Dini ALLAH’a Has Kılmak
Dîni ALLAH’a has kılmak, biz insanlar açısından geçerli bir tutum, davranış ve iman biçimidir... Dîni ALLAH’a has kılmak, öz olarak, Dîn’i ALLAH’ın dîni olarak kabul etmektir; dîni ALLAH’ın indirdiği gibi kabul etmek demektir; dîni tahrif, tağyir ve tebdil etmemek demektir. İlah ve Rab olarak ALLAH’ı tanımak, ibadeti yalnızca ALLAH’a yapmak, ALLAH’dan başkasından yardım talep etmemek, ALLAH’dan başkasının şefaat edeceğine inanmamak, yani din gününün sahibinin yalnızca ve yalnızca ALLAH olduğuna inanmaktır. Dîni kendimize değil, kendimizi dîne uydurmaktır.
Kur’an neden dini ALLAH’a has kılmak gibi bir kavrama yer vermektedir? Din zaten ALLAH’ın değil midir? Bunu bir kez daha vurgulamanın mantığı ne olabilir? Bu soruları bu yazının ilerleyen satırlarında cevaplamaya çalışacağız. Hemen burada belirtelim ki, böyle bir vurgu, Kur’an’ın tamamında olduğu gibi bir kez daha şirk-tevhid ayrımına dayanmaktadır. Yani, zaten ALLAH’ın olan, ALLAH’a özgü olan dini ‘ALLAH’a has kılmak’ tevhidin tahakkuku demektir. Şirke karşı biz insanları uyarmaktadır.
Ha-le-sa kelimesi bir şeyi saf/safî kılmak, bir şeyden ayrılmak, bir şeye varmak/yetişmek, gösterişi bırakmak, arı, katışıksız gibi anlamlara gelmektedir. Halis kelimesi de saf, çok beyaz anlamındadır.Yusuf suresinde bu kelime şu şekilde geçmektedir: "felemma’stey’esuu minhü halesû": Yani başkalarından ayrılıp seçildiler (Rağıb), kendilerine özgü oldular, özgeleştiler... Rağıb el-İsfehani’ye göre, ‘Halesa’ kelimesi ‘safî’ kelimesiyle aşağı yukarı aynı anlama gelmektedir. Aradaki fark şudur: ‘Halesa’, önce kiri vardı, arındı, temizlendi anlamına gelmektedir. Safi ise, baştan beri temizdi, kiri hiç olmadı demektir.
Kur’an dilinde ‘halis’ kelimesi en iyi ‘halis süt’ örneğiyle açıklığa kavuşmaktadır. İlkin, gökten indirilen su (yağmur) ile, ölü durumdaki toprağa can verildiği dikkatlere arz edildikten sonra, ona eş değer bir örnek olarak da, hayvanlardan, kan ile atılacak şeyler arasından çıkan, kolayca boğazdan kayıp giden halis süt örnek verilmektedir. ‘Halis süt’, gerçek süt, yüzde yüz süt demektir. Katkısı olmayan, aykırı madde içermeyen, su katılmamış, hatta kan ile fışkı arasından çıktığı halde ne kan karışmış, ne de fışkı bulaşmış, doğal, fıtrî, insan sağlığı için oldukça yararlı, içilmesi zevk veren bir içecek. Bu özellikteki süt ‘halis’ kelimesiyle nitelendiğine göre, ‘halis’ kelimesinden neyi anlayacağımız az çok tebellür etmiş demektir.
‘Halis’ kelimesi dişil formuyla ‘hâlisa’ şeklinde birkaç ayette kullanılmıştır. Bu yerlerde kelime, ‘özgü. ona ait, yalnızca ona has’ gibi anlamlara gelmektedir. Mesela müşrikler, kafirce hurafelerinden olarak şöyle demektedirler: "Dediler ki, şu hayvanların karınlarında olanlar, yalnız erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise haramdır..." (6/En’am, 139) Burada bir şeyi şu kimselere değil de, şu diğerlerine tahsis etme durumu söz konusudur. Bir başka İslam dışı iddia da, Yahudiler’in, ahiret yurdunun (cennetin) yalnızca kendilerine has/ait olduğunu iddia etmeleridir. (2/Bakara, 94) ALLAH’ın çıkardığı süsler (güzellikler) ve güzel/temiz/helal rızık dünyada (kafirler yanında) mü’minler içindir, ahirette ise yalnızca onlarındır. (7/A’raf, 32)
Hz. Peygamber’in evliliği ile kurallar çizilirken, kendisini peygamber’e hibe eden, yani onunla evlenmek isteyen kadınların da diğer mü’minlere değil, sadece Peygamber’e helal kılındığı belirtilir. (33/Ahzap, 50). Bu ayetlerin hepsinde ‘halisa’ kelimesi yalnızca felan kimseye ait olmak, başkasına ait olmamak anlamında kullanılmıştır.
İhlas kelimesi de aynı kökten türemiştir. ‘İhlas’ samimiyet, açık sözlülük, gösterişi terk etmek demektir. Terim olarak ihlas’ın özü, ALLAH’dan gayrı bütün her şeyden teberri etmek (uzaklaşmak, terk etmek)tir. İhlas suresi, içinde ihlas kelimesi hiç geçmediği halde bu isimle anılmıştır, çünkü tam bir tevhidi işlemektedir, kısa ama çok özlü kelimelerle ALLAH’ı birlediği için ihlas adını almıştır. Müslümanlar, Yahudilerin teşbih davalarından, Hıristiyanların teslis akidesinden beridirler.
‘Halis’ kelimesi ‘Din’ ile birlikte kullanıldığında ‘halis din’ (ed-Dînü’l-Halis)in yalnızca ALLAH’ın olduğu, ALLAH’a ait olduğu vurgulanmaktadır. Peki, din zaten ALLAH’ın değil midir? Dîn’i O’ndan başka vaz eden mi var ki? Din koymada, teşride O’nun ortakları mı var ki? Kısacası, ed-Dîn’in başka sahipleri mi var ki ALLAH, "Dikkat edin! Halis Din ALLAH’ındır!" buyuruyor? Bu sorunun cevabı, şirk kavramıyla doğrudan alakalıdır.
Öncelikle ‘halis din’in ne olduğu anlaşılmalıdır. ‘Halis din’ sözü, mefhum-u muhalifini, bir de ‘halis olmayan din’in var olduğunu çağrıştırmaktadır. Evet, kuşkusuz iki tane din vardır, biri ALLAH’ın dini, bütün Rasullere inzal buyurduğu İslam, diğeri de, İslam’ın dışında, ama İslam’a alternatif olarak uydurulmuş, kotarılmış, insanları heva ve heveslerine taptırmak için icad edilmiş her türlü yaşam biçimi, bütün doktrinler, ideolojiler ve hayat felsefeleridir.
Muharref İlahî dinler de sonuç itibariyle bu ikinci kategoriye dahildir. İşte bu ikinciler ‘halis olmayan din’lerdir. Önceki ise ALLAH’ın dîni, halis dindir. Burada elbette ayetin hedef aldığı şöyle bir anlam da var ve bu anlam kesinlikle, uydurulmuş dinler cümlesindendir: Zümer suresinin takip eden ayetlerinden de açıkça anlaşıldığı gibi, şirk denilen hadise, aslında ALLAH’ın Dînini, halis dîni inkar etmemektir. Zaten müşrik din sistemleri asla ALLAH’ı ve ALLAH’ın dînini inkar etmemişlerdir. Sadece ALLAH’ın dînini değiştirip dönüştürmüşler, tebdil, tağyir ve tahrif etmişlerdir.
Dîni kabul ederek, ona inanarak değiştirmişler, ALLAH’ın Dînini İlahîlikten beşerilik seviyesine indirmişlerdir. ALLAH’ın yerine beşeri koşmuşlardır; birtakım azizlerini, efendilerini, şeyhlerini, üstadlarını, siyasi önderlerini, parti başkanlarını, kanaat önderlerini vb.. ikame etmişlerdir. ALLAH’a ait olan sıfatları bu insanlara yüklemişlerdir. Fakat asla ALLAH’ı ve ALLAH’ın dînini inkar ettiklerini, hatta ALLAH’a ortaklar koştuklarını söylememişlerdir. Yani hak suretinde batıl, tevhid suretinde şirk, İslam suretinde küfür ikame etmişlerdir.
Nitekim Kur’an müşriklerin bu iki yüzlülüklerini şöyle ortaya koymaktadır: "ALLAH’ı bırakıp da kendilerine birtakım veliler edinenler, ‘biz onlara sadece, bizi ALLAH’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ derler..." (39/Zümer, 3). Müşrikliğin bu dayanılmaz hafifliği tevbe suresinin 31. ayetinde de mevzuu bahs edilmiştir. O ayette de, hak suretinde olan Yahudi ve Hıristiyanların, yani bir İlahî dînin sözde mirasçıları olanların ALLAH’ın halis dînini nasıl da alternatif bir şirk dîni haline getirdikleri anlatılmaktadır.
Şu halde, din ALLAH’ındır. Fakat müşrikler, Dîni ALLAH’ın olmaktan çıkartıp, insana has kılmaktadırlar. İlahî olanı beşerileştirmekte, münzel (indirilmiş) olanı muhdes (uydurma) haline getirmektedirler.
Şimdi anlaşıldığı kadarıyla, problem şudur: Evet din (ed-Dînü’l-Halis) ALLAH’ındır; bunda hiçbir kuşku bulunmamaktadır. Fakat önemli olan, insanlar tarafından bunun böyle bilinmesi ve tanınması, kabul ve iman edilmesi; bu kabul ve imanın gereği olarak da amel edilmesidir. Biraz daha açımlarsak, ‘dîni ALLAH’a has kılmak’, sanki din ALLAH’ın değilmiş de, biz ALLAH’ın sekreteryası olarak, gasp etmiş olanların elinden dîni çekip alarak ALLAH’a teslim etmemiz isteniyor gibi anlaşılmamalıdır.
Ki bu durumda ALLAH, Kâdir-i Mutlak ALLAH değil, aciz, güç ve imkanları sınırlı yardıma muhtaç bir tanrı olarak algılanacaktır. Elbette ALLAH böyle eksik sıfatlardan münezzehtir. ALLAH’ı tenzih ekmek mü’min olmanın gereğidir. Öyleyse dîni ALLAH’a has kılmak ne anlama gelmektedir?
Dîni ALLAH’a has kılmak, biz insanlar açısından geçerli bir tutum, davranış ve iman biçimidir. Pratik sonuçları bulunan bir iman meselesidir. Dîni ALLAH’a has kılmak, öz olarak, Dîn’i ALLAH’ın dîni olarak kabul etmektir; dîni ALLAH’ın indirdiği gibi kabul etmek demektir; dîni tahrif, tağyir ve tebdil etmemek demektir. İlah ve Rab olarak ALLAH’ı tanımak, ibadeti yalnızca ALLAH’a yapmak, ALLAH’dan başkasından yardım talep etmemek, ALLAH’dan başkasının şefaat edeceğine inanmamak, yani din gününün sahibinin yalnızca ve yalnızca ALLAH olduğuna inanmaktır.
Dîni kendimize değil, kendimizi dîne uydurmaktır. Hayatımızı dîne göre düzenlemektir. Dîn’in sahibi ALLAH buyurmuyor mu ki: "ALLAH ve Rasûlü bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadının işlerinde tercih hakları yoktur. Kim ALLAH’a ve Rasulü’ne isyan ederse apaçık bir sapıklıkla sapıtmış olur." (33/Ahzap, 36). Demek ki mü’minler, ALLAH’ın iradesine rağmen kendileri, birtakım sebeplerle, kendi heveslerine uyamazlar.
Şimdi Dînin ALLAH’a has kılınmasını, yine Kur’an çerçevesinde biraz daha açıklığa kavuşturalım. Bunun için Zümer suresinin ilk üç ayetine yeniden dönmemiz gerekmektedir:
"Bu kitabın indirilmesi, Aziz ve hakim ALLAH katındandır."
"Elbette Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyleyse sen de, dîni O’na has kılarak yalnızca ALLAH’a ibadet et."
"Bilmez misin, gerçek din (ed-Dînü’l-Halis) ALLAH’ındır. ALLAH’ın dışında birtakım dostlar (evliya) edinenler ise, ‘onlara, yalnızca bizi ALLAH’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ (kanısındadırlar). Oysa ALLAH, ihtilafta oldukları bu konularda aralarında hüküm verecektir. Elbette ALLAH, yalancı kafiri hidayete erdirmez." (39/Zümer, 1-3).
İkinci ayet, ‘Dîni ALLAH’a has kılma’ kavramını tefsir etmektedir. Çünkü, "Dîni O’na has kılarak yalnızca ALLAH’a ibadet et." buyurulmaktadır. Yani çok net olarak anlaşılmaktadır ki, ‘Dîni ALLAH’a has kılmak’, ibadeti sadece ALLAH’a tahsis etmek demektir. Tıpkı Fatiha suresinde "Sadece Sana ibadet ederiz" (İyyake na’büdü) buyurulduğu gibi. Üçüncü ayet, bunu daha da açmaktadır.
ALLAH’ın dışında, ALLAH’ı bırakıp da başka birtakım varlıkları (kişileri) veliler, dostlar/evliyâ edinenler, kendilerini ALLAH’a daha da yaklaştırmak gibi görünüşte ‘iyi niyetli’, hatta daha da ‘dindarca’ niyetler(!) taşımakla birlikte, bunlar kesinlikle dîni ALLAH’a has kılmış olmamaktadırlar. Bu bir yorum değildir, görüldüğü üzere bizzat Kur’an’ın beyanıdır.
Şimdi anlaşılmaktadır ki, ‘dîni ALLAH’a has kılmak’, tevhid demektir. ALLAH’ı birlemek, uluhiyyeti, rububiyyeti, din koyma yetkisini, hükmetme yetkisini sadece ve sadece ALLAH’a tanımak demektir. ALLAH’ın dışında kendilerine, isimleri yine kendi isimlerine benzeyen, bedenleri kendi bedenlerinin aynısı olan, kendileri gibi yiyip içen varlıkları ALLAH’ın muadili varlıklar (evliyâ) edinenler müşriklerdir. ALLAH’a eşler koşmaktadırlar.
Bunlar bazen ‘ermiş, evliya, şeyh, mürşid-i kamil’ gibi isimlerle ALLAH’ın dışında şerîkler edinmekteler, bazen İslam dışı kimi sistemlerin kavram, kurum ve kutsallarını (profan-kutsallarını) ALLAH’ın dışında şerîkler edinmekteler. Demokrasi dini bu konuda şeriki bol bir dindir. Kendisini ‘evliya’ edinenler için demokrasi, oldukça bol çeşitli, renkli ve kamuflajlı şerikler takdim etme kabiliyetindedir. Bunların işi tıpkı örümceğin evine benzemektedir. Örümceğin evi nasıl ki evlerin en zayıfı ise, hiçbir mukavemet gücüne sahip değilse, bunların ALLAH’ın dışında evliya edinmeleri de aynı şekilde zayıf, dayanıksız, güçsüz, mesnedsiz ve sonuçsuz bir çabadır.
Dîni ALLAH’a has kılmayanların hep ‘iyi niyetli’ oldukları gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü Zümer suresinin üçüncü ayeti bunların, "bizi ALLAH’a daha da yaklaştırmaları için" gerekçelerine yer vermektedir. Bu gerçekten bir ‘iyi niyet’tir! Bakınız, niyetleri ALLAH’ı inkar etmek, ALLAH’ı yok saymak, ALLAH’a sövmek gibi bir amaca yönelik değildir. ALLAH’a daha yakın olmayı istemeleri oldukça masum, dindarâne değil midir? Hayır, değildir. Çünkü ALLAH’ın böyle aracılar edinmediğini bilmeleri gerekmektedir. Çünkü bunu ALLAH bildirmektedir.
İşte buradan anlaşılan odur ki, ‘dîni ALLAH’a has kılma’nın birinci şartı ALLAH’ın dışında hiçbir ilah edinmemektir. ALLAH’ın dışındaki bütün tanrısal nitelikli değerleri, ALLAH’ın rızası önüne geçmeye elverişli bütün hedefleri, faaliyetleri, araç ve amaçları, insan türünden ilahlaştırmaları terk etmektir. Aksi taktirde din ALLAH’a has kılınmamış olmaktadır. Dîn’e başka varlıklar ortak kılınmaktadır. ALLAH’ın yetkisi, otoritesi, uluhiyyeti ve rububiyyeti paylaştırılmış olmaktadır.
Zümer suresinin adı ‘dîni ALLAH’a has kılma suresi’ olsaymış daha isabetli olurmuş. İlk üç ayetinde Peygamber’e dîni ALLAH’a has kılma emrini ileten bu surenin 11-15. ayetleri bu emre Peygamber’in cevabı niteliğindedir:
"De ki, ben Dînimi O’na has kılıcı olarak ALLAH’a ibadet etmekle emrolundum. Yine, müslümanların ilki olmakla da emrolundum. De ki, eğer Rabbime isyan edersem, büyük günün azabından korkarım. De ki, dînimi O’na has kılıcı olarak ben ALLAH’a ibadet ederim. Siz de O’nun dışında dilediğinize ibadet edin." (39/Zümer, 11-15).
Kur’an, insanların akide haritasını o kadar berrak bir şekilde çizmektedir ki, müşriklerin yalnızca ALLAH’a davet edildikleri zaman inkar ettiklerini, ama ALLAH’a şirk koşulduğunda ise inandıklarını bildirmektedir. (40/Mü’min, 12). Hemen akabinden bize dönerek Kur’an buyurmaktadır ki: "Haydi siz, kafirlerin hoşlarına gitmese de, dîni ALLAH’a has kılıcılar olarak sadece ALLAH’a dua edin!" (40/Mü’min, 14).
Gerçekten Kur’an öyle hikmetli bir kitaptır ki, moda tabirle, Kur’an’ın o günkü toplumu okuma biçimi, bugün de geçerliliğini korumaktadır. İnsanlar ancak ALLAH’a ortaklar koşarak iman ediyorlar. Sadece, tek başına ALLAH’a ibadet etmek, sadece ALLAH’ı mutlak otorite sahibi görmek, ALLAH’dan başka kimsenin yargılamayacağını ve kimsenin kimseye şefaat edemeyeceğine inanmak insanları mutlu etmemektedir. Bu akideye sahip olan mü’minler aşırı ve tehlikeli görülmekte, kaale alınmamaktadır. ALLAH’la kullar arasına ne kadar çok ilah girdirilirse, dindarlık o kadar makbul sayılmaktadır. Bu ayetten anladığımıza göre, dîni sadece ALLAH’a has kılmaktan kafirler hoşlanmamaktadırlar...
Mü’min suresinin 65. ayeti aynı temayı işlemekte, dîni ALLAH’a has kılmanın nasıllığını biraz daha netleştirmektedir:
"O diridir. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse Dîni ALLAH’a has kılıcılar olarak yalnız O’na dua edin. Hamd alemlerin Rabbi ALLAH’adır." (40/Mü’min, 65).
A’raf suresinin 29. ayetinde, ALLAH’ın, adaleti emrettiği, her secde anında yüzümüzü sadece O’na döndürmemiz gerektiği ve dîni ALLAH’a has kılarak yalnızca ALLAH’a çağrıda bulunmamız gerektiği bildirilmektedir. (7/A’raf, 29). Bu ayet, bir kez daha şirkin her türlüsünden kaçınarak bizi sadece ALLAH’ı İlah, Rab, Ma’bud ve hüküm koyucu olarak tanımakla ilzam etmektedir. İnsan sadece ALLAH’a dua etmelidir. Mevdudi’nin yerinde bir benzetişle ifade ettiği gibi insanlar, "Ey ALLAHım! Bizzat Sana karşı başkaldırışımızda başarılı olmamız için bize yardım et! der gibi" dua edemezler.
Ehli Kitab’ın da dîni tamamen ALLAH’a has kılmaları emredilmişti. Bunun bir gereği olarak, hanifler olarak ALLAH’a ibadet etmeleri, namazı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmişti. Ama onlar, kendilerine ALLAH’ın rasulü geldikten sonra tefrikaya ve küfre düşmüşler, dîni ALLAH’a has kılma ilkesini ihlal etmişlerdir. (98/Beyyine, 1-5).
Kur’an ‘dîni ALLAH’a has kılma’nın anlamını açıkladığı gibi, ‘dîni ALLAH’a has kılmama’nın anlamını da açıklamaktadır. Aslında bunu şöyle de ifade etmemiz mümkündür: Kur’an, verdiği bir temsille, genel olarak, dîni ALLAH’a has kılmayanların karakterlerini, kişiliklerini, seviyelerini ortaya koymaktadır. Bu örnekle sanki, "işte dîni ALLAH’a has kılmayanlar bu tiynette insanlardır, gerisini siz düşünebilirsiniz" denmektedir. Bu temsil şöyle getirilmektedir:
"O sizi karada ve denizde yürütendir. Öyle ki, siz gemilerde bulunduğunuz ve gemilerin de (içindeki yolcuları) güzel bir rüzgarla alıp götürdüğü ve (yolcuların) bununla sevinç ve ferahlık duydukları bir esnada, gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar; her taraftan dalgalar kuşatır onları ve yolcular anlarlar ki, her taraftan kuşatılmışlardır. İşte (tam o anda), dîni ALLAH’a has kılarak, ‘eğer bizi bu durumdan kurtarırsan Sana şükredenlerden olacağız’ diye ALLAH’a yalvarırlar."
"Ne var ki, ALLAH onları kurtarınca yeryüzünde haksız yere azgınlık yapmaya koyulurlar. Ey insanlar! Sizin azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. (Peşinde olduğunuz,) yalnızca dünya hayatının menfaatleridir. Sonunda dönüşünüz yine bizedir. İşte o zaman size, işlediklerinizi haber vereceğiz." (10/Yunus, 22-23).
Bu temsili anlatım Ankebut suresi 65. ayetle, Lokman suresinin 32. ayetinde de, fakat daha muhtasar olarak anlatılmaktadır. Ankebut, 65’te, Yunus Suresi 23’te ifade edilen ‘azgınlık yaparlar’ yerine, gemiden karaya inince ‘şirk koşarlar’ denmektedir. Dolayısıyla ‘azgınlık yapmak’ (bağy) şirkle tefsir olunmaktadır. Lokman, 32. ayette ise, ilk ikisinden farklı olarak, karaya ayak basınca, bir kısım yolcuların orta yolu tuttukları teslim edilmektedir. Diğerlerinin şirk koştukları ise kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Kur’an’ın bu temsili örneği, dîni ALLAH’a has kılmayan müşriklerin karakteristiklerini çok çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Buradaki gemiyi aynı zamanda bir sembol olarak, dünya hayatında hastalık, tabii afet, savaş ve fakirlik gibi her türlü sıkıntıdan uzakta lüks içinde yaşanılan müreffeh bir yaşam, refah ve zenginlik olarak düşünebiliriz. Kısaca gemi temsili insanın, bedenen ve zihnen rahatlığını, kaygı ve kasavetsizliğini temsil etmektedir.
Kur’an örneğinde, böyle bir vasatta insanların ALLAH’ı anmadıkları anlaşılmaktadır. Çünkü o anda ALLAH’a ihtiyaç duymamaktadırlar. ALLAH’a dua etmek, ALLAH’ı yardıma çağırmak için bir nedenleri yoktur! Dalgaların kuşatması ise, genel anlamda, insanın elindeki zenginlik ve saadet unsurlarının çıkması veya insanın başına ciddi felaketlerin gelmesi olarak anlaşılmalıdır. Bu durumda insan ister istemez ALLAH’ı hatırlamakta, artık ALLAH’dan başka hiç kimsenin, içine düştüğü felaketten kendisini kurtaramayacağını bilmektedir. Dolayısıyla ALLAH’a yalvarmaktan başka yapacağı bir şey yoktur.
Bunun adı, yani istimdat edecek yegane merci olarak ALLAH’ı bilmek ise ‘dîni ALLAH’a has kılmak’ demektir. Fakat iman kalbine yerleşmemiş olan bu çıkarcı, bencil, kişiliksiz yaratıklar, başındaki felaket ALLAH’ın izni ile gider gitmez ALLAH’ı unutmakta, yine eskisi gibi ALLAH’dan müstağni olduğunu zannetmektedir. İşte insanın bu şirk bataklığında bocalama serüveni, gerçek hesabın görüleceği güne kadar böyle devam edip gidecektir...
Yeryüzünün şimdiki konukları olan bizler bilmeliyiz ki, insan fıtratı bundan binlerce sene de böyleydi, bizden binlerce sene de böyle olacaktır. Kur’an’ın gemi temsili ile anlattığı bu serüveni bizler de pek yakından görüyor, biliyor, tanık oluyoruz, içinde yaşıyoruz. Hatta zaman zaman kendi nefislerimizde de, küçük de olsa benzeri azgınlık duygularını hissediyoruz.
Dünyevileşme tehlikesinin sinyallerini ta burnumuzun dibinde hissediyoruz. Yusuf Peygamber’in kadın fitnesi ile imtihan olunduğunda söylediği "Ben nefsimi temize çıkartmıyorum, nefis kötülüğü emreder; Rabbimin merhamet ettiği hariç. Rabbim oldukça bağışlayıcı, merhamet edicidir." (12/Yusuf, 53) sözü, yukarıdaki gibi bir durumda bizler için de ölçüdür. Kaldı ki bizler Yusuf kadar ALLAH’dan korkanlar olmamaktayız. Kısacası dini ALLAH’a has kılmama tehlikesi bizim için de geçerlidir. Bu tehlikeye karşı ancak ALLAH’ın yardımıyla karşı koyabiliriz. ALLAH’ın yardımı ise O’nun Kitabı Kur’an ile bize ulaşacaktır.
Uzun asırlar boyunca dininden bîhaber yaşamış bir toplumun üyeleri, din açısından acınacak bir sefalet içindedir. Bu toplumun çoğunluğunu ateist olmayan, yani bir Tanrı’nın varlığına inanan (deist) kimselerin oluşturması, fiilî bir kara mizah örneğidir.
Bu insanların çoğu ‘dindar’dır. Hatta ALLAH’a, Peygamber’e, Kitab’a laf söylenmesine de tahammül edemezler. Fakat aynı insanlar ed-Dîn’i, ed-Dînü’l-Halis’i heva ve hevesleriyle, paralarıyla, siyaset ve kanaat önderleriyle, ideolojileriyle, din adamlarıyla (hahamlar ve rahipler = hocaefendiler, şeyh efendiler, mürşidler vb..), eğlence merkezleriyle, tüketim tutkularıyla vb.. paylaşmaktadırlar.
Dinden bunlara bir pay, ALLAH’a da bir pay ayırmaktadırlar. Özellikle üç aylar, bilhassa ramazan ayı, kandil geceleri, Cuma akşamları, dînî bayramlar ve hatta ezan okunurken ALLAH’a ayırdıkları paylar daha büyük olmaktadır. Anılan bu ‘mübarek’ gün ve gecelerde şarapçıları bile şarap satmaz bunların. Bu ‘kutsal’ ay, gün ve dakikalar geçince ise dîni kendi hevaları ve şeytanlarıyla paylaşmaktadırlar. Şüphesiz bunların hesabını görecek olan ALLAH’dır.
Dini ALLAH’a has kılmanın önündeki en büyük engel, Kur’an’a alternatif haline gelmiş olan birtakım rivayetlere isnad edilen kimi geleneksel yorumlardır. Pek çok hadis ve kutsî hadis bu geleneksel yorumları beslemektedir. ALLAH Rasulü’nden sonra ed-Din’in bir de ‘kültürü’ oluşturulmuştur. Bugün bu ‘din kültürü’ dini ALLAH’dan başkalarına has kılmanın önemli araçları olarak iş görmektedir.
Dîni ALLAH’a has kılmamanın daha disipliner ve daha entelektüel bir boyutu da sekülerlik olarak çıkmaktadır karşımıza. Sekülerlik sayesinde insanlar ALLAH’la diğer saydığımız ilahları arasında daha rahat ortaklıklar kurmakta, daha ‘sağlam’ uzlaştırmalar yapmaktadırlar. Bu uğurda kendini Luther gibi gören kimi ruhban/entelektüeller de önemli rol oynamaktadırlar. Din ALLAH’ındır ve böyle kalacaktır.
Alıntı : İktibas Dergisi, Sayı: 288
Dîni ALLAH’a has kılmak, biz insanlar açısından geçerli bir tutum, davranış ve iman biçimidir... Dîni ALLAH’a has kılmak, öz olarak, Dîn’i ALLAH’ın dîni olarak kabul etmektir; dîni ALLAH’ın indirdiği gibi kabul etmek demektir; dîni tahrif, tağyir ve tebdil etmemek demektir. İlah ve Rab olarak ALLAH’ı tanımak, ibadeti yalnızca ALLAH’a yapmak, ALLAH’dan başkasından yardım talep etmemek, ALLAH’dan başkasının şefaat edeceğine inanmamak, yani din gününün sahibinin yalnızca ve yalnızca ALLAH olduğuna inanmaktır. Dîni kendimize değil, kendimizi dîne uydurmaktır.
Kur’an neden dini ALLAH’a has kılmak gibi bir kavrama yer vermektedir? Din zaten ALLAH’ın değil midir? Bunu bir kez daha vurgulamanın mantığı ne olabilir? Bu soruları bu yazının ilerleyen satırlarında cevaplamaya çalışacağız. Hemen burada belirtelim ki, böyle bir vurgu, Kur’an’ın tamamında olduğu gibi bir kez daha şirk-tevhid ayrımına dayanmaktadır. Yani, zaten ALLAH’ın olan, ALLAH’a özgü olan dini ‘ALLAH’a has kılmak’ tevhidin tahakkuku demektir. Şirke karşı biz insanları uyarmaktadır.
Ha-le-sa kelimesi bir şeyi saf/safî kılmak, bir şeyden ayrılmak, bir şeye varmak/yetişmek, gösterişi bırakmak, arı, katışıksız gibi anlamlara gelmektedir. Halis kelimesi de saf, çok beyaz anlamındadır.Yusuf suresinde bu kelime şu şekilde geçmektedir: "felemma’stey’esuu minhü halesû": Yani başkalarından ayrılıp seçildiler (Rağıb), kendilerine özgü oldular, özgeleştiler... Rağıb el-İsfehani’ye göre, ‘Halesa’ kelimesi ‘safî’ kelimesiyle aşağı yukarı aynı anlama gelmektedir. Aradaki fark şudur: ‘Halesa’, önce kiri vardı, arındı, temizlendi anlamına gelmektedir. Safi ise, baştan beri temizdi, kiri hiç olmadı demektir.
Kur’an dilinde ‘halis’ kelimesi en iyi ‘halis süt’ örneğiyle açıklığa kavuşmaktadır. İlkin, gökten indirilen su (yağmur) ile, ölü durumdaki toprağa can verildiği dikkatlere arz edildikten sonra, ona eş değer bir örnek olarak da, hayvanlardan, kan ile atılacak şeyler arasından çıkan, kolayca boğazdan kayıp giden halis süt örnek verilmektedir. ‘Halis süt’, gerçek süt, yüzde yüz süt demektir. Katkısı olmayan, aykırı madde içermeyen, su katılmamış, hatta kan ile fışkı arasından çıktığı halde ne kan karışmış, ne de fışkı bulaşmış, doğal, fıtrî, insan sağlığı için oldukça yararlı, içilmesi zevk veren bir içecek. Bu özellikteki süt ‘halis’ kelimesiyle nitelendiğine göre, ‘halis’ kelimesinden neyi anlayacağımız az çok tebellür etmiş demektir.
‘Halis’ kelimesi dişil formuyla ‘hâlisa’ şeklinde birkaç ayette kullanılmıştır. Bu yerlerde kelime, ‘özgü. ona ait, yalnızca ona has’ gibi anlamlara gelmektedir. Mesela müşrikler, kafirce hurafelerinden olarak şöyle demektedirler: "Dediler ki, şu hayvanların karınlarında olanlar, yalnız erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise haramdır..." (6/En’am, 139) Burada bir şeyi şu kimselere değil de, şu diğerlerine tahsis etme durumu söz konusudur. Bir başka İslam dışı iddia da, Yahudiler’in, ahiret yurdunun (cennetin) yalnızca kendilerine has/ait olduğunu iddia etmeleridir. (2/Bakara, 94) ALLAH’ın çıkardığı süsler (güzellikler) ve güzel/temiz/helal rızık dünyada (kafirler yanında) mü’minler içindir, ahirette ise yalnızca onlarındır. (7/A’raf, 32)
Hz. Peygamber’in evliliği ile kurallar çizilirken, kendisini peygamber’e hibe eden, yani onunla evlenmek isteyen kadınların da diğer mü’minlere değil, sadece Peygamber’e helal kılındığı belirtilir. (33/Ahzap, 50). Bu ayetlerin hepsinde ‘halisa’ kelimesi yalnızca felan kimseye ait olmak, başkasına ait olmamak anlamında kullanılmıştır.
İhlas kelimesi de aynı kökten türemiştir. ‘İhlas’ samimiyet, açık sözlülük, gösterişi terk etmek demektir. Terim olarak ihlas’ın özü, ALLAH’dan gayrı bütün her şeyden teberri etmek (uzaklaşmak, terk etmek)tir. İhlas suresi, içinde ihlas kelimesi hiç geçmediği halde bu isimle anılmıştır, çünkü tam bir tevhidi işlemektedir, kısa ama çok özlü kelimelerle ALLAH’ı birlediği için ihlas adını almıştır. Müslümanlar, Yahudilerin teşbih davalarından, Hıristiyanların teslis akidesinden beridirler.
‘Halis’ kelimesi ‘Din’ ile birlikte kullanıldığında ‘halis din’ (ed-Dînü’l-Halis)in yalnızca ALLAH’ın olduğu, ALLAH’a ait olduğu vurgulanmaktadır. Peki, din zaten ALLAH’ın değil midir? Dîn’i O’ndan başka vaz eden mi var ki? Din koymada, teşride O’nun ortakları mı var ki? Kısacası, ed-Dîn’in başka sahipleri mi var ki ALLAH, "Dikkat edin! Halis Din ALLAH’ındır!" buyuruyor? Bu sorunun cevabı, şirk kavramıyla doğrudan alakalıdır.
Öncelikle ‘halis din’in ne olduğu anlaşılmalıdır. ‘Halis din’ sözü, mefhum-u muhalifini, bir de ‘halis olmayan din’in var olduğunu çağrıştırmaktadır. Evet, kuşkusuz iki tane din vardır, biri ALLAH’ın dini, bütün Rasullere inzal buyurduğu İslam, diğeri de, İslam’ın dışında, ama İslam’a alternatif olarak uydurulmuş, kotarılmış, insanları heva ve heveslerine taptırmak için icad edilmiş her türlü yaşam biçimi, bütün doktrinler, ideolojiler ve hayat felsefeleridir.
Muharref İlahî dinler de sonuç itibariyle bu ikinci kategoriye dahildir. İşte bu ikinciler ‘halis olmayan din’lerdir. Önceki ise ALLAH’ın dîni, halis dindir. Burada elbette ayetin hedef aldığı şöyle bir anlam da var ve bu anlam kesinlikle, uydurulmuş dinler cümlesindendir: Zümer suresinin takip eden ayetlerinden de açıkça anlaşıldığı gibi, şirk denilen hadise, aslında ALLAH’ın Dînini, halis dîni inkar etmemektir. Zaten müşrik din sistemleri asla ALLAH’ı ve ALLAH’ın dînini inkar etmemişlerdir. Sadece ALLAH’ın dînini değiştirip dönüştürmüşler, tebdil, tağyir ve tahrif etmişlerdir.
Dîni kabul ederek, ona inanarak değiştirmişler, ALLAH’ın Dînini İlahîlikten beşerilik seviyesine indirmişlerdir. ALLAH’ın yerine beşeri koşmuşlardır; birtakım azizlerini, efendilerini, şeyhlerini, üstadlarını, siyasi önderlerini, parti başkanlarını, kanaat önderlerini vb.. ikame etmişlerdir. ALLAH’a ait olan sıfatları bu insanlara yüklemişlerdir. Fakat asla ALLAH’ı ve ALLAH’ın dînini inkar ettiklerini, hatta ALLAH’a ortaklar koştuklarını söylememişlerdir. Yani hak suretinde batıl, tevhid suretinde şirk, İslam suretinde küfür ikame etmişlerdir.
Nitekim Kur’an müşriklerin bu iki yüzlülüklerini şöyle ortaya koymaktadır: "ALLAH’ı bırakıp da kendilerine birtakım veliler edinenler, ‘biz onlara sadece, bizi ALLAH’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ derler..." (39/Zümer, 3). Müşrikliğin bu dayanılmaz hafifliği tevbe suresinin 31. ayetinde de mevzuu bahs edilmiştir. O ayette de, hak suretinde olan Yahudi ve Hıristiyanların, yani bir İlahî dînin sözde mirasçıları olanların ALLAH’ın halis dînini nasıl da alternatif bir şirk dîni haline getirdikleri anlatılmaktadır.
Şu halde, din ALLAH’ındır. Fakat müşrikler, Dîni ALLAH’ın olmaktan çıkartıp, insana has kılmaktadırlar. İlahî olanı beşerileştirmekte, münzel (indirilmiş) olanı muhdes (uydurma) haline getirmektedirler.
Şimdi anlaşıldığı kadarıyla, problem şudur: Evet din (ed-Dînü’l-Halis) ALLAH’ındır; bunda hiçbir kuşku bulunmamaktadır. Fakat önemli olan, insanlar tarafından bunun böyle bilinmesi ve tanınması, kabul ve iman edilmesi; bu kabul ve imanın gereği olarak da amel edilmesidir. Biraz daha açımlarsak, ‘dîni ALLAH’a has kılmak’, sanki din ALLAH’ın değilmiş de, biz ALLAH’ın sekreteryası olarak, gasp etmiş olanların elinden dîni çekip alarak ALLAH’a teslim etmemiz isteniyor gibi anlaşılmamalıdır.
Ki bu durumda ALLAH, Kâdir-i Mutlak ALLAH değil, aciz, güç ve imkanları sınırlı yardıma muhtaç bir tanrı olarak algılanacaktır. Elbette ALLAH böyle eksik sıfatlardan münezzehtir. ALLAH’ı tenzih ekmek mü’min olmanın gereğidir. Öyleyse dîni ALLAH’a has kılmak ne anlama gelmektedir?
Dîni ALLAH’a has kılmak, biz insanlar açısından geçerli bir tutum, davranış ve iman biçimidir. Pratik sonuçları bulunan bir iman meselesidir. Dîni ALLAH’a has kılmak, öz olarak, Dîn’i ALLAH’ın dîni olarak kabul etmektir; dîni ALLAH’ın indirdiği gibi kabul etmek demektir; dîni tahrif, tağyir ve tebdil etmemek demektir. İlah ve Rab olarak ALLAH’ı tanımak, ibadeti yalnızca ALLAH’a yapmak, ALLAH’dan başkasından yardım talep etmemek, ALLAH’dan başkasının şefaat edeceğine inanmamak, yani din gününün sahibinin yalnızca ve yalnızca ALLAH olduğuna inanmaktır.
Dîni kendimize değil, kendimizi dîne uydurmaktır. Hayatımızı dîne göre düzenlemektir. Dîn’in sahibi ALLAH buyurmuyor mu ki: "ALLAH ve Rasûlü bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadının işlerinde tercih hakları yoktur. Kim ALLAH’a ve Rasulü’ne isyan ederse apaçık bir sapıklıkla sapıtmış olur." (33/Ahzap, 36). Demek ki mü’minler, ALLAH’ın iradesine rağmen kendileri, birtakım sebeplerle, kendi heveslerine uyamazlar.
Şimdi Dînin ALLAH’a has kılınmasını, yine Kur’an çerçevesinde biraz daha açıklığa kavuşturalım. Bunun için Zümer suresinin ilk üç ayetine yeniden dönmemiz gerekmektedir:
"Bu kitabın indirilmesi, Aziz ve hakim ALLAH katındandır."
"Elbette Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyleyse sen de, dîni O’na has kılarak yalnızca ALLAH’a ibadet et."
"Bilmez misin, gerçek din (ed-Dînü’l-Halis) ALLAH’ındır. ALLAH’ın dışında birtakım dostlar (evliya) edinenler ise, ‘onlara, yalnızca bizi ALLAH’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ (kanısındadırlar). Oysa ALLAH, ihtilafta oldukları bu konularda aralarında hüküm verecektir. Elbette ALLAH, yalancı kafiri hidayete erdirmez." (39/Zümer, 1-3).
İkinci ayet, ‘Dîni ALLAH’a has kılma’ kavramını tefsir etmektedir. Çünkü, "Dîni O’na has kılarak yalnızca ALLAH’a ibadet et." buyurulmaktadır. Yani çok net olarak anlaşılmaktadır ki, ‘Dîni ALLAH’a has kılmak’, ibadeti sadece ALLAH’a tahsis etmek demektir. Tıpkı Fatiha suresinde "Sadece Sana ibadet ederiz" (İyyake na’büdü) buyurulduğu gibi. Üçüncü ayet, bunu daha da açmaktadır.
ALLAH’ın dışında, ALLAH’ı bırakıp da başka birtakım varlıkları (kişileri) veliler, dostlar/evliyâ edinenler, kendilerini ALLAH’a daha da yaklaştırmak gibi görünüşte ‘iyi niyetli’, hatta daha da ‘dindarca’ niyetler(!) taşımakla birlikte, bunlar kesinlikle dîni ALLAH’a has kılmış olmamaktadırlar. Bu bir yorum değildir, görüldüğü üzere bizzat Kur’an’ın beyanıdır.
Şimdi anlaşılmaktadır ki, ‘dîni ALLAH’a has kılmak’, tevhid demektir. ALLAH’ı birlemek, uluhiyyeti, rububiyyeti, din koyma yetkisini, hükmetme yetkisini sadece ve sadece ALLAH’a tanımak demektir. ALLAH’ın dışında kendilerine, isimleri yine kendi isimlerine benzeyen, bedenleri kendi bedenlerinin aynısı olan, kendileri gibi yiyip içen varlıkları ALLAH’ın muadili varlıklar (evliyâ) edinenler müşriklerdir. ALLAH’a eşler koşmaktadırlar.
Bunlar bazen ‘ermiş, evliya, şeyh, mürşid-i kamil’ gibi isimlerle ALLAH’ın dışında şerîkler edinmekteler, bazen İslam dışı kimi sistemlerin kavram, kurum ve kutsallarını (profan-kutsallarını) ALLAH’ın dışında şerîkler edinmekteler. Demokrasi dini bu konuda şeriki bol bir dindir. Kendisini ‘evliya’ edinenler için demokrasi, oldukça bol çeşitli, renkli ve kamuflajlı şerikler takdim etme kabiliyetindedir. Bunların işi tıpkı örümceğin evine benzemektedir. Örümceğin evi nasıl ki evlerin en zayıfı ise, hiçbir mukavemet gücüne sahip değilse, bunların ALLAH’ın dışında evliya edinmeleri de aynı şekilde zayıf, dayanıksız, güçsüz, mesnedsiz ve sonuçsuz bir çabadır.
Dîni ALLAH’a has kılmayanların hep ‘iyi niyetli’ oldukları gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü Zümer suresinin üçüncü ayeti bunların, "bizi ALLAH’a daha da yaklaştırmaları için" gerekçelerine yer vermektedir. Bu gerçekten bir ‘iyi niyet’tir! Bakınız, niyetleri ALLAH’ı inkar etmek, ALLAH’ı yok saymak, ALLAH’a sövmek gibi bir amaca yönelik değildir. ALLAH’a daha yakın olmayı istemeleri oldukça masum, dindarâne değil midir? Hayır, değildir. Çünkü ALLAH’ın böyle aracılar edinmediğini bilmeleri gerekmektedir. Çünkü bunu ALLAH bildirmektedir.
İşte buradan anlaşılan odur ki, ‘dîni ALLAH’a has kılma’nın birinci şartı ALLAH’ın dışında hiçbir ilah edinmemektir. ALLAH’ın dışındaki bütün tanrısal nitelikli değerleri, ALLAH’ın rızası önüne geçmeye elverişli bütün hedefleri, faaliyetleri, araç ve amaçları, insan türünden ilahlaştırmaları terk etmektir. Aksi taktirde din ALLAH’a has kılınmamış olmaktadır. Dîn’e başka varlıklar ortak kılınmaktadır. ALLAH’ın yetkisi, otoritesi, uluhiyyeti ve rububiyyeti paylaştırılmış olmaktadır.
Zümer suresinin adı ‘dîni ALLAH’a has kılma suresi’ olsaymış daha isabetli olurmuş. İlk üç ayetinde Peygamber’e dîni ALLAH’a has kılma emrini ileten bu surenin 11-15. ayetleri bu emre Peygamber’in cevabı niteliğindedir:
"De ki, ben Dînimi O’na has kılıcı olarak ALLAH’a ibadet etmekle emrolundum. Yine, müslümanların ilki olmakla da emrolundum. De ki, eğer Rabbime isyan edersem, büyük günün azabından korkarım. De ki, dînimi O’na has kılıcı olarak ben ALLAH’a ibadet ederim. Siz de O’nun dışında dilediğinize ibadet edin." (39/Zümer, 11-15).
Kur’an, insanların akide haritasını o kadar berrak bir şekilde çizmektedir ki, müşriklerin yalnızca ALLAH’a davet edildikleri zaman inkar ettiklerini, ama ALLAH’a şirk koşulduğunda ise inandıklarını bildirmektedir. (40/Mü’min, 12). Hemen akabinden bize dönerek Kur’an buyurmaktadır ki: "Haydi siz, kafirlerin hoşlarına gitmese de, dîni ALLAH’a has kılıcılar olarak sadece ALLAH’a dua edin!" (40/Mü’min, 14).
Gerçekten Kur’an öyle hikmetli bir kitaptır ki, moda tabirle, Kur’an’ın o günkü toplumu okuma biçimi, bugün de geçerliliğini korumaktadır. İnsanlar ancak ALLAH’a ortaklar koşarak iman ediyorlar. Sadece, tek başına ALLAH’a ibadet etmek, sadece ALLAH’ı mutlak otorite sahibi görmek, ALLAH’dan başka kimsenin yargılamayacağını ve kimsenin kimseye şefaat edemeyeceğine inanmak insanları mutlu etmemektedir. Bu akideye sahip olan mü’minler aşırı ve tehlikeli görülmekte, kaale alınmamaktadır. ALLAH’la kullar arasına ne kadar çok ilah girdirilirse, dindarlık o kadar makbul sayılmaktadır. Bu ayetten anladığımıza göre, dîni sadece ALLAH’a has kılmaktan kafirler hoşlanmamaktadırlar...
Mü’min suresinin 65. ayeti aynı temayı işlemekte, dîni ALLAH’a has kılmanın nasıllığını biraz daha netleştirmektedir:
"O diridir. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse Dîni ALLAH’a has kılıcılar olarak yalnız O’na dua edin. Hamd alemlerin Rabbi ALLAH’adır." (40/Mü’min, 65).
A’raf suresinin 29. ayetinde, ALLAH’ın, adaleti emrettiği, her secde anında yüzümüzü sadece O’na döndürmemiz gerektiği ve dîni ALLAH’a has kılarak yalnızca ALLAH’a çağrıda bulunmamız gerektiği bildirilmektedir. (7/A’raf, 29). Bu ayet, bir kez daha şirkin her türlüsünden kaçınarak bizi sadece ALLAH’ı İlah, Rab, Ma’bud ve hüküm koyucu olarak tanımakla ilzam etmektedir. İnsan sadece ALLAH’a dua etmelidir. Mevdudi’nin yerinde bir benzetişle ifade ettiği gibi insanlar, "Ey ALLAHım! Bizzat Sana karşı başkaldırışımızda başarılı olmamız için bize yardım et! der gibi" dua edemezler.
Ehli Kitab’ın da dîni tamamen ALLAH’a has kılmaları emredilmişti. Bunun bir gereği olarak, hanifler olarak ALLAH’a ibadet etmeleri, namazı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmişti. Ama onlar, kendilerine ALLAH’ın rasulü geldikten sonra tefrikaya ve küfre düşmüşler, dîni ALLAH’a has kılma ilkesini ihlal etmişlerdir. (98/Beyyine, 1-5).
Kur’an ‘dîni ALLAH’a has kılma’nın anlamını açıkladığı gibi, ‘dîni ALLAH’a has kılmama’nın anlamını da açıklamaktadır. Aslında bunu şöyle de ifade etmemiz mümkündür: Kur’an, verdiği bir temsille, genel olarak, dîni ALLAH’a has kılmayanların karakterlerini, kişiliklerini, seviyelerini ortaya koymaktadır. Bu örnekle sanki, "işte dîni ALLAH’a has kılmayanlar bu tiynette insanlardır, gerisini siz düşünebilirsiniz" denmektedir. Bu temsil şöyle getirilmektedir:
"O sizi karada ve denizde yürütendir. Öyle ki, siz gemilerde bulunduğunuz ve gemilerin de (içindeki yolcuları) güzel bir rüzgarla alıp götürdüğü ve (yolcuların) bununla sevinç ve ferahlık duydukları bir esnada, gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar; her taraftan dalgalar kuşatır onları ve yolcular anlarlar ki, her taraftan kuşatılmışlardır. İşte (tam o anda), dîni ALLAH’a has kılarak, ‘eğer bizi bu durumdan kurtarırsan Sana şükredenlerden olacağız’ diye ALLAH’a yalvarırlar."
"Ne var ki, ALLAH onları kurtarınca yeryüzünde haksız yere azgınlık yapmaya koyulurlar. Ey insanlar! Sizin azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. (Peşinde olduğunuz,) yalnızca dünya hayatının menfaatleridir. Sonunda dönüşünüz yine bizedir. İşte o zaman size, işlediklerinizi haber vereceğiz." (10/Yunus, 22-23).
Bu temsili anlatım Ankebut suresi 65. ayetle, Lokman suresinin 32. ayetinde de, fakat daha muhtasar olarak anlatılmaktadır. Ankebut, 65’te, Yunus Suresi 23’te ifade edilen ‘azgınlık yaparlar’ yerine, gemiden karaya inince ‘şirk koşarlar’ denmektedir. Dolayısıyla ‘azgınlık yapmak’ (bağy) şirkle tefsir olunmaktadır. Lokman, 32. ayette ise, ilk ikisinden farklı olarak, karaya ayak basınca, bir kısım yolcuların orta yolu tuttukları teslim edilmektedir. Diğerlerinin şirk koştukları ise kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Kur’an’ın bu temsili örneği, dîni ALLAH’a has kılmayan müşriklerin karakteristiklerini çok çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Buradaki gemiyi aynı zamanda bir sembol olarak, dünya hayatında hastalık, tabii afet, savaş ve fakirlik gibi her türlü sıkıntıdan uzakta lüks içinde yaşanılan müreffeh bir yaşam, refah ve zenginlik olarak düşünebiliriz. Kısaca gemi temsili insanın, bedenen ve zihnen rahatlığını, kaygı ve kasavetsizliğini temsil etmektedir.
Kur’an örneğinde, böyle bir vasatta insanların ALLAH’ı anmadıkları anlaşılmaktadır. Çünkü o anda ALLAH’a ihtiyaç duymamaktadırlar. ALLAH’a dua etmek, ALLAH’ı yardıma çağırmak için bir nedenleri yoktur! Dalgaların kuşatması ise, genel anlamda, insanın elindeki zenginlik ve saadet unsurlarının çıkması veya insanın başına ciddi felaketlerin gelmesi olarak anlaşılmalıdır. Bu durumda insan ister istemez ALLAH’ı hatırlamakta, artık ALLAH’dan başka hiç kimsenin, içine düştüğü felaketten kendisini kurtaramayacağını bilmektedir. Dolayısıyla ALLAH’a yalvarmaktan başka yapacağı bir şey yoktur.
Bunun adı, yani istimdat edecek yegane merci olarak ALLAH’ı bilmek ise ‘dîni ALLAH’a has kılmak’ demektir. Fakat iman kalbine yerleşmemiş olan bu çıkarcı, bencil, kişiliksiz yaratıklar, başındaki felaket ALLAH’ın izni ile gider gitmez ALLAH’ı unutmakta, yine eskisi gibi ALLAH’dan müstağni olduğunu zannetmektedir. İşte insanın bu şirk bataklığında bocalama serüveni, gerçek hesabın görüleceği güne kadar böyle devam edip gidecektir...
Yeryüzünün şimdiki konukları olan bizler bilmeliyiz ki, insan fıtratı bundan binlerce sene de böyleydi, bizden binlerce sene de böyle olacaktır. Kur’an’ın gemi temsili ile anlattığı bu serüveni bizler de pek yakından görüyor, biliyor, tanık oluyoruz, içinde yaşıyoruz. Hatta zaman zaman kendi nefislerimizde de, küçük de olsa benzeri azgınlık duygularını hissediyoruz.
Dünyevileşme tehlikesinin sinyallerini ta burnumuzun dibinde hissediyoruz. Yusuf Peygamber’in kadın fitnesi ile imtihan olunduğunda söylediği "Ben nefsimi temize çıkartmıyorum, nefis kötülüğü emreder; Rabbimin merhamet ettiği hariç. Rabbim oldukça bağışlayıcı, merhamet edicidir." (12/Yusuf, 53) sözü, yukarıdaki gibi bir durumda bizler için de ölçüdür. Kaldı ki bizler Yusuf kadar ALLAH’dan korkanlar olmamaktayız. Kısacası dini ALLAH’a has kılmama tehlikesi bizim için de geçerlidir. Bu tehlikeye karşı ancak ALLAH’ın yardımıyla karşı koyabiliriz. ALLAH’ın yardımı ise O’nun Kitabı Kur’an ile bize ulaşacaktır.
Uzun asırlar boyunca dininden bîhaber yaşamış bir toplumun üyeleri, din açısından acınacak bir sefalet içindedir. Bu toplumun çoğunluğunu ateist olmayan, yani bir Tanrı’nın varlığına inanan (deist) kimselerin oluşturması, fiilî bir kara mizah örneğidir.
Bu insanların çoğu ‘dindar’dır. Hatta ALLAH’a, Peygamber’e, Kitab’a laf söylenmesine de tahammül edemezler. Fakat aynı insanlar ed-Dîn’i, ed-Dînü’l-Halis’i heva ve hevesleriyle, paralarıyla, siyaset ve kanaat önderleriyle, ideolojileriyle, din adamlarıyla (hahamlar ve rahipler = hocaefendiler, şeyh efendiler, mürşidler vb..), eğlence merkezleriyle, tüketim tutkularıyla vb.. paylaşmaktadırlar.
Dinden bunlara bir pay, ALLAH’a da bir pay ayırmaktadırlar. Özellikle üç aylar, bilhassa ramazan ayı, kandil geceleri, Cuma akşamları, dînî bayramlar ve hatta ezan okunurken ALLAH’a ayırdıkları paylar daha büyük olmaktadır. Anılan bu ‘mübarek’ gün ve gecelerde şarapçıları bile şarap satmaz bunların. Bu ‘kutsal’ ay, gün ve dakikalar geçince ise dîni kendi hevaları ve şeytanlarıyla paylaşmaktadırlar. Şüphesiz bunların hesabını görecek olan ALLAH’dır.
Dini ALLAH’a has kılmanın önündeki en büyük engel, Kur’an’a alternatif haline gelmiş olan birtakım rivayetlere isnad edilen kimi geleneksel yorumlardır. Pek çok hadis ve kutsî hadis bu geleneksel yorumları beslemektedir. ALLAH Rasulü’nden sonra ed-Din’in bir de ‘kültürü’ oluşturulmuştur. Bugün bu ‘din kültürü’ dini ALLAH’dan başkalarına has kılmanın önemli araçları olarak iş görmektedir.
Dîni ALLAH’a has kılmamanın daha disipliner ve daha entelektüel bir boyutu da sekülerlik olarak çıkmaktadır karşımıza. Sekülerlik sayesinde insanlar ALLAH’la diğer saydığımız ilahları arasında daha rahat ortaklıklar kurmakta, daha ‘sağlam’ uzlaştırmalar yapmaktadırlar. Bu uğurda kendini Luther gibi gören kimi ruhban/entelektüeller de önemli rol oynamaktadırlar. Din ALLAH’ındır ve böyle kalacaktır.
Alıntı : İktibas Dergisi, Sayı: 288