E
Çevrimdışı
Küresel Cihad ideologlarından Ebu Muhammed El Makdisi, Türkiye ve güncel konular hakkında kendisine sorulan soruları cevapladı. 13 sayfalık risale, Küresel Cihad'ın temel kaynaklarından biri olan ""www.tawhed.ws" sitesinde yayınlandı.
Ebu Muhammed El Makdisi; Ürdün'de 5 yıldır kaldığı hapisten 2014'ün Haziran ayında çıktı, 4 ay sonra(Ekim 2014) yeniden tutuklandı ve halen gözaltında tutulmaktadır.
Makdisi'nin tekfircilik ile ilgili bir diğer yazısı olan "Küresel Cihatçılardan Tekfir Manifestosu" başlıklı yazısını bu linkten bulabilirsiniz: Küresel Cihatçılardan Tekfir Manifestosu
Ebu Muhammed El Makdisi'nin hayatı hakkında daha fazla bilgi için bu linki tıklayın: Küresel Cihad ideologlarından Ebu Muhammed El Makdisi
Makdisi; Türkiye'ye farklı tarihlerde defalarca gelmiş, İstanbul'da, Türkiye'nin doğusunda ve batısında bazı illerde bir süre kalmıştır. Türkiye halkını ve gündemini yakından bilen bir isimdir.
13 Sayfalık risalenin 1. bölümünü incanews.com okurları için yayınlıyoruz. 2. bölüm de çok yakında yayınlanacaktır. Risalede bulunan dipnotlar çevirmenler tarafından eklenmiştir.
Ebu Muhammed El Makdisi: "Türkiye halkı, tekfir, IŞİD, akide ve güncel konular" -1. Bölüm-
Türkiye Meselelerine Açık Cevaplar
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allâh’a hamd, Rasûlü’ne salât ve selâm olsun
Türk kardeşlerimizden biri beni ziyaret etti ve Türkiye’deki gençlerin durumundan bahsedip özetle şu risâleyi iletti:
“Hamd âlemlerin Rabbi Allâh’a, salât ve selâm da değerli Nebî’sine olsun
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun
Allah bereketinizi artırsın değerli şeyhlerimiz. Bizler sizleri seviyor ve ilminizden çokça istifade ediyoruz. Bundan ötürü Allah’a hamd ediyoruz. Allahu Teâlâ’dan bizleri ve sizi peygamberlerin sonuncusu ile beraber yüce Firdevs cennetinde bir araya getirmesini istiyoruz...
Öncelikle size Türkiye’deki vakıamızı açıklamak istiyoruz. Kardeşler arasında tekfir mevzularında farklı görüşler var. Ancak bu farklılıklar kaideler ve asıllarda değil. Bilakis hükümleri vakıaya ve insanlara indirme meselesindedir. Kardeşler üç kısma ayrılıyorlar:
Birinci kısım; seçimlerde oy kullanan herkesi, Tayyip Erdoğan’ı ve meclise giren herkesi tekfir etmeyenleri tekfir edenler. Bunlar seçimlerde oy kullanan herkesi tekfir etmeyen şeyhlerin vakıayı bilmediklerini, Türk halkının haktan yüz çevirdiğini ve ihmalkâr olduğunu iddia etmekte, bu halkta asıl olanın küfür olduğunu söylemektedirler. Bu halkın cehalet ve te’vîl ile mazur olamayacağını ve demokratik seçimlerin açık meselelerden olduğuna inanmaktalar.
İkinci kısım; Bunlar da birinci kısımdakiler gibi düşünmekte fakat Türk halkında asıl olanın küfür olduğuna inanmak ile birlikte muayyen şahsın hükmünde tevakkuf etmekteler. Akidesini bilmedikleri kimselere namaz kılarken görseler dahi müslüman hükmü vermemekteler.
Üçüncü kısım; bunlar Minberü’t-Tevhid ve-l Cihad şeyhlerinin kitap ve fetvalarını takip etmekteler. Mesela Şeyh Ebu Muhammed El Makdisi’nin “Tekfirde Aşırlıktan Sakındırma Hususunda Otuz Risale”sini, Şeyhin Türkiye ile alakalı 1635. ve 1651. Sorulara verdiği cevabını ,”Seçimlere Katılma Hakkında Faydalı Cevap” kitabını, Şeyh Ebu Katade’nin “Müslüman Halkları Kâfir Gören Kimseye Reddiye” risalesini ve minberin diğer kitaplarını okuyup takip etmekteler.
Bu mukaddimeden sonra sizden, gelen şu soruları Türkiye’deki kardeşlere bir nasihat olarak cevaplandırmanızı istiyoruz. Allah sizi hayır ile mükâfatlandırsın...
-Türk halkı ile diğer müslüman halklar arasında bir fark görüyor musunuz?
-Halk nasıl kâfir olur? Türk halkının kâfir olduğu görüşünde misiniz?
-Bir meselenin “Kapalı”(1) olduğu nasıl bilinir?
-Kapalı bir mesele açık hale dönüşür mü? Bu dönüşümün kuralları nelerdir? Ne zaman dönüşür?
-Türkiye’de seçimlere katılmak kapalı meselelerden midir?
-Bizim yanımızda muteber olan âlim biri tarafından hüccet ikamesi yapıldıktan sonra seçimlere katılmakta ısrar eden kimse mazur olur mu? Eğer tekfir edilmez ise arkasında namaz kılmak caiz olur mu?
-Seçimlere katılan kimse mazur sayılıyor ise biz bu kimseye nasıl muamele edeceğiz?
-Tağutları tekfir etmek imanın sıhhat şartlarından mıdır? Yoksa bu konuda tafsilat var mıdır?
-Türkiye’deki kardeşler şu an Başbakan olup kendisini Cumhurbaşkanlığına aday gösteren Recep Tayyip Erdoğan’ın tekfirinde ihtilaf etmektedirler. Bu şahsın hükmü nedir?
-Millet meclisindeki parlamenterlerin hükmü nedir? Her biri muayyen olarak tekfir edilir mi?
-Son olarak kardeşlerin zihninde İslam Devleti (IŞİD) ve İslami Ketibeler arasındaki problem ile alakalı sorular var. Bu konuda bizi aydınlatıp nasihat eder misiniz?
Allah sizi tüm hayırlar ile mükâfatlandırsın. Allah’ım! bizi, şeyhlerimizi ve kardeşlerimizi koru...”
Allah’tan yardım dileyerek diyorum ki;
Allah’a hamd, Resulullah’a salât ve selâm olsun
İmdi...
Günümüzde ümmete bulaşan musibetlerden biri de; dinde aşırı gitmek, Müslüman muhalifleri mazur görmemek ve Müslümanların avamına merhamet etmemektir. Cüretkâr bazı kimselerin de bu musibetlerin üzerine kanları ve malları helal görüp bunlarla uğraşmalarıdır. Bunun neticeleri günümüzde islam beldelerinde açıkça görülmektedir. Örnek vermemize ihtiyaç dahi yoktur. Allah’u Teâlâ’dan Müslümanları bu musibetlerden kurtarmasını ve Müslümanların gençlerini en güzel şekilde hak dine döndürmesini istiyoruz.
Bütün bunların sebebi; cehalet, şer’i ilimleri öğrenmekten uzak kalıp; tehlikeli, büyük meselelerde ilimsizce konuşup, Allah’ın dini hakkında fetvalar vermektir. Bu meselelere dalan kimselere iman ve küfür meselelerinde ne okuduğunu sorsan, onun; yüzeysel, kısıtlı ve sığ bir düzeyde olduğunu görürsün.
Bununla birlikte en azından Şeyh’ul İslam İbn Teymiyye’nin “Sârimul meslul’ünü ve Kitâbul İmân’ı, Kadı İyâd’ın Kitâbu’ş Şifâ’sının ikinci cüz’ünü okumamış kimsenin bu meselelerde konuşması uygun değildir. Bundan ötürü bu kitapları mühim olmaları hasebiyle defalarca okur ve gençlere okuturduk. Otuz risale adlı kitabımıza bu kitapların özünü işledik.
Türk olsun veya başka milletten olsun İslam’a müntesip olan halkların tekfirinde tevakkuf eden kimseyi tekfir etmek veya hükmünde tevakkuf etmek, namazı İslam ehlinin alametlerinden saymamak, kuru hamaset sahibi gençlerden bir grup arasında yayılmış aşırılık kirinin bir neticesi ve muhakkik âlimlerin sözlerinden ve tekfir için tespit ettikleri kurallardan uzaklaşmaları ve cehaletleri sebebiyledir.
Namaz kılan kimsede asıl olan; imanı bozan bir durumu sabit olana kadar Müslüman olmasıdır. İmanı bozan bir durum sabit olmadıkça bu kimseyi tekfir etmek, namaz kılan kimseleri tekfir etmektir. Sorumsuz, aceleci kimseler tarafından öldürülüp, mallarını helal kılacak şerrin kapısıdır. Tıpkı, aşırı giden kimselerin durumunda olduğu gibi. Bir hadis-i şerifte (Nebî a.s.)“Muhakkak ben namaz kılanları öldürmekten nehyolundum” demiştir.
Buhari ve Müslim’de İbn Ömer’den şu lafızla gelen bir rivayet vardır:”Her kim kardeşine kafir derse bu söz ikisinden birine döner.” Müslim’in rivayetinde şu ziyade vardır: “Eğer öyleyse tamam, değil ise kendisine döner.” Yine Müslim’in başka bir rivayetinde:”Bir kimse kardeşini tekfir ederse bu (tekfir) ikisinden birine döner.”
Türk halkı ile diğer Müslüman halklar arasında bir fark yoktur. Gerek Türkiye’de gerekse başka bir ülkede İslam’a müntesip bir halkı umumen -genelleyerek- tekfir etmiyoruz. Ve bunun (umumen tekfir etmenin) aşırılık, cehalet ve dinde sapkınlık olduğu görüşündeyiz. Asıl olan onlardan bir kimsenin apaçık bir küfür işleyip, tekfirin şart ve manilerine bakılıncaya kadar tekfir edilmemesidir.
Kapalı meseleler ise; Müslüman’ların dininden zaruri olarak bilinmeyen, uyarı, açıklama ve izaha muhtaç olan meselelerdir. Hiç şüphe yok ki demokrasi ıstılahı, demokratik seçimlere katılma meselesi ve benzeri sonradan ortaya çıkan isimler, fiiller ve yabancı lafızlar herkes için açık olmayan kapalı meselelerdendir. Bilakis insanların çoğuna göre kapalı, ihtimalli ve farklı manalara gelebilecek meselelerdir. Bazısı bunları vesilelere hamletmekte, bazısı diktatörlüğün, işkencenin, ağızları kapamanın, özgürlükleri kısıtlamanın karşıtı olarak görmekte ve bunun dışında küfür olmayan birtakım manalara hamletmektedir. Bazı âlimler kapalı meseleleri birçok manaya gelme ihtimali olan “müteşâbihât” olarak tarif etmiştir.
Zahir meselelere gelince; bu meseleler, kendisine anlayacağı bir şekilde ulaşan herkesin zaruri olarak bilmesi gereken meselelerdir. Allah c.c şöyle buyurmuştur: (Biz gönderdiğimiz her elçiyi onlara açıklasın diye kavminin dili ile göndermişizdir)(14/4). Kim bu meseleleri inkâr ederse (kendisine hidayet açıkça belli olunduktan sonra) muhakkak ki Resul’e(as) muhalefet etmiş olur.
Bazı Müslümanların zaruri meselelerden saydığı kimi konulardaki ihtilafların ekserisinin sebebi meselelerdeki bakış açısı farklılığından kaynaklanmaktadır. Bilinen bazı meseleler nispi ve izafi olması hasebiyle kişiden kişiye değişiklik arz eder. Buna Abdurrahman bin Yezidi’den rivayet edilen şu eseri örnek verebiliriz; der ki: “Abdullah bin Mes’ud mushaflarından (Kuran nüshalarından) Muavvizeteyni (Felak ve Nass Surelerini) kazırdı ve şöyle derdi: Bu ikisi Allah Teâlâ’nın kitabından değildir.” Hiçbir Müslüman İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın “ma’lûmun biddarûre” olan (dinden zaruri olarak bilinmesi gereken) bir şeyi inkâr ettiğinden dolayı kâfir olduğunu söyleyemez. Onun gibi bir sahabenin bu iki surenin Kuranı Kerim’den olduğu kendisi nezdinde sabit olduktan sonra Kur’an’dan olduklarını inkâr etmesi zannedilemez.
Bunun içindir ki Şeyhimiz İbn-i Teymiyye Mecmu-ul Fetava (23/347) ‘de şöyle der: "Meselenin kat’i veya zannî olması izâfî meselelerdendir. Bazen bir mesele bir kişinin yanında kat’i delil kendisine zahir olduğu için kat’i olabilir. Resulullah aleyhisselam’dan açık bir nass -hadis veya ayet- duyan ve Resulullah’ın (aleyhisselam) bundan muradını iyi anlayan kişi gibi. Başka birine göre ise nassın kendisine ulaşmaması veyahut kendisine göre sabit olmaması ya da o nassın delalet ettiği şeyi bilememesinden dolayı kat’i olmasını bırak zanni bile olmaz."(2)
Mecmu-ul Fetava (19/211)’de de şöyle demiştir: “Meselenin kat’i veya zanni olması, itikat eden kimsenin durumuna göre göreceli bir şeydir. Bu, sözün bizzat kendisinin vasfı değildir. Bazen bir insan zaruri olarak bildiği veyahut kendisince doğru olduğu bilinen bir şeyin nakledilmesi ile bazı şeylerde kesinliğe ulaşabilir. Bazısı ise bu şeyleri ne kat’i olarak ne de zanni olarak bilemeyebilir. Bir insan; zeki, zihni kuvvetli, hızlı idrak sahibi olup hakkı bilir veya başkalarının tasavvur bile edemeyeceği, ne ilmen ne de zannen bilemeyeceği şeylerde bu özellikleriyle kesinliğe ulaşabilir. Dolayısıyla kat’iyyet ve zanniyyet kişiye ulaşan delilin durumuna ve meseleleri delillendirmedeki kuvvetine göre olur. İnsanlar bu meselelerde farklı farklıdırlar. Bundan dolayı bir meselenin kat’i ya da zanni olması kendisi hakkında ihtilaf edilen sözün sıfat’ı lazimesi (kendisinden hiç ayrılmayan bir sıfat) değildir ki; “bu meseleye her ihtilaf eden kat’i olan bir şeye muhalefet etmiştir” denilsin. Aksine o (meselenin kat’i veya zanni olması), itikad eden ve o itikadına delil getiren şahsın durumunun sıfatıdır. Bu ise kendisinde insanların farklılık arz ettiği şeylerdendir.”
Şeyh-ul İslam (Allah ona rahmet etsin) Minhacu’s Sünne isimli kitabında da (5/91) şöyle der: “Meselenin kat’i veya zanni olması, itikat eden kimsenin durumuna göre değişkenlik arz eden bir şeydir. Bu, sözün bizzat kendisinin vasfı değildir. Bazen bir insan zaruri olarak bildiği veyahut kendisince doğru olduğu bilinen bir şeyin nakledilmesi ile bazı şeylerde kesinliğe ulaşabilir. Bazısı ise bu şeyleri ne kat’i olarak ne de zanni olarak bilemeyebilir. Bir insan; zeki, zihni kuvvetli, ilmen ve zannen hızlı idrakli olup hakkı bilir veya başkalarının tasavvur bile edemeyeceği, ne ilmen ne de zannen bilemeyeceği şeylerde bu özellikleriye kesinliğe ulaşabilir. Dolayısı ile kat’iyyet ve zanniyyet kişiye ulaşan delilin durumuna ve meseleleri delillendirmedeki kuvvetine göre olur.”
Bundan dolayıdır ki: İslam’a yeni giren kimse ile Arapçayı iyi anlamayan yabancı (Arap olmayan) kişi, başkalarının mazur görülmediği şeylerde özür sahibi sayılırlar.
Bundan dolayı Şeyh-ul İslam Mecmu-ul Fetava (6/60) da şöyle demiştir: “Doğru söz söylendiği zaman lazım ve sabit olan sıfatı (olması gereken şekli); habere mutabık olmasıdır. Ancak duyanın nezdinde ma’lum olması veya kapalı olması, meçhul olması, kat’i yada zanni olması, kabulünün vacip yada haram olması, bunu inkar edenin kafir olması veya olmaması; bütün bunlar ameli hükümlerden olup kişi ve konumlara göre değişir. Eğer bir imamın, bir sözün sahibi hakkında ağır konuştuğunu görsen veya o sözden dolayı onu tekfir ettiğini görsen bu, bütün bu sözü söyleyenleri kuşatan bir hüküm olmaz. Ancak kendisinde ağır konuşmayı ve tekfiri gerektirecek şartlar oluşursa müstesna.
Dolayısı ile kim şeriatın açık olan şeylerinden birini inkâr ederse, bu kişi İslam’a yeni girmiş veya cehalet beldesinde yetişmiş bir kişi ise Nebevi hüccet (açık delil) kendisine ulaşana kadar kesinlikle tekfir edilemez.
Bunun zıttı da aynı şekildedir; eski bir imamdan sadır olmuş hatalı bir söz görürsen bu, o imama hüccetin ulaşmaması sebebi ile affedilir. Kendisine hüccetin ulaştığı kişi birincinin affedildiği gibi affedilmez.”
Eğer bu bilinir ve bir meselenin bir şahsın yanında açık, başkasının yanında kapalı olabileceği bilinirse; şahısların anlayıp anlamaması ve yüz çevirip çevirmemesi konusundaki durumuna bakmaksızın çoğunluğun haline bakarak muamele yapmak caiz olmaz. Ve buradan da anlaşılmaktadır ki; bu kurallara itibar etmeksizin tekfir hükmünü bir toplumun tümünün üzerine icra etmek (halkın tamamını tekfir etmek), zamanımızdaki aşırı giden kimselerin çoğunun içine düştüğü bir cehalettir.
Sahihi Buhari’deki Enes radıyallahu anh’ın hadisinde kendisinin şöyle dediği rivayet edilmiştir; Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Kim bizim namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yer ise; işte o kişi kendisi için Allah’ın ve Resulü’nün zimmetinin bulunduğu Müslüman’dır. Allah’ın ahdini (verdiği zımmetini) bozmayınız.”
Bu hadis, Ehli Sünnet ve-l Cemaati aşırılardan ve haricilerden ayıran bir kaideyi temsil etmektedir. O kaide de şudur: “İslamın bazı alametlerini açığa çıkaran kişi için zahir, muteber ve başka bir ihtimal taşımayan bir şey getirinceye ve kendisi hakkında tekfirin şartları meydana gelip engelleri de ortadan kalkıncaya kadar -İslamın baki kalma aslı (kişinin Müslümanlığı)- devam eder. Çünkü yakin (kesin bilgi) şekk (şüphe) ile zail olmaz.”
Şeyh-ul İslam İbn-i Teymiyye (Allah ona rahmet etsin) şöyle der: “Hiç kimse Müslümanlardan birini hata edip yanlış yapsa dahi tekfir edemez; ta ki o kişiye hüccet (açık delil) ikame edilip doğru yol ona gösterilene kadar. Kimin İslam’ı (Müslüman olduğu) kesin bir şekilde sabit olursa, bu o kişiden şüphe ile zail olmaz (ortadan kalkmaz), aksine hüccet ikame edilip şüphesi giderilene kadar devam eder.” (3)
Buna binaen; birinci ve ikinci sorularda zikredilen iki taife, hak yoldan sapmış hatalı taifelerdir. Çünkü Türk Halkını umumen tekfir etmekte veya onlardan hiç birine namaz kılsa dahi İslam ile hükmetmeyip (Müslüman görmeyip) tevakkuf etmektedir; ta ki o kişinin içinde sakladığı bilinene kadar. Bütün bunlar ise bizim kendisinden beri olduğumuz sapıklıklardandır. Biz yukarıda ismi geçen “Otuz Risale” isimli eserimizde buna dikkat çekmiş ve reddetmiştik. Asıl olan zahiri almaktır; kim, İslam’ın alametlerinden birini açığa çıkarırsa ona İslam ile hükmedilir. Kalbinin derinliklerinde gizleneni bilene kadar da (Müslüman olduğuna hükmetme konusunda) duraksamayız. İbn-i Hacer Feth-ul Bari (12/272) de şöyle der: “Bütün hepsi (âlimler) icma etmişlerdir ki; dünya hükümleri kesinlikle zahire göredir. Gizli olan şeylerin hükmü Allah’a aittir.”
Dipnotlar:
(1)(çevirmen tarafından eklenmiştir):Akide’ye taalluk eden meseleler “الخفية” “Kapalı Meseleler” ve “الظاهرة” “Zahir Meseleler” olarak ele alınmıştır. Istılahi manada bu taksim genel anlamı ile kabul görmüştür. Cehaletin mazeret olup olmadığı, tevilin geçerliliği, küfür ismini hüccet ikamesinden önce mi sonra mı alacağı hususunda ki meselelere bu taksimat direk olarak tesir etmektedir. Misal olarak Ebu Muhammed el-Makdisi büyük şirkte cehaleti mazeret olarak kabul etmezken, bu kabul etmeyişini zahir meselelerle sınırlandırmıştır. Kapalı meselelerde ise insanları birçok şekilde mazur görmüştür. Cehalet mazeret midir, değil midir tartışması esasen zahir meseleler üzerinde gerçekleşmiştir. Âlimlerin bazıları büyük şirkte cehaleti mazeret olarak görmezken, İbni Teymiye, İbni Kayyım ve İbni Hazm gibi Hanbelî ve Zahiri ekolün büyükleri büyük şirkin zahir meselelerinde de cehaleti mazeret kabul etmiştir. Bu meseledeki nakiller için “İşkaliyyetü’l İ’zar bi’l Cehl fi’l Bahsi’l Agdi” kitabına bakılabilir.
Zahir olmayan meselelerde ise büyük şirkte cehaleti mazeret görmeyen âlimler dahi cehaleti mazeret olarak kabul etmiştir. Bunun ile alakalı Şeyh Ebu Muhammed el-Makdisi’nin Tekfirde Aşırlıktan Sakındırma Hususunda Otuz Risale isimli kitabının 27. Bölümü “Açık Olmayan Meselelerde Cehalet Özrünü Muteber Kabul Etmemek” kısmına bakılabilir.
(2)(çevirmen tarafından eklenmiştir)Burada şunu zikretmekte fayda vardır. Bazı kardeşler oy verme meselesini gökyüzünde güneş gibi açık olarak kabul edebilir. Evet, bu kardeşe nisbetle bu mesele zahirdir. Ama kendisi hakkında hüküm vereceğimiz kimselere nisbetle ise oy verme meselesi kapalı bir meseledir. İnsanların avamı nezdinde bu meselenin hükmüne ulaşma noktasında hakiki bir acizlik söz konusudur diyebiliriz. Çünkü onların indinde muteber kabul edilen kaynaklar bu olayın hakikatini gizlemekte veya kendi içtihadı sonucunda farklı bir görüşe varmaktadır. Şimdi biz nasıl olur da bu şekilde üzerinde karartmanın ve münakaşanın gerçekleştiği bir mevzuyu zahir kabul edip, bu meselede hata yapan İslam’a intisap etmiş kimseleri tekfire yöneliriz. Bu nokta üzerinde dikkatle düşünülmesi gerekir. Allah en iyi bilendir.
(3)(çevirmen tarafından eklenmiştir)Burada şöyle bir itiraz gelebilir. “Bu insanlar ne zaman Müslüman oldular ki. Biz zaten İslam akdi sabit olan hiç kimseye kafir demiyoruz.” Deriz ki, işte verdiğiniz bu cevap, hilafetin düşmesinden sonra İslam topraklarında kafirlerin Müslümanlara yaptığı baskı, zulüm ve dejenerasyon hareketlerini hiç okumadığınızı ve bunları doğru değerlendirmediğinizi açıkça ortaya koymaktadır. Bu sorunun sorana nispetle verilmiş cevabıdır. Türkiye’de camilerdeki yaz kurslarına gidip’te “32 Farzı” öğrenmeyen neredeyse çok az insan vardır. Son zamanlarda sivil toplum kuruluşlarının ve benzer kurumların insanlara öğrettikleri temel bilgiler, bir insanın İslama intisap edilebilmesi için gereken icmali malumatlardır. Ve insanlar bunları Müslüman oldukları için öğrenmektedirler. Diğer tafsili bilgiler ise açık ve kapalı meseleler ve bunlardan doğan hüküm farklılıkları tahtında bireysel olarak incelenecek meselelerdir. Bunun için aslı kafir hükmünü kendisini İslam’a nispet eden ve başından büyük badireler geçmiş zavallı Müslümanlara hamletmek Muhammedi bir ahlak değildir.
incanews.com