SELAMUN ALEYKUM KARDESLERIM,
yapmis oldugum calismalarimdan bir kismina merakli olanlari göderiyorum
4. “Ne Şekilde Ve Hangi Şartla Olursa Olsun, Mahkemeye Gitmek Küfürdür” diyenler:
Not; Risalenin kaleme alınmasının asıl sebebini bu konu teşkil etmektedir bu nedenle bu bölümün daha dikkatli okunmasını tavsiye ediyoruz.
Bu konuda Nisa suresinin 60. ayeti kerimesi delil alınarak, olur olmaz sözler söyleniyor. Söylentiler şu mesele etrafında dönüp dolaşıyor.
“İslâmi olmayan mahkemeye başvurmak Tağut’a itaattir.
başkasına itaat, o itaat edilene ibadettir.İtaatte ibadettir; Allah’tan
Bu sebeble de bu gibi kişiler kâfirdir.”
Bu iddiayı şu iki yönü ile inceleyelim inşa’Allah:
A) Mahkeme olma meselesi( Nuzûl Sebebi Ve Tefsir Âlimlerinin Açıklamaları.)
B) İtaat etme ( İbadet Çeşitleri ve İtaat Çeşitleri.)
A) Mahkeme olma ( nuzûl sebebi ve Tefsir Âlimlerinin Açıklamaları)
“Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara imân ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolunduklan halde, tâgut’un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün sap-tırmak ister.” (Nisa 60)
Bu ayetin nuzûl sebebi:
a) Yezid b Zurey, Davud b. Ebi Hind’den, o, es-Sa’bî’den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Münafıklardan bir kişi ile yahudi bir kişi arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi, münafık olanı Peygamber’e gitmeye çağırdı. Çünkü o, Hz. Peygamberin rüşvet alma-yacağını biliyordu.
Münafık ise, yahudiyi kendi hâkimlerinden birisine gitmeye davet etti. Çünkü o da yahudi hâkimlerin hükümlerinde rüşvet kabul ettiklerini biliyordu. Bu hususta anlaş-mazlığa düşmeleri sonucunda nihayet Cüheyne kabilesine mensup bir kâhinin hükmü-ne başvurmak üzere anlaştılar.
İşte bu hususta, yüce Allah: “Sana indrilen” ile münafık olanı kastediyor “ve senden önce indirilmiş olanlara” yahudiyi kastediyor “imân ettiklerini iddia edenle-ri görmezmisin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde Tâğutun hükmüne başvurmak istiyorlar” buyruğundan itibaren “tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar” (Nisâ 65) buyruklarını indirdi.
İbn Abbas dedi ki: Bişr diye anılan münafıklardan bir kimse ile yahudi birisi arasında bir anlaşmazlık vardı.
Yahudi: Haydi gel seninle Muhammed’e gidelim dediği halde, münafık olan da: Hayır, Kâ’b b. el-Eşref e gidelim, dedi.
İşte yüce Allah’ın “tağut” yani tuğyan eden kimse adını verdiği kişi budur.
Ancak yahudi, Rasûlullah’dan başkasının hükmüne başvurmayı kabul etmedi. Münafık durumu görünce, onunla beraber Rasûlullah’ın yanına vardı. Hz. Peygamber de yahudinin lehine hüküm verdi
Hz. Peygamberin yanından çıktıkları vakit münafık “ben bu hükme razı değilim,” dedi.
“Haydi, seninle Ebû Bekr’e gidelim.” Hz. Ebû Bekir de yahudi lehine hüküm verdi.
Yine münafık buna da razı gelmedi.
Bunu da ez-Zeccâc zikretmiştir. Bu sefer dedi ki: “Haydi seninle Ömer’e gide-lim.” Bunun üzerine Ömer’e gittiler. Yahudi dedi ki: “Biz önce Rasûlullah’a gittik, sonra Ebû Bekir’e gittik. Fakat bu bir türlü razı olmadı.” Hz. Ömer, münafık olana: Bu durum dediği gibi midir? diye sordu. Münafık: Evet deyince,
Hz. Ömer: “Ben yanınıza çıkıp gelinceye kadar burada durunuz” dedi, içeri gir-di; kılıcını alıp çıktıktan sonra ölünceye kadar kılıcıyla münafığa vurmaya devam etti ve dedi ki:
“İşte ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” dedi.
Yahudi ise kaçıp gitti ve bu âyet-i kerime nazil oldu. (Kurtubi)
Dikkat edelim ki Ömer (r.a) o münafığı niçin öldürdüğünü açıklıyor.
“İşte ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” diyor.
Yani Ömer (r.a): “tağuta gidene hükmüm budur” demiyor. O ne diyor; “Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” diyor.
Nisa 60. ayetinin nuzulüne sebeb olan ve yaptığı fiilin isabetli ve doğru olduğu Allah tarafından haber verilen kişi Ömer(r.a),bu sebeb ile Faruk lakabı verilen kişi,bu hükmü yani o müslüman görünen münafığı mürted kabul ederek öldürme sebebini,o münafığın Allah’ın ve Rasulünün hükmünü kabul etmemesine bağlıyor. Onu Allah’ın Rasulünün hükmünü beğenmediği için öldürdüğünü söylüyor.
*Rivayetlerde açıkça münafığın İslâm mahkemesinden kaçtığını görüyoruz.
*Yani iki mahkeme var; isterse İslâm mahkemesine gidebilir ama adam gitmek istemiyor.
*Yine görüyoruz ki adam Rasûlullah’ın hükmüne istemeyerek zoraki gidi-yor.
*Bununla da kalmıyor, Rasûlullah’ın verdiği hükmü beğenmiyor. Bunu da açık açık söylüyor.
Bu adam elbet kâfirdir.
Çağımızda İslâm mahkemesi olmadığı ve üzerindeki belayı başka türlü savama-dığı için onlardan da adalet beklemeden onların mahkemesine giden adam o münafıkla aynı mıdır?
Bunun durumu ve yaptığı iş ile o münafığın yaptığı birebir örtüşüyor mu?
Madem kıyas yapılıyor.
*illetlerin birbiri ile örtüşmesi lazım,
*Yani öncelikle Kuran’daki hükmün illeti tesbit edilir;
*Bu tesbiti de bu işe ehil olanlar yapabilir.
*Sonra da sözkonusu yeni hükmün illeti ile bunun illeti bire bir örtüşüyor mu ona bakılır.
İlletler uyuşmadığı halde yapılan kıyas, kıyas değil, başka bir şeydir.
Nüzûl sebebi olarak nakledilen Kâ’b b. el-Eşref olayını iyi incelersek şunları görürüz:
O münafık ilk olarak
1. Rasulullah’a gitmek istemedi.
2. Yahudinin ısrarı ile Rasulullah’a gittiler
3. Rasulullah’ın hükmünü beğenmedi.
4. Sonra Ebu Bekr’e gittiler. Onun hükmünü’de beğenmedi.
5. Sonra Hz.Ömer’e gittiler.
Yukarıda ki maddelere dikkatlice bakıp sonra birlikte kıyas yapalım:
Günümüzde, bu olayı ele alarak tağutun mahkemesine gidenleri tekfir eder iken Ni-sa suresinin 60. ayetini delil alarak münafığın Kâ’b b. el-Eşref’e gitmesine kıyas yapılıyor. Bilindiği gibi bir meselenin diğer bir meseleye kıyas edilmesi için illetle-rin uyuşması gerekir yani elimizdeki hükmün illetini tespit edeceğiz;hüküm çıkar-mak istediğimiz meselenin illeti ile elimizdeki hükmün illetinin birbirine uyuşup uyuşmadığına bakmamız gerekir ki bu meselede illetlerin birbirine uyuşup uyuşma-dığına bir bakalım;
Ömer (r.a),hüküm için kendisine gelen o münafığı mürted kabul ettiği için öldürdü. Bu münafığın mürted olma illeti,sebebi ne idi? Bunu 4 şık halinde inceleyelim:
O münafık tağuta muhakeme olduğu için mi ? HAYIR
O münafık Rasullah’ın (s.a.v) hükmüne basvurmadığı için mi ? HAYIR
O münafık tağuta gitmek istediği için mi ? HAYIR
O münafık Rasullah’a (s.a.v) muhakeme olup hükmünü beğenmediği için mi ? EVET
Bu şıkların hangisinin doğru olduğunu öğrenmek için bu işe hüküm veren Ömer (r.a) ın sözünü veyahut fetvasını inceleyelim: Ömer (r.a) şöyle buyuruyor
“İşte ben Allah’ın ve Rasûlunün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm..”
Demek ki bu fetvadan anlıyoruz ki o münafığın mürted kabul edilerek öldürül-mesindeki illet “Rasulullah’ın (s.a.v) hükmünü beğenmemesidir.”
Konunun iyi anlaşılması için bir örnek verelim;
Bir adam bir başkasının bağından bir miktar üzüm çalsa o çaldığı üzümü de şa-rap yapsa ve o şarabı da içse…
İslam mahkemesi bu adamı yakalayıp sorguya alsa ve adama neden bu işi yap-tığı sorulsa, adam da “benim bu yaptığım işte ne var ki bu iş helaldir” dese, İslam mahkemesi de onun mürted olduğuna hüküm verse…
Şimdi bu adama neden mürted hükmü verilmiştir?
Üzüm çaldığı İçin mi ? HAYIR
Şarap yağtığı için mi ? HAYIR
Şarap içtiği için mi ? HAYIR
Bu fiilini helal gördüğü için mi ? EVET
Nihayet Ömer (r.a.) “Ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm” dedi ve münafığın boynunu vurdu. O vakit de iki muhakeme vardı. Biri hak olan Rasulullah’ın muhakemesi, diğeri de batıl mafyavari Ka’ab bin el-Eşref’in muhakemesi. Yani vakıalar birbirine kıyas edilecekse illetler birbi-rinin aynı olmalıdır. Kıyas yapan kişi önce bu işe ehil olmalı, sonra da hükümlerin illetlerini iyi tesbit etmelidir.Yoksa her önüne gelen kıyas yapma cüretinde bulunursa, işte böyle İslâm mahkemesini istemeyen ve İslâm mahkemesine gitmemek için bütün imkânlarını kullandığı halde başka çare bulamadığı için İslâm mahkemelerine gitmek zorunda kalan sonra da bunu beğenmeyip başka çareler aramaya çalışan biri (münafık) ile;
İslâm’ı sevdiği ve İslâm mahkemelerini çok istediği halde, bunu bulamadığı için başına gelen bir belayı da başka türlü savamadığı için, tağuta buğz ederek ve onu istemediği halde mecbur kalarak giden(müslümanı) bahsettiğimiz durumdaki bir münafıkla birbi-rine kıyas etme hatasına düşer.
b) Nadir ve Kureyza yahudileri arasındaki eşitsizliği delil olarak alırsak:
Yahudilerden bir grup müslüman olmuştu. Fakat onlardan bazısı münafık idi. Ca-hiliye çağında Kureyza ve Nadir Kabilelerinin hareket tarzı şöyle idi:
Kureyza’dan birisi Nadir’li birisini öldürdüğü zaman, öldüren hem kısas ediliyor, hem de onun akrabalarından yüz “vesak” (ölçek) hurma alınıyordu.
Fakat Nadir’li birisi Kureyza’dan birisini öldürdüğünde, ona kısas uygulanmıyor, sade-ce altmış vesak hurma veriliyordu.
Çünkü Nadiroğulları daha şerefli kabul ediliyordu. Nadir’liler Evs kabilesinin mütte-fikleri, Kureyza ise Hazrec kabilesinin müttefikleri idiler.
Hz. Peygamber(sav) Medine’ye hicret edince, Nadir Kabilesinden birisi bir Kureyzalı’yı öldürdü.
Derken taraflar bu hususta hasımlaştılar ve Nadiroğullari “Bize kısas uygulanamaz. Bize düşen daha önce de anlaştığımız gibi altmış ölçek hurmayı diyet olarak vermektir” dediler.
Hazrecliler “Fakat bu cahiliyye hükmüdür. Biz ve siz bugün kardeşiz. Dinimiz bir, aramızda bir üstünlük yok” dediler
.
Nadiroğulları bunu kabul etmediler. İçlerindeki münafıklar, “Kâhin Ebu Burde el-Eslemî’ye gidelim” dediler. Müslüman olanlar da “Hayır, Allah’ın Rasûlune gidelim” dediler.
Münafıklar diretince, aralarında hüküm vermesi için Kâhin el-Eslemi’ye gittiler.
İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi.
Hz. Peygamber Kâhin Ebu Burde’yi İslâm’a davet etti. O da bunu kabul edip müslüman oldu.
Bu, Süddi’nin sözüdür. Buna göre, (Fahruddin Er-Razi – Tefsir’i kebir-c.8.s.120–121)
Aynı ayetin Taberi tefsirinde gelen nüzûl sebebi ile alakalı rivayeti ise şu şe-kildedir:
Süddî ise Evs ve Hazrec’in antlaşmalıları olan Nadir oğulları yahudileri ile Kurayza oğulları yahudileri arasında bir öldürme hadisesinin diyeti konusundaki an-laşmazlık üzerine bu âyetin indiğini söylemiştir.
Süddî kavlinde hadise şöyle gelişmiştir: Yahudilerden bazı kimseler müslüman olurken diğer bazıları da münafıklık yapmaktaydılar.
Cahiliye devrinde Kurayza oğullarından birisi, Nadir oğullarından birini öldürdüğünde karşılık olarak katil öldürüldüğü gibi üstüne bir de yüz vesak hurma diyet olarak alınır;
Nadiroğullarından birisi, Kurayzaoğullarından birini öldürdüğünde ise karşılık olarak katilin öldürülmesi bir yana sadece 60 vesak hurma diyet verirlerdi.
Bunlardan Nadiroğulları, araplardan Evs kabilesinin, Kurayzaoğulları da Hazrec kabi-lesinin antlaşmalıları idiler.
(Hz. Peygamber ’in Medine’ye gelişi ve bunlardan bazısının müslüman, bazısının mü-nafık olduğu bu dönemde) Nadiroğullarından birisi, Kurayza’dan birisini öldürdü ve bu konuda tartışmaya başladılar.
Nadiroğulları: “Biz sizinle cahiliye devrinde; kâtil sizden olduğu takdirde karşılık ola-rak öldürülmesi, bizden olduğunda sizin bu katili öldürmemeniz, her bir vesak 60 sâ’ olmak üzere sizin diyetinizin 60 vesak, bizim diyetimizin (bize verilecek diyetin) ise 100 vesak olması konusunda anlaşmıştık. Biz size sadece bunu, yani 60 vesak diyeti veririz dediler.
Hazrecliler ise: “Bu, cahiliye devrinde yaptığımız bir şey idi. Çünkü o zaman siz çok, biz ise azdık ve siz bize üstün gelmiştiniz. Şimdi ise biz ve siz kardeşleriz, dinimiz ve dininiz birdir ve sizin bize bir üstünlüğünüz yok.” dediler.
Münafıklar bu anlaşmazlık üzerine hakemliğine müracaat etmek üzere “Eslem kabilesinden Kâhin Ebu Burde’ye gidelim.” dediler.
Müslümanlar ise: “Hayır, tam tersine Hz. Peygamber’e gidelim.” dediler.
Münafıklar, Ebu Burde’ye gitmekte ayak dirediler de aralarında hakem olması ve hüküm vermesi için Ebu Burde’ye gittiler.
Ebu Burde: “Lokmayı büyütün.” diyerek vereceklerı rüşveti artırmalarını istedi.
Onlar da dediler ki “Sana on vesak verelim.”
“Hayır, diyetim 100 vesaktır; çünkü Kurayzalı lehine hüküm versem Nadirli, Nadirli lehine hüküm versem Kurayzalılar’ın beni öldüreceklerinden korkarım.” dedi.
O, yüz vesak rüşvette ısrar ederken hüküm için gelenler de 10 vesakta direttiler de aralarında hüküm vermedi. İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Hz. Peygamber Eslem kabilesinin kâhinini İslâm’a davet etti, o ise müslüman olmaya-rak huzurundan ayrılıp gitti.
Hz. Peygamber, kâhinin müslüman olan iki oğluna: Babanıza yetişin, eğer filan geçidin ötesine geçerse bir daha asla müslüman olmaz.” buyurdular.
Babaları, Hz. Peygamber’in işaret buyurduğu geçide varmadan peşinden yetiştiler, müslüman olması için onunla konuşmaya ve iknâya çalıştılar da bu çabaları semere verdi. Geri dönüp geldi ve müslüman oldu.
Hz. Peygamber Medine içinde birisini çıkartıp “Ey ahali, haberiniz olsun Eslem’in kâhini müslüman olmuştur.” diye nida ettirdi,
Taberî Tefsirindeki Suddî rivayetinde bu kâhinin adı Ebu Berze olarak verilmektedir. (Taberi tefsiri c.3s.32-33)
Bu rivayetlerden de anlaşıldığı üzere, Tağu’ta giden kişilerin bir kısmının müslüman olduğu rivayet ediliyor.
Bunları ne Rasûllah tekfir etmiş ne de bu nakilleri yapan âlimler.
Ama ne hikmetse günümüzde dindarlık taslayan bazı kimseler bunları tekfir ediyorlar,hatta bunları tekfir etmeyenleri de tekfir ediyorlar.
Kendisine çıkış yolu bulamadığı ve hakkını da almaya gücü yetmediği için tağutun mahkemelerine gidenleri hiç çekinmeden tekfir eden, hatta bununla da yetin-meyip tekfir etmeyenleri de tekfir edenlerin şu soruya cevap vermeleri gerekmez mi?
Eğer kâhin Tağut’una giden her iki gurup da dinden çıkıp kâfir olmuş iseler ki konu ile ilgili diğer rivayetler elimize ulaşmış, niçin Rasûlullah’ın s.a.v. bu insanları tevbeye davet ettiği ya da onları tekfir ettiği rivayeti bize ulaşmamış-tır?
Hâlbuki tefsirlerde ve İslâm tarihi kitaplarında Rasûlullah’ın kâhin ebu Burde’yi tevbeye ve İslâm’a davet ettiği rivayetleri vardır.
“Hz. Peygamber, Kâhin Ebu Burde’yi İslâm’a davet etti. O da bunu kabul edip müslüman oldu.”
Ama diğer o iki grup ile alakalı herhangi bir muamele (davet, ceza) yapıldığı tarafı-mızdan bilinmemektedir.
Bu iddia sahipleri yâni “ne şekilde ve hangi şartla olursa olsun, mahkemeye gitmek küfürdür” diyenler kendi yorumlarından başka bir delil getirmez değil aslında getiremezler.
Kendileri de maalesef ilimsiz, anlayışsız harici mantıklı kimselerdir, hatta ha-ricilerden de beter kimselerdir.
Bunlar kendilerinin delil aldıkları âlimlerin yazılarını dahi anlayabilecek kapa-sitede değillerdir.
Delil aldıkları, kendi görüşlerine tıpa tıp uyduğunu zannettikleri nakillerden birine misal verelim:
İbn-i Kesir rahmetullahu aleyh. şöyle demektedir;
“Her kim mensuh (hükmü kaldırılmış) şeriatlara muhakeme olur, nebilerin sonun-cusu Muhammed’e inen şeriate muhakeme olmazsa, muhakkak kâfir olur.”
“Durum böyleyken İslâm şeriatini terk ederek Yes’ak’a muhakeme olan, Yes’ak’ın kanunlarını İslâm kanunlarından daha önde tutan kişinin durumu nasıl olur acaba? Bilinsin ki böyle yapan kişi müslümanların icmasıyla kâfirdir.”
Dikkat edilirse İbn-i Kesir’in tekfir ettiği kişiler “... İslâm şeriatini terk ederek Yes’ak’a muhakeme olan, Yes’ak’ın kanunlarını İslâm kanunlarından daha önde tutan...” kişilerdir.
İşte en net ve sert açıklama budur. Bu da onların anladığı gibi “yani ne şekilde ve hangi şartla olursa olsun mahkemeye gitmek küfürdür” diyenlerin anladığı gibi değildir.
Çünkü Cengiz Han denen mel’un Âlem-i İslâm’ı istila ettiği zaman, müslümanların kendi aralarında Vali ve Kadı seçmelerine müsaade etmişti. Yani o dönemde tağutun mahkemesinin yanı sıra İslâm mahkemesi de mevcuttu.
Dolayısıyla o zamanda Yes’ak’a muhakeme olanlar açıkça İslâm hükmünü beğenmedikleri için gidiyorlardı.
İbn-i Kesir’in bu fetvasının, iddia sahiplerinin iddialarına delil olacak bir tarafı yoktur.
İşte bu konuda mahkemenin küfür olmadığına dair bazı âlimlerin fetvaları;
Bunlardan şu âlimleri zikredebiliriz:
*Fahruddin er-Razi
٭İbni Hazm
٭İmam Muhammed
Bu üç âlimi özellikle örnek veriyoruz ki Nisa 60. ayetine dayanarak yersiz tekfire kalkışanlar kendi konumlarını biraz düşünsünler.
Bu aşırıcı taife mensupları eğer kendilerini müfessir veya ilmi kelamcı kabul ediyorlarsa, Fahruddin er-Razi’den daha iyi tefsirci daha iyi kelamcı değillerdir.
Eğer kendilerini zahiri (zahirici) kabul ediyorlarsa İbn Hazım kadar zahiri de-ğillerdir; çünkü İbn Hazım müctehid bir zahiridir.
Yok, kendilerini fakih, muhaddis, müctehid sanıyorlarsa İmam Muhammed kadar fakih de değiller, hadisci de değillerdir. Zira o hem büyük bir müctehid hem de İmam Malik’ten Muvatta’yı ezberleyip İmam Şafii’ye de o hadis kitabını okutup ezber-leten büyük bir hadisci fakih ve müctehiddir.
Tekfirde aşırılık yapan bu kimselere uyup onları taklid edenler de bilsinler ve akletsinler ki taklid ederek körü körüne peşinden gittikleri kişiler, ne bizim ismini zik-rettiğimiz âlimler ve benzeri ilim ehli kadar ilime sahipler ne takvada onlara denk ve ne de taklid edilmeye asla layık olmayan kişilerdir.
Eğer birileri taklid edilip fetvalarına uyulacaksa hiç şüpesiz ulema buna daha lâyıktır.
Şunu da belirtmemizin faydalı olacağına inanıyoruz:
Şu bir gerçektir ki insanların meseleleri anlama ve idrak etme seviyeleri sahip oldukları ilimle orantılıdır.
Bu nedenle ilim ehlinin meseleye bakış açısı ve kavrayışı tabiî ki ilmi olmayan avamın bakışı, anlayışı gibi olamaz.
Dolayısıyla ilmi olmayan fakat ilme ve ilim sahibi olan Âlimlere saygılı olan, haddini bilen her insana düşen görev meseleyi ehlinin anladığı gibi anlamaya çalışmak ya da ilim ehlinin yapmış olduğu tesbit ve izahlara teslim olmaktır.
Bundan dolayıdır ki Rabbimiz “Herhangi bir konuda bilmiyorsanız onu ehline danışınız” buyurmaktadır.
Yani müslümanlara “ bir meselede ihtilafa düşerseniz size en çok yardımı do-kunanlara uyun, ya da en kalabalık olan taraf neresi ise onlara tabi olun” şeklinde bir adres Allah c.c. tarafından değil, olsa olsa şeytan aleyhillane tarafından gösterilir…
Onun için meseleleri okurken, izah edilen görüşleri kimlerin kaleme aldığına değil o görüşlerin kimlere ait olduğuna dikkat etmeniz, ahiret adresinizi bu dünyada belirlediğinizi göz önünde bulunduracak olursak daha sağlıklı bir ADRESE ulaşmanız açısından menfaatinize olacaktır.
Bu uyarıyı yaptıktan sonra şimdi de nakileri yapalım.
Fahruddin er-Razi’nin (rahmetullahi aleyh) açıklaması;
المسألة الثالثة : مقصود الكلام ان بعض الناس أراد أن يتحاكم إلى بعض أهل الطغيان ولم يرد التحاكم إلى محمد صلى الله عليه وسلم . قال القاضي : ويجب أن يكون التحاكم إلى هذا الطاغوت كالكفر ، وعدم الرضا بحكم محمد عليه الصلاة والسلام كفر
(fahruddin er razi c 5. s 159. darulfikir.)
“Hz. Peygamber’in hükmünden kaçıp tağuta başvuranların kâfirliği”
Bu ifadeden murad şudur: Bazı kimseler, ehl-i tuğyandan (azgın kimselerden) ba-zısı huzurunda muhakeme olmayı istemiş, Hz. Muhammed’in huzurunda muhakeme olmayı istememişlerdir.
Kâdı şöyle demiştir: “Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi; Hz. Muhammed’in s.a.v. hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir.” (Tefsir’i kebir c.8.s.121)
Öncelikle konu başlığına dikkat edelim. “Hz. Peygamber’in hükmünden kaçıp Tağut’a başvuranların kâfirliği”. Ne diyor “Rasûlullah’ın s.a.v. hükümünden kaçıp...”
Kâdı şöyle demiştir: “Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gi-bi...;” burada gibi ifadesi ile bir benzetme vardır.
Bilindiği üzere benzetme bizzat benzetilen değil benzerliklerinin olduğunu ifade etmek için kullanılır.
Misal, “Ali arslan gibidir”. Bu teşbihte Ali’nin dört ayaklı bir hayvan olduğu mu ifade edilmektedir, yoksa arslana bazı yönlerden benzediği mi anlatılmak istenmek-tedir? Tabii ki benzerliği anlatılmaktadır. Arslan güçlüdür, Ali’de güçlüdür; arslan cesurdur, Ali de cesurdur gibi. Aynen bu durum gibi Kâdı’da bir benzetme yapmakta-dır.
“Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi...;” olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca benzetme bizzat benzetilen değil benzerliklerinin olduğunu ifade et-mek için kullanıldığına dair örnek olması bakımında şunu da yazalım:
“İslâm Hukuku Açısından Cehalet” isimli kitabın 405 nolu sayfasındaki satır-lara bir göz attığımızda da yazarın, Muvafakat yazarı İmam Şatibi’nin eseri olan İtisam (c.2 s.245-246)’dan yaptığı alıntıyı aktararak şöyle dediğini görürüz
“Şüphesiz zatı envad edinmek, Allah’tan başka ilahlar edinmeğe benzer. Fakat bu bizzat edinmek demek değildir. Bu nedenle açıklanana itibar etmek gerekmez. Ta benzeri birşey, her yönüyle onu göstermedikçe.Vallahu âlem.” bu nakili yapma sebebimiz, gibidir ifadesinin bir benzetme olduğunu anlatmak içindir; yani bir şey, bir başka şeye, bazı yönleri ile benzerse, buna bu da onun gibidir denir, “Şüphesiz zatı envad edinmek, Allah’tan başka ilahlar edinmeğe benzer.” Bu söz taleb edilen zatı envad ın Allahtan başka ilah edinmeye benzediğini ama bizzat ilah edinmek anlamında olmadığını bildiriyor.Bunun konumuzla alakası şudur;o da bir benzetme, bizim sözünü naklettiğimiz Kadı Hüseyin’in yaptığı da bir benzetmedir.
Yani benzetilen şey o benzediği şeyin birebir aynısı olması için birkaç yönden benziyor olması yeterli değildir;her yönü ile aynı olması şarttır.
Hele ki sözkonusu iman ve küfür meselesi ise…
Bir şey ile o şeye benzeyen şeyin birebir aynısı olmadığını anlamak isteyen için bu izahın yeterli olacağı kanaatindeyiz.
Şimdi de gelelim zahiri mezhebinin büyük imamı İbn Hazm rahmetullahi aleyh’in konu ile ilgili fetvasına:
بيان من المنافقين والمرتدين وهل عرفهم النبي صلى الله عليه وسلم بأشخاصهم أم بأوصافهم
وقال تعالى: {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ} إلى قوله تعالى: {حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ}. وصح عن رسول الله صلى الله عليه وسلم: "ثلاث من كن فيه كان منافقا خالصا" في كتاب مسلم وغيره "إذا حدث كذب وإذا وعد أخلف وإذا اؤتمن خان وإن صام وصلى وزعم أنه مسلم". ومن طريق مسلم أيضا - نا أبو بكر بن أبي شيبة , ومحمد بن عبد الله بن نمير قالا جميعا : نا عبد الله بن نمير نا الأعمش عن عبد الله بن مرة عن مسروق عن عبد الله بن عمرو بن العاص قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "أربع من كن فيه كان منافقا خالصا ومن كانت فيه خلة منهن كانت فيه خلة من نفاق حتى يدعها : إذا حدث كذب , إذا وعد أخلف , إذا عاهد غدر , وإذا خاصم فجر". فقد صح أن هاهنا نفاقا لا يكون صاحبه كافرا , ونفاقا يكون صاحبه كافرا , فيمكن أن يكون هؤلاء الذين أرادوا التحاكم إلى الطاغوت لا إلى النبي صلى الله عليه وسلم مظهرين لطاعة رسول الله صلى الله عليه وسلم عصاة بطلب الرجوع في الحكم إلى غيره معتقدين لصحة ذلك , لكن رغبة في اتباع الهوى , فلم يكونوا بذلك كفارا بل عصاة
Münafık ve mürtedler hakkında Peygamber’in onları şahıs ve sıfat olarak anlatıp anlatmamasına dair bir açıklama:
Allah (c.c) buyurdu: “Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara imân ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde, tâgut’un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister.” (Nisa 60)
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duyma-dan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
Müslim ve diğerleri Peygamber’in şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Üç şey kimde varsa o kimse namaz kılsa,oruç tutsa,müslümanım dese bile halis münafıkdır;konuştuğu zaman yalan söyler,vaad ettiği zaman vaadine hilaf davranır, emanete hıyanet eder.”
Yine Müslim’den şöyle rivayet olunur:
Ebu Bekr ibn Ebu Şeybe ve Muhammed ibn Abdullah ibn Nemir şöyle dediler:
Abdullah ibn Nemir dedi: Ameş Abdullah ibn Murra’dan, o Mesruk’dan, o da Abdullah ibn Amr ibn As’dan rivayet etti: Allah’ın elçisi buyurdu:
“Dört şey kimde varsa o halis münafıkdır. Kimde de bunlardan bir hususiyyet olursa, onu terk edene kadar onda nifakdan bir hususiyyet vardır: konuştuğu zaman yalan söyler , vaad ettiği zaman vaadine hilaf davranır, sözleşdiği zaman hıyanet eder (sözünde durmaz), tartışdığı zaman haddini aşar.”
Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır.
“Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatlerini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar.
Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular.”
Kaynak: İbn Hazm: El Muhalla bil Asar: 11/202
Tahkik: Ahmed Şakir (1352 h)
Sadece bu nakil dahi anlamak isteyen ve hakkı arayan için yeterli delildir.
Aksi takdirde bu tekfirci zihniyetin önce imam İbn-i Hazm’ı tekfir etmeleri gerekir.
Biz ise haddimizi bilmekle mükellefiz…
Gelelim İmam Muhammed rahmetullahi aleyh’in konu ile ilgili açıklamalarına:
Bilindiği gibi İmam Muhammed, İmam’ı Azam Ebu Hanife’nin meşhur olmuş en başarılı öğrencilerinden birtanesi olan ve ilmi ile övülmeye ihtiyaç olmayan Müctehid makamında bir şahsiyettir ve sizlere burada sunacağımız deliller onun en müstesna eserlerinden biri olan “Siyer’i Kebir” isimli eserinden olacaktır.
وَلَوْ اسْتَوْدَعَ مُسْلِمٌ مُسْلِمًا شَيْئًا وَأَذِنَ لَهُ إنْ غَابَ أَنْ يُخْرِجَهُ مَعَهُ فَارْتَدَّ الْمُودَعُ وَلَحِقَ بِدَارِ الْحَرْبِ ، فَلَحِقَهُ صَاحِبُهُ وَطَلَبَهُ مِنْهُ فَمَنَعَهُ ، وَاخْتَصَمَا فِيهِ إلَى سُلْطَانِ تِلْكَ الْبِلَادِ ، فَقَصَرَ يَدَ الْمُسْلِمِ عَنْهُ ، ثُمَّ أَسْلَمَ أَهْلُ الدَّارِ فَالْوَدِيعَةُ لِلْمُودِعِ لَا سَبِيلَ لِصَاحِبِهَا عَلَيْهَا لِأَنَّهُ مَا كَانَ ضَامِنًا لَهَا فِي دَارِ الْإِسْلَامِ
وَحِينَ مَنَعَهَا فِي دَارِ الْحَرْبِ كَانَ هُوَ حَرْبِيًّا لَوْ اسْتَهْلَكَهَا لَمْ يَضْمَنْ ، فَكَذَلِكَ إذَا مَنَعَهَا
وَلِأَنَّهُ بِهَذَا الْمَنْعِ يَصِيرُ فِي حُكْمِ الْغَاصِبِ ، فَكَأَنَّهُ غَصَبَهُ مِنْهُ الْآنَ ابْتِدَاءً ، فَيَتِمُّ إحْرَازُهُ بِقُوَّةِ السُّلْطَانِ
- فَإِنْ أَسْلَمَ بَعْدَ ذَلِكَ كَانَ سَالِمًا لَهُ ،
2675- Bir müslüman başka bir müslümana bir şey emanet bıraksa ve kendisi hazır olmadığı zaman onu beraberinde çıkarmasına müsaade etse, daha sonra adam irtidat edip darulharbe gitse, arkasından arkadaşı yetişip emanetini ondan istese ve o da vermeyi red etse, onun hakkında ikisi darulharbin hükümdarı yanında muhakeme olsa, o da onu müslümana vermemesini söylese,
(Dikkat edin darul harb’in hükümdarına gidildikten sonraki süreçte imam hala müslüman diye tanıttığını müslüman olarak tarif etmeye devam ettiği gibi küfrü veya hatasına yönelik birtek söz etmiyor. Aynı durum diğer fetvalarda da geçerli lütfen fetvaların bu boyutuna dikkat edin..)
Sonra darulharp halkı müslüman olsa, emanet onu emanet veren kişinin olup o anda elinde bulunduranın onun üzerinde bir hakkı olmaz.
Çünkü darul İslâm’da onun için tazminat ödemezdi. Darulharpte de vermediğinde kendisi düşman olup istihlak ettiği taktirde tazminat ödemezdi. Üstelik vermemekle gaspeden kişi hükmünde olur. Sanki şimdi ondan gaspetmiştir ve hükümdarın gücü ile ihrazı da tamam olmuştur.
2679 وَلَوْ أَنَّ رَجُلَيْنِ أَسْلَمَا فِي دَارِ الْحَرْبِ ، ثُمَّ غَصَبَ أَحَدُهُمَا صَاحِبَهُ شَيْئًا ، وَجَحَدَهُ ، فَاخْتَصَمَا إلَى سُلْطَانِ تِلْكَ الْبِلَادِ ، فَسَلَّمَهُ لِلْغَاصِبِ لِكَوْنِهِ فِي يَدِهِ ، ثُمَّ أَسْلَمَ أَهْلُ الدَّارِ ، وَالرَّجُلَانِ مُسْلِمَانِ عَلَى حَالِهِمَا ، فَالْمَغْصُوبُ مَرْدُودٌ عَلَى الْمَغْصُوبِ مِنْهُ .
لِأَنَّ رَدَّ الْعَيْنِ مُسْتَحَقٌّ عَلَى الْغَاصِبِ ، بِحُكْمِ اعْتِقَادِهِ ، فَإِسْلَامُ أَهْلِ الدَّارِ لَا يَزِيدُهُ إلَّا وَكَادَةً ، وَبِقُوَّةِ سُلْطَانِ أَهْلِ الْحَرْبِ الْمُسْلِمُ لَا يَصِيرُ مُحْرِزًا مَالَ الْمُسْلِمِ ، وَلَا مُتَمَلِّكًا ؛ لِأَنَّهُمَا لَوْ كَانَا فِي دَارِ الْإِسْلَامِ لَمْ يَكُنْ هُوَ مُتَمَلِّكًا بِحُكْمِ سُلْطَانِ الْمُسْلِمِينَ ، فَكَيْفَ يَصِيرُ مُتَمَلِّكًا بِحُكْمِ سُلْطَانِ أَهْلِ الْحَرْبِ
2679- İki adam darulharpte müslüman olsa, sonra biri diğerinden birşey gaspedip inkâr etse ve ikisi o ülkenin hükümdarına şikayet etse, hükümdar elinde bulunduğu için o malı gaspeden kişiye teslim etse, iki adam müslüman olarak devam ederken ülke halkı müslüman olsa, gaspedilen şey kendisinden gaspedilmiş olan kişiye geri verilir.
Çünkü inancı gereğince gaspedilmiş şeyi kendisine iade etmek vaciptir. Ülke halkının İslâma girmesi bunu ancak pekiştirmiş olur. Düşmanın hükümdarı gücü ile de müslüman başka müslümanın malını ihraz etmiş olmadığı gibi mülk de edinmiş olamaz. Çünkü ikisi darulislâmda olsalardı müslüman hükümdarın hükmü ile onu mülk edinmiş olmazken, düşman halkın hükümdarı gücü ile nasıl mülk edinmiş olur? (C .3)
Sadece buraya aldığımız izahlar meselenin anlaşılması açısından fazlasıyla yeterli-dir fakat maksat anlamak olmalı ki anlaşılsın…
Bu üç imamın da mahkemeye kayıtsız şartsız küfür diyenlere muhalif olarak küfür demediklerini görüyoruz.
Bu imamların da büyük İslâm âlimlerince tekfir değil takdir edildiğinden başkasını bilmiyoruz.
Bu âlimleri bu görüşlerinden dolayı bırakın tekfiri, ağır bir dille eleştiren hiç bir ehl-i sünnet âlimi var mıdır!?
HANEFİ ALİMLERİNDEN MAHKEME KONUSUNDA BİRKAÇ FETVA
Hanefi alimlerinden bazıları iki hâkimden biri müslüman biri zımmi olması ve müslümanın lehine hüküm vermeleri durumunda bu mahkemeyi caiz sayıyorlar.
Amma, bir hâkim varsa ve o da zimmi ise ona baş vurmayı caiz saymıyorlar...
Lakin, müslümanlar zimmiyi hâkim tayin etseler buna hanefilerden hiç birinin bu hâ-linden yani zımmiyi hakim tayin ettiğinden dolayı o müslümanın küfründen-kafirliğinden-mürtedliğinden-ya da dinden bir şekilde çıktığından söz ettiğini bilen varsa söylesin...
Hanefi mezhebi kitablarından “el Fetevayi Hindiyye”de İmam Serahsiden (v. 483 h/1090 m) naklen şöyle diyor:
“(İmam Serahsi) “el Mebsut” isimli kitabının bir yerinde de bunu bildirmiştir.
O şöyle demiştir;
Bir müslüman ve bir zımmi başka bir zımmi hâkim tayin etseler, onun zımmi hakkında hükmü caiz müslüman hakkındaki ise caiz değildir.
Ya da bir müslüman ve bir zımmi, biri müslüman biri zımmi olan heyeti hâkim tayin etseler, heyetteki her iki şahıs da zimminin aleyhine müslümanın lehine hüküm verseler caizdir.
Yok eğer, zimminin lehine müslümanın aleyhine hüküm verseler caiz değildir.
Yine, onlar bir köle ve bir hürden ibaret heyeti hâkim tayin etselerdi ve o iki hâkim hüküm verseydi hükümleri caiz olmazdı. Çünkü, kölenin hükmü caiz değildir. Hür olanın hükmü de münferid kalıyor.
Hükme başvuran kimseler ise o ikisinin beraber hükmüne razı olmuştu. Buna göre de onun hakkında sadece biri hüküm veremez.
Hepsinin, bir zımmi iki müslüman arasında hüküm verse ve müslümanlar bunu kabul etseler de, müslümanların zimmiyi baştan hâkim tayin etmeleri halinde olduğu gibi caiz olmaz.”
Kaynak: Nizamuddin el Belhi: el Fetava el Hindiyye: 3/374 Beyrut: Darul Kutubil İlmiyye:1421/2000
Hanefi imamlarının büyüklerinden, “el Muhit el Burhani” adlı kitabın sahibi Burhanuddin el Merğinani (551-616 h/ 1156-1219 m) diyor ki:
“Diyoruz ki: Bir müslüman ve bir zımmi, aralarında hüküm verecek diğer bir müslüman ve zımmiden ibaret heyetin hükmü üzere anlaşsalar ve heyetteki her ikisi müslümanın lehine zimminin aleyhine hüküm verseler caizdir.
Çünkü heyetteki her iki şahs (müslüman ve zimmi) zımmilerin üzerinde hüküm ve şahidlik edebilir.
Yok eğer, heyet zımminin lehine müslümanın aleyhine hüküm verirlerse caiz değildir. Çünkü, zımmiler müslümanların üzerinde hüküm vermeye hakkı yoktur ve davadan çekilir.
Aynı zamanda hüküm vermeye hakkı olsa bile müslümanın hükmünün infaz edilmesi de imkânsız olur. Çünkü o (mahkemeye başvuran) sadece bir müslümanın reyine razı olmamıştı.
Buna binaen, iki müslüman hür ve köleden ibaret bir heyeti aralarında hâkim tayin etseler, hür olan aralarında hüküm verse caiz olmaz. Çünkü köle hüküm vermeye ehil değildir...”
Kaynak: Burhanuddin el Merginani: el Muhit el Burhani: 8/615Daru İhyai Turasil Arabi
Bakın meseleye dikkat edin, hâkimlerin hükümlerinin ne olduğuna değil müslümanın hâkim olarak kendine bir zımmiyi seçmesine rağmen hiçbir âlimin bu müslümanların hata ya da haram ya da günah işlediğini hiç konu dahi etmediğine dik-kat edin.
Bu nakillerde ismi geçen alimlerin mahkemeye giden insanları hiçbir ayrıma tabi tutmadan tekfir etme yerine belli başlı bazı hususlara dikkat ettiklerini görüyoruz. Zamanımızın ilimsiz müctehidleri gibi önüne geleni tekfir etme yerine meselenin hakikatını araştırıp ona göre hüküm veriyorlar. O alimler müslümanları tekfirden kurta-rabilmek için adeta kılı kırk yarıyorlardı. Günümüzün cesur tekfirci cahilleri böyle bir gayret göstermedikleri gibi, bu alimlerin sözlerini tevil ederek önlerine geleni tekfir ediyorlar. Onların söylemediği sözleri onlara izafe ediyorlar ve şöyle diyorlar;
“bu kitapta her ne kadar da bu ifadeler varsa da aslında o alim şunu demek iste-di” diyerek aslında yaptıklarının doğru olmadığını ifade eden fetvaları tahrif ederek heva ve arzularına göre değiştiriyorlar.
Bunlardan bazılarının yaptığı şu tahrifi bir örnek olarak nakledeyim. Bu aşırıcı grup mensublarından birilerine aşırılıktan dönerler ümidi ile Fahruddin er Razi’den ve İbn Hazm’dan yukarıda yazdığım şu nakilleri yazarak göndermiştim. Bakın onlar nasıl-da çarpıtarak sözü değiştirdiler:
Birincisi: Fahruddin Razi’den yaptığım nakil:
“Bu ifadeden murad şudur: Bazı kimseler, ehl-i tuğyandan (azgın kimselerden) bazısı huzurunda muhakeme olmayı istemiş, Hz. Muhammed’in huzurunda muhakeme olmayı istememişlerdir.
Kâdı şöyle demiştir: “Tâgutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi; Hz. Muhammed’in hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir.” (Tefsir’i kebir c.8.s.121)
Bakın onların tahrifine ve kendi yaptığı ketmetme suçunu kral çıplak diyen cambaz misali, bizleri suçlamalarına. Aynen aktarıyorum:
Er-Razi’den Nakledilen ve Nakledilmesi Gerekli Olup da Ketmedilen Sözlerin Beyanı:
A. Metin ve Tercüme: (er-Razi, Mefatihu’l Gayb 10/124 Beyrut, Daru’l Kutubi’l-İlmiyye, 1421, Baskı: 1 Cild:32)
er-Razi (544-606/1149-1206) “Mefatihu’l Gayb”da şöyle demektedir: “Bu sözden mak-sat şudur; İnsanlardan bazıları ehl-i tuğyandan olan bazı kimselere muhakeme olmayı istemiş, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhakeme olmayı istememişler.
(Hüseyin ) el-Kadı ((Şafii alimleri bazı lakap ve künyeleri kullanarak belirli alimleri kastederler. Şafii mezhebine ait kitaplarda kastedilen Kadı, Hüseyin’dir (462/1070) şöyle demiştir: “Tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür olması gerekir. Buna şunlar delalet eder;
Dikkatle okuyanın hemen fark edeceği bu ibareleri değiştirme, onların bu hu-susta ne kadar da usta olduğunu,sözleri nasıl da çarpıttıklarını anlamak için yeterlidir sanırım. Nakilde “kadı dedi ki”diye başlayan satırın arasına olduğu kelimesini ‘ve’-‘da’ bağlacını ilave etmişler ondan sonra da başlamışlar hücuma,iftiraya ve tekfirciliğe. Ba-kın bu ufak ama teknik saptırma ve de çarpıtmadan sonra, ibareyi nasıl da kendi lehleri-ne çevirmişler. Daha sonra da başlamışlar bizim daha önce kendilerine yazdığımız ken-dilerinin de beğenmeyerek karşı çıktıkları “benzeyen bizzat benzetilenin aynı değildir” konusunu işlemeye. Şimdi de bu benzeme ve benzetme konusundaki sözlerini naklede-lim;biz de zaten buna katılıyoruz, itirazımız da yoktur. Bu konuyu daha önce yazacak-tım ama meseleleri luzumsuz uzatmış olmamak için yazmamıştım.
Muhatabın sözleri:
El-Kadı’nın burada yapmış olduğu teşbihi tefsir edebilmemiz için beyan ilmi devreye girmelidir. Zira teşbih, beyan ilminin konusudur.
Beyan: “Bir manayı farklı söz ve usüllerle anlatmayı sağlayan, belirli usül ve kuralları olan bir ilimdir.”
Teşbih: Bir maksat için, bir şeyi (müşebbehi) her hangi bir vasıfta (vech-i şebeh) diğer bir şeye (müşebbeh bih) bir edatla birleştirmek (benzetmek)tir. İlk unsura müşebbeh (benzetilen), ikinci unsura müşebbeh bih (kendisine benzetilen) vasfa, vech-i şebeh (benzetme yönü) denilir. Teşbih edatı, “kef” veya benzeri edatlardır.
Misal: “İlim, hidayette (doğru yolu gösterme) de nur (ışık) gibidir.” Bu misal-de: Müşebbeh olan “İlim” müşebbeh bih “Nur” vech-i şebeh “Hidayet” teşbih edatı “Kef”.El-Kadı’nın “Tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür olması gerekir” sözünde:
Müşebbeh (benzetilen): Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı ol-mamanın küfür olması.Müşebbeh bih (kendisine benzetilen): Tağutlara muhakeme ol-mak.Vechi şebeh (benzetme yönü): Küfür. (teşbih’in iki tarafıdır.)Teşbih edatı: Kef’dir.
Hükmü tespit etmek için benzetme yönü ile benzetilenin tüm yönleri ile aynı olması gerekmektedir. Zira benzerlikler ele alındığı nokta itibariyle değer kazanır.
Müşebbeh, müşebbeh bih ile aralarındaki illet (benzetilme nedeni) benzerliği sebebiyle aynı hükmü alır. Yani müşebbeh bih’in hükmü ne ise müşebbeh de aynı hükümde olur. (Benzetme yönü de benzetilen de aynı hükümde olur.) Suyuti “İtkan”da şöyle demekte-dir: “Ulemadan bazıları teşbihi şöyle tarif ederler: Müşebbehe, müşebbeh bih’in hüküm-lerinden birini vermektir. (Suyuti, el-İtkan fi Ulumi-l Kur’an: 2/114 (Lübnan, Daru’l-Fikr, 1416)….. onların sözü bu.
Cevap :
Halbu ki eserin arapça baskısı da türkçe baskısı da onların dediği gibi, “tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür”şeklinde değil,bizim naklettiğimiz;
“tağutlara muhakeme olmak bir küfür gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir” şeklindedir.
Şu halde onların delil diye yazdığı beyan ilminin konusu olan teşbihle alakalı hususları kendileri tekrar tekrar okumalıdırlar.
İkincisi ibn Hazım’ın fetvası:
Bizim ibn Hazım’dan naklimizin özeti ve konumuzla alakalı bölümü: İbn Hazm’ın söz-leri:
Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır.
Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatlerini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar. Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular.
Kaynak: İbn Hazm: El Muhalla bil Asar: 11/202 Tahkik: Ahmed Şakir (1352 h)
Onlar İbn Hazm’ın sözlerini de şöyle değiştirmişler;Muhatap:
İbn Hazm’dan Nakledilen ve Nakledilmesi Gerekli Olup da ketmedilen Sözlerin Beyanı
Metnin Tercümesi:
İbn Hazm (rahimehullah) “el-Muhalla”da şöyle der: 2203. Mesele: “Münafıklar ve Mürtedler Kimdir?”Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Dört şey kimde bulunursa o kişi halis münafık olur. Kimde bu özelliklerden biri bulunursa bunu terk edinceye kadar kendisinde nifak özelliklerinden biri bulunmuş olur: (1) Ken-disine bir şey emanet edilince ihanet eder, (2) Konuştuğunda yalan söyler, (3) Antlaşma yaptığında antlaşmaya vefa göstermez, (4) Düşmanlık yaptığında haddi aşar” [ Buhari (34); Müslim (58); Tirmizi (2632); Nesai (5020); Ebu Davud (4688)]
Sahih olan şudur ki: Buradaki nifak, sahibi kafir olmayan ve nifak olan (da) olabilir. Mümkündür ki: “Tağuta muhakeme olmayı irade ederek Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhakeme olmayı istemeyenler, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e itaatlerini zahir kılmakla ve bu itaatin sahih olduğuna itikad ederek, Resulullah (s.a.v)’in gayrisinden hüküm talep etmekle asi olurlar. Lakin bunu hevalarına tabi olarak yaptılar ve bununla kafir değil asi oldular.
Biz bunu açık bir şekilde kendi yanımızda buluyoruz. Biz, hakim yanında (mu-hakeme olmak için) Kur’an’ı Kerim ve Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın onla-rın ikrarıyla sabit olan sünnetine çağırıyoruz. Onlar ise buna karşı çıkarak Ebu Hani-fe’nin, Malik’in ve Şafii’nin görüşleriyle rızalaşıyorlar. (muhakeme oluyorlar)Bu hiçbir kimsenin inkar edemeyeceği bir iştir. Onlar bununla kafir olmuyorlar. Allah’u Teala, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e başvurma-dıkça iman etmiş olmayacaklarını beyan edinceye kadar diğerleri de böyledir.Vacib olan şudur ki: Kim buna daha önceden vakıf olur ve sonradan vakıf olur ve kıyamet gününe kadar vakıf olur ve karşı çıkar inad ederse o kafirdir. Ayet-i Kerime’de ‘onlar bu ayetin inmesinden sonra inad ettiler’ şeklinde onların nakli bu
Cevab :
Özellikle ibaredeki şu ifadeleri iptal etmişler.
وقال تعالى: {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ} إلى قوله تعالى: {حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ}.
Manası : Allah (c.c) buyurdu “görmedin mi o kimseleri ki istiyorlar.”(Nisa 60)dan
Allah (c.c) ın şu buyruğu “ta ki aralarında seni hakem tayin etmedikce…” (nisa 65)
Bunun sebebi nedir acaba? Bu ayetleri ibareden cıkaranların niyetleri açıkça belli ki in-sanlar ibn Hazım’ın sözünü anlamasınlar böylelikle de kendilerinin sapık fikirlerini kabul etsinler, kendileri de alim edası ile hem sapsın hemde saptırsınlar. Onların yazdıklarını okumaya devam edelim. Muhatab :
2- Nakledilen Sözlerin İcmali Manası:
İbn Hazm (rahimehullah), Kur’an ve sünnetin hükümlerinden önceye imamlarının bu nasslardan anladıklarını geçirenlerin bu imamları kendilerine tağut edindiklerini, ancak bununla kafir ve münafık değil ancak fasık ve günahkar olacaklarını ifade etmiştir. Bu-nunla birlikte Nisa Suresi’nin 60. ve 65. ayetlerine binaen ihtilaflarda Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e başvurmadıkça hiçbir kimsenin iman etmiş olmayacağını ve bu hükmü inkar etmeden, bu hükme karşı çıkıp bunda inad edenin de kafir olacağını beyan etmiştir.
Bunlar o tekfircilerin yazdıklarıydı.
Cevab ikkat edenin dikkatinden kaçmayacağı üzere bir sapıklıkla, onlar “Allah’ın ayetlerine karşı çıkıp inat edenler” ibaresinden dolayı ibn Hazım’ın o sözünden maksadın onların tekfir edildiği manasını çıkarmışlar.
Halbuki İbn Hazım’ın sözü şudur:
Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır.
Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatle-rini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar. Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular. (İbn hazm)
İnsan şaşıyor bunların anlayışlarına. İnsan nasıl olur da özellikle üzerine basa basa “bu-nunla kâfir değil, asi oldular” sözünden “bundan ibn Hazım’ın maksadı onların kafir olduklarıdır” manasını çıkarır; bundan daha da garibi birileri bunlara inanıyor bizim de inanmamızı bekleyerek bu ilim ve akıldan uzak yorumları nakledip yayıyorlar.
Onların yorumlarından biri de şudur; Tağutun ne ve nasıl olduğunu anlattıktan sonra diyorlar ki:
Muhatab :
Hristiyanlar da Allah (azze ve celle)’a Hz. İsa (aleyhisselam)’ı eş koşmaktalar ve onu rab edinerek ona tapmaktalar. İsa (aleyhisselam)’ya tapanlar için İsa (aleyhisselam) tağuttur, yani insanların Allah (azze ve celle)’tan ayrı tapındıkları bir varlıktır. Ancak İsa (aleyhisselam) hiçbir zaman Allah (azze ve celle)’ın tevhid edilme-sinden başka bir şey söylememiş ve bundan razı olmamıştır. Dolayısı ile İsa (aleyhisselam) bizzat tağut değildir.
Ayrıca tağut, haddi aşmak manasında da kullanılan bir kelimedir. Zira İbn Kayyım mecaz hakkında “o bir tağuttur”diyerek mecazın insanların Allah (azze ve celle)’a karşı haddi aştıkları bir şey olduğunu ifade etmiştir.
Bunlar anlaşıldıktan sonra İbn Hazm (rahimehullah), taklidin haram olduğunu şiddetle savunduğu için, imamların bizzat tağut olmamakla birlikte insanların onların sözlerini Kitap ve Sünnet’e karşı önceleyerek Allah (c.c)’a karşı haddi aştıklarını ve imamların kavillerini öncelediklerinden bunlara muhakeme olduklarını ve bu sebeple de imamları tağuıt edinmiş olduklarını ifade etmektedir. Onların sözü burada bitti.
Cevap :
Bakın şu hataya! Bu aşırıcı taife özetle şunları söylüyor; ibn Hazm’a göre mezheb imamlarına uyanların, o imamlar tağutudur bu sebeble de ibn Hazım tağuta başvuran kafir değil asidir derken asıl tağutları değil de mezheb imamlarını kast ediyor. Onlara baş vuran kafir değil fasıktır diyorlar. Buna da delil olarak aldıkları, (özet mana olarak) şunu yazmışlar: Tağut, bazen insanların Allaha ortak koştuğu olur ama o buna rıza göstermez ya da haberi dahi olmaz. Verdikleri örnek te İsa (a.s.) dır.
Bu yorumu yazana sorarım; Acaba ibn Hazım İsa (a.s.) dan da tağut diye mi bahsetmiştir? Tabii ki hayır! Çünkü bu küfür sözüdür, yani hristiyanların aşırılıklarını anlatırken onların iddalarına göre itaat ettikleri İsa (a.s.) ya ibn Hazm da, bir başka müslüman da tağut demediği gibi islam alimlerine onları islam alimi olarak kabul edip bildikleri halde tağut dememişlerdir; bu caiz de değildir. Görüldüğü üzere bu aşırıcı taife, naslarla oynayıp kendi arzularına alet ettikleri gibi, alimlerin fetvalarını da tahrif edip değiştirerek cambazlık yapıyorlar. Allah’a hamd olsun ki bu gibi dalalet ehline cevap verip onların ipliğini pazara çıkaracak iman erleri vardır.
Bitti
Dibnot: İddia:
İmâm İbn Hazm rahimehullâh şöyle demiştir:
“Allâh’u Teâlâ’nın ‘Sizden kim onları velî edinirse, şüphesiz o da onlardandır’ âyetinin mânâsı zâhire göredir. Yani kim kâfirleri velî edinirse onlar gibi kâfir olur. Bu mânâ hak olan bir mânâdır. İki müslüman bu konuda ihtilâf etmez.”93
Cevap:
Derim ki: imam ibn Hazım da “Allah’ın ve resulünün hükmünü doğru kabul etmekle beraber tağuta muhakeme olan kafir değil,asidir” dediğine göre bu konuda neyi kast ettiği gayet açıktır ki imam mutlak,yani kayıtsız şartsız velayetten söz ediyor. İmam ibni Hazım,Nisa altmış ve altmış beşinci ayetlere işaret ettikten sonra şöyle diyor:
Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır.
“Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatlerini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği talep etmekle asi olurlar.
Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular.”(İbn Hazm: El Muhalla bil Asar: 11/202 Tahkik: Ahmed Şakir (1352 h)
yapmis oldugum calismalarimdan bir kismina merakli olanlari göderiyorum
4. “Ne Şekilde Ve Hangi Şartla Olursa Olsun, Mahkemeye Gitmek Küfürdür” diyenler:
Not; Risalenin kaleme alınmasının asıl sebebini bu konu teşkil etmektedir bu nedenle bu bölümün daha dikkatli okunmasını tavsiye ediyoruz.
Bu konuda Nisa suresinin 60. ayeti kerimesi delil alınarak, olur olmaz sözler söyleniyor. Söylentiler şu mesele etrafında dönüp dolaşıyor.
“İslâmi olmayan mahkemeye başvurmak Tağut’a itaattir.
başkasına itaat, o itaat edilene ibadettir.İtaatte ibadettir; Allah’tan
Bu sebeble de bu gibi kişiler kâfirdir.”
Bu iddiayı şu iki yönü ile inceleyelim inşa’Allah:
A) Mahkeme olma meselesi( Nuzûl Sebebi Ve Tefsir Âlimlerinin Açıklamaları.)
B) İtaat etme ( İbadet Çeşitleri ve İtaat Çeşitleri.)
A) Mahkeme olma ( nuzûl sebebi ve Tefsir Âlimlerinin Açıklamaları)
“Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara imân ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolunduklan halde, tâgut’un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün sap-tırmak ister.” (Nisa 60)
Bu ayetin nuzûl sebebi:
a) Yezid b Zurey, Davud b. Ebi Hind’den, o, es-Sa’bî’den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Münafıklardan bir kişi ile yahudi bir kişi arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi, münafık olanı Peygamber’e gitmeye çağırdı. Çünkü o, Hz. Peygamberin rüşvet alma-yacağını biliyordu.
Münafık ise, yahudiyi kendi hâkimlerinden birisine gitmeye davet etti. Çünkü o da yahudi hâkimlerin hükümlerinde rüşvet kabul ettiklerini biliyordu. Bu hususta anlaş-mazlığa düşmeleri sonucunda nihayet Cüheyne kabilesine mensup bir kâhinin hükmü-ne başvurmak üzere anlaştılar.
İşte bu hususta, yüce Allah: “Sana indrilen” ile münafık olanı kastediyor “ve senden önce indirilmiş olanlara” yahudiyi kastediyor “imân ettiklerini iddia edenle-ri görmezmisin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde Tâğutun hükmüne başvurmak istiyorlar” buyruğundan itibaren “tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar” (Nisâ 65) buyruklarını indirdi.
İbn Abbas dedi ki: Bişr diye anılan münafıklardan bir kimse ile yahudi birisi arasında bir anlaşmazlık vardı.
Yahudi: Haydi gel seninle Muhammed’e gidelim dediği halde, münafık olan da: Hayır, Kâ’b b. el-Eşref e gidelim, dedi.
İşte yüce Allah’ın “tağut” yani tuğyan eden kimse adını verdiği kişi budur.
Ancak yahudi, Rasûlullah’dan başkasının hükmüne başvurmayı kabul etmedi. Münafık durumu görünce, onunla beraber Rasûlullah’ın yanına vardı. Hz. Peygamber de yahudinin lehine hüküm verdi
Hz. Peygamberin yanından çıktıkları vakit münafık “ben bu hükme razı değilim,” dedi.
“Haydi, seninle Ebû Bekr’e gidelim.” Hz. Ebû Bekir de yahudi lehine hüküm verdi.
Yine münafık buna da razı gelmedi.
Bunu da ez-Zeccâc zikretmiştir. Bu sefer dedi ki: “Haydi seninle Ömer’e gide-lim.” Bunun üzerine Ömer’e gittiler. Yahudi dedi ki: “Biz önce Rasûlullah’a gittik, sonra Ebû Bekir’e gittik. Fakat bu bir türlü razı olmadı.” Hz. Ömer, münafık olana: Bu durum dediği gibi midir? diye sordu. Münafık: Evet deyince,
Hz. Ömer: “Ben yanınıza çıkıp gelinceye kadar burada durunuz” dedi, içeri gir-di; kılıcını alıp çıktıktan sonra ölünceye kadar kılıcıyla münafığa vurmaya devam etti ve dedi ki:
“İşte ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” dedi.
Yahudi ise kaçıp gitti ve bu âyet-i kerime nazil oldu. (Kurtubi)
Dikkat edelim ki Ömer (r.a) o münafığı niçin öldürdüğünü açıklıyor.
“İşte ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” diyor.
Yani Ömer (r.a): “tağuta gidene hükmüm budur” demiyor. O ne diyor; “Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” diyor.
Nisa 60. ayetinin nuzulüne sebeb olan ve yaptığı fiilin isabetli ve doğru olduğu Allah tarafından haber verilen kişi Ömer(r.a),bu sebeb ile Faruk lakabı verilen kişi,bu hükmü yani o müslüman görünen münafığı mürted kabul ederek öldürme sebebini,o münafığın Allah’ın ve Rasulünün hükmünü kabul etmemesine bağlıyor. Onu Allah’ın Rasulünün hükmünü beğenmediği için öldürdüğünü söylüyor.
*Rivayetlerde açıkça münafığın İslâm mahkemesinden kaçtığını görüyoruz.
*Yani iki mahkeme var; isterse İslâm mahkemesine gidebilir ama adam gitmek istemiyor.
*Yine görüyoruz ki adam Rasûlullah’ın hükmüne istemeyerek zoraki gidi-yor.
*Bununla da kalmıyor, Rasûlullah’ın verdiği hükmü beğenmiyor. Bunu da açık açık söylüyor.
Bu adam elbet kâfirdir.
Çağımızda İslâm mahkemesi olmadığı ve üzerindeki belayı başka türlü savama-dığı için onlardan da adalet beklemeden onların mahkemesine giden adam o münafıkla aynı mıdır?
Bunun durumu ve yaptığı iş ile o münafığın yaptığı birebir örtüşüyor mu?
Madem kıyas yapılıyor.
*illetlerin birbiri ile örtüşmesi lazım,
*Yani öncelikle Kuran’daki hükmün illeti tesbit edilir;
*Bu tesbiti de bu işe ehil olanlar yapabilir.
*Sonra da sözkonusu yeni hükmün illeti ile bunun illeti bire bir örtüşüyor mu ona bakılır.
İlletler uyuşmadığı halde yapılan kıyas, kıyas değil, başka bir şeydir.
Nüzûl sebebi olarak nakledilen Kâ’b b. el-Eşref olayını iyi incelersek şunları görürüz:
O münafık ilk olarak
1. Rasulullah’a gitmek istemedi.
2. Yahudinin ısrarı ile Rasulullah’a gittiler
3. Rasulullah’ın hükmünü beğenmedi.
4. Sonra Ebu Bekr’e gittiler. Onun hükmünü’de beğenmedi.
5. Sonra Hz.Ömer’e gittiler.
Yukarıda ki maddelere dikkatlice bakıp sonra birlikte kıyas yapalım:
Günümüzde, bu olayı ele alarak tağutun mahkemesine gidenleri tekfir eder iken Ni-sa suresinin 60. ayetini delil alarak münafığın Kâ’b b. el-Eşref’e gitmesine kıyas yapılıyor. Bilindiği gibi bir meselenin diğer bir meseleye kıyas edilmesi için illetle-rin uyuşması gerekir yani elimizdeki hükmün illetini tespit edeceğiz;hüküm çıkar-mak istediğimiz meselenin illeti ile elimizdeki hükmün illetinin birbirine uyuşup uyuşmadığına bakmamız gerekir ki bu meselede illetlerin birbirine uyuşup uyuşma-dığına bir bakalım;
Ömer (r.a),hüküm için kendisine gelen o münafığı mürted kabul ettiği için öldürdü. Bu münafığın mürted olma illeti,sebebi ne idi? Bunu 4 şık halinde inceleyelim:
O münafık tağuta muhakeme olduğu için mi ? HAYIR
O münafık Rasullah’ın (s.a.v) hükmüne basvurmadığı için mi ? HAYIR
O münafık tağuta gitmek istediği için mi ? HAYIR
O münafık Rasullah’a (s.a.v) muhakeme olup hükmünü beğenmediği için mi ? EVET
Bu şıkların hangisinin doğru olduğunu öğrenmek için bu işe hüküm veren Ömer (r.a) ın sözünü veyahut fetvasını inceleyelim: Ömer (r.a) şöyle buyuruyor
“İşte ben Allah’ın ve Rasûlunün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm..”
Demek ki bu fetvadan anlıyoruz ki o münafığın mürted kabul edilerek öldürül-mesindeki illet “Rasulullah’ın (s.a.v) hükmünü beğenmemesidir.”
Konunun iyi anlaşılması için bir örnek verelim;
Bir adam bir başkasının bağından bir miktar üzüm çalsa o çaldığı üzümü de şa-rap yapsa ve o şarabı da içse…
İslam mahkemesi bu adamı yakalayıp sorguya alsa ve adama neden bu işi yap-tığı sorulsa, adam da “benim bu yaptığım işte ne var ki bu iş helaldir” dese, İslam mahkemesi de onun mürted olduğuna hüküm verse…
Şimdi bu adama neden mürted hükmü verilmiştir?
Üzüm çaldığı İçin mi ? HAYIR
Şarap yağtığı için mi ? HAYIR
Şarap içtiği için mi ? HAYIR
Bu fiilini helal gördüğü için mi ? EVET
Nihayet Ömer (r.a.) “Ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm” dedi ve münafığın boynunu vurdu. O vakit de iki muhakeme vardı. Biri hak olan Rasulullah’ın muhakemesi, diğeri de batıl mafyavari Ka’ab bin el-Eşref’in muhakemesi. Yani vakıalar birbirine kıyas edilecekse illetler birbi-rinin aynı olmalıdır. Kıyas yapan kişi önce bu işe ehil olmalı, sonra da hükümlerin illetlerini iyi tesbit etmelidir.Yoksa her önüne gelen kıyas yapma cüretinde bulunursa, işte böyle İslâm mahkemesini istemeyen ve İslâm mahkemesine gitmemek için bütün imkânlarını kullandığı halde başka çare bulamadığı için İslâm mahkemelerine gitmek zorunda kalan sonra da bunu beğenmeyip başka çareler aramaya çalışan biri (münafık) ile;
İslâm’ı sevdiği ve İslâm mahkemelerini çok istediği halde, bunu bulamadığı için başına gelen bir belayı da başka türlü savamadığı için, tağuta buğz ederek ve onu istemediği halde mecbur kalarak giden(müslümanı) bahsettiğimiz durumdaki bir münafıkla birbi-rine kıyas etme hatasına düşer.
b) Nadir ve Kureyza yahudileri arasındaki eşitsizliği delil olarak alırsak:
Yahudilerden bir grup müslüman olmuştu. Fakat onlardan bazısı münafık idi. Ca-hiliye çağında Kureyza ve Nadir Kabilelerinin hareket tarzı şöyle idi:
Kureyza’dan birisi Nadir’li birisini öldürdüğü zaman, öldüren hem kısas ediliyor, hem de onun akrabalarından yüz “vesak” (ölçek) hurma alınıyordu.
Fakat Nadir’li birisi Kureyza’dan birisini öldürdüğünde, ona kısas uygulanmıyor, sade-ce altmış vesak hurma veriliyordu.
Çünkü Nadiroğulları daha şerefli kabul ediliyordu. Nadir’liler Evs kabilesinin mütte-fikleri, Kureyza ise Hazrec kabilesinin müttefikleri idiler.
Hz. Peygamber(sav) Medine’ye hicret edince, Nadir Kabilesinden birisi bir Kureyzalı’yı öldürdü.
Derken taraflar bu hususta hasımlaştılar ve Nadiroğullari “Bize kısas uygulanamaz. Bize düşen daha önce de anlaştığımız gibi altmış ölçek hurmayı diyet olarak vermektir” dediler.
Hazrecliler “Fakat bu cahiliyye hükmüdür. Biz ve siz bugün kardeşiz. Dinimiz bir, aramızda bir üstünlük yok” dediler
.
Nadiroğulları bunu kabul etmediler. İçlerindeki münafıklar, “Kâhin Ebu Burde el-Eslemî’ye gidelim” dediler. Müslüman olanlar da “Hayır, Allah’ın Rasûlune gidelim” dediler.
Münafıklar diretince, aralarında hüküm vermesi için Kâhin el-Eslemi’ye gittiler.
İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi.
Hz. Peygamber Kâhin Ebu Burde’yi İslâm’a davet etti. O da bunu kabul edip müslüman oldu.
Bu, Süddi’nin sözüdür. Buna göre, (Fahruddin Er-Razi – Tefsir’i kebir-c.8.s.120–121)
Aynı ayetin Taberi tefsirinde gelen nüzûl sebebi ile alakalı rivayeti ise şu şe-kildedir:
Süddî ise Evs ve Hazrec’in antlaşmalıları olan Nadir oğulları yahudileri ile Kurayza oğulları yahudileri arasında bir öldürme hadisesinin diyeti konusundaki an-laşmazlık üzerine bu âyetin indiğini söylemiştir.
Süddî kavlinde hadise şöyle gelişmiştir: Yahudilerden bazı kimseler müslüman olurken diğer bazıları da münafıklık yapmaktaydılar.
Cahiliye devrinde Kurayza oğullarından birisi, Nadir oğullarından birini öldürdüğünde karşılık olarak katil öldürüldüğü gibi üstüne bir de yüz vesak hurma diyet olarak alınır;
Nadiroğullarından birisi, Kurayzaoğullarından birini öldürdüğünde ise karşılık olarak katilin öldürülmesi bir yana sadece 60 vesak hurma diyet verirlerdi.
Bunlardan Nadiroğulları, araplardan Evs kabilesinin, Kurayzaoğulları da Hazrec kabi-lesinin antlaşmalıları idiler.
(Hz. Peygamber ’in Medine’ye gelişi ve bunlardan bazısının müslüman, bazısının mü-nafık olduğu bu dönemde) Nadiroğullarından birisi, Kurayza’dan birisini öldürdü ve bu konuda tartışmaya başladılar.
Nadiroğulları: “Biz sizinle cahiliye devrinde; kâtil sizden olduğu takdirde karşılık ola-rak öldürülmesi, bizden olduğunda sizin bu katili öldürmemeniz, her bir vesak 60 sâ’ olmak üzere sizin diyetinizin 60 vesak, bizim diyetimizin (bize verilecek diyetin) ise 100 vesak olması konusunda anlaşmıştık. Biz size sadece bunu, yani 60 vesak diyeti veririz dediler.
Hazrecliler ise: “Bu, cahiliye devrinde yaptığımız bir şey idi. Çünkü o zaman siz çok, biz ise azdık ve siz bize üstün gelmiştiniz. Şimdi ise biz ve siz kardeşleriz, dinimiz ve dininiz birdir ve sizin bize bir üstünlüğünüz yok.” dediler.
Münafıklar bu anlaşmazlık üzerine hakemliğine müracaat etmek üzere “Eslem kabilesinden Kâhin Ebu Burde’ye gidelim.” dediler.
Müslümanlar ise: “Hayır, tam tersine Hz. Peygamber’e gidelim.” dediler.
Münafıklar, Ebu Burde’ye gitmekte ayak dirediler de aralarında hakem olması ve hüküm vermesi için Ebu Burde’ye gittiler.
Ebu Burde: “Lokmayı büyütün.” diyerek vereceklerı rüşveti artırmalarını istedi.
Onlar da dediler ki “Sana on vesak verelim.”
“Hayır, diyetim 100 vesaktır; çünkü Kurayzalı lehine hüküm versem Nadirli, Nadirli lehine hüküm versem Kurayzalılar’ın beni öldüreceklerinden korkarım.” dedi.
O, yüz vesak rüşvette ısrar ederken hüküm için gelenler de 10 vesakta direttiler de aralarında hüküm vermedi. İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Hz. Peygamber Eslem kabilesinin kâhinini İslâm’a davet etti, o ise müslüman olmaya-rak huzurundan ayrılıp gitti.
Hz. Peygamber, kâhinin müslüman olan iki oğluna: Babanıza yetişin, eğer filan geçidin ötesine geçerse bir daha asla müslüman olmaz.” buyurdular.
Babaları, Hz. Peygamber’in işaret buyurduğu geçide varmadan peşinden yetiştiler, müslüman olması için onunla konuşmaya ve iknâya çalıştılar da bu çabaları semere verdi. Geri dönüp geldi ve müslüman oldu.
Hz. Peygamber Medine içinde birisini çıkartıp “Ey ahali, haberiniz olsun Eslem’in kâhini müslüman olmuştur.” diye nida ettirdi,
Taberî Tefsirindeki Suddî rivayetinde bu kâhinin adı Ebu Berze olarak verilmektedir. (Taberi tefsiri c.3s.32-33)
Bu rivayetlerden de anlaşıldığı üzere, Tağu’ta giden kişilerin bir kısmının müslüman olduğu rivayet ediliyor.
Bunları ne Rasûllah tekfir etmiş ne de bu nakilleri yapan âlimler.
Ama ne hikmetse günümüzde dindarlık taslayan bazı kimseler bunları tekfir ediyorlar,hatta bunları tekfir etmeyenleri de tekfir ediyorlar.
Kendisine çıkış yolu bulamadığı ve hakkını da almaya gücü yetmediği için tağutun mahkemelerine gidenleri hiç çekinmeden tekfir eden, hatta bununla da yetin-meyip tekfir etmeyenleri de tekfir edenlerin şu soruya cevap vermeleri gerekmez mi?
Eğer kâhin Tağut’una giden her iki gurup da dinden çıkıp kâfir olmuş iseler ki konu ile ilgili diğer rivayetler elimize ulaşmış, niçin Rasûlullah’ın s.a.v. bu insanları tevbeye davet ettiği ya da onları tekfir ettiği rivayeti bize ulaşmamış-tır?
Hâlbuki tefsirlerde ve İslâm tarihi kitaplarında Rasûlullah’ın kâhin ebu Burde’yi tevbeye ve İslâm’a davet ettiği rivayetleri vardır.
“Hz. Peygamber, Kâhin Ebu Burde’yi İslâm’a davet etti. O da bunu kabul edip müslüman oldu.”
Ama diğer o iki grup ile alakalı herhangi bir muamele (davet, ceza) yapıldığı tarafı-mızdan bilinmemektedir.
Bu iddia sahipleri yâni “ne şekilde ve hangi şartla olursa olsun, mahkemeye gitmek küfürdür” diyenler kendi yorumlarından başka bir delil getirmez değil aslında getiremezler.
Kendileri de maalesef ilimsiz, anlayışsız harici mantıklı kimselerdir, hatta ha-ricilerden de beter kimselerdir.
Bunlar kendilerinin delil aldıkları âlimlerin yazılarını dahi anlayabilecek kapa-sitede değillerdir.
Delil aldıkları, kendi görüşlerine tıpa tıp uyduğunu zannettikleri nakillerden birine misal verelim:
İbn-i Kesir rahmetullahu aleyh. şöyle demektedir;
“Her kim mensuh (hükmü kaldırılmış) şeriatlara muhakeme olur, nebilerin sonun-cusu Muhammed’e inen şeriate muhakeme olmazsa, muhakkak kâfir olur.”
“Durum böyleyken İslâm şeriatini terk ederek Yes’ak’a muhakeme olan, Yes’ak’ın kanunlarını İslâm kanunlarından daha önde tutan kişinin durumu nasıl olur acaba? Bilinsin ki böyle yapan kişi müslümanların icmasıyla kâfirdir.”
Dikkat edilirse İbn-i Kesir’in tekfir ettiği kişiler “... İslâm şeriatini terk ederek Yes’ak’a muhakeme olan, Yes’ak’ın kanunlarını İslâm kanunlarından daha önde tutan...” kişilerdir.
İşte en net ve sert açıklama budur. Bu da onların anladığı gibi “yani ne şekilde ve hangi şartla olursa olsun mahkemeye gitmek küfürdür” diyenlerin anladığı gibi değildir.
Çünkü Cengiz Han denen mel’un Âlem-i İslâm’ı istila ettiği zaman, müslümanların kendi aralarında Vali ve Kadı seçmelerine müsaade etmişti. Yani o dönemde tağutun mahkemesinin yanı sıra İslâm mahkemesi de mevcuttu.
Dolayısıyla o zamanda Yes’ak’a muhakeme olanlar açıkça İslâm hükmünü beğenmedikleri için gidiyorlardı.
İbn-i Kesir’in bu fetvasının, iddia sahiplerinin iddialarına delil olacak bir tarafı yoktur.
İşte bu konuda mahkemenin küfür olmadığına dair bazı âlimlerin fetvaları;
Bunlardan şu âlimleri zikredebiliriz:
*Fahruddin er-Razi
٭İbni Hazm
٭İmam Muhammed
Bu üç âlimi özellikle örnek veriyoruz ki Nisa 60. ayetine dayanarak yersiz tekfire kalkışanlar kendi konumlarını biraz düşünsünler.
Bu aşırıcı taife mensupları eğer kendilerini müfessir veya ilmi kelamcı kabul ediyorlarsa, Fahruddin er-Razi’den daha iyi tefsirci daha iyi kelamcı değillerdir.
Eğer kendilerini zahiri (zahirici) kabul ediyorlarsa İbn Hazım kadar zahiri de-ğillerdir; çünkü İbn Hazım müctehid bir zahiridir.
Yok, kendilerini fakih, muhaddis, müctehid sanıyorlarsa İmam Muhammed kadar fakih de değiller, hadisci de değillerdir. Zira o hem büyük bir müctehid hem de İmam Malik’ten Muvatta’yı ezberleyip İmam Şafii’ye de o hadis kitabını okutup ezber-leten büyük bir hadisci fakih ve müctehiddir.
Tekfirde aşırılık yapan bu kimselere uyup onları taklid edenler de bilsinler ve akletsinler ki taklid ederek körü körüne peşinden gittikleri kişiler, ne bizim ismini zik-rettiğimiz âlimler ve benzeri ilim ehli kadar ilime sahipler ne takvada onlara denk ve ne de taklid edilmeye asla layık olmayan kişilerdir.
Eğer birileri taklid edilip fetvalarına uyulacaksa hiç şüpesiz ulema buna daha lâyıktır.
Şunu da belirtmemizin faydalı olacağına inanıyoruz:
Şu bir gerçektir ki insanların meseleleri anlama ve idrak etme seviyeleri sahip oldukları ilimle orantılıdır.
Bu nedenle ilim ehlinin meseleye bakış açısı ve kavrayışı tabiî ki ilmi olmayan avamın bakışı, anlayışı gibi olamaz.
Dolayısıyla ilmi olmayan fakat ilme ve ilim sahibi olan Âlimlere saygılı olan, haddini bilen her insana düşen görev meseleyi ehlinin anladığı gibi anlamaya çalışmak ya da ilim ehlinin yapmış olduğu tesbit ve izahlara teslim olmaktır.
Bundan dolayıdır ki Rabbimiz “Herhangi bir konuda bilmiyorsanız onu ehline danışınız” buyurmaktadır.
Yani müslümanlara “ bir meselede ihtilafa düşerseniz size en çok yardımı do-kunanlara uyun, ya da en kalabalık olan taraf neresi ise onlara tabi olun” şeklinde bir adres Allah c.c. tarafından değil, olsa olsa şeytan aleyhillane tarafından gösterilir…
Onun için meseleleri okurken, izah edilen görüşleri kimlerin kaleme aldığına değil o görüşlerin kimlere ait olduğuna dikkat etmeniz, ahiret adresinizi bu dünyada belirlediğinizi göz önünde bulunduracak olursak daha sağlıklı bir ADRESE ulaşmanız açısından menfaatinize olacaktır.
Bu uyarıyı yaptıktan sonra şimdi de nakileri yapalım.
Fahruddin er-Razi’nin (rahmetullahi aleyh) açıklaması;
المسألة الثالثة : مقصود الكلام ان بعض الناس أراد أن يتحاكم إلى بعض أهل الطغيان ولم يرد التحاكم إلى محمد صلى الله عليه وسلم . قال القاضي : ويجب أن يكون التحاكم إلى هذا الطاغوت كالكفر ، وعدم الرضا بحكم محمد عليه الصلاة والسلام كفر
(fahruddin er razi c 5. s 159. darulfikir.)
“Hz. Peygamber’in hükmünden kaçıp tağuta başvuranların kâfirliği”
Bu ifadeden murad şudur: Bazı kimseler, ehl-i tuğyandan (azgın kimselerden) ba-zısı huzurunda muhakeme olmayı istemiş, Hz. Muhammed’in huzurunda muhakeme olmayı istememişlerdir.
Kâdı şöyle demiştir: “Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi; Hz. Muhammed’in s.a.v. hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir.” (Tefsir’i kebir c.8.s.121)
Öncelikle konu başlığına dikkat edelim. “Hz. Peygamber’in hükmünden kaçıp Tağut’a başvuranların kâfirliği”. Ne diyor “Rasûlullah’ın s.a.v. hükümünden kaçıp...”
Kâdı şöyle demiştir: “Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gi-bi...;” burada gibi ifadesi ile bir benzetme vardır.
Bilindiği üzere benzetme bizzat benzetilen değil benzerliklerinin olduğunu ifade etmek için kullanılır.
Misal, “Ali arslan gibidir”. Bu teşbihte Ali’nin dört ayaklı bir hayvan olduğu mu ifade edilmektedir, yoksa arslana bazı yönlerden benzediği mi anlatılmak istenmek-tedir? Tabii ki benzerliği anlatılmaktadır. Arslan güçlüdür, Ali’de güçlüdür; arslan cesurdur, Ali de cesurdur gibi. Aynen bu durum gibi Kâdı’da bir benzetme yapmakta-dır.
“Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi...;” olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca benzetme bizzat benzetilen değil benzerliklerinin olduğunu ifade et-mek için kullanıldığına dair örnek olması bakımında şunu da yazalım:
“İslâm Hukuku Açısından Cehalet” isimli kitabın 405 nolu sayfasındaki satır-lara bir göz attığımızda da yazarın, Muvafakat yazarı İmam Şatibi’nin eseri olan İtisam (c.2 s.245-246)’dan yaptığı alıntıyı aktararak şöyle dediğini görürüz
“Şüphesiz zatı envad edinmek, Allah’tan başka ilahlar edinmeğe benzer. Fakat bu bizzat edinmek demek değildir. Bu nedenle açıklanana itibar etmek gerekmez. Ta benzeri birşey, her yönüyle onu göstermedikçe.Vallahu âlem.” bu nakili yapma sebebimiz, gibidir ifadesinin bir benzetme olduğunu anlatmak içindir; yani bir şey, bir başka şeye, bazı yönleri ile benzerse, buna bu da onun gibidir denir, “Şüphesiz zatı envad edinmek, Allah’tan başka ilahlar edinmeğe benzer.” Bu söz taleb edilen zatı envad ın Allahtan başka ilah edinmeye benzediğini ama bizzat ilah edinmek anlamında olmadığını bildiriyor.Bunun konumuzla alakası şudur;o da bir benzetme, bizim sözünü naklettiğimiz Kadı Hüseyin’in yaptığı da bir benzetmedir.
Yani benzetilen şey o benzediği şeyin birebir aynısı olması için birkaç yönden benziyor olması yeterli değildir;her yönü ile aynı olması şarttır.
Hele ki sözkonusu iman ve küfür meselesi ise…
Bir şey ile o şeye benzeyen şeyin birebir aynısı olmadığını anlamak isteyen için bu izahın yeterli olacağı kanaatindeyiz.
Şimdi de gelelim zahiri mezhebinin büyük imamı İbn Hazm rahmetullahi aleyh’in konu ile ilgili fetvasına:
بيان من المنافقين والمرتدين وهل عرفهم النبي صلى الله عليه وسلم بأشخاصهم أم بأوصافهم
وقال تعالى: {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ} إلى قوله تعالى: {حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ}. وصح عن رسول الله صلى الله عليه وسلم: "ثلاث من كن فيه كان منافقا خالصا" في كتاب مسلم وغيره "إذا حدث كذب وإذا وعد أخلف وإذا اؤتمن خان وإن صام وصلى وزعم أنه مسلم". ومن طريق مسلم أيضا - نا أبو بكر بن أبي شيبة , ومحمد بن عبد الله بن نمير قالا جميعا : نا عبد الله بن نمير نا الأعمش عن عبد الله بن مرة عن مسروق عن عبد الله بن عمرو بن العاص قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "أربع من كن فيه كان منافقا خالصا ومن كانت فيه خلة منهن كانت فيه خلة من نفاق حتى يدعها : إذا حدث كذب , إذا وعد أخلف , إذا عاهد غدر , وإذا خاصم فجر". فقد صح أن هاهنا نفاقا لا يكون صاحبه كافرا , ونفاقا يكون صاحبه كافرا , فيمكن أن يكون هؤلاء الذين أرادوا التحاكم إلى الطاغوت لا إلى النبي صلى الله عليه وسلم مظهرين لطاعة رسول الله صلى الله عليه وسلم عصاة بطلب الرجوع في الحكم إلى غيره معتقدين لصحة ذلك , لكن رغبة في اتباع الهوى , فلم يكونوا بذلك كفارا بل عصاة
Münafık ve mürtedler hakkında Peygamber’in onları şahıs ve sıfat olarak anlatıp anlatmamasına dair bir açıklama:
Allah (c.c) buyurdu: “Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara imân ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde, tâgut’un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister.” (Nisa 60)
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duyma-dan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
Müslim ve diğerleri Peygamber’in şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Üç şey kimde varsa o kimse namaz kılsa,oruç tutsa,müslümanım dese bile halis münafıkdır;konuştuğu zaman yalan söyler,vaad ettiği zaman vaadine hilaf davranır, emanete hıyanet eder.”
Yine Müslim’den şöyle rivayet olunur:
Ebu Bekr ibn Ebu Şeybe ve Muhammed ibn Abdullah ibn Nemir şöyle dediler:
Abdullah ibn Nemir dedi: Ameş Abdullah ibn Murra’dan, o Mesruk’dan, o da Abdullah ibn Amr ibn As’dan rivayet etti: Allah’ın elçisi buyurdu:
“Dört şey kimde varsa o halis münafıkdır. Kimde de bunlardan bir hususiyyet olursa, onu terk edene kadar onda nifakdan bir hususiyyet vardır: konuştuğu zaman yalan söyler , vaad ettiği zaman vaadine hilaf davranır, sözleşdiği zaman hıyanet eder (sözünde durmaz), tartışdığı zaman haddini aşar.”
Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır.
“Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatlerini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar.
Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular.”
Kaynak: İbn Hazm: El Muhalla bil Asar: 11/202
Tahkik: Ahmed Şakir (1352 h)
Sadece bu nakil dahi anlamak isteyen ve hakkı arayan için yeterli delildir.
Aksi takdirde bu tekfirci zihniyetin önce imam İbn-i Hazm’ı tekfir etmeleri gerekir.
Biz ise haddimizi bilmekle mükellefiz…
Gelelim İmam Muhammed rahmetullahi aleyh’in konu ile ilgili açıklamalarına:
Bilindiği gibi İmam Muhammed, İmam’ı Azam Ebu Hanife’nin meşhur olmuş en başarılı öğrencilerinden birtanesi olan ve ilmi ile övülmeye ihtiyaç olmayan Müctehid makamında bir şahsiyettir ve sizlere burada sunacağımız deliller onun en müstesna eserlerinden biri olan “Siyer’i Kebir” isimli eserinden olacaktır.
وَلَوْ اسْتَوْدَعَ مُسْلِمٌ مُسْلِمًا شَيْئًا وَأَذِنَ لَهُ إنْ غَابَ أَنْ يُخْرِجَهُ مَعَهُ فَارْتَدَّ الْمُودَعُ وَلَحِقَ بِدَارِ الْحَرْبِ ، فَلَحِقَهُ صَاحِبُهُ وَطَلَبَهُ مِنْهُ فَمَنَعَهُ ، وَاخْتَصَمَا فِيهِ إلَى سُلْطَانِ تِلْكَ الْبِلَادِ ، فَقَصَرَ يَدَ الْمُسْلِمِ عَنْهُ ، ثُمَّ أَسْلَمَ أَهْلُ الدَّارِ فَالْوَدِيعَةُ لِلْمُودِعِ لَا سَبِيلَ لِصَاحِبِهَا عَلَيْهَا لِأَنَّهُ مَا كَانَ ضَامِنًا لَهَا فِي دَارِ الْإِسْلَامِ
وَحِينَ مَنَعَهَا فِي دَارِ الْحَرْبِ كَانَ هُوَ حَرْبِيًّا لَوْ اسْتَهْلَكَهَا لَمْ يَضْمَنْ ، فَكَذَلِكَ إذَا مَنَعَهَا
وَلِأَنَّهُ بِهَذَا الْمَنْعِ يَصِيرُ فِي حُكْمِ الْغَاصِبِ ، فَكَأَنَّهُ غَصَبَهُ مِنْهُ الْآنَ ابْتِدَاءً ، فَيَتِمُّ إحْرَازُهُ بِقُوَّةِ السُّلْطَانِ
- فَإِنْ أَسْلَمَ بَعْدَ ذَلِكَ كَانَ سَالِمًا لَهُ ،
2675- Bir müslüman başka bir müslümana bir şey emanet bıraksa ve kendisi hazır olmadığı zaman onu beraberinde çıkarmasına müsaade etse, daha sonra adam irtidat edip darulharbe gitse, arkasından arkadaşı yetişip emanetini ondan istese ve o da vermeyi red etse, onun hakkında ikisi darulharbin hükümdarı yanında muhakeme olsa, o da onu müslümana vermemesini söylese,
(Dikkat edin darul harb’in hükümdarına gidildikten sonraki süreçte imam hala müslüman diye tanıttığını müslüman olarak tarif etmeye devam ettiği gibi küfrü veya hatasına yönelik birtek söz etmiyor. Aynı durum diğer fetvalarda da geçerli lütfen fetvaların bu boyutuna dikkat edin..)
Sonra darulharp halkı müslüman olsa, emanet onu emanet veren kişinin olup o anda elinde bulunduranın onun üzerinde bir hakkı olmaz.
Çünkü darul İslâm’da onun için tazminat ödemezdi. Darulharpte de vermediğinde kendisi düşman olup istihlak ettiği taktirde tazminat ödemezdi. Üstelik vermemekle gaspeden kişi hükmünde olur. Sanki şimdi ondan gaspetmiştir ve hükümdarın gücü ile ihrazı da tamam olmuştur.
2679 وَلَوْ أَنَّ رَجُلَيْنِ أَسْلَمَا فِي دَارِ الْحَرْبِ ، ثُمَّ غَصَبَ أَحَدُهُمَا صَاحِبَهُ شَيْئًا ، وَجَحَدَهُ ، فَاخْتَصَمَا إلَى سُلْطَانِ تِلْكَ الْبِلَادِ ، فَسَلَّمَهُ لِلْغَاصِبِ لِكَوْنِهِ فِي يَدِهِ ، ثُمَّ أَسْلَمَ أَهْلُ الدَّارِ ، وَالرَّجُلَانِ مُسْلِمَانِ عَلَى حَالِهِمَا ، فَالْمَغْصُوبُ مَرْدُودٌ عَلَى الْمَغْصُوبِ مِنْهُ .
لِأَنَّ رَدَّ الْعَيْنِ مُسْتَحَقٌّ عَلَى الْغَاصِبِ ، بِحُكْمِ اعْتِقَادِهِ ، فَإِسْلَامُ أَهْلِ الدَّارِ لَا يَزِيدُهُ إلَّا وَكَادَةً ، وَبِقُوَّةِ سُلْطَانِ أَهْلِ الْحَرْبِ الْمُسْلِمُ لَا يَصِيرُ مُحْرِزًا مَالَ الْمُسْلِمِ ، وَلَا مُتَمَلِّكًا ؛ لِأَنَّهُمَا لَوْ كَانَا فِي دَارِ الْإِسْلَامِ لَمْ يَكُنْ هُوَ مُتَمَلِّكًا بِحُكْمِ سُلْطَانِ الْمُسْلِمِينَ ، فَكَيْفَ يَصِيرُ مُتَمَلِّكًا بِحُكْمِ سُلْطَانِ أَهْلِ الْحَرْبِ
2679- İki adam darulharpte müslüman olsa, sonra biri diğerinden birşey gaspedip inkâr etse ve ikisi o ülkenin hükümdarına şikayet etse, hükümdar elinde bulunduğu için o malı gaspeden kişiye teslim etse, iki adam müslüman olarak devam ederken ülke halkı müslüman olsa, gaspedilen şey kendisinden gaspedilmiş olan kişiye geri verilir.
Çünkü inancı gereğince gaspedilmiş şeyi kendisine iade etmek vaciptir. Ülke halkının İslâma girmesi bunu ancak pekiştirmiş olur. Düşmanın hükümdarı gücü ile de müslüman başka müslümanın malını ihraz etmiş olmadığı gibi mülk de edinmiş olamaz. Çünkü ikisi darulislâmda olsalardı müslüman hükümdarın hükmü ile onu mülk edinmiş olmazken, düşman halkın hükümdarı gücü ile nasıl mülk edinmiş olur? (C .3)
Sadece buraya aldığımız izahlar meselenin anlaşılması açısından fazlasıyla yeterli-dir fakat maksat anlamak olmalı ki anlaşılsın…
Bu üç imamın da mahkemeye kayıtsız şartsız küfür diyenlere muhalif olarak küfür demediklerini görüyoruz.
Bu imamların da büyük İslâm âlimlerince tekfir değil takdir edildiğinden başkasını bilmiyoruz.
Bu âlimleri bu görüşlerinden dolayı bırakın tekfiri, ağır bir dille eleştiren hiç bir ehl-i sünnet âlimi var mıdır!?
HANEFİ ALİMLERİNDEN MAHKEME KONUSUNDA BİRKAÇ FETVA
Hanefi alimlerinden bazıları iki hâkimden biri müslüman biri zımmi olması ve müslümanın lehine hüküm vermeleri durumunda bu mahkemeyi caiz sayıyorlar.
Amma, bir hâkim varsa ve o da zimmi ise ona baş vurmayı caiz saymıyorlar...
Lakin, müslümanlar zimmiyi hâkim tayin etseler buna hanefilerden hiç birinin bu hâ-linden yani zımmiyi hakim tayin ettiğinden dolayı o müslümanın küfründen-kafirliğinden-mürtedliğinden-ya da dinden bir şekilde çıktığından söz ettiğini bilen varsa söylesin...
Hanefi mezhebi kitablarından “el Fetevayi Hindiyye”de İmam Serahsiden (v. 483 h/1090 m) naklen şöyle diyor:
“(İmam Serahsi) “el Mebsut” isimli kitabının bir yerinde de bunu bildirmiştir.
O şöyle demiştir;
Bir müslüman ve bir zımmi başka bir zımmi hâkim tayin etseler, onun zımmi hakkında hükmü caiz müslüman hakkındaki ise caiz değildir.
Ya da bir müslüman ve bir zımmi, biri müslüman biri zımmi olan heyeti hâkim tayin etseler, heyetteki her iki şahıs da zimminin aleyhine müslümanın lehine hüküm verseler caizdir.
Yok eğer, zimminin lehine müslümanın aleyhine hüküm verseler caiz değildir.
Yine, onlar bir köle ve bir hürden ibaret heyeti hâkim tayin etselerdi ve o iki hâkim hüküm verseydi hükümleri caiz olmazdı. Çünkü, kölenin hükmü caiz değildir. Hür olanın hükmü de münferid kalıyor.
Hükme başvuran kimseler ise o ikisinin beraber hükmüne razı olmuştu. Buna göre de onun hakkında sadece biri hüküm veremez.
Hepsinin, bir zımmi iki müslüman arasında hüküm verse ve müslümanlar bunu kabul etseler de, müslümanların zimmiyi baştan hâkim tayin etmeleri halinde olduğu gibi caiz olmaz.”
Kaynak: Nizamuddin el Belhi: el Fetava el Hindiyye: 3/374 Beyrut: Darul Kutubil İlmiyye:1421/2000
Hanefi imamlarının büyüklerinden, “el Muhit el Burhani” adlı kitabın sahibi Burhanuddin el Merğinani (551-616 h/ 1156-1219 m) diyor ki:
“Diyoruz ki: Bir müslüman ve bir zımmi, aralarında hüküm verecek diğer bir müslüman ve zımmiden ibaret heyetin hükmü üzere anlaşsalar ve heyetteki her ikisi müslümanın lehine zimminin aleyhine hüküm verseler caizdir.
Çünkü heyetteki her iki şahs (müslüman ve zimmi) zımmilerin üzerinde hüküm ve şahidlik edebilir.
Yok eğer, heyet zımminin lehine müslümanın aleyhine hüküm verirlerse caiz değildir. Çünkü, zımmiler müslümanların üzerinde hüküm vermeye hakkı yoktur ve davadan çekilir.
Aynı zamanda hüküm vermeye hakkı olsa bile müslümanın hükmünün infaz edilmesi de imkânsız olur. Çünkü o (mahkemeye başvuran) sadece bir müslümanın reyine razı olmamıştı.
Buna binaen, iki müslüman hür ve köleden ibaret bir heyeti aralarında hâkim tayin etseler, hür olan aralarında hüküm verse caiz olmaz. Çünkü köle hüküm vermeye ehil değildir...”
Kaynak: Burhanuddin el Merginani: el Muhit el Burhani: 8/615Daru İhyai Turasil Arabi
Bakın meseleye dikkat edin, hâkimlerin hükümlerinin ne olduğuna değil müslümanın hâkim olarak kendine bir zımmiyi seçmesine rağmen hiçbir âlimin bu müslümanların hata ya da haram ya da günah işlediğini hiç konu dahi etmediğine dik-kat edin.
Bu nakillerde ismi geçen alimlerin mahkemeye giden insanları hiçbir ayrıma tabi tutmadan tekfir etme yerine belli başlı bazı hususlara dikkat ettiklerini görüyoruz. Zamanımızın ilimsiz müctehidleri gibi önüne geleni tekfir etme yerine meselenin hakikatını araştırıp ona göre hüküm veriyorlar. O alimler müslümanları tekfirden kurta-rabilmek için adeta kılı kırk yarıyorlardı. Günümüzün cesur tekfirci cahilleri böyle bir gayret göstermedikleri gibi, bu alimlerin sözlerini tevil ederek önlerine geleni tekfir ediyorlar. Onların söylemediği sözleri onlara izafe ediyorlar ve şöyle diyorlar;
“bu kitapta her ne kadar da bu ifadeler varsa da aslında o alim şunu demek iste-di” diyerek aslında yaptıklarının doğru olmadığını ifade eden fetvaları tahrif ederek heva ve arzularına göre değiştiriyorlar.
Bunlardan bazılarının yaptığı şu tahrifi bir örnek olarak nakledeyim. Bu aşırıcı grup mensublarından birilerine aşırılıktan dönerler ümidi ile Fahruddin er Razi’den ve İbn Hazm’dan yukarıda yazdığım şu nakilleri yazarak göndermiştim. Bakın onlar nasıl-da çarpıtarak sözü değiştirdiler:
Birincisi: Fahruddin Razi’den yaptığım nakil:
“Bu ifadeden murad şudur: Bazı kimseler, ehl-i tuğyandan (azgın kimselerden) bazısı huzurunda muhakeme olmayı istemiş, Hz. Muhammed’in huzurunda muhakeme olmayı istememişlerdir.
Kâdı şöyle demiştir: “Tâgutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi; Hz. Muhammed’in hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir.” (Tefsir’i kebir c.8.s.121)
Bakın onların tahrifine ve kendi yaptığı ketmetme suçunu kral çıplak diyen cambaz misali, bizleri suçlamalarına. Aynen aktarıyorum:
Er-Razi’den Nakledilen ve Nakledilmesi Gerekli Olup da Ketmedilen Sözlerin Beyanı:
A. Metin ve Tercüme: (er-Razi, Mefatihu’l Gayb 10/124 Beyrut, Daru’l Kutubi’l-İlmiyye, 1421, Baskı: 1 Cild:32)
er-Razi (544-606/1149-1206) “Mefatihu’l Gayb”da şöyle demektedir: “Bu sözden mak-sat şudur; İnsanlardan bazıları ehl-i tuğyandan olan bazı kimselere muhakeme olmayı istemiş, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhakeme olmayı istememişler.
(Hüseyin ) el-Kadı ((Şafii alimleri bazı lakap ve künyeleri kullanarak belirli alimleri kastederler. Şafii mezhebine ait kitaplarda kastedilen Kadı, Hüseyin’dir (462/1070) şöyle demiştir: “Tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür olması gerekir. Buna şunlar delalet eder;
Dikkatle okuyanın hemen fark edeceği bu ibareleri değiştirme, onların bu hu-susta ne kadar da usta olduğunu,sözleri nasıl da çarpıttıklarını anlamak için yeterlidir sanırım. Nakilde “kadı dedi ki”diye başlayan satırın arasına olduğu kelimesini ‘ve’-‘da’ bağlacını ilave etmişler ondan sonra da başlamışlar hücuma,iftiraya ve tekfirciliğe. Ba-kın bu ufak ama teknik saptırma ve de çarpıtmadan sonra, ibareyi nasıl da kendi lehleri-ne çevirmişler. Daha sonra da başlamışlar bizim daha önce kendilerine yazdığımız ken-dilerinin de beğenmeyerek karşı çıktıkları “benzeyen bizzat benzetilenin aynı değildir” konusunu işlemeye. Şimdi de bu benzeme ve benzetme konusundaki sözlerini naklede-lim;biz de zaten buna katılıyoruz, itirazımız da yoktur. Bu konuyu daha önce yazacak-tım ama meseleleri luzumsuz uzatmış olmamak için yazmamıştım.
Muhatabın sözleri:
El-Kadı’nın burada yapmış olduğu teşbihi tefsir edebilmemiz için beyan ilmi devreye girmelidir. Zira teşbih, beyan ilminin konusudur.
Beyan: “Bir manayı farklı söz ve usüllerle anlatmayı sağlayan, belirli usül ve kuralları olan bir ilimdir.”
Teşbih: Bir maksat için, bir şeyi (müşebbehi) her hangi bir vasıfta (vech-i şebeh) diğer bir şeye (müşebbeh bih) bir edatla birleştirmek (benzetmek)tir. İlk unsura müşebbeh (benzetilen), ikinci unsura müşebbeh bih (kendisine benzetilen) vasfa, vech-i şebeh (benzetme yönü) denilir. Teşbih edatı, “kef” veya benzeri edatlardır.
Misal: “İlim, hidayette (doğru yolu gösterme) de nur (ışık) gibidir.” Bu misal-de: Müşebbeh olan “İlim” müşebbeh bih “Nur” vech-i şebeh “Hidayet” teşbih edatı “Kef”.El-Kadı’nın “Tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür olması gerekir” sözünde:
Müşebbeh (benzetilen): Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı ol-mamanın küfür olması.Müşebbeh bih (kendisine benzetilen): Tağutlara muhakeme ol-mak.Vechi şebeh (benzetme yönü): Küfür. (teşbih’in iki tarafıdır.)Teşbih edatı: Kef’dir.
Hükmü tespit etmek için benzetme yönü ile benzetilenin tüm yönleri ile aynı olması gerekmektedir. Zira benzerlikler ele alındığı nokta itibariyle değer kazanır.
Müşebbeh, müşebbeh bih ile aralarındaki illet (benzetilme nedeni) benzerliği sebebiyle aynı hükmü alır. Yani müşebbeh bih’in hükmü ne ise müşebbeh de aynı hükümde olur. (Benzetme yönü de benzetilen de aynı hükümde olur.) Suyuti “İtkan”da şöyle demekte-dir: “Ulemadan bazıları teşbihi şöyle tarif ederler: Müşebbehe, müşebbeh bih’in hüküm-lerinden birini vermektir. (Suyuti, el-İtkan fi Ulumi-l Kur’an: 2/114 (Lübnan, Daru’l-Fikr, 1416)….. onların sözü bu.
Cevap :
Halbu ki eserin arapça baskısı da türkçe baskısı da onların dediği gibi, “tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür”şeklinde değil,bizim naklettiğimiz;
“tağutlara muhakeme olmak bir küfür gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir” şeklindedir.
Şu halde onların delil diye yazdığı beyan ilminin konusu olan teşbihle alakalı hususları kendileri tekrar tekrar okumalıdırlar.
İkincisi ibn Hazım’ın fetvası:
Bizim ibn Hazım’dan naklimizin özeti ve konumuzla alakalı bölümü: İbn Hazm’ın söz-leri:
Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır.
Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatlerini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar. Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular.
Kaynak: İbn Hazm: El Muhalla bil Asar: 11/202 Tahkik: Ahmed Şakir (1352 h)
Onlar İbn Hazm’ın sözlerini de şöyle değiştirmişler;Muhatap:
İbn Hazm’dan Nakledilen ve Nakledilmesi Gerekli Olup da ketmedilen Sözlerin Beyanı
Metnin Tercümesi:
İbn Hazm (rahimehullah) “el-Muhalla”da şöyle der: 2203. Mesele: “Münafıklar ve Mürtedler Kimdir?”Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Dört şey kimde bulunursa o kişi halis münafık olur. Kimde bu özelliklerden biri bulunursa bunu terk edinceye kadar kendisinde nifak özelliklerinden biri bulunmuş olur: (1) Ken-disine bir şey emanet edilince ihanet eder, (2) Konuştuğunda yalan söyler, (3) Antlaşma yaptığında antlaşmaya vefa göstermez, (4) Düşmanlık yaptığında haddi aşar” [ Buhari (34); Müslim (58); Tirmizi (2632); Nesai (5020); Ebu Davud (4688)]
Sahih olan şudur ki: Buradaki nifak, sahibi kafir olmayan ve nifak olan (da) olabilir. Mümkündür ki: “Tağuta muhakeme olmayı irade ederek Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhakeme olmayı istemeyenler, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e itaatlerini zahir kılmakla ve bu itaatin sahih olduğuna itikad ederek, Resulullah (s.a.v)’in gayrisinden hüküm talep etmekle asi olurlar. Lakin bunu hevalarına tabi olarak yaptılar ve bununla kafir değil asi oldular.
Biz bunu açık bir şekilde kendi yanımızda buluyoruz. Biz, hakim yanında (mu-hakeme olmak için) Kur’an’ı Kerim ve Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın onla-rın ikrarıyla sabit olan sünnetine çağırıyoruz. Onlar ise buna karşı çıkarak Ebu Hani-fe’nin, Malik’in ve Şafii’nin görüşleriyle rızalaşıyorlar. (muhakeme oluyorlar)Bu hiçbir kimsenin inkar edemeyeceği bir iştir. Onlar bununla kafir olmuyorlar. Allah’u Teala, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e başvurma-dıkça iman etmiş olmayacaklarını beyan edinceye kadar diğerleri de böyledir.Vacib olan şudur ki: Kim buna daha önceden vakıf olur ve sonradan vakıf olur ve kıyamet gününe kadar vakıf olur ve karşı çıkar inad ederse o kafirdir. Ayet-i Kerime’de ‘onlar bu ayetin inmesinden sonra inad ettiler’ şeklinde onların nakli bu
Cevab :
Özellikle ibaredeki şu ifadeleri iptal etmişler.
وقال تعالى: {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ} إلى قوله تعالى: {حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ}.
Manası : Allah (c.c) buyurdu “görmedin mi o kimseleri ki istiyorlar.”(Nisa 60)dan
Allah (c.c) ın şu buyruğu “ta ki aralarında seni hakem tayin etmedikce…” (nisa 65)
Bunun sebebi nedir acaba? Bu ayetleri ibareden cıkaranların niyetleri açıkça belli ki in-sanlar ibn Hazım’ın sözünü anlamasınlar böylelikle de kendilerinin sapık fikirlerini kabul etsinler, kendileri de alim edası ile hem sapsın hemde saptırsınlar. Onların yazdıklarını okumaya devam edelim. Muhatab :
2- Nakledilen Sözlerin İcmali Manası:
İbn Hazm (rahimehullah), Kur’an ve sünnetin hükümlerinden önceye imamlarının bu nasslardan anladıklarını geçirenlerin bu imamları kendilerine tağut edindiklerini, ancak bununla kafir ve münafık değil ancak fasık ve günahkar olacaklarını ifade etmiştir. Bu-nunla birlikte Nisa Suresi’nin 60. ve 65. ayetlerine binaen ihtilaflarda Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e başvurmadıkça hiçbir kimsenin iman etmiş olmayacağını ve bu hükmü inkar etmeden, bu hükme karşı çıkıp bunda inad edenin de kafir olacağını beyan etmiştir.
Bunlar o tekfircilerin yazdıklarıydı.
Cevab ikkat edenin dikkatinden kaçmayacağı üzere bir sapıklıkla, onlar “Allah’ın ayetlerine karşı çıkıp inat edenler” ibaresinden dolayı ibn Hazım’ın o sözünden maksadın onların tekfir edildiği manasını çıkarmışlar.
Halbuki İbn Hazım’ın sözü şudur:
Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır.
Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatle-rini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar. Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular. (İbn hazm)
İnsan şaşıyor bunların anlayışlarına. İnsan nasıl olur da özellikle üzerine basa basa “bu-nunla kâfir değil, asi oldular” sözünden “bundan ibn Hazım’ın maksadı onların kafir olduklarıdır” manasını çıkarır; bundan daha da garibi birileri bunlara inanıyor bizim de inanmamızı bekleyerek bu ilim ve akıldan uzak yorumları nakledip yayıyorlar.
Onların yorumlarından biri de şudur; Tağutun ne ve nasıl olduğunu anlattıktan sonra diyorlar ki:
Muhatab :
Hristiyanlar da Allah (azze ve celle)’a Hz. İsa (aleyhisselam)’ı eş koşmaktalar ve onu rab edinerek ona tapmaktalar. İsa (aleyhisselam)’ya tapanlar için İsa (aleyhisselam) tağuttur, yani insanların Allah (azze ve celle)’tan ayrı tapındıkları bir varlıktır. Ancak İsa (aleyhisselam) hiçbir zaman Allah (azze ve celle)’ın tevhid edilme-sinden başka bir şey söylememiş ve bundan razı olmamıştır. Dolayısı ile İsa (aleyhisselam) bizzat tağut değildir.
Ayrıca tağut, haddi aşmak manasında da kullanılan bir kelimedir. Zira İbn Kayyım mecaz hakkında “o bir tağuttur”diyerek mecazın insanların Allah (azze ve celle)’a karşı haddi aştıkları bir şey olduğunu ifade etmiştir.
Bunlar anlaşıldıktan sonra İbn Hazm (rahimehullah), taklidin haram olduğunu şiddetle savunduğu için, imamların bizzat tağut olmamakla birlikte insanların onların sözlerini Kitap ve Sünnet’e karşı önceleyerek Allah (c.c)’a karşı haddi aştıklarını ve imamların kavillerini öncelediklerinden bunlara muhakeme olduklarını ve bu sebeple de imamları tağuıt edinmiş olduklarını ifade etmektedir. Onların sözü burada bitti.
Cevap :
Bakın şu hataya! Bu aşırıcı taife özetle şunları söylüyor; ibn Hazm’a göre mezheb imamlarına uyanların, o imamlar tağutudur bu sebeble de ibn Hazım tağuta başvuran kafir değil asidir derken asıl tağutları değil de mezheb imamlarını kast ediyor. Onlara baş vuran kafir değil fasıktır diyorlar. Buna da delil olarak aldıkları, (özet mana olarak) şunu yazmışlar: Tağut, bazen insanların Allaha ortak koştuğu olur ama o buna rıza göstermez ya da haberi dahi olmaz. Verdikleri örnek te İsa (a.s.) dır.
Bu yorumu yazana sorarım; Acaba ibn Hazım İsa (a.s.) dan da tağut diye mi bahsetmiştir? Tabii ki hayır! Çünkü bu küfür sözüdür, yani hristiyanların aşırılıklarını anlatırken onların iddalarına göre itaat ettikleri İsa (a.s.) ya ibn Hazm da, bir başka müslüman da tağut demediği gibi islam alimlerine onları islam alimi olarak kabul edip bildikleri halde tağut dememişlerdir; bu caiz de değildir. Görüldüğü üzere bu aşırıcı taife, naslarla oynayıp kendi arzularına alet ettikleri gibi, alimlerin fetvalarını da tahrif edip değiştirerek cambazlık yapıyorlar. Allah’a hamd olsun ki bu gibi dalalet ehline cevap verip onların ipliğini pazara çıkaracak iman erleri vardır.
Bitti
Dibnot: İddia:
İmâm İbn Hazm rahimehullâh şöyle demiştir:
“Allâh’u Teâlâ’nın ‘Sizden kim onları velî edinirse, şüphesiz o da onlardandır’ âyetinin mânâsı zâhire göredir. Yani kim kâfirleri velî edinirse onlar gibi kâfir olur. Bu mânâ hak olan bir mânâdır. İki müslüman bu konuda ihtilâf etmez.”93
Cevap:
Derim ki: imam ibn Hazım da “Allah’ın ve resulünün hükmünü doğru kabul etmekle beraber tağuta muhakeme olan kafir değil,asidir” dediğine göre bu konuda neyi kast ettiği gayet açıktır ki imam mutlak,yani kayıtsız şartsız velayetten söz ediyor. İmam ibni Hazım,Nisa altmış ve altmış beşinci ayetlere işaret ettikten sonra şöyle diyor:
Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır.
“Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatlerini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği talep etmekle asi olurlar.
Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular.”(İbn Hazm: El Muhalla bil Asar: 11/202 Tahkik: Ahmed Şakir (1352 h)