G
Çevrimdışı
1- Bize ait olan tarih üzerinde zihinlerimiz karıştırılmıştır. Tarihinden sıkılan bir nesil yetiştirilmek istenmiştir.
Esasen zikredilecek bir tarihi bulunmayan haçlı zihniyeti mensupları, iftihar edilecek tarihin mensubu nesillere etki etmişlerdir.
Üniversitelerinde öğrenci olarak tuttukları gençleri bu tuzağa çekmeyi başarmışlardır. Asırların tarihinden bir iki günlük olayın üzerinde tezler yazdırarak, o iki günlük olayı tarihin bütünü gibi gösterebilmişlerdir.
Geçmişin karıştırılması ile başlayan bu süreç, bugünkü hayata bakışın da bulandırılmasına gelmiştir. Yeni nesiller ne düne ne de bugüne berrak bir gözle bakamamışlardır.
Gelinen neticede sadece batılı değerler öne çıkmış, onlar yüceltilip durmuştur. İslam ve İslam'ın yönetimi yerilmiş Batı ve Batı Yönetimi adeta takdis edilmiştir.
Batı'yı yansıtan meselâ demokrasi, zuhur etmiş bir mehdi gibi gösterilmiştir. Müslümanlar arasında önceleri dışlanan bu kavramlar artık gerçek savunucusu Müslümanlardan başkası olmayan bir fitne durumuna gelmiştir.
Abdest ve namaz gibi İslam'ın siyasetini, dünyaya vermek istediği şekli de öğrenme ve öğretmede gecikmiş bulunuyoruz. Bir önceki asır, Müslümanlar açısından yanan evden acil kurtarılacakları kurtarma dönemi idi. Bu nedenle de abdest ve namaz, namazda okunacak kısa sureler yangından kurtarıldı. Şimdi ise evimizde neyimiz varsa onu kurtarma zamanı gelmiştir. Yangın devam etse de biz tecrübe sahibi olduğumuz gibi dinimizi bütünü ile kurtarmalıyız.
2- Bizimle kâfirler arasında cereyan eden savaş, 'mü'minlerle kâfirler arasında' bir savaş olarak anlaşılırsa bu bir çeşit anlama tarzı hatasıdır.
Onlarla aramızda süren savaş, 'Allah ile kâfirler arasında' bir savaştır. Mü'minler bu savaşta inşaallah Allah'ın askerleridirler sadece.
Mü'minler, kâfirleri yendiklerine ya da onlara yenildiklerine bakmayacaklardır. Anlayışı bu olan mü'min, yendiğine yenildiğine bakmaz; askeri olmakla şereflendiği Allah'ın rızasını kazanıp kazanamadığına bakar.
'Kâfirlerle savaşmakla' 'Allah'ın askeri olarak savaşmak' arasındaki bariz fark bu olmalıdır.
Ashabı kiramın Bedir'de ve diğer meydanlardaki cihadını bu bakışla izlediğimizde, yaptıklarını neden yapmakta zorlandığımızı da anlayabiliriz.
Gelişen olaylar ve küfrün dünya hükümranlığının nedenlerini ve sonuçlarını kavramamız da kolaylaşacaktır.
Örnek olarak Nûr suresinin elli beşinci, Tevbe suresinin otuz iki ve otuz üçüncü ayetleri, Enfal suresinin otuz altıncı âyeti, Yusuf suresinin yirmi birinci âyeti ve özellikle Sâffât suresinin yüz yetmiş bir ile yüz yetmiş üçüncü âyetleri defalarca okunup üzerinde dersler yapılabilir.
Gelişen olaylar ve küfrün dünya hükümranlığının nedenlerini ve sonuçlarını kavramamız da kolaylaşacaktır.
Örnek olarak Nûr suresinin elli beşinci, Tevbe suresinin otuz iki ve otuz üçüncü ayetleri, Enfal suresinin otuz altıncı âyeti, Yusuf suresinin yirmi birinci âyeti ve özellikle Sâffât suresinin yüz yetmiş bir ile yüz yetmiş üçüncü âyetleri defalarca okunup üzerinde dersler yapılabilir.
3- Allah'ın mü'min kullarını yardımı inkâr edilemez bir hakikattir; Allah kullarına yardım edecektir. Bunu bir kanun maddesi gibi kaydedebiliriz.
İkinci bir kanun maddesi olarak da şunu kaydetmeliyiz: Allah, sadece mü'min oldukları için kullarına yardım etmeyi de vaat etmemiştir.
Allah'ın yardımına müstahak olmanın tek şartı mü'min olmak değildir.
Uhud'da imanları kati olan yani mü'min olduklarında kimsenin şüphesi bulunmayan ve Peygamber aleyhisselamın yanı başında onun komutası altında cihat edenlere yardım etmediği olmuştur.
Biz bunu, Uhud'da yardımı gecikmiştir şeklinde de izah edebiliriz. Yorumumuz nasıl olursa olsun neticede Allah'ın, içlerinde Peygamber aleyhisselamın da bulunduğu bir mü'min orduya, çok sıkıştıkları bir anda bizim 'yardım' dediğimiz bir anlamda yardım etmediği de olmuştur. Bu da elbette tesadüf değildir.
Yusuf suresinin yüz onuncu âyetinde, peygamberlere bile hemen yardım gelmediğine, bilakis yardımın belli bir olgunlaşma sürecinden sonra geldiğine dair işaret vardır.
Muhammed suresinin yedinci âyeti bu husustaki kanunu belirlemektedir. O kanun da şudur:
'Ey müminler! Siz Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar.'
Mü'minlerin Allah'a yardım etmesindeki 'yardım etmeyi' şüphesiz, camilerin yardım kutularına sadaka bırakmak şeklinde anlayacak değiliz. Mü'minin Allah'a yardım etmesi, O'nun dinini sahiplenmesi, dininin emir ve yasakları konusundaki imtihanı kazanması şeklindedir.
Allah'tan yardım beklemeden önce, o yardıma müstahaklık sürecinin oluşturulması gerekmektedir. Mü'min fertler olarak, aileler olarak, cemaat olarak...
Bu süreci maddeler hâlinde şu şekilde belirleyebiliriz:
a- Akidemizde bir sorun olmamalıdır. Felsefe karıştırılmamış, beşeri sistemlerin etkisinde kalmamış bir akide ile yaşayan mü'minler olmalıyız.
b- Amellerimiz ihlaslı olmalıdır. Yaptığımızı Allah için yapma, beşerden birinin etkisinde kalmama olgunluğuna sahip olmalıyız.
c- Sözümüz, malımız, bedenimiz Allah'a adanmış olmalıdır. Evimizi, iş yerimiz, kültürümüzü Allah'ın dinine hizmette kullanabilme başarımız, yardım için çok önemlidir.
d- Bütün derin anlamları ile sabrı kuşanmalıyız.
Sabır imtihanının bizden önceki ümmetler üzerinde hatta peygamberler üzerinde nasıl denendiğini çok önemli bir çizgi olarak önümüzde tutmalıyız. Bize göre yapılmış hesaplar yerine Allah'a göre yapılmış hesaplar kullanmalıyız.
Zaman bizim zamanımız değildir; zamanı yaratan Allah'tır, kullandıran da O'dur. Olayların hükümranı da O'dur. Biz ise sadece O'nun kullarıyız.
Kulluğumuzu bilip üzerimize düşeni yaptıktan sonra, hesabın da O'nun hesabı ile yapılacağını idrak etmemiz gerekmektedir. 'Şu kadar seneyi, şu kadar iş yapmayı' başarının ve yardımın yeterli ön şartı gibi görmek doğru değildir.
e- İnsan olarak üzerimize düşeni yaptığımızdan emin olmaya mecburuz. İnsanî gücü kullanmada, Allah'a iman etmeyenlerin gerisinde kalmanın yardıma engel olabileceğini bilmemiz gerekir.
İnsan olarak çaresizliğimiz, imtihan olarak imkânsızlığımız başka şey, tembellik ve idare edememek başka şeydir.
f- Allah, bizi dua eden kulları olarak görmek istemektedir. Maddi ve manevi sebeplere tevessül ettiğimizi mutmain olabilmemiz için o sebeplerden biri olarak da 'yoğun dua edebildiğimizi' de söyleyebilmeliyiz.
Bu dua, toplantıları bitirirken topluca dua etmenin ötesinde bir dua olmalıdır.
Münferit olarak, gece seccadelerimizin başındaki dualarımız, törensel dualarımızdan daha değerlidir.
Bunların biri bir kültürü yansıtırken diğeri içimizdeki samimiyeti ve kimliğimizdeki bağı yansıtacaktır.
g- Dini korumayı, içimizdekilerin bir bölümüne ait görev ya da uzmanlık alanı olarak gördüğümüzde kendimizle çelişmiş oluruz. Din hepimizindir, hepimiz dinimiz için olmalıyız.
Din hepimizin ama birilerimiz dinimiz için seçilmiş tarzındaki uygulama, Allah'tan yardım gören nesillerin uygulaması değildir.
Havamız, suyumuz nasıl ortak değerimiz olarak muhafaza ediliyor, herkes onları korumada kendini görevli addediyorsa aynı anlayış din için de olmalıdır.
4- Umut en güçlü enerjimizdir. Umudumuzu tüketen enerjimizi tüketmektedir. Umudumuzu israf eden de enerjimizi israf etmektedir.
Ne o ne de bu, kabullenebileceğimiz bir zarar olamaz.
Camilerimizin kürsülerinde, salonlarımızın hitabet yapılan mikrofonlarında, neticede bizi emelini yitirmiş, Allah'ın bile üstesinden gelmeyeceği olayların içinde yoğrularak kaybolmuş cılız insanlar hâline getiren mesajları kabullenemeyiz.
Bizi içimizden çökerten bir saldırı gibidir bu. Ayakları yere basmamakla, yere çivilenmiş ayakların sahibi olmak arasında bir umut ve umuttan kaynaklanan enerji sahibi mü'min olmak isteriz.
Hatiplerimiz, konuşmacılarımız, yazarlarımız dinledikleri haberler, izledikleri olaylardan başlarını kaldırıp Allah'ın kitabına, Peygamber aleyhisselamın hadislerine ve dünyanın geçmiş tarihine baksınlar da bize öyle konuşsunlar.
Biz, insanlık için çıkarılmış en iyi ümmetiz. Biz bu hâlimizle bile olsa insanlığın umuduyuz. Bizi yıpratanlar, insanlığın son gemisini de batırmak istemektedirler. Biz, insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmetiz, son umuduz biz.
Biz Allah'ın rahmetine ermiş bir ümmetiz, biz merhumuz. Merhum bir ümmet olmak bizde tecelli etmiştir.
Bizim ümmetimiz sapıklıkta ve saplantıda çakılıp kalır bir ümmet değildir.
Biz cennete ilk girecek ümmetiz, elimizde cennet kapılarının anahtarları vardır; bu umutla ve bu heyecanla yatar kalkarız.
Kutuplara kadar ulaşacak el sahibi biziz.
Biz günü birlik bir ümmet değiliz; üzerimizdeki hesaplar şu toplantıda bu salonda yapılmış olabilir ama bizim kaderimiz Arş'ta yazılmıştır. Arş'ta yazılanı salonlardaki kararlar bozamaz.
Bizim kaderimizi el bombaları ve nükleer silahlar tahrip edemez. Öleni şehit, kalanı gazi bir ümmetiz.
Dünya dönsün dursun, küfür yürüsün veya sürünsün, hesap yapan hesap yapsın; bizim sloganımız bellidir: Allahuekber!
Nureddin Yildiz – Not defterinden paragraflar
Esasen zikredilecek bir tarihi bulunmayan haçlı zihniyeti mensupları, iftihar edilecek tarihin mensubu nesillere etki etmişlerdir.
Üniversitelerinde öğrenci olarak tuttukları gençleri bu tuzağa çekmeyi başarmışlardır. Asırların tarihinden bir iki günlük olayın üzerinde tezler yazdırarak, o iki günlük olayı tarihin bütünü gibi gösterebilmişlerdir.
Geçmişin karıştırılması ile başlayan bu süreç, bugünkü hayata bakışın da bulandırılmasına gelmiştir. Yeni nesiller ne düne ne de bugüne berrak bir gözle bakamamışlardır.
Gelinen neticede sadece batılı değerler öne çıkmış, onlar yüceltilip durmuştur. İslam ve İslam'ın yönetimi yerilmiş Batı ve Batı Yönetimi adeta takdis edilmiştir.
Batı'yı yansıtan meselâ demokrasi, zuhur etmiş bir mehdi gibi gösterilmiştir. Müslümanlar arasında önceleri dışlanan bu kavramlar artık gerçek savunucusu Müslümanlardan başkası olmayan bir fitne durumuna gelmiştir.
Abdest ve namaz gibi İslam'ın siyasetini, dünyaya vermek istediği şekli de öğrenme ve öğretmede gecikmiş bulunuyoruz. Bir önceki asır, Müslümanlar açısından yanan evden acil kurtarılacakları kurtarma dönemi idi. Bu nedenle de abdest ve namaz, namazda okunacak kısa sureler yangından kurtarıldı. Şimdi ise evimizde neyimiz varsa onu kurtarma zamanı gelmiştir. Yangın devam etse de biz tecrübe sahibi olduğumuz gibi dinimizi bütünü ile kurtarmalıyız.
2- Bizimle kâfirler arasında cereyan eden savaş, 'mü'minlerle kâfirler arasında' bir savaş olarak anlaşılırsa bu bir çeşit anlama tarzı hatasıdır.
Onlarla aramızda süren savaş, 'Allah ile kâfirler arasında' bir savaştır. Mü'minler bu savaşta inşaallah Allah'ın askerleridirler sadece.
Mü'minler, kâfirleri yendiklerine ya da onlara yenildiklerine bakmayacaklardır. Anlayışı bu olan mü'min, yendiğine yenildiğine bakmaz; askeri olmakla şereflendiği Allah'ın rızasını kazanıp kazanamadığına bakar.
'Kâfirlerle savaşmakla' 'Allah'ın askeri olarak savaşmak' arasındaki bariz fark bu olmalıdır.
Ashabı kiramın Bedir'de ve diğer meydanlardaki cihadını bu bakışla izlediğimizde, yaptıklarını neden yapmakta zorlandığımızı da anlayabiliriz.
Gelişen olaylar ve küfrün dünya hükümranlığının nedenlerini ve sonuçlarını kavramamız da kolaylaşacaktır.
Örnek olarak Nûr suresinin elli beşinci, Tevbe suresinin otuz iki ve otuz üçüncü ayetleri, Enfal suresinin otuz altıncı âyeti, Yusuf suresinin yirmi birinci âyeti ve özellikle Sâffât suresinin yüz yetmiş bir ile yüz yetmiş üçüncü âyetleri defalarca okunup üzerinde dersler yapılabilir.
Gelişen olaylar ve küfrün dünya hükümranlığının nedenlerini ve sonuçlarını kavramamız da kolaylaşacaktır.
Örnek olarak Nûr suresinin elli beşinci, Tevbe suresinin otuz iki ve otuz üçüncü ayetleri, Enfal suresinin otuz altıncı âyeti, Yusuf suresinin yirmi birinci âyeti ve özellikle Sâffât suresinin yüz yetmiş bir ile yüz yetmiş üçüncü âyetleri defalarca okunup üzerinde dersler yapılabilir.
3- Allah'ın mü'min kullarını yardımı inkâr edilemez bir hakikattir; Allah kullarına yardım edecektir. Bunu bir kanun maddesi gibi kaydedebiliriz.
İkinci bir kanun maddesi olarak da şunu kaydetmeliyiz: Allah, sadece mü'min oldukları için kullarına yardım etmeyi de vaat etmemiştir.
Allah'ın yardımına müstahak olmanın tek şartı mü'min olmak değildir.
Uhud'da imanları kati olan yani mü'min olduklarında kimsenin şüphesi bulunmayan ve Peygamber aleyhisselamın yanı başında onun komutası altında cihat edenlere yardım etmediği olmuştur.
Biz bunu, Uhud'da yardımı gecikmiştir şeklinde de izah edebiliriz. Yorumumuz nasıl olursa olsun neticede Allah'ın, içlerinde Peygamber aleyhisselamın da bulunduğu bir mü'min orduya, çok sıkıştıkları bir anda bizim 'yardım' dediğimiz bir anlamda yardım etmediği de olmuştur. Bu da elbette tesadüf değildir.
Yusuf suresinin yüz onuncu âyetinde, peygamberlere bile hemen yardım gelmediğine, bilakis yardımın belli bir olgunlaşma sürecinden sonra geldiğine dair işaret vardır.
Muhammed suresinin yedinci âyeti bu husustaki kanunu belirlemektedir. O kanun da şudur:
'Ey müminler! Siz Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar.'
Mü'minlerin Allah'a yardım etmesindeki 'yardım etmeyi' şüphesiz, camilerin yardım kutularına sadaka bırakmak şeklinde anlayacak değiliz. Mü'minin Allah'a yardım etmesi, O'nun dinini sahiplenmesi, dininin emir ve yasakları konusundaki imtihanı kazanması şeklindedir.
Allah'tan yardım beklemeden önce, o yardıma müstahaklık sürecinin oluşturulması gerekmektedir. Mü'min fertler olarak, aileler olarak, cemaat olarak...
Bu süreci maddeler hâlinde şu şekilde belirleyebiliriz:
a- Akidemizde bir sorun olmamalıdır. Felsefe karıştırılmamış, beşeri sistemlerin etkisinde kalmamış bir akide ile yaşayan mü'minler olmalıyız.
b- Amellerimiz ihlaslı olmalıdır. Yaptığımızı Allah için yapma, beşerden birinin etkisinde kalmama olgunluğuna sahip olmalıyız.
c- Sözümüz, malımız, bedenimiz Allah'a adanmış olmalıdır. Evimizi, iş yerimiz, kültürümüzü Allah'ın dinine hizmette kullanabilme başarımız, yardım için çok önemlidir.
d- Bütün derin anlamları ile sabrı kuşanmalıyız.
Sabır imtihanının bizden önceki ümmetler üzerinde hatta peygamberler üzerinde nasıl denendiğini çok önemli bir çizgi olarak önümüzde tutmalıyız. Bize göre yapılmış hesaplar yerine Allah'a göre yapılmış hesaplar kullanmalıyız.
Zaman bizim zamanımız değildir; zamanı yaratan Allah'tır, kullandıran da O'dur. Olayların hükümranı da O'dur. Biz ise sadece O'nun kullarıyız.
Kulluğumuzu bilip üzerimize düşeni yaptıktan sonra, hesabın da O'nun hesabı ile yapılacağını idrak etmemiz gerekmektedir. 'Şu kadar seneyi, şu kadar iş yapmayı' başarının ve yardımın yeterli ön şartı gibi görmek doğru değildir.
e- İnsan olarak üzerimize düşeni yaptığımızdan emin olmaya mecburuz. İnsanî gücü kullanmada, Allah'a iman etmeyenlerin gerisinde kalmanın yardıma engel olabileceğini bilmemiz gerekir.
İnsan olarak çaresizliğimiz, imtihan olarak imkânsızlığımız başka şey, tembellik ve idare edememek başka şeydir.
f- Allah, bizi dua eden kulları olarak görmek istemektedir. Maddi ve manevi sebeplere tevessül ettiğimizi mutmain olabilmemiz için o sebeplerden biri olarak da 'yoğun dua edebildiğimizi' de söyleyebilmeliyiz.
Bu dua, toplantıları bitirirken topluca dua etmenin ötesinde bir dua olmalıdır.
Münferit olarak, gece seccadelerimizin başındaki dualarımız, törensel dualarımızdan daha değerlidir.
Bunların biri bir kültürü yansıtırken diğeri içimizdeki samimiyeti ve kimliğimizdeki bağı yansıtacaktır.
g- Dini korumayı, içimizdekilerin bir bölümüne ait görev ya da uzmanlık alanı olarak gördüğümüzde kendimizle çelişmiş oluruz. Din hepimizindir, hepimiz dinimiz için olmalıyız.
Din hepimizin ama birilerimiz dinimiz için seçilmiş tarzındaki uygulama, Allah'tan yardım gören nesillerin uygulaması değildir.
Havamız, suyumuz nasıl ortak değerimiz olarak muhafaza ediliyor, herkes onları korumada kendini görevli addediyorsa aynı anlayış din için de olmalıdır.
4- Umut en güçlü enerjimizdir. Umudumuzu tüketen enerjimizi tüketmektedir. Umudumuzu israf eden de enerjimizi israf etmektedir.
Ne o ne de bu, kabullenebileceğimiz bir zarar olamaz.
Camilerimizin kürsülerinde, salonlarımızın hitabet yapılan mikrofonlarında, neticede bizi emelini yitirmiş, Allah'ın bile üstesinden gelmeyeceği olayların içinde yoğrularak kaybolmuş cılız insanlar hâline getiren mesajları kabullenemeyiz.
Bizi içimizden çökerten bir saldırı gibidir bu. Ayakları yere basmamakla, yere çivilenmiş ayakların sahibi olmak arasında bir umut ve umuttan kaynaklanan enerji sahibi mü'min olmak isteriz.
Hatiplerimiz, konuşmacılarımız, yazarlarımız dinledikleri haberler, izledikleri olaylardan başlarını kaldırıp Allah'ın kitabına, Peygamber aleyhisselamın hadislerine ve dünyanın geçmiş tarihine baksınlar da bize öyle konuşsunlar.
Biz, insanlık için çıkarılmış en iyi ümmetiz. Biz bu hâlimizle bile olsa insanlığın umuduyuz. Bizi yıpratanlar, insanlığın son gemisini de batırmak istemektedirler. Biz, insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmetiz, son umuduz biz.
Biz Allah'ın rahmetine ermiş bir ümmetiz, biz merhumuz. Merhum bir ümmet olmak bizde tecelli etmiştir.
Bizim ümmetimiz sapıklıkta ve saplantıda çakılıp kalır bir ümmet değildir.
Biz cennete ilk girecek ümmetiz, elimizde cennet kapılarının anahtarları vardır; bu umutla ve bu heyecanla yatar kalkarız.
Kutuplara kadar ulaşacak el sahibi biziz.
Biz günü birlik bir ümmet değiliz; üzerimizdeki hesaplar şu toplantıda bu salonda yapılmış olabilir ama bizim kaderimiz Arş'ta yazılmıştır. Arş'ta yazılanı salonlardaki kararlar bozamaz.
Bizim kaderimizi el bombaları ve nükleer silahlar tahrip edemez. Öleni şehit, kalanı gazi bir ümmetiz.
Dünya dönsün dursun, küfür yürüsün veya sürünsün, hesap yapan hesap yapsın; bizim sloganımız bellidir: Allahuekber!
Nureddin Yildiz – Not defterinden paragraflar