Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale Batı'nın En İyi Yaptığı Şey Sömürü Ve Dünya'nın En Pahalı Balığı

Nesîbe Lena Çevrimdışı

Nesîbe Lena

"عِشْ حَمِيداً، وَمُتْ شَهِيدًا"
Süper Moderatör
Karaman_Ahmet_nillevregi2.jpg


Sene 1960. Tanzanya’nın en büyük gölü olan Victoria Gölü’ne Avrupa’dan gelen bir beyaz “deneme maksatlı” bir balık bırakıveriyor.


Victoria Gölü’ne bırakılan bu balığın adı “Nil levreği”. Bırakıldığı andan itibaren göldeki bütün balıkları yiyerek 200 balık türünü de bir anda yok ediyor. Bu etçil balığın Victoria Gölü’nde yaşamaya başlaması ile birlikte gölün yalnızca ekosistemi değil, Tanzanya halkının hayatı da tam bir yıkım, felaket ve sefalete dönüyor.

Borges, “Alçaklığın Evrensel Tarihi”ni bugün yazsaydı, bu “deneme”yi yapan Avrupalı ve hempaları baş alçaklar olurdu muhtemel ki!

Bir anda oluşan “balık sektörü” Hintli kalantorların ilgisini çekiyor ve Hindistan’dan kalkıp Tanzanya’da fabrika kuruyorlar.

Hintli fabrika müdürü “Günde en az 500 ton Nil levreği üretiyoruz” diye şişinerek anlatıyor. 500 ton balıkla günde kaç kişinin doyacağı sorulduğunda ise bunu bilmediğini söylüyor. Fabrika müdürünün bilmediği(!) şey, her gün 2 milyon Avrupalı ve Japon’un “beyaz” Victoria Gölü’nün balıklarını yediği gerçeği…

Doğu Afrika’nın rantını yiyen kalantor Hintliler, değer verdikleri 3 şeyi şöyle sıralıyorlar:“Balık, para ve çocuklarımız.” Balık Avrupa ve Japonya’ya; paralar İsviçre’ye; çocukları da Amerika ve Kanada’ya gidiyor.

Kılçıkları boğazlarında kalsın diyeceğim ama diyemiyorum; çünkü balıklar, fabrikada fileto haline getirilip satılırken kurtlanmış kafa ve kılçıklar yoksul halka satılıyor. Evet, kurtlanmış kılçıklar Tanzanyalılara para karşılığında satılıyor! “Creme de la creme” yani!

Sonra bir gün, Avusturya’dan Hubert Sauper adlı bir insan evladı çıkıyor ve Tanzanya’ya gidip durumu olanca çıplaklığı ile kameraya alıp belgesel yapıyor; kışkırtma yok, dramatizasyon yok, yalnızca yalın gerçekler var belgeselde ve o yalın gerçekler insan olma mesuliyeti taşıyan herkesi allak bullak etmeye yetiyor.

Gündüz karın doyuruyorlar…

Rus pilotlar tarafından kullanılan uçaklar günde 55 ton balık filetosunu bu fabrikalardan Avrupa ve Japonya’ya taşıyor. Ve aynı uçaklar Tanzanya’ya gelirken Kongo ve Ruanda’daki “iç savaş” için Kalaşnikof ya da bomba getirip balık götürüyorlar.

Sauper kendisiyle yapılan röportajda şöyle anlatıyor: “1997’de Kongo’nun doğusunda, Ruandalı sığınmacıları anlatan ‘Kisangani Günlüğü’ belgeselini çekiyordum. İç savaşlardan, açlıktan, salgın hastalıklardan kırılan bu bölgedeki gerçek problemin ne olduğunu o sıralarda fark ettim. Ruandalı sığınmacıların gıda ihtiyaçlarını Birleşmiş Milletler karşılıyordu.

Gıda maddelerini getiren uçaklar, eski SSCB’den kalma kargo jetleriydi. Afganistan işgalinde kullanılmışlardı, delik deşik pistlere bile inebiliyorlardı. Adeta Afrika için yapılmışlardı. Bu uçakların mürettebatıyla ahbap olmuştum. Genellikle ya Rus ya Ukraynalıydılar. Aramızda gelişen dostlukla, bu uçakların ‘gelişmiş’ ülkelerden sadece gıda maddesi değil, silah da getirdiğini öğrendim. Kulaklarıma inanamamıştım.

Pilotlardan biri dalga geçmişti benimle: Orta Afrika’daki savaşlarda kullanılan silahların Air France ya da Lufthansa’yla taşındığını sanmıyordun herhalde!”

Şimdi sıkı durun ve Sauper’ın söylediklerindeki ayrıntıya dikkat edin lütfen.

“Bu uçaklar, gündüzleri sığınmacıların karnını doyuran nohutları, geceleri de onları öldüren bombaları taşıyordu! Bu benim için dehşet verici bir ayrıntıydı.”

“Sonra, Tanzanya’ya, Victoria Gölü’nün kıyısındaki Mwanza’ya gittim. Mwanza, silah kaçakçılığının başlıca üslerinden biri. Aynı zamanda bir başka ticaretin, Tanzanya’dan AB ülkelerine giden balık filetosu ticaretinin de merkezi. Beni ‘Darwin’in Kâbusu’nu çekmeye mecbur eden görüntü, Mwanza Havaalanı’nda yan yana duran iki uçaktı. ABD yardım uçağı 45 bin ton nohut, Rus kargo uçağı 50 bin ton balık yüklüydü. Nohut, BM kamplarındaki mülteciler içindi, balıksa AB ülkelerine gidiyordu, inanılır gibi değildi.

İnsanların açlıktan öldüğü, protein eksikliğinden çocukların karınlarının şiştiği bu bölge, Avrupa ülkelerine tonlarca balık gönderiyordu. Bu, ‘Darwin’in Kâbusu’nun temelini oluşturan şu naif soruyu sormama neden oldu: Nasıl oluyor da insanların aç olduğu bu bölgeden bu değerli yiyecek uçup gidiyor?”

Belgeseli izlerken, Avrupa’dan gelen temsilcinin “Victoria Gölü’ndeki balık endüstrisi, Tanzanya’dan Avrupa Birliği’ne ihracatta birincidir” dediği an, pencereden görünen koltuk değnekli, çıplak ayaklı yoksul ve yetim çocukların tozun toprağın içinde koşturmaları beni alt üst etti; bütün delegelerin arkaları o çocuklara dönüktü ve kârdan, paradan konuşup afiyetle yemeklerini yiyebiliyorlardı hepsi. Utanç verici bir manzaraydı, çok utanç verici.

Sauper, “Aynı filmi Sierra Leone’de de yapabilirdim. O filmde balığın yerini elmas alırdı. Honduras’ta muz, Irak, Nijerya ya da Angola’da ise ham petrol… Birçoğumuz her şeyi tahrip eden bir düzende yaşadığımızı biliyoruz; fakat bu tahribatı gözümüzde canlandıramıyoruz. Onu idrak edemiyoruz. Bildiğimiz şeye inanmakta güçlük çekiyoruz.

Darwin’in Kâbusu’nda silah ticaretinin varlığını balık ticaretine, balık ticaretinin varlığını da savaşa borçlu olduğunu göstermek istedim… Anlattığım yeni bir şey değil. Afrika’da savaş, fuhuş, açlık, AIDS, sokak çocukları gibi sorunlar olduğunu söyleyen ben değilim. Bunları herkes biliyor.

Nijerya’nın bir köyünün 10 kilometre ötesinde verimli bir petrol kuyusunun bulunması, o köylüler için ölüm fermanının imzalanması anlamına gelir. Çünkü kısa bir süre sonra yatırımcılar gelecek, köyün gençleri bu yeni zenginliği korumak için silah altına alınıp asker olacak, diğerleri isyan edecek, kızlar hizmetçi ya da fahişe olarak çalışmak üzere şehre göçecek, ihtiyarlar toplumsal tahribat yüzünden ölecek… Asla bu mantığın dışına çıkılmıyor!”

Devam ediyor Hubert Sauper: “Sadece Doğu Kongo’da bir tek günde savaşta hayatını kaybedenlerin sayısı, 11 Eylül’de New York’ta ölenlerin sayısına eşit. Bu savaşlar ya görmezden geliniyor ya da Ruanda, Burundi ve Sudan’dakiler gibi ‘kabile çatışmaları’ olarak nitelendiriliyor. Savaşların arkasındaki nedenin, doğal kaynaklara yönelik emperyalist çıkarlar olduğu ustaca gizleniyor!

Avrupa Birliği, bu levrek ekonomisine destek olmak için 34 milyon Euro verdi, tabii bazı şartlar koyarak. Koşullardan biri, fabrikalar ile havaalanı arasındaki yolların onarılmasıydı. Bu, sömürü için ‘yardım’dan başka bir şey değil. Tıpkı, bir önceki yüz yılda Britanya’nın demiryolları gibi… Güya o demiryolları da medeniyet götürmek için yapılmıştı, asıl maksat o ülkelerdeki zenginlikleri kendi kasalarına taşımaktı. Bugünkü durumsa gizli kapaklı bir yeni sömürgecilik değil, alenî ve harfiyen yeni sömürgecilik!”

İşte böyle tüylerimizi diken diken ederek anlatıyor dehşeti Hubert Sauper.

Belgeseli izlemek gerçekten yürek ister. Lime lime olmuş tişörtlerle, çamurların içinde yalın ayak bekçilik yapan kadınlar ve çocuklar. Naylonları eritip uyuşturucu niyetine içine çekip mahvolan çocuklar ve taşınamayan ölüler… Velhasıl-ı kelâm, onlarla aynı gezegende yaşadığımız muhtaçlar, yoksullar ve yetimlere reva görülenleri izlemek, üzerimize ağır mı ağır bir mesuliyet yüklüyor. Çünkü kılçık taşıyan kamyonun arkasından koşturan, çamura düşen üç beş kılçığı kapıp, koşar adım evine götürmeye çalışan sakat, yoksul ve yetim çocukların içler acısı halinin ne Avrupalıları, ne Japonları ne de kendi halkını yoksulluğa mahkûm eden tıynetsiz alçak Tanzanyalı tüccarları ilgilendirmediğini görüyoruz.
 
Üst Ana Sayfa Alt