İslam fıkhındaki imametu’l-uzma konusunu geleneksel bir sunumdan uzak durarak konuları birçoklarının sorularına cevap verir mahiyette düzenleyecek ve bununla ilimsiz bir şekilde cehaletle buna atlayanların sapıklığı açıklanacaktır. Allah’tan muvaffakiyet dilerek şunları söylüyorum:
1- İsimler, ifade değerlerini, taşımış oldukları anlamlara göre alırlar. İsimler bu ifade ve gerekliliklere, ancak onların hakikatlerine delalet etmesiyle layık olabilirler. Hilafet kelimesi de, bu kelimenin maksatları aracılığıyla bilinen ıstılahi bir yapıya sahiptir. Maksatlarından ne kadar uzaklaşırsa, o oranda kelimenin hakikatini yitirdiğine delalet eder. Bu, en basit akılların bile inkâr edemeyeceği fıtri bir meseledir. Eğer kişi bundan başkası ile muhatap olur ve onu kabul ederse, selim olan aklın yolundan çıkmış olur.
İmametu’l-uzma ve hilafet, anlamları idrak edilebilen kevni yapılardır. Bu, namaz, zikir, hac ve oruç gibi bizzat kendisinden ötürü yerine getirilen ‘sırf ibadet’ türlerinden değildir. Hilafet, fakihlerin genelinin söyledikleri şu anlam üzeredir: “İmamet işleri halkın maslahatıyla ilintilidir.” Bu şu anlama gelir, imametin bir takım anlamları bulunmaktadır, bunlar imametin maksatlarıdır, imamet bu maksatlardan hali olduğunda imamet adı da gidecektir. Yine fakihlerin kaidelerinden bir diğeri de şudur: “Zatından ötürü şer’an yasaklanan, geçerli de olmaz.” Bu, ‘geçerli olmayanın, şer’i varlığının da yokluğu’ anlamındadır. Bunu kavrayan bir kimse, bey’at edilen imamda imametin maksatlarının bulunmamasının, şer’i olarak imametin anlamının da gitmesi anlamına geldiğini bilecektir.
Bu, cahillikle ‘hilafetin gerçekleşmesi için temkin/otorite şartının batıl bir şart olduğunu’ iddia edenlere kısa bir cevaptır. Konuşma, fıkıh ve usulünü bilenlerledir, ne fıkıh nede fıkıh usulünden anlamayan cahillerle değildir.
2- Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) şu buyruğu da bunu ifade etmektedir: “İmam ancak kalkandır, onun ardında savaşılır ve onunla korunulur.” Bu kalkan, -yani himaye ve koruma- araçları olmadan gerçekleşmeyecektir. Bunun araçları ise, şevket/güç ve otorite olarak adlandırılan şeylerdir. Hadis, imamlığın anlamının gerçekleşmesi için iki şeyin oluşmasının gerektiğini belirtmektedir. Bunlar: “ardında savaşılır.” İkincisi: “Onunla korunulur.”Bu, varlık ve fıkhın oluşması kaidesine göredir: “Zarar, kazançla birliktedir.” “Ardında savaşılır”buyruğundan ötürü imama itaat edilmeli ve onun kurallarına karşı çıkılmamalıdır. Bundan sonra insanlarında onun üzerinde hakları vardır; onunla korunulur. Malum olduğu üzere, ancak kendisinde bu anlamın bulunduğu bir kimseyle korunulabilir.
3- Şeyhu’l-İslam İbnTeymiyye’nin, Minhacu’s-Sunne adlı kitabının mukaddimesinde genişçe açıkladığı üzere, şer’i fıkıhta bilinen konulardan birisi de, imametin ümmet ile imam arasında bir akit olduğudur. Şeriatta ve hakikatte akdin anlamı: akitte bulunan iki kişi – üzerine akit yapılan şey – ve akit siygalarıdır. Talebelerinde bildiği üzere âlimlerimizin kitaplarında akdin rükünleri bunlardır. Bir akit rükünlerinden veya maksatlarından yoksun olduğunda geçersiz olur ve bu geçersizliğin ötesine de geçmez.
4- İbnTeymiyye’nin sözleri, genel olarak imametin ilahi bir yapı olmadığı aksine bunun beşeri bir yapı olduğunu ifade etmektedir. Hatta şunları söylemiştir (söyledikleri mana ile şöyledir): Eğer Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) imameti belirli bir kimseye vasiyet edecek olsa, sonra ümmet ona muhalefet edip başka birisine bey’at etse, -muhalefet etmelerindeki masiyetle birlikte- imam, bey’at ettikleri kimse olur vasiyet edilen kimse değil. Çünkü imametin maksatları onunla gerçekleşir başkasıyla gerçekleşmez. Burada fakihlerin ‘imamet beşeri bir yapıdır’ sözleri herkes için açığa çıkacaktır. Yani bununda diğer akitler gibi rıza ile gerçekleşen bir akit olduğu, şartları ve maksatları bulunduğu aksi halde bunun adının boş olacağıdır. Kim’ ilişkiye girmeme’ şartıyla bir kadınla evlilik akdi yaparsa, evliliğin anlamı yok olur ve akitte hiçbir değeri bulunmayan boş bir şeye dönüşür. Bu, âlimlerin şartın anlamıyla ilgili söyledikleridir: “Şart, mahiyetin haricinde olup bununla birlikte ancak onunla sahih olandır.” Yine şu sözlerinin: “Şer’an yasaklanan/nehyolunan hissen yok gibidir.”
5- Üzerine akit yapılan şey; hükümlerin uygulanması, toprakların korunması ve cihad ile Allah’a davettir. Bunlar akdin maksatlarıdır, bunlar da ancak ‘şartlar’ olarak adlandırılan araçlarıyla gerçekleşebilirler. Ancak cahiller bunu da reddetmişlerdir.
6- “İmam ancak kalkandır” hadisi, “Hac Arafat’tır” hadisi gibidir. Hadiste geçen (innema) kelimesi sınırlama ve kısıtlama edatıdır. Kendisine bey’at edilen, araçlarından yoksun olduğundan ya da ihmalkârlığından ötürü kalkan olmayı yani himayeyi gerçekleştirmekten aciz olduğunda, imamet vasfı ondan kalkacaktır. Burada imamet özel anlamındadır ki buda muasır anlamdaki siyasi başkanlıktır.
7- İmametin rıza bey’ati olmasına gelince, bunu Faruk Ömer b. Hattab’ın(radiyallahuanh) şu sözleri ifade etmektedir: “Kim Müslümanların istişaresi olmadan bir adama bey’at ederse, ne bey’at edilene nede bey’at edene bey’at edilmez. Bu, birbirlerini öldürmelerinden korkulduğundandır.” Başka bir rivayette ise: “Tabi olunmaz.” geçmektedir. İmametu’l-uzma’nın şartı, rızanın oluşmasıdır. Bu Onun “Müslümanların istişaresi olmadan” sözünde belirtilmektedir.
Abdurrahman b. Avf’ınZinnureyn’e(radiyallahuanhuma)bey’atındaki tutumlarını kavrayan bir kimse, sahabelerin imama bey’atta ümmetin rızasını şart olarak gördüklerini bilecektir. Konuyla ilgili şunlar aktarılmaktadır: “İstişare ehli bir araya gelince Abdurrahman b. Avf kelimeyi şehadet getirdi ve sonra şöyle dedi: “Bundan sonra, ey Ali, ben insanların durumuna baktım ve onların Osman’a bir kimseyi değişmediklerini gördüm. Bu konuda kendine bir yol arama.” Halifenin tayininde insanların görüşlerini hâkim olarak kabul etmiştir. Hadis Sahih Buhari’de geçmektedir.
Faruk (radiyallahuanh), bazılarının Sıddık’a bey’at ile ilgili söylediklerine itiraz edeceğini ve uygulamanın bu anlamda olmadığını fark etmiş ve şöyle demiştir: “Bu, Allah’ın şerrini koruduğu hatalı bir çıkıştır.” Bunun şerrinin uzaklaştırılmasının nedeni, Sıddık’ın sahabelerin katındaki değerli konumudur.
Bu durum, peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) şu buyruğunun da gerçekleşmesidir:“Allah, resulü ve müminler bunu kabul etmezler.” Burada ilahi rıza ve kaderin gerçekleşmesi muvafakat etmiştir.
8- Bu akdin türü, vekâlet akdidir. Ümmet, imamet ve önderlik işlerinden ötürü imam olacak olan bir kimseyi vekil tayin etmektedir. Bunun nedeni, Kuran’ın tüm hükümleri uygulamayı onun üzerine bir vacip olarak yüklemesidir. Allahu teâlâ’nın şu buyruğunda olduğu gibi: “İncil ehlide, Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler.” Ancak herkesin bunu yerine getirmesi imkânsız olduğundan, bu amacın gerçekleştirilmesi için aralarından birisini vekil tayin ederler. Böylece bu akitle maksatlarını gerçekleştirmesi için imamın gerekli olan gücü de gerçekleşmiş olmaktadır. Müslüman ümmet, onun gücü ve kuvvetidir.
9- Varlık kanunu, arif kimselerin bulunması üzerinedir. Bunlar ise, işlerinde ve özel durumlarında ümmetin vekilleridir. Bunlar, ümmet arasındaki ilim, hikmet ve kuvvet sahipleridir. İşte bunlar istişare ehli ya da ehlul-hal ve’l-akd idiler. Yani ümmetinin genelinin maksatlarının gerçekleşmesi onların elindeydi. Buradan, başında ve sonunda işin ümmetin elinde olduğu başkasının elinde bulunmadığı bilinmektedir. Eğer bunlar diğerlerinden vekâleti düşürecek olsalar; örneğin imamdan ve ehlul-hal vel-akd’den, bunların isimlerinde hiçbir anlam gerçekleşmez. Ne imam o ismi hak eder nede ehlul-hal vel-akd. Allahu teâlâ’nın dinindeki imametin durumu budur.
10- Fıkıhçıların kitaplarında zikrolunan, örneğin zorla başa gelme gibi durumlarla ilgili hükümler asıl olarak kabul edilemez ve bir eylemin destek kaynağı olamaz. Lakin kendisiyle imametin maksatlarının gerçekleştiği bir galebe olursa, imametin fitnelerinden sakınmak için bu caiz olur. Bu, varlıktaki en büyük fitnedir. Öyle ki, bunun yüzünden varlık âleminin tüm taifelerinde, kavimlerinde ve devletlerinde büyük kanlar akıtılmıştır.
11- Eğer bu böyleyse, artık sen bundan sonra söylenilen ya da yapılan şeyler arasında hak ile batılı ayırt edebilir, bu konuda isimlerin anlamlarını ve hakikatlerini bildiğinde insanların kuruntu ve cehaletlerini de bilebilirsin.
Allahu teâlâ şöyle buyurur: “Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiç bir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir.”[1] Yine Allahu teâlâ şöyle buyurur: “Mümin erkek ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler.”
Gördüğün üzere ayet müminler arasında iki tür velayetin bulunduğunu ispat etmektedir. Birincisi: Genel iman velayetidir. Bu, Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır: “Mümin erkek ve mümin kadınların birbirlerinin velisidirler.” İkinci velayet ise, siyasi velayettir. Buna bugün cinsiyet denilmektedir. İslam devleti için cinsiyet iki şeyle gerçekleşir: İslam ve hicret. Buda içerisinde bey’atı gerektirmektedir. Birinci ayet, bu velayetin gerekliliklerini düzenlemiştir. Ayet, aşağıdaki şu anlamları belirlemiştir:
a) Hicret etmeyenler hakkında imanın sabit olması. Bu, Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır: “İman edip hicret etmeyenler…”
b) Dindeki hasımlarına karşı desteklenmelerinin vacipliğinin ispatı. Bu, siyasi velayetleri olmasa da böyledir. Ancak bunda, bu cihadın ayette muhatap olan imamın, müşriklerle olan bir sözleşmesini bozmaması şartı bulunmaktadır.
c) -Fıkıhta bilinen şartlar üzerine- müşriklerle ateşkes anlaşması yapılmasının caiz oluşunun ispatı. Bu, Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır: “Ancak sizinle onlar arasında anlaşma bulunan topluluğun aleyhine değil.”
d) Müminlerin taifeleri arasında siyasi ayrılığın vuku bulmasının mümkün oluşu. Bu, birinci ayette açıktır. Ayet, muhacir olan grup için davet savaşının caiz oluşuna onay vermiştir. Bu, Allahu teâlâ'nın şu buyruğundadır: “Ama din konusunda sizden yardım isterlerse…” Bu imametin işlerindendir, ancak şârî bunu imamın yönetiminden çıkan taife için de caiz kılmıştır.
Sahih rivayetlerde geçen,Hudeybiye antlaşmasından sonra gerçekleşen Ebu Basir kıssası da buna şahitlik etmektedir. Orada şöyle geçmektedir: “Sonra Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye döndüğünde Kureyş’ten Müslüman olan Ebu Basir ona geldi. Bunun üzerine Kureyşliler onun talebi için iki adam gönderdiler. İki adam şöyle dedi: “Bize verdiğin söz!” Resulullah(sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Basir’i onlara verdi. İki adam onunla birlikte yola çıkıp Zilhuleyfe denilen yere vardılar. Orada konaklayıp hurmalarından yemeye başladılar. Ebu Basir iki adamdan birisine şöyle dedi: “Ey falanca, Allah’a yemin olsun ki, senin kılıcının çok güzel olduğunu görmekteyim. Bunun üzerine diğer adamda kılıcını çekti ve şöyle dedi: “Evet, vallahi o güzeldir. Ben onu defalarca tecrübe ettim.” Ebu Basir şöyle dedi: “Bana onu göster de bir bakayım.” Onu eline geçirince, adama bir darbe indirdi ve adam orada soğuyup kaldı. Diğeri ise Medine’ye kadar kaçtı ve mescide girdi. Onu görünce Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Bu adam korkutucu bir şey görmüştür.” Resulullah’ın yanına gelince adam şöyle dedi: “Vallahi arkadaşım öldürüldü ve bende bir ölüyüm.” O sırada Ebu Basir çıka geldi ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın nebisi, vallahi Allah senin zimmetini yerine getirdi, sen beni onlara teslim ettin ve sonra Allah beni onlardan kurtardı.” Nebi(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Vay annesine, eğer onunla birlikte birisi olsa savaş tutuşturacak birisi!” Bunları işiten Ebu Basir onu müşriklere vereceğini anladı. Bunun üzerine yola koyuldu ve Seyful-Bahr denen yere geldi. İlerleyen zamanlarda Ebu Cendel b. Suheyl’de onlardan kaçtı ve Ebu Basir’e katıldı. Ve etraflarında bir grup toparlandı. Allah’a yemin olsun ki, ne zaman Kureyş’in Şam’a giden bir kervanını duyacak olsalar, yollarını kesip onları öldürür ve mallarını alır oldular.”
Hadisin ifade ettikleri:
1- Burada birinci ayette zikrolunan Müslümanların siyasi olarak ayrılmalarının dışında başka nedenler de bulunduğu belirtilmektedir. Bu, Müslümanlardan olan bir grubun başkalarına bağlı olmayan bir akitte olmalarıdır. Burada Ebu Basir ve beraberindekiler, Medine ehlinin dışında imamet ve cihad işlerini kendileri yürüten başka bir grup olmuşlardır.
2- İbnTeymiyye bazı fetvalarında bu hadisle bu manaya delil getirmiştir. Şöyle ki, bazı Müslüman krallar kâfirlerle sözleşmelere girmişler ve bu anlaşmaları diğer tüm Müslüman kralları için bağlayıcı saymamıştır. Buda, çağdaş bazı kimselerin iddia ettikleri, Ebu Basir kıssasının özel bir olay olduğu görüşünün uzak oluşuna delalet etmektedir.
3- Birinci grup için, başkaları ile din konusunda savaşmayı men eden akde bağlı kalmaları caizken, ikinci grup için bu mana hiç su götürmezdir.
4- Tüm bu ayrılmalar, bilindiği üzere asla muhaliftir. Lakin varlığın zaruretleri gördüğümüz üzere bu ve benzeri şekilleri gerekli kılmaktadır. Aksi halde asıl olan Allahu teâlâ’nın şu buyruğudur: “Allah’ın ipine hep beraber sarılın ve ayrılmayın.”
5- Tüm bunlar, her zaman tüm Müslümanların tek bir bey’ata zorlanmasının doğru olmadığını ispat etmektedir. Eğer bunu söyleyen, bey’atın terk edilmesi sebebiyle bu terk edenlerin öldürülmelerini caiz görürse, dalalete düşer. Eğer bu fiilden ötürü onları tekfir ederse ya da emirine bey’ata dinin asıllarından birisini bina ederse, gerçekten cehennemin köpeklerinden olmuş olur. Birinci ayetten, hicret ve bey’atı terk edenin imanının sabit olduğu açığa çıkmıştı.
Abdulkays hadisinde ise şunlar geçmektedir: “Abdulkays heyeti Nebi’ye (sallallahu aleyhi ve sellem) gelince onlara “Kavim kimdir?” ya da “heyet kimdir?” diye sordu. Onlar: “Rebiâ” dediler. Resulullah: “Hoş geldiniz ey kavim, utanç ve pişmanlık olmadan geldiniz.” dedi. Heyet: “Ey Allah’ın resulü, bizler sana ancak haram aylarda gelebiliyoruz. Bizimle senin aranda Mudar kâfirlerinden olan şu kabile bulunmaktadır. Bize net ve kısa şeyler söyle, onları ardımızdakilere bildirelim ve bunlarla cennete girelim…” Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlerinin sonunda: “Ve ganimetten de beşte birini vereceksiniz” buyurdu.
Hadisten çıkan bazı hususlar:
1- Nebi onlara hicreti emretmemiş bilakis onların kendi ülkelerinde kalmalarını onaylamıştır. Buda emrolunan hicretin, Allahu teâlâ’nın haklarında “bizler mustazaflardık”buyurduğu fertler için olmadığına delalet etmektedir. Eğer kişi dinini izhar etmeye güç yetirirse geri döner. İş, imamın ve cemaatinin takdirindedir.
2- Onlara, onun velayeti altında kendi değerlendirmeleriyle cihad amellerini sürdürmelerine izin vermiştir. Bu şu sözlerindedir: “Ve ganimetten beşte bir vereceksiniz.” Oysaki beldeleri bir değildi.
3- Abdulkays heyetinin hali ve Ebu Basir’in durumu, aslında imamet işlerinden olan cihad işlerinin her halükarda; eğer velayeti altındaysa imamın izniyle, eğer böyle değilse izni olmadan tek tek ya da cemaatler halinde yapılmasının caizliğini ifade etmektedir.
İmamet işleri güç yetirmeyle ilintilidir. Güç yetirebilme ise bazen noksan olurken bazen de tam olur. Buna delalet eden bir takım durumlar bulunmaktadır:
a- İkinci akabe bey’atının içeriği, Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) korunması ve himaye edilmesiydi. Bunun anlamı, eğer Medine’de ona karşı savaşılacak olsa, onun savunulmasıydı. Musned’deUbade b. Samit’ten rivayet olunduğuna göre şöyle der: “Bizler, canlılıkta ve tembellikle işitip itaat etme, zorluk ve kolaylıkta infak etme, iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve Allah yolunda konuşup kınayıcının kınamasına aldırış etmeme ve Yesrib’e bizim yanımıza geldiğinde, kendimizi, eşlerimizi ve çocuklarımızı koruduğumuz gibi onu desteklemek üzere Resulullah’abey’at ettik ve bunların karşılığında bizim için cennet vardı. Bu, Resulullah’la yaptığımız bey’atın içeriğidir.” İbn Kesir şöyle der: “İsnadı iyi ve kuvvetlidir.”
b- Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine ehline imameti sürecinde, Bedir’de kafile için yola çıkmalarından sonra karşılarında Kureyş’le savaş olduğu ortaya çıkınca, ensarın görüşüne bakmıştır. Hadisin aslı Buhari’de geçmektedir, Muslim’de ise daha detaylıdır. İmam Ahmed’de ise şöyle geçmektedir: “Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir’e çıkışını istişare etti, Ebu Bekir ona görüşünü bildirdi. Sonra tekrar onlarla istişare etti, Ömer’de görüşünü bildirdi. Ensardan birisi şöyle dedi: “Resulullah sizi kast etmektedir. Nefsim elinde olana yemin olsun ki, eğer denize dalmamızı istersen denize dalarız…”
c- Zunnurey’nin(radiyallahuanh) öldürülmesinden sonra Ali (radiyallahuanh) ile olanlar. Zira o, ‘fitne ve güç yetirememeyi kısas uygulayamayacağına’ özür olarak getirmiştir. Konuyla ilgili naslar ilim talebelerine malumdur, dileyen kaynaklara müracaat edebilir.
d- Faruk’un (radiyallahuanh) geçen sözlerinde pekiştirmiş olduğu kaide; orada şöyle demektedir: “Kim Müslümanların istişaresi olmadan bir adama bey’at ederse, ne bey’at edilene nede bey’at edene bey’at edilmez.” Bu, imama bey’atın bir kişiyle gerçekleşmeyeceğine, yine bu anlamda iki ya da üç kişiyle oluşmayacağına delalet etmektedir. Bilakis bu sözler, bir topluluğun diğer bir topluluğa hilafet bey’atını dayatmasıyla bağlayıcı hale gelmeyeceğine delalet etmektedir. Bu konu, bazılarının cahil kaldıkları konulardandır. Şöyle ki, sadece bazılarının hilafet bey’atı vermeleriyle bu anlamı hak edeceğini ve Müslümanların da onu kabul etmeleri gerektiğini zannetmişlerdir. Faruk (radiyallahuanh), ancak Müslümanlar tarafından istişare ile olunduğunda tabi olunması gerektiğini belirtmektedir. Müslümanlardan maksadın, arif kimseler, şura ehli ya da ehli hal vel-akd olarak adlandırılan görüş ehli olduğu ise açıklanmıştır. Faruk’un bu emrine göre, muhalif olanlara karşı savaşmak daha büyük bir dalalet olur. Zira (böyle bir halifeye tabi olmama konusunda) Faruk’a itaat edene karşı savaşılamayacağı gibi böyle bir kimse bilakis övülmelidir. Ve onun yapmış olduğu savaş ta Faruk’un fıkhına muhalif olmuş olur.
Burada Faruk’un(radiyallahuanh) bunu büyük sahabelerin huzurunda söylediği ve onların da, bunun Allah’ın dini bundan başkasının ise cehalet ve sapma dini olduğunu bildiklerinden, onlardan hiç kimsenin ona muhalefet etmediğinden bahsetmeye ihtiyaç bile yoktur.
e- İnsanlar, -bizim şu andaki durumumuzda olduğu gibi- yıpratma gücüyle otorite gücünü oluşturma merhalesinde olduklarında, bazıları bir takım topraklarda ve topluluklarda yönetimi ele geçirip diğer bazıları da başka yerlerde bunları ele geçirdiklerinde, onların birisinin imametini ilanı ve halife olduğunu söylemesiyle, tayin edilenin o olması başkasının olmaması şeklinde bir karara varılamaz. Bu sözün hakikati üzerine düşünülmesi, bunun ilim ve akıldan ziyade daha çok çocukça ve safça bir düşünce olduğunu ortaya koyacaktır. Zira bu sözü söyleyen, meselenin öncelik ve hilafetin başkalarından önce ilanıyla olduğunu düşünmektedir. Bu, dulları bile ağlatacak türden bir nedendir!
f- Belki bu kimseler için peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) şu buyruğu öne çıkabilir: “İsrail oğullarını peygamberler yönetirdi. Bir peygamber öldüğünde yerine başka bir peygamber geçerdi. Benden sonra bir peygamber yoktur. İleride halifeler olacak ve çoğalacaklardır.” Sahabeler: “Bize neyi emredersiniz?” dediler. Resulullah: “Birinci olanın bey’atına vefa gösterin ve Allah’ın onlara belirlediği hakları onlara verin. Zira Allah onlara yönettiklerinin hesabını soracaktır.”
Bu hadiste söylediklerine dair bir hüccet bulunmamaktadır:
- Bu nass, yönetici olan halifelerden bahsetmektedir. Buda onların insanlar üzerinde bir otoritelerinin bulunduğu anlamına gelmektedir. Yoksa bunların yorumladıkları şekilde, otoriteleri bulunmayan, -peygamberimizin geçen “imam kalkandır” buyruğunda olduğu gibi- ne kendilerini nede başkalarını savunabilecek güçte olmayan kişiler değildir.
- Bey’at, bey’at verenler için bağlayıcıdır başkaları için değil. Bu, “birinci olanın bey’atına vefa gösterin” buyruğundan anlaşılmaktadır, bu durumda başkası nasıl mecbur edilebilir?
- Sonra bu hadis emirlik için çekişen herkes için elverişlidir. Bunu, hilafet bey’atı lafızlarından birinde önce davranmaya yoran bir kimse, cahil bir kimsedir. Çünkü genel olarak doğru olan anlam, emirlikte sabit olan birinci bey’attır, diğerleri değildir. Eğer bu kimseler düşünecek olsalar, kendi bey’atlarının da batıl olduğunu göreceklerdir, çünkü kendileri de sonra gelmiştir. Zira birçok bey’atlar gerçekleşmiş, bunlardan bazıları yok olmuş bazıları ise hala varlıklarını korumaktadır. Ve bunların hepsi de cüzi olan din işlerinde işitme ve itaat üzerinedir ve güç yetirilen şeylerle ilgilidir. Güç yetirilemeyen bir şey üzerine yapılan bey’at, abesle iştigaldir. Ayrıca sadece bunun hilafet bey’atına yorulup diğerlerinin yorulmaması da ayrı bir hatadır.
Bunların durumu şuna benzemektedir; bir tür otorite sahibi olan ya da güç sahibi olan bir cemaat düşünelim, aralarında şer’î amellerden güç yetirebildikleri hususlarda bey’at vardır. Sonra zayıf, garip velayet türlerinden hiçbirisine güç yetiremeyen hatta namazda imamlığa bile güç yetiremeyen biri gelir ve bu kureyşlidir. İmamet işlerinin ne bir kısmına nede tümüne güç yetiremeyen birileri gelip hilafet üzerine ona bey’at ettiklerinde, onlara göre o ilk olmuş olur. Ve insanların hatta kısmen otorite sahibi olan o cemaatin bile ona bey’at etmeleri gerekir. Kuşkusuz bu, hadis hakkındaki cehalettir. Böyle bir hilafet kelimesinin delaleti boştur ve hiçbir değeri yoktur. Fıkıhta bilindiği üzere; akitler, anlamları ve maksatlarıyladır, lafızları ve kalıplarıyla değil. Buradaki hilafet kelimesi daha çok bir şey karşılığında hibe etme kelimesine benzemektedir, kuşkusuz böyle bir hibe satışla yorumlanır.
Son olarak, Irak’taki İslam devleti cemaatinin ilan etmiş oldukları “İslami hilafet devleti” birçok yönden geçersizdir ve füruları asıllara indirgemeye güç yetiremeyenlerin cehaletlerinden bir türdür. Bunun açıklamasıyla ilgili olarak şunları söylemek isterim:
1- Geçtiği üzere, imamet ancak rıza ile olabilir ve ancak şura ehlinden olan emir sahiplerinin ittifakıyla gerçekleşir. Güç ashabının, Suriye-Şam, Yemen, Afganistan, Çeçenistan, Somali, Cezayir, Libya ve Allah düşmanlarına zarar veren yeryüzündeki diğer Allahu teâlâ yolunda mücahidler olduğu bilinmiştir. Hilafet işi bunlardan uzak bir şekilde gerçekleşmiştir. Açıklamalarından (bunu, onların resmi sözcüleri açıklamıştır) sadece tek bir cemaatin onlara bey’at ettiği bilinmektedir. Faruk’un (radiyallahuanh) emri ve geçen fıkıhla, ne bey’at edene nede bey’at edilene tabi olunmanın caiz olmadığı bilinmektedir. Bilakis onlar “birbirlerini öldürmelerinden korkulması” fıkhı altındadırlar.
Irak devleti cemaatinin Müslümanların geneli üzerine bir velayeti yoktur ki meseleyi onlardan uzak bir şekilde sonlandırabilsin. Onlar, haklarında iyi zan besleyeceğimiz bir konumda da değillerdir. Zira onlarda, daha önce bahsettiğimiz aşırılık, sapma, fesat ve kan şehveti gibi şerler bulunmaktadır. Ben derim ki: Bu konuda sadece Müslümanlardan bir cemaat vardır, kendilerine “hilafet” ve “imametul-uzma” denilen Müslümanların cemaati yoktur. İtaat üzerine olan bu bey’at, sadece kendi ashabını bağlar. Hakikatleri üzerine olmayan isimler hiçbir şeyi değiştirmeyeceklerdir.
2- Müslümanların birliğini bozanları öldürmeyle tehdit etmeleri. Bu, ancak işin hakiki anlamda gerçekleşmesinden sonra söylenilebilir. Peygamberimiz şöyle buyurur: “İşleriniz tek bir adama bağlıyken, kim sizin birliğinizi bozmak ve cemaatinizi bölmek için gelirse, onu öldürün.”Bu, “işiniz tek bir adama bağlıyken” buyruğunda çok açıktır. Bunlar ise bunu başka bir yöne indirgemişlerdir. Bu gün insanlar cemaatler halindedir, onların sadece kendi rızaları üzerine ya da mutlak galebe üzerine bir araya toplanmaları caizdir. ‘Mutlak galebe’ sözümüz, ‘bunun gerçekleşmesi için galip gelmenin ya da muhaliflere karşı savaşmanın caiz olduğu’ anlamında değildir. Bu, bazı fıkıhçılar tarafından ayaklanma silsilesinin engellenmesi için söylenen bir sözdür. Vuku bulmasından sonra bir şeyin onaylanması, başlangıçta onun şeriata göre olduğu anlamına gelmez. Şer’î kaide şöyledir: “Başlangıçta affedilmeyenler iş esnasında affedilirler.”
3- Kendi cemaatleri haricinde tüm ülkelerdeki Müslümanların cemaatlerini ilga etmeleri. Bu iftiranın da, hilafeti ilanın dışında herhangi bir nedeni bulunmamaktadır. Bu nedenin bozuk oluşu ve ilan ve isimlerle bağlılığın gerçekleşmeyeceği daha önce geçmişti.
4- Onların vakıaları, muhaliflerine karşı savaşmak için tutuştuklarını göstermektedir. İster galebe için isterse de başka bir şey için hangi anlamda olursa olsun bu savaş büyük bir günah ve bir cürümdür. Eğer muhalifi tekfir olursa, hiç şüphesiz bu haricilerin dinidir.
5- Onların hallerinden, öncülerinin aşırılık ve bidat ehli olduğu ortaya çıkmıştır. Bu konuda bitirilmiş ve açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Onlarda büyük bir cehalet bulunmaktadır, öyle ki, iddia etmiş oldukları bu büyük işi (hilafetul-uzma’yı) yürütmeye güç yetirebilecek ne âlimleri nede fıkıhçıları vardır. Her ne kadar son zamanlarda Irak’ta bazı yerlerde otorite sağlamış olsalar da Allahu teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Benim sözüm zalimlere nail olmaz.” Bu yüce ayet altında İslam fakihleri, zalimin velayete getirilmeyeceğini çıkarmışlardır. Her ne kadar necis zındıklara zararlar vermiş olsalar da, bu ayrı bir şey, Müslümanların siyaseti ve yönetimi meselesi ayrı bir şeydir.
Bunların kalplerinde mücahid kardeşlerine karşı merhametleri yokken, insanların fakirlerine, miskinlerine, zayıflarına ve avamına karşı durumları nasıl olacaktır. -Örneğin Mağrip’teki maliki âlimlerin verdikleri fetvalarda olduğu gibi-, âlimlerimiz harici bir emir altında cihad edilmesini caiz görmüşlerdir. Ancak onların, derdi insanları öldürmek olan, onları yönetip gözetmek olmayan harici bir yöneticiyi onayladıkları bilinmemektedir.
6- Bunlar, bu cemaat tarafından zındıklara karşı yürütülen savaşın hafife alınması olarak görülmemelidir, bu güzel bir durumdur. Eğer zındıklara karşı cihad sahasında tek başlarına olmuş olsalardı, kişi ancak onların sancakları altında savaşırdı. Lakin doğu ve batıda Müslümanlar üzerine büyük imamlık konumuna geçmeleri, şer’i ve ilmi olarak fesadının yanında kuşkusuz neticesi de fasit olan bir durumdur.
7- Irak’ta kısmen otorite sağlamaları, bu konuda onlara öncülük etme ayrıcalığı tanımaz. Daha önce hayır mollası Muhammed Ömer’de otorite sağlamıştır. Somali, Yemen ve Mali’deki mücahidlerde otorite sağlamışlardır. Onlar, akılları ve ilimleriyle, bu cehalet, gurur ve yeryüzündeki tüm Müslümanları bağlayıcı büyük hilafet iddiasında bulunmaktan çok uzaktılar. Çünkü şer’i lafızlar, ya kevni hakikatlere ya da şer’i hakikatlere kullanılırlar. Boş bir şeye kullanılmaları ise, rafizilerin ve haricilerin dinidir.
8- Bu cemaatin resmi sözcüsü, Irak’taki fetih ve rabbani hibe gerçekleşmeden önce hikmetli Zevahiri ile husumetinde hilafet ilanına çağrıda bulunmuştur. Buda hilafet konusundaki cehalet mikrobunun bundan öncede bulunduğuna delalet etmektedir. Bu durumda otorite veya başka şeylerle delil getirmeleri de onlar için hüccet olmayacaktır.
9- Son olarak, bu cemaat hilafetten önce bir bid’at cemaatidir. Bu, onlar hakkında bildiğimiz, Müslümanları özellikle de onlardan cihad ehli olanları öldürme tutkunu olmalarından ötürüdür ve hala da bu durumlarını sürdürmektedirler. Hatta özelliklede Irak’taki bazı yerleri ele geçirmelerinden sonra bu ateşin daha da arttığını ve geliştiğini görmekteyiz. Oysaki olanlar, rabbani bir hediyedir. Hatta onlardan bazıları, bazı bölgelerin savaşsız düştüğünü itiraf etmiştir. Bu, şükür, kapanma ve tevazuu gerektiren bir nimettir, gurur ve muhalifleri öldürme tutkusunun daha da artırılmasını değil. Burası, merhamet diler bir şekilde söylenilecek bir konum da değildir. Kişi yaşamında birçok dönüşümler görmüştür. Onlardan daha büyüklerinin bir anda düştüklerini görmüştür. Bu, onlar için temenni etmediğimiz bir durumdur. Çünkü bu gün Irak’ta onların alternatifi zındıklardır. Ancak zafer müminlerde korku ve tevazu doğurmalıdır. Tıpkı imamımız Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) fetihle Mekke’ye girerken ki durumunda olduğu gibi, yine Kisra’nın hazineleri ayaklarının altına geldiğinde Faruk’un (radiyallahuanh) hali gibi olmalıdır. Bizler, Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hızlanmakla nitelediği bir zamandayız. Bunun anlamlarından birisi de: Kısa zamanda büyük olayların vuku bulmasıdır. Allah en doğrusunu bilir.
Bunların bid’at cemaati olmaları hasebiyle onların sancakları altında ancak zorunluluk halinde savaşılabilir. Müslümanların cemaati olduklarını ve (iddia etmeleri ve adamlarının bu anlam üzerine ona bey’at etmeleri dışında hiçbir gerekçe bulunmadan) diğerlerini geçersiz sayıp imamlarının Müslümanların tek imamı olduğunu iddia etmeleriyle, bid’atleri daha da artmıştır. Allahu teâlâ’nın dinini bilen bir Müslümanın bu konuda onlara tabi olması caiz değildir. Bu cemaatten olan akil kimseler, eğer kendileri ve kardeşleri için hayır istiyorlarsa aralarındaki aşırılığın artmasına mani olmalıdırlar. Zaferin bedeli, acıları ve külfetleri vardır. Eğer bunu güzel yaparlarsa yapsınlar aksi halde Allahu teâlâ’nın sünnetleri onlar hakkında da başkaları hakkında geçerlidir. Onlardan daha çok galibiyet sağlayanlar geldiler ve gittiler. “Emrinde galip olan Allah’tır. Lakin insanların çoğunluğu bilmezler.”
Bu acelecilikte yazabildiklerim bunların ve inşallah bir ilim talebesi için yeterlidir. Bunları düşünen bir kimse, doğruluğunu görecektir. Allah en doğrusunu bilir. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır.
ıncanews