B- ÇAĞDAŞ ÇOCUK TELAKKİSİ
Modern düşünce her konuda olduğu gibi çocuk eğitimi alanında da insan olarak fert ve toplumu kucaklayıcı, tabiatla uyumlu, ahlakı önceleyen tezler ortaya koyamamaktadır. Modern çocuk eğitimi fıtrata yabancı, yaratılışa kör kalmaktadır.
Yaratılma: Modernizmin dili tamamen sekülerdir. Bu dilde her şeyden önce çocuk, 'yaratılan' değil, 'yapılan' (made in mother&father) bir üretim nesnesidir. Fabrikada yapılan bir tür 'manufactured'dur. 'Eşler' istedikleri zaman çocuk yaparlar, istemedikleri zaman yapmazlar. Bu onların yed-i kudretindedir. Çocuk sayısına karar verecek olan da 'eşler'dir. Gerçi feminist öykünmecilikler artık erkek eşi de fazla bulmakta, şimdilerde kadınların kendi başlarına çocuk yapmalarının imkânı aranmaktadır. 'İlerleme' böyle devam ettikçe, istenilen vasıf ve ölçülerde, istenildiği kadar ömre sahip çocuklar üretmek için başvuruların alınmaya başlaması uzak görünmemektedir…
Bu durumda, hala geçerliliğini koruyan, çocuğu olan ailelere göz aydınlığına gidip, 'hayırlı ömürler' dilemek ya da salih bir evlat olması için dualar etmenin yerini, 'iyi günlerde kullanın', 'kaça mal oldu?' gibi muhabbetlerin alması beklenir.
Bu şekilde, fıtratına yabancılaşmış, ancak bir makine kadar 'insan' bir anne ve babanın konsorsiyumunda dünyaya gelen çocuklar, "kendi kuşu boynuna dolanmış" (17/İsra, 13) (seküler bir kader, alnına yazılmış) olarak dünyaya doğmaktadırlar.
Yeni bebek dünyaya pek de hoş gelmemiştir. Doğru dürüst ana kucağı görmeyecektir bu bebek. Yalnızlığı iliklerine kadar hissedecektir. Çünkü baba gibi anne de çalışmaktadır. Daha evlenirken babanın ilk şartı, eşinin çalışan bir bayan olmasıydı. Çocuk ya kreş cezasına çaptırılacak, ya da bir bakıcının insafına terk edilecektir. Eğer eve bir gizli kamera yerleştirilmişse, bakıcının patakları, medya aracılığıyla hiç değilse şöhret getirecektir aileye.
Sabahın alaca karanlığında, işçilerin henüz yollara döküldüğü bir saatte bu kreş-zede çocuklar bir battaniyeye sarıldığı gibi, kreş adı verilen kampa teslim edilmekteler. Uykudan gözlerini açtıklarında ise anneleri çoktan gitmiş olmaktadır. Bundan sonra tek çare, çocuğun bir dediğinin iki edilmemesi, çocuğun önüne oyuncakların yığılmasıdır. "Sen yeter ki 'annee!' diye ağlama bebeğim, ben sana her oyuncağı alırım!" Fakat bu rüşvetlerin hiçbiri, çocuğun ruhundaki anne açlığını yatıştırmayacaktır.
Çocuğun önüne yığılan teskin ediciler yığınlarca soruna sebebiyet vermektedir. Oyuncak adı verilen bu fabrika ürünleri, çocukta hiçbir sanat ruhu uyandırmadığı gibi, bilakis bütün sanatkârlık duygularını da öldürmektedir.(4) Önündeki sun'i oyuncakları yapıp tekrar bozarak avunuyor görünen çocuk, asabi ve aptal olmasın da ne olsun? Geleneksel aile ortamında çocuklar, tamamen doğal eşyadan (çamur, taş, ağaç, çaput, ip, tel, makara v.b.) oyuncaklarını kendileri yaparlar, yaparken bir şeyler üretmenin zevkini tadarlar, her yapışında bir öncekine nazaran daha da ustalaşırlardı. Üstelik bu çocuklar toplu halde oynarlardı. Hem oyunları, hem oyun alanları ve hem de zihin dünyaları cemaatleşmeye elverişliydi.
Modern oyuncak kültürü, çocukları aynı zamanda hazırcılığa alıştırmaktadır. Her şeyin paket halinde önüne gelmesine alışmaktadır. Büyükleri onun için her şeyi düşünecektir. Oyuncaklara harcanan paraların onda biri bile, nice ulvi hedeflerden esirgenmektedir.
İçi eşyayla lebalep dolu geniş evlerimiz tam bir oteli andırmaktadır. Anne ve baba adını taşıyan partnerler (ortaklar) akşam saatinde bir süreliğine evdedirler. Gelirken çocuğu kreşten almayı unutmamışlardır. Evde femin ortağın yapacağı işler, yavrusunu doya doya kucağına almasına müsaade etmemektedir. "Git çocuğum başımdan, rahat bırak biraz beni!" paylamalarını sıkça duyacaktır çocuk. Evin dördüncü ve en büyük ortağı televizyondur. Çocuk rahat verse de, şu diziyi ağız tadıyla bir izleyiverseler…
Şüphesiz bu, günümüz çocuk tablosunun tek tipi değildir. Annenin çalışmadığı aileler de az değildir. Bununla beraber, bu ailelerde de çocuğun şartları, yukarıda özetlemeye çalıştığımız Nebevî gelenektekine tam uygun değildir.
Sınavzede Çocuklar: Günümüzde, çocuklarının her hali için sureta da olsa İbrahim gibi yakaran ailelerle, onlar hakkında Allah'ı işin içine karıştırmayan aileler aşağı yukarı aynı harici şartlara tabidirler. Okul, eğitim, 'geleceğe' dönük planlar, iş hayatı, geçim şartları, gözde meslekler gibi konu ve kavramlar karşısında bu iki tip aile aynı karın ağrılarından muzdariptir. Dershane, sınav, test, net gibi sözcükler her iki tip aile için de tam bir karabasandır. Fakat aileler dertlerini sevmekte ve giderek bu karabasanlar, her tür aile için hayatın esasını oluşturur olmaktadır.
Şu anki sistemle ilgili tabi ki çok ikna edici açıklamalar yapılabilir. Fakat ortada kesin bir gerçek var, o da şudur: Bütün bir toplum tam bir dayatma ile karşı karşıyadır. Bu dayatmanın illa da somut failleri aranmamalıdır. Sistemi işletenler de bu dayatma ile kuşatılmışlar ve onlar da şikâyetçidir. Dayatmacılık ana sınıfından başlamakta, 'kırk yaşında çocuklar' oluncaya kadar sürmektedir. AKP Hükümeti dayatmayı bir yaş daha erkene almaya kararlı. Mevcut eğitim sisteminin insanın ruh, beden ve akıl sağlığına neler katıp neler eksilttiğini hiç kimse tartışmamaktadır.
Sözü dağıtmadan özetlemek gerekirse, çocuklardan ve gençlerden ne istenmektedir? İstenen şudur: 6 Yaşından itibaren başlayıp, yirmili ve hatta otuza varan yaşlara kadar süren sinir bozucu, büyük bir yarış yapılmaktadır. Her bir çocuktan ve her bir gençten istenen, bu yarışı en birinci olarak bitirmesidir. Bu beklentiler, üniversite bitip de, 'iyi bir işe' girinceye kadar devam edecektir. Çocuğunun 'iyi bir gelecek'ten en iyi payı alması için 'ceketini bile satan' anne-babalar, karabasanlar yaşamakta, ringteki ya da parkurdaki sporcuyu heyheyleyen antrenör misali, bütün sınavlara çocuğuyla beraber girip çıkmaktadır. Hâsılı, çocukların ve anne-babaların bütün dünyası okul, dershane, sınav ve test sözcükleriyle örülü bir mağaraya dönüşmektedir. Sınavda en yüksek puanı alma hedefine kilitlenen çocuklar, çocukluklarını hiç tanımadan gençlikleri de gelip geçmektedir. Bu çocuklar Platon'un mağara benzetmesi misali, hayatı tanımamaktadır. Güneşin doğuşu ve batışı, baharın gelişi ve gidişi, ağaçların çiçek açması, güllerin yedi vermesi, iğdelerin kokusu, ibibiklerin ötmesi, ırmakların çağıltısı, toprağın mis kokması v.b. onları hiç alakadar etmemektedir. Çünkü dakikada kaç test çözdüğü, gestapo ayarında denetlenmektedir. Bu çocukların toprakta bir dikili ağaçları bile yoktur. Sosyal yaşantıları sıfıra yakındır. Akraba ziyaretlerine bile götürülmezler, sebep bellidir, testler…
Doğrusu tümden haksızlık etmemek gerekir. Gençliğin sosyal hayatı da var elbette. Şehrin internet-cafeleri ne güne duruyor? Arkadaşlarla gidilen en iyi 'eğlence' mekânı işbu cafelerdir.(5) Bacaklarında yırtık-pırtık blue-jean, damarlarında Amerikan Cola'sı taşıyan bu gençlerimiz için fikir, fikir adamı, mefkûre, dava, siyaset, ideoloji, gibi kavramlar gıcık edici sevimsiz sözcüklerden öte bir anlam ifade etmemektedir. Ama bilinmelidir ki, bu çocuklarımızı bizler kendi ellerimizle uyuşturuyoruz, uyuzlaştırıyoruz.
Zavallı çocuklarımız akvaryum balığı, muhabbet kuşu ya da altın yumurtlayacak tavuk muamelesi görmektedirler. Esen yelden, kardan borandan, hâsılı her türlü riskten uzak tutulmak istenmektedirler. Bunun için çocukların, fikir veren bir gazete, dergi, kitap okuması istenmemektedir. Herhangi siyasî bir toplantıya iştiraki memnudur.
Burada kesinlikle bir 'günah keçisi' bulup, onunla sorumluluktan arınmaya çalışıyor değilim. Ortada gerçek bir fecaat var. Eski çağlarda insanların padişah/kral olduğu, ülkeler fethettiği, çağ açıp çağ kapattığı, medeniyetler kurup medeniyetler yıktığı, milletler arası meydan savaşları yaptığı, hiç değilse yedi başlı ejderhayla çarpıştığı yaşlarda bizim çocuklarımız/gençlerimiz hala sınavlarla boğuşmaktadır. Zannediyorum ki yaşadıkları stres nedeniyle çocuklarımızın büluğ çağı bile birkaç yaş daha uzamaktadır. Bu gidiş nereye? Buna bir cevap bulmamız gerekiyor.