun, bu ayette geçen ve “oturdu” manasına gelen “istevâ” kelimesini “yükseldi” diye te’vil ettiklerini nakletmiştir. Yine İbni Hacer, İbni Battal’ın: “‘İsteva’ kelimesini ‘yükseldi’ manasında tefsir, etmek sahih bir tefsirdir, hak mezhebdir ve Ehl-i Sünnet’in sözüdür” dediğini rivayet etmiştir.[51]

Görüldüğü gibi Selef-i Sâlihîn’in bir kısmı, müteşâbih nasları detaylı olarak tevil etmiştir. Bu tür te’viller, Beyhaki’nin “el-Esmâu ve’s-Sıfât” isimli eserinde, Hattâbî’nin “Meâlimu’s-Sunen” isimli eserinde ve Beğavi’nin tefsirinde çokça zikredilmektedir. Bütün bunlardan sonra “Allah’ın, yaratılanlara benzediği vehmine yol açan müteşâbih nasları detaylı olarak te’vil etmek, Allah’ın kendisine isnat ettiği sıfatları ta`tîl etmektir. Onları devre dışı bırakmaktır” diye nasıl iddia edilebilir veya “Selef bunları te’vil etmemişti” diye nasıl söylenebilir. Hatta İbni Teymiyye’nin bizzat kendisinin dahi “çehre, yüz” anlamına gelen “vech” kelimesini “yön” diye te’vil ettiğini gördük. Niçin İbni Teymiyye için caiz görülen bu tutum başkaları için caiz görülmemektedir. Bu davranış, kaçınıldığı iddia edilen “mezhebî taassub” değil midir?

2. Tevil etmek Allah’ın sıfatlarını ibtaldir

Selefiyye Grubu’nun ikinci delili ise şudur: “Allahu Teâlâ’nın lugat manalarını kendisine isbat ederek, ‘Allah’ın eli, Allah’ın yüzü’ dediği, kelimelerin zahiri manaları, Allah’ı yaratılanlara benzettiği gerekçesiyle mecâzî manalarda te’vil etmek, Allah’ın sıfatlarını bir nevi ta`tîl etmektir. Onları devre dışı bırakmaktır.”

Selef-i Sâlihîn’in çoğunluğunun bu gibi nasları, halef ulemâsı gibi detaylı bir şekilde te’vil etmekten kaçınmalarının belli sebebleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

a. İçinde bulundukları şartlar:

Şöyle ki, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dönemi henüz yakın olup, akıllar ve kalpler netliğini koruduğundan ve felsefecilerin, inkârcıların düşünceleri insanların fikirlerini bulandırmadığından, Selef-i Sâlihîn bu gibi nasları te’vil etmeyi gerektiren bir durum görmemişler ve kendilerini ilgilendirmeyen bu tür hususlara ihtiyaç hissetmemişlerdir.

b. Kalblerindeki Allah korkusu:

Selef-i Sâlihîn, kalblerindeki Allah korkusunun heybetinden dolayı, ihtiyaç hissedilmeyen bu gibi meselelere dalmayı gerekli görmemişler ve bunlar hakkında fikir yürütmekten kaçınmışlardır.

O halde, Selef-i Sâlihîn’in yaptıkları bütün içtihatlarına ve müteşâbih naslar hakkındaki tutumlarına harfiyyen uymayı icap ettiren herhangi bir sebep yoktur. Bunların içtihatları daha sonraki müçtehidleri bağlar, diye bir kaide bulunmamaktadır. Müçtehitlerin içtihadı icma derecesine ulaşmadıkça diğer müçtehitleri bağlamaz. Bu mesele fıkıh usulünde bilinen bir kaidedir. Çünkü sebepler ve şartlar muctehidden müçtehide değişebileceği gibi tek bir müçtehit için bile değişebilir. Muctehid, önceki içtihadını bırakıp yeni bir içtihat edebilir. Nitekim Hammad b. Zeyd, Hattâbî, Beyhakî ve benzeri âlimler, durumların ve zamanların değişmesiyle içtihatların ve görüşlerin değişebileceğini, hatta bu halin tek bir müçtehitte bile görülebileceğini söylemişlerdir. Bu tavır Şevkanî’de, İmam Şâfi`î’de, Hattâbî’de, İmamı Eş’ari’de, Maturidî’de ve benzerlerinde muşahede edilmiştir.
(Beyhaki diyor ki: Ebu Suleyman el-Hattabi bazen muteşâbih nasları detaylı olarak te’vîl eder, bazen de hiç te’vîl etmeden zahirlerini Allah’a isnad edip geçerdi. Hattabi’nin bu iki hali şu iki nassın izahında muşahede edilmiştir.

1. Te’vîl ettiği nas:


● Enes b. Malik (radıyallahu anh) diyor ki: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Cehennemin içine kâfirler devamlı atılır”.
Cehennem de: “
Daha ziyâde var mı?” der.
Nihayet âlemlerin Rabbi ona ayağını koyacak da cehennem, içine doğru çekilecek sonra cehennem: “
Yâ Rabb! Senin izzetine ve keremine yemîn ederim ki, yeter, yeter!” diyecek ve cennette de kendisine girenlerden fazla yer kalacak. Nihayet Allah onun için yeniden birtakım halk yaraTıb da bunları cennetin artan yerine yerleştirecektir.”
(Buhârî, Tevhîd, bab: 7; Müslim, Cennet, bab: 37-39, hn. 2848)


Beyhaki diyor ki: Hattabi dedi ki: “Sanki bu gibi hadislerde geçen ‘ayak’ veya ‘bacak’ kelimelerini zikredip onlara herhangi bir mana eklemeyenler bundan çekindikleri için ve bunları yanlış te’vîl etmemek için böyle yapmışlardır. Ebu Ubeyde ilim imamlarından biri iken bunlar hakkında şöyle diyordu: ‘Biz bunları oldukları gibi rivayet ederiz, üzerlerine manalar serpiştirmeyiz.’”

Hattabi diyor ki: “Bizlerin, bizden ilmi daha çok, zamanı daha önce ve yaşı daha büyük olanların önlerine geçmememiz bizlere daha evladır. Ne var ki bu zamanda insanlar bu gibi naslar hakkında iki hizbe ayrıldılar.

a. Rivayet edilen bu türlü hadisleri daha baştan inkâr edenler ve onları kökünden yalanlayanlar: Tabi ki bu tutum, Rasûlullah’la (sallallahu aleyhi ve sellem) bizim aramızda vasıta olan, sünneti bizlere nakleden ve bu gibi hadisleri rivayet eden âlimleri yalanlamaktır.

b. Bu türlü hadislerin rivayetini kabul edenler: Bunların bir kısmı da hadislerin zahiri manalarını almakta o derece ileri giderler ki, nerede ise Allah’ı yaratılanlara benzetecek bir duruma düşerler. “

“Biz bunların ikisinden de yüz çeviririz, bunlardan herhangi birine mezhep olarak razı olmayız. O halde bu hadisler için bizim hakkımızdır ki, bunlara dair öyle bir te’vîl arayalım ki, onları dinin temel esasları ve âlimlerin görüşleriyle bağdaştırsın ve bunları aslından iptal ettirmesin. “


Hattabi sözlerine devamla diyor ki: “Muhtemel ki bu hadiste zikredilen ‘ayak’tan maksat Allah’ın cehennemliklerden ona attığı kimselerdir. Bunların atılması ile cehennemliklerin sayısı tamamlanır, cehennem de dolar. Çünkü insanın önüne attığı her şeye ‘ayak’ denilir. Nasıl ki insanın yıktığı şeylere ‘yıkıntı’ avucunun içine aldığına ‘bir avuç’ deniliyorsa, önüne attığı her şeye de ‘ayak’ denilir. Allahu Teâla’nın şu kelamı da bu kabildendir: . . . İmân edenleri, Rableri’nin katında doğruluk ayakları (sâlih amelleri) olduğuyla müjdele. . .’ (Yûnus, 2) Yani önceden gönderdikleri sâlih amellerle müjdele demektir. Bu Tefsîr Hasan Basri’den rivayet edilmiştir. Diğer yandan hadis-i şerifteki “ayağı” bu şekilde te’vîl etmeyi hadisin sonu teyid etmektedir. Çünkü hadisin sonunda şöyle buyrulmuştur: ‘Cennete gelince Allah onun için yeni yaratıklar icat edecektir.’ Hadis-i şerif böyle te’vîl edildiğinde başındaki mana ile sonundaki mana ittifak eder ve ondan şu anlaşılır: Cennetle cehennemden her biri ilave sayılarla takviye edilirler ki, kendilerine gireceklerin sayıları tamamlansın ve kendileri dolmuş olsunlar.” (Hattabi’nin “Meâlimu’s-Sünen” isimli eseri, V, 95, Humus baskısı)

Görüldüğü gibi, hicretin dördüncü yüzyılının ilk bölümünde yaşayan ve Ebû Dâvûd’un sahihini şerh eden Hattabi, kendisinde “ayak” ifâdesi geçen ayet-i kerîmeyi detaylı olarak te’vîl etme yolunu seçmiş, buradaki ayaktan maksadın “Onların yapıp önceden gönderdikleri sâlih ameller” olduğunu söylemiştir. Hadis-i Şerifte geçen “Allah’ın ayağı”nı da “Cehennemliklerden olan ve oraya sonradan atılan kişiler” olarak te’vîl etmiştir. Hattabî şu hadiste de aynı tavrı takınmıştır.

● Cubeyr b. Mut’im (radıyallahu anh) demiştir ki: “Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna bir bedevi gelip: “Ey Allah’ın Rasulü, insanlar bitkin hale geldi, çoluk çocuk zayi oldu, mallar helâk oldu, büyükbaş hayvanlar öldü. Bizim için Allah’dan yağmur iste. Biz (yağmurumuzun yağdırılması için) seni Allah’a şefaatçi kılıyoruz. Allah’ı da sana şefaatçi kılıyoruz” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da! “
Vay haline! Sen ne dediğinin farkında mısın?” buyurdu. . .
Sonra (tekrar): “
Vay haline!: (şunu iyi bil ki) Allah yarattıklarından hiçbirine şefaatçi kılınamaz. Allah’ın şanı bundan yücedir. Vay haline! Sen Allah kimdir biliyor musun? Onun Arş’ı göklerinin üzerinde şöyledir.” buyurdu ve parmak(larıy)la (el boşluğu) üzerinde kubbe gibi bir şekil yaptı ve: “Muhakkak ki Arş Allah’la birlikte (Allah’ın azametinden dolayı) semerin süvari ile gıcırdadığı gibi gıcırdar” buyurdu.
İbn Beşşar bu hadisi “Allah Arş’ının üstündedir. Arş’ı da göklerinin üstündedir” diye rivayet etti (ve sonra hadisin geri kalan kısmını) nakletti.
(Ebû Dâvûd, Sünnet, bab: 19, hn. 4726; Dârimî, Rikak, bab: 80.)


Hattabi hadiste geçen “Şubhesiz ki, Allah Arş’ının üzerindedir” ifâdesine yorum yaparak diyor ki: “Bu hadisin zahiri manası alınacak olursa, Allah’a bir çeşit keyfiyet (nitelik) isnat edilmiş olur. Hâlbuki Allah ve sıfatları keyfiyetten (nitelendirmeden) uzaktır. Bundan anlaşılmış olur ki, bu ifâdeden maksat “Allah için bu sıfatı gerçekleştirmek ve bunu bu şekilde belirlemek değildir. “

Bundan maksat; “Konuşulanı dinleyicinin anlamasına yaklaştırmaktır. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sözü bu şekilde söyleyerek Allah’ın azametini vurgulamak ve soruyu sorana anlayacağı bir dille konuşmak istemiştir. Çünkü bu kaba bir bedevi idi. İnce anlam taşıyan sözlerin anlamlarını idrak edecek bilgi ve kapasiteye sahip değildi. “

Evet, Hattabi, burada zikredilen müteşâbih nasları detaylı olarak te’vîl etme yolunu seçmiştir.

2. Te’vîl etmediği nas:

Hattabi, Allah’ın dünya semasına indiğini zikreden hadiste ise te’vîle ihtiyaç hissetmemiş ve şöyle demiştir:
“Bu gibi naslar, zahirine imân etmemiz, içine girip onu açmaya çalışmamamız emredilen ilimlerdendir. Bunlar genelinde Aziz ve Celil olan Allah’ın kitâbında zikrettiği müteşâbih naslardır.” (Hattabi’nin “Meâlimu’s-Sünen” isimli eseri, V, 101 vd.)

Görüldüğü üzere Hattabi gibi büyük bir âlim, bu gibi nasların te’vîli icap etmeyen yerlerde te’vîllerinden kaçınmış, te’vîl edilmelerini gerektiren hal ve durumlarda onları te’vîl etmiştir.

Hatta İbni Teymiyye bile “Allah’ın yüzü” ifâdesini “Allah’ın yönü” şeklinde; “Allah sizinle beraberdir” ifâdesini de “Allah, ilmi ve yardımı ile sizinle beraberdir” şeklinde te’vîl etmek mecburiyetinde kalmıştır. Zira “Allah’ın yüzü”nün zikredildiği ayetin zahiri ifâdesi “Her şey helâk olacaktır, Allah’ın yüzü hariç” (Kasas, 88) şeklindedir. Bunun harfiyyen zahirini almak, Allah’a isnat edilen el, ayak vesairenin de helâk olacağını söylemeyi gerektirir.


Yine İbni Teymiyye Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir(Hadid, 4) ayetinde zikredilen “o sizinle beraberdır.” ifâdesini “O ilmi ve yardımıyla sizinle beraberdir” şeklinde te’vîl etme mecburiyetinde kalmıştır. Çünkü ona göre “Allah gerçekten zatı ile Arş’ın üzerinde oturmaktadır.” Eğer kulları ile bareber olduğunun zahiri manasını alırsa savunduğu düşünce bozulmuş olur.








Muhammed Ebû Zehra’nın konu ile ilgili görüşü:

Selefiyye Grubu’nun bu mesele hakkındaki görüşlerini değerlendiren el-Ezher Üniversitesi İslam Hukuku Fakültesi öğretim üyelerinden ve Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi İslam Hukuku Bilim Dalı Başkanı olan Prof. Dr. Muhammed Ebû Zehra şunları söylemektedir:

“Selefiyye Grubu, Kur’an ve Sünnet’te zikredilen, Allahu Teâlâ’nın her sıfatını veya her yaptığını olduğu gibi zahiren kabul ederler. Zahirini bırakıp te’vil veya tefsirde bulunmazlar.”

“Selefiyye, Allah’a ‘sevgi’, ‘gazap’, ‘kızma’, ‘çağırma’, ‘konuşma’, ‘bulutların gölgesiyle insanlara inme’, ‘Arşı’nın üzerinde oturma’ gibi sıfatları isnat ederler. Eli ve yüzünün bulunduğunu söylerler. Bu hususta herhangi bir te’vile ihtiyaç duymazlar. Ancak, Allahu Teâlâ’ya nispet edilen bu hususların, yaratılanlara asla benzemediğini söylerler. ‘Allah’ın eli, yüzü, inmesi, yaratılanların eline, yüzüne ve inmesine benzemez. Allah, bu benzerlikten çok uzaktır.’ derler.”

Ebû Zehra sözüne devamla diyor ki: İbni Teymiyye, işte bu metodu, Selef-i Sâlihin’in metodu sayar ve bu hususta şunları söyler: “Doğru yol, hidayet önderlerinin, üzerinde bulundukları yoldur. Bu da, Allahu Teâlâ’nın, kendisini sıfatlandırdığı veya Rasûlü’nün O’nu sıfatlandırdığı şekilde sıfatlandırılması, Kur’an ve hadisin dışına taşılmaması yoludur. Bu hususta, iman ve ilim sahibi olan Selef-i Sâlihin’in izini takip etmek gerekir. Kur’an-ı Kerim’den ve hadîs-i şerîflerden anlaşılan manalar bir kısım şüphelerle bertaraf edilemez. Aksi takdirde söz, esas manasından kaydırılmış olur. Yine bunlardan anlaşılan manalardan yüz çevrilemez. Aksi takdirde ‘Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, kendilerine Rableri’nin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler’[53] ayetinin dışına çıkılır. Kur’an’ın düşünülmesinden de vazgeçilemez. Aksi halde ‘Onlardan bazılarının okuyup yazması yoktur. Birtakım kuruntular hariç, Kitab’ı bilmezler.’[54] ifadesiyle tavsif olunan kimseler durumuna düşülmüş olunur.”

Ebû Zehra devamla diyor ki: “Bu ifadelerine göre İbni Teymiyye, Selefiyye Mezhebi’ni, Allahu Teâlâ’ya, keyfiyeti bilinmeyen ‘el’, ‘yüz’, ‘üst’, ‘inme’ gibi sıfatlar isnat eden, bu lafızların zahirinden harfiyyen anlam çıkaran, zahiri dahi olsa mecazlardan uzak kalan bir mezhep olarak kabul ediyor ve bu mezhebin, Allah’a cisim isnat eden ‘Mücessime’ veya Allah’ın sıfatlarını reddeden ‘Muattile’ gruplarına benzemediğini savunarak şunları söylüyor: ‘Selefiyye Mezhebi, Allah’ın zatını yaratılanlara benzetmediği gibi, sıfatlarını da yarattıklarının sıfatlarına benzetmez. Selefiyye, Allah’ın, kendisini sıfatlandırdığı veya Peygamberi’nin, O’nu sıfatlandırdığı sıfatları reddederek, O’nun isimlerini ve yüce sıfatlarını işlemez hale getirmezler. Aksine davrananlar ise, sözü esas manasından kaydırırlar, Allahu Teâlâ’nın isimlerinden ve ayetlerinden saparlar.’ Muattile Grubu, Allah’ın sıfatlarını işlemez hale getirmeyi, Müşebbihe Grubu ise, Allah’ı yaratılanlara benzetmeyi benimsemektedir.”

İbni Teymiyye bu konu üzerinde durarak şöyle demiştir: “Allah’ın kitabında, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetinde, ümmetin geçmişlerinin ve sahabilerin beyanlarında, heva heveslerin ve ihtilafların hâkim olduğu zamanlarda yaşayan imamların sözlerinde bunun aksini, kesin olarak veya işaret yoluyla ifade eden herhangi bir kelime bulunmamaktadır. Bunların hiçbiri ‘Allah gökte değildir, Arş’ın üzerinde değildir’ dememişlerdir. Yine onlar ‘Allah her yerdedir. Bütün yerler O’nun için eşittir. O, ne bu âlemin içindedir, ne de bu âlemin dışında. O, ne bitişiktir, ne de ayrı. O’na parmak ve benzeri şeylerle işaret etmek caiz değildir’ dememişlerdir.[55]

Ebû Zehra sözlerine devamla diyor ki: Görülüyor ki, İbni Teymiyye, Selef-i Sâlihîn’in mezhebini Kur’an’da ve hadislerde zikredilen “üstte ve altta olmak”, “Arş’ın üzerinde oturmak”, “yüz ve el sahibi olmak”, “sevmek ve kızmak” gibi sıfatları, herhangi bir te’vil yapmadan Allah’a isnat eden bir mezhep sayıyor.

Acaba Selef-i Sâlihîn’in mezhebi gerçekten bu mudur? Buna cevap olarak deriz ki: İbni Teymiyye’den önce dördüncü yüzyılda, Hanbelî mezhebinde olanlar bu görüşü ileri sürmüşler ve bunun Selef-i Sâlihîn’in mezhebi olduğunu iddia etmişlerdir. Bunun üzerine o zamanki âlimler bunlarla tartışmışlar ve bu söylenenlerin kesinlikle, Allah’ı yarattıklarına benzetmeye ve Allah’a cisim isnat etmeye yol açtığını ispat etmişlerdir. Bu görüşler gerçekten, benzetmeye ve cisim isnat etmeye yol açmıştır. Zira bunlara göre, Allahu Teâlâ’ya parmakla işaret etmek dahi caizdir. İşte bu sebepledir ki, Hanbelî fıkıh âlimi İbnu’l-Cevzi, Selefiyye’nin bu görüşlerine karşı çıkmış ve bu görüşlerin Selef-i Sâlihîn’in ve İmam Ahmed’in görüşleri olduğu iddiasını reddetmiştir. İbnu’l-Cevzi bu hususta şunları söylemiştir: “Bir kısım arkadaşlarımızın, temel esaslar (itikadi ilimler) hakkında doğru olmayan sözler söylediklerini, mezhebi lekeleyecek kitaplar yazdıklarını ve avam tabakasının derecesine düştüklerini gördüm. Bunlar Allahu Teâlâ’nın sıfatlarını hissî ölçülerle değerlendiriyorlar.”

Allah, Âdem’i kendi suretinde yarattı”[56] hadîs-i şerîfini duymuşlar ve Allah’ın zatına ilaveten, şeklinin ve yüzünün bulunduğunu, ağzı, küçük dili, dişleri, yüzünün nurları, iki eli, iki parmağı, avucu, küçük parmağı, başparmağı, göğsü, baldırı, bacağı ve iki ayağı bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bunlar “başının olduğunu işitmedik” demişlerdir. Allah’a isim ve sıfat isnat etmede, metinlerin zahirine bakmışlar ve bazı şeyleri bid’at saymışlardır. Bu hususta onların ne aklî ne de nakli delilleri vardır. Bunlar, zahirî manaları kabul etmekten uzaklaştıran ve Allah için vacip olan manaları almayı emreden metinlere itibar etmezler. Yaratılanların sıfatlarını andıran hususları Allah’a isnat etmekten kaçınmazlar. Öyle ki bunlar, bazı hususların, Allah’ın fiilî sıfatı olduğunu söylemekle yetinmediler, bu hususların, Allah’ın zatının sıfatları olduğunu iddia ettiler ve “Biz, müteşâbih metinleri, bilinen zahiri manalarından anlarız. Onları, lügatteki, zahiri olmayan bir kısım münasip manalarla yorumlamaya girişmeyiz. Mesela “el” kelimesinin “nimet” ve “kudret” demek olduğunu; “gelmek” kelimesinin “iyilik” ve “lütuf” ifade ettiğini ve “baldırın açılmasının”, “zorluk” ve “şiddet” manasına kullanıldığını kabul etmeyiz” dediler.

İbnu’l-Cevzi sözlerine devamla demiştir ki: “Hâlbuki nasların zahiri manaları, insanların sıfatlarını ifade eden manalardır. Bir kelime, mümkün olduğu ölçüde gerçek manasına yorumlanır. Şayet onun, gerçek manasında yorumlanmasına mani bir durum bulunursa, o zaman mecâzî manada kullanıldığı anlaşılır.”

“Diğer yandan bu adamlar, Allah’ı bir şeye benzetmekten kaçındıklarını, kendilerine Müşebbihe “Benzeticiler” sıfatının isnat edilmesine şiddetle kızdıklarını söylerler ve “Biz, Ehl-i Sünnet’iz” derler. Fakat bunların konuşmalarının bir “benzetme” olduğu şüphesizdir. Birçok halk tabakası bunlara uymaktadır. Ben, hem uyanlara, hem de kendilerine uyulanlara öğüt verdim ve dedim ki: “Arkadaşlar! Sizler, nakle dayanan ve imamlara tabi olan kişilersiniz. En büyük imamınız, Ahmed b. Hanbel (radıyallahu anh), kamçılanırken diyordu ki: ‘Öncekilerin söylemediği bir şeyi ben nasıl söyleyeyim?” Onun mezhebinde bulunmayan bir şeyi, sakın siz icat etmeyin. Sonra diyorsunuz ki: “Hadisler, zahiri manalarıyla alınır.” Hâlbuki “ayak” kelimesinin zahiri manası, “belirli bir organ” demektir. Kim “Allah, mukaddes zatıyla oturmaktadır” derse, O’nu gözle görülebilen, elle tutulabilen, hissi şeylere benzetmiş olur.”

“Temel esaslarda (itikadi meselelerde), kendisiyle ispat edilen akıl tamamen devre dışı bırakılmamalıdır. Çünkü biz, Allah’ı onunla bildik ve Allah’ın “kadim” olduğuna, onunla hükmettik. Eğer sizler Selef-i Sâlihîn gibi “Biz sadece hadisleri okur ve susarız” derseniz, kimse size bir şey demez. Fakat sizlerin, müteşâbih hadisleri zahiri manalarına yorumlamanız, çirkin bir şeydir. Selefî olan İmam Ahmed’in mezhebine, onda olmayan şeyleri sokuşturmayın.”[57]

Ebû Zehra devamla diyor ki: “İbnu’l-Cevzi, Selefiyye Grubu’nun görüşlerini çürütme hususunda uzunca beyanatlarda bulunmuştur.

İbnu’l-Cevzi’nin eleştirdiği bu görüşler, hicri 457 de vefat eden Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi Kadı Ebû Ya`lâ’ya aittir. Ebû Ya’la’nın bu gibi görüşleri kendisine yöneltilen ağır eleştirilere yol açmıştır. Hatta bir kısım Hanbelî fıkıh âlimleri “Ebû Ya’la, Hanbelî Mezhebi’ni öyle bir şekilde lekelemiştir ki, denizlerin suyu dahi, o lekeyi yıkayamaz” demişlerdir.

Yine, hicri 527 de vefat eden, Hanbelî mezhebine mensup olan, İbn ez-Zağuni de Ebû Ya’la’nın sözleri gibi şeyler söylemiştir. Bu şahıs hakkında bazı Hanbelî âlimleri şöyle demişlerdir: “Bu adamın sözlerinde, uyanık kişilerin hayret edeceği, Allah’ı yaratılanlara benzetme ifadeleri vardır.”

Muhammed Ebû Zehra sözlerine devamla diyor ki: “Görüldüğü gibi, Hanbelîler, hicri dördüncü ve beşinci yüzyıllarda meydana gelen bu gidişe karşı çıkmışlardır. Bu sebepledir ki, Selefiyye Mezhebi ortadan kaybolup gizlenmiştir. Nihayet İbni Teymiyye geldi ve bu görüşleri cesaretle tekrar ortaya attı. İbni Teymiyye’nin bu yüzden işkence görmesi, bu mezhebin yayılmasına sebep oldu. Çünkü işkenceler, görüşlerin yayılmasına vesile olur. Bu nedenle, İbni Teymiyye’nin izinde yürüyenler çoğaldı ve görüşleri rağbet buldu. Şu hususu belirtmek gerekir ki; Selefiyye’nin, bu görüşlerinin Selef-i Sâlihîn’in mezhebi olduğunu iddia etmeleri, tartışılması gereken bir konudur. İbnu’l-Cevzi ve Hanbelî mezhebine mensub olan bir kısım âlimler bu görüşün Selef-i Sâlihîn’in görüşü olduğunu reddetmişlerdir.

Mesele lügat yönünden ele alınacak olursa: Allah Teâlâ: “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir”[58] “Her şey yok olmaya mahkûmdur. Ancak, Allah’ın yüzü hariç”[59] buyurmaktadır. Şimdi, bu metinlerden, zahir ve hissi manalar mı anlaşılır, yoksa Allah’ın şanına yakışan başka manalar mı anlaşılmalıdır? Mesela: “el” kelimesi “kuvvet ve nimet” manasına, “yüz” kelimesi “zat” manasına, “dünya semasına inmek”, “hesabın yaklaşması” ve “Allah’ın kullarına yakın olduğu” manasına yorumlanabilir. Kelimelerin lügatteki manaları bu tür yorumlara müsait, kelimeler de bu yorumları kabul edecek mahiyettedir. Nitekim birçok ilm-i kelam ve fıkıh âlimleri, bu gibi kelimeleri böyle tefsir etmişlerdir. Şüphesiz ki, bu kelimeleri uygun bir şekilde tefsir etmek, bunları tamamen zahiri manalarında almaya kalkışıp, keyfiyetin nasıl olduğunun bilinmediğini söylemekten daha evlâdır. Bu kelimeleri, zahiri manalarında anlamaya çalışanlar şöyle derler: “Allah’ın eli vardır. Fakat nasıl olduğunu bilmeyiz. Onun eli, yaratılanların ellerine benzemez. Allah da aşağıya iner. Fakat Onun inişi, bizimkine benzemez…”[60]

“Müteşâbih metinleri bu şekilde izah etmek, kelimeleri, anlaşılmayan ve gayeleri kavranılmayan bir kısım meçhul manalara havale etmektir. Hâlbuki bu gibi kelimeleri, lisanın kabul edeceği ve lügatten uzak olmayan bir kısım münasip manalara yorumlayacak olursak, Allah’ı tenzih eden ve anlaşmazlıkları bertaraf eden neticelere varırız.”

“İbni Teymiyye bir taraftan ‘En güvenceli yol, metinleri oldukları gibi bırakmaktır’ diyor, Selef-i Sâlihin’in yolunun bu olduğunu iddia ediyor ve kelimelerin, zahirî ve harfî manalarından anlaşılacaklarını bildiriyor. Diğer taraftan İbni Teymiyye, bu kelimelerin ifade ettikleri manaların, yaratılanlarda görülen şekillerde olmadığını beyan ediyor ve başka bir şey söylemekten kaçınıyor, hiçbir tefsire girişmiyor. ‘Tefsire girişmek, doğru yoldan sapmaktır’ diyor. Bunu söylerken de, Al-i İmrân, yedinci ayetini delil gösteriyor. İbni Teymiyye bu tutumuyla, müteşâbih ayetleri, hem tefsir ettiğini, hem de oldukları gibi bıraktığını zannetmektedir. O, bu tür kelimeleri, zahiri manalarında tefsir eder. Ancak Allah’ı yaratılanlara benzetmekten uzaklaştırır ve bu sıfatların keyfiyetini izahtan kaçınır.

İbni Teymiyye, Sahâbî-i Kiram’ın ‘el’, ‘ayak’, ‘yüz’, ‘oturma’, ‘inme’ gibi manaları kapsayan müteşâbih ayetlerin manalarını bildiklerini, bunları zahiri manalarıyla anladıklarını, Allah’ın zatının keyfiyetini bilmeye kalkışmadıkları gibi, bu tür sıfatlarının keyfiyetini bilmeye de kalkışmadıklarını söyler. Evet, İbni Teymiyye, Selef-i Sâlihîn’in mezhebinin bu olduğunu söylemiştir.”[61]

“İmam Gazali, İbni Teymiyye’nin bu tutumuna karşı çıkmış ve “İlcamu’l Avam an İlmi’l-Kelam” isimli eserinde şunları söylemiştir: “Kur’an-ı Kerim’de ve hadîs-i şerîflerde bulunan müteşâbih lafızların iki türlü manası vardır. Birincisi; zahiri manadır. Bu mana, duyu organlarıyla hissedilen manadır. Bu gibi manalar, Allahu Teâlâ’ya nisbet edilmesi mümkün olmayan manalardır. İkinci mana ise; kolayca anlaşılan mecâzî manadır. Bu manayı Arapça bilen bir insan te’vil ve tefsire girişmeden anlayabilir. Allah’ı kendisine yakışmayan sıfatlardan uzaklaştırmak şunu iyi bilmekle olur: ‘el’ ve ‘parmak’ gibi kelimeler veya Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, ‘Allah, Âdem’i eliyle yoğurdu’, ‘Mü’minin kalbi, Rahman olan Allah’ın parmaklarından iki parmağın arasındadır’ hadîs-i şerîfleri işitildiği zaman, bunların, iki türlü manaları vardır:

Birinci mana: Kelimelerin konuldukları asıl manalarıdır. Bu da, et, kemik ve sinirden meydana gelen belli bir organ demektir. Et, kemik ve sinir özel birer cisim ve sıfattır. Ben burada cisim kelimesiyle, boyu, eni, derinliği olan ve belli bir yeri işgal eden, kendisi orada bulunduğu sürece, başka cismin aynı yeri işgal etmesine mani olan bir maddeyi kast etmekteyim. Bu anlamda cismin Allah’a isnat edilmesi hem aklen hem de naklen imkânsızdır.

İkinci mana ise, bu kelimelerin konuldukları asıl lügat manaları dışındaki mecâzî manalardır. Kelimeler hakiki manalarında kullanıldıkları gibi mecâzî manalarında kullanıldıkları da bir gerçektir. Mesela ‘el’ kelimesi cisim ifade etmeyen başka bir manada da kullanılmaktadır. ‘Memleket, hükümdarın elindedir.’ denildiği zaman, hükümdarın eli kesik ve sakat olsa dahi, aynı şey söylenir ve bundan memleketin, hükümdarın idaresi altında bulunduğu anlaşılır.”

“İster halk tabakasından olsun, ister okumuş kimseler olsun, herkes kesinlikle bilmelidir ki, Allah’ın Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu gibi sözleriyle, et, kemik ve kandan meydana gelen bir organı kast etmemiştir. Bu gibi şeyler, Allah için mümkün olmayan şeylerdir. Allah, bunlardan uzaktır, münezzehtir. Bir insanın hatırına, Allah’ın bir kısım organlardan meydana gelmiş bir cisim olduğu gelirse, o kimse puta tapan bir kimse kabul edilir. Çünkü her cisim yaratılmıştır. Yaratılmış bir şeye tapmak ise, Allah’ı inkâr etmektir. Putlar, başkaları tarafından yapılmış olan şeylerdir. O halde bunlara tapmak küfürdür, Allah’ı inkâr etmektir.”

Ebû Zehra devamla diyor ki: Görülüyor ki, Hücccetü’l-İslam İmam Gazali, müteşâbih kelimeleri, açık seçik olan, meşhur mecâzî manalarıyla izah ediyor. Şüphesiz ki, lisanın mecazını ve hakikatini bilen Selef-i Sâlihîn bu kelimeleri, kullanıldıkları meşhur mecâzî manalarında anlıyorlardı.

Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) ağacın altında biat edenler, aşağıdaki ayette zikredilen “el” kelimesinden, yaratılanlarınkine benzemeyen bir elin kast edildiğini anladıkları şüphesizdir. Burada, Allah’ın kudretinin kastedildiğini anlamamaları mümkün değildir. Çünkü ayette, verdiği sözü bozacak olanın, sözünü bozmasından kendisinin sorumlu olacağı zikredilmekte ve “el” ile “güç ve kuvvet”in kastedildiğine işaret edilmektedir. Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur: “Ey Muhammed! Şubhesiz ki, sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmişlerdir. Allah’ın eli, (kudreti) onların ellerinin üstündedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a olan ahdini yerine getirirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”[62]

“İşte bu sebeple biz, Maturidî’nin, İbnu’l Cevzi’nin ve Gazali’nin metotlarını tercih ediyor ve Sahâbî-i Kiram’ın, kelimeleri, hakiki manalarında kullanılmaları mümkün olmayan hallerde, mecâzî manalarda kullanıldıkları kanaatini taşıyoruz.” (Muhammed Ebu Zehra, el-Mezahibu’l-İtikadiyye isimli eseri, I, 231, 237.)





-------

[2]Sufyan b. Uyeyne hicretin 107. yılında Kufe’de doğmuş, 198. yılında Mekke’de vefat etmiştir. İsmi Süfyan b. Uyeyne b. Meymun, el-Hilali el-Mekki’dir. Köle asıllıdır. Mekke’nin Haremi Şerif muhaddisidir. Güvenilen hadis hafızıdır. İlmi geniş, itibarı büyüktür. İmamı Şafii şöyle demiştir: “Eğer Malik ve Süfyan olmasaydı, Hicaz’da ilim kalmazdı.” Süfyan’ın hadiste “Cami” isimli eseri, bir de Kur’an Tefsîri mevcuttur. (Bkz. Hayreddin ez-Zirikli, III, 105, “Tezkiretu’l-Huffaz”, I, 242, “Mizanu’l-İtidal”, I, 397.)

[3]Lalikai’nin “Usulu İtikadi Ehli’s-Sünne” isimli eseri, III, 431, Beğavi’nin “Şerhi’s-Sünen” isimli eseri, I, 171; Darekutni, “es-Sıfat” isimli eseri, 7.

[4]Bkz. Suyuti’nin “el-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an” isimli eseri, III, 12. Muhammed Ebu’l-Fadl’ın Tahkiklisi.

[5]İmam Maturidi, hicretin 280. yılında Semerkand’ın kazası Maturid’de doğmuş, hicri 333 yılında Semerkand’da vefat etmiştir. İsmi, Muhammed b. Muhammed b. Mahmud’dur. Künyesi Ebu Mansur’dur. Semerkand’da dini eğitim görmüş, Ehl-i Sünnet itikadını savunmuş ve itikatta mezhep imamı olmuştur.

[6]Bkz. Maturidi’nin “Tevhîd” isimli eseri, 4.

[7]Taha, 5.

[8]İmam Şafii’nin “Fıkhu’l-Ekberi Fi’t-Tevhîd” isimli eseri, madde: 12.

[9]Beyhaki, “Sünenu’l-Kubra”, III, 3, 4, hn. 4652, 4655.

[10]Bkz. Hattabi’nin “Meâlim es-Sünen” isimli eseri, V, 101, 102.

[11]Taha, 5,

[12]Bkz. İmam Şafii’nin “Fıkhu’l-Ekber Fi’t-Tevhîd” isimli eseri, madde, 13.

[13]Konu ile ilgili olarak bakınız: Şevkâni’nin “İrşadu’l-Fuhul” isimli eseri, 167.

[14]Şura, 11.

[15]Nahl, 74.

[16]İhlas, 4.

[17]Meryem, 65.

[18]Taha, 110.

[19]Bkz. “Tahavi Akidesi”, 11, şiir rakamı: 37, 38.

[20]Bkz. Nesefi Akaidi, 1.

[21]Bkz. Teftazani’nin akaid şerhi, 69-74.

[22]Taha, 5.

[23]Kaf, 16.

[24]Konuyla ilgili olarak Bkz. Ebu Zehra’nın “İtikadi Mezhepler Tarihi”, 220-221.

[25] İbni Kuteybe: Hicretin 213. yılında Bağdat’ta doğmuş, 276. yılında yine orada vefat etmiştir. İsmi, Abdullah b. Müslim b. Kuteybe ed-Dineveri’dir. Edebiyat âlimlerindendir. Çokça eseri bulunmaktadır. Kufe’de yaşamış, Dinever şehrinin kadılığını yapmış ve oraya nisbet edilmiştir. Eserlerinden bazıları şunlardır: Te’vîli Muhtelefu’l-Hadis, Edebu’l-Kâtib, Maarif, Kitâbu’l-Meâni, Uyunu’l-Ahbar, eş-Şi’ru ve’ş-Şuara, el-İmame ve’s-Siyase (Bu eserin kendisine ait olduğu ihtilâflıdır.), er-Reddu ala eş-Şuubiyye, Müşkilu’l-Kur’an, Tefsîru Garibu’l-Kur’an, el-Müştebeh mine’l-Hadisi ve’l-Kur’an, el-Mesail ve’l-Ecvibe fi’l-Hadis, Garibu’l-Hadis, vesaire. (Bkz. Hayreddin ez-Zirikli, IV, 137. Abdullah b. Müslim maddesi.)

[26] İbni Abdulberr: Hicretin 368. yılında Kurtuba (İspanya)’da doğmuş, 463 yılında Şatıba’da vefat etmiştir. Maliki mezhebine mensuptur. İsmi Yusuf b. Abdullah b. Muhammed b. Abdulberr’dir. Künyesi Ebu Ömer’dir. Hadis hafızlarının büyüklerindendir. Tarihçi, edebiyatçı ve araştırmacı bir âlimdir. Kendisine batının hafızı ünvanı verilmiştir. Endülüsün batısına ve doğusuna uzun yolculuklar yapmıştır. Bir dönem Lizbon (Portekiz)’un ve Şenteri’nin kadılığını yapmıştır. Eserlerinden bazıları şunlardır: ed-Dürer fi İhtisari’l-Megazi ve’s-Siyer, el-Aklu ve’l-Ukalau, el-İstîab, Camiu Beyani’l-İlmi ve Fadlihi, el-Medhal fîl-Kıraat, Behçetu’l-Mecalis, el-İntikau fi Fedaili-Malik ve Ebu Hanife ve’ş-Şafii, et-Temhidu lima fi’l-Muvatta mine’l-Maani ve’l-Esanid, el-İztizhar fi Şerhi Ulemai’l-Ensar, Kasdu’l-Umem, el-İnbah ala Kebairi er-Rüvah, et-Tekassı li Hadisi el-Muvatta, el-İnsaf fîma beyne’l-Ulemai mine’l-İhtilaf, el-Kafi fîl-Fıkhı, Nüzhetu’l-Müstemtiin, Zikru et-Tarif bi Cemaatin mine’l-Fukahai Eshabi Malik. (Bkz. Hayreddin ez-Zirikli, VIII, 240 Yusuf b. Abdullah maddesi.)

[27] el-Kayrevanî: Hicretin 386. yılında vefat etmiştir. İsmi Abdullah b. Abdurrahmân b. Ebi Zeyd el-Kayrevanî’dir.

[28] Kadı Ebu Ya’lâ: Hicretin 380. yılında Bağdat’ta doğmuş, 458. yılında vefat etmiştir. İsmi Muhammed b. Hüseyin b. Muhammed b. Halef b. el-Ferraa’dır. Künyesi Ebu Ya’lâ’dır. Çağında temel islami ilimlerin, fer’i meselelerin ve diğer ilim dallarının en bariz âlimlerindendir. Abbasi halifelerinden el-Kaim Ebu Ya’lâ’yı halifelik makamının, Harran ve Hulvan (Irak) şehirlerinin kadısı tayin etmiştir. Bu zatın çeşitli ilim dallarında eserleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: el-Ahkamu’s-Sultaniyye, el-Kifaye fi Usuli’l-Fıkhi, Ahkamu’l-Kur’an, Uyunu’l-Mesail, Erbaa Mukaddimeti fi Usulid-Diyanât, el-Udde fi Usuli’l-Fıkhi, Kitâbu’t-Tıb, Kitâbu’l-Libas, el-Mücerred fi Fıkhi İmamı Ahmed, Rududun ala’l-Eş’ariyye ve’l-Kerramiyye ve’s-Sâlimiyye ve’l-Mucessime, vesaire. Zamanında Hanbeli mezhebinin şeyhidir. (Bkz. Hayreddin ez-Zirikli, VI, 99-100. Muhammed b. Hüseyin Maddesi.)

[29] İbni ez-Zâğuni: Hicretin 455. yılında Bağdat’ta doğmuş, 527’de ölmüştür. İsmi Ali b. Ubeydullah b. Nasr b. ez-Zâğuni’dir. Künyesi Ebu’l-Hasen’dir. Tarihçi ve Hanbeli mezhebi fıkıh âlimlerinin güzidelerindendir. İslami temel bilgiler, fer’i meseleler ve hadis ilminde eserleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

Tarih hakkında: Tarihun ala es-Sinin,

Fıkıh ilminde: İkna, Vadıh, el-Hilafu’l-Kebir, el-Müfredat,

İtikatta: Îdah,

Fıkıh Usulünde: Gureru’l-Beyan, eserleri yanında Divanu’l Hutab, Mecali’s-fil-Vaaz, ve Fetavi isimli eserleri ayrıca

Feraiz ilminde ve matematiğin zor konularında “Telhis” isimli eserleri mevcuttur. (Bkz. Hayreddin ez-Zirikli, IV, 310.)

[30]Bkz. İbni Teymiyye’nin “el-Akide el-Vasıtiyye” isimli eseri ve onun şerhi, 135.

[31]Müslim, Mesacid, bab: 33, hn. 537. Ebû Dâvûd, Salât, Bab:171 hn:930

[32]Zuhruf, 84.

[33]Hadid, 22.

[34]Müslim, el-Birr, bab: 43, hn: 2569.

[35]Ebû Dâvûd, Sünnet, bab: 19, hn. 4726; Dârimî, Rikak, bab: 80.

[36]Bkz. Hattabi, Meâlimu’s-Sünen, V, 101, Humus baskısı.

[37]Fecr, 22.

[38]Nahl, 33.

[39]Bkz. Beyhaki, el-Esmau ve’s-Sıfat isimli eseri, 294. Zahid el-Kevseri’nin yorumlarıyla basılan nüsha.

[40]Buhârî, Menakıbu’l-Ensar, bab: 10.

[41]Bkz. Fethu’l-Bari, VII, 82, Beyhaki, “el-Esmau ve’s-Sıfat” isimli eseri, 470.

[42]Buhârî, Teheccüd, bab: 14, Tevhîd, bab: 35, Daavat, bab: 14; Müslim, Müsafirin, bab: 168-173, hn. 758.

[43]Bkz. Beyhaki, “el-Esmau ve’s-Sıfat” isimli eseri, 456.

[44] Kasas, 88.

[45] Rahmân, 26-27.

[46]Bkz. İbni Teymiyye’nin “Mecmû`u’l-Fetâvâ, II, 428.

[47] Bakara, 115.

[48]Bkz. Beyhaki’nin “el-Esmau ve’s-Sıfat” isimli eseri, 309.

[49] Age.

[50] Tâhâ, 5.

[51]Bkz. Fethu’l-Bari, XIII, 315, Tefsîru’l-Beğavi, Taha Sûresi, ayet: 5.


[53]Furkan, 73.

[54] Bakara, 78.

[55] Bkz. İbni Teymiyye, “el-Hemeviyyetu’l-Kubra fi Mecmuati’r-Resailil-Kubra”, 419.

[56]Buhârî, İstizan, bab: 1; Müslim, Birr, bab: 115, hn. 2612; Müsned, İmam Ahmed, II, 244, 251, 315.

[57]Bkz. İbnu’l-Cevzi, “Def’u Şibhi et-Teşbih” isimli eseri.

[58]Fetih, 10.

[59]Kasas, 88.

[60]Bkz. İbni Teymiyye’nin er-Resailu ve’l-Mesail isimli eseri, III, 12, 20, 45, 106.

[61]Bkz. İbni Teymiyye’nin er-Resail ve’l-Mesail isimli eseri, III, 12, 20, 45, 106.

[62]Fetih, 10.

(Şeyh Hasan Karakaya, İslam Akaidi)

-------------



ـ4452 ـ1ـ عن ابْنِ عبَّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قالَ: ] ضَمَّنِى رَسُولُ اللّهِ # الى صَدْرِهِ، وَقالَ :
اللّهُمَّ فَقِّهْهُ في الدِّينِ وَفي روايةٍ: اللّهُمَّ عَلِّمْهُ الْكِتَابَ. وفي أُخْرى : الْحِكْمَةَ [. أخرجه الشيخان والترمذي .
İbnu Abbâs (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni sinesine bastırdı ve: "Allahım, bunu dinde fakîh kıl" diye dua etti."
Bir başka rivayette: "Allahım ona Kitab'ı öğret!"; bir diğer rivayette: "Hikmeti öğret" demiştir."
(Buharî, Fezâil'l-Ashâb 24, İlm 17, Vudû 10, İ'tisam 1; Müslim, Fezâilu's Sahâbe 138, (2477); Tirmizî, Menâkıb, (3823, 3824;
Buhari, es-Sahih, K. Vudu' , 1/45; İbn Kesir, Tefsir, 1/13; Suyuti, Itkan, II / 187)
AÇIKLAMA:

Abdullah İbnu Abbâs (radıyallahu anhumâ) Rasûlullah'ın en ziyade sevdiği amcalarından Abbâs İbnu Abdilmuttalib'in oğludur. Annesi Lubâbetu'l-Kubrâ Bintu'l-Hâris'tir. Aynı zamanda Hâlid İbnu Velîd'in teyzesinin oğludur. Habru'l Umme denmiştir. İlminin genişliğine telmihen Bahr lakabı da verilmiştir. İbnu Ömer onun için: "Muhammed'e ineni en iyi bilen insan" demiştir.
* İbnu Abbas (radıyallahu anhumâ), bu duanın bereketine Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir'de, ummetin en büyük mufessir alimi olmuştur.
Şarihler, İbnu Abbâs
(radıyallahu anhuma)'nın izhar ettiği hal'e bakarak, Aleyhissalâtu vesselâm'ın onun için yaptığı duanın Allah indinde kabule mazhar olduğunu belirtirler. "Zîra derler, tefsir bilmek, din ilminde diğer sahabeler arasında mumtaz bir mevki tutmaktadır."

Fıkıh kelimesi de, fehim yani anlayış mânasına gelir. Şu halde dinde fakih olmak, "dinde anlayış sahibi olmak" mânasına da gelir. Bu mâna "din ilmini bilmek" manasına da şâmildir.

Abdullah ibn Abbâs (r.anhuma): Peygamber (s.a.v) beni bağrına bastı da: "Yâ Allah, buna hikmet öğret" diye duâ etti, demiştir.

(Buhari, Fedailu's ashab, Bab 26, hadis no: 96)

97-.......Bize Abdulvâris (bu hadîsi senediyle) tahdîs etti. Peygamber bunda: "Yâ Allah, buna Kitâb'ı öğret" diye duâ etti, demiştir.
(Buhari, Fedailu's ashab, Bab 26, hadis no: 98)

Ve bize Mûsâ ibn îsmâîl tahdîs etti. Bize Vuheyb, Hâlid el-Hazzâ'dan olmak üzere, geçen senedle o hadîsin benzerini (yânî Ebû Ma'mer'in rivayetinin benzerini) tahdîs etti.
el-Buhârî bu hadîsin sonunda: "Hikmet", peygamberlik dışındaki re'y ve ictihâdda İsabet etmektir, tefsirini nakletmiştir. (îmâm Şafiî'ye göre hikmet, Rasûlullah'ın sünnetidir. Bu tefsire göre, hadîsin iki rivayet yolu arasında tenazur bulunur, Bir rivayet tarikinde Kitâb ve Kur'ân'ın tevîli öğretilmesi mukaabilinde, bu rivayette sünnet öğretilmesi temennîsi kasdedilmiş olur. Bir de el-Bağâvî'nin Alu'cem'indeki rivayette: "Yâ Allah, bunu dînde fakîh kıl, Kur'ân'ın da te'vil ve tefsirini öğret" suretinde duâ edilmiştir.

(İbn Hanbel, 1, 266, 314; Hakim, el-Mustedrak, 111, 534)
Şu hâlde İbn Abbâs'ın mufessir, muhaddis ve fakîh olması hakkında duâ buyurulmuş oluyor. İşte bu duaların bereketiyle îbn Abbâs, İslâmî ilimlerin hepsinde en yüksek dereceye yükselmiştir.)



********


Allah'ın Eli

Âdem aleyhisselâm'ın yalnız kendisine bahşedilen özelliklerinden biri de Allah'ın O'nu iki eliyle yaratmasıdır.

Allah, Adem'e secde etmeyen İblis'e şöyle dedi:

يَٓا اِبْل۪يسُ مَا مَنَعَكَ اَنْ تَسْجُدَ لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَيَّ
"Ey iblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?" (Sâd 75)

Adem’in, Allah’ın iki gerçek eli tarafından değil de, O'nun nimeti veya kudreti ile yaratıldığını iddia edenler, ayetleri yalanlıyorlar ve Âdem'in faziletini inkar ediyorlar.
Allah’ın eline “Kuvvet" veya "Nîmet" denildiğinde, o zaman tüm peygamberler Allah'ın iki elli tarafından yaratılmış olarak nitelendirilebilirlerdi. Bu yanlıştır ve aşağıdaki hadislerle çelişir.

Kıyamet günü Adem bu faziletiyle tanınır, diğer peygamberler ise diğer faziletleriyle tanınır.
Kıyamet gününde insanlar Adem aleyhisselam’a gelip şöyle derler:
"Ey Âdem, sen insanların babasısın, Allah seni (iki) eliyle yarattı, Rabb'inin katında bizim için şefaat et.

Sonra İbrahim'e, İsa'ya, Mûsâ'ya yönelecekler ve hiç birine (Allah seni iki eliyle yarattı) demeyecekler!
İbrahim'e: "Allah seni dost edindi"
Musa'ya: "Allah seninle konuştu" diyecekler.
(Buhârî, Enbiyâ 3, 9, Tefsîru sûre (17), 5; Muslim, Îmân 327, 328; Tirmizî, Kıyâmet 10)

Bu peygamberlerin kendilerine bahşedilenlerle diğerlerinden ayırt edilmelerinden dolayıdır.
Bu nedenle Allah'ın iki elini kuvvetle, nîmetle veya rahmetle yorumlamanın, Âdem'in diğer peygamberler üzerindeki faziletini inkar etmek olduğu açıkça görülmektedir.

Allah İblis’e dedi ki:

يَٓا اِبْل۪يسُ مَا مَنَعَكَ اَنْ تَسْجُدَ لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَيَّ
Ey iblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? (Sâd 75)

Bazılarının dediği gibi iki elin manası “Kuvvet” ise, o zaman İblis şöyle derdi:
Beni de kudretinle yarattın!

Her ikisi de Allah'ın kudreti tarafından yaratılmışsa, İblis'e kıyasla Âdem'in fazileti nedir?
Açıktır ki bu yorum, Adem'in faziletinin inkarını ima etmektedir.
 
Üst Ana Sayfa Alt