Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (haksöz Haber 'yakup Aslan Nın Yazısı )

La Yezal Çevrimdışı

La Yezal

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Arkadaşlarımızın buzları kırıp, dere suyundan abdest aldığı ve şükür namazları kıldığı, daha sonra Komela peşmergelerine ‘pastar’ diye sarıldığı; rehberin, ‘bunlar Kasımlo’nun müritleri, bundan dolayı böyle davaranıyorlar’ diyerek onları kurtardığı zorlu ve tehlikeli yoldan biz de geçerek Tahran’a ulaştığımız zaman, ismini daha sonra öğrendiğim Bahattin Yıldız arkadaşın da aralarında bulunduğu bir grubun yanına gitmeden önce, bol misafiri olan bir eve götürüldük. Yapılan hizmet ve gösterilen yakınlıkla birlikte “işte ensar anlayışı bu!” dediğimiz bir eve misafir olduğumuzdan dolayı mutluyduk. Daha önce Türkiye’de hayal ederek geldiğimiz ümitlerimizin gerçekleşeceği yer bu evdi.

İlginç bir şey vardı. Veya bizim ilk kez rastladığımız bir şey. Genelde herkes kendi yemeğini dolduruyor, sonra da tabağını yıkıyordu. Beyaz sarıklı iriyarı molla da aynı şeyi yaptı. Gerçek eşitliğin, tevazzunun, sadeliğin hayata yansıması bu olsa gerek. Daha sonra tepsi içerisinde büyük bardaklarda bize çay ikram etti ve ardından herkes kendi bardağını yıkayıp kaldırdı. Biraz sonrasında bizim anlamadığımız sohbet başladı. Bereket mollanın yanından ayrılmayan iriyarı bir genç Türkçe biliyormuş. Bize tercümanlık yapmaya başladı. Daha önce İstanbul’da okumuş bir öğrenciydi. Kısaca tanıştık. Halhatırdan sonra, geldiğimiz ülkenin siyasi ve sosyal durumları soruldu. ‘Darbe oldu!’ dememiz bile yetiyordu. Onlar darbeden önce Kenan Evren’in ABD’den para aldığını ve onların desteğiyle bu işi yapacaklarına dair İran’da basının ifşa edici açıklamalar yapıldığını bize anlattılar.

Darbe oldu! Aslında bizim için büyük duyguların, düşüncelerin ve belli bir süreliğine bizi şekillendiren yaşam tarzının bütün şifreleri bu kelimenin içerisinde gizliydi. Milli görüş çizgisinde ülkenin siyaseti üzerinde söz sahibi olmaya çalışmamız ve bu uğurda bedel ödememiz bir gecede noktalanmıştı. Oysa biz, meydanlarda milyonları toplayabilmekle veya kısa bir zaman içerisinde inkılap yapmakla avunuyorduk. Daha önce bir yemek ziyareti için aylarca peşimizden koşanlar, bizi sokaklarda gördüklerinde yollarını değiştirdiler, sakallarını kestiler, evlerindeki Kur’an meallerini korkudan sobalarda yaktılar ve Milli Görüşle başlayan dev inkılapçı hareket bir anda bir damla su gibi kızgın toprakta kayboldu, buharlaştı gitti. Biz yalnız başımıza kaldık. Allah’tan başka hiçbir sahibimiz yoktu. Vurulan bizdik. Cezaevlerinde yatan biz. Kavgalara, kurşunlara göğüs geren bizdik. Her birimiz birer kahraman edasıyla geziniyorduk, meydanlarda. Darbe bütün bu değerleri yok etti. İşte bu gece bu evde bulunuşumuzun asıl sebebinin bu olduğunu söylemek isterdim, ama Müslümanları küçük düşürmek olmazdı.

Bir iki battaniye ile bir yerlere kıvrıldığımız zaman sabah namazı vaktinin nasıl geldiğini bile anlayamamıştık. Namaza kalkanlar sessiz bir şekilde abdestlerini alıyor ve kimseyi rahatsız etmeden yeniden uyuyorlardı. Birbirimizi uyandırmak için kıyamet kopardığımız bir gelenekten gelenler olarak buna şaşırmıştık. Pratik bir şekilde düşündüğümüz zaman, namazın bir sorumluluk işi olduğunu ve doğrusunun da bu olduğunu fark ettik.

Ertesi gün, bizi bir grup arkadaşın yanına götürdüler. Yüksekçe bir yerin üzerine kurulmuş çevresi büyük bir bağla çevrili bir villada toplanmış birkaç arkadaşımız daha vardı. İçeride ve dışarıda birkaç havuzu olan, sinema salonu ve büyük toplantıların yapıldığı kapalı alanların yanında Avrupai bir şekilde donatılmış bir mekandı. Mülk sahibi tagut kaçınca, orası müsadere edilmiş. Daha sonraları isminin Bahattin olduğunu öğrendiğim Abdulhamitle tanışıyordum. Değişik şehirlerden değişik insanlar. Nerdeyse tamamımız, darbe öncesi Milli Görüşe karşı tavır almış ve her fırsatta ‘bu işin artık parti yoluyla olmayacağını, partinin aslında rejimin bir oyunu olduğunu ve hatta giderek amerikancı bir çizgiye kayan Erbakan’ın darbeciler tarafından ülkeye getirildiğini ve bir inkılabının ancak ulemanın önderliğinde gerçekleşebileceğini’ savunmuş insanlardık. İnkılaptan önce başlayan bu düşünce, inkılapla birlikte daha fazla olgunlaşmış ve kırmızı çizgiler keskinleşmişti. İnkılabın nasıl gerçekleştiği konusunda kesin bir bilgileri olamayan dostlarımıza da bir devrimin ancak velayeti fakih liderliğinde gerçekleşmesi gerektiği gerçeğini anlatmaya çalışırken, aslında onların gelenek olarak zaten böyle bir düşünceye hazır olduklarını; imam, imamet ve onlara vekillik yapan alimlerin aslında dini otoritenin en üst makamı olduklarını daha sonraları net bir şekilde öğrenmeye başlamıştık. Başlamıştık başlamasına da geçmişe dair her düşünce ve kalıntılarımıza da saldırmayı nerdeyse inanç haline getirmiştik. Artık ne geçmişimiz ve ne de geleceğimiz sözkonusuydu.

Uluslararası toplantılarda, insanların bize hangi gurup ve hizipten olduğumuzu sürekli bir şekilde sorduklarında ve kendilerine bağımsız düşündüğümüzü söylediğimizde, muhatap alınmadığımızı ve çoğunlukla dünyada MSP ve Erbakan’ın tanınıyor olduğunu söyleyenlere karşı onun aslında bir Amerikancı olduğunu ve başlangıçtan beri bu siyasetler doğrultusunda Ziya’ul Hak ve benzeri Amerikancıları desteklediklerini, ülke içerisindeki siyasetinin de buna hizmet etmeye yönelik olduğunu söylememizin hiçbir anlam ifade etmediğini söylememizin işe yaramadığını gördüğümüzde komplekse kapıldığımızı fark edince, açık bir şekilde bocalama sürecine girdik. Ne yapabilirdik? Ya yeni bir örgüt, cemaat, birliktelik oluşturmalıydık veya geriye dönüş/ru’cu gerçekleştirmeliydik. Birincisinde, derleme insanlarla bunun olmayacağını zamanla öğrendik. Değişik gelenek, düşünce, çevre ve sosyal yapıdan gelen insanları, bir arada tutmak kolay olmayacaktı. Böyle bir boşluğa, insanların tepkisine bütün arkadaşların fazlaca dayanamayacakları ortadaydı. İhvan hareketi yüksek tirajlı dergisinin birçok sayısında Erbakan’a yer vermiş ve onun dünya Müslümanlarının gerçek halifesi olduğunu, halifeliğin en son Türkiye’de son bulmasıyla birlikte bu hakkın onlarda olduğunu savunuyordu. Tağuti rejimlerle ayrışma projesinin neticesinde hicret etmiş olan bizler için bu durum, dayanılmaz derecede sıkıntı vericiydi. Öyle de oldu. Bazılarımız geçmiş düşünceleri tekzip edercesine, soranlara isteksiz bir şekilde bile olsa ‘biz hizbi Selemet üyesiyiz ve liderimiz Profesör Erbakan’dır’ demeye başladık.

Bu çıkış, bizi parçaladı. Arkadaşlarımızdan bazıları bu doğrultuda Türkiye’deki eski arkadaşlarla diyalog kurmaya başladılar. Bahattin, bu düşünceye muhalif olarak bizimle birlikte hareket etti ve geçmişte birlikte olduğu arkadaşlardan kopmaya başladı. Düşüncelerde ayrıldığımız gibi, evlerimizi de ayırdık. Türkiye ile yapılan görüşmeler neticesinde Milli Görüş temsilcilerinin Mehdi Haşimi ile görüşmeye gelmeleri de hız kazandı. Bizim denetimizde gerçekleşen her görüşmede, gelen misafirler üzerinde etkili olmaya ve onları daha önceki milli olan görüşlerinden koparmaya çalışıyorduk. Cemallettin Kaplan, bunların aralarından sadece biriydi. Ancak, Milli Görüşten koptuktan sonra bir cemaatin liderliğini yapmanın o kadar kolay olmadığını, onun çıkışlarıyla ve altyapısız cemaatleşmesiyle daha iyi anlamış olduk.

Milli Görüş temsilcilerinin görüşmelere gelişinin sıklaşması bize sıkıntı vermeye başlayınca, o ortamdan uzaklaşmak istedik. Bahattin ile birlikte, birkaç arkadaş Necefabad kasabasında kalmak üzere gittik ve uzun bir süre orada kaldık da. Her Cuma günü gittiğimiz İsfahan şehrinde tarihin kalıntılarını gezmeye ve geceleri de dağlarda dolaşmaya başladık. Bu durum bizi tatmin etmedi, yeni arayışlara başladık. Bu sürece girdiğimiz zaman, Bahattin biraz bu sıkıntılardan uzaklaşmak maksadıyla bana ‘yarından itibaren şu tepede bir tünel açma çalışması yapalım, biz mücadele adamıyız. Yarın Türkiye’ye döndüğümüz zaman en küçük bahaneyle bizi içeri atacaklar, içeride teslimiyet bize yakışmaz. En azından tünel kazmayı öğrenirsek bize lazım olabilir!’ diyince, hayal etme gücünün genişliği beni şaşırmıştı. Buna rağmen onun isteği doğrultusunda ve hayret içerisindeki bakışlar muhasarasında, birkaç gün tünel kazmakla meşgul olduk. Bu da fayda vermedi. Yaşadıklarımız ve gördüklerimizle İran artık bize dar gelmeye başlamıştı. Esasen, muhacirler olarak ensarları aramaya başlamıştık.

Tahran’da bizi İran ortamından ve gündeminden uzaklaştıracak çareler ararken, Afganlı cemaatler aklımıza geldi. O zamanlar Rabbani, Amerika yanlısı ve karşı grupların uydurduğu belgelerle ajan olarak yaftalanmış, mahkeme tutuklama kararı almış ve gizli bir şekilde İran’dan kaçmak zorunda kalmıştı. Hikmetyar tek seçenek olarak karşımızda duruyordu. Görüşmelerden sonra bizi Pakistan’a götürme sözü verdiler ve biz orada kalan arkadaşlarla vedalaştıktan sonra Afgan kıyafeti ve elimize sıkıştırılan belgelerle Zahedan’a kadar gittik ve oradan da Peşaver şehrine.

İnsanların hayvan gibi istiflendiği, otobüsün damının bile insan dolu olduğu araçlarla sınırdan Peşaver’e kadar yaşadıklarımızı özetini arkadaşlarla birbirimize bakarak anlamaya ve anlatmaya çalışıyorduk. Rıkşalarla tanıştığımız Peşaver’de bize ait olan bir misafir evi vardı ve Afganistan yolculuğu için, Hizbi İslami’nin kapılarını aşındırmaya devam ediyorduk. Büyük ümitlerimiz, beklentilerimiz ve kocaman hedeflerimiz vardı. Bütün bunları gerçekleştirmek için, kalabalık bir arkadaş grubuyla projeler üretiyorduk.

Yoksulluğun, sefaletin ve Afgan göçmenlerinin şehrin varoşlarında toplandığı kampların korkunç hayat şartlarına aldırış etmeden, biran önce Ruslara karşı savaşıp, şehit olma arzusu taşıyan arkadaşların sakinleşmesi ve hayatta şahitler olarak yaşamanın zorluğuna inanması için Bahattin kardeşle adeta ikna odaları kurmuştuk. Kimi arkadaşların ailelerine vasiyetler yazarak şehit olmaya gideceklerini yazmaları ve pazardan Rus öldürmek için kama almaları, bize gülünç gelse bile kardeşlerimizin duygularını anormal çizgiden normale kavuşturmak için yoğun çaba gösteriyorduk. En sonunda beklediğimiz cevap geldi ve hafta içerisinde yola çıkabileceğimiz söylendi. Sabırsız bir bekleyiş, sinirlerimizi tahrip etmeye yetiyordu. Her birimizin üzerinde Afgan giyimi, başımızda takkeler ve boynumuzda petularımızla, sakalımızla kimsenin bizim yabancı olduğumuzu anlaması neredeyse imkansızdı.

Burada da farklı bir kültür, inanç şekli ve bakış açısıyla tanışıyorduk. Nerdeyse açık bir şekilde susuz tuvaletlerde istinca yapılması, kadınların çarşafların kenarını açarak açık alanlarda ihtiyaçlarını gidermesi, her banyodan sonra saçlarına bolca yağ sürmeleri, kanalizasyon veya kuyu sisteminin olmadığı bu ülkede sokakların pis su birikintileriyle dolu olması, camilerde takkesiz namaz kılanlara iyi gözle bakmaması, kapalı gibi görünen bu toplumda düğünlerde dansöz oynatılması, esrarın serbest bir şekilde bakkallarda satılması bizim yabancı olduğumuz bir kültürdü. Mevdudi’nin çizgisinde gelişen Cemaati İslami veya sadece tebliğ etmeyi görev telaki edenlerin varlığı hissedilemeyecek derecede azdı. Buna rağmen onları bulduk ve düşüncelerini öğrenmek istedik. Ortaya çıkan manzara bizim düşüncelerimizi hezimete uğratıyordu. İnkılapçı çizgimizi Mevdudi ve benzerlerinden almış müslümanlar olarak, onların Amerika’ya, Z. Hakka ve benzerlerine bakış açılarıyla örtüşmüyordu.

Özellikle Bahattin, onların amerikancı tutumlarına tahammül edemiyor ve her fırsatta onların duruşlarının yanlışlığına işaret ediyordu. İran’a nazaran daha özgür bir ortama kavuşmuştuk, dolayısıyla herkesimle görüşme onları dinleme veya düşüncelerimizi onlara anlatma imkanı bulmuştuk. Rabbani ile yaptığımız görüşme bizi tamamen şaşkına uğratmıştı. Onunla konuştuktan ve onu tanıdıktan sonra ABD ajanı olmadığını ve belli bir seviyede İslami kültür ve hassasiyete sahip olduğunu görmüştük. Hizip olarak, bize Hikmetyar’ın çevresinden daha samimi ve yakın gelmişlerdi. Özellikle Türkmen Kerimi’nin anlattıklarının da doğru olmadığını orada gördük. Esasen, Cemaati İslami’den ayrıldıktan sonra, Hizbi İslami’de önemli bir konum kazanmak için geçmişiyle ilgili bir sürü rivayet uydurduklarını daha önce de tahmin etmiştik.

Rabbani’yi tanımamızda Tuncer kardeşin büyük bir etkisi olmuştu. Durum böyle olunca, içinde bulunduğumuz grubu kuşkulandırmadan gizli gizli ziyaretler düzenliyorduk. Kısa bir zamanda Afganistan’ın gerçeğini kavramış, karalama, iftira ve çoğu zaman ciddi zararlar veren çatışmaların arka planını yaşayarak öğrendik. Orda olduğumuz dönemde, Erdem Beyazit ve ekibi geldi; günlerce Bahattin ile birlikte onları hiziplere götürüp dolaştırdık ve Afganistan gerçeğini bütün açıklığıyla anlamalarını, görmelerini ve yakından hissetmelerini sağladık. Bununla da yetinmedik, Türkiye müslümanlarının gerçeği öğrenmesi için olayı olduğu gibi objektif bir şekilde anlatmaları için adeta yalvardık. Onlar ne yaptılar, döndükten sonra “Afganistan Destanı” diye özel bir sayı çıkararak, adeta Afganistan kahramanları gibi kendi isimlerini destanlaştırdılar. Ortada olan gerçeğe rağmen, yalan üzerinde şekillenen hayaller karşısında, birbirimize acı acı bakmakla yetindik.

Sonradan duyduğumuz kadarıyla “Afganistan gerçeğini yazıp, aforoz edilmeyi mi kabullenelim!” şeklinde bir savunma yapmışlardı. Onlardan önce bir konuşmasında, Afganistan gerçeğine yumuşak bir dokunuşta bulunanların nasıl eleştirildiklerini de bilmiyor değildik, ama buna rağmen cesaret göstermelerini ve gerçeğin üzerindeki örtüyü atmalarını arzulamıştık. Bu cesareti gösteremedikleri gibi cesur yürek de olamadılar. Onların bütün yürek acısını da biz omuzladık…

Kaynak: Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (1) - Yakup Aslan
 
La Yezal Çevrimdışı

La Yezal

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (2)

[email protected]

Afganistan gerçeğini bilmeden tanışmamız cihat süreci neticesinde gelişen çelişkili durum ve derinden büyüyen ümitsizlik dalgası, Türkiye Müslümanlarının olanlardan haberdar olması gerektiği sorumluluğunu omuzlarımıza yıkıyordu. Bunu ancak, Müslümanların kültürel ve moral kaynağı olmaya namzet olan medyamız halindeki Mavera dergisi yapabilirdi. Gerçeklerle yüzleşmeyi canlı bir şekilde yaşamaları için elimizden geleni yaptık. Ancak bütün çabamız boş çıktı. Mavera, ‘Afgan Destanı’nı yeniden yazdı, ancak yazılanların büyük kısmı hayal ürünüydü. Protesto etmek için gönderdiğimiz mektupları da büyük bir ustalıkla sansürlediler ve baş kısımda yer alan selam ve sorumluluklarla ilgili bölümü yayınlayarak, bizi de kendilerine yandaş olarak tanıtmış oldular. Biz onların tarihe tanıklık yapmalarını isterken, onlar bunun tam tersine korku, endişe ve içten hesapların üzerine inşa ettikleri fildişi kulelerinden hayali bir destan üretmişler; Türkiyeli Müslümanlar da buna tav olmuştu. Çünkü toplum olarak, bize verileni araştırma, tartışma veya daha doğrusu gerçek olanla yüzleşme geleneğimiz yoktu.

Türkiye’de biz, meydanlarda, sokaklarda ve bilumum fırsatları bir isbat-ı vücut imkânı olarak görüp slogan atarken, onlar mücadelenin edebiyatıyla uğraşıyorlar ve biz duygusal doyumlarımızı bunlarla karşılıyorduk. Slogan atanlar darbeyle birlikte dağılınca meydan onlara kalmıştı ve onlar her iki alanı da doldurma iddiasıyla taleplere cevap vermeye çalışıyorlardı. Onların, Pakistan gezilerinin sadece yeni çıkan bir otomobilin çöllerde ve uzun yollarda denenmesi amacına ek olarak Afganistan ve az da olsa İran’la ilgilenmeleri, beklentimizin aksine özel sayı çıkıncaya kadar hep ümit verici olmuştu. Ortaya çıkan manzara, İbrahim ismime bir de çavuş ekleyip, bana sık sık ‘İbrahim Çavuş’ şeklinde takılan Bahattin (Abdülhamit)’i çok etkilemişti. Müslüman kamuoyunun her taraftan kuşatılmasına vesile olan yoğun propagandaya rağmen, konuyla ilgili çoğunluğun ekser inanışı karşısında birinin çıkıp gerçekleri söylemesinin, onların inançlarına küfretmek şeklinde algılanacağını ve kimsenin de buna cesaret etme yürekliliği gösteremeyeceğini savunur hale gelmiştik. Abdulhamit, “bunlardan ne köy olur ne kasaba!” diyerek tepkisini ortaya koydu. Böyle düşünmekte haklıydı, çünkü gerçekleri bilenler susmayı ve gizlemeyi yeğlemişlerdi.

Arkadaşlarımızın, buzları kırıp abdest alarak namaz kıldıkları ülkeye kaçak yollarla girdikleri yerden İran’a gitmeden önce, özgün bir düşünceyi aksiyonla sentezleyen Yılmaz Yalçıner, Ömer Yorulmaz ve Mekki Yassıkaya ağabeylerimiz, çaresiz olarak bir uçak kaçırmış ve Diyarbakır’da oyuna gelerek yakalanmışlardı. Askeri darbeden kısa bir süre sonra Sebil, Tevhit ve Şura ekibi arasında bulunan ve mahkemede birçok davası devam eden veya kesinleşen, daha gençliğimizin başında cezaevinden kurtulması için duvarlara “Eş’e Özgürlük” sloganları yazdığımız, Selahattin Eş, çaresiz olarak yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştı. Çoğumuz onları daha evvel yani, Sebil döneminden beri tanıyorduk. Sebil Dergisi ile bizim aramızdaki en büyük ayrışma noktası, Osmanlı sevgisinin, bağlılığının fazlaca işleniyor olması ve bundan daha önemlisi düşüncenin bireye hareketlilik kazandırmaması ve aksiyonun topluma indirgenmemesiydi. Sebil Dergisi’nin bastırmış olduğu padişah posterlerini satmaktan başka bir işle meşgul olmadığımız bir zamanda, suların artık iyice ısındığının farkındaydık. Kadir Mısıroğlu eyleme, slogana karşı olduğunu her defasında dile getirmişti. Öyle olunca da oradan ayrılanlar, biraz sol rüzgârın da etkisiyle safların daha fazla keskinleşmesine çalışmışlardı. Özellikle, buna ülke şartlarının daru’l-harp dönemine uygun olduğunu, devlet memurluğunun, partinin, diyanet camilerinin ve benzeri konuların dinle bağdaşmayacağı yolunda, Hüsnü Aktaş ve Sadrettin Yüksel hocanın da aralarında bulunduğu şura tarafından verilen fetvalar eklenince, garip ama radikal siyasi bir atmosfer oluşmuştu. Mısıroğlu ile en son konuşmam bir karakol macerası neticesinde gerçekleşti.

Tayyip Erdoğan ve Edip Yüksel’in gözaltında bulunduğu Fatih karakolunda ağır darbeler alarak çıkmıştım, bir arkadaşın tavsiyesi üzerine Kadir Mısıroğlu’na geldik ve durumu anlattık. Tayyib’in, Edib’in de nezarette olduğunu hatırlatması üzerine konuşmaya başladı ve daha önce Metin’e aklını başına alması gerektiğini sık sık söylediğini; buna rağmen kendisini dinlemediğini ve dinlemeyince de kendisine böyle bir son hazırladığını söylüyordu… Edib’e de, defalarca Metin gibi olmaması için uyarıda bulunduğunu hatırlatarak, dolaylı olarak bizi de uyarıyordu. Suçsuz yere tutuklandığımızı ve dolayısıyla Komiser Naci’nin yaptıklarına karşı rapor alıp mahkemeye vermek istediğimizi ve bizi bir avukata göndermesini söyleyince, bize yardımcı oldu. Avukata onun referansıyla gittik, bize yara bere sordu. Bir haftaya yakındır bize yapmadığını bırakmadığını, ancak ustaca bir şekilde iz kalmamasına dikkat ettiğini, sürekli olarak bizi soğuk suda tutarak darp izlerinin oluşmamasına çalıştığını hatırlattık. Bize, adli tıbbın içteki arızalarla ilgilenmeyeceğini sadece görünüşte bir şey varsa ona göre rapor yazacağını ve gözle görülür izlerin olması için bir takım işlemler yapmak gerektiğini söyledi. Sıcak su ve madeni parayla cildin üzerinde darp izi oluşturmamızın gerekeceğini tavsiye etmesi üzerine, madeni para yardımıyla göğsümde ve sırtımda büyük morluklar oluşuncaya kadar cildi tahriş ettik ve adli tıptan 20 gün rapor alarak, avukata verdik. Aynı gün davayı açtı açmasına da, hiçbir zaman sonuçla ilgili bilgi alamadık. Çünkü kısa bir süre sonra darbe olmuştu ve biz ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştık.

Komiser Naci, bir arkadaşın açtığı telefon neticesinde her ne hikmetse benden korkmuş ve aşağıda nezarette bulunan arkadaşlardan Tayyip veya Edip gibilerini yukarıda bulunan sorgu/işkence odasına çağırarak, benim onu tehdit ettiğimi söylüyordu. Arkadaşların hepsi benim böyle bir şey yapmayacağımı söyleyerek beni kurtarmaya çalışırken, Edip daha ikna edici bir dille, ‘Müslümanların şu anda tebliğ devresinde olduğu ve hiçbir şekilde kan dökmelerinin mümkün olmadığını, tebliğ bütün insanlara ulaştıktan sonra, eğer karşı çıkanlar veya engelleyenler olursa ancak o zaman Müslümanların kendilerini savunmak zorunda kalacağını, tebliğ devresi olan bu merhalede öldürülsek bile cevap vermeyeceğimizi’ söyleyerek, onu ikna etmiş ve dolaylı olarak da beni onun elinden kurtarmıştı.

Metin Yüksel, Fatih camisinin avlusunda vurulduğu zaman ben Van cezaevinde yatıyordum. Ben cezaevinden çıktıktan sonra yeniden İstanbul’a dönmüştüm. Daha önce pasif durumda olan veya Metin Yüksel’in hareketli temposundan dolayı hissedilmeyen Edip Yüksel, bizim ancak gruplar halinde girebildiğimiz, solcularca kurtarılmış bölgelerdeki kıraathanelere tek başına giriyordu. Televizyonu kapattırıp, oyunları durdurduktan sonra bir masanın üzerine çıkıp uzun konuşmalar yaparak, İslam’ı tebliğ ediyordu. Defalarca ona çıkışmamıza ve korumasız gitmemesini istememize rağmen, her fırsatta aynı yöntemle tebliğine devam ediyordu.

Pötürgeli Dr. Remzi Pekdemir ve Solhanlı Tahir Tikici ile kaldığımız evler polis tarafından basılıp, karakol haline getirildikten sonra yolculuğa başlayıp, İran ve ardından da Pakistan topraklarına gelişimizin üzerinden aylar geçiyordu, ama biz henüz Peşaver topraklarından çıkamamıştık. En sonunda, bizi göndermemeleri durumunda, Hizb-i Cemaat-i İslami’ye gideceğimiz yolunda tehditler yapınca bize, birkaç gün sonrası için hazırlık yapmamızı söylediler.

Dev mitinglerle, sokaklardaki güçlü duruşumuzla yakın bir zamanda İslami bir yönetim kurabileceğimizi hayal ederken, ön hazırlıklı bir senaryoyla darbe olmuş ve ümitsizliğin içerisinde boğulmuştuk. Türkiye’de mücadelenin kırılmasıyla birlikte kitlesel olarak içerisine düştüğümüz zilleti daha fazla kaldıramayacağımız düşüncesiyle, gönüllü bir şekilde kendimizi ateşin içerisine atmaya hazırdık. Türkiye’de ümitlerimiz kırıldıktan sonra, sığındığımız İran’dan da istediğimiz/beklediğimiz umut ışığını göremeyince şehadet sloganıyla, ölüme koşuyorduk adeta. Gözlerimiz karaydı, korkusuzduk. Geride bizi yönlendirecek, bekleyecek, yol gösterecek hiçbir değer ve işaret fişeği kalmamıştı artık. Dolayısıyla ardımızda kalan köprüleri yıkmış, gemileri de yakmıştık. Aramızda sadece Bahattin Yıldız’ın, geride ara sıra mektuplaştığı bir gönül bağı vardı. Onun dışında her birimiz, gencecik yaşımızda, ideolojik, sosyal ve çözüm alanında tamamen çıkmaza girmiş, tıkanmış, tükenmiş ve kurtuluş yolu olarak da mukaddes topraklarda cihat ederek, şehit olmayı düşlemiş ve bu hayalimizin yakın bir zamanda gerçekleşeceği söylenince de mutluluğa gark olmuştuk. İnsanlara ‘şehadetin bütün çağlara ve nesillere bir çağrı’ olduğunu söyleyenler olarak, buna öncülük etmeliydik ve artık tıkanma noktasına gelen yolumuzun açılacağı müjdesi de verilmişti sanki. Oraya vardıktan sonra, Dr. Remzi’yi de ‘yaralı mücahitlere yardımcı olması için çağırma kararı’mızı uygulayamadık, çünkü daha İran’dayken onun ölüm haberini her tarafı keçe kalemlerle karartılarak sansürlenmiş Türkiye’den gelen gazetelerden okumuştuk. Bizden geriye kalan bir Dr. Remzi’miz vardı, o da şimdi yoktu.

Biz, dünyadaki her sosyal veya siyasal hareketin kopyasıydık ve dolayısıyla ayaklarımızın üzerinde duramıyorduk. Geriye dönüp baktığımızda, bizi kasırga gibi savuran darbenin öncesinde her birimiz bir yerlerde hazır ideolojilerin, düşüncelerin kalıplarıyla mücadele vermeye çalışmıştık. En belirgin özelliğimiz, oluşturulan şuranın verdiği kararları uygulayabilmekti. Fatih camisinde darbe öncesi okunan mevlitte muhalif isimlere dua edildiğinde tekbirlerle protesto edişimiz, mücadele bilincimizi pekiştirmiş, ciddi tutuklamalar karşısında firar ettiğimiz yerlerde halka büyük moral veren bu çıkışımızın izlerini ülkenin en uzak köşelerinde görerek, ümitlenmiştik.

Gönderme haberinden sonra, Bahattin kardeşle birlikte Afganistan’da lazım olabilecek ihtiyaçlarımızı almaya gitmiştik. Daha ilk geldiğimiz günden itibaren havanın sıcaklığından ve çevrenin pisliğinden dolayı çoğumuz hastaydık ve doktorun vermiş olduğu haplar artık fayda vermediğinden, çareyi tezgâhlarda satılan muz ve değişik sıcak bölge meyveleri yemekte bulmuştuk. Misafirhanenin dışında suyu olan, biri otelde ve öbürü de kapısında sürekli kuyruk olan çarşının çok uzaklarında yer alan bir tuvalet vardı. Hiçbir şekilde, çevresi açık olan, suyu bulunmayan ve insanların omuzlarındaki petuyu çevresine sarıp taşlarla, kerpiçlerle istinca yoluyla temizlendikleri tuvaletlere gitmeyi beceremedik. Zaten hasta olan bedenimizin, böylesi bir pisliği kaldıramayacağını bildiğimizden, olabildiğince buralardan uzak duruyorduk. İlaç yerine meyvelerle direncimizin kırılmasını önlemeye çalışmamıza rağmen, Cihat, Fatih ve birkaç arkadaş daha şiddetli bir şekilde ishale yakalanmışlardı. Hergün duş alıp, kendimizi koruyor, su yerine sıcak çay içmeye çalışıyorduk, ama yine de çoğumuz hastaydık.

Kısa bir süre sonra, Süleymaniye Diriliş Derneği’nden tanıdığım ve birçok olayda yürekliliğine tanık olduğum Malatyalı Abdulhamit Turgut geldi. Bizden sonra geldiğinden, Türkiye’deki gelişmeleri uzun süre ondan dinledik. Her akşam yemekten sonra gark olduğumuz muhabbetlerle, Pakistan’ın Peşaver kentinde ne aradığımızı bile unutur hale gelmiştik. Darbe öncesi eylemleri, düşünce yapımızı ve özellikle de Tevhit ve Şura ile birlikte gelişen İslam Devletine doğru gidişimizi değerlendiriyorduk. Gülüşmeler, ileriye dönük önerilerle şekil alan muhabbetlerimiz uzun sürmedi, zira aramızda bir an önce Ruslarla karşılaşmak isteyen sabırsız arkadaşlarımız vardı ve onlar her defasında sıkıntılarını dile getiriyorlardı. Onlar için bundan başka gündem yoktu ve olmamalıydı.

Misafirhanesinde bulunduğumuz Hizb-i İslam’i artık bizi gönderme kararı almıştı; ancak bu kez, gidecek grupa verilecek silahın gelmesini beklediklerini söylüyorlardı. Silahsız o dağları aşmaları ve istedikleri hedefe ulaşmaları imkânsız gibiydi. Bahattin ve Fatih öfkenin sınırlarını aşmışlardı bile, “lanet olsun! Bunlar bizi kandırıyorlar, hergün ‘yarın’ demekten başka hiçbir şey yapmıyorlar” diyerek öfkeden yerlerinde duramıyorlardı. “Başka bir hizbe gidelim. Cemiyete gitmiş olsaydık, bizi çoktan gönderirlerdi” şeklinde söyleniyorlardı. Ağayi Turki ismini taktıkları Muşlu Tuncer Göktaş’a ‘Türkiye’den arkadaşlar gelmiş!’ diyerek, bizi evinde buluşturan Abdulgaffar Maruf, Afganistan’a gidişimizi hızlandırmak için gördüğü her yetkiliye müracaat ediyor ve evine davet ederek, moral vererek bizi sakinleştirmeye çalışıyordu. Uzun bir süre, kapalı olan şehrin büyük parkıyla ilgili bize bilgi verirken, ‘parkın içerisinde büyük bir caminin Osmanlı mimarisine uygun yapıldığını ve açılışı da Türkiye Başbakanının yapacağını, bundan dolayı parkı kapalı tuttuklarını’ söyleyerek oyalaması da son bulmuştu. Zira büyük bir törenle açılan camiyi daha sonra görmüş ve gülmüştük. Abdulhamit (Bahattin), camiye bakıp gülerek Abdulgaffar’a ‘ya bu mu cami, buna bizim orada minyatür diyorlar’ diyerek takıldığında, Abdulgaffar’ın rahatsız olduğunu, kızaran yüzünden anlamıştık. Bu oyalamadan sonra, sinirler artık kopacak kadar gerilmişti.

Hergün gittiğimiz Hizb-i İslami bürosunda, Özbek Kerimi’nin de desteğiyle en sonunda bize tarih verilmiş, ancak bu kez silah bahanesiyle karşılaşmıştık. Her şeye rağmen yerimizde duramıyorduk. Bir an önce Afgan topraklarına gidip Rusların kökünü kazımak için büyük bir direnç gösteriyorduk, ancak ondan önce olanların tamamını verilen bu sözle unutmuştuk. En sonunda, 50 kişilik bir kafileyle iki kişilik koltuklara 3 kişi sıkıştırıldığımız ve ayakta, arabanın damındaki bagaj kısmında insanların istiflendiği araç yol almaya başladı. Otobüs bir çukura çarptığı zaman, ayaktakilerin hepsi üzerimize dökülüyorlardı. Gecenin geç saatlerine kader bu şekilde hareket ettik ve daha sonrasında bir mescidin kapısında durduk. İçinde ve avlusunda hasır sergiler vardı. Namazları kıldıktan sonra, ‘petu’larımızı üzerimize örtüp uyuduk. Güneşin kavurduğu bu ülkede ilk serin ve rahat gecemizi bu mescitte geçirmiştik. Ömrümüzün en huzurlu anlarıydı. Dilini, geleneklerini, sosyal yapısını bilmediğimiz ve hiçbir şekilde uyum gösteremediğimiz bu yabancı ülkenin dağlara yakın kasabasının mescidinde kaldığımız bu süre, hiç bitmesin istiyorduk. Ne var ki sabah namazından hemen sonra, yeniden yola koyulduk.

Bundan sonraki süreçte, neredeyse patika denilecek yollardan dağa doğru virajlardan kıvrılarak yükseliyorduk. Hedefimiz Himalyalar’ın gölgesindeki Sipingar’dı. Afganistan sınır kasabasına doğru yola devam ediyorduk. Yol boyunca, bizi ilgiyle izleyen ve kimi zaman hareketlerimize gülüşen insanların gözleri önünde sohbet ediyorduk. Darbe öncesi yaşadığımız olayları, solcuları taklit ederek kurtarılmış bölgeler ilan edişimizi uzun yıllar geçmiş gibi değerlendiriyorduk. Bakışmalara ve gülüşmelere ben aldırış etmezken, Abdulhamit, öfkelendiğini yüzüne, kimi zaman da ifadelerine yansıtıyordu. Tahammül sınırlarını aşan, kimi zaman sıcakta kavuran, kimi zaman da soğukta donduran yolculuğumuzda, Hindukuş dağlarının gölgesinde, çınar ağaçlarının yeşile boyadığı kasabaya kadar varmıştı. Hizbin yerini öğrendikten sonra, ‘onların’ konakladığımız yerden dışarı çıkmamamız yolundaki bütün ısrarlarına rağmen dışarı çıkıp çınarların altında yer alan bir çayhanede doyasıya çay içmiştik.

Akşamın serinliğinde dolaştığımız kasaba sokakları, Pakistan’ın diğer şehirlerine nazaran daha temiz ve düzenli görünüyordu. En azından her taraftan akan sular daha berraktı. Havanın serinliğinden, omzumuzdaki petularımıza iyice sığınıyorduk. Çaresiz Hizbin yolunu tuttuk. Akşam yemeği ve çaydan sonra bize tahsis edilen odaya çekilip orada muhabbet etmeye ve dinlenmeye başladık. Sabahın karanlığında Afganistan’a doğru hareket edecektik.

Sabah, gün aydınlanmadan ve kasabayı kucaklayan çınarların o tatlı duruşlarını yakından görmeden/hissetmeden karanlıklara karıştık. Bu kez, patika bir yoldan yürüyorduk. Sınırı geçtikten sonra bir köyde bize silahları vereceklerdi. Birkaç parça elbisemizin bulunduğu çantalarımızdan da kurtulmuştuk. Sadece üzerimizdeki elbiseler vardı. Uzun dağ yürüyüşünde en küçük bir ağırlık bile yürümeyi engelleyebilirmiş. Öyle dediler. Bizimle gelen Abdulgaffar Maruf, özellikle hiçbir ağırlık taşımamamız yolunda uyarmasına rağmen, daha önceki dağcılık tecrübemle ceplerimi şekerleme ve kuru üzüm doldurmuştum. Hiç bilmediğimiz ve duymadığımız bir yola gidiyorduk. Yanımızdaki mücahitlerin konuşmalarından çok azını anlayabiliyorduk ve zorlandığımız zaman Maruf yardımımıza yetişiyor veya onlarla Farsça konuşarak iletişim kurmaya çalışıyorduk.

Bahsettikleri köye vardığımızda sabah namazı vaktiydi: Mescitte namazlarımızı kıldıktan sonra köylülerin getirdiği kahvaltıyı, temiz havayı teneffüs ederek doyasıya yedik. Sonrasında, bizim silahlarımız getirildi. Ancak namlularını görür görmez hayal kırıklığına uğradık. Rusların modern silahlarına karşı bize verilen mavzerler, garibimize gitmişti. Fatih’in eski akıncılarından Fatih (Köksal), buna ilk itiraz edenlerdendi. Her konuda iyi manevra yapabilen Abdulgaffar, ‘bunların geçici olduğu’nu söyledi. Burada başka silah olmadığı için, yoldaki tehlikelere karşılık silahsız hareket etmemek için bu silahların verildiğini ve merkeze ulaşıldığında, silahların kaleşnikoflarla değiştirileceğini söyledi. Öfkelensek de kısmen ikna olmuştuk. Ormanların içinden yükseklere doğru tek sıra halinde yürümeye başladığımızda, üzerimizdeki küçük bir ağırlığın, yürüyüşümüze ne kadar olumsuz etkilediğini daha iyi anlıyorduk. Patika yollardan, kayalıklardan, dağlara doğru yürüyorduk. Önde olan Afganlılar, yolu bildiklerinden ve bedensel direnç sahibi olduklarından, her zaman bizden çok ileride yürüyorlardı.

Dağcılıktan kalan geleneğimi burada da sürdürüyordum. Geride kimse kalmasın diye en arkada yürüyordum. Dağ yürüyüşü yapanlar bilir; en arkadaki, sürekli olarak öndekine oranla en çok yorulandır. Afganlıların avuç avuç yuttukları haplara rağmen ishal hallerinin devam etmesi imdadımıza yetişmese, bu zorlu yolu bu tempoyla bitirmemiz imkânsızdı. En azından hiçbir şey yemiyor olsak bile, kısa aralıklarla tuvalet mollaları veriyorlar veya bizim arkadaşlar bu ihtiyaçlarını onlara bildiriyorlardı. Yol boyunca, sudan ve benim tanıdığım otlardan başka hiçbir yiyeceğimiz yoktu. Türkiye’den gelen arkadaşların dirençleri ishalle birlikte giderek kırılma noktasına geliyordu. Fırsat buldukça onlara kuru üzüm ve şekerlemeleri sınırlı bir şekilde veriyordum. Ayaklarımızdaki sandaletlerle sürekli suların içinden geçiyoruz ve kaçınılmaz olarak ıslanıyorlar, biraz kurudukları zaman da ayakta işkence haline dönüşüyorlardı. Kuruyan sandalet bağları ayak derisini jilet gibi sıyırdığından, her defasında birilerinin, sandaletleri ellerinde, yalınayak yürüdüklerine şahit oluyorduk. Daha yürüyüşün başından itibaren arkadaşların ayakları kanamaya başlamıştı bile. Abdulhamit, Tuncer’in deyimiyle ‘tam bir Afganlı’ idi. Başındaki takkesi, hafif kirli sakalı ve sırtındaki petusuyla, onların arkasından ayrılmıyor, aralarında fasıla oluşmasına fırsat vermiyordu. Arkadaki arkadaşlar ise, sürekli geride kalıyor ve bütün ısrarlarımıza rağmen, öndeki Afganlılar düzenli bir tempoyla yürümüyorlardı.

Abdulgaffar, bize neden en yükseklerden gitmemizin gerektiğini izah ederek, Sovyet uçak ve helikopterlerinin sürekli hareket halinde olduklarını, en küçük bir canlı gördükleri zaman bölgeyi bombardıman ettiklerini anlatıyordu anlatmasına da, bizim bundan bir korkumuz yoktu! Biz zaten bunun için gelmiştik ve öldürebildiğimiz kadar Rus öldürürken, şehit olmaya da hazırlıklıydık. Bir de bu zorlu yol olmasa... Sessiz ama sarsılmaz kayalar gibi durduğumuz Türkiye’den, buraları daha farklı algıladığımızı, daha farklı hayal ettiğimizi, gerçeklerle yüzleştiğimiz zaman daha iyi anlamaya başlamıştık. Hareket temposu hızlı olduğundan, yol boyunca muhabbet etmemiz de zorlaştıkça, sadece kendimizle başbaşaydık. Dağlara doğru yükseldikçe, zorluklara rağmen içimizde manevi bir atmosferin giderek genişlediğini ve bu atmosferin anaforunda kaybolduğumuzu daha iyi anlıyorduk. Sanki kirlenmiş yeryüzünden, temiz kalabilmiş yüksekliklere doğru yol aldıkça başka âlemlere doğru kanatlanıyorduk. Bunun yanında, açlık, yorgunluk ve hedefimizin bilinmezliği büyük bir moral çöküntüsü yaşamamıza yetiyordu. Buna rağmen, birbirimize moral vermeye gayret gösteriyorduk.

Sürekli gökyüzündeki savaş makinelerini de kollayarak yüksek çamların arasından ilerlerken, yer yer ormanların yandığını görüyorduk. Abdulgaffar, soru sormamıza bile fırsat vermeden, yangının, Sovyet uçaklarından atılan yangın bombaları neticesi meydana geldiğini söyledi. Biz, hayatın bir parçası olan ormanların, işgal güçleri tarafından yakılmasına inanmak istemezken, kısa bir süre sonra bomba kalıntılarını da görmekte gecikmemiştik. O zaman, savaşı hedef edinen işgal güçlerinin acımasızlığına ve insanlık karşısındaki pervasızlığına daha çok inandık.

Devam Edecek...

20031.jpg


Yakup Aslan yürüyüşün 2. Sırasında.... Diğer kardeşlerimiz değişik çoğrafyalarda şehit düştüler.

20030.jpg


Ayakta tek duran: Muzaffer Kalaycıoğlu

Soldan ikinci sırada oturan gözlükçü abimiz: Selahaddin Eş Çakırgil

Sağda oturanlardan en başta: Yakup Aslan

Diğer kardeşlerimiz değişik çoğrafyalarda şehit düştüler.



Kaynak: Haksöz Haber
 
Üst Ana Sayfa Alt