Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Diyobendiye Tarikatı Hakkında Detaylı Bilgi Verir misiniz?

M Çevrimdışı

mübahis

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Esselamu Aleykum we rahmetullahi we beretuhu hocam.
Diyobendiye tarikatı hakkında detaylı bilgi verebilirmisiniz? Zikirleri nedir? Nefis terbiyesinde ki metodları nedir ve benzeri
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Âleykum selam we rahmetullahi we berakâtuh kardeşim;

Diyobendiler, müslüman fırkalardan bir tanesidir. Hindistan’daki, Diyobend Üniversitesi'ne (Dar’ul-Ulum'a) nisbet edilirler. Burası, derin kökeni olan bir düşünce merkezidir. Buradan mezun olan herkes, özel bir ilmi donanıma sahib olmaları hasebiyle, buraya nisbet edilirler.

Kuruluşu ve Önde Gelen Şahsiyetleri:
İngilizlerin, 1875 yılında Hindistan’daki İslâm devrimini bastırdıktan sonra; Hindistanlı bir kısım âlimler Diyobend Üniversitesi’ni kurmuşlardır. Dolayısıyla bu oluşum, batı medeniyeti ve pragmatizminin Hindistan yarımadasını, içinde bulunduğu şartlardan kurtarma adına giriştikleri kolonileştirme hareketini durdurmaya güçlü bir karşı koyma eylemidir. Özellikle, Hindistan’ın başkenti Delhi, İngiliz ihtilalinden sonra harabeye dönmüş ve İngilizler buraya tamamen hâkim olmuşlardır. Bunun üzerine, bu âlimler İslâm dîninin başına gelecek olumsuzluklardan endişe ettiler. İmdadullah al-Muhâcir al-Mekki, öğrencisi Muhammed Kasım al-Nanatovi ve arkadaşları (bulundukları) şehir için bir İslâmi eğitim planı hazırladılar. Gördüler ki, çözüm dîni okulların, İslâmi merkezlerin kurulmasında. Böylece, İngilizlerin İhtilali altındaki Hindistan'da İslâm dîni ve şeriatının merkezi olmak üzere “Diyoben Arab İslâm Okulu” kurulmuş oldu.

En Belirgin Şahsiyetleri:
1. Muhammed Kasım
2. Reşid Ahmed el- Kankuhi
3. Huseyin Ahmed el-Medeni
4. Muhammed Enver Şah el-Kaşmirî
5. Ebu’l-Hasen en-Nedvi
6. Muhaddis Habiburrahman el-Âzamî

Fikir ve İnançları:
— Usul (Akaid)’de Ebu Mansur el-Maturidî’nin mezhebine tâbidirler.
— Fıkıhta İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin mezhebine tâbidirler.
— Tasavvufta da, Nakşibendî’ye, Ceştiye, Kâdiriye ve Suhreverdiye tarikatlarını benimsemişlerdir.

Diyobendiye ekolünün fikir ve eğitim prensiplerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
- İslami Eğitimi korumak ve sürdürmek. İslâm’ın Şeâir (semboller)’i üzere kalmak.
- İslâm’ı yaymak, misyonerlik (faaliyetlerine) ve diğer yıkıcı akımlara karşı koymak.
- İslâm kültürünü yaymak ve İngiliz emperyalist kültürüyle mucâdele etmek.
- Arabca’nın yaygınlaşmasına önem vermek. Çünkü Arabca, İslâm şeriatın kaynağından istifade edebilmenin vesilesidir.
- Akıl ile kalbi, ilimle de ruhaniyeti birleştirmek. (Dinler ve Mezhebler Sözlüğü, 1/ 3008)

Madem ki Diyobendiler, Maturidiye akaidini benimsemişlerdir, Maturidiye mezhebini tarif etmemiz kaçınılmazdır:

Maturidiye, kelamî bir ekoldür. Ebu Mansur al-Maturidî’ye nisbet edilir. Maturidîliğin esası; Mûtezile ve Cehmiyye gibi muarızlarına karşı, dînî hakikatlerin ve İslâm akidesinin isbatında aklî ve kelâmî delillerin kullanılmasını esas alır.

Maturidye’ye göre; kaynağı bakımından Usul’ud-Din (dînin aslı) ikiye ayrılır:
1. İlahiyat (Akla dayalı) olanlar):
İsbatı noktasında, aklın esas olup, naklin ona tâbi olduğunu kabul eder. Tevhidin konularını ve sıfatları kapsar.

2. Şer’i (duyuma dayalı) olanlar:
Aklın, isbat veya reddetmek konusunda tamamen teslim olduğu, aklın yorumuna yer olmayan hususlar.

Mesela: Nubuvvet, kabir azabı, âhiret hayatı... Gerçi, Nubuvvet konusunu ilahiyat alanına dahil edenler de olmuştur.
Burada, Ehl-i Sünnet we’l-Cemaat ilkeleriyle zıt düşen yanları gözden kaçmamaktadır. Kur’an, Sünnet ve Sahâbe’nin icması, onların da kabul ettiği şer’i delillerdir. Ancak, Usuli’d-Din’i; aklî olanlar, ve şer’i olanlar şeklinde (Ehl-i Sünnete göre bidat sayılan) böyle bir ayırıma tâbi tutmak, felsefecilerin; “Dinin nassları akıl ile çelişmektedir” batıl düşüncesine dayanması dolayısıyla, akıl ile naklin arasını bulmaya çalışmışlardır. Bu durum kendilerini aklın sınırları dışına çıkmaya zorlayınca da; şer’i hükümlerle çelişen bâtıl sonuçlar ortaya çıkmış, têvil ve zorlama yorumlara başvurmuşlardır. Halbuki, Ehl-i Sünnet’in nazarında, akl-ı selim ve saf akıl ile sahih nakil arasında hiçbir tezat yoktur. (Çağdaş Mezhebler ve Dinler Ansiklopedisi 1/99)

Ehl-i Sünnetin Maturidi’ye Bakışı:
Rasûlullah (s.a.v.) : “Bu ummetin 73 fırkaya ayrılacağı ve -biri hariç- hepsinin cehenneme gireceğini...” bildirmiştir.
Rasulullah (s.a.v.), kurtulacak olan fırkanın (Fırka-i Nâciye) “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” yani, Rasûlullah (s.a.v.) ve ashâb-ı kiram gibi yaşayanların olacağını beyan etmiştir.
Şubhesiz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat -Kitab ve Sunnete, ilim ve amel olarak tam bağlı olanlar- işte onlar; Rasûlullah (s.a.v.) ve Sahâbe-i Kiram'’ın (r.anhum ecmâin) yoluna tâbi olmaları ve hem ilim, hemde amel bakımından onların sıfatlarıyla muttasıf olmaları sebebiyle “Kurtuluşa Erenler”dir.

Bir ferdin veya bir topluluğun, Sahâbe-i Kiram ve Tâbiîn'in temsil ettiği Selef-i Sâlihin akidesine muhâlefet ederek ve yalnızca sünnete tâbi olması, Firka-i Nâciye’den sayılabilmesi için yeterli değildir. Bilakis; ilim, amel, düşünce ve yaşayış bakımından, onların hayat anlayışını tatbik etmek gerekir.
Maturidiye’nin, savundukları arasında hak olan sözler de, bâtıl ve sünnete muhalif olanlar da vardır. Bilinmektedir ki, bu tür fırkalar, hakka olan yakınlık ve uzaklıkları bakımından farklılıklar arz ederler. Sünnete en yakın olan, hakka ve doğruya en yakın olandır. Bazıları çok büyük meselelerde sünnetle çelişir, başka bazıları çok hassas konularda sünnetle çelişirler. Bir kimse, sünnete bağlılık konusunda kendisinden daha uzak olan gruplara karşılık verirse, bu kişinin; bâtıla sessiz kalmaması ve hakkı söylemiş olması, davranış olarak güzeldir. Fakat bu karşı çıkışta bazı gerçekleri inkâr etmiş ve bazı bâtıl sözler söylemiş olduğundan haddini aşmış olur. Böylece, (derece bakımından) daha küçük bir bidatle, daha büyük bir bidati ve (derece bakımından) daha hafif bir bâtıl ile bir bâtılı savmış olur. İşte, Ehl-i Sünnete mensub bir çok kelâmcının hali böyledir....”
(Fetava Şeyhul-İslam İbn-i Teymiyye, C. 1, Sf: 348)

***

Diyûbend Dâru'l Ulûmu

Hindistan’da 1857 yılında meydana gelen Sipahi Ayaklanması’ndan sonra müslümanlar İngiliz-Hindistan yönetiminin baskı ve sindirme politikasına mâruz kaldılar. Varlıklarını sürdürme çabası içinde bulunan müslümanların sistemli bir şekilde içe dönük faaliyetlere ve eğitim çalışmalarına ağırlık vermeleri gerektiğine inanan bir grup ulemâ, önceleri küçük bir camide (Çatta Camii) çalışmalara başladılar. Daha sonra Muhammed Kāsım Nânevtevî ve Reşîd Ahmed Gengûhî tarafından Dârululûm-i Diyûbend kuruldu (30 Mayıs 1866). Bu medresenin Diyûbend’de (Deoband) açılmasının ulemânın gördüğü bir rüyaya dayandığı söylenmektedir. Zira Diyûbend o tarihte küçük bir kasaba idi; Dâru'l Ulûmun faaliyete başlamasıyla kasabanın önemi birdenbire artmaya başladı. Esasta geleneksel eğitim sistemini benimseyen Diyûbend Dâru'l Ulûmu, Hindistan’da o zamana kadar geçerli olan üç değişik dinî eğitim geleneğini (Delhi, Leknev, Haydarâbâd) birleştirmeye ve bir denge kurmaya çalışmıştır. Bu üç merkezden Delhi tefsir-hadis, Leknev fıkıh, Haydarâbâd kelâm-felsefe ilimlerine ağırlık verirken Diyûbend Dâru'l Ulûmu bu ilimleri bir sistem içerisinde bir arada öğretmeye gayret etmiştir. Bununla birlikte Diyûbendîler Delhi geleneğinden, özellikle de Şah Veliyyullah ed-Dihlevî ve Seyyid Ahmed Şehîd’den daha çok etkilenmişlerdir.

Diyûbendîler kendilerini Ehl-i sünnet esasları üzerine eğitim ve öğretim yapan bir kurum olarak tanımlarlar. Gerçekten de okulda bu çerçevede ciddi bir Hanefî fıkhı öğretimi yapılmıştır. Değişik din ve inanışların bir arada bulunduğu Hindistan şartlarında Diyûbend ulemâsının üzerinde özellikle durduğu husus, İslâm’ın bütün yabancı unsurlardan arındırılması meselesidir. Bundan dolayı âlimler, itikadî sapmalar ve muamelâttaki birtakım gayri İslâmî ayrıntı ve uygulamalarla Hinduizm’den kaynaklanan hurafe, gelenek ve bâtıl inançlara şiddetle karşı çıkmışlar, ideal olarak en saf şekliyle İslâm’ı savunmuşlardır. Diyûbendî anlayışında zamana bağlı değişikliklere pek önem verilmemiş ve İslâmiyet, aslî kaynaklarında verilen esaslar ve uygulamalar üzerine kurulu bir hayat tarzı olarak ortaya konulmak istenmiştir. Dâru'l Ulûmda tedrisat Urdu dilinde yapılmakta ve mufredat, XVIII. yüzyılda Molla Nizâmeddin tarafından tertib edilen ders-i Nizâmî usulüne uygun olarak düzenlenmekteydi. Bu usulde ağırlık şer‘î ilimler arasında hadis, tefsir ve fıkıh üzerinde bulunuyordu. Dâru'l Ulûmda ilk zamanlarda felsefe ve mantık gibi ilimler de okutulurken 1880’den sonra bunlar müfredattan çıkarılmıştır. Eğitim ve öğretim başlangıçta on yıl olarak planlanmışken daha sonra bu süre altı yıla indirilmiştir.

Dâru'l Ulûmda dikkati çeken bir başka husus da burada ders veren hocaların birçoğunun aynı zamanda tasavvuf erbabı ve tarikat mensubu olmalarıdır. Özellikle Nakşibendîliğin etkin olduğu müessesede hocalarla talebeler arasında çok defa şeyh-murid ilişkisi de söz konusudur. Ancak Diyûbendîler tarikatları gelenekçi bir taklit anlayışıyla değil bir eğitim ve yaşama disiplini olarak ele almış ve bu sebeble genel müfredat içerisinde tasavvufî eğitime de yer verilmiştir.

Dâru'l Ulûmun teşkilât yapısı modern bir görünüm arzetmektedir. Prensip olarak İngiliz-Hindistan hükümetiyle herhangi bir ilişki kurmak istenmediği için kurumun ihtiyaçları tamamen halkın yardımları ile karşılanmaya çalışılmıştır. Çeşitli idarî birimlerde belli bir sistem içerisinde profesyonel görevliler istihdam edilmiştir. Dâru'l Ulûmun başlıca idarî birimleri serperestlik (rektörlük), muhtemimlik (sekreterlik) ve sadr-ı muderrisliktir (müdürlük-dekanlık). 1892 yılından itibaren bunlara ilâveten bir de dâruliftâ (muftuluk) ihdas edilmiştir. Muftuluk, Dâru'l Ulûm âlimlerinin verdiği fetvaları kontrol eden ve halkın karşılaştığı dinî problemlerin çözümüne yardımcı olan makamdır. Verilen fetvalar bir araya toplanarak Fetâvâ-yı Dâru'l Ulûm-i Diyûbend adıyla yayımlanmıştır (nşr. Mevlânâ Muhammed Zafîruddin, Diyûbend 1962; Karaçi 1986).

Dâru'l Ulûmun Arabca ve Farsça birçok yazma eserin bulunduğu yaklaşık 67.000 ciltlik bir kutubhanesi vardır.

1857 yılından sonra Hindistan’da meydana gelen olaylardaki rolü dikkate alındığında Diyûbend Dâru'l Ulûmu’nun bir eğitim müessesesinden çok, bir düşünce akımı ve hareket merkezi olarak dikkat çektiği görülmektedir. Gerçekten de Dâru'l Ulûm bütün Hindistan yarımadasındaki, hatta Hindistan dışında Asya ve Uzakdoğu’daki müslümanlar üzerinde etkili olmuştur. Hindistan’ın başka şehirlerinde de bu Dâru'l Ulûm örnek alınarak birçok müessese açılmış, bunların sayıları zaman içerisinde artmıştır. Müessese kayıtları, Hindistan dışından çok sayıda müslüman öğrencinin burada eğitim gördüğünü göstermektedir. Halen önemli bir eğitim kurumu olarak faaliyetlerini sürdüren Diyûbend Dâru'l Ulûmu, kuruluşundan günümüze kadar geçen yaklaşık 125 yıllık süre içerisinde İslâm dünyasında mumtaz bir yer edinmiştir.

Diyûbend Dâru'l Ulûmu Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinde de önemli rol oynamış, siyasî alanda İngilizler’le hiçbir şekilde irtibatı kabul etmeyerek pasif bir direniş tavrı ortaya koymuştur. Buna karşılık Osmanlılar’a son derece bağlı olan Dâru'l Ulûm ulemâsı her fırsatta Osmanlı hilâfetinin meşruluğunu savunmuş ve Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren milletlerarası meselelerde daima bu devletin tarafını tutmuştur. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki belgeler, özellikle Sultan II. Abdulhamid devrinde aradaki ilişkilerin çok iyi olduğunu göstermektedir. Meselâ bizzat Abdulhamid’in emriyle Dâru'l Ulûma İstanbul’dan Arabca ve Farsca kitablar gönderilmiştir. Daha sonra I. Dünya Savaşı esnasında Dâru'l Ulûm ulemâsının Osmanlılar’la birlikte İngilizler’e karşı bir hareket başlatmaya çalıştıkları görülür. Bu sırada sadr-ı muderris olan Mahmûdu’l-Hasan ile müderris Ubeydullah Sindî, İngiliz belgelerinde “ipek mektub komplosu” (silken letter conspiracy) olarak geçen bu faaliyetlerin organizatörleridir. Buna göre müslüman ülkelerin ortaklaşa teşkil edecekleri bir İslâm kurtuluş ordusu oluşturulacak, bu ordunun faaliyet merkezi Afganistan olacak ve Osmanlı Devleti ile Afganistan’dan alınacak destek ve yardımla buradan İngilizler’e karşı mucadeleye başlanacaktı. Ancak İngilizler buna engel olmuşlar ve Mahmûdu’l-Hasan Mekke şerifi tarafından tutuklandıktan sonra Malta’ya sürülmüştür.
 
M Çevrimdışı

mübahis

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Allah razı olsun hocam. Peki Diobendiye tarikatında ki Kadiri ve Nakşilerin burada bildiklerimizden farkı nedir?
 
Üst Ana Sayfa Alt