BİR SARAY MOLLASI: HAYRETTİN KARAMAN
Saray mollaları vardır, çeşitli sultanların saraylarına kapılanmışlar veya saraylarda görev almasalar bile saraylardan gördükleri taltiflerle hep sarayın yanında yer alır. Onların haksızlıklarına, zulümlerine karşı bir şey demezler, emri bil ma’rûf, nehyi anil münker görevlerini yerine getirmezler ve susarlar. Çoğu susmakla da kalmaz., onların haksızlıklarını hak gibi göstermek, zulümlerini de adâlet olarak göstermek için olmadık te’viller yaparlar. Bunun için de Kur’andan ve sünnetten konuyla hiç ilgisi olmayan deliller getirmeye, güyâ söylediklerinin Kur’an ve sünnete uygun olduğunu isbat etmeye çalışırlar.
İşte Hayrettin Karaman da böyle bir adamdır. O, ümmete örnek ve önder olacağına, ümmetin küfür sisteminin boyunduruklarından nasıl kurtulabileceğine, islâmın hâkimiyetinin nasıl sağlanacağına kafa yoracağına hep sarayın yanında yer almış, sarayın gayri islâmî uygulamalarına destek veren açıklamalar yapmıştı. Nitekim tâ 1970’li yıllardan beri yazdığı kitaplarda, yaptığı konuşmalarında bunu görmek mümkündür. O, İslâmın şer’î nikahını kabul etmeyen sistemin resmî nikahını savunuyor ve “eğer şartlar yerine geliyorsa resmî nikah geçerlidir, yeniden bir dînî nikaha gerek yoktur” diyordu. Şartlar dediği de, kişilerin Müslüman olması, iki şâhit, şâhitlerin ikisinin de erkek olması veya bir erkekle iki kadın olmasıydı. Halbuki aslolan îtikattı. İslâmın şer’î nikahını kabul etmeyen bir sistemin nikahı kabul edilebilir miydi? Müslüman fertler için aslolan dîni nikahtı. Resmî nikah ise çeşitli hakların elde edilebilmesi için bir teferruattan ibâretti.
O yine 1970’li yıllarda yazdığı kitaplarda, bankaların verdiği fâizin faiz olmadığını, enflasyondan dolayı değer kaybının karşılanması olduğunu ve dolayısı ile bu paraların caiz olduğunu söylüyordu. Bizzat bankalar aldıklarının faiz olduğunu açıklamalarına rağmen o bankalara, “hayır, siz faiz deseniz de o faiz değildir” diyordu. İşte bunun için Hayrettin Karaman devletin resmî kurumu olan Diyânet İşleri Başkanlığı’nın fetvacısı olarak biliniyordu. Diyânet İşleri Başkanlığı ehli sünnete bağlı âlimlerden fetvâ siteyecek değildi ya, elbette hükümetlerin yanında yer alan Belam tipli hocalardan görüş ve fetvâ isteyecek ve böylece devletle çatışmayacaktı.
İşte bu Hayrettin Karaman: “İktidara zarar verecekse doğruları söylemek caizdir diyemem” demiş. Nerde diyor bunu? WhatsApp grubunda diyor.
Hayrettin Karaman WhatsApp grubunda şöyle diyor:
“Bu iktidardan pek çok beklentiniz gerçekleşti, camiayı hayretle izliyorum, bak demedi demeyin, sonra Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olursunuz, iktidara zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikayetle doğruları söylemek caizdir diyemem.”
Neymiş? “İktidara zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikayetle doğruları söylemek caizdir diyemem”miş.
Hayrettin Karaman 13 Haz 2019’da Yeni Şafak gazetesinde yazdığı “Doğrucu Davud Olmak” isimli köşe yazısında da buna benzer şeyler söylüyor ve şöyle diyordu:
Zulmü engellemek için gerçeği söylememenin, doğru olanı açıklamamanın caiz olduğuna dair bir delilimiz var mı?
Müslim’in kitabına aldığı sahih bir hadisin meali şöyledir:
“İnsanların arasını bulan, bozulan meşru ilişkiyi düzelten kimse ile hayırlı/faydalı olanı söyleyen ve yayan kimse -gerçeği söylemiş olmasa bile- yalancı değildir.”
“Ravî ekliyor: “İnsanların yalan söylemelerine izin verilen şu üç şeyden başkasını duymadım: Savaşta gerektiği için, insanların arasını düzeltmek için, karının kocasına ve kocanın karısına –gönlünü almak için- söylediği gerçek dışı- söz.”
“Ve İslam alimleri şu hükümde ittifak etmişlerdir: Bir kimse haksız olarak canına kıymak istediği birini ararken onun yerini bilen bir şahsa sorsa, bu şahsın yalan söylemesi, mazlumun yerini söylememesi farzdır ve bu gibi durumlarda Doğrucu Davutluk etmek caiz değildir.”
Gördünüz mü Hayrettin Karaman’ın ne yaptığını? O, Allah Rasûlünün husûsî bir iki olay için söylediği bir hadisi genelleyerek hükümetlerin haksızlıklarını, zulümlerini söylememeye delil olarak gösteriyor. Yâni hadisleri ters yüz ederek, bozuk te’villerde bulunarak (her zaman yaptığı gibi) hükümetlerin yanında yer alarak halka, “Bu iktidardan pek çok beklentiniz gerçekleşti, camiayı hayretle izliyorum, bak demedi demeyin, sonra Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olursunuz, iktidara zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikayetle doğruları söylemek caizdir diyemem.” diyor. Yâni halka diyor ki; “Gözünüze dizinize dursun, hükümetten pek çok beklentinizi elde ettiniz, neden iktidarın haksızlıklarını, zulümlerini dillendirip duruyorsunuz? Elde ettiğiniz bir çok şey için hükümetin haksızlıklarını eleştirmeyin, susun. Doğrucu Davud olmayın” diyor.
Halbuki Muslim’de ve diğer hadis kitaplarında geçen; “İnsanların arasını bulan, bozulan meşru ilişkiyi düzelten kimse ile hayırlı/faydalı olanı söyleyen ve yayan kimse -gerçeği söylemiş olmasa bile- yalancı değildir” hadisi, araları kırgın olan iki Müslümanın veya araları bozuk olan karı ile kocanın aralarını düzeltmek için söylenmiştir. Bir de savaşta düşmana söylenen yalan, yalan sayılmamıştır. Mesela, düşman sizi yakalamış ve Müslümanların ordusu, silah durumu gibi şeyler hakkında sorular soruyor, siz böyle durumda onlara doğruları söyleyemezsiniz. Onları yanıltmak için gerçek dışı şeyler söylemenize izin verilmiştir. Ama hükümetlerin haksızlıklarını, zulümlerini söylememeye, onların bu haksızlık ve zulümleri karşısında susmaya izin vermemiştir. Nitekim bu konuda; “haksızlık karşısında susan dilsiz Şeytan’dır denilmiştir.
Kuşeyrî, Risalesinde (s.62) “Yeri geldiğinde konuşmak, en güzel bir haslet olduğu gibi, zamanında susmasını bilmek de erdemli insanların özelliğidir.” sözüne yer verdikten sonra, Üstad Ebu Ali ed-Dekkak’dan da şunları duyduğunu kaydeder: “Hakkı söylemeyen / haksızlık karşısında suskun kalan şeytandır.”
İbn Kayyim de el-Cevabu’l-vafî adlı aserinde (s.136) şu ifadelere yer vermiştir:
“Batıl / yanlış şeyleri söyleyerek insanlara nasihat eden, konuşan şeytandır. Hakkı söylemekten sakınan ise dilsiz şeytandır.”
Hz. Ali (r. a) ise; “Haksızlık önünde eğilmeyiniz, çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz” demiştir.
Bu konuda en önemli hadis de şu hadistir:
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cihadın en faziletlisi, zâlim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13. Ayrıca bk. Nesâî, Bey’at 37; İbni Mâce, Fiten 20)
Ebû Abdullah Târık İbni Şihâb el-Becelî el-Ahmesî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre ise, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ayağını özengiye koymuş vaziyette iken, bir adam:
– Hangi cihad daha faziletlidir, diye sordu? Peygamberimiz:
– “Zâlim sultan katında söylenen hak söz” buyurdular. (Nesâî, Bey’at 37)
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ i şöyle buyururken işittim demiştir:
“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17)
Yukardaki hadisin bir başka varyantı da İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edilen şu hadistir:
“Allah Teâlâ’nın benden önceki her bir ümmete gönderdiği peygamberin, kendi ümmeti içinde sünnetine sarılan ve emrine uyan ihlâslı ve seçkin yakın çevresi ve ashâbı vardı. Bu samimi çevre ve ashâbından sonra, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıklarını yapan kimseler onların yerini aldı. Böyle kimselerle eliyle cihad eden mü’mindir, diliyle cihad eden mü’mindir; kalbiyle cihad eden de mü’mindir. Bu kadarcığı da bulunmayanda hardal tanesi ağırlığında bile iman yoktur. “ (Müslim, Îmân 80)
Yine İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İsrailoğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı:Bir adam bir başka adama rastlar ve:Bana baksana! Allah’dan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket. Çünkü bu sana helâl değildir, derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ kalblerini birbirine benzetti. Sonra Resûl-i Ekrem şu âyeti okudu:
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar Dâvud’un ve Meryem oğlu İsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, baş kaldırmaları ve aşırı gitmeleriydi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Onlardan çoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin onlara âhiret hayatı için hazırladığı şeyler ne kötüdür! Allah onlara gazab etmiştir, onlar azab içinde temelli kalacaklardır. Eğer Allah’a Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi, fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir” [Mâide sûresi (5), 77-81].
Hz. Peygamber bu âyetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu:
“Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah Teâlâ kalblerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder. ” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsîru sûre (5), 6, 7)
Konunun bam telini oluşturan âyet ise şu âyettir:
“Andolsun, biz her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik.” (Nahl 36)
Allah kitabında; "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik” derken, peygamberlerin vârisleri olan âlimler de aynı yoldan giderek ümmeti tâgutlara karşı uyarmalı ve Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin birer tâgut olduklarını söylemeleri gerekmez miydi? Yine sonunda ölümde olsa tâgutların karşısında hakkı haykırmaları gerekmez miydi?
Şimdi, Hayrettin Karaman gibiler neden bu ve bunun gibi âyetleri ve hadisleri söylemezler de konuyla hiç ilgisi olmayan hadisleri delil getirmeye çalışırlar? Çünkü onların işi budur. Onlar, hükümetlerin gözüne girmek, onlardan taltif almak için bunu yaparlar. Böyle Belam tipli adamlar Müslümanlara küfür sistemlerinden nasıl kurtulabileceklerinin yolunu değil, küfür sistemlerinde nasıl kalınabileceğinin ve o sistemlerle çatışmadan nasıl yaşanabileceğinin yolunu gösterirler. Çünkü onlar sahabeleri değil, İmam Ebû Hanifeleri, İmam Mâlikleri, İmam Şâfîleri, İmam Ahmed Bin Hanbelleri, Sâid Bin Cubeyrleri değil, Belamları örnek almışlardır. Sonları da Belam gibi olacaktır. Ya bu dünyada ya öbür tarafta…
Saray mollaları vardır, çeşitli sultanların saraylarına kapılanmışlar veya saraylarda görev almasalar bile saraylardan gördükleri taltiflerle hep sarayın yanında yer alır. Onların haksızlıklarına, zulümlerine karşı bir şey demezler, emri bil ma’rûf, nehyi anil münker görevlerini yerine getirmezler ve susarlar. Çoğu susmakla da kalmaz., onların haksızlıklarını hak gibi göstermek, zulümlerini de adâlet olarak göstermek için olmadık te’viller yaparlar. Bunun için de Kur’andan ve sünnetten konuyla hiç ilgisi olmayan deliller getirmeye, güyâ söylediklerinin Kur’an ve sünnete uygun olduğunu isbat etmeye çalışırlar.
İşte Hayrettin Karaman da böyle bir adamdır. O, ümmete örnek ve önder olacağına, ümmetin küfür sisteminin boyunduruklarından nasıl kurtulabileceğine, islâmın hâkimiyetinin nasıl sağlanacağına kafa yoracağına hep sarayın yanında yer almış, sarayın gayri islâmî uygulamalarına destek veren açıklamalar yapmıştı. Nitekim tâ 1970’li yıllardan beri yazdığı kitaplarda, yaptığı konuşmalarında bunu görmek mümkündür. O, İslâmın şer’î nikahını kabul etmeyen sistemin resmî nikahını savunuyor ve “eğer şartlar yerine geliyorsa resmî nikah geçerlidir, yeniden bir dînî nikaha gerek yoktur” diyordu. Şartlar dediği de, kişilerin Müslüman olması, iki şâhit, şâhitlerin ikisinin de erkek olması veya bir erkekle iki kadın olmasıydı. Halbuki aslolan îtikattı. İslâmın şer’î nikahını kabul etmeyen bir sistemin nikahı kabul edilebilir miydi? Müslüman fertler için aslolan dîni nikahtı. Resmî nikah ise çeşitli hakların elde edilebilmesi için bir teferruattan ibâretti.
O yine 1970’li yıllarda yazdığı kitaplarda, bankaların verdiği fâizin faiz olmadığını, enflasyondan dolayı değer kaybının karşılanması olduğunu ve dolayısı ile bu paraların caiz olduğunu söylüyordu. Bizzat bankalar aldıklarının faiz olduğunu açıklamalarına rağmen o bankalara, “hayır, siz faiz deseniz de o faiz değildir” diyordu. İşte bunun için Hayrettin Karaman devletin resmî kurumu olan Diyânet İşleri Başkanlığı’nın fetvacısı olarak biliniyordu. Diyânet İşleri Başkanlığı ehli sünnete bağlı âlimlerden fetvâ siteyecek değildi ya, elbette hükümetlerin yanında yer alan Belam tipli hocalardan görüş ve fetvâ isteyecek ve böylece devletle çatışmayacaktı.
İşte bu Hayrettin Karaman: “İktidara zarar verecekse doğruları söylemek caizdir diyemem” demiş. Nerde diyor bunu? WhatsApp grubunda diyor.
Hayrettin Karaman WhatsApp grubunda şöyle diyor:
“Bu iktidardan pek çok beklentiniz gerçekleşti, camiayı hayretle izliyorum, bak demedi demeyin, sonra Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olursunuz, iktidara zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikayetle doğruları söylemek caizdir diyemem.”
Neymiş? “İktidara zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikayetle doğruları söylemek caizdir diyemem”miş.
Hayrettin Karaman 13 Haz 2019’da Yeni Şafak gazetesinde yazdığı “Doğrucu Davud Olmak” isimli köşe yazısında da buna benzer şeyler söylüyor ve şöyle diyordu:
Zulmü engellemek için gerçeği söylememenin, doğru olanı açıklamamanın caiz olduğuna dair bir delilimiz var mı?
Müslim’in kitabına aldığı sahih bir hadisin meali şöyledir:
“İnsanların arasını bulan, bozulan meşru ilişkiyi düzelten kimse ile hayırlı/faydalı olanı söyleyen ve yayan kimse -gerçeği söylemiş olmasa bile- yalancı değildir.”
“Ravî ekliyor: “İnsanların yalan söylemelerine izin verilen şu üç şeyden başkasını duymadım: Savaşta gerektiği için, insanların arasını düzeltmek için, karının kocasına ve kocanın karısına –gönlünü almak için- söylediği gerçek dışı- söz.”
“Ve İslam alimleri şu hükümde ittifak etmişlerdir: Bir kimse haksız olarak canına kıymak istediği birini ararken onun yerini bilen bir şahsa sorsa, bu şahsın yalan söylemesi, mazlumun yerini söylememesi farzdır ve bu gibi durumlarda Doğrucu Davutluk etmek caiz değildir.”
Gördünüz mü Hayrettin Karaman’ın ne yaptığını? O, Allah Rasûlünün husûsî bir iki olay için söylediği bir hadisi genelleyerek hükümetlerin haksızlıklarını, zulümlerini söylememeye delil olarak gösteriyor. Yâni hadisleri ters yüz ederek, bozuk te’villerde bulunarak (her zaman yaptığı gibi) hükümetlerin yanında yer alarak halka, “Bu iktidardan pek çok beklentiniz gerçekleşti, camiayı hayretle izliyorum, bak demedi demeyin, sonra Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olursunuz, iktidara zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikayetle doğruları söylemek caizdir diyemem.” diyor. Yâni halka diyor ki; “Gözünüze dizinize dursun, hükümetten pek çok beklentinizi elde ettiniz, neden iktidarın haksızlıklarını, zulümlerini dillendirip duruyorsunuz? Elde ettiğiniz bir çok şey için hükümetin haksızlıklarını eleştirmeyin, susun. Doğrucu Davud olmayın” diyor.
Halbuki Muslim’de ve diğer hadis kitaplarında geçen; “İnsanların arasını bulan, bozulan meşru ilişkiyi düzelten kimse ile hayırlı/faydalı olanı söyleyen ve yayan kimse -gerçeği söylemiş olmasa bile- yalancı değildir” hadisi, araları kırgın olan iki Müslümanın veya araları bozuk olan karı ile kocanın aralarını düzeltmek için söylenmiştir. Bir de savaşta düşmana söylenen yalan, yalan sayılmamıştır. Mesela, düşman sizi yakalamış ve Müslümanların ordusu, silah durumu gibi şeyler hakkında sorular soruyor, siz böyle durumda onlara doğruları söyleyemezsiniz. Onları yanıltmak için gerçek dışı şeyler söylemenize izin verilmiştir. Ama hükümetlerin haksızlıklarını, zulümlerini söylememeye, onların bu haksızlık ve zulümleri karşısında susmaya izin vermemiştir. Nitekim bu konuda; “haksızlık karşısında susan dilsiz Şeytan’dır denilmiştir.
Kuşeyrî, Risalesinde (s.62) “Yeri geldiğinde konuşmak, en güzel bir haslet olduğu gibi, zamanında susmasını bilmek de erdemli insanların özelliğidir.” sözüne yer verdikten sonra, Üstad Ebu Ali ed-Dekkak’dan da şunları duyduğunu kaydeder: “Hakkı söylemeyen / haksızlık karşısında suskun kalan şeytandır.”
İbn Kayyim de el-Cevabu’l-vafî adlı aserinde (s.136) şu ifadelere yer vermiştir:
“Batıl / yanlış şeyleri söyleyerek insanlara nasihat eden, konuşan şeytandır. Hakkı söylemekten sakınan ise dilsiz şeytandır.”
Hz. Ali (r. a) ise; “Haksızlık önünde eğilmeyiniz, çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz” demiştir.
Bu konuda en önemli hadis de şu hadistir:
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cihadın en faziletlisi, zâlim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13. Ayrıca bk. Nesâî, Bey’at 37; İbni Mâce, Fiten 20)
Ebû Abdullah Târık İbni Şihâb el-Becelî el-Ahmesî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre ise, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ayağını özengiye koymuş vaziyette iken, bir adam:
– Hangi cihad daha faziletlidir, diye sordu? Peygamberimiz:
– “Zâlim sultan katında söylenen hak söz” buyurdular. (Nesâî, Bey’at 37)
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ i şöyle buyururken işittim demiştir:
“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17)
Yukardaki hadisin bir başka varyantı da İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edilen şu hadistir:
“Allah Teâlâ’nın benden önceki her bir ümmete gönderdiği peygamberin, kendi ümmeti içinde sünnetine sarılan ve emrine uyan ihlâslı ve seçkin yakın çevresi ve ashâbı vardı. Bu samimi çevre ve ashâbından sonra, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıklarını yapan kimseler onların yerini aldı. Böyle kimselerle eliyle cihad eden mü’mindir, diliyle cihad eden mü’mindir; kalbiyle cihad eden de mü’mindir. Bu kadarcığı da bulunmayanda hardal tanesi ağırlığında bile iman yoktur. “ (Müslim, Îmân 80)
Yine İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İsrailoğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı:Bir adam bir başka adama rastlar ve:Bana baksana! Allah’dan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket. Çünkü bu sana helâl değildir, derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ kalblerini birbirine benzetti. Sonra Resûl-i Ekrem şu âyeti okudu:
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar Dâvud’un ve Meryem oğlu İsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, baş kaldırmaları ve aşırı gitmeleriydi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Onlardan çoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin onlara âhiret hayatı için hazırladığı şeyler ne kötüdür! Allah onlara gazab etmiştir, onlar azab içinde temelli kalacaklardır. Eğer Allah’a Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi, fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir” [Mâide sûresi (5), 77-81].
Hz. Peygamber bu âyetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu:
“Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah Teâlâ kalblerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder. ” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsîru sûre (5), 6, 7)
Konunun bam telini oluşturan âyet ise şu âyettir:
“Andolsun, biz her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik.” (Nahl 36)
Allah kitabında; "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik” derken, peygamberlerin vârisleri olan âlimler de aynı yoldan giderek ümmeti tâgutlara karşı uyarmalı ve Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin birer tâgut olduklarını söylemeleri gerekmez miydi? Yine sonunda ölümde olsa tâgutların karşısında hakkı haykırmaları gerekmez miydi?
Şimdi, Hayrettin Karaman gibiler neden bu ve bunun gibi âyetleri ve hadisleri söylemezler de konuyla hiç ilgisi olmayan hadisleri delil getirmeye çalışırlar? Çünkü onların işi budur. Onlar, hükümetlerin gözüne girmek, onlardan taltif almak için bunu yaparlar. Böyle Belam tipli adamlar Müslümanlara küfür sistemlerinden nasıl kurtulabileceklerinin yolunu değil, küfür sistemlerinde nasıl kalınabileceğinin ve o sistemlerle çatışmadan nasıl yaşanabileceğinin yolunu gösterirler. Çünkü onlar sahabeleri değil, İmam Ebû Hanifeleri, İmam Mâlikleri, İmam Şâfîleri, İmam Ahmed Bin Hanbelleri, Sâid Bin Cubeyrleri değil, Belamları örnek almışlardır. Sonları da Belam gibi olacaktır. Ya bu dünyada ya öbür tarafta…
Son düzenleme: