Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Başkanlık Seçimlerine Gidecek Olanlara

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Nesîbe Lena Çevrimdışı

Nesîbe Lena

"عِشْ حَمِيداً، وَمُتْ شَهِيدًا"
Süper Moderatör
DEMOKRASİ

Günümüzde Tağutların genel anlamda dayandıkları ve edindikleri din ve sistem Demokrasidir. Neredeyse dünyayı saran, asli kafir ile mürted hükümetlerin benimsediği ve yürürlüğe koyduğu küfür dini ve sistemi olan Demokrasinin ne olduğunu kısaca tanıyalım.

Demokrasi kelimesi aslen Yunanca bir kelime olup, “Demos” yani halk kelimesi ile “Kratos”, otorite, yönetim, idare kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmektedir. Bu iki kelimeden ise, halkın yönetimi, halkın idaresi, halkın otoritesi ve egemenliği anlamına gelen demokrasi kelimesi türemiştir.

Çıkış zamanı ve sebebi şöyle olmuştur: Fransız İhtilaline kadar batı dünyasında halkın üzerinde tek egemen güç, kiliseler ve rahiplerdi. Batılı idareciler arkalarına aldıkları kilise desteği ile kendilerinin yeryüzünde Allah’ın birer vekilleri olduklarını iddia ediyorlardı. Bu iddia ile insanlar üzerinde baskı kuruyor, onların üzerlerinde tam anlamıyla tahakküm kurarak halklarına zulmediyorlardı. İnsanların mallarına, topraklarına, kadınlarına ve evlatlarına göz dikerek onları bütün değerlerden yoksun bırakıyorlardı. Elbette ki bu zulüm bir müddet sonra büyük bir tepkiye neden oldu ve yönetim ile halk arasında çatışmalar ve hatta savaşlar başladı. Batı alemi ilahi düzen olan İslam'dan ve adil sisteminden mahrum olmaları sebebiyle, yönetim ve kanun koyma işini tekelden çıkarmak için filozoflar ve düşünürler kendilerince insanlar için en ideal yönetim sistemini belirleme adına işe koyuldular ve insanların yönetimi için kendisine demokratik düzen denilen bir sistemi ortaya attılar. İşte demokrasinin ilk ortaya çıkışı kısaca bu şekilde gerçekleşmiştir.

Demokratik Sistemin Temel Özelliği, Halkın Egemenliğidir. Şiarları "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir" sözüdür.

Demokrasilerde egemenlik yani hâkimiyet hakkı tamamen halka ait olmak zorundadır. Demokratik sistemlerde (onların iddialarına göre) irade tamamen halkın elinde olup, halk iradesini dilediği şekilde bilfiil yürütür. Halkın üzerinde hiçbir sulta ve güç yoktur. Halk kendi kendisinin efendisi olup kendi idaresinin ipi yine kendi elindedir. Kendi otoritesi dışında da başka hiçbir otorite karşısında sorumlu değildir. Halk, egemenliğe sahip olması itibarıyla, seçtiği milletvekilleri vasıtasıyla yasa ve kanunlar yapar, otoritenin kaynağı olması itibarı ile de kendisi tarafından seçilen ve tayin edilen idareciler eliyle kanunların düzenlenmesini ve uygulanmasını sağlar. Bu anlamda yasama, yürütme ve yargı halkın egemenliği ve otoritesi altındadır. Devleti meydana getirme, yöneticileri seçme, kanun ve yasalar çıkarma noktasında her fert diğer fertlerin haklarına sahiptir. Kanunların ve yasaların çıkarılması ve uygulanması açısından doğrudan demokrasilerde olduğu gibi halkın bir araya toplanması mümkün olmadığı için, halk bu noktada yetkisini yasama heyetini oluşturarak milletvekillerine devreder. İşte bu vekillerin oluşturduğu yapıya parlamento adı verilir. Demokratik sistemlerde parlamento genel iradeyi temsil eder ve otoritesini kendisini seçen halktan alır.

Demokrasinin genel anlamda ayıp ve bozuk yönleri şunlardır:

  • Egemenliği, insanların yaratıcısı ve maslahatlarını en iyi bilen, kainatın rabbi olan Allah'a değil de kendileri gibi aciz, zayıf, cahil ve zalim insanlara vermektedirler.
  • Sözde halkın egemenliği demektir. Ancak halkın yönetimde hiçbir katkısı yoktur. Çünkü çıkarılan kanunlar, Cumhuriyetin birinci Firavun'u olan büyük tağutun koyduğu ilke ve inkılaplara aykırı olmaması gerekmektedir. Mesela halkın çoğunluğu İslam şeriatını isterlerse bu istek kabul edilmez. Çünkü bu istek Laiklik ilkesine aykırıdır. Millet meclisinden herhangi bir kanun çıkarsa, Cumhur Başkanı bu kanunu reddedip iptal edebilir.
  • Bu sistemde bütün insan sınıfları eşittir. Akıllı ile akılsız, bilgin ile cahil, küçük ile büyük, eğitimli ile eğitimsiz, ahlaklı ile ahlaksız, takvalı ile fasık, Müslüman ile kafir aynı kefeye konur. Demokrasiye göre çoğunluğun dediği oluyorsa, yani 51 eş cinsel (affınıza sığınıyorum) hem cinsiyle evliliği meşru kılmak istese, 49 namuslu ve şerefli kabul etmezse, eş cinsellerin isteği olur. Allah'u Tealanın haram kıldığı evliliklerden olan süt kız kardeş ile evliliği bu sistem mübah kılmaktadır!!!
  • Demokratik sistemde çoğunluğun görüşü alınır. Çoğunluk ne derse o olur. Çoğunluğun görüşü doğrudur. Hâlbuki İslam'da doğru, çoğunluk ile alakası yoktur. Hak (Kuran ve Sünnet) ne ise doğru odur. Hatta İslam'da çoğunluk övülmemiş bilakis yerilmiştir. Allah'u Teala şöyle buyurur:
( وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللَّهِ إِلاَّ وَهُم مُّشْرِكُونَ )

"Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler." (Yusuf 106)

( وَإِن تُطِعْ أَكْثَرَ مَن فِي الأَرْضِ يُضِلُّوكَ عَن سَبِيلِاللَّهِ إِن يَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَخْرُصُونَ )

"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler." (En'am 116)


Abdullah bin Mesut (r.a) derki: "Cemaat, tek başına da olsan hakka muvafakat etmendir."

Hasan Elbasri (r.a) derki: "Ehli sünnet geçmişlerde insanlar arasında en az olanlar idi. Kalanlar arasında da sayıları azdır. Dünyalık insanlarla beraber refah hayat sürmediler. Bid'atçılarla beraber bid’ate kapılmadılar. Rableriyle karşılaşana kadar sünnet üzere sabrettiler."

Şirk mabedi olan Millet Meclisinde 276 Milletvekili içki, zina, faiz serbest olsun derlerse, buna mukabil 274 Milletvekili "Hayır serbest olmasın, hem bu sayılanları Allah'u Teala haram kılmıştır, hem de topluma ciddi zararları vardır" demiş olsalar, çoğunluğun dediği olacağı için bu sayılanlar serbest olur. Çoğunluk süte siyah derse süt siyah sayılır!!! Böyle saçmalık olurmu!!! Size ve bu saçma sisteminize yazıklar olsun…

  • Demokratik yönetimlerde konan bütün kanunlar beşer ürünüdür. Bu kanunların büyük çoğunluğunu Batılı kâfirler koymuştur. Adamın biri kalksa 200 insanın canına kıysa, onlarca kadına ve kıza tecavüz etse, onlarca ev ve işyeri soysa ve yakalansa, bu kokuşmuş düzende en fazla alacağı ceza ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası olacaktır. Müebbet cezalarda idam olmadığına göre o cani adam, ömür boyu hapishanede yiyip içip yatacak, televizyon seyredip keyfine bakacaktır. Eğer bir torpil bulursa yakın zamanda hapisten çıkıp elini kolunu sallayıp gezecektir. İstediği zaman bir daha suç işleyecektir. Ama İslam ahkamı uygulansa ve bu adam kısas yoluyla öldürülse, bir daha ne suç işleyebilir, ne senelerce masraflara girilerek hapishanede besletilir, nede başkaları onun akıbetini gördükten sonra suç işlemeye teşebbüs edebilir.
Bugün Abdullah Öcalan denen o cani ve kafir adam, 30 000 kişinin ölümünden sorumlu tutulurken, ada hapsinde keyif çatıp hayatını sürdürmektedir!!.

Nasıl ki demokraside egemenlik, hakimiyet hakkının beşere ait olduğu noktasında hiçbir ihtilaf, şek ve şüphe yok ise, İslam’da da bu yetkinin ancak ve ancak Allah’u Tealâ’ya ait olduğu hususunda hiçbir şek ve şüphe yoktur. İslam’da en yüksek otorite, kendisinden başka hiçbir otoritenin bulunmadığı tek sulta sahibi Allah’u Tealâ’nın bizzat kendisidir. O’nun hükmünü bozacak hiçbir merci, O’nun sözünün üzerinde hiçbir söz sahibi yoktur. Bu, tevhid kelimesine şahitlik eden her Müslüman’ın zihninde güneş gibi açık olan bir meseledir. Allah’u Tealâ şöyle buyuruyor:

( إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ )

“Hüküm ancak Allah’a aittir.” (Yusuf 40)

أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ ))

"Dikkat edin! Hem yaratmak, hem de emretmek sadece O’na mahsustur." (A'raf 54)


Allah’u Tealâ, hükmün ve otoritenin tek sahibi olması dolayısıyla, kullar arasında ancak kendi hükümleri ile hükmedilmesini emretmekte, buna karşılık Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenlerin kâfirler, zalimler ve fasıklar olduklarını bildirmektedir:

وَأَنِ احْكُم بَيْنَهُم بِمَآ أَنزَلَ اللَّهُ ) )

“Onlar arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet.” (Maide 49)

وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُالْكَافِرُونَ.... هُمُ الظَّالِمُون.... هُمُ الْفَاسِقُونَ ) )

“Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler, kâfirlerin… zalimlerin… fasıkların ta kendileridir.” (Maide 44-45-47)


Allah’u Tealâ, kulların arasında meydana gelebilecek bütün ihtilaflara dair yetkinin sadece kendisine ait olduğunu bildirmiş, hakkında ihtilafa düşülen bütün meselelerde O’nun hakemliğini tanımayı emretmiştir:

( فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِوَالرَّسُولِ )

"Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onun çözümünü Allah’a ve Resulüne götürün."(Nisa 59)


Bununla beraber Allah’u Teâlâ, ihtilafların ve anlaşmazlıkların çözümünü Allah’tan başkasının hükümlerine götüren kimselerin iman iddialarını ise reddetmektedir:

( أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُواْ بِمَا أُنزِلَإِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَن يَتَحَاكَمُواْ إِلَىالطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُواْ أَن يَكْفُرُواْ بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُأَن يُضِلَّهُمْ ضَلاَلاً بَعِيدًا )

"Sana indirdiğimize ve senden önce indirdiklerimize iman ettiğini iddia edenleri görmedin mi? Tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Ancak onun hükmünü inkâr etmekle emir olunmuşlardı. Şeytan, onları derin bir sapıklığa düşürmek istemektedir." (Nisa 60)


Ve nihai olarak Allah’u Teâlâ hükmüne hiç kimseyi ortak tanımadığını beyan ederek, kendi hükmü dışında kalan bütün hükümlerin cahiliye hükümleri ya da Tağutun otoritesi olarak isimlendirmiştir.

وَلا يُشْرِكُ فِي حُكْمِهِ أَحَدًا ) )

"O hiçbir kimseyi hükmünde ortak kabul etmez." (Kehf 26)

أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللَّهِ حُكْمًالِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ ) )

“Onlar cahiliyenin hükmünü mü istiyorlar. Gerçekten inanan bir topluluk için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır."(Maide 50)


  • Demokraside, insanoğlunun istediği dini seçme ve değiştirme hürriyeti vardır. İsterse putlara tapar, isterse şeytana tapar isterse ineğe tapar. İsterse Allah'ı inkâr eder. Bu konuda tamamıyla serbesttir. Aynı şekilde demokraside bir Müslüman istediği inanç ve dini seçip mürtetleşebilir.
Bu, İslam dinine aykırıdır. İslam, küfrü, inkarı ve putperestliği kaldırmak için gelmiştir. Peygamberler bunun için gönderilmiş, kitaplar bunun için indirilmiştir.

İslam'a göre Müslüman bir kişi, dinini değiştiremez. İslam ve iman izzetine kavuşmuş bir kimse dinini değiştirirse tevbe edip dönene kadar yaşama hakkı kalkar. Mürtet kişi hakkında Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmaktadır:

مَنْ بَدَّلَ دِينَهُ فَاقْتُلُوه ) )

"Kim dinini değiştirirse O'nu öldürünüz." (Buhari)


  • Demokrasinin başka bir küfrü şudur: Herkes istediği düşünce ve görüşü savunabilir. Bu düşünce İslam'a aykırıda olsa, Allah'ı inkar da olsa, İslam dinini hafife de alsa bu konuda hürdür.
Bu kural küfrün, inkarın ve hayasızlığın önünü açar. Bizim konuşmalarımız, düşüncelerimiz, savunduğumuz görüşler İslam dairesi çerçevesinde olmalıdır. İslam'ın dışına çıkamaz. Demokratik sistemde, Darwinist bir kafir gelir, “İnsanın aslı maymundan türemiştir” diye iddiada bulunur. Başka bir Materyalist kafir çıkar, “bu kainat, tesadüf eseri ortaya çıkmıştır” diye iddia eder. Başka bir kafir çıkar “kıyamet on sene sonra kopacaktır” diye iddia eder. Başka bir kafir çıkar örtüyü eleştirir. Başka bir kafir çıkar İslam'i değerlerimizle alay eder… Bu şekilde her gün bir küfür, bir batıl düşünce insanların kafalarını karıştırır.

Taberani ve başka alimlerin rivayetinde şu hadise anlatılır: Abdullah Bin Ömer (r.a) derki: Tebük savaşında bir mecliste bir adam şöyle dedi; “Şu Kuran okuyucularımız (Sahabe-i Kiram) gibi boğazına düşkün, yalan sözlü ve savaşta korkak insanlar görmedik.” Etrafındakiler gülünce biri dedi ki: “Yalan söyledin, sen münafıksın. Seni Resulullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) haber vereceğim.” O esnada şu ayet indi;

( ولئن سألتهم ليقولن إنما كنا نخوض ونلعب قل أبالله وآياته ورسوله كنتم تستهزئون. لا تعتذروا قد كفرتم بعد إيمانكم إن نعف عن طائفة منكم نعذب طائفة بأنهم كانوا مجرمين )

"Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile, O'nun âyetleriyle ve O'nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz." (Tevbe 64,65)


Bu ayet bizlere, konuştuğumuz sözlerin İslam dairesinde olması gerektiğini göstermektedir. Konuşulan, söylenen ve yayınlanan her şey İslam inancına aykırı olamaz.

  • “Demokrasi, insanın ilahlaştırılması ve kitlelerin egemenliğidir. Demokraside yasama halkındır. Halkın haram kıldığı haram, helal kıldığı da helaldir. Halk, parlamentoda milletvekillerin çoğunluğu ile temsil edilir. Parlamentonun çıkardığı kanunlar, bütün halk için bağlayıcıdır. Bu nedenle demokrasi, Allah’a şirk koşmaktır ve açık bir küfürdür. Çünkü Allah’ın yasama hakkını alıp insanlara vermektir. Bu noktada Müslüman bir kimsenin tavrı, hayatının bütününde tağuti bir düzen ve tağutun hükmü olan demokrasiyi inkâr etmek, onun otoritesini tanımamak, seçimlerine katılmamak, demokrasinin savunucularına, dostlarına ve yardımcılarına karşı açık bir şekilde buğz, kin, öfke beslemek ve düşmanlık göstermek şeklinde olmalıdır. Müslümanların memleketlerinde Allah’ın hükümlerinin terk edilmesi, demokratik sistemin hükümlerinin yükseltilmesi sebebiyle, beşeri hükümleri gidermeleri ve egemenliğin tamamıyla Allah'ın olana kadar mücadele vermeleri boyunlarının borcudur.
Huzeyfe (radiyallahu anh) rivayet ediyor, Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:

( تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّيَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَىمِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّيَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَاضًّافَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْيَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْتَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةًعَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ ثُمَّ سَكَتَ )

"Peygamberlik aranızda Allah'ın dilediği kadar kalır. Sonra Onu kaldırmak isteyince kaldırır.Sonra Peygamberlik sünneti üzere hilafet olur. Allah'ın dilediği kadar kalır. Sonra Onu kaldırmak isteyince kaldırır.Sonra ısırılmış mülk (bırakılmak istenmeyen saltanat) olur.Allah'ın dilediği kadar kalır. Sonra Onu kaldırmak isteyince kaldırır. Sonra zorba mülk (Diktatörlük) olur. Allah'ın dilediği kadar kalır. Sonra Onu kaldırmak isteyince kaldırır.Sonra Peygamberlik sünneti üzere hilafet olur. Sonra sustu." (İmam Ahmed)


Bu hadiste görüldüğü gibi Allah resulünün mucizesi ortaya çıkmış, saydığı dört merhale yaşanmış ve beşinci merhale beklenmektedir. Peygamberlik devri yaşandı. Ardından raşit halifeler devri yaşandı. Ardından Emevi, Abbasi, Memlükler ve Osmanlı saltanatı yaşandı. Ardından küfre ve baskıya dayalı diktatörlük devri başladı. Bazı memleketlerde düştü, bazılarında ise son zamanlarını yaşamaktadır.

En son hilafet dönemi 1924 yılında sona erdirildi. O zamandan sonra işgal edilmiş İslam topraklarında Din ile devlet işlerini bir birinden ayıran La Dinilik yani laiklik sistemi getirilir ve şuan dünyanın uyduruk yeni dini olan Demokrasi dini ile evlendirilir ve Müslümanların baş belası haline getirilir. Halkın rab konumunda konduğu bu yeni batıl dine hayranlık gösteren münafıklar ve mürtetler bir hayli çoğalmıştır.

Akabinde Müslümanların beklediği ve küfür aleminin korktuğu peygamberlik sünneti üzere hilafetin yeniden hakim olması Allah'ın izniyle yakındır. Rabbim o günleri görmeyi nasip etsin.







TAĞUT

Allah'u Teâlâ'nın insan oğlundan ilk istediği şey sadece Allah'a ibadet edip tağuttan uzaklaşmak ve inkâr etmektir. Bunun için peygamberler göndermiş ve bunun için kitaplarını indirmiş, ahiretteki kurtuluşu buna bağlamıştır.

( وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَّسُولاً أَنِ اعْبُدُواْ اللَّهَ وَاجْتَنِبُواْ الطَّاغُوتَ )

"Şüphesiz ki biz, her ümmete Allah'a ibadet edin ve tağuttan sakının diye bir peygamber gönderdik." (Nahl 36)



Tağutun kısaca tanımını Selef Alimleri şu şekilde yapmışlardır: Küfürde ve zulümde haddini aşmış her şey tağuttur. Bu şeytan, kâhin, sihirbaz, put olduğu gibi razı olup kendisine ibadet edilen veya insanlara Allah'ın kanunları dışında kanunlar koyan veya o kanunlarla hükmeden kişilerde olabilir.

İbni Kayyım (rahimehullah) şöyle tarif eder:

"Tağut; kendisine ibadet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsanların tağutu, Allah ve Resulü ’nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allah’tan başka kendisine muhakeme olunan, ibadet edilen ve Allah’ın emrine dayanmaksızın, Allah’a itaat etmeksizin kendisine tabi olunanlardır. Bunları düşünür ve insanların durumlarına bakarsan, insanların çoğunun Allah’a değil tağutlara ibadet ettiğini!, Allah ve Resulü’nün hükümlerine değil tağutların hükümlerine muhakeme olduklarını!, Allah ve Resulüne değil, tağuta itaat edip tabi olduklarını görürsün!."

Seyyid Kutup (rahimahullah) şöyle tarif eder:

"Tağut, sağ duyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah'ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir."

Günümüzde mevcut birçok zalim tağutlar, bu anlatılacak krala özelliklerinde ve sıfatlarında çokça benzemektedirler. Bu asrın tağutları ile o eski tağut arasında fark göremiyoruz, ancak şu farkı görürüz; O eski tağut, rububiyetini ve ulûhiyetini utanmadan iğrenç bir şekilde açıkça beyan ediyordu. Halkına; “Ben sizin en yüce rabbinizim” demeye cesareti vardı. “Benden başka rab ve ilahınız yoktur” diyordu.

Ancak günümüzde ümmetin müptela olduğu tağutlar ise uzun zamandan beri rububiyet ve ulûhiyeti, hileli, kurnazca, değişik ve üstü kapalı üsluplarla iddia etmektedirler. Çünkü günümüzde her bir tağut eylemleriyle ya da sözleriyle halkına şunu söylemektedir; “Egemenlik kayıtsız şartsız (Allah'ın değil haşa) milletindir.” Millet Demokrasi dini ve geleneği gereği bizleri oylarıyla seçip kendilerine vekil ederler. Bizlerde bu yetkiyle Millet Meclislerinde Laik Anayasa çerçevesinde ve kurucusu olanın ilkeleri doğrultusunda sizlere kanunlar koyar ve o kanunlarla yaşama biçiminizi belirleriz. Doğru gördüğümüzü sizlere gösteririz. Size serbest ettiğimiz helaldir. Size yasakladıklarımız haramdır. Çoğunluğun kararıyla güzel gördüğümüz güzel, kötü gördüğümüz de kötüdür. Çoğunluk faiz, eş cinsellik, zina, içki, kumar serbest olsun derse Allah'u Tealanın sözünü kale almaz serbest ederiz. Yine çoğunluk şeriat kanunlarıyla hükmedilme, cihad, birden fazla evlilik yasaklansın derse Allah'u Tealanın sözünü yine kale almaz yasak ederiz.

Biz dilediğimizi dost edinir, ona sınırlarımızı açar, siyasi, kültürel, askeri ve ekonomik antlaşmalara gireriz. Subaylarımız ve Özel Harekat Timlerimiz o dost edindiğimiz devletin askerlerini eğitirler. Sizler bana uymak zorundasınız. Bu dost edindiğimiz kişiler ister Yahudi, ister Hristiyan, ister Budist ve ister Ateist olsun fark etmez.

Dilediğimizi de düşman edinir, icap ederse onunla savaşırız veya ona savaş açmış Yahudi ve Hristiyan dostlarımıza destek verir, Hava alanlarımızı ve Askeri Üslerimizi onlara açar, aynı safta oluruz ve yine sizler bana uymak zorundasınız. Bu düşman edindiğimiz kimseler Müslüman, Mücahit Allah dostu kitlelerde olabilir fark etmez.

Bizim yasalarımız ve kanunlarımız yücedir. Onun üzerine yükseltilecek bir kanun yoktur. Başkalarına değil bize boyun eğmek zorundasınız. Yüce Allah'a boyun eğen biri çıkıp da bize isyan ederse ona savaş açar, sürgün eder, hapse koyar veyahut idam ederiz. Sizler yaptıklarınızdan sorumlusunuz ancak bizler neyi yaparsak yapalım bundan sorulmayız. Kim cesaret edipte bizleri sorgulamaya kalkarsa vay onun haline!..”

İlkel tağutlar ile çağdaş tağutlar küfürde, azgınlıkta ve zulümde birbirlerine eşit olup birbirlerine benzemektedirler. Fakat sözlerde ya da küfrü zulmü ve azgınlığı açığa vurmada değişik yolları kullanmaktadırlar. İkincisi daha kötü ve daha da acıdır!

فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللَّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَبِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ ))

"Artık kim tağutu inkar eder ve Allah’a iman ederse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa tutunmuştur. Allah işitir ve bilir." (Bakara 256)



Sağlam kulp için müfessir Mücahit: “İman”, Sait Bin Cübeyr ve Dahhak: “La ilahe illallah kelimesidir” demişlerdir.

Bir Müslümanın Allah katında mü'min ve Müslüman olabilmesi için öncelikle tağutu inkar etmesi gerekmektedir.

Tağut üç şekilde inkar edilir. Bu sayılanlar güç ve imkan dahilinde yapılır.

Birincisi: Tağutu inanç açısından inkâr etmektir. O da kalpte ona kin, nefret öfke beslemek, Onun ve onun ibadetine girenlerin batıl yolda ve kafir olduklarına inanmasıdır. Bu şartı her bir Müslüman yapabilir. Çünkü imkan dahilindedir. Hiçbir varlık, Müslümanı bu şartı yerine getirmekten engelleyemez çünkü kalpte olan şeydir. İkrah sadece organlara yapılan baskıdır, kalbe hükmedemez.

İkincisi: Tağutu söz ile inkar etmek. Oda onun batıl olduğunu, kafir olduğunu, ondan, dininden, sisteminden ve ona tapanlardan uzak olduğunu, bu yolun batıl ve küfür olduğunu beyan etmektir.

İmam Taberi (rh.a) tefsirinde şunu anlatır: "Velit bin Muğire, As bin Vail ve Ümeyye bin Halef Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile karşılaşınca dediler ki: “Ey Muhammed! Gel, biz senin taptığına tapalım. Sende bizim taptıklarımıza tap. Seni her işimizde ortak edelim. Eğer getirdiğin şey elimizdekinden daha hayırlı ise ona bizde ortak olur ve ondan payımızı alırız. Eğer elimizde ki senin yanındakinden daha hayırlı ise, bu şeyimize sende ortak olursun ve ondan payını alırsın. Bunun üzerine Allah'u Teala Kafirun suresini indirdi...

Ayette bizlere öğretildiği gibi: "Deki Ey Kafirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam…."

Taviz vermeden, değiştirmeden ve açık bir dille yanlış ve batıl oluşlarını onlara beyan etmemiz gerekir. Bu konuda Allah'u Teala şöyle buyurur:

( قَدْ كَانَتْ لَكُمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فِي إِبْرَاهِيمَ وَالَّذِينَمَعَهُ إِذْ قَالُوا لِقَوْمِهِمْ إِنَّا بُرَآءُ مِنكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَمِن دُونِ اللَّهِ كَفَرْنَا بِكُمْ وَبَدَا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةُوَالْبَغْضَاء أَبَدًا حَتَّى تُؤْمِنُوا بِاللَّهِ )

"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir." (Mümtahine 4)


Peygamberlerin atası ve ulul azim peygamberi olan İbrahim (aleyhisselam) ve onunla beraber olan müminlerde bizim için güzel örnek vardır. Allah'ı, dinini ve ahkamını bırakmış laik ve cahiliye sistemiyle insanları yöneten, putlara ve kendilerine taptıran Tağutlara ve kölelerine; “Sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya ve şeriatına dönünceye kadar, sizinle bizim aramızda sürekli olacak bir düşmanlık ve öfke belirmiştir!” Dememiz gerekir.

Burada önemle dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Oda; önce bu batıl dinlerin mensuplarından uzaklaşmak ve inkar etmek. Sonra batıl din ve ideolojilerden uzaklaşıp inkar etmek sırası yer alıyor. Çünkü o batıl dinin mensuplarından beraat eden, dininden hayli hayli beraat eder.

Ama aksi durumda şu olabiliyor; Kişi, batıl dinden ve ideolojisinden beraat eder, ancak ona tapanlardan beraat etmeyebiliyor, hatta onları dost edinebilir.

İşte bu, İbrahim (aleyhisselam)'ın hanif olan "Milleti" yani dinidir. Bu millete her bir Müslümanın tabi olması gerekmektedir. Bu milletten yüz çevirenlerin akılsız olduklarını Rabbimiz bizlere beyan ediyor.

وَمَن يَرْغَبُ عَن مِّلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلاَّ مَن سَفِهَ نفسه ))

"İbrahim'in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir?" (Bakara 130)


Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bir hadisinde şöyle buyurur:

(من وحد الله وكفر بما يعبد من دونه حرم مالهودمه وحسابه على الله )

"Kim Allah'ı birleyip, O'nun dışında tapınılanları inkar ederse malı ve kanı haram olur, hesabı Allah'a aittir." ( İbni Hibban)

Üçüncüsü:
Tağutu ameli olarak inkâr etmek. Oda ona ibadet etmekten kaçınmak, ondan uzaklaşmak, ona ve tapanlarına karşı imkân dâhilinde savaşmak, onları yardımcılar ve dostlar edinmemektir. Allah'u Teala şöyle buyurur:

وَالَّذِينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ أَن يَعْبُدُوهَا وَأَنَابُوا إِلَىاللَّهِ لَهُمُ الْبُشْرَى فَبَشِّرْ عِبَادِ ) )

"Tâğut'a kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere müjde vardır. Kullarımı müjdele." (Zümer 17)

فَقَاتِلُواْ أَئِمَّةَ الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لاَ أَيْمَانَ لَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَنتَهُونَ) )

"Küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler." (Tevbe 12)


Küfrün önderleri Tağutlardır. Çünkü onlar Allah'ın dinine ve şeriatına başkaldırdılar. Allah'u Tealanın uluhiyet hakkını kendilerinde gördüler. Halklarını İslam'dan alıkoymak için çok çaba harcadılar. Bu küfürlerini bırakana ya da helak olup gidene kadar onlarla İslam'ın zirvesi olan cihad ibadeti yapılır.

) ( وَلْيَجِدُواْ فِيكُمْ غِلْظَةً

"Onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar." (Tevbe 123)


Çünkü Mümin, kafire karşı sert, Müslüman kardeşlerine karşı merhamet sahibidir.

وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلّه) )

"Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın!" (Enfal 39)

İbni Teymiye (rh.a) derki
: "Gelişi tevatür ve açık olan bir hükümde şeriata boyun eğmeyen her topluluk ile din sadece Allah'ın oluncaya kadar savaşmak vaciptir."

Cihatta öncelikli hedef Tağutlar ve küfrün başını çeken liderlerdir. Resulullah efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) Kab Bin Eşref ve Ebi Rafi gibi küfrün başını çeken iki Yahudi'yi, ve peygamberlik iddia eden Esvet El Ansi'yi öldürtmüştür. Mekke fethedildiği zaman Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) altı kişinin kanını heder etmiş, "Kabe'nin örtüsüne dahi asıldıklarını görürseniz onları öldürünüz" diye ferman vermişti. Liderlerin ilk hedef olmalarının sebepleri vardır:

Onlar emir ve lider konumunda oldukları için, toplumda etkileri büyük olduğu için, halk ile İslam arasında engel konumundadırlar. İslam'da suçları büyük, Allah ve Resulüne düşmanlıkları ileri safhadadır. Onları İslam ahkamı ile yargılayacak güçte değiliz. Çünkü maddi ve beşeri güçlerle kendilerini korumaktadırlar. Onların öldürülmelerinde, Allah'ın dinine savaş açmış kişinin cezasının görülmesi ve başkalarına ibret olmasıdır.

Musa Ebu Cafer
 
kemmek Çevrimdışı

kemmek

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Öyle bir şey mi dendi şimdi?
Bu konu hakkında forumda yeterince konu var. Okumanızı tavsiye ederim.

Tamamını okudum. Herkes birbirine yönlendiriyor kimse net bir cevap vermiyor. Yarın referandumda oy kullanacaklar demokratik düzende oy verdiklerini biliyorlar, üstelik bırak düzeni referandumun içeriği zaten başkanlık sistemi, anayasa maddesi oylanıyor, direk islama aykırı. Yani cehaletin mazeret olması gibi bir durum yok. Böyle bir durumda oy verecek 50-55 milyon insan kafir olmuş oluyor. Buna cevap arıyorum ancak bulamıyorum.
 
Nesîbe Lena Çevrimdışı

Nesîbe Lena

"عِشْ حَمِيداً، وَمُتْ شَهِيدًا"
Süper Moderatör
Tamamını okudum. Herkes birbirine yönlendiriyor kimse net bir cevap vermiyor. Yarın referandumda oy kullanacaklar demokratik düzende oy verdiklerini biliyorlar, üstelik bırak düzeni referandumun içeriği zaten başkanlık sistemi, anayasa maddesi oylanıyor, direk islama aykırı. Yani cehaletin mazeret olması gibi bir durum yok. Böyle bir durumda oy verecek 50-55 milyon insan kafir olmuş oluyor. Buna cevap arıyorum ancak bulamıyorum.
Nereden biliyorsunuz herkesin bunun farkında olduğunun? Sırf insani ve islami değerler için (kendilerince) oy verenler var. Hiç kimsenin kalbini bilmiyorsunuz bilmiyoruz bundan dolayı net bir ifade kullanamazsınız. Siz neyin olduğunu biliyorsunuz o zaman siz kullanmayın. Bile bile kullananın hükmünü biliyorsunuz sonuçta. Ama her kullanan kişiye kafir dir demek kadar büyük ve her yanı risk kokan bir kelime kullanmamanızı öneririm.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Tamamını okudum. Herkes birbirine yönlendiriyor kimse net bir cevap vermiyor. Yarın referandumda oy kullanacaklar demokratik düzende oy verdiklerini biliyorlar, üstelik bırak düzeni referandumun içeriği zaten başkanlık sistemi, anayasa maddesi oylanıyor, direk islama aykırı. Yani cehaletin mazeret olması gibi bir durum yok. Böyle bir durumda oy verecek 50-55 milyon insan kafir olmuş oluyor. Buna cevap arıyorum ancak bulamıyorum.
Edebli ol !
5 senedir bu forumdasın ve bizim bu konuda net tavrımızı anlamadıysan sorun sende! Ya art niyetlisin, ya anlama özürlüsün.


Şeyh Makdisi : Seçimlere Katılan Herkesi Ayırım Yapmadan Tekfir Etmek
https://www.islam-tr.org/konu/seyh-...an-herkesi-ayirim-yapmadan-tekfir-etmek.9044/
 
kemmek Çevrimdışı

kemmek

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Nereden biliyorsunuz herkesin bunun farkında olduğunun? Sırf insani ve islami değerler için (kendilerince) oy verenler var. Hiç kimsenin kalbini bilmiyorsunuz bilmiyoruz bundan dolayı net bir ifade kullanamazsınız. Siz neyin olduğunu biliyorsunuz o zaman siz kullanmayın. Bile bile kullananın hükmünü biliyorsunuz sonuçta. Ama her kullanan kişiye kafir dir demek kadar büyük ve her yanı risk kokan bir kelime kullanmamanızı öneririm.

Farkında olmaları gerekmiyor, demokratik düzende olduklarını ve anayasa maddesi oylayacaklarını ve bunun islama aykırı olduğunu biliyorlar. Mevcut düzenin islama aykırı olduğunu bilmeyen zaten islamı bilmiyor sayılmaz mı ? Namaz gibi, oruç gibi değil midir Allahın kanunları ile hükmetmek ?

Edebli ol !
5 senedir bu forumdasın ve bizim bu konuda net tavrımızı anlamadıysan sorun sende! Ya art niyetlisin, ya anlama özürlüsün.


Şeyh Makdisi : Seçimlere Katılan Herkesi Ayırım Yapmadan Tekfir Etmek
https://www.islam-tr.org/konu/seyh-...an-herkesi-ayirim-yapmadan-tekfir-etmek.9044/

Öncelikle ne edepsizliğimi gördünüz anlamadım, yinede özür dilerim hakkınızı helal edin. 5 seneden daha eskiyim ve net tavrınızı gerçekten anlamadım, yine beni bir yere yönlendiriyorsunuz, atmış olduğunuz linkteki konuyu kaç defa okuduğumu bilmiyorum, Şeyh Makdisi genel itibariyle cahillik ve bilmemek durumlarına dayandırıyor, buna kimsenin itirazı yok zaten, mesela bir belediye seçimi Şeyh Makdisi'nin tatbikatına birebir uyuyor. Ancak yarın ki seçim bir anayasa referandumu, oy verecek herkes de bunun anayasa referandumu olduğunu biliyor. Herşey bir tarafa verdiğin konudaki yorumlar Şeyh Makdisi'nin yorumudur. İmâm Karâfî der ki “İcmâ ile sâbit olduğuna göre: Allâh’u Teâlâ, usulu’d-dîn’deki (dîni asıllarındaki) cehâleti mazeret olarak saymamıştır.” [Karâfî, Şerhu Tenkihi’l-Fusul: 439.] Şeyh Makdisi de bunu destekler; https://www.islam-tr.org/konu/seyh-makdisi-cehaletin-mazeret-oldugu-durumlar.9574/ . Yani diyeceğim odur ki birşeyler öğrenmek istiyorum, aslını bilmek istiyorum, ama hiç kimse bir cevap vermiyor, 'bizim görüşümüz budur' diyor, sizin görüşünüzü değil islamın görüşü önemli, bu basit bir konu değil, 1 damla kan ile abdest bozulur mu meselesi değil, itikadi bir mesele. Neyse kardeşlerim, yine cevap alamayacağımı biliyorum. Allah razı olsun.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Kardeşim aksi bir yazımızı görmediğin halde bizi net olmamakla itham ediyorsun. 5 sene derken, üyelik kayıt tarihine itibar ederek yazıyorum.

Seçimin adının ne olub olmadığı önemli değil; seçmenin seçtiğini, seçerken ki niyeti, cehaleti , tevili vs gibi durumlara göre, üstelik kendisiyle görüşülmeden muayyen tekfirinden sakınılır.
Fakat bu seçimlere katılmak genel olarak küfürdür ve istisnasız her seçiçi buna muhatab olur. Muayyen olarak durumu ise kendisinin izahatına (niyyet - kast) ve huccetin ikâmesinden sonraki durumuna göre hüküm verilir.

Şimdi ; sorduğun seçimle ilgili her seçmen kayıtsız şartsız muayyen olarak kafirdir diyen bir alimin net /sarih bir fetvasını görürsen buraya payşlaşırsın. Aksi taktirde üstte verdiğim linke dikkat edesin !' Çünkü biz öyle yapıyoruz
 
kemmek Çevrimdışı

kemmek

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Allah'tan başka hüküm sahibi kabul etmek büyük şirk midir değil midir ? Bunun bir kararını verin, büyük şirk diyorsanız buyrun;

''İcmâ ile sâbit olduğuna göre: Allâh’u Teâlâ, usulu’d-dîn’deki (dîni asıllarındaki) cehâleti mazeret olarak saymamıştır.” [Karâfî, Şerhu Tenkihi’l-Fusul: 439.]
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Allah'tan başka hüküm sahibi kabul etmek büyük şirk midir değil midir ? Bunun bir kararını verin, büyük şirk diyorsanız buyrun;

''İcmâ ile sâbit olduğuna göre: Allâh’u Teâlâ, usulu’d-dîn’deki (dîni asıllarındaki) cehâleti mazeret olarak saymamıştır.” [Karâfî, Şerhu Tenkihi’l-Fusul: 439.]
Bundan sonraki edebsizliğinde buradaki yazma işin son bulacak !

Tekfirin engelleri cehaletle sınırlı mı sanıyorsun?

Büyük Şirkte Cehalet Mazeret midir?
https://www.islam-tr.org/konu/buyuk-sirkte-cehalet-mazeret-midir.33870/
 
kemmek Çevrimdışı

kemmek

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Başka bir site linki vermek serbest mi bilmiyorum, değilse mazur görün, şurda açıklanmış; https://www.nakilkursusu.com/tr/sorucevap/423-oy-kullanmak , alt paragraflarda diyor ki ''Kanun koyma yetkisini Allah’tan başkası için kabul etmeyenler ama kabul edenlere tabii olanlar, onların yolunu tasvip edenler ve destekleyenler. Bunlarda müşrik ve kâfirdir. '' Şuanda yarın evet oyu vereceklerin tamamına -kanun koyma yetkisini Allahtan başkası için kabul etmese dahi- mevcut Cumhurbaşkanı'na tabi oluyor, onun yolunu tasvip ediyor ve destekliyor, Cumhurbaşkanı'nın laikliği öven birçok açıklaması va. Hayır oyu verecekler ise zaten mevcut Cumhurbaşkanı'nın islami kişiliğinden ötürü laikliği destekliyor veya tek adamlık değil cumhuriyet istedikleri için Hayır diyor, laiklik ve cumhuriyet zaten küfür. Yani mazeret olarak şunlar kalıyor; kafasına silah dayanıp mecburen oy verenler, eğlence amaçlı oy verenler, ruh sağlığı yerinde olmadan oy verenler.

Bundan sonraki edebsizliğinde buradaki yazma işin son bulacak !

Tekfirin engelleri cehaletle sınırlı mı sanıyorsun?

Büyük Şirkte Cehalet Mazeret midir?
https://www.islam-tr.org/konu/buyuk-sirkte-cehalet-mazeret-midir.33870/


Merak etme kardeşim zaten bir daha yorum yapmayacağım. Tebliğ yapmanız gerekirken saldırgan olmanız bile sizden beri olmama bir vesiledir. Burasi öyle bir site ki tüm nakiller Vahhabi/Selefi müçtehitlerden yapılıyor, Abdulkadir Geylani sahih olmayan hadis nakletmiş, hata yapmış deniliyor, ancak Şevkani (Muhammed bin Ahmed Halefin Şevkani için aslen Zeydi'ydi der) gibi alimlerin -yorumları- kesin doğruymuş gibi naklediliyor, haşa ayet kesinliğinde görülüyor. Yolunuzun hak yol olmadığını sizden öğrendim kardeşim. Hadi Allaha emanet.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Okuduğunu anlamıyor veya anlamak istediğin gibi algılıyorsun. Şimdi linkini verdiğin siteden sana gelsin:

***

“Büyük Şirkte Cehaletin Özür Olmadığına Dair Delaleti Kat’i Bir Nass Yoktur.”


Yaygın olan manasıyla büyük şirkte cehaletin mazeret olmayacağına dair Kuran’da delalet yönü kati olan bir delil bulunmamaktadır. Kendi çapımda bu mevzu ile alakalı yaptığım araştırma çerçevesinde, yirmiye yakın cehaleti mazeret görmeyen emin ve ehil âlimlerden istifade etmeme rağmen, bunun aksini iddia eden, hiçbir zikir ehli âlime rastlayamadım. Zira Kuran’ı Mübin’de büyük şirk işlemenin ikrah ve intifau’l-kast dışında hiçbir surette mazeret olmayacağına dair delalet yönü kati bir nass olsaydı, bu konuda cehaleti mazeret gören âlimler ümmetin ittifakıyla kâfir olmaları icap ederdi. Doğrudur; Kuran’da müşrikin af edilmeyeceği, şirk koşanın amellerinin batıl olacağı, şirk koşanın büyük bir günah ile iftirada bulunduğu ve pek uzak bir delalete sapmış olacağı, Allah kendisine şirk koşana cenneti haram kıldığı ve sığınağının ateş oluğu, Allah’a ortak koşanın sanki gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibi olduğu açık bir şekilde ifade edilmiştir. Fakat bu umumi mutlak ifadelerin muayyen şahıslara tatbik edilmesi ilmi, kadai ve içtihadi bir meseledir. Cehaletin zikri geçen yerlerde mazeret olacağı veya olmayacağı ihtilafa açık ve içtihadi bir konudur.



“Muasır Âlimler Büyük Şirkte Cehalet Mevzusunda Birden Fazla Değişik Görüşe Sahiptir.”

Âcizane büyük şirkte cehalet mevzusu hakkında yaptığımız araştırma neticesinde Muasır âlimlerin dört farklı neticeye ulaştıklarını tespit edebildik.

1-Büyük şirk işleyen bir kimsenin cehaleti kendisi hiçbir şekilde özür olmaz; kendisine kâfir denilir ve tövbe etmeden ölecek olursa ebedi cehennemliklerden olur. [
Bu görüş cehalet meselesindeki hakka en uzak görüştür. Çünkü bu görüş “Rasûl göndermeden azap ediciler değiliz” ayetine muhalefet etmektedir. Bu mezhebin asıllarında mutezilenin bazı dürtüleri bulunmaktadır. Fakat bu görüş sahipleri başka delillerle bu ayeti tevil ve tahsis ettikleri için İnşaAllah özür sahibidirler.]

2-Büyük şirki cahillikle işlemek, ancak üç kimse için özür kabul edilir.
a) Yeni Müslüman olan bir kimse için
b) İlimden uzak yerlerde yetişmiş kimse için
c) Asli küfür diyarında doğmuş kimse için

3. Büyük şirk işleyen bir kimsenin cehaleti hiçbir surette mazeret olmaz; kendisine müşrik veya kâfir denilir. Böyle bir durumda olan kimsenin tekfir edilmesi için cehaletinin makbul olup olmadığına bakılır. Şayet makbul bir cehaleti varsa hüccet ikamesi yapılır; makbul bir cehaleti yoksa direkt tekfir edilir. Büyük şirk amelini işleyen bir kimse tövbe etmeden ölecek olursa dünyada kendisine gayri Müslim muamelesi yapılır. Ahiretteki durumu ise dünyadayken içinde bulunduğu cehaletin muteber olup olmadığına bağlıdır. Muteber cehaleti varsa Allah (celle ve âlâ) onu imtihan eder. İmtihanı kazanan cennete, kazanamayan cehenneme gider. Bu durumda olan bir kimsenin muteber bir cehaleti yoksa imtihan edilmez ve ebediyen cehennemde kalır.

4. Büyük şirkte cehaletin mazeret olarak kabul edilmesi mümkündür. Bu mezhepte olan âlimler mutlak ifadeler kullanmazlar. Yani şirk ameli işleyen herkesin cehaleti makbuldür veya makbul değildir gibi genel ifadeler kullanmazlar. Aynı şekilde büyük şirkte cehaletin özür olabileceği yerler üç yerle sınırlı da değildir. Âlimler bu üç yeri misal olması için vermişlerdir. Dolayısıyla hükmen bu üç yere benzer durumlarda da cehalet özründen bahsedilebilir. Büyük şirk işleyen bir Müslümanın cehaleti makbul ise kendisine hüccet ikame edilene kadar müşrik denmez ve müşrik muamelesi yapılmaz. Hüccet ikame edilmeden önce ölmesi durumunda kendisine Müslüman muamelesi yapılır.[Aynı zamanda büyük şirkte cehaletin özür olabileceğini savunan âlimlerin ekserisi tevil, taklit ve hatayı da tekfire mani olarak görürler. Fakat bizim konumuz tekfirin manileri olmadığı için risalemizde bunlara yer vermedik. ]
Büyük şirkte cehaletin özrü ile alakalı zikrettiğimiz bu dört mezhebi savunan emin ve ehil zikir ehli âlimler bulunmaktadır. Her ne kadar sahih görüşe göre bu ve benzeri meselelerde hak mezhep bir tane olsa bile bu, kendi çıkarımlarımızla tercih ettiğimiz mezhebin dışındakileri yok sayacağımız manasına gelmez. Zira büyük şirkte cehaletin özür olarak kabul edilip edilmeyeceğiyle alakalı Kuran ve Sünnette varit olan nassların delaleti zanni değil de kati olmuş olsaydı;
1. İslam ümmeti bunca ihtilaf etmezdi,
2. İçtihada açık bir mevzu olmazdı,
3. Özellikle sahih delile tabi olmayı kendilerine menheç edinmiş selefi âlimlerin cehalet meselesiyle alakalı birbirine zıt onlarca kitap ve risalesi olmazdı.
4. Delaleti kati olan nassa muhalefet eden taifeye karşı ümmetin ittifakı olurdu.

5. Takvalı, İhlaslı, emin ve ehil rabbani ulema büyük şirkte cehaleti özür görmeyenlere harici, cehaleti özür görene mürcie derdi.


“Cehalet Meselesinde Beri Olunması Gereken ve İçinde Haricilik Dürtüleri Olan Görüş.”

Büyük şirkte cehalet mevzunda kendisini selefe ve ilme nispet eden bazı kişilerden, beri olunması ve reddedilmesi gereken çok sapkın bir görüşün varlığını işitir olduk. Harici meyilli bu kişiler, yazdıkları kitaplarından ve bazı sesli derslerinden edindiğimiz bilgiye göre büyük şirkte cehaleti özür görmemeyi dinin aslından sayarlar. Buna binaen büyük şirkte cehaletin varlığından bahseden kimseleri cahilce ve fütursuzca tekfir ederler. [Zamanımızın büyük allamesi muhaddis Şeyh Süleyman b. Nasır Ulvan(hafizehullah) büyük şirkte cehaleti özür görenlerin Müslüman olamayacağını iddia edenlere şöyle der: "Bunlar cehalet ve dalalet sahibi kimselerdir. Bu görüşte olan kimselere ne âlim ne de ilim talebesi denilmez. Bu görüş Haricilerin ve Mutezilenin görüşüdür" Şeyh Atiyye (rahimehullah) bu görüşte olanları haricilikle vasıflandırmıştır.]
Onlara göre büyük şirkte cehaletin özür olabileceğini ifade eden, ümmet-i Muhammed’in itibar ettiği cihad, içtihat ve zikir ehli, rabbani âlimler kâfirdir. Aynı şekilde bu âlimlerin görüşlerini benimseyen ilim talebeleri veya ilim talebesi olmayan kişiler, Allah’ın dinini yüceltmek için ömürleri boyunca cihat etseler, dinlerini muhafaza etmek için hicret etseler ve ameli ve kavli olarak hayatlarında hiçbir şirk ve küfür davranışı olmasa bile bu harici meyilli kişilere göre kâfirdir. Çünkü onlara göre büyük şirkte cehaleti mazeret görmek küfürdür.

Bu taifenin, Kuran ve Sünnet’ten delil getirdikleri hiçbir dayanakları olmadığı gibi, önceki imamlardan takip edecekleri herhangi bir selefleri de yoktur. Delil diye ileri sürdükleri şeyler, akıl, kıyas, lazimi gerekçeler, istihsan, mantık ve bazı Necdi Davet İmamlarının kitap ve risalelerinde geçen genel, mutlak tehdit içerikli veya muayyen bir vakıayla alakalı zikredilmiş sözlerdir. Yani şer’i delil olması bakımından hiçbir geçerliliği olmayan, tamamen akla dayalı, asli kâfirler hakkında varit olan nassları külli manada İslam ümmetine tatbik etmeye bağlı, Harici zihniyetinin dürtülerine endeksli sığ bir bakış açısıyla ümmetin önde gelen fazilet sahibi âlimlerini tekfir ederler.Mesela; bu batıl menhece sahip olan kişiler, büyük şirkte cehaleti mazeret gören âlimleri tekfir ederken derler ki:
“Çünkü onlar tevhidi anlamamışlardır”
“Çünkü onlar şirke İslam, müşrike Müslüman hükmü vermişlerdir. Bu ise Kuran’ı yalanlamak manasına gelir. Kim Kuran’ı yalanlarsa kâfir olur”
Çünkü onlar büyük şirk işleyenin cehaletini mazur görmekle müşrike Müslüman deyip onunla dostluk kurmuşlardır. Kim müşriklerle dostluk kurarsa kâfir olur”


Allah (subhanehu ve teâlâ) İmam İbn Teymiye’ye rahmet etsin; bunlar hakkında ne kadar da güzel bir tespitte bulunmuş!
“(Bunlar) ortaya çıkardıkları bidatlerde kendilerine muhalefet edeni tekfir eder, onun canını ve malını helal görürler. İşte bu bidat ehlinin halidir... Ehl’i Sünnet ve’l-Cemaat ise Kuran ve Sünnete tabi olur, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. Onlar hakka tabi olur, yaratılmışlara merhamet ederler.”[Mecmu'ul-Feteva c,3 s,279]


Bu taifenin tekfir gerekçesi olarak ileri sürdüğü bütün iddialar, yalan, iftira ve mezhebin gerektirdiği ile tekfir etmekten ibarettir. Sığ bir bakış açısı ve Aristo mantığındaki tasavvur ve tasdiklerden oluşan akli bir delillendirme ile ümmetin büyük âlimlerine ağır gelen tekfir meselesinde fütursuzca genellemelerde bulunurlar.
Hadislerde ahir zamana kadar devam edeceği belirtilen Haricilerin günümüzdeki temsilcileri olmaya namzet bu taife, Arakan’da sırf Müslüman oldukları için ateşe atılan mazlumlara Müslüman demekten imtina eder. Aynı şekilde geçmişte ümmetin başına bela olmuş Haricilerin modern savunucularından olmaya aday bu taife, Nusayri tağutuna ilah demediği ve ona secde etmediği için tekbir ve tehlil getirerek diri diri toprağa gömülen mazlumlara Müslüman demekten çekinir. Çünkü onlara göre daha önceleri İslam ile yönetilen şuandaki küfür sistemlerinde yaşayan bütün halklara verilecek hükümde asıl olan onların kâfir olduğudur veya onlar hakkında İslam hükmünü vermekten tevakkuf etmektir. Zira kendilerinden ve tanıdıkları bazı kişi ve gruplardan başka dünyada Müslüman yoktur!


Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadında sebat etmek isteyen kardeşler, bu taifenin Haricilik kokan bu fikirlerinden beri olmaları gerekir. Zira onların Kuran ve Sünnet’ten hüküm çıkaracak ilimleri olmadığı gibi zamanımızın Rabbani imamlarına tabi olmayı da Yahudiler gibi Kitabı arkalarına atmak olarak görürler!

Hakkı haykırdıkları için ömürlerini zindanlarda geçiren veya Allah’ın kelimesini yüceltmek için hayatlarını cihad, hicret ve ribat topraklarında tüketen veya zindanlarda mahpus olan zamanımızın Rabbani imamları (onlara göre) akideyi bulandırmıştır!

İnsaflı olmak gerekirse onların akideyi bulandırmayan Şeyhlerinden Ahmet Hazimi isminde ilim ehli birisi vardır. Bu Şeyh, büyük şirkte cehaleti mazeret gören zamanımızın âlimlerini tekfir eder. Bununla beraber, Suud tağutunu veli’y-yul emir(!) olarak görür, onun bu emirine karşı ayaklanan mucahidlerin [Bazı mucahidlerin Suud tağutuna karşı başkaldırmasını haricilik olarak görür] başkaldırışına da haricilik yakıştırması yapar. Demek ki akideyi bulandırmamak böyle bir şeymiş!!!

Aslında bu şeyhin müritlerine göre Şeyh Hazimi en hafifinden kâfir olması icap eder. Çünkü Suud tağutunu tekfir etmemiştir. Eğer ömrünü ilim ve irfanla geçirmiş Türkiye deki bazı kanaat emirleri Türkiye tağutuna hiçbir surette oy vermediği halde onun hakkında “Ben ne Müslüman derim ne de kâfir” dediği için (onlara göre haşa) küfrün önderi olarak görülüyorsa, Suud tağutunu veliy’ul-emir olarak gören Şeyh Hazimi bu taifeye göre hayli hayli kâfir olması icap eder. Bunun dışında bu taifenin, internetten şeriatı getirmeye çalışan bir şeyhleri daha vardır. Şeyh Ebu Meryem... Bu şeyh de bazı müritleri gibi büyük şirkte cehaleti mazeret görenleri tekfir eder ve şu zamanda var olan cihad hareketlerini batıl görür.

Sizin şeyleriniz size kalsın, bizler -elhamdulillah- kendi şeylerimizden memnunuz. Bu zamanda kendilerini imam olarak gördüğümüz âlimler, canlarını, mallarını ve bütün eforlarını tağutları inkâr/tekfir ve Allah’ı birleme yolunda vakfetmişlerdir.[Bizler öyle zannediyoruz. Allah’a karşı kimseyi temize çıkaramayız.] Ömürlerinin büyük bir kısmı, saray ve kabir şirklerini reddettikleri için kimisi zindanlarda hapsedilmiş, kimisi hicret ve cihad diyarlarında şehid edilmiş.[inşeAllah] Tağutları sadece dilleriyle ret ve tekfir etmediklerini hayatlarıyla isbatlamışlar, ümmete bu noktada örnek ve önder olmuşlardır. Biz onları böyle zannediyoruz. Allah’a karşı kimseyi temize çıkaramayız, akıbetlerine de kefil olamayız.


Geçmişte Yaşayan Âlimlerden Büyük Şirkte Cehaleti Mazeret Gören Olmuş mu?

Selefiyye medresesine intisaplı kimselerin çok iyi bildikleri ve zaman zaman dile getirdikleri bir hakikat vardır. Bu hakikat, “Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dışında hiçbir âlimin görüşü, düşüncesi ve içtihadı hüccet değildir. Âlimlerin sözleri hüccet değil kendisine hüccet aranır.” ilkesidir. Selefiyye medresesine mensup olan bu aciz kardeşiniz, bu iki cümlenin gerektirdiği ile Allah (subhanehu ve teâlâ)’ya yakınlaşmaya çalışmaktadır. Bu hakikat bizlerin katında ne kadar değerli ise, selefimize ve âlimlerimize hürmet ve itibar etmek de bir o kadar değerlidir. Dolayısıyla selefi olmak müstakil ve bağımsız olmak değildir. Tam tersine selefilik, sahabe ve onlara güzellikle tabi olan ilklerin fehimine ve menhecine ittiiba etmektir.

Risalemizin başında da ifade ettiğimiz gibi yazmaya çalıştığımız bu ufak çalışmanın sebebi, cehalet meselesini bütün yönleriyle fıkhi veya şeri açıdan incelemek, mesele hakkında ihtilaf eden âlimlerimizin delillerini zikretmek ve görüşler arasında bir tercihte bulunmak değildir.

Son zamanlarda ilmi tahammülleri sukut etmiş olan bazı kesimler, kendilerinden başkasını tanımama hastalığına yakalanmışlardır. Cüz’î ilimleriyle ortaya koydukları içtihadi ve zanni neticeleri tartışılamaz ve üstüne söz söylenmez olarak görmektedirler. Hâlbuki hakkında sahih, sarih ve delaleti kati bir nassın olmadığı meselelerde, ilim talebeleri muhaliflerine sinelerini gayet geniş tutmalıdır.

Sizler Ehl-i Sünnet’in asıllarına bağlı kalarak gücünüz nispetinde araştırmalarınızın neticesinde bir görüşü tercih edebilirsiniz. Bu sizin hakkınızdır. Fakat bu zannınızı ve içtihadınızı başkasına diretmeye hakkınız yoktur. İçtihada açık meselelerde bu her iki taraf için de geçerlidir. Fikri, zanni ve içtihadi ihtilaflarımızı, buğz, kin ve nefret haline dönüştürerek ayrılığa ve bölünüp parçalanmaya sebebiyet vereceğimize, Allah’u Teâlâ’dan bir veya iki ecir bekleyip Onun yolunda faydalı olmaya çalışsak daha isabetli olur.

Görebildiğimiz kadarıyla geçmişte yaşayan âlimlerimizden İbn Hazm (rahimehullah) ve Ebu Bekir İbnu’l-Arabi el-Maliki (rahimehullah) büyük şirkte cehaleti özür olarak görmektedir.

İbn Hazm [Vefat, Hicri 456. İbn Hazm (rahimehullah)’ın künyesi Ebu Muhammed’dir. Kurtuba’da 384 te doğmuştur. Birçok kişiden hadis dinlemiş ve birçok kişi de kendisinden hadis rivayet etmiştir. İleri derecede bir zekâya ve cevval bir zihne sahiptir. Âlimler onun hakkında şöyle derler. Ebu Hamid el-Gazali (rahimehullah): "Ebu Muhammed İbn Hazm’ın hafızasının büyüklüne ve zihninin akıcılığına delalet eden Allah’u Teâlâ’nın isimleri hakkında yazdığı bir kitaba rastladım." İmam Ebu'l-Kasım (rahimehullah): İbm Hazm lisan ilmindeki genişliği, belagat şiir, siyer ve tarih ilminde payının büyük olmasıyla beraber, bütün Endülüs ehlinden İslamî ilimlerde en çok bilgiye ve ilme sahiptir. Oğlu Fadl bana, babasının el yazması teliflerinden takriben seksen-binyaprağa ulaşan dört yüz ciltlik kitap oluğunu söyledi. Ebu Abdullah el-Humeydi
(rahimehullah): "İbn Hazm, hadis ve hadis fıkhını ezbere bilir, Kuran ve sünnetten hüküm çıkarırdı; ilmiyle amil ve bütün ilimlerde mahir bir kişiydi. Kendisinde zekânın, hızlı hafızanın, dindarlık ve cömertliğin bir araya geldiği onun benzeri birsini görmedik..."] (rahimehullah) şöyle der: “Ummetin tamamı aralarında her hangi bir hilaf olmadan ittifak etmeleri, hakkında hiçbir ihtilafın olmadığı kaçınılmaz bir delildir ki; kim Mushaf’ta olduğunu bildiği halde kasıtlı olarak Kuran’da ki bir ayeti, onun zıddına değiştirse,aynı şekilde bir kelimeyi bilerek eksiltse veya fazlalaştırsa bütün ümmetin ittifakıyla kâfir olur. Daha sonra bir kişi Kuran okurken, hak kendisine belli olmadan önce isabet ettiğini tahmin ederek bilmeden bu hususta inatçılık yapar ve tartışır da Kuran’da geçen bir kelimeyi fazlalaştırmak veya eksiltmek suretiyle hataya düşerse, ümmetin hiçbir ferdine göre ne kâfir ne fasık ne de günahkâr olur. (Ama) Bu kişi Mushaf’a vakıf olduğunda veya verdiği haberle hüccetin hakkında kaim olduğu bir şahıs bunu ona anlattığında, hatasında devam ederse, hiç şüphesiz ümmetin tamamına göre kâfir olur. İşte bu dinin bütün meselelerinde geçerli olan hükümdür”


İbn Hazm (rahimehullah), Müslüman bir kimsenin hata ile işlemiş olduğu İslam’a muhalif bir söz veya amelin af edildiğinden bahsetmekte ve ümmetin âlimleri arasında bu noktada bir ihtilafın olmadığını ifade etmektedir. Ayrıca İbn Hazm (rahimehullah) hata ile yapılan bu amelin dinin bütün meselelerini kapsayacağını hatırlatırken açık ve genel bir ifade kullanır. “İşte bu dinin bütün meselelerinde geçerli olan hükümdür” Büyük şirkte cehaletin özür olabileceğini iddia eden âlimler der ki: “Fıkıhta hata iki kısma ayrılır.
1. Fiilde yapılan hata
2. Kasıtta yapılan hata
Kasıtta yapılan hatanın içine kişinin cahilce yapmış olduğu fiiller de girer.” Dolayısıyla bir Müslüman büyük şirki bilmeden veya yanlışlıkla işlemişse hüccet ikame edilmeden önce mazeret sahibidir. Büyük şirkte cehaleti mazeret kabul eden âlimlerin İbn Hazm (rahimehullah)’ın zikri geçen ifadesine yaklaşımı böyledir. Diğer taraftan, büyük şirkte cehaleti özür kabul etmeyen Ebu Meryem el-Mihlif, İbn Hazm (rahimehullah)’ın zikri geçen ifadesine Kuran ve Sünnette geçen mutlak/genel ifadelerle ve İbn Hazm (rahimehullah)’ın hükmün muayyene tatbik edilmediği yerlerde söylenen umumi sözleriyle cevap vermeye çalışmıştır. Bu ise, mutlak ve muayyen tekfir meselesinden haberdar olan kişilerin rahatlıkla Ebu Meryem el-Mihlif’in reddiyesine cevab verebileceği bir durumdur. [İbn Hazm (rahimehullah) küfür ve şirk ayrımı mevzusunda Ebu Hanife (rahimehullah)’ın her şirkin küfür olduğunu fakat her küfrün şirk olmadığı görüşünde olduğunu söyler. İmam Şafi (rahimehullah)’ın ise bu iki kelime hakkında her hangi bir fark olmadığı görüşünde olduğunu ifade eder. İmam İbn Hazm (rahimehullah) ve Şeyh Ebu Katade İmam Şafi (rahimehullah)’ın görüşünü tercih ederler.]


Bunun dışında cehaleti çok dar bir alana hapseden bazı yazarların İbn Hazm (rahimehullah)’ın yukarıda zikri geçen görüşüne reddiye yazdıkları olmuştur. Fakat âcizane bizim buradaki kastımız, bu münakaşayı aktarmak olmadığından bu kadar açıklama ile yetinmeyi uygun buluyoruz.

Ebu Bekr İbnu’l-Arabi el-Maliki

Ebu Bekr İbnu’l-Arabi el-Maliki [İbn Hazm (rahimehullah) küfür ve şirk ayrımı mevzusunda Ebu Hanife (rahimehullah)’ın her şirkin küfür olduğunu fakat her küfrün şirk olmadığı görüşünde olduğunu söyler. İmam Şafi (rahimehullah)’ın ise bu iki kelime hakkında her hangi bir fark olmadığı görüşünde olduğunu ifade eder. İmam İbn Hazm (rahimehullah) ve Şeyh Ebu Katade İmam Şafi (rahimehullah)’ın görüşünü tercih ederler.] (rahimehullah)’ın büyük şirkte cehaleti özür gördüğüne dair ifadesi şöyledir: “Bu ümmetten cahil ve hata eden birisi, müşrik ve kâfir olacağı küfür ve şirk amelini işlese bile, terk ettiğinde [Kabul etmediğinde...] küfre düşeceği hüccet misline kapalı olmayacak şekilde net bir surette kendisine belli olana, düşünce ve inceleme olmadan bütün Müslümanların bildiği, âlimlerin açık ve kati icma ile ittifak ettikleri dinde zaruri olarak bilinen meseleleri inkâr edene kadar, cehalet ve hata ile mazurdur” [Şeyh’in ifadesini şu şekilde tercüme etmemiz de mümkündür. “Bu ümmetten cahil ve hata eden kimse kendisini müşrik ve kâfir yapacak şirk ve küfür ameli işlese bile, terk ettiğinde küfre düşeceği hüccet misline kapalı olmayacak şekilde net bir surette kendisine belli olana kadar cehalet ve hatası ile mazeret sahibidir. (Aynı şekilde) Düşünce ve inceleme olmadan bütün Müslümanların bildiği, âlimlerin açık ve kati icma ile ittifak ettikleri dinde zorunlu olarak bilinen meseleleri inkâr eden de, kabul etmediğinde küfre düşeceği hüccet misline kapalı olmayacak şekilde net bir surette kendisine belli olana kadar, cehalet ve hata ile mazurdur.” 24 Vefat, Hicri 1242. ]


Görüldüğü gibi Şeyh İbnu’l-Arabi (rahimehullah) kendi ifadesinde şerhe, açıklamaya ve ihtilafa ihtiyaç duyulmaksızın büyük şirkte cehaletin olabileceğini ifade etmiştir. Bu iki âlim cehaletin büyük şirkte özür olabileceğini ifade eden en eski âlimlerdendir.

Şeyh Abdullah en-Necdi

Şeyh Abdullah b. Muhammed b. Abdulvahhab en-Necdi24 (rahimehumullah) büyük şirkte cehaleti mazeret kabul eden âlimlerdendir.[Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kabri yanına gelerek ondan Allah’a duâ etmesini istemek fiilinin hükmü hakkında muasır ulama ihtilaf etmiştir. Bazı âlimler bu şekilde Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kabri başına gelerek ondan Allah (subhanehu ve teâlâ)’ya duâ etmesini istemenin büyük şirk olduğunu bazı âlimler ise küçük şirk olduğunu diler getirmişlerdir. Zannımızca Şeyh Abdullah (rahimehullah) bu ameli büyük şirk olarak görmektedir.]

Muhammed b. Abdulvahhab (rahimehullah)’ın âlim oğullarından Şeyh Abdullah (rahimehullah) Emir Suud önderliğindeki orduyla hicri 1218 yılında Mekke’ye girer. Emir, harem-i şerifte olanlara eman verir ve daha sonra hep beraber umre yaparlar. Umre amelini bitirdikten sonra Emir Suud, Mekke’de olan âlimlerden ne istediğini ve niçin savaştıklarını arz eder. Daha sonra Şeyh Abdullah kendilerine eman verilen kimselere uzun uzadıya bazı nasihatler yapar. Bu nasihatler arasında, savaşmadaki gayelerinin ne oluğunu, itikadi ve fıkhi olarak nasıl bir menheç takip ettiklerini, kendileri hakkında uydurulan yalan ve iftiralara ameli ve sözlü olarak nasıl cevap verdiklerini anlatır ve şefaat isteme hakkında şöyle der:
“Ey Allah’ın Rasûlü ya da Ey Allah’ın veli kulu! Senden şefaat veya başka bir şey istiyorum” mesela “Bana yetiş” “Bana yardım et” “Bana şifa ver” “Düşmanıma karşı bana yardım et” gibi ifadeler söylenilmez.”

Şeyh Abdullah bu şekilde ancak Allah (azze ve celle)’den istenilmesi gereken şeylerin başkasından istenmesini büyük şirk olarak beyan eder. Daha sonra tevessül ve Ehl’i-Beyt hakkındaki görüşlerini söyler. Ardından şefaat hakkındaki görüşlerini kabul etmeyen bazı kişilerin sorması muhtemel olan bir soruya nasıl cevap verdiklerini, kendisi önce soruyu sorarak ve daha sonra cevabını vererek sözlerine devam eder. Soru şöyledir:

“Hakkı kabul etmek ve ona boyun eğmekten nefret edilmesini isteyen birisi: “Kim, ‘Ya Rasûlullah senden şefaat istiyorum’ derse müşrik ve kanı helal olur.” yönündeki takrir ve kesin ifadeniz, ümmetin -özellikle sonradan gelenlerin- ekserisinin kâfir olmasını gerektirir. Çünkü onların muteber âlimleri açıkça, bu şekilde şefaat istemenin mendub olduğunu söylemiş ve buna karşı çıkanlara da (sözlü olarak) saldırıda bulunmuştur” derse, ben derim ki:

Böyle bir şey gerekli olmaz. Çünkü usul ilminde kararlaştırıldığı gibi, “mezhebin gerektirdiği şey mezhep değildir...” Biz ölenler hakkında diyoruz ki: “Onlar geçmiş bir ümmetti. Biz ancak hakka çağırdığımız davetin kendisine ulaştığı, delilin ona apaçık belli olduğu, üzerine hüccetin ikame edildiği, (sonra da) kibirlenerek inatçılık yapanları tekfir ediyoruz. Nitekim bu gün kendileriyle savaştıklarımız galibiyetle şirk koşmakta ısrar edenler, vacipleri terk edenler ve haramlardan kebair günahları açıktan açığa yapanlardır…

Geçmişte yaşayanlara, hata ederek mazur oldukları için özürler arıyoruz. Çünkü onlar hata etmekten korunmuş değillerdir…

Şayet sen: “Bu söylediklerin, ihmal edip gaflette olanlar içindir. Bunlar uyarıldığında kendilerine gelecektir. Peki deliller yazan, örnek imamların kelamlarına ulaşan ve ölümüne kadar da bu hal üzere ısrar eden kişi hakkındaki görüşün nedir?”[Soru soran burada şunu demek istemiştir. Senin söylediklerin avam düzeyinde cahil ve gafil insanlar için geçerlidir. Onlar kabirlerde yatan kimselerden şefaat istemenin şirk olduğunu bilmeyebilir. Fakat İbn Hacer el-Heytemi gibi bu meselenin meşru olduğunu ispatlamaya çalışarak deliller toparlayan ve önceki imamların görüşlerine ulaşabilen kimselerin mazur olduğunu nasıl ispat edeceksin.] dersen, cevap olarak şöyle derim: “Zikredilen ve daha önce geçen kimse için hata etmiştir diyerek mazeret aramamıza mani bir durum yoktur. Biz onun kâfir olduğunu da söylemiyoruz. Hatta hatasında devam etmiş olsa bile… Çünkü onun vaktinde diliyle, kılıcıyla ve mızrağıyla bu mesele hakkında onunla mücadele eden kimse yoktu. Dolayısıyla onun üzerine hüccet ikame edilmemiştir…

Aynı şekilde biz, dindarlığı sahih, istikameti, ilmi, takvası, zahitliği meşhur ve sireti güzel olan, faydalı ilimlerin dersini verdiği ve bu hususta kitaplar yazması sebebiyle nefsinden feragat ederek ümmete nasihat etme mertebesine ulaşan kimseleri İbn Hacer el-Heytemi gibi– bu meselede veya daha başka bir meselede hata etmiş olsa bile tekfir etmiyoruz. Şubhesiz ki biz, onun “ed-Durru’l-Munazzam”[Bazı âlimler bu kitabın ismini “el-Cevheratu’l-Munazzama” olduğunu söylemişlerdir.] adlı kitabındaki görüşünü biliyoruz. Onun ilminin genişliğini de inkâr etmiyoruz. Bundan dolayı “Şerhu’l-Erbain, Zevacir” gibi ve daha başka kitaplarına itina ediyoruz. Naklettiğinde nakline itibar ediyoruz. Çünkü o Müslümanların âlimlerinden biridir.”[Ed-Dureru's-Seniyye c,1, sf: 222–236, 1996, 6. Baskı]

Abdurrahman bin Nasır es-Sa’di

Abdurrahman b. Nasır es-Sa’di [Vefat, Hicri 1376.] (rahimehullah) büyük şirkte muteber cehaleti özür kabul eden âlimlerdendir. Şeyh Sa’di (rahimehullah) kendi telifi olan el-Feteva es-Sa’diyye kitabında “murtedin hükmü”başlığıyla bir bap açmıştır. Bu bapta büyük şirkte cehaleti mazeret görenle görmeyen arasında geçen altı sayfalık bir münazara nakletmektedir. Kendisi cehaletin özür olması noktasında usul ve füru diye bir farkın olmadığını, dolayısıyla büyük şirkte de tevil, cehalet ve taklidin tekfire mani olduğunu ifade eder. Bu altı sayfalık münazaranın son bölümü özet olarak şöyle geçmektedir.

“İkincisi (cehaleti mazeret gören) şöyle der: ‘Ayette ve daha başka nasslarda geçen hatanın usulde değil füru’da geçerli olduğu görüşü delilsiz bir görüştür. Allah’u Teâlâ ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu ümmetin af edilmesi noktasında usul ve füruya ait meseleler arasında bir ayrım yapmamıştır...

Şüphesiz ki, tevhidin medarı Allah’u Teâlâ’nın kemal sıfatlarını ispat etmeye ve sadece şeriki olmayan Allah’a ibadet etmeye dayanmaktadır. Nasıl ki birinci kısımdaki cehalet, tevil ve taklitten dolayı bazı sıfatları inkâr ettiğinde kendisine hüccet ikame edilmeden onu muayyen olarak tekfir etmekten sakınıyorsak, aynı şekilde ibadetlerden bir kısmını cehalet, tevil ve taklitten dolayı yaratılmışlardan bazılarına sarf edenleri de tekfir etmekten sakınıyoruz. Diğerinde mani ne ise bunda da mani aynısıdır...

Bu gerekçeden dolayı siz ve biz, kelamlarında Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’le ve onun duası ile yardım istemek ve ondan ihtiyaçları talep etmek olan Sarsari (ismindeki kişiye) ve benzerlerine küfür hükmünü vermekten imtina ettik...” (el-Feteva es-Sa'diyye Bab: Murtedin hükmü, s.578-583 Baskı: Mektebetu'l-Ma'arif, 1982 ikinci baskısı )

Şeyh Abdurrahman el-Yemani


Şeyh Abdurrahman b. Yahya el-Muallimi el-Yemani (Vefat, Hicri 1386. Şeyh Abdurrahman b. Yahya (rahimehullah) Yemen’deki Muallim oğulları aşiretindendir. Hicri 1312’de San'a’nın Mahakir köyünde doğmuştur. Şeyh Muallimi, mütedeyyin bir ailede büyümüş, ilk eğitimi olan Kuran talimini ailesi içinde öğrendikten sonra Hucriyye mıntıkasında şer'i mahkemede kâtiplik yapan ve hükümete bağlı bir okulda Kuran, tecvit, matematik ve Türkçe eğitmenliği yapan büyük abisi Muhammed b. Yahya (rahimehullah)’ın yanına giderek öğrenimine devam etmiştir. Abisinin yanında Ecrumiyye’yi Kefravi şerhiyle okuduktan sonra, nahiv talimini veren Şeyhlerden Ahmed b. Muslih (rahimehullah)’ın yanına giderek nahiv derslerine devam etmiş ve son olarak bir yıl boyunca Muğni Lebib’i mütalaa ederek mühim kaidelerin hülasasını çıkarmıştır. Fıkıh, feraiz, hadis ve rical gibi ilimleri zamanındaki ehil âlimlerden öğrenerek ilmini artırmıştır.) (rahimehullah) geçen yüzyılda yaşamış selefi, muhaddis, usuli ve ansiklopedik büyük bir âlimdir. İbadet, ilah, küfür, şirk ve tevhit kavramlarına yaptığı tetkik ve tahlillerinden Necdi Davet İmamları gibi Kuran ve Sünnet nasslarının zahirine bağlandığını ayrıca İbn Teymiye (rahimehullah) gibi nassların hikmetlerine, inceliklerine ve nüanslarına inebilme melekesine sahip olduğunu görebiliriz.



Büyük Şirkte Cehaleti Mazeret Gören Muasır Şeyhler

Ayrıca büyük şirkte cehaleti özür kabul eden meşhur şeyhler şunlardır.

• Şeyh Dr. Abdullah Azzam
• Şeyh Eymen ez-Zevahiri
• Şeyh Ebu Yahya el-Libbi
• Şeyh Atiyyetullah el-Misrati
• Şeyh Ebu Katade el-Filistini
• Şeyh Muhaddis Suleyman el-Ulvan
• Şeyh Ebu Velid el-Ensari
• Şeyh Ebu Basir
• Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz
• Şeyh Ömer el-Hadduşi
• Şeyh Hasan el-Kettani
• Muhaddis Şeyh Nasiru’d-din el-Elbani
• Şeyh Muhammed b. Salih el-Useymin
• Şeyh Abdullah el-Bessam
• Şeyh Abdurrahman el-Berrak
• Şeyh Velid b. Raşid es-Se’idan
• Şeyh Ömer el-Hadduşi’nin şahidliği ile muasır Mısır ulemasının ekseriyeti,
• Sefer Havali
• Abdullah Karni

Yukarıda zikri geçen şeyhlerin dışında yazma ihtiyacı duymadığımız cehaleti mazeret gören ilim ehli başka kimseler de vardır.

Bu şeyhlerin cehalet meselesindeki ortak görüşleri, büyük şirkte cehaletten bahsedilebileceği, muteber cehalet durumunda büyük şirk işleyene Müslüman hükmünün verilmesinde dinen bir sakınca olmadığı, bilakis Kuran ve Sünnet naslarının buna delalet ettiği noktasında birleşmektedir. Fakat bu şeyhler muteber cehaletin büyük şirkte mazeret olmasının mümkün olduğu ilkesinde aynı görüşte olmalarıyla birlikte, kendi aralarında bazı nüans farklılıkları vardır. Örneğin mezkûr âlimlerden kimisi muteber cehaleti iki veya üç yer ile sınırlandırırken, diğer bazıları ise iki veya üç yer ile sınırlandırmamış, meseleye daha geniş bir bakış açısıyla tahlil ve tahkik etmişlerdir. Bazı âlimler büyük şirkte cehaletin makbul olabilmesi için kişinin kendisini acze düşüren bir cehalet içinde olmasını şart koşarken, bazıları ise ilimden ve irfandan yüz çevirmiş olmasını şart koşmuşlardır. Bu farklı ifadelerin bazılarının arası vakıada tatbik edilirken cem edilmesi mümkün iken bazılarının ise cem edilmesi mümkün değildir. Büyük şirkte cehaleti mazeret kabul etmeyen âlimlerin nazarında ise bu kayıt ve şartların hiçbir önemi yoktur. Çünkü onlara göre büyük şirk işleyen kimsenin cehaletine bakılmaksızın -ikrah ve intifau’l-kast dışında- kendisine her halükarda müşrik hükmü verilir.
Büyük Şirkte CEHALET
İsmail Haliloğlu




 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Merak etme kardeşim zaten bir daha yorum yapmayacağım. Tebliğ yapmanız gerekirken saldırgan olmanız bile sizden beri olmama bir vesiledir. Burasi öyle bir site ki tüm nakiller Vahhabi/Selefi müçtehitlerden yapılıyor, Abdulkadir Geylani sahih olmayan hadis nakletmiş, hata yapmış deniliyor, ancak Şevkani (Muhammed bin Ahmed Halefin Şevkani için aslen Zeydi'ydi der) gibi alimlerin -yorumları- kesin doğruymuş gibi naklediliyor, haşa ayet kesinliğinde görülüyor. Yolunuzun hak yol olmadığını sizden öğrendim kardeşim. Hadi Allaha emanet.
Kendi kabullendiği, önyargılı / şartlı düşüncelerine uygun delil arayanların okuduklarını da kendisine uydurmaya çalışma zorlama batıl tevilleri üstte deşifre olduğu gibi, bu şekilde art niyetli kişilerin gönüllerini ferahlatacak, ısmarlama görüşler peydahlamayacağız. Sen oy kullanmak istiyor, demokrasiye alet olacaksan sana kimse mani olamaz, Hidayet Allahtandır. Giderken de bizi tekfir etmen takıntının nedenlerini ortaya koymuştur. Bu sapkınlığından dolayı da bizde çelişki varmış gibi göstermeye çalışman kalbindeği eğriliktendir. Aktardığımız deliller vahabi/selefi muctehidlerden diyerek aşağılayan, Abdulkadir Geylani'nin aktardığı sahih olmayan hadise hata yapmış deniyor diyerek sitemizi karalama yapacağını mı sanıyorsun.
Bize / sitemize attığın sapık iftiraların sitemiz dışındaki farklı kişiler olduğunu kendi yazınla bildirmene rağmen, bunu sanki biz demişiz gibi sitemize iftira atman, Allah (c.c.)'den ne derece korkub sakındığına işaret olmuştur.

İtikadi ve karakteristik yapın bu başlıktan önce aşağıdaki başlıkta ifşa olmuş:
https://www.islam-tr.org/konu/receb...kindaki-hadislerin-sihhati.25026/#post-361138


Abdulkadir Geylani'nin rivayetine uydurma deniliyor, garip. Bahsettiğimiz isim Abdulkadir Geylani.
Öncelikle bir kere sakin olun, biliyorum o da bir insandı, ancak ''o da bir insandı'' tanımına yukarda yazılan Alimlerin tamamı giriyor, Suyuti'nin, Şevkani'nin, Albulkedir Geylani'yi şerh eden İbn Receb el-Hanbelî'nin yanlış yapmadığını nereden bilebiliyorsunuz ? Hindistanlı alim Abdülhay Lüknevî Şevkani hakkında takiyyeci demiştir, aslında Zeydi mezhebine bağlı olduğunu, gizli bir Şii olduğunu ancak Hanefi gibi gördüğünü söylemiştir. Feth-ul-kadir ve Cevab-üs-sail'de geçer. Özellikle mezhepsizlerin savunduğu biridir. Şimdi, Şevkani'nin doğru Lüknevi'nin yanlış olduğunu neye göre anlayabiliyoruz ? Sakince tebliğ yaparsanız sevinirim, biz de eksiklerimizi gidermiş oluruz.
Kardeşim elbette islam akıl değil vahiy dinidir. Ancak Ehli Sünnet alimleri çemberine çok fazla insan giriyor, Şevkani çoğu Ehli Sünnet alimine göre takiyyecidir. Kuveyt müftüsü Muhammed bin Ahmed Halefin (Cevâb-üs-sâil) kitâbında Şevkani'nin Şii olduğunu yazar. Mesela Yukarda diyor ki Recep ayına özel oruç yoktur, tamam da Müslim hadisi var: İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri: “Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Recep ayında bazen o kadar çok oruç tutardı ki, biz O’nu hiç iftar etmeyecek zannederdik. Bazen de o kadar çok iftar ederdi ki, biz O’nu hiç oruç tutmayacak zannederdik.” buyurmuştur. (Müslim) Ne yapalım şimdi İbn-i Abbas ve Müslim de mi hadis uydurdu diyelim ?


Caiz olan istişhad eylemi hakkındaki yazımıza alakasızca saldırman :
https://www.islam-tr.org/konu/sehadet-eylemi-istishad-eyleminin-hukmu.7120/page-4
Etrafta hiçbir asker yokken, kafir bir ülkede durdur yerde sadece sivil vatandaşları öldürmek nasıl caiz oluyor anlamadım. Ben şimdi gidip Pariste elime silah alıp kafama göre insanları öldürsem caiz midir.
Bu anlattığın sapıklığa kim câiz dedi?

Senin batıl anlayışına göre bizim böyle hatalarımız var ise ve sen bu konuda ifşa olana kadar ve siteyi terk edene kadar bunu yazılarımızdan alıntılayarak ortaya koymamış, söylememişsen !, bu durum ayrıca senin karakterini de ortaya koymaktadır.

Allah günahlarımızı ıslah etsin ve Hakk'a tâbi olmaya bizleri muvaffık kılsın.
 
Kalemcan Çevrimdışı

Kalemcan

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Esselamu Aleykum
seçime kimin gidip gitmediğinı, kimin oy kullanıp kulanmadığını tesbit edebiliyorlarmı acaba?
gerçekten bilmediğim için soruyorum. aydınlatırsanız çök sevinirim
saygılar
 
M Çevrimdışı

M. Esma

لا إله إلا الله
İslam-TR Üyesi
Oykullanmayaraticinasirkkosma
 
ruhisukut Çevrimdışı

ruhisukut

Önce tanı sonra bağlan!
İslam-TR Üyesi
SubhanAllah büyük şirkte cehalet mazeret değil mi yani ?

Kardeşim yazının tamamını okumadın sanırım? Böyle konularda başını yahut sadece sonunu okuyarak yada sadece başlığı okuyarak peşin hükümlü olma inşaallah.

Bu alıntı yaptığım yazı yukarıda ki yazılardan biri, okudum böyle bir sonuca varmadım.

***

“Büyük Şirkte Cehaletin Özür Olmadığına Dair Delaleti Kat’i Bir Nass Yoktur.”


Yaygın olan manasıyla büyük şirkte cehaletin mazeret olmayacağına dair Kuran’da delalet yönü kati olan bir delil bulunmamaktadır. Kendi çapımda bu mevzu ile alakalı yaptığım araştırma çerçevesinde, yirmiye yakın cehaleti mazeret görmeyen emin ve ehil âlimlerden istifade etmeme rağmen, bunun aksini iddia eden, hiçbir zikir ehli âlime rastlayamadım. Zira Kuran’ı Mübin’de büyük şirk işlemenin ikrah ve intifau’l-kast dışında hiçbir surette mazeret olmayacağına dair delalet yönü kati bir nass olsaydı, bu konuda cehaleti mazeret gören âlimler ümmetin ittifakıyla kâfir olmaları icap ederdi. Doğrudur; Kuran’da müşrikin af edilmeyeceği, şirk koşanın amellerinin batıl olacağı, şirk koşanın büyük bir günah ile iftirada bulunduğu ve pek uzak bir delalete sapmış olacağı, Allah kendisine şirk koşana cenneti haram kıldığı ve sığınağının ateş oluğu, Allah’a ortak koşanın sanki gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibi olduğu açık bir şekilde ifade edil
miştir. Fakat bu umumi mutlak ifadelerin muayyen şahıslara tatbik edilmesi ilmi, kadai ve içtihadi bir meseledir. Cehaletin zikri geçen yerlerde mazeret olacağı veya olmayacağı ihtilafa açık ve içtihadi bir konudur.


“Muasır Âlimler Büyük Şirkte Cehalet Mevzusunda Birden Fazla Değişik Görüşe Sahiptir.”

Âcizane büyük şirkte cehalet mevzusu hakkında yaptığımız araştırma neticesinde Muasır âlimlerin dört farklı neticeye ulaştıklarını tespit edebildik.

1-Büyük şirk işleyen bir kimsenin cehaleti kendisi hiçbir şekilde özür olmaz; kendisine kâfir denilir ve tövbe etmeden ölecek olursa ebedi cehennemliklerden olur. [
Bu görüş cehalet meselesindeki hakka en uzak görüştür. Çünkü bu görüş “Rasûl göndermeden azap ediciler değiliz” ayetine muhalefet etmektedir. Bu mezhebin asıllarında mutezilenin bazı dürtüleri bulunmaktadır. Fakat bu görüş sahipleri başka delillerle bu ayeti tevil ve tahsis ettikleri için İnşaAllah özür sahibidirler.]

2-Büyük şirki cahillikle işlemek, ancak üç kimse için özür kabul edilir.
a) Yeni Müslüman olan bir kimse için
b) İlimden uzak yerlerde yetişmiş kimse için
c) Asli küfür diyarında doğmuş kimse için

3. Büyük şirk işleyen bir kimsenin cehaleti hiçbir surette mazeret olmaz; kendisine müşrik veya kâfir denilir. Böyle bir durumda olan kimsenin tekfir edilmesi için cehaletinin makbul olup olmadığına bakılır. Şayet makbul bir cehaleti varsa hüccet ikamesi yapılır; makbul bir cehaleti yoksa direkt tekfir edilir. Büyük şirk amelini işleyen bir kimse tövbe etmeden ölecek olursa dünyada kendisine gayri Müslim muamelesi yapılır. Ahiretteki durumu ise dünyadayken içinde bulunduğu cehaletin muteber olup olmadığına bağlıdır. Muteber cehaleti varsa Allah (celle ve âlâ) onu imtihan eder. İmtihanı kazanan cennete, kazanamayan cehenneme gider. Bu durumda olan bir kimsenin muteber bir cehaleti yoksa imtihan edilmez ve ebediyen cehennemde kalır.

4. Büyük şirkte cehaletin mazeret olarak kabul edilmesi mümkündür. Bu mezhepte olan âlimler mutlak ifadeler kullanmazlar. Yani şirk ameli işleyen herkesin cehaleti makbuldür veya makbul değildir gibi genel ifadeler kullanmazlar. Aynı şekilde büyük şirkte cehaletin özür olabileceği yerler üç yerle sınırlı da değildir. Âlimler bu üç yeri misal olması için vermişlerdir. Dolayısıyla hükmen bu üç yere benzer durumlarda da cehalet özründen bahsedilebilir. Büyük şirk işleyen bir Müslümanın cehaleti makbul ise kendisine hüccet ikame edilene kadar müşrik denmez ve müşrik muamelesi yapılmaz. Hüccet ikame edilmeden önce ölmesi durumunda kendisine Müslüman muamelesi yapılır.[Aynı zamanda büyük şirkte cehaletin özür olabileceğini savunan âlimlerin ekserisi tevil, taklit ve hatayı da tekfire mani olarak görürler. Fakat bizim konumuz tekfirin manileri olmadığı için risalemizde bunlara yer vermedik. ]
Büyük şirkte cehaletin özrü ile alakalı zikrettiğimiz bu dört mezhebi savunan emin ve ehil zikir ehli âlimler bulunmaktadır. Her ne kadar sahih görüşe göre bu ve benzeri meselelerde hak mezhep bir tane olsa bile bu, kendi çıkarımlarımızla tercih ettiğimiz mezhebin dışındakileri yok sayacağımız manasına gelmez. Zira büyük şirkte cehaletin özür olarak kabul edilip edilmeyeceğiyle alakalı Kuran ve Sünnette varit olan nassların delaleti zanni değil de kati olmuş olsaydı;
1. İslam ümmeti bunca ihtilaf etmezdi,
2. İçtihada açık bir mevzu olmazdı,
3. Özellikle sahih delile tabi olmayı kendilerine menheç edinmiş selefi âlimlerin cehalet meselesiyle alakalı birbirine zıt onlarca kitap ve risalesi olmazdı.
4. Delaleti kati olan nassa muhalefet eden taifeye karşı ümmetin ittifakı olurdu.
5. Takvalı, İhlaslı, emin ve ehil rabbani ulema büyük şirkte cehaleti özür görmeyenlere harici, cehaleti özür görene mürcie derdi.


“Cehalet Meselesinde Beri Olunması Gereken ve İçinde Haricilik Dürtüleri Olan Görüş.”


Büyük şirkte cehalet mevzunda kendisini selefe ve ilme nispet eden bazı kişilerden, beri olunması ve reddedilmesi gereken çok sapkın bir görüşün varlığını işitir olduk. Harici meyilli bu kişiler, yazdıkları kitaplarından ve bazı sesli derslerinden edindiğimiz bilgiye göre büyük şirkte cehaleti özür görmemeyi dinin aslından sayarlar. Buna binaen büyük şirkte cehaletin varlığından bahseden kimseleri cahilce ve fütursuzca tekfir ederler. [Zamanımızın büyük allamesi muhaddis Şeyh Süleyman b. Nasır Ulvan(hafizehullah) büyük şirkte cehaleti özür görenlerin Müslüman olamayacağını iddia edenlere şöyle der: "Bunlar cehalet ve dalalet sahibi kimselerdir. Bu görüşte olan kimselere ne âlim ne de ilim talebesi denilmez. Bu görüş Haricilerin ve Mutezilenin görüşüdür" Şeyh Atiyye (rahimehullah) bu görüşte olanları haricilikle vasıflandırmıştır.]
Onlara göre büyük şirkte cehaletin özür olabileceğini ifade eden, ümmet-i Muhammed’in itibar ettiği cihad, içtihat ve zikir ehli, rabbani âlimler kâfirdir. Aynı şekilde bu âlimlerin görüşlerini benimseyen ilim talebeleri veya ilim talebesi olmayan kişiler, Allah’ın dinini yüceltmek için ömürleri boyunca cihat etseler, dinlerini muhafaza etmek için hicret etseler ve ameli ve kavli olarak hayatlarında hiçbir şirk ve küfür davranışı olmasa bile bu harici meyilli kişilere göre kâfirdir. Çünkü onlara göre büyük şirkte cehaleti mazeret görmek küfürdür.

Bu taifenin, Kuran ve Sünnet’ten delil getirdikleri hiçbir dayanakları olmadığı gibi, önceki imamlardan takip edecekleri herhangi bir selefleri de yoktur. Delil diye ileri sürdükleri şeyler, akıl, kıyas, lazimi gerekçeler, istihsan, mantık ve bazı Necdi Davet İmamlarının kitap ve risalelerinde geçen genel, mutlak tehdit içerikli veya muayyen bir vakıayla alakalı zikredilmiş sözlerdir. Yani şer’i delil olması bakımından hiçbir geçerliliği olmayan, tamamen akla dayalı, asli kâfirler hakkında varit olan nassları külli manada İslam ümmetine tatbik etmeye bağlı, Harici zihniyetinin dürtülerine endeksli sığ bir bakış açısıyla ümmetin önde gelen fazilet sahibi âlimlerini tekfir ederler.Mesela; bu batıl menhece sahip olan kişiler, büyük şirkte cehaleti mazeret gören âlimleri tekfir ederken derler ki:
“Çünkü onlar tevhidi anlamamışlardır”
“Çünkü onlar şirke İslam, müşrike Müslüman hükmü vermişlerdir. Bu ise Kuran’ı yalanlamak manasına gelir. Kim Kuran’ı yalanlarsa kâfir olur”
Çünkü onlar büyük şirk işleyenin cehaletini mazur görmekle müşrike Müslüman deyip onunla dostluk kurmuşlardır. Kim müşriklerle dostluk kurarsa kâfir olur”

Allah (subhanehu ve teâlâ) İmam İbn Teymiye’ye rahmet etsin; bunlar hakkında ne kadar da güzel bir tespitte bulunmuş!
“(Bunlar) ortaya çıkardıkları bidatlerde kendilerine muhalefet edeni tekfir eder, onun canını ve malını helal görürler. İşte bu bidat ehlinin halidir... Ehl’i Sünnet ve’l-Cemaat ise Kuran ve Sünnete tabi olur, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. Onlar hakka tabi olur, yaratılmışlara merhamet ederler.”[Mecmu'ul-Feteva c,3 s,279]

Bu taifenin tekfir gerekçesi olarak ileri sürdüğü bütün iddialar, yalan, iftira ve mezhebin gerektirdiği ile tekfir etmekten ibarettir. Sığ bir bakış açısı ve Aristo mantığındaki tasavvur ve tasdiklerden oluşan akli bir delillendirme ile ümmetin büyük âlimlerine ağır gelen tekfir meselesinde fütursuzca genellemelerde bulunurlar.
Hadislerde ahir zamana kadar devam edeceği belirtilen Haricilerin günümüzdeki temsilcileri olmaya namzet bu taife, Arakan’da sırf Müslüman oldukları için ateşe atılan mazlumlara Müslüman demekten imtina eder. Aynı şekilde geçmişte ümmetin başına bela olmuş Haricilerin modern savunucularından olmaya aday bu taife, Nusayri tağutuna ilah demediği ve ona secde etmediği için tekbir ve tehlil getirerek diri diri toprağa gömülen mazlumlara Müslüman demekten çekinir. Çünkü onlara göre daha önceleri İslam ile yönetilen şuandaki küfür sistemlerinde yaşayan bütün halklara verilecek hükümde asıl olan onların kâfir olduğudur veya onlar hakkında İslam hükmünü vermekten tevakkuf etmektir. Zira kendilerinden ve tanıdıkları bazı kişi ve gruplardan başka dünyada Müslüman yoktur!

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadında sebat etmek isteyen kardeşler, bu taifenin Haricilik kokan bu fikirlerinden beri olmaları gerekir. Zira onların Kuran ve Sünnet’ten hüküm çıkaracak ilimleri olmadığı gibi zamanımızın Rabbani imamlarına tabi olmayı da Yahudiler gibi Kitabı arkalarına atmak olarak görürler!

Hakkı haykırdıkları için ömürlerini zindanlarda geçiren veya Allah’ın kelimesini yüceltmek için hayatlarını cihad, hicret ve ribat topraklarında tüketen veya zindanlarda mahpus olan zamanımızın Rabbani imamları (onlara göre) akideyi bulandırmıştır!

İnsaflı olmak gerekirse onların akideyi bulandırmayan Şeyhlerinden Ahmet Hazimi isminde ilim ehli birisi vardır. Bu Şeyh, büyük şirkte cehaleti mazeret gören zamanımızın âlimlerini tekfir eder. Bununla beraber, Suud tağutunu veli’y-yul emir(!) olarak görür, onun bu emirine karşı ayaklanan mucahidlerin [Bazı mucahidlerin Suud tağutuna karşı başkaldırmasını haricilik olarak görür] başkaldırışına da haricilik yakıştırması yapar. Demek ki akideyi bulandırmamak böyle bir şeymiş!!!

Aslında bu şeyhin müritlerine göre Şeyh Hazimi en hafifinden kâfir olması icap eder. Çünkü Suud tağutunu tekfir etmemiştir. Eğer ömrünü ilim ve irfanla geçirmiş Türkiye deki bazı kanaat emirleri Türkiye tağutuna hiçbir surette oy vermediği halde onun hakkında “Ben ne Müslüman derim ne de kâfir” dediği için (onlara göre haşa) küfrün önderi olarak görülüyorsa, Suud tağutunu veliy’ul-emir olarak gören Şeyh Hazimi bu taifeye göre hayli hayli kâfir olması icap eder. Bunun dışında bu taifenin, internetten şeriatı getirmeye çalışan bir şeyhleri daha vardır. Şeyh Ebu Meryem... Bu şeyh de bazı müritleri gibi büyük şirkte cehaleti mazeret görenleri tekfir eder ve şu zamanda var olan cihad hareketlerini batıl görür.

Sizin şeyleriniz size kalsın, bizler -elhamdulillah- kendi şeylerimizden memnunuz. Bu zamanda kendilerini imam olarak gördüğümüz âlimler, canlarını, mallarını ve bütün eforlarını tağutları inkâr/tekfir ve Allah’ı birleme yolunda vakfetmişlerdir.[Bizler öyle zannediyoruz. Allah’a karşı kimseyi temize çıkaramayız.] Ömürlerinin büyük bir kısmı, saray ve kabir şirklerini reddettikleri için kimisi zindanlarda hapsedilmiş, kimisi hicret ve cihad diyarlarında şehid edilmiş.[inşeAllah] Tağutları sadece dilleriyle ret ve tekfir etmediklerini hayatlarıyla ispatlamışlar, ümmete bu noktada örnek ve önder olmuşlardır. Biz onları böyle zannediyoruz. Allah’a karşı kimseyi temize çıkaramayız, akıbetlerine de kefil olamayız.


Geçmişte Yaşayan Âlimlerden Büyük Şirkte Cehaleti Mazeret Gören Olmuş mu?

Selefiyye medresesine intisaplı kimselerin çok iyi bildikleri ve zaman zaman dile getirdikleri bir hakikat vardır. Bu hakikat, “Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dışında hiçbir âlimin görüşü, düşüncesi ve içtihadı hüccet değildir. Âlimlerin sözleri hüccet değil kendisine hüccet aranır.” ilkesidir. Selefiyye medresesine mensup olan bu aciz kardeşiniz, bu iki cümlenin gerektirdiği ile Allah (subhanehu ve teâlâ)’ya yakınlaşmaya çalışmaktadır. Bu hakikat bizlerin katında ne kadar değerli ise, selefimize ve âlimlerimize hürmet ve itibar etmek de bir o kadar değerlidir. Dolayısıyla selefi olmak müstakil ve bağımsız olmak değildir. Tam tersine selefilik, sahabe ve onlara güzellikle tabi olan ilklerin fehimine ve menhecine ittiiba etmektir.

Risalemizin başında da ifade ettiğimiz gibi yazmaya çalıştığımız bu ufak çalışmanın sebebi, cehalet meselesini bütün yönleriyle fıkhi veya şeri açıdan incelemek, mesele hakkında ihtilaf eden âlimlerimizin delillerini zikretmek ve görüşler arasında bir tercihte bulunmak değildir.

Son zamanlarda ilmi tahammülleri sukut etmiş olan bazı kesimler, kendilerinden başkasını tanımama hastalığına yakalanmışlardır. Cüz’î ilimleriyle ortaya koydukları içtihadi ve zanni neticeleri tartışılamaz ve üstüne söz söylenmez olarak görmektedirler. Hâlbuki hakkında sahih, sarih ve delaleti kati bir nassın olmadığı meselelerde, ilim talebeleri muhaliflerine sinelerini gayet geniş tutmalıdır.

Sizler Ehl-i Sünnet’in asıllarına bağlı kalarak gücünüz nispetinde araştırmalarınızın neticesinde bir görüşü tercih edebilirsiniz. Bu sizin hakkınızdır. Fakat bu zannınızı ve içtihadınızı başkasına diretmeye hakkınız yoktur. İçtihada açık meselelerde bu her iki taraf için de geçerlidir. Fikri, zanni ve içtihadi ihtilaflarımızı, buğz, kin ve nefret haline dönüştürerek ayrılığa ve bölünüp parçalanmaya sebebiyet vereceğimize, Allah’u Teâlâ’dan bir veya iki ecir bekleyip Onun yolunda faydalı olmaya çalışsak daha isabetli olur.

Görebildiğimiz kadarıyla geçmişte yaşayan âlimlerimizden İbn Hazm (rahimehullah) ve Ebu Bekir İbnu’l-Arabi el-Maliki (rahimehullah) büyük şirkte cehaleti özür olarak görmektedir.

İbn Hazm [Vefat, Hicri 456. İbn Hazm (rahimehullah)’ın künyesi Ebu Muhammed’dir. Kurtuba’da 384 te doğmuştur. Birçok kişiden hadis dinlemiş ve birçok kişi de kendisinden hadis rivayet etmiştir. İleri derecede bir zekâya ve cevval bir zihne sahiptir. Âlimler onun hakkında şöyle derler. Ebu Hamid el-Gazali (rahimehullah): "Ebu Muhammed İbn Hazm’ın hafızasının büyüklüne ve zihninin akıcılığına delalet eden Allah’u Teâlâ’nın isimleri hakkında yazdığı bir kitaba rastladım." İmam Ebu'l-Kasım (rahimehullah): İbm Hazm lisan ilmindeki genişliği, belagat şiir, siyer ve tarih ilminde payının büyük olmasıyla beraber, bütün Endülüs ehlinden İslamî ilimlerde en çok bilgiye ve ilme sahiptir. Oğlu Fadl bana, babasının el yazması teliflerinden takriben seksen-binyaprağa ulaşan dört yüz ciltlik kitap oluğunu söyledi. Ebu Abdullah el-Humeydi
(rahimehullah): "İbn Hazm, hadis ve hadis fıkhını ezbere bilir, Kuran ve sünnetten hüküm çıkarırdı; ilmiyle amil ve bütün ilimlerde mahir bir kişiydi. Kendisinde zekânın, hızlı hafızanın, dindarlık ve cömertliğin bir araya geldiği onun benzeri birsini görmedik..."] (rahimehullah) şöyle der: “Ümmetin tamamı aralarında her hangi bir hilaf olmadan ittifak etmeleri, hakkında hiçbir ihtilafın olmadığı kaçınılmaz bir delildir ki; kim Mushaf’ta olduğunu bildiği halde kasıtlı olarak Kuran’da ki bir ayeti, onun zıddına değiştirse,aynı şekilde bir kelimeyi bilerek eksiltse veya fazlalaştırsa bütün ümmetin ittifakıyla kâfir olur. Daha sonra bir kişi Kuran okurken, hak kendisine belli olmadan önce isabet ettiğini tahmin ederek bilmeden bu hususta inatçılık yapar ve tartışır da Kuran’da geçen bir kelimeyi fazlalaştırmak veya eksiltmek suretiyle hataya düşerse, ümmetin hiçbir ferdine göre ne kâfir ne fasık ne de günahkâr olur. (Ama) Bu kişi Mushaf’a vakıf olduğunda veya verdiği haberle hüccetin hakkında kaim olduğu bir şahıs bunu ona anlattığında, hatasında devam ederse, hiç şüphesiz ümmetin tamamına göre kâfir olur. İşte bu dinin bütün meselelerinde geçerli olan hükümdür”

İbn Hazm (rahimehullah), Müslüman bir kimsenin hata ile işlemiş olduğu İslam’a muhalif bir söz veya amelin af edildiğinden bahsetmekte ve ümmetin âlimleri arasında bu noktada bir ihtilafın olmadığını ifade etmektedir. Ayrıca İbn Hazm (rahimehullah) hata ile yapılan bu amelin dinin bütün meselelerini kapsayacağını hatırlatırken açık ve genel bir ifade kullanır. “İşte bu dinin bütün meselelerinde geçerli olan hükümdür” Büyük şirkte cehaletin özür olabileceğini iddia eden âlimler der ki: “Fıkıhta hata iki kısma ayrılır.
1. Fiilde yapılan hata
2. Kasıtta yapılan hata
Kasıtta yapılan hatanın içine kişinin cahilce yapmış olduğu fiiller de girer.” Dolayısıyla bir Müslüman büyük şirki bilmeden veya yanlışlıkla işlemişse hüccet ikame edilmeden önce mazeret sahibidir. Büyük şirkte cehaleti mazeret kabul eden âlimlerin İbn Hazm (rahimehullah)’ın zikri geçen ifadesine yaklaşımı böyledir. Diğer taraftan, büyük şirkte cehaleti özür kabul etmeyen Ebu Meryem el-Mihlif, İbn Hazm (rahimehullah)’ın zikri geçen ifadesine Kuran ve Sünnette geçen mutlak/genel ifadelerle ve İbn Hazm (rahimehullah)’ın hükmün muayyene tatbik edilmediği yerlerde söylenen umumi sözleriyle cevap vermeye çalışmıştır. Bu ise, mutlak ve muayyen tekfir meselesinden haberdar olan kişilerin rahatlıkla Ebu Meryem el-Mihlif’in reddiyesine cevap verebileceği bir durumdur. [İbn Hazm (rahimehullah) küfür ve şirk ayrımı mevzusunda Ebu Hanife (rahimehullah)’ın her şirkin küfür olduğunu fakat her küfrün şirk olmadığı görüşünde olduğunu söyler. İmam Şafi (rahimehullah)’ın ise bu iki kelime hakkında her hangi bir fark olmadığı görüşünde olduğunu ifade eder. İmam İbn Hazm (rahimehullah) ve Şeyh Ebu Katade İmam Şafi (rahimehullah)’ın görüşünü tercih ederler.]


Bunun dışında cehaleti çok dar bir alana hapseden bazı yazarların İbn Hazm (rahimehullah)’ın yukarıda zikri geçen görüşüne reddiye yazdıkları olmuştur. Fakat âcizane bizim buradaki kastımız, bu münakaşayı aktarmak olmadığından bu kadar açıklama ile yetinmeyi uygun buluyoruz.

Ebu Bekr İbnu’l-Arabi el-Maliki


Ebu Bekr İbnu’l-Arabi el-Maliki [İbn Hazm (rahimehullah) küfür ve şirk ayrımı mevzusunda Ebu Hanife (rahimehullah)’ın her şirkin küfür olduğunu fakat her küfrün şirk olmadığı görüşünde olduğunu söyler. İmam Şafi (rahimehullah)’ın ise bu iki kelime hakkında her hangi bir fark olmadığı görüşünde olduğunu ifade eder. İmam İbn Hazm (rahimehullah) ve Şeyh Ebu Katade İmam Şafi (rahimehullah)’ın görüşünü tercih ederler.] (rahimehullah)’ın büyük şirkte cehaleti özür gördüğüne dair ifadesi şöyledir: “Bu ümmetten cahil ve hata eden birisi, müşrik ve kâfir olacağı küfür ve şirk amelini işlese bile, terk ettiğinde [Kabul etmediğinde...] küfre düşeceği hüccet misline kapalı olmayacak şekilde net bir surette kendisine belli olana, düşünce ve inceleme olmadan bütün Müslümanların bildiği, âlimlerin açık ve kati icma ile ittifak ettikleri dinde zaruri olarak bilinen meseleleri inkâr edene kadar, cehalet ve hata ile mazurdur” [Şeyh’in ifadesini şu şekilde tercüme etmemiz de mümkündür. “Bu ümmetten cahil ve hata eden kimse kendisini müşrik ve kâfir yapacak şirk ve küfür ameli işlese bile, terk ettiğinde küfre düşeceği hüccet misline kapalı olmayacak şekilde net bir surette kendisine belli olana kadar cehalet ve hatası ile mazeret sahibidir. (Aynı şekilde) Düşünce ve inceleme olmadan bütün Müslümanların bildiği, âlimlerin açık ve kati icma ile ittifak ettikleri dinde zorunlu olarak bilinen meseleleri inkâr eden de, kabul etmediğinde küfre düşeceği hüccet misline kapalı olmayacak şekilde net bir surette kendisine belli olana kadar, cehalet ve hata ile mazurdur.” 24 Vefat, Hicri 1242. ]

Görüldüğü gibi Şeyh İbnu’l-Arabi (rahimehullah) kendi ifadesinde şerhe, açıklamaya ve ihtilafa ihtiyaç duyulmaksızın bü
yük şirkte cehaletin olabileceğini ifade etmiştir. Bu iki âlim cehaletin büyük şirkte özür olabileceğini ifade eden en eski âlimlerdendir.

Şeyh Abdullah en-Necdi

Şeyh Abdullah b. Muhammed b. Abdulvahhab en-Necdi24 (rahimehumullah) büyük şirkte cehaleti mazeret kabul eden âlimlerdendir.[Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kabri yanına gelerek ondan Allah’a duâ etmesini istemek fiilinin hükmü hakkında muasır ulama ihtilaf etmiştir. Bazı âlimler bu şekilde Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kabri başına gelerek ondan Allah (subhanehu ve teâlâ)’ya duâ etmesini istemenin büyük şirk olduğunu bazı âlimler ise küçük şirk olduğunu diler getirmişlerdir. Zannımızca Şeyh Abdullah (rahimehullah) bu ameli büyük şirk olarak görmektedir.]

Muhammed b. Abdulvahhab (rahimehullah)’ın âlim oğullarından Şeyh Abdullah (rahimehullah) Emir Suud önderliğindeki orduyla hicri 1218 yılında Mekke’ye girer. Emir, harem-i şerifte olanlara eman verir ve daha sonra hep beraber umre yaparlar. Umre amelini bitirdikten sonra Emir Suud, Mekke’de olan âlimlerden ne istediğini ve niçin savaştıklarını arz eder. Daha sonra Şeyh Abdullah kendilerine eman verilen kimselere uzun uzadıya bazı nasihatler yapar. Bu nasihatler arasında, savaşmadaki gayelerinin ne oluğunu, itikadi ve fıkhi olarak nasıl bir menheç takip ettiklerini, kendileri hakkında uydurulan yalan ve iftiralara ameli ve sözlü olarak nasıl cevap verdiklerini anlatır ve şefaat isteme hakkında şöyle der:
“Ey Allah’ın Rasûlü ya da Ey Allah’ın veli kulu! Senden şefaat veya başka bir şey istiyorum” mesela “Bana yetiş” “Bana yardım et” “Bana şifa ver” “Düşmanıma karşı bana yardım et” gibi ifadeler söylenilmez.”

Şeyh Abdullah bu şekilde ancak Allah (azze ve celle)’den istenilmesi gereken şeylerin başkasından istenmesini büyük şirk olarak beyan eder. Daha sonra tevessül ve Ehl’i-Beyt hakkındaki görüşlerini söyler. Ardından şefaat hakkındaki görüşlerini kabul etmeyen bazı kişilerin sorması muhtemel olan bir soruya nasıl cevap verdiklerini, kendisi önce soruyu sorarak ve daha sonra cevabını vererek sözlerine devam eder. Soru şöyledir:

“Hakkı kabul etmek ve ona boyun eğmekten nefret edilmesini isteyen birisi: “Kim, ‘Ya Rasûlullah senden şefaat istiyorum’ derse müşrik ve kanı helal olur.” yönündeki takrir ve kesin ifadeniz, ümmetin -özellikle sonradan gelenlerin- ekserisinin kâfir olmasını gerektirir. Çünkü onların muteber âlimleri açıkça, bu şekilde şefaat istemenin mendub olduğunu söylemiş ve buna karşı çıkanlara da (sözlü olarak) saldırıda bulunmuştur” derse, ben derim ki:

Böyle bir şey gerekli olmaz. Çünkü usul ilminde kararlaştırıldığı gibi, “mezhebin gerektirdiği şey mezhep değildir...” Biz ölenler hakkında diyoruz ki: “Onlar geçmiş bir ümmetti. Biz ancak hakka çağırdığımız davetin kendisine ulaştığı, delilin ona apaçık belli olduğu, üzerine hüccetin ikame edildiği, (sonra da) kibirlenerek inatçılık yapanları tekfir ediyoruz. Nitekim bu gün kendileriyle savaştıklarımız galibiyetle şirk koşmakta ısrar edenler, vacipleri terk edenler ve haramlardan kebair günahları açıktan açığa yapanlardır…

Geçmişte yaşayanlara, hata ederek mazur oldukları için özürler arıyoruz. Çünkü onlar hata etmekten korunmuş değillerdir…

Şayet sen: “Bu söylediklerin, ihmal edip gaflette olanlar içindir. Bunlar uyarıldığında kendilerine gelecektir. Peki deliller yazan, örnek imamların kelamlarına ulaşan ve ölümüne kadar da bu hal üzere ısrar eden kişi hakkındaki görüşün nedir?”[Soru soran burada şunu demek istemiştir. Senin söylediklerin avam düzeyinde cahil ve gafil insanlar için geçerlidir. Onlar kabirlerde yatan kimselerden şefaat istemenin şirk olduğunu bilmeyebilir. Fakat İbn Hacer el-Heytemi gibi bu meselenin meşru olduğunu ispatlamaya çalışarak deliller toparlayan ve önceki imamların görüşlerine ulaşabilen kimselerin mazur olduğunu nasıl ispat edeceksin.] dersen, cevap olarak şöyle derim: “Zikredilen ve daha önce geçen kimse için hata etmiştir diyerek mazeret aramamıza mani bir durum yoktur. Biz onun kâfir olduğunu da söylemiyoruz. Hatta hatasında devam etmiş olsa bile… Çünkü onun vaktinde diliyle, kılıcıyla ve mızrağıyla bu mesele hakkında onunla mücadele eden kimse yoktu. Dolayısıyla onun üzerine hüccet ikame edilmemiştir…

Aynı şekilde biz, dindarlığı sahih, istikameti, ilmi, takvası, zahitliği meşhur ve sireti güzel olan, faydalı ilimlerin dersini verdiği ve bu hususta kitaplar yazması sebebiyle nefsinden feragat ederek ümmete nasihat etme mertebesine ulaşan kimseleri
İbn Hacer el-Heytemi gibi– bu meselede veya daha başka bir meselede hata etmiş olsa bile tekfir etmiyoruz. Şubhesiz ki biz, onun “ed-Durru’l-Munazzam”[Bazı âlimler bu kitabın ismini “el-Cevheratu’l-Munazzama” olduğunu söylemişlerdir.] adlı kitabındaki görüşünü biliyoruz. Onun ilminin genişliğini de inkâr etmiyoruz. Bundan dolayı “Şerhu’l-Erbain, Zevacir” gibi ve daha başka kitaplarına itina ediyoruz. Naklettiğinde nakline itibar ediyoruz. Çünkü o Müslümanların âlimlerinden biridir.”[Ed-Dureru's-Seniyye c,1, sf: 222–236, 1996, 6. Baskı]

Abdurrahman bin Nasır es-Sa’di

Abdurrahman b. Nasır es-Sa’di [Vefat, Hicri 1376.] (rahimehullah) büyük şirkte muteber cehaleti özür kabul eden âlimlerdendir. Şeyh Sa’di (rahimehullah) kendi telifi olan el-Feteva es-Sa’diyye kitabında “murtedin hükmü”başlığıyla bir bap açmıştır. Bu bapta büyük şirkte cehaleti mazeret görenle görmeyen arasında geçen altı sayfalık bir münazara nakletmektedir. Kendisi cehaletin özür olması noktasında usul ve füru diye bir farkın olmadığını, dolayısıyla büyük şirkte de tevil, cehalet ve taklidin tekfire mani olduğunu ifade eder. Bu altı sayfalık münazaranın son bölümü özet olarak şöyle geçmektedir.

“İkincisi (cehaleti mazeret gören) şöyle der: ‘Ayette ve daha başka nasslarda geçen hatanın usulde değil füru’da geçerli olduğu görüşü delilsiz bir görüştür. Allah’u Teâlâ ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu ümmetin af edilmesi noktasında usul ve füruya ait meseleler arasında bir ayrım yapmamıştır...

Şüphesiz ki, tevhidin medarı Allah’u Teâlâ’nın kemal sıfatlarını ispat etmeye ve sadece şeriki olmayan Allah’a ibadet etmeye dayanmaktadır. Nasıl ki birinci kısımdaki cehalet, tevil
ve taklitten dolayı bazı sıfatları inkâr ettiğinde kendisine hüccet ikame edilmeden onu muayyen olarak tekfir etmekten sakınıyorsak, aynı şekilde ibadetlerden bir kısmını cehalet, tevil ve taklitten dolayı yaratılmışlardan bazılarına sarf edenleri de tekfir etmekten sakınıyoruz. Diğerinde mani ne ise bunda da mani aynısıdır...

Bu gerekçeden dolayı siz ve biz, kelamlarında Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’le ve onun duası ile yardım istemek ve ondan ihtiyaçları talep etmek olan Sarsari (ismindeki kişiye) ve benzerlerine küfür hükmünü vermekten imtina ettik...” (el-Feteva es-Sa'diyye Bab: Murtedin hükmü, s.578-583 Baskı: Mektebetu'l-Ma'arif, 1982 ikinci baskısı )

Şeyh Abdurrahman el-Yemani

Şeyh Abdurrahman b. Yahya el-Muallimi el-Yemani (Vefat, Hicri 1386. Şeyh Abdurrahman b. Yahya (rahimehullah) Yemen’deki Muallim oğulları aşiretindendir. Hicri 1312’de San'a’nın Mahakir köyünde doğmuştur. Şeyh Muallimi, mütedeyyin bir ailede büyümüş, ilk eğitimi olan Kuran talimini ailesi içinde öğrendikten sonra Hucriyye mıntıkasında şer'i mahkemede kâtiplik yapan ve hükümete bağlı bir okulda Kuran, tecvit, matematik ve Türkçe eğitmenliği yapan büyük abisi Muhammed b. Yahya (rahimehullah)’ın yanına giderek öğrenimine devam etmiştir. Abisinin yanında Ecrumiyye’yi Kefravi şerhiyle okuduktan sonra, nahiv talimini veren Şeyhlerden Ahmed b. Muslih (rahimehullah)’ın yanına giderek nahiv derslerine devam etmiş ve son olarak bir yıl boyunca Muğni Lebib’i mütalaa ederek mühim kaidelerin hülasasını çıkarmıştır. Fıkıh, feraiz, hadis ve rical gibi ilimleri zamanındaki ehil âlimlerden öğrenerek ilmini artırmıştır.) (rahimehullah) geçen yüzyılda yaşamış selefi, muhaddis, usuli ve ansiklopedik büyük bir âlimdir. İbadet, ilah, küfür, şirk ve tevhit kavramlarına yaptığı tetkik ve tahlillerinden Necdi Davet İmamları gibi Kuran ve Sünnet nasslarının zahirine bağlandığını ayrıca İbn Teymiye (rahimehullah) gibi nassların hikmetlerine, inceliklerine ve nüanslarına inebilme melekesine sahip olduğunu görebiliriz.



Büyük Şirkte Cehaleti Mazeret Gören Muasır Şeyhler

Ayrıca büyük şirkte cehaleti özür kabul eden meşhur şeyhler şunlardır.

• Şeyh Dr. Abdullah Azzam
• Şeyh Eymen ez-Zevahiri
• Şeyh Ebu Yahya el-Libbi
• Şeyh Atiyyetullah el-Misrati
• Şeyh Ebu Katade el-Filistini
• Şeyh Muhaddis Suleyman el-Ulvan
• Şeyh Ebu Velid el-Ensari
• Şeyh Ebu Basir
• Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz
• Şeyh Ömer el-Hadduşi
• Şeyh Hasan el-Kettani
• Muhaddis Şeyh Nasiru’d-din el-Elbani
• Şeyh Muhammed b. Salih el-Useymin
• Şeyh Abdullah el-Bessam
• Şeyh Abdurrahman el-Berrak
• Şeyh Velid b. Raşid es-Se’idan
• Şeyh Ömer el-Hadduşi’nin şahidliği ile muasır Mısır ulemasının ekseriyeti,
• Sefer Havali
• Abdullah Karni

Yukarıda zikri geçen şeyhlerin dışında yazma ihtiyacı duymadığımız cehaleti mazeret gören ilim ehli başka kimseler de vardır.

Bu şeyhlerin cehalet meselesindeki ortak görüşleri, büyük şirkte cehaletten bahsedilebileceği, muteber cehalet durumunda büyük şirk işleyene Müslüman hükmünün verilmesinde dinen bir sakınca olmadığı, bilakis Kuran ve Sünnet naslarının buna delalet ettiği noktasında birleşmektedir. Fakat bu şeyhler muteber cehaletin büyük şirkte mazeret olmasının mümkün olduğu ilkesinde aynı görüşte olmalarıyla birlikte, kendi aralarında bazı nüans farklılıkları vardır. Örneğin mezkûr âlimlerden kimisi muteber cehaleti iki veya üç yer ile sınırlandırırken, diğer bazıları ise iki veya üç yer ile sınırlandırmamış, meseleye daha geniş bir bakış açısıyla tahlil ve tahkik etmişlerdir. Bazı âlimler büyük şirkte cehaletin makbul olabilmesi için kişinin kendisini acze düşüren bir cehalet içinde olmasını şart koşarken, bazıları ise ilimden ve irfandan yüz çevirmiş olmasını şart koşmuşlardır. Bu farklı ifadelerin bazılarının arası vakıada tatbik edilirken cem edilmesi mümkün iken bazılarının ise cem edilmesi mümkün değildir. Büyük şirkte cehaleti mazeret kabul etmeyen âlimlerin nazarında ise bu kayıt ve şartların hiçbir önemi yoktur. Çünkü onlara göre büyük şirk işleyen kimsenin cehaletine bakılmaksızın -ikrah ve intifau’l-kast dışında- kendisine her halükarda müşrik hükmü verilir.
Büyük Şirkte CEHALET
İsmail Haliloğlu




 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt