Ö
Çevrimdışı
Dr. Şerafettin Kalay
Gönül ne kadar arzu ederdi "Bayrama Doğru" başlığı altında sevinçleri, coşkuları, içten gelerek duyulan mutlulukları, sevgileri, özlemlerin giderilmesine duyulan iştiyakı... dile getirmeyi. Gönül ne kadar isterdi, bir çok insanımızın evinde veya çevresinde başlayan hac yolculuğu hazırlıklarının tatlı duygularını, heyecanlarını anlatmayı...
Bir araya gelişleri, helalleşmek için ziyaretleri, önceden hacca gidenlerin safiyane duygularla dile getirdikleri hatıralarını, bir Yemenli, bir Endenozyalı, bir Pakistanlı veya Sudanlı... ile yaşadıklarını, musafahalaştıklarını, dil, örf farklılıklarının sebep olduğu latîfeleri, onları anlatış şekillerini kaleme alıp paylaşmayı... Tavsiyeleşmeleri, vedâlaşmaları, siparişleri, gönderilen selâmları; "Kabe'nin yanında, Allah Rasûlü'nün önünde bizi unutma, çocuklarımızı, mü'min kardeşlerimizi... unutma!" deyişleri, gözlerden süzülen yaşlarını... Uğurlarken seninç, gıbta ve hasretle karışık el sallayışları, önceden gidenlerin özlem duygularını, gidemeyenlerin gönül burukluklarını, arzu ve ümitlerini yazmayı... Gönül ne kadar isterdi kurban için alınan kınalı koçun çocukların ürkek ellerinden yem yiyişlerini, ekmek alışlarını, avuçlarından tuz yalayışlarını... Sevinç, coşku ve tertemiz duyguların semaya yükselen bir havaî fişek gibi bayramla birlikte patlayışının çevreye saçtığı rengârenk ışık kümelerini, pırıltılarını... tasvir etmeyi. İnanıyoruz ki, bu güzellikler inşaallah yine yaşanacak, çöken sis perdelerine, kara bulutlara, insanların gönül atmosferine bırakılan kirli, dumanlı havaya rağmen yine duyulup hissedilecek. İnsanlar bir kaç günlüğüne de olsa sevginin, sevincin, iyiliğin, yardım severliğin, dostluğun, hoşgörünün ve manevî güzelliklerin süslediği çiçekli bahçelerde gezecekler, gönüllerinde bahar rüzgarlarının güzel kokusunu, ruhları okşayıcı letâfetini duyacaklar...
Mânevî havayı küllendirme gayreti içinde olanlar, bu güzellikleri silemeyecekler; besmele, duâ ve tekbirlerle kesilen kurban etleri yine muhtaç âilelere, yıl boyu et yüzü görmeyen yuvalara uzanacak, yine mukaddes diyâra selamlar gönderilecek, yine Kâbe'den gelen zemzemler, Taybe'den gelen hurmalar dalga dalga yükselen mânevî bir atmosfer içinde ikram edilecek, yine eski ve yeni hac hatıraları paylaşılacak... Ancak çöreklenen kara bulutların, gittikçe yoğunlaşan kirli havanın ufkunu daralttığı, umutlara, hayallere gölge düşürdüğü, nefesleri tıkadığı, şevkleri kırdığı, tiksinti uyandırdığı... çevremizdeki güzelliklerden, Mevlâ'nın bahşettiği nimetlerden haz alma payımızı düşürdüğü de bir gerçek. Zira cadı kazanı gibi kaynatılan bir dünyada yaşıyor, ucu uçuruma açılan raylar üzerinde seyreden bir trende bulunduğumuzu hissediyoruz. Üstelik basîretsiz, ruhsuz, nasibsiz, gayesiz, hedefsiz, dirâyetsiz ellerin, asâlet, hürriyet ve gerçek mutluluğun ne olduğunu ve kıymetini bilmezlerin yönlendirdiği bir trende... Böyle bir durumda çevremizde güzellikler görsek de, vâdîlerden ovalardan geçerken çevremizde hayranlık uyandıracak manzaralara tanık olsak da bunların bizlere yeterince sürûr vermeyeceği de bir gerçek... Evet, yamaçlardan dökülen ağaçların yeşil dokusu, kırları süsleyen çiçeklerin canlılığı, renk tonları ve güzel kokusu, bu raylarda gidişin sonucunun uçurum, dünya ve âhiret kaybı olduğunu bilenlere huzur vermiyor. Çivilerin beton duvarlara işlemeyişi gibi, sözler de katılaşmış, taşlaşmış kalplere işlemiyor, ya eğilip bükülüyor ya da geri dönüyor, fayda vermiyor. Hatta söylenmesi bile istenmiyor. Yeni dünyadan yeni umutlardan söz ediliyor. Gidilen yönün, çizilen rotanın doğruluğundan, insanlığa saadet getireceğinden bahsediliyor... Hep dinliyoruz. Beynimizde her gün koşturulan bu propaganda atlarını nal seslerine kulak veriyoruz, vermek zorunda kalıyoruz. Ancak bizi yaratan Rabb'ımız akıl ve idrak vermiş, düşünüyoruz: Bu rotayı kim çiziyor? Yeni dünyanın ölçülerini kim koyuyor? Kimin için koyuyor? Biz bu dünyanın neresinde, nasıl yer alacağız? Nelerden vaz geçip neler elde edeceğiz? Yaratanın insafını, merhametini reddedip kimlerin insafına kalacağız? Öne çıkarılıp vitrinlenenler neler? Perde gerisinde neler var? Şimdiden kendisini hissettirenler arkasında neler saklıyor? Suyun altında neler var?.. Bir milleti başkalarının çizdiği rotaya doğru sevkedenler, neye sebep olduklarını, nasıl bir gelecek hazırladıklarını hiç hesap ediyorlar mı? Başlarını hiç iki ellerinin arasına alıp düşünüyorlar mı? Yoksa hipnotize edilerek robotlaştırılmış gibi, yaptıklarını tefekkür süzgecinden geçirmeden şuursuzca mı hareket ediyorlar? Bu soruların dahası da var. Hem de çok fazlası...
*** Görünüşte yeni dünyanın önderliğini Amerika yapıyor. Ana hatlarını o çiziyor. Bu yolda önlerine çıkacak engelleri aşma planlarını da o yapıyor, uyguluyor, uygulattırıyor... Bizler de şahsiyetimizi, asırlar süren şanlı tarihimizi, kendi değerlerimizi, unutmuş, dışlamış, umutlarını onlara bağlamış, tam teslimiyetle peşlerine takılmış gidiyoruz. Ancak umutlarımızı bağladığımız, ülkemizin yarınlarını neredeyse bütünüyle kendilerine teslim etme yolunda olduğumuz, artık dünyada tek güç olmanın keyfini çıkarmaya başlayan ve havasını atan, her fırsatta bunu vurgulayan... bütün dünyaya umut dağıtan, akıl öğreten Amerika, daha dün gibi yakın denecek bir tarihte (1945'te) Hiroşima ve Nagazaki'ye attığı atom bombasıyla asker, sivil, kadın, çocuk 250.000'den fazla insanı katleden, yüzbinlerce insanı sakat bırakan, binlerce âileyi acıyla kıvrandıran ve dönüp yıktıklarına bakmak tenezzülünde bile bulunmayan ülke değil mi? Tesiri ve acıları dinmeyen bu olayı, biz ne çabuk göz ardı ettik? Niçin ibret defterimizin bir köşesinde durmuyor? 1945'ten burnu sürtülmüş olarak terketmek zorunda kaldığı 1975'e kadar Vietnam'da tahminî 3 Milyondan fazla insanı öldüren, milyonlarca insanı sakat bırakan, milyonlarca insana işkence eden, tecavüz eden, ruh sağlıklarını bozan, geride maddî manevî bir harabe bıarakan o değil miydi? Demokrasi gayretlerini unutup 1953'te yaptığı müdahele ile şah rejimini başa getiren, Şahın yaptığı baskı ve işkencelere destek veren, o sırada inleyenlere dönüp bakmayan, akıl almaz silah ve imkanlarla Şahı donatarak İran'ı Orta Doğu'nun silah deposu haline çeviren, besleyip büyüttüğü şah rejimi yerle bir olunca feryad edip fırtınalar koparan o değil miydi? İlk fırsatta Irak'ı körükleyip vaadlerle İran üzerine saldırtan, paralarını diğer İslâm ülkelerinden alarak bu ülkeye silah yağdıran, kullandığı kimyasal silahlara göz yuman, yaptıklarının karşılığı Kuveyt'i vaadeden, gerekli seneryoyu hazırlayıp Bağdat Sefiresi kanalıyla; "Sen Kuveyt'i işgal et; biz bunu bir iç mesele sayar, olayı kapatırız" diyerek ümit veren, Kuveyt işgal edilince seneryonun diğer bölümünü harekete geçiren ve dünyayı Irak'ın başına üşütüren, bu arada bir çok İslâm ülkesini de emellerine âlet eden... o değil mi? "Benim bombalarımın önünde sığınaklarınız fayda vermez" dercesine sığınağa bomba atıp içindekileri kömüre çevirdikten sonra "Yanlışlık oldu. Biz sığınaktan askerî sinyaller almıştık" diyen o değil miydi?
Körfezi ele geçirmek ve kendi çıkarlarını sağlama almak, verilen silahlarla İsrail karşısında güç oluşturan Irak'ı işi bittikten sonra yok etmek isteyen, böylece kendi sattığı silahları da yine parasını aldığı silah ve füzelerle ortadan kaldıran, İslâm ülkelerini birbirine düşüren ve bir taşla bir çok kuş birden vuran o değil mi? Körfez ülkelerinde üs kurarken; "görevimiz bitince gideceğiz" diyen, ancak Saddam'a dokunmayarak tehlike vehmini sürdürten ve başta Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere bir çok İslâm ülkesine çöreklenen, Varşova Paktı Ülkelerinin hudut boylarından çektiği, bir çoğu psikolojik rahatsızlık yaşayan askerlerini kendi ülkesine götürmeyi sakıncalı bulup bu ülkelere yığan ve besleten o değil mi? İşgal sırasında sadece iki kişinin öldüğü Kuveyt'e müdahale için neredeyse saniye kaybetmeyen, ancak Bosna'ya müdahale için üç yıl bekleyen ve binlerce insanın insanlık dışı yollarla katledilmesine göz yuman ve gelmeden önce "biraz daha yapacağınız var sa yapın" dercesine süreler tanıyan o değil miydi? Ne yazık ki bu liste oldukça kabarık. Kore'de, Şili'de, Panama, Haiti, Filipinler, Küba, Nikaragua, Kamboçya, Laos, Dominik Cumhuriyetlerinde yapılanlar, Somaliyi işgal gayretleri, bahaneyle Sudan'daki ilaç fabrikasını bombalama, Libya, İran, Irak, Sudan... gibi bir çok İslâm ülkesine uygulanan ticârî amborgolar, CIA'nın at koşturduğu ülkeler... büyük bir yekün tutuyor.
Filistin'de dökülen müslüman kanlara göz yumduğu, her fırsatta İsrâil'in arkasında yer alarak üzerine neredeyse toz kondurmadığı artık herkes tarafından biliniyor... Ne var ki, sanki bütün bunlarla hiç bir ilgisi yokmuşcasına dünyaya iyilik dersleri veriyor, ektiğini biçtiğini kabul etmeyip başkalarından hesap soruyor. Yavaş yavaş ölüme sürüklediği Irak halkına bu gün Afgan halkını da eklemek istiyor... İşte size yeni dünyayı yönlendiren... Eğer yeni dünyayı asıl yönlendiren, İsrâil veya "Derin Dünya Devleti" ise durumun vahameti elbette ki daha büyük, tehlikeler daha derindir. Ne yazık ki buz dağını görünmeyen tarafının bu olma ihtimali çok daha yüksek. Geldiğimiz bu noktada bütün bu yaşananları ve çevremizdeki diğer gelişmeleri çok iyi değerlendirmek, derin derin düşünmek ve kendimize bir yön vermek, ne yaptığımızın farkına varmak, ne yapacağımızı iyi hesap etmek zorundayız. Bilinmelidir ki, akıp giden günler bir daha geri gelmeyecek günlerdir. Atılan adımları geri almak da çok zordur. Ağ durmadan etrafımızı sarıyor... Şubat ayı, aniden atağa geçen soğuklarıyla, fırtınaları, tipileriyle bilinirdi. Hatta Anadolu'nun birçok yerinde eskiler ona "deli gücük" derlerdi. Ne yazık ki şimdi daha kötü çağrışım yapmaya; ihtilaller, dayatmalar, krizlerle... anılmaya başladı. İnşaallah gün gelir güzelliklerle de yâdedilen ay olur ümit ediyoruz. Zikri Hakîm'de Yakup (a.s.)'ın dilinden bir irşad zikredilir: "Allah'ın rahmetinden, feyz ve bereket rüzgârından ümit kesmeyin! Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler topluluğu ümit keser." (Yusuf, 12/ 87) Âyette "rahmet" diye meallendirilen "ravh" kelimesi, esasen içinde tatlı kokular taşıyan, gönül okşayan ve hafiften esen rüzgar demektir. Böyle bir latif benzetmeyle rahmet manasına kullanılmıştır. Gönüllerimizi böyle tatlı okşayan rahmet rüzgarlarına hasretiz. Özlemini duyuyoruz. Ona ne kadar ihtiyacımız var....
Enfâl Sûresinin ikinci âyeti kerîmesinde mü'minler şöyle tarif ediliyor:
"Mü'minler o kimselerdir ki; Allah'ın ismi celâli anılınca kalpleri sevgi ve haşyetle ürperir, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda onu kabul edip, emir ve yasaklarını yerine getirerek hayatlarına yansıtıp imanlarına iman katarlar. Onlar Rabb'lerine gerçekten güvenen, dayanan kimselerdir."
Bu niteliği kazanmalı ve mutlaka korumalıyız. Bir çok olumsuzluklar yaşadığımız bir gerçek. İslâm nûrunu söndürmek, köreltmek, çarpıtmak ve aslî istikametinden saptırmak için içten ve dıştan ciddî gayretlerin olduğu da bir gerçek. Ancak Allah nûrunun üflemekle sönmeyeceği daha büyük bir gerçek... Unutulmamalıdır ki Firavun da kendisinin dünyada tek güç olduğunu zannediyordu. Şimdi görüntüsü ibret sergiliyor. Bilinmelidir ki, toplu helaka uğrayan milletler, sadece Allah'ı inkarından, hak dini reddedişinden dolayı helak edilmemiştir. İncelendiğinde görülecektir ki onlar, bu inkar ve sapıklıkları, zulüm ve ahlaksızlıkla çerçevelendiği, yaşadıkları hayatı zulüm, hak gasbı, ekonomik ayak oyunları, ahlâkî bozukluklarla çirkef bir yaşantıya döndürdükleri an yeryüzünden silinmişlerdir. Zulüm, kan, gözyaşı... ancak kalbi ve vicdanı olmayan sadist ruhlara zevk verir ve Allah'ın gazabını çeker.
Biz ümit kesmiyoruz... Bayramlarla birbirimize daha kenetleniyor ve bize, İslâm gibi sevgi, şefkat, merhamet, kardeşlik, iyilik etme, muhtacın elinden tutma, iyiliği yayma, kötülükten alıkoyma, ömrü hak yolda sarfetme... her vesîleyle kendine yönelme arzusunu bağışlayan, gönüllerimizi iman nûruyla besleyen Rabbimize hamdediyoruz. Yol O'nun, varlık O'nundur. Biz bu arzuyla çalışmaya, didinmeye devam ediyoruz. Karanlıklardan aydınlık doğacağını biliyoruz. Bayramları tebrik ediyor, mebrur haclar niyaz ediyoruz...
Gönül ne kadar arzu ederdi "Bayrama Doğru" başlığı altında sevinçleri, coşkuları, içten gelerek duyulan mutlulukları, sevgileri, özlemlerin giderilmesine duyulan iştiyakı... dile getirmeyi. Gönül ne kadar isterdi, bir çok insanımızın evinde veya çevresinde başlayan hac yolculuğu hazırlıklarının tatlı duygularını, heyecanlarını anlatmayı...
Bir araya gelişleri, helalleşmek için ziyaretleri, önceden hacca gidenlerin safiyane duygularla dile getirdikleri hatıralarını, bir Yemenli, bir Endenozyalı, bir Pakistanlı veya Sudanlı... ile yaşadıklarını, musafahalaştıklarını, dil, örf farklılıklarının sebep olduğu latîfeleri, onları anlatış şekillerini kaleme alıp paylaşmayı... Tavsiyeleşmeleri, vedâlaşmaları, siparişleri, gönderilen selâmları; "Kabe'nin yanında, Allah Rasûlü'nün önünde bizi unutma, çocuklarımızı, mü'min kardeşlerimizi... unutma!" deyişleri, gözlerden süzülen yaşlarını... Uğurlarken seninç, gıbta ve hasretle karışık el sallayışları, önceden gidenlerin özlem duygularını, gidemeyenlerin gönül burukluklarını, arzu ve ümitlerini yazmayı... Gönül ne kadar isterdi kurban için alınan kınalı koçun çocukların ürkek ellerinden yem yiyişlerini, ekmek alışlarını, avuçlarından tuz yalayışlarını... Sevinç, coşku ve tertemiz duyguların semaya yükselen bir havaî fişek gibi bayramla birlikte patlayışının çevreye saçtığı rengârenk ışık kümelerini, pırıltılarını... tasvir etmeyi. İnanıyoruz ki, bu güzellikler inşaallah yine yaşanacak, çöken sis perdelerine, kara bulutlara, insanların gönül atmosferine bırakılan kirli, dumanlı havaya rağmen yine duyulup hissedilecek. İnsanlar bir kaç günlüğüne de olsa sevginin, sevincin, iyiliğin, yardım severliğin, dostluğun, hoşgörünün ve manevî güzelliklerin süslediği çiçekli bahçelerde gezecekler, gönüllerinde bahar rüzgarlarının güzel kokusunu, ruhları okşayıcı letâfetini duyacaklar...
Mânevî havayı küllendirme gayreti içinde olanlar, bu güzellikleri silemeyecekler; besmele, duâ ve tekbirlerle kesilen kurban etleri yine muhtaç âilelere, yıl boyu et yüzü görmeyen yuvalara uzanacak, yine mukaddes diyâra selamlar gönderilecek, yine Kâbe'den gelen zemzemler, Taybe'den gelen hurmalar dalga dalga yükselen mânevî bir atmosfer içinde ikram edilecek, yine eski ve yeni hac hatıraları paylaşılacak... Ancak çöreklenen kara bulutların, gittikçe yoğunlaşan kirli havanın ufkunu daralttığı, umutlara, hayallere gölge düşürdüğü, nefesleri tıkadığı, şevkleri kırdığı, tiksinti uyandırdığı... çevremizdeki güzelliklerden, Mevlâ'nın bahşettiği nimetlerden haz alma payımızı düşürdüğü de bir gerçek. Zira cadı kazanı gibi kaynatılan bir dünyada yaşıyor, ucu uçuruma açılan raylar üzerinde seyreden bir trende bulunduğumuzu hissediyoruz. Üstelik basîretsiz, ruhsuz, nasibsiz, gayesiz, hedefsiz, dirâyetsiz ellerin, asâlet, hürriyet ve gerçek mutluluğun ne olduğunu ve kıymetini bilmezlerin yönlendirdiği bir trende... Böyle bir durumda çevremizde güzellikler görsek de, vâdîlerden ovalardan geçerken çevremizde hayranlık uyandıracak manzaralara tanık olsak da bunların bizlere yeterince sürûr vermeyeceği de bir gerçek... Evet, yamaçlardan dökülen ağaçların yeşil dokusu, kırları süsleyen çiçeklerin canlılığı, renk tonları ve güzel kokusu, bu raylarda gidişin sonucunun uçurum, dünya ve âhiret kaybı olduğunu bilenlere huzur vermiyor. Çivilerin beton duvarlara işlemeyişi gibi, sözler de katılaşmış, taşlaşmış kalplere işlemiyor, ya eğilip bükülüyor ya da geri dönüyor, fayda vermiyor. Hatta söylenmesi bile istenmiyor. Yeni dünyadan yeni umutlardan söz ediliyor. Gidilen yönün, çizilen rotanın doğruluğundan, insanlığa saadet getireceğinden bahsediliyor... Hep dinliyoruz. Beynimizde her gün koşturulan bu propaganda atlarını nal seslerine kulak veriyoruz, vermek zorunda kalıyoruz. Ancak bizi yaratan Rabb'ımız akıl ve idrak vermiş, düşünüyoruz: Bu rotayı kim çiziyor? Yeni dünyanın ölçülerini kim koyuyor? Kimin için koyuyor? Biz bu dünyanın neresinde, nasıl yer alacağız? Nelerden vaz geçip neler elde edeceğiz? Yaratanın insafını, merhametini reddedip kimlerin insafına kalacağız? Öne çıkarılıp vitrinlenenler neler? Perde gerisinde neler var? Şimdiden kendisini hissettirenler arkasında neler saklıyor? Suyun altında neler var?.. Bir milleti başkalarının çizdiği rotaya doğru sevkedenler, neye sebep olduklarını, nasıl bir gelecek hazırladıklarını hiç hesap ediyorlar mı? Başlarını hiç iki ellerinin arasına alıp düşünüyorlar mı? Yoksa hipnotize edilerek robotlaştırılmış gibi, yaptıklarını tefekkür süzgecinden geçirmeden şuursuzca mı hareket ediyorlar? Bu soruların dahası da var. Hem de çok fazlası...
*** Görünüşte yeni dünyanın önderliğini Amerika yapıyor. Ana hatlarını o çiziyor. Bu yolda önlerine çıkacak engelleri aşma planlarını da o yapıyor, uyguluyor, uygulattırıyor... Bizler de şahsiyetimizi, asırlar süren şanlı tarihimizi, kendi değerlerimizi, unutmuş, dışlamış, umutlarını onlara bağlamış, tam teslimiyetle peşlerine takılmış gidiyoruz. Ancak umutlarımızı bağladığımız, ülkemizin yarınlarını neredeyse bütünüyle kendilerine teslim etme yolunda olduğumuz, artık dünyada tek güç olmanın keyfini çıkarmaya başlayan ve havasını atan, her fırsatta bunu vurgulayan... bütün dünyaya umut dağıtan, akıl öğreten Amerika, daha dün gibi yakın denecek bir tarihte (1945'te) Hiroşima ve Nagazaki'ye attığı atom bombasıyla asker, sivil, kadın, çocuk 250.000'den fazla insanı katleden, yüzbinlerce insanı sakat bırakan, binlerce âileyi acıyla kıvrandıran ve dönüp yıktıklarına bakmak tenezzülünde bile bulunmayan ülke değil mi? Tesiri ve acıları dinmeyen bu olayı, biz ne çabuk göz ardı ettik? Niçin ibret defterimizin bir köşesinde durmuyor? 1945'ten burnu sürtülmüş olarak terketmek zorunda kaldığı 1975'e kadar Vietnam'da tahminî 3 Milyondan fazla insanı öldüren, milyonlarca insanı sakat bırakan, milyonlarca insana işkence eden, tecavüz eden, ruh sağlıklarını bozan, geride maddî manevî bir harabe bıarakan o değil miydi? Demokrasi gayretlerini unutup 1953'te yaptığı müdahele ile şah rejimini başa getiren, Şahın yaptığı baskı ve işkencelere destek veren, o sırada inleyenlere dönüp bakmayan, akıl almaz silah ve imkanlarla Şahı donatarak İran'ı Orta Doğu'nun silah deposu haline çeviren, besleyip büyüttüğü şah rejimi yerle bir olunca feryad edip fırtınalar koparan o değil miydi? İlk fırsatta Irak'ı körükleyip vaadlerle İran üzerine saldırtan, paralarını diğer İslâm ülkelerinden alarak bu ülkeye silah yağdıran, kullandığı kimyasal silahlara göz yuman, yaptıklarının karşılığı Kuveyt'i vaadeden, gerekli seneryoyu hazırlayıp Bağdat Sefiresi kanalıyla; "Sen Kuveyt'i işgal et; biz bunu bir iç mesele sayar, olayı kapatırız" diyerek ümit veren, Kuveyt işgal edilince seneryonun diğer bölümünü harekete geçiren ve dünyayı Irak'ın başına üşütüren, bu arada bir çok İslâm ülkesini de emellerine âlet eden... o değil mi? "Benim bombalarımın önünde sığınaklarınız fayda vermez" dercesine sığınağa bomba atıp içindekileri kömüre çevirdikten sonra "Yanlışlık oldu. Biz sığınaktan askerî sinyaller almıştık" diyen o değil miydi?
Körfezi ele geçirmek ve kendi çıkarlarını sağlama almak, verilen silahlarla İsrail karşısında güç oluşturan Irak'ı işi bittikten sonra yok etmek isteyen, böylece kendi sattığı silahları da yine parasını aldığı silah ve füzelerle ortadan kaldıran, İslâm ülkelerini birbirine düşüren ve bir taşla bir çok kuş birden vuran o değil mi? Körfez ülkelerinde üs kurarken; "görevimiz bitince gideceğiz" diyen, ancak Saddam'a dokunmayarak tehlike vehmini sürdürten ve başta Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere bir çok İslâm ülkesine çöreklenen, Varşova Paktı Ülkelerinin hudut boylarından çektiği, bir çoğu psikolojik rahatsızlık yaşayan askerlerini kendi ülkesine götürmeyi sakıncalı bulup bu ülkelere yığan ve besleten o değil mi? İşgal sırasında sadece iki kişinin öldüğü Kuveyt'e müdahale için neredeyse saniye kaybetmeyen, ancak Bosna'ya müdahale için üç yıl bekleyen ve binlerce insanın insanlık dışı yollarla katledilmesine göz yuman ve gelmeden önce "biraz daha yapacağınız var sa yapın" dercesine süreler tanıyan o değil miydi? Ne yazık ki bu liste oldukça kabarık. Kore'de, Şili'de, Panama, Haiti, Filipinler, Küba, Nikaragua, Kamboçya, Laos, Dominik Cumhuriyetlerinde yapılanlar, Somaliyi işgal gayretleri, bahaneyle Sudan'daki ilaç fabrikasını bombalama, Libya, İran, Irak, Sudan... gibi bir çok İslâm ülkesine uygulanan ticârî amborgolar, CIA'nın at koşturduğu ülkeler... büyük bir yekün tutuyor.
Filistin'de dökülen müslüman kanlara göz yumduğu, her fırsatta İsrâil'in arkasında yer alarak üzerine neredeyse toz kondurmadığı artık herkes tarafından biliniyor... Ne var ki, sanki bütün bunlarla hiç bir ilgisi yokmuşcasına dünyaya iyilik dersleri veriyor, ektiğini biçtiğini kabul etmeyip başkalarından hesap soruyor. Yavaş yavaş ölüme sürüklediği Irak halkına bu gün Afgan halkını da eklemek istiyor... İşte size yeni dünyayı yönlendiren... Eğer yeni dünyayı asıl yönlendiren, İsrâil veya "Derin Dünya Devleti" ise durumun vahameti elbette ki daha büyük, tehlikeler daha derindir. Ne yazık ki buz dağını görünmeyen tarafının bu olma ihtimali çok daha yüksek. Geldiğimiz bu noktada bütün bu yaşananları ve çevremizdeki diğer gelişmeleri çok iyi değerlendirmek, derin derin düşünmek ve kendimize bir yön vermek, ne yaptığımızın farkına varmak, ne yapacağımızı iyi hesap etmek zorundayız. Bilinmelidir ki, akıp giden günler bir daha geri gelmeyecek günlerdir. Atılan adımları geri almak da çok zordur. Ağ durmadan etrafımızı sarıyor... Şubat ayı, aniden atağa geçen soğuklarıyla, fırtınaları, tipileriyle bilinirdi. Hatta Anadolu'nun birçok yerinde eskiler ona "deli gücük" derlerdi. Ne yazık ki şimdi daha kötü çağrışım yapmaya; ihtilaller, dayatmalar, krizlerle... anılmaya başladı. İnşaallah gün gelir güzelliklerle de yâdedilen ay olur ümit ediyoruz. Zikri Hakîm'de Yakup (a.s.)'ın dilinden bir irşad zikredilir: "Allah'ın rahmetinden, feyz ve bereket rüzgârından ümit kesmeyin! Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler topluluğu ümit keser." (Yusuf, 12/ 87) Âyette "rahmet" diye meallendirilen "ravh" kelimesi, esasen içinde tatlı kokular taşıyan, gönül okşayan ve hafiften esen rüzgar demektir. Böyle bir latif benzetmeyle rahmet manasına kullanılmıştır. Gönüllerimizi böyle tatlı okşayan rahmet rüzgarlarına hasretiz. Özlemini duyuyoruz. Ona ne kadar ihtiyacımız var....
Enfâl Sûresinin ikinci âyeti kerîmesinde mü'minler şöyle tarif ediliyor:
"Mü'minler o kimselerdir ki; Allah'ın ismi celâli anılınca kalpleri sevgi ve haşyetle ürperir, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda onu kabul edip, emir ve yasaklarını yerine getirerek hayatlarına yansıtıp imanlarına iman katarlar. Onlar Rabb'lerine gerçekten güvenen, dayanan kimselerdir."
Bu niteliği kazanmalı ve mutlaka korumalıyız. Bir çok olumsuzluklar yaşadığımız bir gerçek. İslâm nûrunu söndürmek, köreltmek, çarpıtmak ve aslî istikametinden saptırmak için içten ve dıştan ciddî gayretlerin olduğu da bir gerçek. Ancak Allah nûrunun üflemekle sönmeyeceği daha büyük bir gerçek... Unutulmamalıdır ki Firavun da kendisinin dünyada tek güç olduğunu zannediyordu. Şimdi görüntüsü ibret sergiliyor. Bilinmelidir ki, toplu helaka uğrayan milletler, sadece Allah'ı inkarından, hak dini reddedişinden dolayı helak edilmemiştir. İncelendiğinde görülecektir ki onlar, bu inkar ve sapıklıkları, zulüm ve ahlaksızlıkla çerçevelendiği, yaşadıkları hayatı zulüm, hak gasbı, ekonomik ayak oyunları, ahlâkî bozukluklarla çirkef bir yaşantıya döndürdükleri an yeryüzünden silinmişlerdir. Zulüm, kan, gözyaşı... ancak kalbi ve vicdanı olmayan sadist ruhlara zevk verir ve Allah'ın gazabını çeker.
Biz ümit kesmiyoruz... Bayramlarla birbirimize daha kenetleniyor ve bize, İslâm gibi sevgi, şefkat, merhamet, kardeşlik, iyilik etme, muhtacın elinden tutma, iyiliği yayma, kötülükten alıkoyma, ömrü hak yolda sarfetme... her vesîleyle kendine yönelme arzusunu bağışlayan, gönüllerimizi iman nûruyla besleyen Rabbimize hamdediyoruz. Yol O'nun, varlık O'nundur. Biz bu arzuyla çalışmaya, didinmeye devam ediyoruz. Karanlıklardan aydınlık doğacağını biliyoruz. Bayramları tebrik ediyor, mebrur haclar niyaz ediyoruz...