Bu konuda söze başlamadan evvel unutmamamız gereken bazı noktalar vardır. Bunlar:
1. Bu akide rabbanidir
2. Şeriatın kendisi üzerine bina edilmiş olan bu akide dünya ve ahirette insanın saadetini üstlenmiştir.
3. Seyyid Kutup'un da "Sosyal Adalet" adlı eserinde ifade ettiği gibi bu akide insanlarla kâinat arasındaki münasebetleri düzenlerken ruh ve cesedi birlikte; dini hayatı düzenlerken de ibadetle çalışmayı birlikte ele almıştır.
4. Kişinin tüm hâl ve hareketleri taşıdığı akidenin hayata yansımasıdır.
5. Akidesiz yapılan hiçbir amelin Allah (cc) kalında kıymeti yoktur. "Rablerine küfredenlerin (kâfirlerin) hali şudur: Yaptıkları ameller (boşa gitme bakımından) fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şey ellerine geçmez..." (İbrahim, 18)
Bu beş esasın kurtuluş ve saadeti arzulayan herkes için yolumuzu aydınlatan bir fener olarak kabul edilmesi gerekmektedir.
Akidenin bu öneminden dolayı Allah (cc) kitabında akideye büyük bir yer vermiş, akidenin nefislerde yerleşmesi için ona uzun zaman tanımıştır. Aynı zamanda Mekki dönemdeki ayetlerin tamamı bu mevzuyu işlemiştir. Çünkü akidenin nefislerde yerleşip olgunlaşması zor ve yavaş yavaş meydana gelen bir olaydır. Bu durum neredeyse bedenin gelişip büyümesine eşit bir zamana muhtaçtır. "Hem O'nu, bir Kur'an olarak ayetlere ayırdık ki insanlara dura, dura okuyasın. Biz onu yavaş yavaş (ve ayet ayet yirmi üç yılda) indirdik." (İsra, 106)
Kur'an'ın bölümlere ayrılması ve insanlara ağır ağır okunması meseleleri her ikisi de ayette arzulanan şeylerdir.
Aynı şekilde şeriatın hükümlerinin uygulanması akidenin kalplerde yerleşmesine muhtaçtır. Bundan dolayı, kendi gayretleri ile bu dini bizlere ulaştıran sahabe-i kiramın gönüllerine, bu akidenin yerleşmesi için ahkâm ayetlerinin inişi Medine'de gerçekleşmiştir.
Ebu'l Hasen en-Nedvi "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı kitabında "Büyük düğüm çözüldü" başlığı altında şunları söylemektedir: bu arada bu kitabın kıymetini hatırlatarak hiçbir kütüphanenin bundan boş kalmamasını, herkesin bu kitabı okumasını tavsiye ederim-
"...Büyük düğüm çözüldü: Şirk ve küfür düğümü... Diğer düğümlerde kendiliğinden çözülüverdi. Rasulullah ilk cihad bayrağını açtığında her emir ve nehiy için bir cihad usulü takip etmeye ihtiyaç duymadı. İslâm, cahiliyyet ile yaptığı ilk savaşta muzaffer oldu. İçkiyi yasaklayan ayet nazil olduğunda, elleri avuçları şarapla dolu idi. Allah'ın (cc) yüce fermanı içki kadehleri ile yanan ciğerlerle, susayan dudaklar arasında bir set çekiverdi. Şarap fıçıları parçalandı. Medine sokaklarında sel gibi içki aktı. Bir tek kelime; "Yaptıklarınıza son vermeyecek misiniz?" (Maide. 9) Sözü onların atalarından devraldıkları cahili adetleri kökünden yıkmış, paramparça etmişti. Bu suale cevaben: "Son verdik, son verdik" demişlerdi.
Hâlbuki Amerika'da çeşitli gazete ve dergilerde içkinin zararları anlatılmış, konferans, film ve afişlerle içkinin yasaklanmasına çalışılmış, içkiyi kaldırmak için yaklaşık 60 milyon dolar harcanmış, 10 milyon adet bildiri bastırılıp dağıtılmış, çıkarılan kanunların yürürlüğe konması için 250 milyon harcanmış, 300 kişi idamla, yarım milyon kişi de hapisle cezalandırılmıştı. İçki yasağı kanununa uymayanlar yaklaşık 404 milyon Mısır cüneyhi para cezasına çarptırılmıştı. Ancak tüm bu yapılanlar Amerikan halkının içkiye düşkünlüğünü artırmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı.
Bu iki durum arasındaki fark nedir? Farkın tespiti çok basittir: Emirlerin uygulanmasındaki asıl faktör kişilerde var olan akidedir.
İşte akide bu dine nispetle bir ağacın gövde ve kökleri mesabesindedir. Gövde yerin derinliklerine kök salmadığı müddetçe ağacın kalın ve yüksek dallarını çekemez. Aynı şekilde akideyi bir binanın temeli olarak kabul edebiliriz. Nasıl ki büyük bir bina için, o binanın üzerine oturacağı temellerin çok sağlam olması gerekiyorsa, üzerine İslâm kanunlarının bina edileceği akide temelinin de aynı şekilde sağlam olması gerekmektedir.
Burada şu gerçek ortaya çıkmaktadır; binanın yükseltilmesine başlanmadan önce temelin sağlam bir şekilde atılması lazımdır. Aksi takdirde bina çöker.
Bu dine davet ettiğimiz insanlarda da durum aynı şekildedir. Onların terbiyesine her şeyden evvel iman esası ile başlamamız lâzımdır. Özellikle bu metod akide mefhumunun karmaşık bir şekil aldığı, herkesin müslüman olduğunu iddia ettiği günümüz insanı için uygulanmalıdır.
Bize düşen Rasulullah'ın takip ettiği metodu takip etmektir. Bu da önce nefislerde akideyi yerleştirmek ve sonra da İslâm'ın fer'i meselelerini onlardan istemekle mümkün olur.
Onlara öğretmemiz gereken meselelere gelince kısaca şöyledir: Rablerinin büyüklüğü, azameti, kâinattaki düzeninin geçerliliği, mülkün sahibi olması, her şeyin tasarrufunun yed'i kudretinde (O'nun elinde) olması, bütün işlerin sonunda O'na döndürülmesi, bütün kullara galip gelmesi, yaratan ve rızık verenin O olması gibi Kur'an ve sünnette geçen vasıflardır.
Bizim işte bu noktadan başlamamız gerekmektedir. Fakat biz, emir ve hüküm sahibi olan rablerini tanımazdan evvel insanlardan şeriatın fer'i meselelerini istersek, tohumları toprak yerine havaya saçmak gibi abes bir işle meşgul olmuş oluruz.
Akidenin bu önem ve hassasiyetinden dolayı Kur'an-ı Kerim'de akide ile ilgili ayetlerin büyük bir bölümü dikkat bildiren "De ki" ifadesi ile gelmiştir.
"De ki: O Allah birdir." (İhlâs, 1)) "De ki, Ey Kâfirler"( Kafirun, 1) "Allah'a ve O'ndan bize indirilene iman ettik deyin." (Bakara, 136)
Bu arada önemli bir noktaya işaret etmemiz gerekir. O da İslami düşünce ile felsefenin arasının ayırt edilmesidir. İslami düşünce kalpte yerleşir, kişinin duygularını etkiler ve kişinin yaşantısına hal ve hareketlerine akseder. Akide, çoğu zaman insanların yaşantısına, tarihin seyrine damgasını vuran en büyük etkenlerden biri olmuştur. İslam akidesinin gelmesinden sonra insanlık tarihinde meydana gelen müspet değişiklikler bizlere gaib değildir.
Felsefeye gelince o filozofların zihninde dolaşan, hayali aşamayan teorilerden ibarettir. Felsefe insanlığı bir adım bile ileriye götürememiş, teoriden pratiğe aktarılamamış, kalpleri ve insan duygularını etkilemeyen, hayata aksetmesi mümkün olmayan teorilerden ibarettir.
Söz felsefeye gelince burada mühim bir noktaya tembih etmek yerinde olur. Bu da "İslam Felsefesi" diye adlandırılan ilmi okuyanların zihinlerinde tecrübe ile kabul edilen hakikat halini almıştır. O gerçek de şudur:
Rabbani akidinin beşeri yöntemlerle, insan düşüncesiyle insanlara nakledilmesi, kalplere yerleştirilmesi kolay olmayan bir şeydir. Bu yöntem şarap izlerinin kaldığı bir kap ile temiz sütün bir yerden bir yere nakledilmesi mesabesindedir. Bundan dolayı İslam akidesinin felsefi yöntemlerle gerçekleşmesi kolay olmayan bir durumdur. Çünkü bu metot İslam akidesinin nurunu, parıltısını söndürür. Bu şekilde akide özünü safiliğini kaybederek anlaşılması zor bir teori şeklini alır. Halbuki Allah (cc) Kur'an'ın anlaşılmasını kolay kılmıştır.
"And olsun ki, biz Kur'an'ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık; hani düşünüp ibret alanlar?" ( Kamer, 22)
Huccetu'l İslam İmamı Gazali, İmamü'l Harameyn el-Cüveyni ve Fahruddini Razi gibi bazı ilim önderleri akideyi kelam ve mantık yoluyla insanlara nakletmeye çalıştılar, fakat onların bu deneyimleri kötü sonuçlar verdi. Neticede akidevi çelişkilere düşerek nerede ise ayakları kayacak şekle geldiler, İslami düşüncelerinde meydana gelen bu çelişkiler sonunda onları ilmi kelamdan vazgeçmek zorunda bıraktı.
İmamı Gazali "İlcamül avam anilmil Kelam" adlı eserini yazdı ve onda şöyle dedi:
"Kelam ilmi benim hakkımda yeterli ve şikâyette bulunduğum hastalığa çare olmadı." Başka bir kitabında ise: "Kelam ilmi havasın dışındakilere (avam, sıradan halk) haramdır. "(Faysal et-tefrika Beyne'l İslami vezzındıka, sh. 90, İmamı Gazali)
İmamı Cüveyni ilmi kelamla çokça meşgul olmasından dolayı hayatının son iki senesinde pişmanlığını ifade etti. Cüveyni:
"Acaizin (ihtiyar kadınların) inandığı gibi inanın" diyordu. Eğer Allah'ın lütfü ile hak bana ulaşmazsa ihtiyar kadınların inancı üzere ölüyorum. Ömrümün sonunda son sözüm Kelime-i ihlastır. Yazık olsun İbni Cüveyniye. (Telhisi İblis, sh. 93, İbni Cevzi)
Fahruddin Razi de şöyle diyor: Akılların sahası sınırlıdır. Akılla uğraşan âlimlerin sonu sapıklıktır. Ruhlarımız bedenlerimizden ürkmüştür. Dünyada kazancımız eziyet ve vebaldir. Ömür boyu bahislerimizden istifade etmemişizdir. Ancak kitaplara kılü kâl(Ulemanın ihtilafı (mut)toplamışızdır.(Fıkhı Ekber şerhi, sh)
Milel ve Nihel" adlı kitabın sahibi Şehristani (h. 548) de şöyle der: "Yemin olsun bütün ilim meclislerini dolaştım. O ilim yuvalarına göz gezdirdim. Elini hayretle çenesine koyan yahut pişmanlıktan dişin kırandan başkasını görmedim."
Evet, bu üç zat ilmi kelamdan döndüler. Fakat ne zaman? İslam akidesini, putperest efsaneleri ile karışık mantık ve Yunan felsefesi içinde boğduktan sonra döndüler.
Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan gelen safi tevhid akidesinin Putperestlikle yoğrulmuş Yunan düşüncesi ile insanlara taşımak nasıl mümkün olsun? Şüphesiz bu muhaldir.
Aynı şekilde bu imamlar usul ilminde söz sahibi üstün şahsiyetlerdi. Usul ilmini mantık ve kelam ilmi ile insanlara aktarmaya çalıştılar. Ve usul ilmini anlaşılması kolay basit iken karmakarışık anlaşılmayacak bir şekle soktular. Eğer bunda bir tereddüdün varsa İmamı Şafii'nin "Er-Risale" adlı eserini oku, kolay ve anlaşılırlığına bak. Ve eğer dilersen İmamı Şafii'nin er-Risalesi ile İmamı Sebki'nin "Cemul-Cerami" ve Kemal İbni Hümam'ın" et-fahrir gibi kitapları ile karşılaştır ve aradaki farkı gör.
Unutulmaması gereken gerçek şu ki Kur'an-ı Kerim Rabbani akidenin kolay ve anlaşılır bir şekilde açıklanmasını üstlenmiştir. Rabbani akidenin beşeri düşünceden oluşan hiçbir vesile ile insanlara aktarılması caiz değildir.
7. Aliyyül Kari; Bu hususta İmamı Şafii şöyle der:
"Kulun küfür dışında nehiy olunduğu herhangi bir şeyle müptela olması kelam ilmi ile müptela olmasından daha hafifti."
Ahmed b. Hanbel ise: "Kelam ilmi okuyan felah bulamaz", "Kelam âlimleri zındıktandır" buyurmuştur. Bu mevzular bizi bahsi gerekli bazı konulara sevk etmektedir.
Kaynak:İslam akidesinin özellikleri yazar:Şehid Şeyh Abdullah Azzam (r.a)
1. Bu akide rabbanidir
2. Şeriatın kendisi üzerine bina edilmiş olan bu akide dünya ve ahirette insanın saadetini üstlenmiştir.
3. Seyyid Kutup'un da "Sosyal Adalet" adlı eserinde ifade ettiği gibi bu akide insanlarla kâinat arasındaki münasebetleri düzenlerken ruh ve cesedi birlikte; dini hayatı düzenlerken de ibadetle çalışmayı birlikte ele almıştır.
4. Kişinin tüm hâl ve hareketleri taşıdığı akidenin hayata yansımasıdır.
5. Akidesiz yapılan hiçbir amelin Allah (cc) kalında kıymeti yoktur. "Rablerine küfredenlerin (kâfirlerin) hali şudur: Yaptıkları ameller (boşa gitme bakımından) fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şey ellerine geçmez..." (İbrahim, 18)
Bu beş esasın kurtuluş ve saadeti arzulayan herkes için yolumuzu aydınlatan bir fener olarak kabul edilmesi gerekmektedir.
Akidenin bu öneminden dolayı Allah (cc) kitabında akideye büyük bir yer vermiş, akidenin nefislerde yerleşmesi için ona uzun zaman tanımıştır. Aynı zamanda Mekki dönemdeki ayetlerin tamamı bu mevzuyu işlemiştir. Çünkü akidenin nefislerde yerleşip olgunlaşması zor ve yavaş yavaş meydana gelen bir olaydır. Bu durum neredeyse bedenin gelişip büyümesine eşit bir zamana muhtaçtır. "Hem O'nu, bir Kur'an olarak ayetlere ayırdık ki insanlara dura, dura okuyasın. Biz onu yavaş yavaş (ve ayet ayet yirmi üç yılda) indirdik." (İsra, 106)
Kur'an'ın bölümlere ayrılması ve insanlara ağır ağır okunması meseleleri her ikisi de ayette arzulanan şeylerdir.
Aynı şekilde şeriatın hükümlerinin uygulanması akidenin kalplerde yerleşmesine muhtaçtır. Bundan dolayı, kendi gayretleri ile bu dini bizlere ulaştıran sahabe-i kiramın gönüllerine, bu akidenin yerleşmesi için ahkâm ayetlerinin inişi Medine'de gerçekleşmiştir.
Ebu'l Hasen en-Nedvi "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı kitabında "Büyük düğüm çözüldü" başlığı altında şunları söylemektedir: bu arada bu kitabın kıymetini hatırlatarak hiçbir kütüphanenin bundan boş kalmamasını, herkesin bu kitabı okumasını tavsiye ederim-
"...Büyük düğüm çözüldü: Şirk ve küfür düğümü... Diğer düğümlerde kendiliğinden çözülüverdi. Rasulullah ilk cihad bayrağını açtığında her emir ve nehiy için bir cihad usulü takip etmeye ihtiyaç duymadı. İslâm, cahiliyyet ile yaptığı ilk savaşta muzaffer oldu. İçkiyi yasaklayan ayet nazil olduğunda, elleri avuçları şarapla dolu idi. Allah'ın (cc) yüce fermanı içki kadehleri ile yanan ciğerlerle, susayan dudaklar arasında bir set çekiverdi. Şarap fıçıları parçalandı. Medine sokaklarında sel gibi içki aktı. Bir tek kelime; "Yaptıklarınıza son vermeyecek misiniz?" (Maide. 9) Sözü onların atalarından devraldıkları cahili adetleri kökünden yıkmış, paramparça etmişti. Bu suale cevaben: "Son verdik, son verdik" demişlerdi.
Hâlbuki Amerika'da çeşitli gazete ve dergilerde içkinin zararları anlatılmış, konferans, film ve afişlerle içkinin yasaklanmasına çalışılmış, içkiyi kaldırmak için yaklaşık 60 milyon dolar harcanmış, 10 milyon adet bildiri bastırılıp dağıtılmış, çıkarılan kanunların yürürlüğe konması için 250 milyon harcanmış, 300 kişi idamla, yarım milyon kişi de hapisle cezalandırılmıştı. İçki yasağı kanununa uymayanlar yaklaşık 404 milyon Mısır cüneyhi para cezasına çarptırılmıştı. Ancak tüm bu yapılanlar Amerikan halkının içkiye düşkünlüğünü artırmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı.
Bu iki durum arasındaki fark nedir? Farkın tespiti çok basittir: Emirlerin uygulanmasındaki asıl faktör kişilerde var olan akidedir.
İşte akide bu dine nispetle bir ağacın gövde ve kökleri mesabesindedir. Gövde yerin derinliklerine kök salmadığı müddetçe ağacın kalın ve yüksek dallarını çekemez. Aynı şekilde akideyi bir binanın temeli olarak kabul edebiliriz. Nasıl ki büyük bir bina için, o binanın üzerine oturacağı temellerin çok sağlam olması gerekiyorsa, üzerine İslâm kanunlarının bina edileceği akide temelinin de aynı şekilde sağlam olması gerekmektedir.
Burada şu gerçek ortaya çıkmaktadır; binanın yükseltilmesine başlanmadan önce temelin sağlam bir şekilde atılması lazımdır. Aksi takdirde bina çöker.
Bu dine davet ettiğimiz insanlarda da durum aynı şekildedir. Onların terbiyesine her şeyden evvel iman esası ile başlamamız lâzımdır. Özellikle bu metod akide mefhumunun karmaşık bir şekil aldığı, herkesin müslüman olduğunu iddia ettiği günümüz insanı için uygulanmalıdır.
Bize düşen Rasulullah'ın takip ettiği metodu takip etmektir. Bu da önce nefislerde akideyi yerleştirmek ve sonra da İslâm'ın fer'i meselelerini onlardan istemekle mümkün olur.
Onlara öğretmemiz gereken meselelere gelince kısaca şöyledir: Rablerinin büyüklüğü, azameti, kâinattaki düzeninin geçerliliği, mülkün sahibi olması, her şeyin tasarrufunun yed'i kudretinde (O'nun elinde) olması, bütün işlerin sonunda O'na döndürülmesi, bütün kullara galip gelmesi, yaratan ve rızık verenin O olması gibi Kur'an ve sünnette geçen vasıflardır.
Bizim işte bu noktadan başlamamız gerekmektedir. Fakat biz, emir ve hüküm sahibi olan rablerini tanımazdan evvel insanlardan şeriatın fer'i meselelerini istersek, tohumları toprak yerine havaya saçmak gibi abes bir işle meşgul olmuş oluruz.
Akidenin bu önem ve hassasiyetinden dolayı Kur'an-ı Kerim'de akide ile ilgili ayetlerin büyük bir bölümü dikkat bildiren "De ki" ifadesi ile gelmiştir.
"De ki: O Allah birdir." (İhlâs, 1)) "De ki, Ey Kâfirler"( Kafirun, 1) "Allah'a ve O'ndan bize indirilene iman ettik deyin." (Bakara, 136)
Bu arada önemli bir noktaya işaret etmemiz gerekir. O da İslami düşünce ile felsefenin arasının ayırt edilmesidir. İslami düşünce kalpte yerleşir, kişinin duygularını etkiler ve kişinin yaşantısına hal ve hareketlerine akseder. Akide, çoğu zaman insanların yaşantısına, tarihin seyrine damgasını vuran en büyük etkenlerden biri olmuştur. İslam akidesinin gelmesinden sonra insanlık tarihinde meydana gelen müspet değişiklikler bizlere gaib değildir.
Felsefeye gelince o filozofların zihninde dolaşan, hayali aşamayan teorilerden ibarettir. Felsefe insanlığı bir adım bile ileriye götürememiş, teoriden pratiğe aktarılamamış, kalpleri ve insan duygularını etkilemeyen, hayata aksetmesi mümkün olmayan teorilerden ibarettir.
Söz felsefeye gelince burada mühim bir noktaya tembih etmek yerinde olur. Bu da "İslam Felsefesi" diye adlandırılan ilmi okuyanların zihinlerinde tecrübe ile kabul edilen hakikat halini almıştır. O gerçek de şudur:
Rabbani akidinin beşeri yöntemlerle, insan düşüncesiyle insanlara nakledilmesi, kalplere yerleştirilmesi kolay olmayan bir şeydir. Bu yöntem şarap izlerinin kaldığı bir kap ile temiz sütün bir yerden bir yere nakledilmesi mesabesindedir. Bundan dolayı İslam akidesinin felsefi yöntemlerle gerçekleşmesi kolay olmayan bir durumdur. Çünkü bu metot İslam akidesinin nurunu, parıltısını söndürür. Bu şekilde akide özünü safiliğini kaybederek anlaşılması zor bir teori şeklini alır. Halbuki Allah (cc) Kur'an'ın anlaşılmasını kolay kılmıştır.
"And olsun ki, biz Kur'an'ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık; hani düşünüp ibret alanlar?" ( Kamer, 22)
Huccetu'l İslam İmamı Gazali, İmamü'l Harameyn el-Cüveyni ve Fahruddini Razi gibi bazı ilim önderleri akideyi kelam ve mantık yoluyla insanlara nakletmeye çalıştılar, fakat onların bu deneyimleri kötü sonuçlar verdi. Neticede akidevi çelişkilere düşerek nerede ise ayakları kayacak şekle geldiler, İslami düşüncelerinde meydana gelen bu çelişkiler sonunda onları ilmi kelamdan vazgeçmek zorunda bıraktı.
İmamı Gazali "İlcamül avam anilmil Kelam" adlı eserini yazdı ve onda şöyle dedi:
"Kelam ilmi benim hakkımda yeterli ve şikâyette bulunduğum hastalığa çare olmadı." Başka bir kitabında ise: "Kelam ilmi havasın dışındakilere (avam, sıradan halk) haramdır. "(Faysal et-tefrika Beyne'l İslami vezzındıka, sh. 90, İmamı Gazali)
İmamı Cüveyni ilmi kelamla çokça meşgul olmasından dolayı hayatının son iki senesinde pişmanlığını ifade etti. Cüveyni:
"Acaizin (ihtiyar kadınların) inandığı gibi inanın" diyordu. Eğer Allah'ın lütfü ile hak bana ulaşmazsa ihtiyar kadınların inancı üzere ölüyorum. Ömrümün sonunda son sözüm Kelime-i ihlastır. Yazık olsun İbni Cüveyniye. (Telhisi İblis, sh. 93, İbni Cevzi)
Fahruddin Razi de şöyle diyor: Akılların sahası sınırlıdır. Akılla uğraşan âlimlerin sonu sapıklıktır. Ruhlarımız bedenlerimizden ürkmüştür. Dünyada kazancımız eziyet ve vebaldir. Ömür boyu bahislerimizden istifade etmemişizdir. Ancak kitaplara kılü kâl(Ulemanın ihtilafı (mut)toplamışızdır.(Fıkhı Ekber şerhi, sh)
Milel ve Nihel" adlı kitabın sahibi Şehristani (h. 548) de şöyle der: "Yemin olsun bütün ilim meclislerini dolaştım. O ilim yuvalarına göz gezdirdim. Elini hayretle çenesine koyan yahut pişmanlıktan dişin kırandan başkasını görmedim."
Evet, bu üç zat ilmi kelamdan döndüler. Fakat ne zaman? İslam akidesini, putperest efsaneleri ile karışık mantık ve Yunan felsefesi içinde boğduktan sonra döndüler.
Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan gelen safi tevhid akidesinin Putperestlikle yoğrulmuş Yunan düşüncesi ile insanlara taşımak nasıl mümkün olsun? Şüphesiz bu muhaldir.
Aynı şekilde bu imamlar usul ilminde söz sahibi üstün şahsiyetlerdi. Usul ilmini mantık ve kelam ilmi ile insanlara aktarmaya çalıştılar. Ve usul ilmini anlaşılması kolay basit iken karmakarışık anlaşılmayacak bir şekle soktular. Eğer bunda bir tereddüdün varsa İmamı Şafii'nin "Er-Risale" adlı eserini oku, kolay ve anlaşılırlığına bak. Ve eğer dilersen İmamı Şafii'nin er-Risalesi ile İmamı Sebki'nin "Cemul-Cerami" ve Kemal İbni Hümam'ın" et-fahrir gibi kitapları ile karşılaştır ve aradaki farkı gör.
Unutulmaması gereken gerçek şu ki Kur'an-ı Kerim Rabbani akidenin kolay ve anlaşılır bir şekilde açıklanmasını üstlenmiştir. Rabbani akidenin beşeri düşünceden oluşan hiçbir vesile ile insanlara aktarılması caiz değildir.
7. Aliyyül Kari; Bu hususta İmamı Şafii şöyle der:
"Kulun küfür dışında nehiy olunduğu herhangi bir şeyle müptela olması kelam ilmi ile müptela olmasından daha hafifti."
Ahmed b. Hanbel ise: "Kelam ilmi okuyan felah bulamaz", "Kelam âlimleri zındıktandır" buyurmuştur. Bu mevzular bizi bahsi gerekli bazı konulara sevk etmektedir.
Kaynak:İslam akidesinin özellikleri yazar:Şehid Şeyh Abdullah Azzam (r.a)