Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Allahın Varlığının Bilimsel Ispatı

A Çevrimdışı

Abu Omar

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Allah’ın varlığı meselesi insanoğlunun yeryüzündeki varlığından bu yana hep en temel konuyu oluşturmuştur. Çünkü dünyaya gözlerini açan her şuur sahibi insanın nereden gelip nereye gitmekte olduğunu, geldiği bu yerde ne yapması gerektiğini bilmeye ve çevresindeki hayatı anlamlandırmaya ihtiyacı vardır. İnsanların bir kısmı bir sonraki aşamada bu ihtiyacı karşılamak için maddeyi, canlıları ve tüm kainatı akıl mihengi ile sorgulamış ve kendine göre bir takım sonuçlara ulaşmış, diğer bir bölümü ise daha kolaycı bir yaklaşımla kendisinden evvel gelenlerin anlattıklarını ve yaşayış biçimlerini benimsemiş ve kendi aklıyla sorgulama gereği duymamıştır.


İşte tam da bu noktada bütün dünya tarihinin de bize haber verdiği gibi bir kısım insanlar çıkmış ve tüm kainatın bir yaratıcı tarafından var edildiğini, aslında her şeyin bir amacı ve hikmeti olduğunu ve kendilerinin bu ilim ve hikmeti insanlara öğretmek üzere ellerinde yaratıcının buyruklarıyla gönderilmiş birer elçi olduklarını iddia etmişlerdir. Bütün bunların sonucunda günümüzdeki dinler meydana gelmiş ve en temelde insanlar, inananlar ve inanmayanlar olmak üzere iki güruha ayrılmıştır.


Bizim burada yapmaya çalışacağımız şey, bütün temel inanç ve peşin hükümlerden sıyrılarak bir yaratıcının var olduğunu, olmasının gerekliliğini hatta zorunluluğunu tamamen bilimsel olarak ve aklen tespit ve ispat etmektir. Allah akılla bilinemez diyenlerin tam tersini söylüyoruz ve iddia ediyoruz ve ispatlıyoruz ki Allah akılla inkar edilemez.


1.GAYE --> 2.USUL --> 3.İSPAT --> 4.SONUÇ


1´GAYE

Gayemiz insanoğlunun ortak sorusunun aslında gayet mantıklı ve açık bir cevabının olduğunu göstermek, bir yaratıcının varlığını aklı ve şuuru olan herkese şeksiz ve şüphesiz en basit ve açık haliyle anlatmak ve ispat etmektir.

Her şey şu en temel soru ile başlıyor:


Şu gözümüzle gördüğümüz varlıklar nasıl meydana geliyor? Bizi, dünyamızı, gezegenleri, evreni ve tüm kâinatı meydana getiren nedir?


İnsanlığın başlangıcından bu yana olan tarih incelendiğinde bu soruya verilen cevapların belli ve sınırlı sayıda olduğu görülecektir. Bunları 4 ana madde halinde sıralayabiliriz:

1. Sebepler yapıyor, icat ediyor, var ediyor…

2. Kendi kendine oluyor.


3. Tabiat yapıyor, doğa yaratıyor. Tüm bu oluşum doğal veya tabiidir. “Tabiat Ana’nın” eliyle gerçekleşiyor vs…


4. Her şeyin ardında ilmi, iradesi, kudreti sonsuz ilahi bir güç var. Yani Allah yaratıyor.


Bu 4 temel maddenin dışında ortaya atılmış diğer bazı fikirleri de ikinci bir kategori altında sıralayalım;


1. Hiçbir şey yok ki. Her şey hayal. Ben de yokum, siz de yoksunuz, bu yazı da yok. Dolayısıyla ne yaratıcıya ne sebebe ne de bu soruya ihtiyaç var.

2. Madde sonradan var olmuş değil ki meydana gelsin ve böyle bir soru sorulabilsin. Ezelden beri var. Yani geçmişi sonsuza dayanıyor.

3.Tesadüfen oluyor.

4. Evrimleşiyor. (Evrim teorisi temelli tüm iddialar.)

Yukarıdaki maddelerin bir kısmı size komik gelmesin. Bu fikirlerin hepsi ciddi insanlar, felsefeciler ya da bilim adamları tarafından ortaya atılmış ve arkasında kitleler toplamıştır. Şimdi burada saydığımız maddeleri 2. bir kategoride ayrıca değerlendirmemizin sebebini açıklayalım.


Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki burada tartışılacak mevzu, varlıkların mahiyeti nedir veya varlıklar var mıdır yok mudur gibi meseleler değildir. Bizim konumuz var olan ve gayet sanatlı, düzenli mükemmel ve harika bir tarzda var olan ve her daim yeniden olan bu varlıklar nasıl oluyor, bunu kim ya da ne yapıyor meselesidir.


Sonuç olarak mevcudatın gerçekten var olduğunu, tüm bunların bir hayalden ibaret olmadığını kabul ederek 2. kategorideki ilk maddeyi, ezeli olmadığını yani her vakit yeni canlıların var edildiğini kabul ederek ikinci maddeyi elemiş oluyoruz.20. yüzyılın başlarına kadar en azından bir kısım bilim çevrelerince hâkim olan görüş evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza dek var olacağı şeklindeydi. Statik ya da durağan evren modeli de denilen bu teoriye göre evrenin bir başlangıcı da sonu da yoktu. Bu görüş evrimciler başta olmak üzere materyalist felsefenin tutunduğu son daldı adeta. Bu sayede bir yaratıcının varlığını inkâr edebilecek kendilerince bir çıkış yolu bulduklarına inanmışlardı. Ancak bilimsel araştırmalar ve gelişmeler onları yine yalanlayacaktı. Nitekim 1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıkları tespit edildi. Bu buluş bilim dünyasında büyük yankı yarattı. Zira fizik kurallarına göre yaklaşan ışıkların tayfının mora, uzaklaşanlarınkinin ise kızıla doğru kaydığı tartışmasız bir gerçekti. Gözlemler yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kaymayı gösteriyordu. Yani yıldızlar bizden ve birbirlerinden sürekli olarak uzaklaşıyorlardı. Aynen şişirilen bir balonun yüzeyindeki noktaların birbirinden ve merkezden uzaklaşmasında olduğu gibi. Evren sürekli genişliyordu. Buna göre zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan yani sıfır hacim sonsuz kütleden büyük bir patlama sonucu meydana geldiği ispatlanmış ve statik evren modelini savunanların maddenin sonsuzluğu kavramı suya düşmüş, yoktan var edilmeyi savunan Big Bang teorisi bir kez daha kanıtlanmış oldu.


Bu konuyu açıklığa kavuşturan bir başka önemli delil de evrenin en temel yasalarından biri olarak kabul edilen Termodinamiğin 2. kanunudur. Evrenin sonsuzdan beri var olmadığını ve mutlaka bir sonu olduğunu bütün detayı ile ve tamamen bilimsel olarak ispat eden entropi başlıklı harika makaleyi bu aşamada okumanızı önemle tavsiye ediyor ve bu konuyu oraya havale ediyoruz.


Kaldı ki maddenin ezeli olduğunu iddia eden gruptan hem rasyonalist olduğunu iddia edip hem de çok basit, şekilsiz ve cansız bir maddeden bütün bu harika kâinatın nasıl meydana geldiğini ikna edici bir tarzda izah eden kimse çıkmamıştır. Maddenin ezeli olduğunu ileri sürmek bilim adına öyle korkunç bir cehalettir ki, evrimcileri de içine alan bu grup ilimsiz, iradesiz, cansız, bilinçsiz, güçsüz ve şekilsiz bir maddeden tüm şu canlı hayatın ve kainatın var olduğunu öne sürmekle, o maddeye yaratıcı mevkii vermekle cehaletlerin en yüz karasını sergilemekte ve bu delilsiz ve akıldan uzak teorilerini bilimsel bir gerçek gibi insanlığa yutturmaya hatta zorla kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Maddenin ezeli olduğunu iddia edenlerin rakamlardan da hiç haberleri olmasa gerektir. Çünkü ezel sonsuz demektir ve öyle rakamlarla falan ifade edilemez. Denizlerdeki su damlacıklarının adedi sonsuzun yanında 0 (sıfır) değerindedir. Dolayısıyla ezeli olan zaman ve mekanın kayıtları altına girmez. Ezeli olan aynı zamanda ebedi de olmak zorundadır çünkü zaman kavramı dışındadır. Ezeli olan asla değişmez ve kendisine müdahalede bulunulamaz. Bu sayılan özelliklerin hiçbiri madde de yoktur. Madde hem değişkendir, hem bir sonu vardır, hem de zaman ve mekan kaydı altındadır.


Meselemizin amacını özetleyen iki üst paragrafta da değindiğimiz gibi varlıkların çok ince sanatlı, düzenli ve mükemmel bir tarzda var olması tesadüfen olma ihtimalini de sıfıra indiriyor. Biraz matematik ve olasılık hesabı bilen birisi bunun nedenini kolayca anlayacaktır. Hemen basit bir örnekle açıklayalım:


Bir tek proteini ele alalım ve bu proteinin tesadüfen oluşması ihtimalini hesaplayalım. Hepimizin bildiği gibi proteinsiz bir canlı düşünülemez ve en basit bakterilerde bile binlerce protein vardır. Biz proteinlerin en çok bilinenlerinden biri olan hemoglobini ele alalım. Hemoglobin 574 tane aminoasidin arka arkaya doğru biçimde dizilmesi sonucu oluşur. İnsanda 20 farklı aminoasit çeşidi mevcuttur. Bu aminoasitlerin her biri tam olarak doğru yerde bulunmalıdır. Bir tanesinin yanlış yerde olması ya da eksik olması ölümcül sonuçlar doğurabilir. Bir hemoglobin proteininin sadece aminoasit dizilişinin doğru olma olasılığı şu şekilde ifade edilebilir:


1 aminoasidin doğru dizilme olasılığı : 1/20
2 aminoasidin doğru dizilme olasılığı : 1/20 x 1/20
3 aminoasidin doğru dizilme olasılığı : 1/20 x 1/20 x 1/20
574 aminoasidin doğru dizilme olasılığı : 1/20574


Bu olasılığı yazıyla ifade etmek isterdik ama yazıda bu rakamın karşılığı olduğundan emin değiliz. Peki, bir insanda kaç hemoglobin var dersiniz? Tam 60 quintillion yani 60.000.000.000.000.000.000. Şimdi bu proteinlerin hepsinin doğru dizilme olasılığını da varın siz hesaplayın. Kısaca ifade edecek olursak rakamları biraz tanıyan herkes bunun tesadüfen olamayacağını bilir.


4. madde olan evrimleşme meselesi ise hem maddenin ezeli olduğunu, hem ilk canlının tesadüfen olduğunu, hem de bunların hepsinin kendi kendine olduğunu iddia ederek bütün imkansızlıkları bir araya toplar ve ilk kategoride sıraladığımız 2. maddenin yani "kendi kendine olma" maddesinin kapsamına girer ki zaten bu madde ispat bölümümüzde ayrıntısı ile ele alınacaktır


2 USUL


Mantık ilminde ve matematikte kullanılan çeşitli ispat metotları vardır. En güçlü iki tanesi doğrudan ispat (Direct proof) ve dolaylı ispat (Indirect proof) yöntemleridir. Biz burada iki yöntemi de ayrı ayrı kullanarak kesin sonuca ulaşmayı ve hiçbir açık kapı bırakmamayı hedefliyoruz.

İlk bölümde dolaylı ispat yönteminin çok kuvvetli bir kolu olan “contrapositive proof” ya da “proof by contradiction” diye bilinen devrik ispat yöntemini kullanacağız. Bu ispat yönteminde diğer tüm yolların yanlışlığı ispatlanarak elenir ve geriye kalan tek yolun doğruluğu mutlak surette ispatlanmış olur. Bu ispat metodunun kullanılma sebebi akılda diğer yollara ait hiçbir şüphenin kalmamasının istenmesidir.


Madem ki kainatın var oluşuna dair “Gaye” sayfamızda listelediğimiz 4 ana yoldan başka bir yol tüm insanlık tarihinde iddia edilmemiş ve edilemiyor ve bu 4 yoldan başka çıkar yol yoktur, öyleyse ilk 3 yolun imkansızlığı ve tamamen yanlış olduğu ispat edilirse 4. yolun doğruluğu şeksiz ve şüphesiz sabit olur.
.........................................................
İlk bölümde ilk 3 yolun yolcularını açıkta bırakıp mecburen 4. yola sevk ettikten sonra 2. bölümde de Allah'ın varlığı, doğrudan ispat yöntemi kullanılarak ispatlanacaktır. Doğrudan ispat yönteminde kullanacağımız 3 farklı delil metodunu şöyle sıralayabiliriz:


1. Bürhan-ı limmi (Argument a priori): Müessirden esere, sebepten neticeye gidiş. Yani Eseri meydana getirenin esere delil olması. Ateşin varlığının dumana delil olması gibi. Bir yerde ateş varsa bu orada dumanın da var olduğunu gösterir. Gece dumanı gözle görmesek bile ateşin mevcudiyeti dumana delil teşkil eder.


2. Bürhan-ı İnni (Agument a posteriori): Eserden müessire, neticeden sebebe gidiş. Yani eserin, eseri meydana getirenin varlığına delil olması. Dumanın ateşe delil olması gibi. Bir yerde duman varsa bu orada ateşin varlığına delildir.


Dikkat edilirse buradan ateş ve dumanın çift yönlü olarak birbirine delil teşkil ettiği görülecektir. Yani eser ve müessir çok kuvvetli bağlarla birbirine bağlı bir bütünün parçalarıdır.


3. Temsil: Anlaşılması güç olan konuların kolayca anlaşılması için meseleyi misallerle anlatma yöntemidir. Nasıl ki dürbün uzak olan ve net görülemeyen şeyleri bize yaklaştırarak görmemizi sağlıyorsa, temsil dürbünü de derin ve ince meseleleri aklımıza yaklaştırarak akıl gözümüzle rahatça görmemizi sağlar. Bakın bunu açıklarken bile bir misal kullandık. Örnekler hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır.


Sonuç olarak Allah'ın varlığı ispatlanırken burada kullanılacak metotları özetleyelim;


1. Dolaylı İspat

  • Devrik İspat
2. Doğrudan İspat

  • Bürhan-i limmi
  • Bürhan-ı İnni
  • Temsil


    3 ISPAT
    1. Yol: Sebepler yapıyor. (Pozitivizm: Her şeyi bir sebep var ediyor, yaratıyor.)
    Bu yolun imkansız ve batıl bir yol olduğunu 3 madde halinde izah edeceğiz:
    1. İmkansızlık
    2. İmkansızlık 3. İmkansızlık

    1. İmkansızlık:


    Öyle bir eczane düşünelim ki içinde 108 tane kavanoz ve kavanozların her birinde farklı birer madde bulunuyor. Ayrıca görüyoruz ki bu eczanede çeşitli ilaçlar var. Bu ilaçları tetkik ediyor ve anlıyoruz ki hepsi çok hassas ölçülerle yapılmış ve bahsi geçen 108 maddeden miligramlık ölçülerle alınarak ve çeşitli işlemlere tabi tutularak oluşturulmuşlar. Bunlar öyle hassas ölçüler ki bir ilaçta bir madde bir mg fazla veya eksik olsa formül bozulur ve o ilaç özelliğini kaybeder. Şimdi, hiç mümkün müdür ki ve hiç ihtimal var mı ki aniden bir fırtına çıkması ve rüzgarın çarpmasıyla o kavanozlar devrilsin, her birisinden ince hesap ve ölçüleri gerektiren yalnız o gerekli miktarlar kadar aksın, beraber gitsinler toplanıp o ilaçlardan birini meydana getirsinler.


    İşte aynen bu misaldeki gibi her canlı hayat sahibi bir ilaç gibidir. Periyodik cetveldeki bilinen 108 elementten çok hassas ölçülerle meydana gelmiştir. Bu canlılar o eczanedeki ilaçlardan ne kadar daha mükemmel ve kompleksse, bir canlının sebepler tarafından meydana getirilmesi de eczanedeki o ilacın kavanozların devrilmesiyle meydana gelmesinden o kadar daha zor ve imkansızdır.


    Herkesçe malumdur ki bir ilacın meydana gelmesi için gerekli bir takım şartlar vardır;


    1. [*=center]Maddeler: Maddelerin hazır bir şekilde elde mevcut olması zaruridir ki ilaç meydana gelebilsin.
      [*=center]Laboratuar: Böyle hassas bir iş için bir laboratuar ortamına ihtiyaç duyulur. Maddelerden dış ortamın etkilerinden korunaklı bir şekilde çeşitli işlemlere tabi tutularak kimyevi bir bileşen elde edilmesi laboratuar ortamının sıhhatiyle doğrudan ilgilidir.
      [*=center]Formül: Diyelim ki laboratuar da maddeler de hazır. Peki bu maddeler neye göre birleşip bir ilaç oluşturacaklar? Elbette bilgi ve ilmi gerektiren bir formül ihtiyacı apaçık ortadadır.
      [*=center]Eczacı: Farz edelim ki formül de var. Peki bu formülü kim uygulayacak? Tüm bu maddeleri uygun formüle göre ne bir araya getirecek? Bir eczacı olmadan bunun olamayacağı çok açık değil mi?

    Peki basit bir ilacın meydana gelmesi için bu kadar şartın mevcudiyeti lazımken, çok daha kompleks canlıları ve şu muhteşem kainatı kör, sağır, şuursuz, ilimsiz, amaçsız, rastgele sel gibi akan maddelerin ve sebeplerin eline vermek hiç akıl karı mıdır?

    2. İmkânsızlık:


    Maddi âlemin içinde olan her şey maddi âlemin kayıt ve kanunları içindedir. Buna göre sebep maddi ise sebep olduğu şeyin yanında ve içinde bizzat bulunması gerekir. Yani maddi âlemde bir işi veya bir şeyi yapmak ancak temas ile olur. Uzaktan okus pokus ile olmaz. Bu masa eğer madde ise bunu yapan ve meydana getiren de bu masanın yanında temas ile iş görmüş ve yapmış demektir.


    Sebepler denilen şeyler de bu maddi âlem içinde maddi kayıt ve kanunlara mahkûm maddi şeyler olduğuna göre, bir sebebin bir şeyi meydana getirebilmesi için o şeyin yanında ve içinde olup temas ile yapması gerekir. Meydana getirilecek varlık diyelim ki bir karınca olsun. Bu karıncayı yapacak sebepler nelerdir? Na, K, Ca, Mg, N, C, H, O gibi elementler ile güneş, hava, toprak ve suyun bir araya gelmesi ve tam bir ittifak ile karıncanın vücudunda temas ile iş görmesi ve çalışması gerekir. Eğer işi sebeplere vereceksek bu yoldan başkasını düşünemeyiz ve maddi âlemde başka türlüsü mümkün değildir. Yani karıncanın gözünde kullanılacak bir fosfor atomunun bizzat toprak tarafından oraya konulması gerekir. Eğer helyum gerekliyse güneşin bizzat onu oraya yerleştirmesi lazımdır. 10.000 karınca hücresinin bir toplu iğne başı büyüklüğüne bile ulaşmadığı düşünülecek olursa bu kadar küçük bir alana bunca maddi sebebin girmesi ve çalışması mümkün olabilir mi?


    Şimdi meseleyi bir başka açıdan ele alalım. Karıncanın vücudunu meydana getiren tüm elementlerin mükemmel bir düzen ve ölçü içinde ve tam bir ittifak ile bir gaye için toplanması başlı başına büyük bir meseledir. Bu cümleyi biraz irdeleyelim. Nedir mükemmel düzen ve ölçü?Bir atom iki yönden düzenlidir. 1. Kendi içinde, elektronu, protonu, nötronu ile müthiş bir uyum içinde olması. 2. Diğer atomlarla olan ilişkilerindeki düzen ve uyumu. Bir dış dairede, atomlardan oluşan hücrenin kendi içindeki düzeni ve hücreler arası uyumu. Daha dış dairede hücrelerden oluşan bir organın kendi içindeki düzeni ve organlar arası uyumu ile bir organizmayı meydana getirmesi… Bitti mi? Bitmedi. Bir de bu organizmanın dış dünya ile olan ilişkisine bakmamız gerekmez mi? Bir karıncanın evrenin tüm kanun ve kurallarına uyum sağlayacak teçhizat ve donanımı olmadan hayatta kalması düşünülebilir mi? İşte düzen ve ölçü deyince tüm bunlar akla gelmelidir.


    Gelelim ittifak ve gaye meselesine. Karıncayı meydana getiren tüm maddi sebepler (Güneş, hava, toprak, su ve elementler) bu amaç için ittifak etmiş olmalılar. Çünkü biliyoruz ki düzenli her işte ittifak vardır ve mecburidir. Bir ordunun askerleri ittifak etmeseler ve emir dinlemeyip her biri başına buyruk hareket etse ortada ne düzen kalır ne de ordu. Örneğin en basitinden bir kalsiyum atomunu düşünelim. Bu atomda akıl, fikir, ilim, irade, şuur, gaye var mı ki gidip azot atomuyla anlaşsın. Desin ki birader gel seninle çok önemli bir iş için ittifak edip çalışalım. Bu akıl sahibi kimsenin kabul edeceği bir şey değildir.


    Öyleyse geldiğimiz nokta şudur: Akılsız kalsiyum atomu akıllı iş yapıyorsa bu bize arkada görünmeyen bir aklın varlığını gösterir. Gayesiz toprak bir gaye için hareket ediyorsa bu gerisinde gaye sahibi birine delildir. Bunu daha basitleştirmek için bir temsille açalım. Uzaktan kumandayla çalışan çok gelişmiş bir oyuncak araba hayal edelim. Bu arabayı bin sene öncesinin insanının önüne koyalım. Biz de bu arabanın kumandasını elimize alıp saklanalım ve başlayalım arabayı kumanda etmeye. Bin sene önceki bu adam arabanın kendi kendine hareket edip kendiliğinden durmasını, sanki yolu biliyor gibi yoldan gitmesini, duvara geldiğinde çarpmadan dönmesini görünce ne düşünecektir? Ya diyecek ki bu araba çok akıllıdır, yolunu biliyor, irade sahibidir, isterse duruyor, isterse gidiyor ve görebiliyor çünkü hiçbir yere çarpmıyor. Ya da diyecek ki bu akılsız cansız maddenin bunları kendi başına yapması mümkün değil. Muhakkak benim göremediğim akıl, şuur, ilim, irade sahibi ve bu arabayı da yolu da gören birisi bunu idare ediyor.


    Evet, ilk bakışta sebeple müsebbeb, yani sebeplerle meydana getirdikleri şeyler birbirlerine çok yakın gibidir. Fakat gerçekte çok uzaktırlar. İnek ile süt, ağaç ile elma birbirine yapışık ve sımsıkı bağlı gözükür. Gerçekten öyle mi? Sütün insana faydalarını anlatmaya gerek yok. Peki, bütün insanlık bir araya gelse dahi üretilemeyen bir sütü üretecek ilim ve teknoloji inekte var mı? İnek insanı tanır mı? İhtiyacını bilir mi? Vücut yapısını sindirim sistemini bilir mi? Bilmez. Ama ortada insanın ihtiyacına tamamen uyan bir süt gerçeği var. Öyleyse bu işin arkasında insanı tanıyan, ihtiyacını bilen, midesini dolaşım sistemini bilen birinin varlığı zaruridir. Farz edelim ki bu sayılan sıfatların hepsi inekte mevcut. Peki, inek bu kadar akıl ve ilim sahibi olsa kendi içmediği ve hiç faydasını görmediği sütü neden insana versin ve insan için üretsin. İneğin insana şefkati ve sevgisi mi var? Mademki yok, o zaman bu şefkat eserini meydana getiren bir şefkatin varlığı ortaya çıkar. Ve hakeza ağaç insanı tanır mı? İnsanın dilindeki tat alma duyusundan haberdar mı? Bir odun parçasında hadi diyelim ki elmayı yapacak akıl ve ilim var.Peki, bu kadar akıllı ağaç kendisi çamur yiyip lezzetli elmayı insana neden saklasın.Demek ki odunda ne ilim, ne akıl, ne şuur, ne irade, ne de merhamet var. Ama bu sıfatları gerektiren işleri de gözümüzle görüyoruz. Öyleyse mecburen diyeceğiz ki bu sıfatların sahibi insanı tanıyan,ve seven, ihtiyacını bilen, birisi vardır ve bu işleri gören de odur.

    3. İmkansızlık:


    Bir varlığın birliği varsa elbette bir el tarafından yapılmış demektir. Bu cümleyi bir örnekle açıklamaya çalışalım. Yüz askerin bir subayın emrine verilmesi, bir askerin yüz subayın emrine verilmesinden yüz derece daha kolaydır. Şimdi düşünelim; bir asker yüz subayın emrine verilse ne olur? O asker kimin emrini dinleyecek, hangi işi yapacaktır? Oysa yüzlerce belki binlerce askerin bir tek komutan tarafından idaresi bir askerin idaresi gibi kolaydır. Hepsi tek merkezden gelecek emre itaat eder ve tek merkezden idare edilir. Aynen öyle de çok çeşitli sebeplerin bir tek şeyin var olmasında birleşmesi yüz derece daha zor, pek çok şeyin bir tek zat tarafından var edilmesi yüz derece daha kolay olur. Hele bu var edilecek şey mükemmel bir düzen ve şahane bir uyuma mazhar bir canlı ise bu gerçek, keşmekeş ve karmaşayı doğuran farklı ellerden çıkma teorisini tamamen çürütür ve bir elden çıktığını apaçık ispat eder. Hiç mümkün müdür ki tüm bu ahenk ve uyum sonsuz sayıda cansız, cahil, bilinçsiz, mütecaviz, kör ve sağır sebeplerin eline verilsin. Güneş yakmak ister, deniz istila etmek ister, rüzgâr fırtına gibi esmek, kasıp kavurmak ister. Hiçbirinde şefkat, merhamet, acıma, ölçü, kanun, kural, bilinçli hareket yoktur. Ama tüm bu gerçeklere rağmen kâinatta ne bir keşmekeş ne de abes bir iş görülmez. Bunu her şeyi gören, her şeye hükmü geçen ve bilerek hareket eden tek bir elden başka ne ile izah edeceğiz?


    Bu noktada ilginç bir soru soralım. Tüm bu sayılan sebepleri, güneşi, havayı, suyu, toprağı ve elementleri bir tarafa koysak, bitkileri, hayvanları, insanları ve bütün canlıları da diğer tarafa koysak ve dünyayı hiç görmemiş ya da yeni gelmiş birine sorsak; "Sence hangi taraf hangi tarafı yapabilir?, meydana getirebilir?" Ne cevap verir dersiniz? Siz ne cevap verirsiniz? Hangisi daha mantıklıdır? Tabi ki diyecek ki; "Daha kompleks yapıdaki, hatta bir kısmında ilim, irade, akıl, ve bilinç olan şu sağ taraftaki canlıların bu basit cansızları yapması daha mantıklıdır." Ama görüyoruz ki tam tersi oluyor. Kör atom ve hücrelerden görme meydana geliyor, cahilden akıllı yaratılıyor, bilinçsizden bilinç çıkıyor, cansızdan canlı meydana geliyor. Evet, canlıları ve hayatı cansız sebeplerin meydana getirdiği iddia ediliyor. Oysa en gelişmiş laboratuarlarda, hücreyi oluşturan tüm maddi sebepler ve elementler, son teknoloji kullanılarak bir araya getirilse, bütün insanlık gücünü bu amaç uğruna birleştirse dahi tek bir hücreye hayat verilemiyor. Bunu ne ile izah edeceğiz?
    Şimdi meseleye başka bir açıdan bakalım. Meydana getirilen varlık kompleksleştikçe onu meydana getirdiği iddia edilen sebepler de artar. Sebepler arttıkça ihtimaller de artar ve varlığın meydana gelme olasılığının imkânsızlığı daha da pekişir. Örneğin körlerden oluşan bir ekiple bir işi organize etmeye veya yapmaya çalıştığımızı düşünelim. Körlerin sayısı arttıkça keşmekeş ve düzensizlik de artar. Bu kişilerin aynı zamanda sağır ve dilsiz olduklarını hayal edelim. Birbirlerinden habersiz bu insanlarla bir iş yapmak mümkün mü? Hele sayıları arttıkça iş içinden çıkılmaz bir kaosa döner. Öyleyse kör, sağır, dilsiz ve akılsız sebepler insan gibi kompleks ve kompleksliği içinde müthiş bir uyum ve düzen gösteren bir varlığı nasıl meydana getirebilir?


    Başka bir örnek; yediğimiz besinlerin içindeki farklı elementler kör, sağır ve akılsız oldukları halde vücutta nereye gideceklerini nereden biliyorlar? Daha önce insan vücuduna girdiler mi? Yapısını bilirler mi? Neden kalsiyum kemiğe gider de fosfor göze gider? Bir tanesinin yolunu şaşırdığında olacak sonuçları bir düşünelim. Bu sonsuz ilim ve akıl gerektiren işi hangi akılsız sebebe vereceğiz?
    Şimdiye dek hep maddi sebeplerin şu maddi âlemi yapamayacağından bahsettik ve bunu ispatladık. Peki ya bu maddi sebeplerin ellerinin hiç yetişemeyeceği ve temas edemeyecekleri o canlıların içine, maneviyatına ve ruhuna ne demeli? Hâlbuki iç dıştan sanatça on kat daha harikadır. Şefkat, düşünme, gurur, kibir, utanma, üzüntü, sevinç, vicdan, irade gibi şeyler nasıl oluştu? Toprak benim irademi nasıl oluşturabilir? Hava benim şefkatimi nasıl meydana getirebilir? Güneşin benim utanma duygumla ne ilgisi var? Siz hiç insandaki kibrin kaynağı falanca elementtir diye bir şey duydunuz mu?


    İşte bu kâinat ve içindekileri sebeplere havale etmek bunlar gibi binlerce akli hezeyanı ve imkânsızlığı kabul etmek demektir. Köre görüyor demek için kör olmak gerekir. Cahile ilim isnat etmek ancak cehaletle olur. Bizim lafımız ise böyle hem kör hem cahillere değil sadece hakikati arayanlaradır.


    Şimdi, sebepler bahsini kapatmadan önce akla gelmesi muhtemel bir soruyu siz sormadan biz söyleyelim:


    Mademki sebeplerin hiç tesiri yok ve yaratıcı olamazlar, öyleyse bu sebepler neden yaratılmış? Neden en küçük bir iş dahi mutlaka bir sebebe bağlanmış?
    Sebeplerin yaratılmasının çok hikmetlerinden iki tanesini açıklayalım:
    Cenabı Hakkın izzet ve azametinden dolayı sebepler ona iki şekilde perde olarak yaratılmışlardır.




    1. [*=center]Örneğin bir padişah şefkat eder ve idaresi altındaki birine bir hediye gönderir. Ama bunun için bir elçisini kullanır. Bizzat kendisi götürüp vermez. Çünkü padişahlığın gereği, izzet ve büyüklük ve mevki öyle gerektirir. Ama hediyeyi alan adam teşekkürü padişaha eder. Yoksa padişahı tanımayıp elçinin elini öpse ne kadar ahmak olduğunu herkes anlar. Aynen bu örnekteki gibi Allah (c.c) sebepleri kendisine perde yapmıştır. O memurlar ve vasıtalar kudretin izzetini ve saltanatın haşmetini göstermek için yani küçük ve değersiz işlerle kudretin teması görünmesin diye vardırlar. Ancak biz biliriz ki perdenin arkasında hakiki tesir veren ve iş gören Cenabı Hakkın kendisidir.


      [*=center]Haksız şikâyetlerin yanlış itirazların mutlak adil olan kendisine yönelmesine engel olmak için o itirazlara hedef olacak sebepleri yaratmıştır. Örneğin hastalıklar birer perdedir. Ölüme sebep olarak yaratılmışlardır ki ölümün arkasındaki hikmeti ve güzellikleri göremeyen insanlar Cenabı Hakka isyan ve şikâyette bulunmasınlar. Ölümler için hep ne deriz; kanserden, trafik kazasından, falancanın kurşunuyla vs… İşte tüm bunlar Cenabı Hakka ve onun izzet ve azametine birer perdedir. Yoksa hayatı veren de alan da O’ndan başkası değildir.

    4 SONUC
    Kâinatın varoluşuna dair gaye bölümünde listelenen ve dolaylı ispat bölümünde tek tek ele alınarak imkânsızlığı ispat edilen yollar, şüpheye yer bırakmayacak katiyette çürütülmüştür. Mademki bütün insanlık tarihinde bu 4 yoldan başka yol yoktur ve söylenmemiştir, bu yolların ilk üçünün batıl olduğu ispat edildiğine göre mecburen dördüncü yol olan ulûhiyet yolu yani Allah’ın varlığı kati bir surette ispat edilmiş oluyor.

    [*]
    Kullanılan iki ispat yönteminden dolaylı ispat metodunun öncelikli seçilme amacı muhatabın aklında hiçbir şüphe bırakmamaktır. Çünkü sadece doğrudan ispat yöntemi kullanılarak Allah’ın varlığı ispat edilse, yine o inkârcı fikirlerden gelen bazı evham ve vesveseler aklı meşgul edip parmaklarını karıştırabilirler. Ancak, önce Allah’ın varlığını inkâr eden mevcut yolların ne kadar batıl, akla ve bilime zıt olduğu gösterilirse, işte o zaman hiç bir boşluk ve şüphe bırakılmamış olur.

    Bu noktada akla gelebilecek mühim bir soru şudur:
    Yapılan ispatta da görüldü ki inkârcıların gittikleri yolların hepsinde çok açık çelişki ve imkânsızlıklar var. Hatta insan diyor ki bu kadar aşikâr hurafeleri o akıllı zannedilen adamlar nasıl kabul etmişler. Neden insan sırf bir yaratıcıyı inkâr etmek için hakka hakikate gözlerini kapatır, tüm bu zorluklara girer ve imkân haricine çıkar?
    Çünkü imanın insana yüklediği bazı mükellefiyetler vardır. Allaha inancı olan insan bir gün yaptıklarından ve yapmadıklarından ötürü hesap vereceğine de inanır. Zira Allah’a imanın hemen ardından ahirete iman gelir. Allah’ın bu kadar üstün özellikle, akılla ve çeşit çeşit duygularla donattığı bir sanat harikası olan insanı, çürüyüp gitmek ve yok olmak için yarattığı düşünülemez. Elbette toprağa giren insan, toprağa bırakılan tohumlar gibi bir gün yeniden dirilecektir. Ahiretin varlığı meselesi başka bir ispat konusu olup ayrı bir site de ele alınacağı için meselenin derinine inmiyoruz.

    İşte ibadet ve kulluk mükellefiyetinden kurtulmak ve helal haram demeden kanunsuz, kuralsız ve kayıtsız yaşamak isteyen insan nefsi, kendince kurtuluşu Allah’ı inkâr etmekte bulmuş ve aslında sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ağzına girmiştir. Hâlbuki ibadeti eksik dahi olsa imanı olan, günahkâr bir mümin olur. Allah’ın rahmetinin enginliği göz önüne alındığında bir kurtuluş bileti hükmündeki imanı, onu ebedi hasaretten kurtarabilir. Aksi halde sonuç bir felaket olacaktır.
    Soru: Peki, Allah’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki Kuran’da çok şiddet ve ısrarla ibadeti terk edeni cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor?


    Evet, Cenab-ı Hak senin ibadetine ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Fakat sen ibadete muhtaçsın. İbadet manevi hastalık ve yaralara ilaç, ruha gıda hükmündedir. Bir hasta hastalığıyla ilgili şefkatli bir doktorun ona gerekli olan ilaçları kullanması için ettiği ısrara karşı; “Senin ne ihtiyacın var ki bana böyle ısrar ediyorsun?” dese ne kadar manasız olduğu anlaşılır.


    Kuran’ın ibadeti terke karşı ettiği şiddetli tehdit ise senin kendine ve nefsine yaptığın bu zulümden ötürüdür. Sen kendinin sahibi değilsin. Dolayısıyla kendine zarar vermeye hakkın yoktur. Öyleyse bedeninin ve ruhunun asıl sahibi emanetine ettiğin bu zulüm ve tecavüzden ötürü seni cezalandırır. Cezanın bir başka hikmeti de şudur: Nasıl ki bir padişah, halkının hukukuna tecavüz eden bir adamı şiddetle cezaya çarptırır. Öyle de; ibadeti terk eden adam Allah’ın kulları hükmünde olan bütün varlıkların hukukuna tecavüz eder. Çünkü bütün varlıklar kendi hal dilleri ile yaratıcılarına tesbih ve ibadet ederler. İbadeti terk eden adam tüm bu varlıkların ibadetlerini de görmez ve hatta inkâr eder. Böylece onları çok ulvi bir mertebeden baş aşağı düşürür ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, perişan bir vaziyette görerek onlara hakaret ve hukuklarına tecavüz etmiş olur. İşte Cenab-ı Hak onların hukukunu muhafaza için ibadeti terk edenleri şiddetle tehdit eder.


 
E Çevrimdışı

emirha_K

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
şöyle bir sual de çok doğru oluyor insanoğlu var olmayan hiç bir şey icad edemez mesela Allahın varlığına inanmayan bir kimseye (aslında herkes Allahın varlığını kabul eder ama rab ve ilah olarak ona değil nefslerine kulluk ederler) bana şu kainatta olmayan bir şey söyle deseniz hiç bir şey söyleyemez en fazla olan şeylerden fikir yürütür mesela dört gözlü insan yok der ama var olan bir şeyin üzerinden fikir yürütmüş olur.sonuçta Haşa Allah olmasa idi Allah diye bir kavram yeryüzünde olmaz idi.
 
İ Çevrimdışı

İbnu'l Harise

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Es selamun aleykum ve rahmetullah...

Kardeşlerim size bir uyarıda bulunayım İnşaAllah...Allahu Teala nın adını yazarken ya da konuşmada o güzel ismi geçerken Allahu Teala, Allah Sübhaneu ve Teala, Allah Celle Celaluhu, Allah Azze ve Celle gibi kullanalım İnşaAllah...Peygamberimiz'den(s.a.s) bahsederken salavat kelimesini söyleriz aynı durumuda Allahu Teala nın adı içinde yapalım...Gayret biden takdir Allah Svt dandır...

Selam ve dua ile..
 
E Çevrimdışı

emirha_K

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Es selamun aleykum ve rahmetullah...

Kardeşlerim size bir uyarıda bulunayım İnşaAllah...Allahu Teala nın adını yazarken ya da konuşmada o güzel ismi geçerken Allahu Teala, Allah Sübhaneu ve Teala, Allah Celle Celaluhu, Allah Azze ve Celle gibi kullanalım İnşaAllah...Peygamberimiz'den(s.a.s) bahsederken salavat kelimesini söyleriz aynı durumuda Allahu Teala nın adı içinde yapalım...Gayret biden takdir Allah Svt dandır...

Selam ve dua ile..


çok doğru bir hatırlatma yaptın kardeş Allahu Teala razı olsun
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt