Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale Cihadi Harekete Bir Bakış

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Cihadi Harekete Bir Bakış
İsmâil Bahadır
1: İslam aleminin düşüş süreci, Osmanlı ve işgaller

Cihad yanlısı düşünce, cihadilik veya cihadçılık... Farklı isimlendirmelerle anılmakla beraber, cihadi hareketler ve düşünce akımları, özellikle dünyanın gündemine net bir şekilde girdikleri 11 Eylül 2001 tarihinden bu yana, çeşitli şekillerde değerlendirmelere tabi tutuldular.

Cihadi akımların arkasındaki düşünceyi anlamak ve karşı stratejiler geliştirmek için ABD öncülüğünde Batı ciddi bir çalışmalar bütünü yürüttü. Bu çalışmalar zamanla, bugün de devam eden akademik bir sektör doğurdu. Bu amaç doğrultusunda ciddi harcamalar yapıldı ve bu harcamalar, doğrudan sahada askeri ve siyasi stratejilere tahvil edildi. Hal böyleyken Batı başta olmak üzere akademik camia, cihadi akımlar üzerine ciddi bir enerji harcamakta. Benzer şekilde, cihadi akımlar üzerine akademik olan yahut olmayan birçok kültürel, sosyal, siyasi, askeri, iktisadi, teolojik değerlendirme yapılıyor.

Bu yazı dizisinde amaç, son iki yüzyıllık dönem içerisinde cihadi akımın köklerini, ideolojik ve kültürel, aynı zamanda sosyal temellerini, dönüm noktalarını, yaşadığı tecrübeleri muhtasar bir değerlendirmeye tabi tutmak olacak. Bununla beraber esasında, sadece belirli bir nesnel tahlil yapılmakla kalınmayacak, bundan ziyade, İslam dünyasını içerisine almış bulunan mevcut durumun serencamı ve bu durumu aşmaya yönelik kuramların ahvali de ele alınmaya çalışılacak.

Yaklaşık 40 bölümden oluşması planlanan çalışmada doğrudan kronolojik bir seyir izlenmese de, büyük ölçüde kronolojik sıra korunarak, günümüze dek gelen olay ve olguların değerlendirilmesi yapılacak, böylece çalışmanın düzeni belirli bir doğrultu içerisinde tutulacak.

Sonuçtan evvel sebebi anlamak
Her şeyin ötesinde, cihadiliği değerlendirirken, bunun din temelli siyasi bir hareket tarzını merkeze alan bir akım olduğu göz önünde bulundurulmalı. Bu bakımdan, cihadilik gibi bir akımı doğuran tarihi sebepler bütünü iyi anlaşılmalı.

Cihadilik, dünyanın büyük bir bölümünü oluşturan İslam dünyası içerisinden için bir sosyal hareket ve bir kurtuluş ekolü olarak ele alındığı takdirde, geçmişini ve geleceğini görebilmek çok daha kolay bir hal alır. Gerçekten de Batı'nın dünyada egemen güç halini aldığı 19'uncu yüzyıl ve sonrasında yeni bir küresel düzen inşa edilirken, İslam ve Müslümanlar bu inşa sürecinin tamamıyla dışarısında yer aldı. Küresel sistemde İslam dünyasının payına düşen tek şey, Batı merkezli sistemin temsilciliğini yapan rejimler ve bunların çevresindeki kimselerin alabildikleri oldu. Müslüman halklar, İslamiyetin ilk yıllarından beri süregelen anlayış, değerler ve süreçler, yeni sistemden dışarıda tutuldu. Bundan da ötede, yeni sistem, hakiki haliyle İslam'ın varlığını kabul etmedi, İslam'ı değiştirmek, dönüştürmek, kendisi için kabul edilebilir kılmak gibi bir yöntem izledi.

Bu tatbik edilirken elbette sadece pasif yöntemlere başvurulmadı. Bilakis, sistemin kurduğu rejimler, haklarını talep eden Müslümanları öldürmek, sürmek, nesillerini bozmak, dünya sisteminin arzularına göre onları şekillendirmek için ellerinden geleni yaptı. Yerli rejimlerin gücünün buna yetersiz kaldığı hallerde devreye bizzat sistemin sahipleri girdi.

Osmanlı'nın tamamen dağılmasının ve mevcut diğer bağımsız İslami devletlerin de işgalinin ardından, Müslüman topluluklar, siyasi ve sosyal taleplerini hayata tatbik edebilecek herhangi bir gerçek mekanizmadan mahrum kaldılar. Bu sebeple çeşitli Müslüman gruplar, bu amaçlarına erişebilmek için birçok dini, siyasi, sosyal, kültürel, edebi vesaire hareket başlattı. Buna neden olan şeyin net olarak görülebilmesi gerekir. Cihadilik de dahil olmak üzere İslam aleminde Müslüman halkların teveccüh ettiği tüm akımlar, yeni dünya sisteminin kurulması ve İslam'ın tamamen hayattan uzaklaştırılması hamlelerine karşı çeşitli mücadele metodları benimsedi.

Bu açıdan cihadiliği anlamak için cihadiliğin -çağdaş bir akım olarak- var oluş sebebini anlamak gerekiyor. Bu sebep de İslam aleminin bugün içerisinde bulunduğu vaziyet ve dünya karşısındaki pozisyonudur.

Osmanlı'nın düşüşü ve yeni dünya sistemi
20'nci yüzyılın başında, 'eski dünya'dan kalan son unsurlardan biri şüphesiz Osmanlı Devleti'ydi. Her ne kadar son birkaç yüzyılda, yükselen Batı'ya ayak uydurmak, Batılı felsefe ve hayat tarzına adapte olmak gibi adımlar atsa da Osmanlı Devleti, nihayetinde yeni dünya sisteminde var olması beklenemeyecek bir haldeydi. Devleti oluşturan unsurları bir arada tutmak imkansız hale gelmişti. Ayrıca, yeni siyasi algılara göre Osmanlı topraklarında, devleti bir arada tutabilecek bir millet tanımına uyan herhangi bir insan topluluğu da yoktu. Batı'nın özellikle Amerika ve Afrika kıtalarına yağmalamasıyla Avrupa pazarına giren altın, bu altının sebep olduğu atılım, Osmanlı'yı her alanda geride bırakmıştı. Avrupa'nın karşısında askeri açıdan ciddi derecede geriye düşen Osmanlı, Fransız İhtilali ve Napolyon Savaşları sonrasında ortaya çıkan cereyanların etkisinden de kurtulamadı. Fikri dünyada da yenilenemeyen, kendini ıslah edemeyen devlet, çözülme sürecine girdi.

Bu noktada Osmanlı'nın ötesinde, söz konusu süreçte İslam aleminde var olan diğer devletlerin de benzer süreçlerden geçtiğine şüphe yok. Odakta Osmanlı'nın yer alma sebebi, bu devletin İslam aleminin en büyük devleti olması ve uzun yüzyıllardır ümmetin merkezi halinde olmasıdır. Osmanlı'nın yanı sıra aynı süreçte Afrika'da var olan İslam toprakları, Arap Yarımadası'ndaki topluluklar, Orta Asya'daki Türklerin emirlikleri, Kafkaslar, Afganistan, Hint Altkıtası gibi diğer bölgeler de işgale uğradı. Yine bu süreç öncesinde Güneydoğu Asya'daki Müslümanların toprakları da çeşitli güçlerce işgal edilmişti. Yani Osmanlı Devleti, 20'nci yüzyıl başlarken ayakta kalan ve geçmişi yansıtan tek idare pozisyonundaydı. Osmanlı'nın da işgal edilerek yıkılması ve sonrasında yaşanan süreçlerle beraber, 1920'lere gelindiğinde, İslam aleminin tamamına kağıt üzerinde de olsa bağımsız olan sadece birkaç toprak mevcuttu. Türkiye, İran, Mısır, Afganistan ve diğer birkaç küçük idare. Bu devletlerin bağımsızlığı da büyük ölçüde kısıtlıydı, dış etki altındaydı, ekonomileri yok denecek durumdaydı ve savaşların etkisiyle sıfırı tüketmişlerdi. İşte İslami uyanış ekollerinin hepsi, bu sürecin ardından, üzerinde hala dumanlar tüten, savaşın ve işgalin yok ettiği, senelerdir eğitimsiz, sistemsiz ve başıboş kalmış bir düzlemde ilk adımlarını atmaya çalıştılar.

1925-islam-dunyasi.png


Bu noktada akla şöyle bir soru geliyor: Osmanlı neydi ve Osmanlı'nın dağılmasının bugün ortaya çıkan cereyanlarla ne gibi bir alakası var? Bunu iki ana eksende ele almak gerekiyor. İlki, Osmanlı'nın bu dönemde İslam aleminin kalbi olan bir coğrafyayı kontrol eden bağımsız bir güç olması. İstanbul, Halep, Bağdat, Şam, Beyrut, Kudüs, Kahire, Trablus, Mekke, Medine gibi hayati şehirlerin tamamı Osmanlı idaresi altındaydı. Yani Osmanlı'nun işgali aslında İslam aleminin tarih, kültür, siyaset, din, sosyal yapı ve diğer tüm açılardan önemli olan bütün şehirlerinin işgal edilmiş olduğu anlamına geliyordu.

İkinci yön ise, Osmanlı'nın Batı ile durduğu pozisyondu. 6 asrı aşan bir ömre sahip olan Osmanlı elbette İslami ve siyasi açılardan birçok hata yapmıştı. Aynı şekilde Emevi devleti, Abbasi devleti ve diğer İslami devletler de birçok hata ve kusura imza atmıştır. Fakat burada Osmanlı'yı mühim kılan pozisyon, her ne olursa olsun Osmanlı'nın gayrimüslim dış unsurlara karşı takınmış olduğu tavırdı. İslam topraklarının ekseriyetini elinde bulunduran güç olarak Osmanlı, dış güçlerin İslam topraklarını işgaline mani oldu. Osmanlı'nın ana unsurlarından olan Türkler başta olmak üzere Araplar, Kürtler, Anadolu'da bulunan ve zamanla Müslümanlaşan tüm diğer kavimler, Osmanlı bayrağı altında önemli işlere imza attı.

Osmanlı'nın yıkılmak üzere olduğu 1910'larda bile orduları Kafkaslardan Yemen'e, Balkanlardan Filistin'e, Libya'dan Irak'a bütün bir İslam coğrafyasını müdafaa ediyordu. Bugün unutulmaya yüz tutsa dahi, her bir aileden en az bir kişi bu dönemde Osmanlı ordusunda asker olmuş, evinden binlerce kilometre uzaktaki bir İslam toprağını savunmak için toprağa düşmüştür. İşte Osmanlı'nın çöküşü de bu açıdan önemliydi. Osmanlı'nın yıkılmasıyla, İslam milletlerini bir araya getiren ve dış işgallere karşı organize eden hiçbir güç kalmamış oldu. Daha sonra ortaya çıkan devletler ise bu sorumluluğu reddettiler, aksine toprakları işgal eden dış güçlerle çalışmayı tercih ettiler.

Burada, İslam topraklarının işgal ediliği yılları zikrederek, yazı dizimizin ilk kısmını sonlandıracağız. Not olarak belirtmek gerekiyor ki belirttiğimiz yılların ardından geçici bağımsızlık süreçleri yaşansa da, bu topraklar genel olarak dış güçlerin egemenliği altına girdi ve nihayetinde bugüne gelindi.

1492 - Endülüs (İspanya)

1552 - Tataristan (Rusya)

1565 - Moro (İspanya, ardından ABD)

1602 - Malay Takımadaları (Portekiz, ardından Hollanda ve İngiltere)

1718-1895 - Batı Türkistan (Rusya)

1755 - Doğu Türkistan (Çin)

1757-1850 - Hindistan (İngiltere)

1774 - Kırım (Rusya)

1800-1864 - Kafkasya (Rusya)

1800-1913 - Balkanlar (Batı ve Rusya destekli Hıristiyan Balkan ulusları)

1830 - Cezayir (Fransa)

Afganistan (1838, 1878 ve 1919 - İngiltere, 1929 ve 1979 - Rusya, 2001 - ABD)

1860-1912 - Fas (Fransa ve İspanya)

1874 - Batı Afrika (Fransa)

1878 - Bosna (Avusturya Macaristan)

1881 - Tunus (Fransa)

1882 - Mısır (İngiltere)

1884 - Nijerya (İngiltere)

1884 - Somali (İtalya, İngiltere ve Etiyopya)

1889 - Sudan (İngiltere)

1911 - Libya (İtalya)

1914 yılının ardından Birinci Dünya Savaşı başlamış, bu savaşta Osmanlı'ya ait Arabistan, Irak, Şam, Filistin ve Anadolu toprakları da işgal edilmiştir.

 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
2: Kökenler, Fas'tan Türkistan'a ilk direniş hareketleri

Yazı dizimizin ilk bölümünde zikrettiğimiz işgallere karşı İslam coğrafyalarında birçok direniş hareketi tertip edildi.

Bu direnişlerden özellikle 19'uncu yüzyılın ardından yaşanan bazıları, bugün de cihadi hareketler tarafından bir referans olarak sıklıkla kullanılıyor. Devlet otoritesi kaybolduğu ve İslami bir devlet ortadan kalktığı için farklı sosyal-siyasi dinamikler üzerinden organize olan bu direnişlere, bilhassa tarikat yapıları öncülük etmişti.

Elbette söz konusu direniş hareketlerinin net bir siyasi-ideolojik kökenini vurgulamak pek mümkün değil. Zaten söz konusu direnişler cereyan ettiği dönemde, modern anlamda ideolojik eğilimler henüz oluşmuş değildi. Bu nedenle bu direnişler genel olarak ideolojik-fikri bir altyapıya sahib olmadı. Bunun yerine, söz konusu direnişleri, işgale karşı direnişin tabii ve İslami bir şey olduğu ana fikri üzerine temellendirmek daha doğru olur. Durum her ne olursa olsun, ilk direnişler bugünkü silahlı mücadele hareketlerine ve İslami kurtuluş ekollerine köken teşkil ediyor.

Bu hareketleri birer kökten ziyade köken olarak algılamak daha isabetli olur. Zira mevcud hareketlerle bu direniş hareketleri arasında silsile olarak organik bir süreçten söz edilemez. Ancak cihadi hareketler bu direniş hareketlerini birer örnek olarak almaya ve göstermeye devam ediyor.

Bu direniş hareketleri üzerine kısa bir tarihi perspektif sunalım.

Libya - Ömer Muhtar
1862 yılında dünyaya gelen Ömer Muhtar, bölgedeki Senusi hareketi içerisinde yer alan, İslami eğitim faaliyetlerine ağırlık veren bir isimdi. Osmanlı'nın Kuzey Afrika'da etkisini günden güne yitirdiği bir dönemde, Osmanlı idaresi ile yerel halkın arasındaki soğuklukları gidermek için çaba gösterdi.

Ömer Muhtar, çalıştığı bölgelerde gerçekleştirdiği sosyal faaliyetlerle öne çıkarken, bir yandan da temas içerisinde olduğu halkı cihadi mücadele için eğitti. Fransa'nın bugün Çad sınırları içerisinde kalan bölgelere karşı saldırılarını önlemek için fiilen çatışmalarda yer aldı.

omer-muhtar.png


1911 yılında İtalya'nın Libya'yı işgaline karşı, Osmanlı'nın gönderdiği subaylarla beraber direnişin öncü isimlerinden biri oldu. Bu süreçte Libya'ya giden subaylardan biri de, Batı Türkistan'da da kendisine denk geleceğimiz Enver Paşa'dır.

1917 yılının ardından, Senusi hareketinin lideri İdris es Senusi'nin genel vekili sıfatıyla, Libya direnişinin komutanlığına getirildi. Osmanlı subaylarından aldığı bilgileri de savaşta kullanan Ömer Muhtar, disiplinli bir direniş örgütledi. İtalyanların direnişi bırakmasına dair tekliflerini reddetti.

Osmanlı Devleti yıkılmasına ve hilafetin ilgasına rağmen direnişi sürdüren Muhtar, tüm halkı direnişe desteğe katmayı başarmış, Libya direnişi bir halk hareketine dönmüştü. İlerleyen yaşına rağmen direnişe liderlik eden Muhtar, 1931 yılında İtalyanlarca yakalanarak idam edildi.

Ömer Muhtar, halen tüm İslami kesimlerde olduğu gibi cihadi hareketler tarafından da sembol bir isim olarak görülüyor.

Batı Türkistan - Basmacı Hareketi
Osmanlı'nın dağılma sürecinde Türk dünyasındaki Müslümanların örgütlediği bir direniş de bugün Basmacı hareketi olarak bilinen yapıdır.

Rus işgaline karşı direniş, işgalin başladığı yıllardan beri devam ediyordu.

Rus Çarlığı'nın Batı Türkistan'ı işgali, 1917 yılındaki Bolşevik İhtilali'nden sonra da sona ermemişti. Bölgede Ruslara karşı gerilla tarzında saldırılar, Rus işgalcileri bölgeden atmayı hedefliyordu. Bu doğrultuda hareket eden gruplar, 1918 yılında Fergana Vadisi'ndeki Hokand şehrinde bir araya geldi ve hareketin temelini attı. Kısa süre içerisinde tüm bölgeye yayılan hareket, Rus Kızıl Ordusu'na karşı şiddetli çatışmalar verdi. Basmacılar, Afganistan'ı da cephe gerisindeki bir merkez olarak kullanıyorlardı.

basmaci.jpg


Bölgede Rus işgalini büyük ölçüde yavaşlatan hareket, 1921 yılında Enver Paşa'nın bölgeye gelmesiyle daha da güç kazandı. Enver Paşa'nın bu dönemde Osmanlı Devleti'nin en üst düzey askeri isimlerinden biri olduğu ve "İslam Halifesinin Damadı" sıfatını taşıdığı unutulmamalıdır. Bu ünvanlar bölgedeki direniş gruplarının motivasyonunu elbette artırmıştı.

Sovyetlerin saldırılarına karşı önemli bir direniş sergileyen Basmacılar, 1922 yılındaki genel taarruza karşı tutunamadı, bu yılın Ağustos ayında Enver Paşa da girdiği bir çatışmada öldürüldü. 1935 yılına dek Basmacı hareketi düşük yoğunluklu saldırılara devam etti.

Basmacı hareketi, çok liderli yapısı ve birlik oluşturamaması sebebiyle, ayrıca Rus güçlerinin geniş kapasitesi dolayısıyla başarıya ulaşamadı. Ancak hareket, bir yandan sürdürdüğü silahlı direniş, öte yandan bölgede ilan ettiği İslam hükümetleriyle ön plana çıktı.

Doğu Türkistan
Tarih boyunca birçok defa Çin işgaline maruz kalan Doğu Türkistan'da son işgal süreci 1755 yılında başlayacaktı.

Bölgede işgalin ardından sayısız isyan çıktı ki Doğu Türkistan tarih boyunca dış işgalcilere karşı çıkan onlarca isyanla bilinen bir bölgedir. Çin Doğu Türkistan'da başta Uygur Türkleri olmak üzere milyonlarca Müslümanı katletmiştir.

İslam dünyasının tamamının işgale uğradığı bir süreçte Doğu Türkistan'da direniş hareketleri alevlenmekteydi. Çin'in iç karışıklıklar ve dış saldırılarla zayıfladığı bir dönemde, 1862'de başlayan Dungan Kıyamı ile Müslümanlar ayaklandı. Uygur ve Hui Müslümanların ayaklanması ile başlayan çatışmalar kısa sürede yayıldı. Batı Türkistan'dan bölgeye yardıma gelen Yakup Bey'in faaliyetleri Çin'in püskürtülmesinde önemli rol oynadı. Yakup Bey bölgede Rusya-İngiltere rekabetinden de faydalanacaktı. 1871 yılında Çin bölgeden tamamen çıkarılarak bir İslam devleti tesis edildi. Kurulan devletin Osmanlı'ya bağlandığı ilan edildi.

1876 yılında Çin bölgeye yeniden saldırı başlattı ve 1878 yılında katliamlarla bölgedeki devlet yıkıldı. Doğu Türkistan'ın bir kısmı Çin eline geçti, kalan kısmı da Ruslara bırakıldı.

cum.jpg


Bu sürecin ardından isyanlar yine devam etti. Çinli işgalcileri bölgeden çıkarmayı başaran Müslüman Türkler 1933 yılında bir İslam Cumhuriyeti kurdu. Bu devlet 1934 yılında Sovyet ve Çin ordularında işgal edildi. Ancak çatışmalar sona ermedi, Müslümanlar 1944 yılında ikinci bir devlet daha kurdular ve bölgedeki Çin güçlerini kısmen çıkarmayı başardılar. Bu dönemde Kazak Türklerinden Osman Batur İslambay'ın, Mekke-Medine'de eğitim gören ve devletin başına geçen Özbek Türkü Alihan Töre Sağuni'nin isimleri de öne çıktı.

Ancak 1946 yılında Sovyetler Birliği, 1949 yılında ise Çin'in müdahaleleriyle bu devlet de yıkıldı. Buna rağmen Müslüman Türklerin 1700'lü yıllarda başlayan direnişi, bölgede ciddi bir iz bıraktı.

Bugün birçok cihadi hareket, özellikle Türkistanlı Uygurların yapıları, söz konusu isyan süreçlerinin doğrudan olmasa da dolaylı bir neticesi sayılabilir. Bu isyanlar, bölgedeki cihadi düşüncenin geçmiş perspektifinde önemli bir yer tutmaktadır.

Kafkasya - Şeyh Şamil
Kafkasya'da Rus işgaline karşı yüzlerce yıl boyunca sürdürülen direnişin birçok sembol ismi bulunuyor. Bunlar arasında Şeyh Mansur, Gazi Muhammed, Hamzat Bek, Şeyh Şamil gibi isimler vardı.

Elbette Kafkasya direnişinin ismi en çok bilinen önderi, Dağıstanlı Şeyh Şamil'dir. Avar asıllı Şeyh Şamil, gazavat olarak bilinen direniş sürecinin sembolü olmuştur.

Bölgede dini eğitim alan ve Nakşibendi tarikatına intisap eden Şeyh Şamil, Nakşibendi-Halidi şeyhlerinden hilafet alarak şeyh oldu, yaşadığı Dağıstan bölgesinde halkın İslami şuurunu artırmak için çalışmalarda bulundu.

imamsamil.jpg


Rusların bu dönemde tüm Kafkasya üzerindeki faaliyetleri, kendisinin yaşadığı Dağıstan bölgesine de uzanmıştı. Şamil, Gazi Muhammed'in direniş hareketine katıldı ve hareketin önemli isimlerinden oldu. Birçok çatışmaya girdi ve ağır şekilde yaralandı. 1832 yılında Gazi Muhammed, 1834 yılında Hamzat Bek öldürülünce, hareketin başına geçti.

Dağıstan ve Çeçenistan geneline direnişi yayan Şamil, Ruslara ağır kayıplar verdirdi ve bölgedeki Kafkasya İmameti'ni güçlendirdi. 1843 yılına gelindiğinde direniş hareketi Çeçenistan ve Dağıstan'da tek hakim konumuna gelmiş, Rus kalelerini fethetmişti. Rusların saldırıları sürerken Şamil, Kabardey ve Çerkes halklarını da direnişe dahil etmek ve tüm Kafkasya'yı birleştirmek için çaba gösterdi. Osmanlı ile ilişkiler kurdu. Ancak direniş sürecinde Osmanlı'dan gerekli yardımı alamaması, bu bölgedeki direnişin daha da kapsamlı hale gelmesine mani oldu.

1857'de bölgeye başlayan Rus harekatı, ağır kayıplara rağmen Rusların bölgeyi tamamen kontrol altına almasıyla sonuçlandı. 1859 yılında Şeyh Şamil teslim olmak zorunda kaldı. Rusya'da geçen 10 yılın ardından 1869'da İstanbul'a, buradan da hacca gitti. 1871 yılında Medine'de vefat etti.

Kafkasya'daki direniş hareketleri, bunun da ötesinde İslam dünyasındaki birçok hareket, Şeyh Şamil'in ve daha da öncesindeki liderlerden Şeyh Mansur'un direnişini önemli bir örnek olarak kabul etmektedir. Kafkasya direnişi, bugün cihadi hareketlerin söylemini etkileyen en önemli ön direnişlerden biridir.

Fas - Abdulkerim Hattabi
Dünyanın en önde gelen gerilla liderleri arasında gösterilen Abdulkerim Hattabi, 1882 yılında Fas'ın Rif bölgesinde doğdu.

Batı kültürünü ve İslami ilimleri öğrendi, medyacılık ve kadılık yaptı. Fas'ın İspanya'dan bağımsızlığını ve İslam hilafetini savunduğu için hapiste tutuldu.

1920 yılında babası ölünce kabilesinin başına geçti ve kabileleri örgütleyerek bağımsız bir devlet kurmayı hedefledi. İspanyol ve Fransız ordularına karşı cihad ilan etti. 1921 yılındaki Annual Savaşı'nda İspanyol işgal güçlerine vurduğu ağır darbe, Hattabi'nin isminin yayılmasını sağladı. Bu savaşta Hattabi komutasındaki 3 bin kişilik kuvvet, yaklaşık 25 bin kişilik İspanyol ordusunu bozguna uğratmış, 15 bine yakın İspanyol askeri öldürülmüştü.

Hattabi'ye bağlı güçlerin darbeleriyle İspanyol orduları kıyı şeridine kadar çekildi. Bölgedeki Müslümanlar gerilla savaşının büyük bir örneğini sergilediler. Savaşı Fas genelindeki İspanyol ve Fransız güçlerine karşı genişleten Hattabi, düşmanlarına zor bir süreç yaşattı.

ben-abdelkrim-el-khattabi-title.jpg


Yaklaşık 5 yıl süren savaşta on binlerce Fransız ve İspanyol askeri öldü. Hattabi'nin güçleri, sayısı yarım milyonu aşan düşman askerine karşı sonunda tutunamadı. 1926 yılında teslim oldu ve Hint Okyanusu'nda izole bir bölgede bulunan Reunion Adası'na sürgün edildi. Burada 21 sene tutuldu.

Nihayetinde Fransa'ya nakledilmesi kararı verildi. Nakledildiği sırada gemi Süveyş Kanalı'ndan geçerken kaçtı ve Mısır'a sığındı. Burada Fas'ın kurtuluşu için örgütlenmeler kurdu, Fas Kralı kendisini davet etse de, bölge henüz işgalden tam anlamıyla kurtulmadığı için reddetti. 1963 yılında Kahire'de vefat etti.

Hattabi'nin direnişi özellikle askeri başarısı ve gerilla hareketinin önemi bakımından cihadi yapılar üzerinde büyük bir etki bıraktı. Hattabi bugün halen dünyanın en önde gelen gerilla liderlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Somali - Derviş Hareketi
Somali'deki derviş hareketi, İslam alemindeki ön direniş hareketlerinin en önemlileri arasında yer alıyor.

1899-1920 yılları arasında etkin olan harekete, ıslahçı bir tarikat olan Salihi tarikatı şeyhlerinden Muhammed Abdullah Hasan liderlik ediyordu. Hasan'ın gayesi bölgeyi işgal eden İngiliz, İtalyan ve Etiyopyalı güçlerin çıkarılmasıydı. İslami eğitimi temel alan İslami bir yönetimin kurulmasını amaçlayan yapı, yoluna ilk olarak yerel liderlerden bir şura oluşturarak başladı.

Osmanlı'dan gelen danışmanları da şuraya dahil eden Derviş Hareketi, ilk zaferlerini Etiyopya ordusuna karşı kazandı. İngilizlerin dervişlere karşı yerel aşiretleri kullanmasıyla hareket gerilla savaşına başladı. Derviş Hareketi'nin saldırıları İngilizleri sahil şeridine çekilmeye zorladı.

the-somali-dervishes.jpg


Bölgede kaleler kurarak direnişi yayan hareket, bölgede devlet benzeri bir yapı kurdu.

1920 yılına kadar devam eden hareket, İngilizlerin hava gücüne karşı etkinlik gösteremedi. Grup Ogadin bölgesine çekilerek etkisini yitirdi ancak geride ciddi bir direniş mirası bıraktı. Bugün başta Somali olmak üzere çeşitli cihadi gruplara Derviş Hareketi'nin direnişini örnek olarak gösteriyor.

Moro - Juramentado
1565 yılında Filipinler'in güneyindeki Moro'yu işgal eden İspanyollar, 300 yıldan uzun süre devam edecek bir direnişle karşı karşıya kalacaktı.

İslam dünyasının geri kalanından izole olmuş bir haldeki Moro'da direnişi yerel dinamikler de ciddi ölçüde destekledi. 1898 yılına kadar süren İspanyol işgali boyunca savaş kimi zaman şiddetlendi, kimi zaman zayıfladı ancak hiçbir zaman sona ermedi.

Bu savaşta öne çıkan bir kavram ise, bölgedeki Müslüman savaşçı kültürünü yansıtan juramentado oldu. Düşmanlarını yok etmek üzere yemin eden fedai savaşçılar, bölgede İspanyollara ağır kayıplar verdirdi. Böylece, tam olarak 333 yıl süren çatışmalara rağmen, İspanyollar bölgeyi kontrol altına alamadı.

59802.jpg


İspanyolların ardından işgali ABD devralsa da, Morolu Müslümanların direniş hareketi bir adet halinde devam etti. İkinci Dünya Savaşı döneminde Japonya'nın işgal ettiği bölgede Japonlara karşı da direniş sürdü. Japonlar çekildikten sonra ABD'ye karşı savaş yine devam etti.

Bugüne dek uzanan bu direniş süreci, fiilen halen kesilmeyen bir kültür, yaşanan bir tarih niteliğinde. İslam dünyasındaki ön direnişler arasında hiç kesintiye uğramayan bu direniş, özellikle bölgedeki Müslümanların örnek aldığı, canlı bir süreç sunuyor. Juramentado kültürü de genel bir fedai düşüncesi bakımından süreci yansıtıyor.

Peştunistan
Bugünkü Afganistan-Pakistan sınırındaki kabile bölgeleri, İslam alemine yönelik son işgal sürecindeki en büyük direnişlerden birine sahne olmuştu.

Peştun kabilelerin yaşadığı dağlık bölgeler, İngilizlerin kontrolündeki Hindistan'dan Afganistan'a geçişin ana noktasıydı. Bu bakımdan, binlerce İngiliz askerinin sevk edildiği bu bölge, yüz yılı aşkın bir süre boyunca şiddetli çatışmalara sahne oldu.

İlk olarak Sih işgalcilere karşı başlayan direniş, ilerleyen yıllarda İngiliz-Hint ordularına karşı da sürdü. Yüz yılı aşkın süre içerisinde onlarca savaş yapıldı, binlerce çatışmaya girildi. İngilizlere karşı seferber olan Peştun kabileler, kendi bölgelerini aşarak Afganistan'a girmek isteyen İngiliz güçlerine karşı pusular, baskınlar düzenledi.

İngilizlerle Afganlar arasında 1838, 1878 ve 1919 yıllarında üç büyük savaş yapılırken, Peştun kabilelerin yaşadığı bölgelerde de savaş şiddetli bir biçimde devam etti. Binlerce İngiliz askeri ve subayı bölgede öldürüldü. Meşhur İngiliz casus ve subay Thomas Edward Lawrence da burada savaşa dahil olmasına rağmen, Arabistan'dakine benzer bir başarı elde edemeyecekti.

group-of-afridis-at-jamrud-1866-wdl11469-crop.png


1800'lü yıllarda başlayan İngiliz işgal hamleleri, bölgenin coğrafi ve insani yapısı sebebiyle başarıya bir türlü ulaşamadı. Müslüman Peştun kabileler ağır kayıplar yaşamalarına rağmen hızla toparlanıyor ve İngiliz güçlerine karşı savaşı sürdürüyordu. İngiliz ve Hint orduları 1800'lerde başlayan harekatlarına Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'na dek devam etti.

1947 yılında Hindistan ve Pakistan bağımsızlığını ilan edip İngiliz orduları bölgeden çekildiğinde, Müslüman Peştunların yaşadığı bölgede savaş halen sürüyordu. İngiliz otoritesinin yerini alan Pakistan ordusu, söz konusu savaşa devam etmeyerek bölgeden askeri güçlerini çekecekti.

Bölgedeki direniş bir yandan İngilizlerin gücünü Afganistan'dan Orta Asya içlerine ulaştırmasını engellerken, diğer yandan da Afganistan'ın geleceğine önemli bir imza bıraktı. İlerleyen yıllarda Afganlar ve Pakistan sınırları içinde kalan diğer Peştunlar, Rusya ve ABD'ye karşı savaşta bu mirastan ciddi şekilde istifade ettiler.

Sokoto Hilafeti
Bugün Batı Afrika'da halen hatırlanan bir diğer ön direniş tecrübesi ise Sokoto Hilafeti idi.

1700'lü yılların ortalarında Batı Afrika'da başlayan ıslah hareketleri zaman içerisinde devletleşmiş ve Fransız işgaline karşı mücadelenin önemli eksenlerinden birini oluşturmuştu. Bunlardan en önemlisi 1804 yılında Osman bin Fudi (Osman dan Fodio) tarafından kurulan Sokoto Hilafeti'ydi.

sokoto.jpg


Bölgedeki halkın dini inançlarını düzeltmeyi, İslami bir sistem inşa etmeyi ve Müslümanları bir araya getirmeyi hedefleyen bu hareket, bir tür "cihad devleti" mantığında hareket ediyordu. Başta Fransızlar olmak üzere bölgeyi işgal eden Batılı güçlere karşı direnişi organize eden bu hareket, özellikle Fulani Müslümanları merkez almıştır. "Fula Cihadları" olarak da bilinen bu süreçte çok sayıda emirlik kuruldu, Senegal'den Nijerya'ya kadar olan bölgede Batılı güçler ve yerel ortakları hedef alındı. İslami ıslahatları, sistem kurma düşüncesini ve işgale karşı direnişi bünyesinde barındıran bu hareket, kısmi de olsa bir başarıya ulaştı. Kadiri tarikatı başta olmak üzere birçok tarikat da hareketlere destek verdi.

Alman, Fransız ve İngiliz işgal güçlerine karşı savaşan hareketler zaman içerisinde düşmanları karşısında tutunamayarak 1900'lü yılların başlarında çözüldü. Yine de Sokoto'daki tecrübe bölge açısından büyük bir önem arz etti ve geleceğe bir miras bıraktı.

Netice
İslam aleminin işgale uğradığı ilk dönemde birçok direniş hareketi ortaya çıkmıştı. Bu direniş hareketlerinin temelinde, o dönemde bölgede hakim olan sosyal yapı neyse onun tezahürüne rastlanmakta. Genel olarak bu yapılar tarikatlar, kabileler ve benzeri diğer hareketler olarak öne çıkıyor. Ayrıca, çökmekte olan Osmanlı'nın subay ve danışmanlarının da hareketlerde oynadığı rol göze çarpıyor.

Tüm hareketler kendi bölgelerinde geleceğe bir çeşit miras bırakmış durumda. Her ne kadar organik ve doğrudan bir silsileden söz edilemeyecek olsa da, bugün faal durumdaki birçok İslami hareket, özellikle bunlar içerisinden cihadi olanlar, söz konusu ön direniş hareketlerini köken olarak alıyor.

Günümüzde silahlı mücadeleyi temel alan yapılar ideolojik, siyasi ve askeri açıdan daha organize durumda olsalar da, esasen bu hareketlerin taleplerinin temelleri ile ön direniş hareketlerinin temelleri arasında ciddi bir paralellik mevcuddur. Yine de ön direniş hareketlerini kök değil, köken olarak kabul etmek daha makul olacaktır.


 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
3: Hilafetin ilgası, siyasi boşluk ve uyanış ekolleri

Yazı dizisinin bir önceki bölümlerinde zikretmiş olduğumuz süreçler, İslam aleminin tamamıyla işgal altına alınması, siyasi bir güç olarak İslam'ın hiçbir temsiliyetinin kalmaması sonucunu doğurdu.

Hilafetin ulaştığı nokta
Bu sonucun nihayeti de, İslamiyetin siyasi ve dini olarak dünya üzerinde bir otorite olduğunun delili niteliğindeki hilafet müessesesinin ortadan kaldırılmasıyla yaşandı. Esasen hilafet kurumu, Abbasileri güçten düştüğü ve halifenin Kahire'ye taşındığı 1260'lı yılların ardından, temel etki ve gücünü yitirmişti. Hilafet kurumu, yerini sultanlıklara, melikliklere bırakmış, İslam aleminde daha farklı bir süreç yaşanmıştı. Bu süreçte halifeden ziyade İslam alemine çeşitli sultanlar liderlik ediyor ve dış güçlerin saldırılarından bu vesileyle korunuyordu.

Osmanlı Devleti'nin padişahlarından Yavuz Sultan Selim'in 1517 yılında hilafeti İstanbul'a taşıması da bu sürecin devamını teşkil etti. Yine de sembolik olsa da bu kurum kendisini sürdürmeyi ve ihtiyaç duyulacağı zamanlara dek yaşamayı sürdürdü. İslam aleminde ve dahası dünyada sultanlığın/krallığın bir anlayış olarak çökmeye başlamış olması yeni bir süreci de beraberinde getirecekti. Bilhassa bu süreçte İkinci Abdulhamid, Osmanlı Devleti'nin güçten düştüğü ve sultanın eski pozisyonunu yitirdiği bir düzlemde, hilafetin İslam alemi açısından bulunduğu pozisyonu ihya etme ve yeniden kullanma girişimlerinde bulundu.

Esasen, özellikle Müslüman halklar nezdinde, bir halifenin varlığının, meşruiyetinin ve tesirinin halen baki olduğu da kısmen görülecekti. Zira asırlardır halifenin siyasi bir aktör olarak bu ünvanla ön plana çıkmamasına rağmen, dünyadaki çeşitli Müslüman şahıs ve halklar, halifeyi halen bir merci olarak kabullenebiliyorlardı. Uzakdoğu Asya'dan ve Türkistan'dan Batı Afrika'ya dek çeşitli hareketlerin halifeyi halen bir otorite olarak kabulü bunun bir göstergesiydi. Ki bu gerçek, bir önceki yazıda aktardığımız direniş hareketlerinin tabiatında da tezahür ediyordu.

Nihayetinde Osmanlı Devleti de dağıldı, esasi toprakları olan Anadolu, Balkanlar, Suriye, Irak ve Filistin işgal edildi. Hilafetin merkezi olan İstanbul'un da işgali bunun zirve noktasıydı. Böylece artık ne bir halife ne de önderlik edebileceği hür bir Müslüman halk kalmıştı. Yine de hilafet makamının-müessesesinin bekası, gelecek namına Müslümanlar açısından bir merci olabilirdi. Ancak Allah, hilafetin tamamen ortadan kalkmasını takdir etti ki bunda da Müslümanlar için bir maslahat olduğundan söz edilebilir. Hilafetin ilgasıyla, bu kurumun yeni dünya sistemi dahilinde Müslümanları baskı altına alan ve mücadeleden uzak tutacak bir merci olması da imkansızlaşmış oldu.

Yeni dönem ve hilafetin ilgası
Hilafetin ilgasının altında yatan temel sebep esasen, Osmanlı Devleti'nin yerine kurulan yönetimin kendisi için belirlediği gelecek tasavvuruydu. Temeline Batılılaşma ve ilerlemeciliği alan ve Türk milliyetçiliğinin anayasal bir tanımını yapan bu yeni yönetim, modern ve seküler bir Türk milleti düşüncesi oluşturmayı başardı. Bunu kırsal bölgelerde olamasa da şehirlerde büyük ölçüde hükümran kılabildi. Böylece yeni Türk milleti de, modern dünyanın diğer ulus devletleri gibi bir ulus devlete sahip olabilecek, İslam ise bu devlette siyasi-sosyal açılardan hiçbir anlam ifade etmeyecekti. Hal böyleyken, bu yeni devletin uluslararası arenada İslami bir önderlik iddiası taşımasına sebep olabilecek olan ve bizatihi siyasi bir kurum niteliği taşıyan hilafetin de, yeni Türk devletinde bir yeri kalmadı. Bu hem sürecin bir getirisi hem de yeni siyasi yönetimin gelecek tasavvurunun bir neticesiydi.

Hal böyleyken, yeni yönetim içerisindeki tartışmalar, karşılıklı yayın ve propagandalar neticesinde, zaten büyük ölçüde işlevsiz kalmış olan hilafet kurumu tamamen kaldırıldı. Bu durum, İslam aleminin 1492'de Endülüs ile başlayan düşüş sürecinin son halkası niteliğindeydi. Hilafetin de ortadan kalkmasıyla, siyasi açıdan İslam aleminin elinde hiçbir şey kalmamış oldu. Bu sebeple 1924 yılını, siyaseten dibin görüldüğü, böylece yükselme girişimlerinin başladığı yıl olarak niteleyebiliriz.

Oluşan boşluk
Elbette hilafetin ortadan kaldırıldığı haberine İslam dünyası çeşitli tepkiler verecekti. Zaten işgal altında olan ve dış gelişmelerle hemhal olma şansı oldukça az durumdaki İslam alemi, ilk başta bu haberlere itimat etmedi. Ardından haberlerin kesinleşmesiyle, bilhassa Türkiye'deki yeni yönetimin Osmanlı Devleti'nden kalan mirası sürdüreceği düşüncesine sahip olan kimseler adına büyük bir hayal kırıklığı yaşandı. Hilafetin ortadan kalkmasıyla başlayan süreç, Osmanlı'nın son dönemine şahitlik eden ve Arap alemiyle bağları olan kimselerin de vefat etmeye başlayacağı 1950'li yıllarla beraber, Türkiye'nin İslam aleminden büyük ölçüde kopmasıyla devam edecekti.

Hilafetin ilgası ve askeri işgal süreçleri elbette beraberinde büyük bir boşluk da getirecekti. Sultanlıkların ve hassaten Osmanlı Devleti'nin çöküşünün kesinleşmesi ve yeni bir dünya sisteminin doğacağının anlaşılmasıyla, İslam aleminde farklı arayışlar ortaya çıkacaktı. İşgallerin ardından çoğunlukla manda yönetimlerinin tesis edildiği İslam aleminde bu arayışlar genellikle sivil toplum üzerinde vuku buldu. Ancak bunun yanı sıra, bilhassa milliyetçi-ulusalcı kesimlerde, Batılı devletlerle iş birliği ve kurulan mandacı yönetimlerin bir parçası olma düşüncesi de mevcuddu.

İslam aleminin verdiği refleks
İslam aleminde oluşan yanıtları ve bu yanıtlar paralelinde neşet eden cihadi hareketi anlayabilmek için, bu süreçte oluşan boşluğu idrak edebilmek gerekir. Askeri işgallerle zaten sarsılmış olan İslam alemi, yeni döneme hazırlanmak için yavaş yavaş kıpırdanmaya başladığı bir süreçte de hilafetin ilgası haberini almış, bu İslam alemine, yüzlerce yıldır hiç akıllarına gelmeyen bir sorunu göstermiştir. Hilafetin ihyası ve asla dönüş... Önceden de söylemiş olduğumuz üzere, her ne kadar zaman zaman özünü ve siyasi etkisini yitirse de, Müslümanların lideri olan halifenin makamı her zaman bekasını korumuş, Müslümanların böyle bir meselesi hiç olmamıştı. Daha çok, yerel olarak bir direniş ve uyanışı sağlamak, bunun ardından, zaten mevcut olan hilafetle bir ilişki kurmak gibi bir düşünce tarzı hakimdi.

Ancak şimdi, boyutu herkesin çabasını aşan ve meseleye çok daha farklı bir yaklaşım getirmeyi gerekli kılan bir problem vardı: Siyasi olarak İslam'ın küresel varlığını ihya edebilmek. Elbette bunu yapmak, aynı zamanda yeni seküler ulus düşüncelerini aşabilmeyi, bu düşünce üzerine eğitilen Müslüman halkları tekrar eğitebilmeyi, Batı tarafından kurulan rejimlerin meşruiyetini ortadan kaldırabilmeyi ve hilafeti tesis etmek üzere birçok Müslüman halkı omuz omuza getirebilmeyi kapsıyordu. Sorun bu olduğu için, bu sorunu aşabilmek de İslam aleminin onlarca yılını alacaktı ki halen bu problemin aşılması için çabalar sürmektedir.

Hilafeti ihya edebilmek için Mısır ve Hindistan başta olmak üzere farklı coğrafyalarda girişimlerde bulunuldu. Özellikle bu iki coğrafya, entelektüel, sosyal ve siyasi açıdan o dönem İslam'ın en etkin, en hareketli bölgeleriydi. Fakat ortadaki en büyük sorun, bu Müslümanların tamamen sivil olması, yaşadıkları bölgelerin ise İngiliz hakimiyeti altında bulunmasıydı. Başını İngilizlerin çektiği işgal güçleri ise hilafetin ihyası ve devamında Müslüman halkların tekrar güçlenme sürecine girmesi gibi bir durumdan elbette hoşnut olmayacaklardı. Tüm bu etkenler bir araya geldiği zaman, 1924 yılının hemen ardından hilafeti yeniden ihya etmeye yönelik hızlı girişimlerden bir netice alınamadı. Zaman içerisinde Batı destekli rejimlerin güç kazanması, seküler ulusların yükselmesi, aydınlar nezdinde İslamiyetin ehemmiyetinin azalması, hilafet tartışmalarının da zayıflamasına sebebiyet verdi. İşgaller ve hilafetin ilgasıyla oluşan boşluk siyaseten doldurulamadı.

Bu aşamada, İslam aleminde üç ana refleksin olduğu dikkat çeker:

- İlk olarak, seküler yahut dini ulusların inşası yoluna gidilmesi. Bilhassa milliyetçi hareketler çeşitli ideolojik yaklaşımlarla bu yolu izlemişlerdir. Osmanlı'ya yönelik Arap isyanlarında, her ne kadar Arap halkları bu isyana katılmasa da, isyanı tertip edenlerin de temel maksadı buydu. Yıkılması kesinleşen Osmanlı'nın enkazından en az hasarla çıkıp kendi devletlerine sahip olabilmek. Diğer milliyetçi-ulusalcı hareketler de bu yolu izledi. Mısır, Türkiye, Suriye, Irak, Hindistan (Pakistan) gibi çeşitli coğrafyalarda yeni uluslar doğdu. Bunların hepsi de, ideolojilerinde farklılıklar olmakla beraber, dünyanın benimsediği yeni siyaset felsefesini merci olarak kabul edecekti.

- İkinci olarak, yazı dizisinin ikinci bölümünde de bahsettiğimiz geleneksel direniş hareketlerinin neşet etmesi. Bu hareketlerin tabiatı, belirttiğimiz üzere, geleneksel ve işgalciyi çıkarmayı amaçlayan silahlı mücadeleydi. Ancak ortada siyasi, ideolojik veya sosyal açıdan geleceğe hitap edebilecek yahut devamlılık sağlayabilecek bir temel bulunmuyordu. Bu doğrultuda söz konusu hareketler uzun ömürlü olamadı. İkinci Dünya Savaşı öncesine gelindiğinde birçoğu son bulmuştu. Yine de, kendilerinden sonra gelecek olan İslami hareketlere temel teşkil ettiler.

- Üçüncü ve son refleks ise, Müslüman aydınların öncülük etmeye çalıştığı, siyasi ve sosyal bir ittihat düşüncesiydi. Arap dünyasında ve ötesinde birçok İslami yapı bu maksatla çalışmalar yürütürken, İslam'ın yeniden siyasi bir kimlik olması, Müslümanlığın ihyası ve İslami rejimler kurulması düşüncesi hakimdi. Elbette bu refleksi gösterenler arasında da birçok fikri ihtilaf mevcuddu ki ilerleyen yıllarda bu ekol içerisinden birçok farklı akım ortaya çıktı.

Uyanış ekolleri
Bizim üzerinden gideceğimiz ekol ise üçüncü ve son ekol olacak. Bu ekolleri ana hatları itibarıyla tanımladıktan sonra bu bölüme nokta koyacağız. Söz konusu ekollerin detaylarına ve cihadi hareketle olan ilişkilerine ise ilerleyen bölümlerde -inşallah- temas edeceğiz. Yine de belirtmemiz gerekir ki, bu ekoller cihadi hareketlere ve diğer İslami yapılara ciddi bir temel teşkil etmişlerdir.

Bu ekollerin ana hatları (cihadi hareketin teorisyenlerinden Ebu Musab es Suri'nin de "uyanışın okulları" olarak aktardığı kategorizasyona olan katkısıyla) şöyledir:

- Müslüman Kardeşler (İhvan) ve bu düşünceyle hareket metodunu benimseyen çeşitli yapılar. Bunlar Mısır'ı temel almakla beraber Güney Asya, Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası'nın geneline yayıldılar ve içlerinden birçok hareket neşet etti.

- Geleneksel ıslah, ihya, tebliğ ve davet hareketleri. Bunlar birçok farklı noktada farklı dinamiklerle ortaya çıkarken, her biri oldukça farklı yol ve yöntemlere sahipti. Özellikle Hint Altkıtası bu açıdan münbit bir coğrafya oldu. Yine Arap Yarımadası'nda, Şam'da, Irak'ta, Mısır'da ve diğer yerlerde bu eğitimci-ıslahçı hareketler oluştu.

- Selefi-öze dönüşçü hareketler. Bunlar da birçok farklı bölgede, bilhassa İslami ilimlerin yayılması ve tabana inmeye başlamasıyla güç kazandı. İçlerinden birçok yapı doğdu. Geleneksel hareketlere benzemekle beraber, ilmi anlamda gelenekselin dışındaki bir ilmi birikimden de istifade ettiler.

- Hizbut Tahrir ve bağlantılı yapılar. Özellikle siyasi açıdan hilafetin ihyası düşüncesini dillendiren bir yapı oldu.

Tüm bu hareketler o dönemde yavaş yavaş neşet eden ve bugüne dek genel itibariyle ulaşan hareketlerdir. Bugün oluşan cihadi ve İslami akımlar, net şekilde bir silsile halinde bunlara dayanmamakla beraber, esasında tüm bunların ortaya koyduğu faaliyetlerin bir ürünüdür. Yazı dizimizin ilerleyen bölümlerinde ayrıntılara inilmesiyle meselenin daha derinlemesine izah edilebilmesi temennisiyle...

 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
4: Yeni dünya sistemi ve cihadi muhalefetin fikri temelleri

Dünyanın siyasi tarihi, insan yaşamının ilk zamanlarından bu yana daima bir hakimiyet düşüncesinin etrafında şekillenmiştir. Farklı insan toplulukları, krallıklar, beylikler ve imparatorluklar, bilinen dünyayı kendi hakimiyetleri altına almak, burada yaşayan insanlara kendi düşünceleri çerçevesinde düzen vermek gibi bir kanaate sahip olagelmiştir.

Hakimiyet düşüncesi
Bu gerçeği, daha aşina olduğumuz bir tarihi olgu olması bakımından, Türk tarihindeki cihan hakimiyeti fikriyle örneklendirmemiz mümkündür. Hunlardan Romalılara, Emevilerden Çinlilere, Osmanlılardan İngilizlere, Nazilerden Japonlara ve Amerikalılara kadar birçok farklı topluluk benzeri amaçlar için çaba göstermiştir. Bu çabalar tarihin belirli dönemlerinde netice de vermiş, bugün Batılıların Pax Romana, Pax Brittanica, Pax Americana gibi süreçler oluşmuştur. Bu hakimiyet olgusunun temelinde birçok farklı dinamik yatmakla beraber, gerek ferdi gerek içtimai açından insanın fıtratının da bu yönde bir eğilime sahip olduğunu söylemek gerekir.

İnsan sürekli olarak bir hakimiyet, bir baskınlık, bir güç düşüncesi peşinde olmuştur. Bu güç isteği insanın hiçbir dünyevi yahut ilahi ilkeyle kısıtlanmamış olduğu siyasi süreçlerde oldukça kanlı neticeler vermiştir. Tıpkı Romalıların, Moğolların, İngilizlerin ve Amerikalıların tarihin farklı dönemlerinde dünyayı kan gölüne çevirmiş olması gibi.

Şüphe yok ki söz konusu hakimiyet fikri insanı asla terk etmemiştir ve bugün de dünyanın siyasi tarihi bu arayış üzerinden şekillenmektedir. Fakat bugünün dünya hakimiyeti, geçmiştekine göre daha makyajlı ve daha güçlü temeller üzerine oturtulmuştur. Bunu anlayabilmek için, bu hakimiyetin temelini teşkil eden Batı dünyasını günümüze getiren süreci anlamak gerekir.

Batı dünyası, Amerika'nın bir güç olarak dünya sahnesine çıktığı yüzyılların öncesinde, Avrupa kıtasından ibaretti. Bu kıta gerek yüzölçümünün küçüklüğü, gerek üzerindeki güçlerin çeşitliliği gerekse kendilerini bir araya getirecek erken dönem ilkelerden mahrum oluşları gibi etkenlerden ötürü, oldukça parçalı bir görünüm arz etmekteydi. Bilhassa Roma'nın çöktüğü dönem ve sonrasındaki yüzyıllarda Avrupa'da yüzlerce kanlı savaş cereyan etti. Bu güç mücadelesi, kıtanın büyük bir sıçrama yaşayacağı Rönesans süreci sonrasında daha farklı bir tabiata bürünecekti.

Avrupa ve güç mücadelesi
Özellikle Coğrafi Keşifler olarak bilinen, Amerika ve Afrika kıtalarının zenginliklerinin yağmalandığı dönem, Avrupa'yı hiç olmadığı kadar zengin ve müreffeh bir geleceğe hazırlayacaktı. İspanya, Portekiz, İngiltere, Hollanda gibi çeşitli güçlerin yağmaları neticesinde Avrupa'ya dahil olan zenginlik, tüm kıtayı farklı bir atmosfere büründürdü. Bir yandan bilimsel gelişmelere önayak olan bu maddi imkan, diğer yandan da tüm kıtayı hakimiyeti altında tutan Kilise'nin temellerinin sarsılması, yeni bir süreci işaret ediyordu. Bu yeni dönemde hakim güç olmak isteyenlerin savaşları, ortaya çıkan yeni düşünceler, bilhassa Fransız İhtilali ve Napolyon Savaşları gibi süreçlerin Batı Avrupa'da oluşturduğu düzlem, yeni dönemin şafağı niteliğindeydi. Avrupa, kendisine yeni ilkeler, yeni temeller, yeni çehreler inşa ediyordu. Mezhep savaşları, ideoloji savaşları, zenginlik ve sömürge yarışı savaşları, tüm kıtada milyonlarca insanın ölümüne yol açtı. Kıtanın eski güçleri, eski beyleri, eski soyluları, eski milletleri artık bariz bir yol ayrımındaydı. Ya yenilenerek yeni sürece dahil olmak yahut tarihin tozlu sayfalarında yerini almak. Bu değişim süreci, Roma'nın ardından Avrupa'nın en bariz gücü olan ve krallara taç giydiren Papalık'ın dahi siyasi gücünün sıfırlanmasına sebebiyet verecekti.

Avrupa, bir yandan hakimiyet arzusu ve güç arayışı için kan akıtırken, diğer yandan da hakimiyet üzerinde kıtasal hatta küresel bir uzlaşı kurmanın, böylece insanlığın binlerce yıldır peşinden koştuğu dünya hakimiyetini kısmen de olsa sağlayabilmenin yollarını arıyordu. Avrupalı aydınlar, fikir ve siyaset adamları, askerler ve diğerleri, yüzlerce yıl boyunca bu idealin peşinde koştu. Yazılan binlerce eser, ortaya atılan yüzlerce fikir, Tanrı'yı ortadan kaldırıp insana arzuladığı hakimiyeti hiçbir ortak olmaksızın verecek olan, tek geçer akçenin güç ve insanların gücü paylaşmak üzere vardığı mutabakat olduğu bir geleceğin inşası arayışının eseriydi. Napolyon Savaşları sonrasında oluşan atmosfer ve güç odakları, Avrupa'nın bu arayışa gerçek bir beden kazandırabilirliğini düşündürmeye başladı. Avrupalı güç odakları bir araya gelmeye, yeni dünyanın ilkelerini oluşturacak konferanslar, antlaşmalar, kurallar oluşturmaya başladı.

Bu süreçte, yeni dünyanın, yani dünyanın geri kalanına karşı giriştiği savaşta muzaffer olan Batı'nın içerisinde ve kısmen ötesinde birkaç farklı güç daha oluşuyordu.

Avrupa'daki güç arayışının bir uzantısı olarak keşfedilen, Avrupalılarca yağmalanan, insanları katledilen Amerika kıtası... Bu kıta, Avrupa'nın vahşet ve servetinin temellerinden biri oldu. Avrupa'dan buraya yine aynı güç arayışı için giden Batılılar, dünyanın en büyük gücü olan Amerika Birleşik Devletleri'ni kuracakları bir sürece girdi. Avrupa kıtasındaki güçlerden kazanılan bağımsızlık sonrası, özellikle 19'uncu yüzyıldan itibaren, bu devlet kendisine ciddi bir güç inşa edecekti.

Bir diğer güç odağı ise Avrupa'da yeni yeni oluşmaya başlayan zenginler sınıfıydı. Alışılanın ötesinde, bu zenginlerin artık çok yeni temelleri vardı. Sanayii, bu yeni temellerin anlaşılır ve tanındık olanlarından biriydi. Ancak bunun ötesinde, borsa ve medya, yeni zenginliğin esası olarak neşet etti. Bu da, Avrupa'nın hiç alışmadığı, tanımadığı ve bilmediği kişilerin de güç odakları arasına katılmasına ön ayak oldu. Borsa ve medya alanlarında adı anılan zenginler genel olarak iki ana sınıftı: İngiliz soylular ve Yahudiler. Bugün, tarihi olarak bu dönemde borsa ve medya ile meşgul olan kimselere, ayrıca büyük medya kuruluşlarının temelini atan kişilere bakıldığında, bu iki sınıf gözümüze çarpacaktır. Ki, borsa ve medya üzerinde yükselen yeni dünyanın da kimilerince "Anglo-Yahudi medeniyeti" olarak nitelendirilmesi bundandır. Bunun bir devamı olarak, Siyonizm'in ortaya çıkması ve İsviçre'de "Yahudi devleti" ideali ile tertip edilen kongreler, bağımsız olarak güçlenen Yahudi asıllı kimselerin organize bir güç odağı olacak şekilde birbirleriyle irtibat kurmasına olanak sağladı.

Tüm bunların dışında, yükselen bir güç olarak Rusya, İngiliz İmparatorluğu'nun Hindistan ve Avustralya'daki uzantıları, ayrıca ulusal birliğini tamamlayan Almanya ve İtalya da bu güç odakları arasında dahil oldu. Batı dünyası, elde ettiği maddi, askeri ve bilimsel güç ile, eski güç odaklarından kendilerini reforme edebilenler ve yeni güç odaklarının bir arada bulunduğu, heterojen bir güçler havuzu haline büründü.

Başta sömürge alanları olmak üzere güç tekelinin paylaşılamaması, tarihi krizlerin çözülemediği bölgelerde patlak veren problemler, eski ve yeni güç odakları arasındaki rekabetler gibi birçok farklı sebep, Avrupa'nın yeni savaşlara girmesi sonucunu doğurdu. Bu savaşlar, kıtanın hiç görmediği kadar geniş kapsamlı ve kanlıydı. Bilhassa yeni teknolojinin ürünü olan silahların kullanımı, ölümleri zirveye taşıdı. İki dünya savaşında da onlarca milyon insan öldü.

Yeni dünya sistemi ve unsurları
Bu iki savaştan ilki bilhassa eski ve yeni dünya düzenleri arasındaki çizgiyi teşkil etmektedir. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından genelde imparatorluklar, özellikle eski dünyadan kalan ve "uzlaşılamaz" görülen güç odakları tasfiye edilmiştir. Osmanlı hilafeti de bu savaşla dağıtılmış ve Batılıların "Şark Meselesi" ve "Şark Sorunu" olarak adlandırdıkları, 1700'lerden beri süregelen "sorun" da halledilmiştir. Ve uzun yıllardır arzulanan, çeşitli konferans ve eserlerle temeli atılan küresel düzen, ilk kez bu savaş sonrasında net bir noktaya erişmiştir. 1800'lerde "Avrupa Uyumu" yahut "Uluslararası Viyana Düzeni" denilen, Napolyon Savaşları sonrası kurulan ve Birinci Dünya Savaşı ile bozulan düzen, böylece kurumlaştırılmıştır.

İkinci Dünya Savaşı ile sekteye uğrayan bu düzen, Birleşmiş Milletler'in 1945 yılında kurulmasıyla artık nihai halini almıştır. Bugün dünya, askeri ve siyasi ağırlık merkezini ABD'nin oluşturduğu bu sistem etrafında şekillenmektedir. Kimilerince yeni dünya düzeni olarak adlandırılan bu düzen, çeşitli güç odaklarının ittifakı temelleri üzerinde yükselmiştir.

Bu güçler, Birleşmiş Milletler'in ana omurgasını oluşturan ve diğer güç odaklarını himaye eden beş ana güç altında kümelenmiştir: ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin. Özellikle Rusya'nın Çarlık döneminden gelen gücünü Sovyetler Birliği ile yeni dünyaya taşıması ve Çin İmparatorluğu'nun Komünist devrimle beraber benzer bir aktarım yapabilmesi, bu iki devleti de yeni dünya düzeninin içerisindeki unsurlar kılmıştır.

Bu temel güç odağı olan devletlerin şemsiyesi altında genel olarak şu unsurların varlığından söz edilebilir:

- Kıta Avrupası'nda Rönesans, Reform, Sanayii Devrimi, Coğrafi Keşifler, Napolyon Savaşları gibi süreçler sonrasında ortaya çıkan sosyal düzende neşet eden zengin şahıslar ve aileler

- Anglosakson soyluları ve bu medeniyetin uzantıları

- 18'inci yüzyıl öncesinden gelen gücünü korumaya çalışan İngiliz ve Fransız devlet teşkilatlanmaları, irtibatlı şahıs ve kurumlar

- Yine aynı dönemlerde güç kazanan ve Siyonist kongreleriyle gerçek bir güç odağı halini alan Yahudi tüccar ve siyasiler

- Bunlarla bağlantılı olarak kurulan İsrail, ki İsrail Orta Doğu'da söz konusu düzenin varlığını sağlayan temel güçtür

- Amerika Kıtası'nda, ABD devletinin kuruluşuna giden dönemde ortaya çıkan yeni düzenin unsurları

- Rusya, Çin ve İran gibi ülkelerdeki merkezi rejimler ve bunların çevresinde kümelenen siyasiler-aileler-sosyal çevreler

- İlk yazıda belirttiğimiz işgal edilen İslam coğrafyasında Batılılarca kurulan kukla rejimler, bunların çevresinde kümelenen siyasiler-aileler-sosyal çevreler-din adamları

- Dünya sistemini var eden düşünce yapısı doğrultusunda hareket eden etki ajanları, sosyal gruplar, etnik-ideolojik hareketler, "insan hakları" kurumları

- Yukarıda zikredilen tüm bu çevrelere mensup olan yahut bunlardan faydalanan zenginler, yatırımcılar, siyasiler, vesaire.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, tüm bu güçlerin dünya hakimiyetini savaş yaşanmayacak şekilde pay ettiği bir düzlem teşkil edilmiştir. Zaman zaman, örneğin Soğuk Savaş döneminde bu düzen riske girse de, genel hatlarıyla korunmuştur.

Cihadi muhalefetin fikri temelleri
Cihadi fikri muhalefet, işte bu sistemin ilkelerine ve temellerine karşı bir oluşum süreci geçirmiştir. İlk olarak, bu dünya sisteminin unsurlarından biri olan "kukla rejimlere" karşı muhalefet düşüncesini temel edinen cihadi hareketler, ardından dünya sistemini tanıdıkça ve kitle iletişim araçları geliştikçe, söz konusu muhalefeti fikriyatın esaslarından biri haline getirmiştir. Bilhassa bugün "Haçlı-Yahudi nizamı" olarak özetlenen ve tenkit edilen sistem, cihadi düşünce tarafından, İslam aleminin içerisinde bulunduğu durumun müsebbibi olarak nitelenmektedir.

Yazı dizimizin bu bölümünü, cihadi düşüncenin mevcut sisteme yönelik suçlamalarının-muhalefetinin temellerini kısaca izah ederek noktalayalım:

- İslam aleminde kukla yönetimler kurarak halkların iradesinin tezahürünü engellemek.

- Müslümanların İslam şeriatına göre yaşamasına ve hilafeti tesis etmesine, dünya sisteminin ayakta kalması için karşı durmak.

- İslam ülkelerinin zenginliklerini yağmalamak, böylece halkın yoksulluğuna yol açmak. Bu zenginliklerle, kurdukları kukla rejimleri desteklemek.

- İslam ülkelerindeki halkları ve dünyadaki diğer halkları askeri işgal altında tutmak. Bunları "dünya sisteminin değerleri" kisvesi altında hazcılık ve dini inkar pozisyonuna sokacak eğitim, kültür ve medya ortamları oluşturmak.

- İsrail'i kurmak, desteklemek ve yaşatmak. Başta İsrail olmak üzere Müslümanlara karşı savaş halindeki ülkelere destek olmak.

- Kafkasya, Doğu Türkistan, Keşmir gibi bölgelerdeki Müslümanlara yönelik zulme, kendi aralarında ihtilaf olmasına rağmen Batı ve Avrasya dünyası arasında bir köprü kurarak destek olmak.

- "Kendi kaderini tayin hakkı" ilkesine rağmen Müslümanların bağımsız devletler kurmalarını engellemek. Ancak Güney Sudan ve Doğu Timor örneğinde olduğu gibi, söz konusu Hıristiyanlar olunca buna yardımcı olmak.

- BM'ye üye Müslüman ülkeleri İsrail'le iyi ilişkiler geliştirmeye zorlamak. Ve işgal altındaki diğer Müslümanlarla dayanışmalarına mani olmak.

- Eşcinsel hareketler başta olmak üzere çeşitli yapıları ve İslam'a hakaret edenleri "ifade ve inanç hürriyeti" kisvesi altında desteklemek, bunların İslam toplumlarındaki faaliyetlerine fon sağlamak.

- Müslümanların kendilerini koruyabilmesi için siyasi ve askeri örgütlenmelere gitmelerine yasak getirmek. Ancak Müslümanlarla savaşan ülke ve rejimlere askeri destek sağlamak.

- Tüm dünyadaki zayıf ülkeleri ve halkları, dünyanın önde gelen güçleri için kullanmak. Dünyanın yüzde 99'luk kesimini yüzde 1'lik kesimine köle haline getirmek.

Bu itirazlar uzatılabilecek olsa da, bizler şimdilik bu maddelerle iktifa edeceğiz.

 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
5: Yahudi devletinin kuruluşu ve Arab rejimlerinin hezimeti

Yazı dizimizin bir önceki bölümünde İsrail'in dünya sistemine dair konumundan kısa da olsa söz etmiştik.

İsrail'in, 18'inci yüzyıl ve sonrasında güç kazanan, Siyonist kongreleriyle gerçek bir güç odağı halini alan Yahudi tüccar ve siyasilerle bağlantılı olarak kurulduğuna değinmiştik. Ayrıca İsrail'in, Orta Doğu'da "Yeni Dünya Düzeni"nin varlığını sağlayan temel güç olduğunu da kaydetmiştik.

Bu bölümde ise muhtasar olarak, İsrail'in kuruluşundan, bu kuruluşun altında yatan sebep ve süreçlerden bahsetmeye çalışacağız. Ayrıca, İsrail işgaline, buna karşı verilen savaşlara ve yaşanan hezimetlere temas edecek, tüm bunların cihadi hareket açısından ifade ettiği anlamı tartışmaya çalışacağız.

Batılı emperyal güçlerin İsrail'e dair ilk bariz adımı
Batı'dan İslam aleminin kalbinde bir Yahudi devleti kurulmasına dair ilk adımı, Fransız general Napolyon Bonapart atmıştır. Osmanlı hakimiyetindeki toprakları işgal eden Napolyon, burada kendi emperyal projeleri paralelinde bir Yahudi devleti kurmayı tasavvur etmiştir.

Bu plan sadece Napolyon'un zihin dünyasından ibaret kalmamıştır. 1799'da Biladu'ş Şam'a ayak bastığında Napolyon, Yahudilere hitaben bir açıklama yapmış, onları Filistin'ın haklı varisleri olarak nitelemiştir.

Bu açıklamasında Napolyon özetle Yahudilerin bölgede hak sahibi olduğunu, ayağa kalkmaları ve bölgede bir devlet kurmaları gerektiğini, kendilerinin de buna destek olacağını beyan etmiştir. Bu, Batılı emperyal güçlerin Filistin'de bir İsrail devleti kurulmasına dair ilk doğrudan adımı niteliğindedir. Buna dair bazı detaylar üzerinde ilerleyen kısımlarda duracağız.

Ancak Napolyon'un bölgedeki askeri hamleleri başarısız olduğunda, Yahudilere bir devlet kurulmasına -ki bu devlet emperyalist Batı için bir ileri karakol olacaktı- dair planlar da takriben bir asır ertelenmiş oldu.

Balfour Deklarasyonu ve İsrail'in doğumu
İsrail'in bölgede ortaya çıkışını işaret eden siyasi süreç ise resmi olarak 1917 senesindeki Balfour Deklarasyonu ile başlamıştır. Bu deklarasyon esasında Napolyon'un 1799 senesinde yaptığı açıklamanın bir benzeridir. Batılı emperyal güçler -bu sefer İngiltere- Ortadoğu'daki ileri karakolunu kuracağını beyan etmiştir. Fransa'nın aksine İngiltere bölgeyi işgal ederek kontrol altına almış olduğundan, bu beyan daha ciddi bir hüviyete sahipti ki ciddiyetini, ilanından yaklaşık 30 sene sonra İsrail devletinin kurulmasıyla gösterdi.

İngiltere'nin Filistin topraklarında Yahudiler için bir devlet kurulmasına yönelik niyetini beyan eden bu deklarasyon metni, İsrail'in kuruluşu için atılmış ilk doğrudan adımdır. İngiltere bu dönemde her açıdan şaşırtıcı ve her türden prensip ile çelişen bir adım atmıştır. Bu çelişki ise, Roger Garaudy'nin Arthur Koestler'den yaptığı aktarımla, şöyle özetlenebilir:

"Bu öyle bir belgedir ki, onunla bir millet, diğer bir millete üçüncü bir milletin toprağını büyük bir gösterişle vadetmiştir. Üstelik kendisine vaatte bulunulan o millet, daha millet bile değil, sadece dinî bir toplulukken ve toprak da, vadedildiği sırada dördüncü bir millete, yani Osmanlı’ya aitken..."

İşte bu şekilde, Osmanlı Devleti'ne ait olan ve üzerinde Müslüman Arapların yaşadığı topraklar, henüz bölgede neredeyse var olmayan ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerinden taşınan Yahudilere verilmiştir. Yahudiler de, binlerce yıl önce bu bölgede yaşadıkları ve Filistin'in bu sebeple kendi hakları olduğu gibi garip ve abes bir iddiayla, Filistin topraklarına yerleşmeye başlamıştır. Bu aslında, yine aynı dönemde Osmanlı'ya ait olanlar başta olmak üzere çeşitli toprakları parçalamak üzere ortaya atılan Wilson Prensipleri ile çelişmektedir. Bölgenin neredeyse tamamını oluşturan Müslüman Araplara kendi geleceklerini belirleme hakkı verilmemiş, bu hak bölgede azınlık olan Yahudilere verilmiştir. Buna rağmen Wilson da, onun prensipleri doğrultusunda kurulan Milletler Cemiyeti de Balfour'u kabul etmiştir.

Balfour Deklarasyonu komedisine dair şu ifade, tüm meseleyi idrak etmemize yetecektir. Deklarasyonun ilan edildiği yılda Filistin nüfusunun sadece yüzde 5-10'u Yahudilerden oluşuyordu. Ancak deklarasyon komik bir şekilde bu yüzde 95'lik kesimden "Yahudi olmayan topluluklar" olarak bahsetmekte ve "onların da hakkının korunması gerektiğinden" dem vurmaktadır. Filistin'in çoğunluğunu azınlık, azınlığını ise çoğunluk yerine koyan bu gülünç İngiliz planını tenkit için vakit harcamak dahi bir ziyandır.

Batılıların Yahudi devleti planına dair
Deklarasyondan bir süre sonra, Anglo-Siyonist projeye karşı süren direnişe rağmen 1948 yılında İsrail devleti resmen kurulmuştur. Bu devlete karşı girişilen savaşlara ve neticelerine dair notlara geçmeden önce, Batılıların Yahudi devleti projesine dair birkaç notu aktarmakta da fayda vardır:

- Batı, asırlardır Avrupa'da sosyal-siyasal sorunlara yol açan Yahudi meselesini, Yahudilerin bölgeden ihracı yoluyla çözme imkanı bulmuştur. Bu ihraç, "Yahudilere devlet kurulması" kılıfı altında icra edilmiştir.

- Batı'nın "Şark Meselesi" olarak andığı, kısaca İslam aleminin felç edilerek sömürülmesi meselesi her zaman bir sorun kaynağıydı. Batı, geniş ve köklü bir siyasi-sosyal-askeri-iktisadi-tarihi güce ev sahipliği yapmayan bölgelere kendi insanları yerleştirerek sömürgecilik yapabilmişti. Amerika kıtaları, Afrika, Avustralya bunun örneğidir. Ancak Ortadoğu'da bunu yapmak pek mümkün değildi.

- Bu doğrultuda ortaya çıkan şey, Yahudilerin birer kaşif, sömürgeci, yerleşimci olarak, ileri karakol şeklinde kurulacak bir devlete vatandaş yapılmasıydı. Halen İsrail'de yaşamakta olan Yahudi yerleşimcilerin, "okyanusların ardından gelerek bir kıtaya yerleşen beyaz adamlar" kadar yabancı, uzak ve soğuk görüntüsünün sebebi budur. Zira onlar bölgeye zorla entegre edilmeye çalışılmaktadır.

- İsrail'in kurulması süreci aynı zamanda Aydınlanma Çağı ve devamında ilahlığını ilan eden insanın, tarihi ve sosyolojiyi yeniden yaratmaya çalışma projesidir. Batılı "beyaz adam", şunları yapmakla kendi ilahlığını tarih üzerinde de tescil ettiği kanaatindedir: O bir halk, bir millet oluşturmuş, onun için bir toprak parçası seçmiş, bir tarih hayata getirmiş, bir devlet, bir kültür yaratmaya kalkmıştır. Tarihin akışına müdahale etmiş, onu tersine çevirmiş, kutsal topraklarda kimin hakim olacağına, kimin meşru, kimin gayrimeşru olacağına kanaat getirmiştir. "Beyaz adam" kendini adeta, Yahudileri Tih'ten çıkarıp Filistin'de onlara bir vatan veren ve orayı mamur kılan "Tanrı" gibi bir noktada görmektedir. Haşa...

- Napolyon'dan beri devam eden proje kapsamında İngiltere kendisi için bölgede bir düzen inşa ederek Yahudileri, Anglo-Siyonist düzeni temsilen bölgede karakol kılmıştır. Ardından İngiliz devleti dünya siyasetinde gücünü yitirir ve bilhassa Süveyş Krizi'nde belirgin olan şekilde yerini ABD'ye bırakırken, İsrail'in hamiliği de Amerikan hegemonyasına geçmiştir. Artık, özellikle ikilinin gelişen stratejik iş birliği kapsamında, Anglo-Siyonist düzenin sahibi Amerikalılardır ve İsrail de onların karakoludur.

- Amerikan öncülüğündeki dünya sisteminin İslam alemine dair tasavvurları da bu eksende şekillenmektedir. Bilhassa yakın dönemde ABD, İran tehdidini de kullanarak Arap coğrafyasında İsrail himayesinde bir "kalkınma" anlayışı sunmakta, bu da Yahudi varlığını bölgedeki "refah düzeninin" kilit noktası kılmayı amaçlamaktadır. İsrail böyle bir düzenin merkezi kılındığında, devletler ve halklar nezdinde ciddi bir "rıza" söz konusu olacağından, Yahudi varlığını Filistin'den çıkarmak da zorlaşacaktır.

- Her ne kadar bu şekilde algılansa da İsrail varlığı Filistin'deki işgalden ibaret değildir. İsrail;

  • Suriye'nin Golan Tepeleri'ni işgal altında tutmaktadır.
  • Lübnan üzerinde Hristiyan müttefikleri ve Güney Lübnan'daki askeri tehdidi sebebiyle bir etkinlik sahibidir.
  • Ürdün'ü paralize etmiş ve Filistin konusundaki pasifliği sebebiyle onu kartondan bir devlet olmaya mahkum etmiştir.
  • Mısır ile sınırı olan Sina Yarımadası'nı askersizleştirerek bir Yahudi tampon bölgesi kılmıştır. Ayrıca bölgedeki Müslüman halka karşı Mısır rejimi ile beraber bir savaş yürütmektedir.
  • Bölgenin geri kalanındaki Suudi Arabistan, BAE ve Türkiye gibi devletlerle olan ilişkileriyle tüm İslam alemini kendi etki alanı içerisine hapsetmektedir.
İsrail işgaline karşı savaşlar ve hezimet
İngiliz mandası sürecinde Müslüman Araplar ve Anglo-Siyonist güçler arasında uzun süreli bir iç savaş yaşanmıştır. Ancak bu savaş, İslam aleminin tamamen işgal altında ve kaynaklarından mahrum bir halde bulunması, Siyonistlerin ise insani ve maddi açıdan sürekli olarak desteklenmesi sebebiyle, bir neticeye ulaşamamıştır.

İsrail ile Arab devletleri arasındaki savaşlar, İsrail'in bir devlet olarak bağımsızlığını ilan ettiği 1948 yılı ve sonrasında başlamıştır. 1948'den 1973'e kadar İsrail ile Arab devletleri arasında dört büyük savaş cereyan etmiştir. Bu savaşların tafsilatına girmeyecek ve temel çizgileri okuyucuya aktarmakla iktifa edeceğiz.

1973 yılına kadar devam eden bu savaşlarda başat aktörler Mısır, Suriye ve Ürdün'dü. Ancak Arap dünyasının tamamına yakını bu savaşlara iştirak etmiştir. Öyle ki bu iştirak Yemen ve Sudan'a dek uzanmış, hatta Pakistan gibi Arab olmayan devletler dahi çatışmalarda yerini almıştır.

Temel savaşlar 1948, 1956, 1967 ve 1973 yıllarında patlak vermiştir. Ayrıca Mısır'ın İsrail'e karşı 1967-1970 Yıpratma Savaşı da bunların arasına dahil edilebilir. Ancak bu savaşların hiçbiri İsrail'in toprak ve güç kaybıyla neticelenmemiş, bilakis Arab orduları büyük hezimetlere uğramış, savaşma ve direnme kapasitelerinin tamamına yakınını yitirmişlerdir. Tüm bu savaşlarda Arap halkları ve gönüllü yapılar ordulardan daha büyük bir rol oynamış, üstelik İsrail ordusuna karşı ordulardan daha mühim başarılar elde etmişlerdir. Örneğin Mısırlı Hafız Selame, 1973 Süveyş Direnişi'ne liderlik etmiş, halk güçleri İsrail işgalini püskürterek mühim bir zafer elde etmişlerdir.

Bu savaş süreçleri 1973'teki Yom Kippur Savaşı'nda alınan yenilgi sonrasında durmuş ve yerini daha çok Filistinli gerillaların mucadelesine bırakmıştır. Savaş Batı Şeria, Lübnan, Ürdün gibi bölgelerde vuku bulmaya başlamıştır. Lübnan İç Savaşı ve İsrail'in Lübnan'ı işgali, 1987 ve 2000 İntifadaları gibi süreçler bunun uzantısıdır. 1993 yılında başlayıp 2000'lerle beraber zirvesine ulaşan Oslo barış süreci ve bugüne dek uzanan İsrail ile normalleşme furyası, bugün İslam aleminde İsrail'e karşı savaşma düşüncesini sıfır noktasına getirmiştir. Halihazırda İran'ın senelerdir devam eden ancak hiç hayata geçmeyen tehditleri dışında böyle bir realite de mevcut değildir.

Arab rejimlerinin hezimetinin cihadi harekete tesiri
Başta Mısır olmak üzere Arab rejimleri, İsrail karşısında siyasi, askeri, fikri, teknolojik tüm açılardan ağır hezimetlere maruz kalmıştır. Bu hezimetlerin gerek bölge açısından, gerekse tüm cihadi hareket tecrübesi bakımından önemli sonuçları olmuştur. Bazılarına değinecek olursak:

- Arab ordularının hezimeti, Cemal Abdunnasır gibi "karizmatik" liderlerin altında yatan yenilmişliği ve zayıflığı gün yüzüne çıkarmıştır. Bu durum aşırı milliyetçi Arab rejimlerin sonunu getirmeye başlamış, İslami-cihadi alternatifler yükselmiştir.

- İsrail'e karşı yenilgileri sonrasında Arab yöneticiler yeni arayışlara girmiştir ki bunun en temel örneği Mısır lideri Enver Sedat'tır. İsrail'i tanıyan ilk Arab devleti olan Mısır, o döneme kadar Arabların İsrail'i mağlub etmedeki en büyük umuduydu. Sedat, böylesi bir hamlenin bedelini 1981 yılında canıyla ödeyecekti. Bu suikast sonrasında Arab rejimleri uzunca bir müddet İsrail ile daha fazla yakınlaşmaya cesaret edemedi.

- Cihadi hareket, özellikle o dönemki fikri merkezlerinden olan Mısır'da, rejimlerin bu şekilde sarsılmasıyla daha rahat hareket alanı bulmuş ve fikirlerini kitlelere daha iyi aktarabilmiştir. Özellikle rejimlerin İsrail'e karşı başarısızlığı ve cihadi kesimin öne sürdüğü tezlerin gerçekçiliği, bu akıma teveccühü artırmıştır.

- Arab devletlerinin İsrail'i yenmesine yönelik umutlar neredeyse tamamen sona ermiştir. Böylece halk kitlelerinin umudu, başta Filistinli gerillalar ve kısa bir süre sonra da Afganistan'dan Mısır'a dek neşet eden cihadi gruplara yönelmiştir.

- Arab devletleri, halklar nezdinde oldukça az olan meşruiyetlerini İsrail ile normalleşme sürecinde tamamen yitirmeye yüz tutmuşlardır. Bilhassa 1978 sonrasında Mısır özelinde ve İslam alemi genelinde halklarla rejimlerin arasının hızla açılmasında bunun da büyük tesiri bulunur. İsrail'e karşı savaş sürecinde Arab rejimlerinin sergilediği samimiyetsiz, ciddiyetsiz ve beceriksiz tutum, Arab halklarını rejimlerden uzaklaştırmıştır.

- Ayrıca, birbiri ardına gelen savaş ve hezimetler Arab halklarını ciddi bir umutsuzluğa ve düşüş sürecine gark etmiştir. İsrail'in yenileceğine ve Arab toplumunun istediği beşeri-siyasi-sosyal seviyeye yükselebileceğine yönelik umutlar, siyasi yelpazenin birçok kesimi bakımından uzak bir ihtimal haline gelmiştir. Bu umutsuzluk -2011 dönemindeki Arab Baharı'nın birkaç yıllık balayı süreci haricinde- halen sürmektedir.

Nihayetinde, cihadi akım gerek rejimlerin meşruiyetini yitirip marjinalleşmesi, gerekse İsrail'e karşı savaşın İslami hareketin omuzlarına yüklenmesi sebebiyle söylemsel bir üstünlük elde etmiştir. 1960'lardan başlanarak 1979 yılı sonuna dek uzanan süreç bu paralelde cihadilik için birçok yönden verimli bir saha ortaya çıkarmıştır ki ilerleyen kısımlarda bu neticeleri incelemeye çalışacağız.


 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
6: Hilafetin ilgasından sonra yeniden doğuş süreci

Hilafetin ilgasının, tüm dünyanın ve bilhassa İslam aleminin içerisine girmiş olduğu "modern" dönemin en bariz neticelerinden biri olarak ortaya çıkışından yazı dizimizin üçüncü bölümünde bahsetmiştik.

Bir bakıma hilafetin ilgasının 20'nci yüzyıl ve sonrasında İslam alemine, peşinden koşulacak ana hedefi gösterdiğini de söylemek gerekir. Hilafetin yeniden ihyası, İslam alemi için ana slogan haline gelmiş, esasında sadece bu müessesenin diriltilmesinden öteye geçen, yeniden dirilişi ifade eden bir anlayışa bürünmüştür.

Hilafetin ihyası fikri, Müslümanların ferden öze dönmesi, toplumları ıslah etmesi, düşmanlarını mağlup etmesi ve İslam alemini bir gücün çevresine odaklayacak bir vahdet ortamını sağlaması şeklinde sistemleştirilebilir.

Bu doğrultuda Müslüman kitleler bu düşüncenin ardı sıra bir araya gelerek bir yeniden doğuş sürecinin fitilini ateşlemiştir. Mısır'dan Hindistan'a dek çeşitli hareket ve ekollerin eylemlerinde tezahür eden, modernitenin seküler anlayış ve sistemine bir itirazdır. Bu itiraz, zaman içerisinde idealize ettiği yöntem ve zemine oturana kadar birçok aşamadan geçen bir hareket halini almıştır.

Ortak bir emeğin ürünü
Şubhesiz söz konusu hareketlerin arasında bugün kimsenin isimlerini hatta var olduklarını dahi bilmediği birçok yapı bulunmaktadır. Somali gibi Türkiye gibi Cezayir gibi bölgelerde oldukça lokal bir zeminde var olmalarına rağmen, ilerleyen yıllarda cihadi hareket için önemli grup ve şahıslara zemin hazırlayacak birçok oluşum mevcuttur. Örneğin Somali'de 1960'larda ortaya çıkan Vahda eş Şebab el İslami, Cemaat Ehlu'l İslami, Munazamat Nahdatu'l İslamiyye gibi yapılar, ilerleyen yıllarda İslami Mahkemeler Birliği ve Eş Şebab gibi grupları doğurmuştur.

Esasında bu durum, günümüzde çeşitli uzman ve analistlerce cihadi akımın kategorize edilmesine dair girişimlerin ne kadar zor, hatta kısmen imkansız olduğunu ortaya koymaktadır. Zira cihadi akım belirli zümrelerce dar zeminlerde teşkil edilen, tarihi satır satır kaydedilen bir akım değildir. Bundan ziyade birçok farklı şahsın, grubun, İslami ilim halkasının, mescidin, vakfın, caminin, sokağın, meydanların emek ve çabalarının birleşimi niteliğindedir. Bu açıdan cihadi akımı, İslam aleminde çeşitli mezheb ve meşreblere mensub kesimlerin, hilafetin ilgası sonrasındaki ortak çabalarının bir sonucu olarak okumak daha doğru olacaktır.

Hilafetin ilgası sonrasında İslami hareketler bazı coğrafyalarda müstakil yapılar, bazı coğrafyalarda ise çeşitli grupların içerisindeki hizipler olarak etkinlik göstermeye başlamışlardır. Özellikle hakim rejimlerin baskısının yoğun olduğu ülkelerde İslami hareketlerin milliyetçi kesimler ile kısmi bir ittifak içerisine girdiği de vakidir. Yine belirli bölgelerde siyasi partilerin, ilmi yapıların, medrese halkalarının içerisine entegre bir halde hareket etmişlerdir.

Bu durumu çağın gerekliliklerinin yanı sıra, İslami kesimlerdeki siyasi ve ilmi bilinç düzeyi ile de açıklamak mümkündür. Bu süreçlerde İslami hareketlerin farklı ekolleri iç içe bir yapıdadır ki bu yapıyı Mısır ve Türkiye gibi bölgelerde yakinen görmek de mümkündür. Ayrışma ancak İslami hareketin gücünün arttığı, yöntem farklarının önemli hale geldiği ve İslami yaklaşımlar arasındaki farkların belirginleştiği ilerleyen yıllarda yaşanacaktır. Örneğin bu dönemde İslami hareketin içerisinde cihadi eğilimlere sahip kesimler Mısır'daki Müslüman Kardeşler (İhvan) ve Türkiye'deki Milli Görüş hareketi gibi yapılar içerisinde de bulunmaktaydı. Ayrışma ise ancak ilerleyen yıllardaki gelişmeler neticesinde gerçekleşecekti.

İhvan, Cemaat-i İslami ve Diyobend
Bu dönemin en bariz yapıları arasında, Hasan el Benna tarafından kurulan Mısır merkezli Müslüman Kardeşler'i göstermek yanlış olmaz. Öyle ki İhvan, bünyesine topladığı şahıs ve irili ufaklı oluşumlarla, ayrıca oluşturduğu İslami çalışma ortamıyla ciddi bir atmosferin oluşumuna zemin hazırlamıştır. İlerleyen yıllarda her ne kadar İhvan ile cihadi akım tamamen ayrışsa da, özellikle hilafetin ilgası sonrasında oluşturduğu İslami çalışma ortamı birçok farklı düşüncenin güç kazanmasına zemin hazırlamıştır. Bilhassa ileride önemine değineceğimiz Seyyid Kutub gibi şahsiyetler de bu hareketin bünyesi içerisinden çıkmış ve cihadi akıma çok ciddi katkılar sağlamışlardır.

İhvan ile beraber, hilafetin ilgası sürecinde en yaygın ve en etkin olan hareketler arasında Ebu'l Ala el Mevdudi tarafından kurulan Cemaat-i İslami büyük bir rol oynamıştır. Bu yapı da ilerleyen süreçte İhvan'a benzer bir şekilde daha siyasi bir yol izleyip cihadi düşünceyle arasında mesafe bıraksa da, özellikle 1980'lere kadar bölgesinde İslami uyanış için ciddi bir atmosfer oluşturmuştur.

Bu doğrultuda bir diğer örnek olarak Hint Altkıtası'ndaki Diyobendi ilmi geleneği göstermek mümkündür. Bu ilmi gelenek İran Belucistanı'ndan Bangladeş'e kadar uzanan geniş bir coğrafyada alan bulmuş, ağırlıklı bir ilmi anlayış ortaya koymuştur. Her ne kadar Diyobendi ekolün siyasi ağırlığı İhvan ve Cemaat-i İslami kadar güçlü olmasa da arz ettiği büyük bir ehemmiyet vardır. O da etkin olduğu bölgelerde klasik İslami anlayışı ve yine klasik cihadi tasavvuru koruması, bu paralelde modernitenin seküler düşüncesini uzakta tutmasıdır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi bu dönemde ortaya çıkan hareket, yapı ve şahsiyetleri teker teker ele almak oldukça zordur. Endonezya, Filipinler gibi Güneydoğu Asya ülkelerinden Suriye ve Mısır gibi Arab dünyasının önemli ülkelerine, Pakistan gibi İslami kimlik temelinde kurulan bir ülkeden Türkiye gibi daha seküler ülkelere dek binlerce farklı ismi zikretmek mümkündür. Tüm bu yapılar, 1960'ların ortalarına dek henüz bir şaşkınlık ve emekleme döneminden geçmektedir. Bazı bölgelerde Batı tarafından kurulan rejimlere karşı silahlı ayaklanmalar olsa da bunlar çağdaş cihadi akımın düşüncesinden ziyade biraz daha tepkisel ve olgunlaşmamış girişimler olarak kalmıştır. Bu ayaklanmalar geriye kısmi miraslar bıraksa da örneğin Mısır ve Afganistan'daki silahlı kalkışmalar gibi eylemsel bir kültürü miras bırakmamışlardır. Yine de hilafetin ilgası sonrasındaki bu dönemde ortaya çıkan sayısız şahıs ve yapı, İslam alemi için yeni bir dönemin başladığının net bir göstergesidir.

Yeni bir dönem için hazırlık yapan ve henüz öğrencilik aşamasında olan bu kesimler için bu dönem, öğrenme ve fırsatları bekleme dönemidir. Beklenen fırsat, rejimlerin meşruiyetinin sorgulanacağı ve İslam aleminde dengelerin değişeceği yıllarda ele geçecektir. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı'nın Avrupa'ya yıkıcı etkisi ve 1956 Süveyş Krizi gibi olayların Ortadoğu'daki Avrupa etkisini kırması yeni döneme işaret edecektir.

Sovyetler Birliği'nin (SSCB) güç kazandığı dönemde ABD-SSCB arasındaki fay hatları ve oluşan güç boşlukları İslami hareketler için ciddi bir fırsat daha sunacaktır. İslam alemindeki rejimlerin arada kalması, meşruiyet ve güç krizleri, nihayetinde ortaya çıkan çatışma ortamları, cihadi akımı ilk önderlerin çıktığı ve fikri temellerin atılmaya başlandığı çağa taşıyacaktır.


 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
7: Kutub'dan Azzam'a ilk önderler

Hilafetin ilgasının ardından yeniden doğuş sürecini yaşayan İslami hareketler, bu yıllarda birçok ilim ve hareket adamından güç almıştır. İsimleri bilinen yahut bilinmeyen binlerce Müslüman önder bu yıllarda çalışmalar ortaya koymuş ve nihayetinde bu emeklerin bir ürünü olan İslami-cihadi hareketler görünür hale gelmeye başlamıştır.

Hiç şüphesiz bu oluşum sürecinde belirli isimlerin emekleri ciddi bir şekilde ön plana çıkmaktadır. Gerek fikri gerekse fiili emeklerini İslami-cihadi hareketlere sarf eden bu isimleri ilk önderler olarak nitelemek yanlış olmaz. Zira bu isimlerle beraber cihadi hareketler kendisine ciddi bir paradigma edinerek, gelecek yılların sunduğu şartları da değerlendirmek suretiyle bir realite ortaya koyacaktır.

İlk önderlerin ekseriyeti Mısır-Filistin-Suriye üçgeninde çaba gösteren kimselerdir. Bilhassa Mısır bu süreçte ilmi ve fikri faaliyetlerin amiral gemisi pozisyonundadır. İslami hareketin sahip olduğu dinamizmle birleşen bu faaliyetler, Mısır'ı cihadi düşüncenin de müstesna bir noktasına yerleştirmektedir.

Bu kişilerin arasında birçok isim zikredilebilir. Ancak Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Abdulkadir Ûdeh, Abdullah Azzam, Ebu'l Ala Mevdudi, Mervan Hadid, Ömer Abdurrahman, Said Havva gibi isimlere özel bir parantez açmak icap eder. Zira bunlar, 1960'ların ortalarıyla beraber filizlenmeye başlayacak olan cihadi harekete temellik edecek olan şahsiyetlerdir.

Seyyid Kutub özelinde, cihadi akımın köklerine ve doğumuna yazı dizimizin bir sonraki bölümünde değinecek olmakla beraber, bu bölümde ise meselenin ana hatlarını izaha çalışacağız.

Yukarıda saydığımız isimler ve emsalleri, temel olarak yeni bir fikir ve hareket akımının neşet etmesine iki temel yönden katkıda bulunmuştur. İlk olarak neşrettikleri kitaplar, makaleler ve verdikleri sohbetler vasıtasıyla. İkinci olarak ise İslami cemaatler içerisindeki doğrudan çalışmalarıyla.

Neşriyatlar
İlk önderlerin kaleme aldığı eserler, genelde İslami hareket, özelde ise cihadi akım için ciddi bir altyapı hazırlamıştır. Bu doğrultuda şeriat, manevi eğitim, hazırlık, şehadet, küresel düzen, cahiliye, iman, küfür, tağut gibi birçok temel mefhumu içerisine alan, genel bir paradigma ortaya çıkmaya başlamıştır.

Dönemin fikri ve siyasi ortamında büyük etkiye yol açan bu neşriyatlar ciddi bir hızla yayılmıştır. Bunlar arasında en dikkat çekenlerden birisi şüphesiz, Seyyid Kutub'un idam edilmesine de yol açacak olan Yoldaki İşaretler adlı eserdir.

Neşriyatlar başlığı altında, bu şahsiyetlere ait bazı eser ve ürünlere temas etmek icap eder:

- Seyyid Kutub: Yoldaki İşaretler, Fi'l Zilali'l Kuran, Din Budur, İstikbal İslam'ındır. Kutub bunların yanı sıra binlerce sayfa daha eser neşretmiş, ayrıca İslami hareket içerisindeki umumi ve hususi sohbetleri yeni bir neslin doğmasına öncülük etmiştir.

- Hasan el Benna: Benna özellikle sohbetleri ve vaazlarıyla ciddi bir tesir uyandırmıştır. Benna'nın hatıratı ve neşrettiği risaleler yankı uyandırmış ve çok sayıda dile tercüme edilmiştir.

- Abdulkadir Ûdeh: İhvan'ın önderlerinden olan Ûdeh, bilhassa İslam hukuku alanındaki neşriyatlarıyla İslami hareketi etkilemiştir. Ûdeh, aynı zamanda çağdaş siyasi ve sosyal meselelere dair mühim risaleler neşretmiş, bunlar çeşitli başlıklar altında ve çeşitli dillerde yayınlanmıştır.

- Abdullah Azzam: Özellikle Afganistan'daki çalışmaları sebebiyle "cihadi akımın babası" kabul edilen Azzam, sohbet ve vaazlarıyla büyük etki oluşturan önderler arasında gösterilmelidir. Azzam'ın cihada ve önemine dair çok sayıda kitabı ve risalesi, cihadi akım için bir başvuru kaynağıdır.

- Ebu'l Ala Mevdudi: Çalışmaları Pakistan ile sınırlı kalmayan ve birçok dile çevrilen Mevdudi, cihadi akımın oluşma sürecinde önemli rol oynamıştır. Mevdudi'nin cihada, sisteme ve temel meselelere dair eserleri yön verici niteliktedir.

- Ömer Abdurrahman: İslami ilimler alanında dikkat çekici bir noktada olan Ömer Abdurrahman, Mısır'daki İslami hareket için bir öğretmen niteliğindedir. Abdurrahman'ın çeşitli risalelerinin yanı sıra, yargılandığı mahkemelerde yaptığı savunmalar, cihadi ekol için ciddi bir başvuru kaynağıdır. Bu savunmaların metinleri, Eymen ez Zevahiri'nin "Fursan" isimli kitabında da ayrıntılarıyla neşredilmiştir.

- Said Havva: İlmi çalışmalarıyla öne çıkan bir diğer isim olan Said Havva da eserleriyle dönemin mühim bir kaynak noktası olmuştur. Havva'nın cihada, usule ve diğer meselelere dair çokça kitabı ve risalesi mevcuttur.

Çalışmalar
Söz konusu isimlerin neşriyatlarının ötesinde fiili çabaları cihadi akımın doğmasında büyük ehemmiyete sahiptir. Bilhassa hususi sohbet ve faaliyetleri paralelinde yetişen kimseler, oluşturulan yapılar ve benimsenen düşünceler, cihadi akımı doğuran ana etkendir.

Mısır ve Suriye'deki rejimlere karşı mücadele edecek çekirdek niteliğindeki yapıların oluşturulması, İsrail işgaline karşı savaşmak üzere zihni ve fiili eğitimlerin verilmesi, İslami harekete net bir hedef gösterilmesi, bu çalışmaların cihadi akıma etkisinin anlaşılması bakımından öneme sahiptir.

Nihayetinde tüm bu çabalar, sohbetler, hususi oluşumlar ve benzeri faaliyetler, yeni bir nesil için yeni bir atmosfer ortaya çıkaracaktır. Söz konusu şahsiyetleri neşriyatlarından, sohbetlerinden, kitaplarına yazdıkları satırlardan ibaret görmek, gerçeği ıskalamak olacaktır. Zira bu isimler yazdıkları satırlardan ziyade yaptıkları işlerden dolayı öne çıkan ve bedel ödeyen kimselerdir. Örneğin Cemal Abdunnasır'ın Seyyid Kutub'u idamı, her ne kadar nihai gerekçe bir kitap olsa da, esasında bir kitaptan çok daha ötede bir nedene dayanmaktadır. Bu de Kutub'un fiilen önderlik ettiği bir anlayışın doğuyor olmasıdır.

Oluşan zemin
Hülasa, cihadi akımın ilk önderleri, ortaya gerçekçi bir zemin koymuş, geride ciddi bir paradigma bırakmış, genç bir nesli belirli bir hedef için yetiştirmiş, ödedikleri bedelle de bu nesli harekete geçirecek fitili ateşlemişlerdir. Elbette burada net bir organizasyondan, bu önderlerin birlikteliğinden, ortak bir amaç ve anlayıştan söz etmek zordur. Aksine bu noktada var olan şey, genel bir anlayışın doğuyor olması ve insanların bu anlayış çevresinde kümelenmeye başlamasıdır.

İlk önderlerin cihadi akım için ehemmiyeti işte budur. Hilafetin ilgası sonrasında oluşan boşluk atmosferinde bu isimler, kitlelere ve özellikle de gençlere gerçekçi bir sistematik sunmuş, bunun icrası için de birçok kişiyi yetiştirmişlerdir. Oluşan akım ve anlayış ise, bölgeler ve dönemler üzerine çıkacaktır.

Bu çabaların bir ürünü olarak doğmaya başlayan cihadi akımda önderlerin rolünü iyi görmek gerekir. Bu isimler, zaten var olan bir İslami kitleyi bilinçlendirmiş ve organize etmiştir. Ortaya çıkan şey, gelenek açısından İslami geleneğin bir parçası olmakla beraber, yeni dönemi ve küresel sistemi idrak edecek, ona karşı mücadeleyi yürütmenin yollarını arayacaktır. Hilafetin ilgası sonrasındaki siyasi programlar bu dönemle beraber daha aktif bir şekilde yürütülmeye başlanacaktır. Önderlerin rolü sıfırdan bir hareket inşa etmekten yahut kitleler oluşturmaktan ötede, Müslüman kitlelere bir anlayış, bir yorum, bir zemin, bir umut, bir paradigma sunabilmekte ve bu teorik altyapıyı pratize ederek bedel ödemekte yatmaktadır.

Yazı dizimizin bu bölümünü noktalamakla beraber, ilk önderlerin rolüne ilişkin somut bir değerlendirmeyi takip eden bölümde ortaya koymaya çalışacağız. Seyyid Kutub örnekliği üzerinden, cihadiliğin doğuşunu ve köklerini incelemeye devam edeceğiz. Seyyid Kutub'un faaliyetlerinin neticeleri ve ardından 1979 yılının etkilerinin değerlendirilmesiyle, cihadi akımın doğuş sürecini net bir şekilde ele almış olacak ve ilerleyen süreci incelemeye devam edeceğiz.


 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
8: Seyyid Kutub, kökler ve çağdaş cihadi akımın doğuşu

Hiç şubhesiz, cihadi hareketin çağdaş bir askeri-siyasi akım olarak doğuşunda İslam alemindeki birçok farklı coğrafyanın etkisi bulunmaktadır. Fas'tan Türkistan'a kadar İslam alemindeki fikri ve fiili diriliş süreçlerinin tamamı, doğrudan yahut dolaylı olarak, cihadi akımın doğuşu üzerinde etki sahibidir.

Bu bakımdan cihadi akımın köklerini incelerken, esasen tüm İslam aleminde bilhassa 1960'lı yıllar ve sonrasında ivme kazanan İslami diriliş düşüncesinin derinliğine inmek gerekir.

Ancak böylesi bir çalışma yapılırken, İslami diriliş sürecinin çoğu zaman, konunun uzmanı akademisyen ve yazarların dahi ayrıntılarına vakıf olamayacağı kadar detaylı ve gözlerden uzak çabalar sonucu ortaya çıkan bir ürün olduğu da hesaba katılmalıdır. Sözün özü, cihadi akımın oluşumunda, takip ve tahlil edilemeyecek kadar küçük detayların bir araya gelmesi söz konusudur. Yemen'in ücra bir kasabasındaki küçük bir camiden Afganistan'ın dağlık bir bölgesindeki medreselere, Suudi Arabistan'daki bir ilim halkasından Mısır'daki bir üniversiteye, Suriye'deki bir cami avlusundan Somali'deki bir köy meydanına, Türkiye'deki bir semtin sokaklarından Irak'taki bir çay bahçesine kadar uzanan küçük detaylar... Çoğu zaman isimleri dahi bilinmeyen ancak binleri etkileyen, hiçbir akademik çalışmaya geçmeyecek kadar az tanınan ve yalnızca sözlü iletişimde hatıraları yaşayan şahsiyetler... Tüm bunları ne hatırlamak mümkündür ne de ortak bir çalışmada toplayabilmek.

Bu sebeble, cihadi akımın ortaya çıkışı, tıpkı İslam alemindeki diğer birçok genel düşünce gibi, çok bilinmeyenli bir denklemdir. Bu denklemin ancak çok kuvvetli elemanlarını ve kayıtlara geçecek kadar yoğun işlere imza atan kimselerini inceleyebilmek mümkündür. Ancak kimse, örneğin Özbekistan'da kurulmuş yasa dışı bir mescitte, geleceğe etki edecek düzeyde nasıl fikirlerin kaynamakta olduğunu bilemeyecektir. Yine de bu gibi değişkenleri, yukarıda bahsettiğimiz "denklemin kuvvetli elemanları"nın tecrübeleri üzerinden bir örneklemeye tabi tutmak mümkündür.

Cihadi akım denildiğinde ise bu kuvvetli elemanın Mısır olduğunu söylemek mümkündür. Bilhassa Seyyid Kutub, onun çevresinde toplanan kimseler ve fikirlerinin tesir ettiği İslami hareket mensubları, cihadi hareketin doğuşunda büyük bir ağırlık merkezidir. Kutub'un idam edilmesi, emek verdiği fikirlerin tahmin edilenin de ötesine geçmesine vesile olmuştur.

Seyyid Kutub, Mısır'daki İslami hareketler için bir çatı niteliğine sahip olan Müslüman Kardeşler (İhvan) içerisinde faaliyet göstermiştir. Kutub'un buradaki rolü birçok farklı yorumla değerlendirilmeye çalışılmaktadır. Ancak Kutub'un çalışmalarından anlaşılan husus, onun belirli bir fikri ve fiili mucadele perspektifi etrafında düşünceler serdettiği, bu paralelde aktif bir harekete de hocalık ettiği gerçeğidir. Kutub, Mısır'daki mevcut rejimi devirerek İslami bir yönetim kurulmasına yönelik olarak teorik olduğu kadar pratik çalışmalar içerisine de girmiş, temel olarak bu vazifeyi üstlenecek gençlerin yetiştirilmesi hususuna odaklanmıştır.

Kutub ve yeni bir akımın doğuşu
Bu yıllarda Mısır'daki İslami hareketin de bir dönüşüm süreci içerisinde olduğu dikkat çeker. Mısır'daki yönetimin 1948, 1954 ve 1965 yıllarındaki tutuklama ve işkence dalgası, İslami hareketi yeni yol ve yöntemler aramaya, dolayısıyla daha keskin yaklaşımlar benimsemeye yöneltmiştir. Bu açıdan Kutub'un fikirleri, söz konusu dönüşüm süreci içerisinde, dönüşüm için bir işaret arayan İslami hareket üyesi gençler için dikkat çekici bir nitelik kazanmıştır. İslami hareket mensupları, bu yılları çoğunlukla ya cezaevlerinde yahut sıkı bir emniyet takibatı altında geçirmiştir. Dolayısıyla, kendilerine yönelik baskıları artıran, dışarıda ise İsrail'e karşı etkisiz bir görünüm sergileyerek tepki toplayan Mısır yönetimi aleyhindeki tavırları günden güne sertleşmeye, pasif-siyasi yollardan evrilerek şiddet kullanımına yönelmeye başlamıştır. İhvan'ın "ılımlı ve rejimle uzlaşmacı" olarak görülmesi de bu tavır değişikliğinde büyük pay sahibidir. Bu durum karşısında fikirlerine ilk başvurulan kimse de Kutub'dur.

Kutub, kendisi de İhvan bünyesinde yer alan ve 1954-1966 yılları arasındaki sürecin tamamını, 1964 yılında birkaç aylık dönem hariç, cezaevlerinde geçiren bir isimdir. Bu durum onun söylediklerini İslami hareket mensubları nezdinde daha muteber bir noktaya oturtmaktadır.

İhvan'ın pozisyonundan hayal kırıklığı duyan, Kutub'un ortaya koyduğu fikirlerden etkilenen ve değişim için doğrudan bir tavır alınması gerektiğini düşünen kişilerin sayısı gündem güne artmıştır. Kutub; modern cahiliye, tağut, hakimiyet, cihad gibi bilindik İslami kavramları, çağın getirdiği yeni çıkmazları açıklamak ve "modern küfür sistemi"ne hücum etmek için kullanmıştır. Dil ve anlatım konusundaki yetkinliği Kutub'un sözlerinin tesirini artırmıştır. "Cahiliye nizamı" olarak nitelediği sistemlerin "fiili cihad yoluyla yıkılması" gerektiğini vurgulayan Kutub, birçok farklı kesimden İslami hareket mensubunun, bu yönde yeni düşünceler geliştirmesine kapı aralamıştır.

Bu süreçte İslami hareketteki dönüşüm yoğunlaşıp Mısır rejimini tehdit eder bir hal aldığında, 1965 yılında rejim çok geniş kapsamlı tutuklamalara girişerek İslami hareketi bir kez daha cezaevlerine doldurmuştur. Bazı kaynaklar, örneğin Zeyneb Gazali, bu dönemde tutuklananların sayısını 100 bin olarak ifade etmektedir. Ancak cezaevleri Mısır İslami hareketi için bir son olmamış, aksine, hareketi Mısır'ın da ötesine taşıyacak şartları oluşturan birer okul halini almıştır.

Kutub'un çevresi başta olmak üzere İslami hareketin yeni fikri liderleri cezaevlerini, yeni fikirleri yaymak ve kadroları eğitmek için birer merkez olarak kullanmıştır. Cezaevlerindeki ağır işkenceler ve rejime karşı tepkinin yükselmesi, yeni dönem için belirgin bir rekabetin işaret fişeği olacaktır. Artık, yeni fikirler ve kinle silahlanan İslami hareket ile Mısır yönetimi arasında barış oldukça uzak bir ihtimaldir.

Kutub'un Yoldaki İşaretler kitabı gerekçe gösterilerek 1966 yılında idam edilmesi ise, çevresindeki kişilerin ve fikirlerinden etkilenenlerin faaliyetlerini bitirmek şöyle dursun, kat be kat artırmıştır. Kutub'un ortaya koyduğu düşünceler, temelini attığı fiili çalışmalar ve Mısır rejimine karşı İslami harekete gösterdiği hedef, belirli bir kesim tarafından bir dava hale getirilmiştir artık. Üstelik bunlar arasında bulunan kişiler, alt ve orta tabakalardan gelen işçi, zanaatkar ve esnaflardan ötesindedir.

Birçok asker, subay, doktor, mühendis, üniversite ve ilim talebesi, Mısır rejimine karşı fiili bir mücadele içerisine girilmesine yönelik fikirleri kuşanmış haldedir. Kutub'un fikirleri bir temel teşkil etmiş, üzerine döşenen tuğlalar yeni akımın binasını oluşturmuştur. Kutub'un Yoldaki İşaretler'inin neşredildiği 1964'ten 9 yıl sonra Salih Seriyye'nin yazdığı "İman Risalesi" ve 1980 döneminde Muhammed Abdusselam yazdığı "Kayıp Fariza" kitabları, 1960'lı yıllar ve sonrasında doğmakta olan cihadi akımın ayak sesleri niteliğindedir.

Bir kısmı cezaevlerinde, diğer bir kısmı ise üniversitelerde ve meydanlarda olan bu yeni fikri kesim günden güne büyümüş ve Mısır'da Cemal Abdunnasır'ın liderliğindeki yönetimle uzlaşıyı reddetmiştir. Bu dönemi takiben Cihad Cemaati, Cemaat-i İslamiyye, Askeri Teknik Akademi gibi birçok yapı kurulmuş, bunlar cihadi akımın ilk dönemleri için bir çekirdek teşkil etmiştir.

Bu fikri değişim süreci neticesinde ortaya çıkan akımlar ve içerisindeki isimler, aynı zamanda ortaya koydukları entelektüel çalışmalar, cihadi akım için büyük bir önem taşımaktadır. Mısır'daki askeri, siyasi ve sosyal gerilimlerle başlayan mücadele, Mısır rejiminin yıkılmasına yönelik başarısız girişimlerle sürmüştür. Zaman içerisinde cihadi akım için Afganistan başta olmak üzere farklı coğrafyalarda planlarını geliştirme imkanı doğdukça, Mısır'daki birikim de bu bölgelere yönelmeye başlayacaktır.

Mısır ve Seyyid Kutub örneği üzerinden anlatmaya çalıştığımız bu köken hususu, Fas'tan Somali'ye, Pakistan'dan Türkistan'a kadar benzer bir serencamdan geçmiştir. Tüm bu tecrübeler nihayetinde Afganistan'da bir araya gelme imkanı bulacak, ardından artan teknolojik imkanlar ve iletişim vasıtalarıyla daha genel bir fikir akımı ve bir yaklaşım halini almaya başlayacaktır. 1970'lerin sonlarına yaklaşıldığında cihadi akım, kendisine gerçek bir ideolojik temel ve köken teşkil ederek yoluna devam etmektedir. Mısır ise bu kökenin yalnızca görünen ve bariz yüzlerinden birisi olmuştur.


 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
9: 1979 yılı, bir çağın miladı

Tarih yazılırken ve tarihten günümüze uzanan olgular değerlendirilirken genellikle belirli bir süreci "dönüm noktası" yahut "milat" olarak vermek genel bir alışkanlıktır. Her ne kadar hiçbir olgu belirli bir senede birdenbire ortaya çıkamayacak da olsa, bir seneyi o olgu için milat kabul etmek, meselenin anlaşılması yolunda önemli bir yöntem olarak kabul edilebilir.

Cihadi akım değerlendirilirken de 1979 yılından bir "dönüm noktası" olarak söz etmek yerinde olacaktır. Tüm İslam alemini derinden etkileyen olaylara sahne olan bu yıl, senelerdir gelişmekte olan cihadi akımın olgunlaşması sürecinde ciddi bir basamaktır. 1979 yılında yaşanan gelişmeler İslam alemini, İslami hareketleri, Müslüman kanaat önderlerini, ulemayı, fikir adamlarını ve bunların da ötesinde halk kitlelerini tahmin edilemez noktalara götürecektir.

1979'da yaşanan ve birer dönüm noktası niteliği arz eden olayları genel olarak şu şekilde sıralamak mümkündür:

11 Şubat 1979: İran Devrimi
26 Mart 1979: Mısır-İsrail Barış Anlaşması
20 Kasım 1979: Kâbe Baskını
24 Aralık 1979: Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı İşgali

Bu yıl içerisinde Irak'tan Suriye'ye, Batı Sahra'dan Afrika Boynuzu'na dek İslam dünyasında birçok farklı olay daha yaşanmakla beraber, cihadi akımın doğduğu yeni bir çağın miladı olma özelliğini 1979 yılına kazandıran büyük hadiseler bunlardır.

1979'a gelindiğinde İslam alemi, yazı dizimizin önceki bölümlerinde değerlendirdiğimiz üzere, bir dönüşüm ve hazırlık evresindedir. 1979'a gelindiğinde İslam aleminin birçok bölgesinde İslami hareketler güçlenme aşamasındadır, Entelektüel ve pratik dönüşümler, öne çıkan liderler ve bölgesel gelişmeler İslami-cihadi hareketleri belirli bir noktaya, patlamanın eşiğine kadar getirmiştir.

1979 yılında yaşanan hadiselere ve cihadi akım bakımından neticelerine genel hatlarıyla göz attıktan sonra sonuç kısmıyla yazı dizimizin bu bölümünü de tamamlayacağız:

İran Devrimi
İran'da 1979 yılında yaşanan devrim Şii din adamları öncülüğünde ve Şah karşıtı kesimlerin ortaklığı neticesinde realiteye dönüşmüştür. İran her ne kadar Şii olduğu için İslam aleminden ayrışıyor olsa da bu dönemde İran Devrimi'nin İslam alemini derinden etkilediği aşikardır.

İslam aleminde kurulu rejimlerin halklara karşı pozisyonları, onları baskı altına almaları, dış ülkelerle iş birliği içerisine giderek halkı bastırmaları alışıldık bir durumdur. İran'daki devrim ise İslam aleminde, söz konusu rejimlerinin yıkılabileceğine, bunlar yerine halk kitlelerinin iktidara farklı kesimleri taşıyabileceğine dair bir inanç ortaya çıkarmıştır.

Elbette İran'daki devrimin faillerinin Şii olması, bu devrimin etkisini ve diğer halklara ilham olma durumunu azaltmıştır. Fakat şunu belirtmekte fayda vardır ki Şii siyasi hareketlerin aleyhindeki Ehl-i Sünnet farkındalığı bu dönemde günümüzdeki kadar yüksek değildir. Ayrıca İran devriminin tabiatının doğrudan Şii inancı ekseninde şekillenmediğine, Sünni ve Şiiler arasında vahdet arzusuna dayandığına dair bir düşünce de o yıllarda İslam alemini etkilemiştir.

Sonuç olarak İran Devrimi, 1979 yılının hemen başında, İslam aleminde onlarca yıldır süren uyanış evrelerinin ilk neticelerinden biri olarak görülmüş, "İslam inkılabı" düşüncesinin işaret fişeği olarak addedilmiştir. İlerleyen yıllarda bu hayallerin gerçekleşmediği, İran'da tesis edilen Şii rejiminin muhtevası aşikar oldukça anlaşılır hale gelecektir. Ancak 1979 yılında bu gelişme bugünden oldukça farklı okunmuş, kitleleri etkilemiştir.

Mısır-İsrail Barış Anlaşması
1979 yılında İslam alemi bakımından en önemli gelişmelerden biri de şüphesiz, Arab aleminin lokomotifi niteliğindeki Mısır'ın İsrail ile barışmasıdır. 1978 yılında ABD'deki görüşmeler neticesinde Camp David Antlaşması olarak da bilinen bir ön anlaşmaya varan iki ülke, 1979 yılında resmen barış anlaşması imzalamıştır. Böylece Mısır, Arab aleminde İsrail ile ilişki kuran ilk devlet olmuştur. Bu döneme kadar İsrail'e karşı savaşlarda Mısır ordusunun başı çektiği göz önüne alındığında; İslam alemi içerisindeki iktisadi, siyasi, fikri ve dini açıdan en önemli ülkelerden olan Mısır'ın bu hamlesinin neticeleri anlaşılabilecektir.

Bir süre sonra Mısır lideri Enver Sedat'ın İsrail'e giderek İsrail meclisinde bir konuşma yapması, tüm bu sürecin üzerine tuz biber ekmiştir. Bu "açılım" süreci nihayetinde 1981 yılında Enver Sedat'ın canına mal olacak, uzun süre hiçbir Arab lider İsrail ile uzlaşacak cesareti bulamayacaktır.

Mısır-İsrail barışı birçok yönden İslam alemini etkilemiştir. 1979 yılından sonra artık hiçbir Arab devleti İsrail ile fiilen savaşa girecek bir güç ve potansiyeli kendisinde bulamamış, Arabların en büyük ülkesi olan Mısır da artık bu politikayı terk etmiş ve ABD'ye hızla yaklaşmaya başlamıştır. Mısır rejimi ise içeride ciddi bir kriz yaşamaya başlamış, İslami-cihadi hareketlerin kendisine karşı bakışı daha da sertleşmiştir. Cihadi akımın, İsrail ile barışarak "ihanetini tescilleyen" Mısır rejimini devirmeye yönelik iradesi artmış, eylemleri daha şiddetli bir hal almıştır. Bu eksende cezaevleri daha fazla cihadi ile doldurulmuş, cihadi akım daha hızlı büyümüştür. Filistin'in ve İslam topraklarının silahlı mücadele ile kurtarılması seçeneğinin artık devlet dışı kesimlerce gerçekleştirilmesi gereken hedefler olduğu düşüncesi güçlenmiştir.

Kâbe Baskını
Hararetli gelişmelere sahne olan 1979 yılı bitmeye yaklaşsa da Kasım ayında yaşanan bir diğer olay, İslam alemi için tansiyon dolu sürecin sona ermediğini göstermiştir.

1979 yılının 20 Kasım'ında gerçekleştirilen Kâbe Baskını, her açıdan İslam alemi için trajik ve kritik neticeler doğurmuştur. Baskının ayrıntılarını öğrenmek için herhangi bir tarihi içerik okunabilir. Bu noktada biz baskının sebeblerini, sonuçlarını ve bunların doğurduğu düşünceleri incelemeye çalışacağız.

İlk olarak bu baskının ve Kâbe'de kan dökülmesinin, İslam aleminde zaten gergin ve ayaklanmış bir vaziyetteki kitleleri nasıl etkilediğini anlamak pek de zor değildir. Kâbe'nin kana bulanması birçok Müslüman için trajik, kaotik ve dehşet verici bir duygu durumuna sebebiyet vermiştir.

Bunun yanı sıra, birçok Müslüman tarafından ABD ile olan ilişkileri ve statükocu duruşu sebebiyle eleştirilen Suudi Hanedanı'nın yıkılmasına yönelik düşünce de bu baskınla birlikte daha görünür bir vaziyet almıştır. Baskın sırasında Suudi yönetiminin Fransız ve Amerikan askerleri Mescid-i Haram içerisine sokması, ayrıca baskını tertip edenlere yönelik muameledeki sertlik, Müslüman kitlelerce Suudi yönetiminin "ihanetine" yönelik bir delil olarak görülmüştür. Kâbe Baskını'nın Suudi Arabistan içinde ve dışında İslami hareketlerin ve cihadi akımın hassasiyetlerini artırdığını, Müslümanları içerisinde bulundukları kriz sürecini fark etmeye sevk ettiğini söylemek mümkündür.

Yine bu hamleyle beraber cihadi akımın mensublarının Suudi Arabistan gibi devletler için bir risk barındırdığı ve tehdit haline geldiği görülmüştür. İlerleyen yıllarda birçok devlet cihadi akıma mensub kişilerin "Afganistan'a giderek öldürülmesine" bu sebeble radı gelecektir.

İslam aleminde hicri 1400 yılı, yani yeni yüzyıl böyle bir olayla başlamış, bu kriz tüm İslam coğrafyalarına dalga dalga yayılmıştır.

Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı İşgali
1979 yılı sona ererken, bir süredir beklenen bir gelişme vuku bulmuş, Sovyetler Birliği Afganistan'ı işgal etmiştir. Bu gelişme esasen farklı olaylarla mayalanan 1979 yılının patlama noktası niteliğindedir. 24 Aralık 1979 tarihinde Afganistan'ı işgal eden Sovyet güçleri ülkede komünist idareye karşı savaşan Müslüman Afgan gruplara karşı savaşa dahil olmuştur. Bu durum genel olarak dünyada hususen de tüm İslam aleminde, Sovyetlerce ihraç edilen komünizme karşı mücadelenin nihai halkası olacaktır.

Belirtmemiz gerekir ki bu yıllarda ABD ve Batı'nın İslam alemine yönelik açık tehdidi henüz 1990'lı yıllarda olduğu kadar belirginleşmemiştir. Bu sebeble İslam aleminde aktif tehdit olarak daha ziyade Sovyetler Birliği'nin askeri gücü ve komünizm ihracı görülmektedir. ABD ve Batı'nın etkisi ise daha çok ideolojik-teorik boyutlarda kalan bir iktisadi, kültürel ve fikri işgal olarak görülmektedir.

"İslam düşmanı komünizm" tehdidi 1970'lerin başlarından itibaren Afganistan'ı etkilemiş, burada komünist rejime karşı Afgan Müslümanların lokal direnişi halihazırda başlamıştır. 1979 yılındaki işgal ise sadece Afgan Müslümanlara değil tüm İslam alemindeki hareketlere ve cihadi akıma, Müslümanları tehdit eden Sovyet rejimiyle fiilen mücadele etme fırsatı vermiştir. Bu açıdan tüm İslam alemi Afgan halkına yardım için seferber olmuş, maddi yardımlar toplanmış, on binlerce gönüllü genç Sovyet işgalcilere karşı savaşmak üzere Afganistan'a akın etmiştir. Mısır, Suudi Arabistan, Yemen, Türkiye, Keşmir, Filipinler, Cezayir, Somali... İslam aleminden akla gelebilecek neredeyse her ülkeden Afganistan'a giden gönüllüler, cihadi akımın geleceğine dair önemli bir zemin oluşturacaktır.

Afganistan'da böyle bir zemin oluşması, son yıllarda özellikle Mısır, Biladuş'ş Şam, Arab Yarımadası gibi bölgelerde rejimlerinin ciddi baskısı altında olan cihadi akım mensublarına bir çıkış kapısı da açmıştır. Birçok İslami hareket-cihadi akım muntesibi, baskılardan kurtulmayı da amaçlayarak soluğu Afgan topraklarında almıştır. Elbette bu durum ilerleyen süreçleri oluşturacak olan temel bir çekirdeği oluşturan ana etkenlerden olmuştur.

Sonuç
1979 yılını cihadi akımın doğuşunda bir milat olarak ele almak kanaatimce yanlış olmayacaktır. Bu yılda yaşanan gelişmelerin bölgesel ve küresel etkilerinin yanı sıra Müslüman kitlelerin, İslami hareketlerin ve cihadi akımların zihin dünyasında yol açtıkları da muazzam boyutlardadır.

1980'den itibaren cihadileri artık daha açık bir savaş, daha aktif bir mücadele beklemektedir. Afganistan Savaşı ile birlikte cihadi akımın aktif savaş tecrübesi de başlamıştır. Mısır, Suudi Arabistan ve İran'daki gelişmeler İslam aleminin geçtiği uyanış süreçlerinin Müslümanları yeni bir döneme götürdüğünü açıkla deklare eden işaretlerdir.

Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde, bu döneme dair en büyük şubhe ve eleştirilerin sebebi olan konuya, ABD meselesine eğilmeye çalışacağız. ABD'nin bu süreçte, yani cihadi akımın erken döneminde aldığı pozisyonu, bunun sebeblerini ve neticelerini inceleyeceğiz.


 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt