TEKFİR HAKKINDA ÖNEMLİ AÇIKLAMALAR
MUKADDİME
MUKADDİME
Hamd âlemlerin Rabb'i olan Allah a mahsustur salât ve selam Rasulullah (s.a.v.)'e ailesine ashabına ve onlara güzellikle tabi olan Müslümanların üzerine olsun.
Gördüğümüz gibi bu asırda bütün İslam ülkeleri arasında ortak bir fitne vardır. Bu fitne İslam ülkelerindeki bütün fesatların ve şirklerin ana sebebidir. Bu fitneyi şu şekilde özetleyebiliriz:
Allah’ın şeriatı hükümden kaldırılıp, beşeri-taguti kanunlar Müslümanlara hükmeder oldu. Bu kanunlar Allah’ın helal kıldığını haram, haram kıldığını da helal kıldı. Her türlü şirk, küfür ve bidat işlenmesine izin verdi. Bundan dolayı ister Türkiye de olsun, isterse diğer İslam ülkelerinde olsun Müslüman halk cahil bırakıldı. İslam’a karşı olan her türlü küfür, bel'amların fetvalarıyla güzel-süsü giydirilip Müslümanlara sunuldu. Müslümanlar cehaletlerinden ve sahada rabbani âlimlerin bulunmamasından dolayı bu fiilleri işlemektedirler. Bu fitnenin gölgesi İslam dünyasının her parçasını kapsamakta, yavaş yavaş insanları dinlerinden uzaklaştırmakta ve küfre sokmak istenmektedir.
Çağımızda insanları dinlerinden uzaklaştıran ve tağutun hâkimiyetini egemen kılmak için önemli fiillerden olan; oy kullanmak, tağutun ordusunda askerlik yapmak, tağuti devletlerin çeşitli görevlerinde bulunmak, çocukları tağutun açmış olduğu ve içinde küfür fiilleri öğretilen okullara göndermek, gibi konulara birkaç yönden değineceğiz.
Özellikle Müslüman gençlerden bir grup, kendi bilgisizliklerinden ve yüzeyselliklerinden dolayı, insanları bu fitnelerden uzaklaştırmak için ve zikrettiğimiz fiillerin her birisine İslam’ın hükmünü belirtmek için, muvahhid-mucahid âlimlerin yazmış oldukları kitapları yanlış anlamışlar ve Türkiye’de Müslüman halkı ayrıntı vermeden toptan tekfir etmişlerdir. Hâlbuki bu âlimler söz konusu fiillerden bahsettikten sonra hükümleri muayyenlere indirgeme konusuna geçtikleri zaman açık bir şekilde göreceğimiz gibi; Müslüman halkın büyük bir kısmını cehalet ve çeşitli küfrü engelleyen mazeretlerinden dolayı, onlara hüccet ikame edilene kadar tekfir etmemişlerdir. Aynı şekilde bütün halkı ayrıntı vermeden tekfir edenleri aşırılıkla-haricilikle ve bunlar gibi bidatçılara verilen vasıflarla vasıflandırmışlardır. Çünkü küfür söz veya fiili işleyen nice insanlar mazeretlerinden dolayı tekfir edilmezler.
Şeyh Makdisi şöyle der : İhvanı Muslim’ine mensub bir parlamenter, iç işleri bakanı ve yardımcıları eşliğinde bizim ziyaretimize gelmiş ve buna benzer gülünç mazeretler öne sürmüştü. Onların selamını almayı reddedip, küfürlerini yüzlerine vurduk. Kanun ve yönetimlerinden beri olduğumuzu belirttik. Kendilerinden hiçbir istekte bulunmadığımızı söyledik. Basında (çıkan) parlamenterlerin; insanları tekfir ettiğimize ilişkin söylediklerini reddettik. Kendisine ve beraberindekilerine bunun yalandan ibaret olduğunu gösterdik. Bizim insanları genel olarak tekfir etmediğimizi, savaşımızın avam halkla değil; Allah’ın dinine savaş açan kafir yönetimle olduğunu, sadece onu ve kanunlarını destekleyenleri, koruyanları ve yasalaştıranları tekfir ettiğimizi belirttik. Her zaman bu kanunları koruyup desteklemeyi bırakmaya ve Allah’ın dininin koruyucuları olmaya çağırdık. ( 30 Risale s.70)
Biz bu mubârak davetin hasımlarının bize iftira ettiği gibi insanları umumen tekfir etmiyoruz. Ayrıca aşırıya kaçanların, cahillerin veya başkalarının insanları tekfir ettiği hatalar veya şaz olan şeyler sebebi ile kimseyi tekfir etmiyoruz. (30 Risale s. 432)
Bir tek Müslüman’ı kafir sayan kişi için bu (büyük) tehdit yapılmışsa; Müslüman kitleleri kendilerine göre şer’i delil derecesinde olmayan bazı şüphelerden hareketle, küfür ile suçlayan patavatsız kişinin işlediği acaba ne boyutta olur?
Şubhesiz bu iş batıl ve bozuk olmasının yanında, kalpteki hastalığı Müslümanlara karşı düşmanlığı yada helak olacaklarının haber verildiği kişiler arasından kendini çekip çıkarmamak için büyük bir gurur ve kendini beğenme serseriliğini de içerir.
Ebu Hurayra (r.anh) Rasulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
‘Bir kimsenin "insanlar helak oldu" dediğini duyarsanız, bilin ki bunu söyleyen kişi, herkesten çok helak olandır. (Malik ve Ebu Davud rivayet etmiştir.)
(30 Risale s. 26-27)
Sonuç olarak İslam’dan çıkaran bir fiili işlediği veya sözü söylediği bilinmeyen durumu kapalı olan kişinin sadece namaz kılmasıyla Müslüman olduğuna hükmederiz. Onun arkasında namaz kılarız Müslümanlara uygulanan muamelenin aynısıyla muamele ederiz. İslam’ı bozan açık bir unsur görünceye kadar bizce asl olan Müslüman olmasıdır. Aşırıya gidenlerin çoğunluğunda olduğu gibi zamanımızın toplumlarında İslam’ı bozan unsurların yaygın olma bahanesiyle kişi İslam veya İslam’ın özelliklerini gösterse de söz konusu olan küfür fiilleri asıl yapmayız.(30 Risale sf: 104)
Önemli olan konulardan biride şudur:
Zikretmiş olduğumuz bütün bu fiiller neredeyse İslam ülkelerinin çoğunda yayılmış bir haldedir. Bu yönden Türkiye’nin diğer İslam ülkelerinin çoğundan büyük bir farkı yoktur.
Türkiye halkını toptan tekfir edenlerin şubhesi:
'Türkiye’nin durumu farklıdır!!!!'
Bu şüphe onların diğer İslam ülkelerindeki halkı tekfir etmemelerine mazeret olmaktadır. Bu şekilde Müslümanların ekseriyetini tekfir etmekten kurtulmuş olurlar. Çünkü Müslümanların ekseriyetini tekfir edenlerin harici olduklarında şüphe yoktur. Aynı şekilde bu şubhe, bu grubun selef âlimlerine ve muasır cihad âlimlerine muhalefet etmemek için bir bahane olmuştur. 'Bu âlimler Türkiye’nin durumundan haberdar değildirler' sözü ile kendilerini ikna etmeye çalışırlar.
İlk olarak bu söz gerçekten doğru ise yani Türkiye halkının durumu diğer İslam ülkelerinin halkından farklı ise bu durum; ehliyeti ve ilmi olmayan kimselere böyle hassas bir konuda konuşma hakkı vermez. Ancak durum muteber âlimlere iletilir ve onlardan bir bilgi gelene kadar durmak gerekir.
İkinci olarak ise; küfür konusunda sayı ile değil, nevi ile davranılır. Yani bir küfür fiili işleyen kâfir olduğu gibi 15 küfür fiili işleyende kâfirdir. İkisi de İslam’ın gözünde birdir.
Yani Türkiye okullarında 15 küfür akidesi öğretiliyorsa ve başka Müslüman ülkenin okulunda sadece bir tane küfür akidesi öğretiliyorsa iman ve küfür yönünden her iki okula çocuk göndermek aynı olur.
Aynı şekilde ülkeler arasında farklılığa bakarken küfür eylemlerle, günah fesat ve ahlaki bozukluklar arasında ayırım yapmak gerekir. Şüphesiz ki Türkiye, Tunus gibi ülkeler bu yönden daha ağırdır. Toplumlarında munkerler, içkiler, zinalar.....daha yaygındır. Ancak ilim ehli duygusal bir şekilde davranmamalıdır. İslam veya küfür hükmü vermek için halkın fesatlarına değil şeriatın ölçülerine bakılmalıdır.
Şeyh Ebu Basir’e şöyle soruldu:
Soru: Biz burada Mısır da yaşıyoruz. Mısır bu zamanda İslam'i diye adlandırılan tüm beldeler gibi mürted bir beldedir. Çünkü onlar İslam dinini bırakıp tağutun dinine şeriatına ve hükmüne girmişlerdir.
Bu beldenin halkı La İlahe İllallah diyor olmalarına rağmen; beşeri kanunlarla muhakeme olmak, kabirlere türbelere ibadet etmek, kafir din düşmanlarını dost edinmek ve Allah’ın dostları muvahhidlerle savaşmak gibi bu kelime-i şahadeti bozan bütün unsurları işlemektedirler.
Sorum şudur: Ben Yaşadığım bu ülkede (Mısır’da) kimliği tespit edilmeyen (Mechulul Hal) kimseye, İslam hükmünü (Hukmi İslam) vermiyorum. Akidesini bilmediğim kişiler dışında, kimsenin arkasında namaz kılmıyorum. Sadece tanıdığım muvahhidlerin kestikleri eti yiyorum. Böyle yapmak bidat mıdır?
Kişinin La İlahe İllallah demesi kişiye İslam hükmü vermemiz için yeterli midir?
Bu zamanda namaz kılmak İslam alameti sayılır mı?
Malumdur ki fetva; iki asıl üzerine inşa edilir:
Birincisi: söz konusu olan insanlara halinin bilinmesi,
ikincisi; şeriatın hükmünün bilinmesi..
Cevap: Elhamdulillahi Rabbil Alemin …. Bu beldelerdeki iktidarın mürted olması, onun gölgesi altında yaşayan Müslümanların mürted olmasını gerektirmez.
Bizim ülkemizin hali Şeyhul İslam İbn Teymiyye ye sorulan Mardin beldesinin halinden çok farklı değildir. Orada (Mardin’de) kafirler iktidar tabakasında idiler, Müslümanlar ise avam tabakadaydı. Şeyhul İslam şu cevabı verdi: (28.cilt 240. sayfa Fetevalar)
‘İster Mardin de ister başka yerde, Müslümanların yaşadıkları yerlerde Müslümanların kanları ve malları dokunulmazdır. Mardin in darul harb mi yoksa darul İslam mı meselesine gelince, orası karışık bir dardır. Her iki niteliğe de sahiptir. Bu dar askerlerinin Müslüman olmaları nedeniyle İslam hükümleri olan darul İslam gibi değildir, halkı kafir olan darul harb gibi de değildir. Mardin üçüncü bir dardır. Orada yaşayan Müslümanlara hak ettikleri hükümlerle davranılır ve İslam şeriatından çıkanlara da hak ettikleri şekilde savaşılır.’
Derim ki (şeyh Ebu Basir) bu hüküm bu çağdaki Müslüman ülkelerinin çoğuna hamledilir. Çünkü onların vasıfları, Şeyhul İslam'a sorulan Mardin beldesinin vasıfları ile mutabıktır.
Senin genel bir şekilde ayrıntı vermeden Mısır'da ve İslam ülkelerinde yaşayan halkların kafir ve murted olduklarına, imanı bozan bütün unsurları işlediklerine dair sözün dikkatlice söylenmemiş ve doğru olmayan bir sözdür. Toplumların ve insanların hallerini bilmediğini göstermektedir. Bu senin için dinde ve ahirette kötü sonuçları olacak bir sözdür.
Senin de söylediğin gibi şeri fetvaların iki şartı vardır: meselenin vakıasını bilmek ve bu vakıaya mutabık olan şeri delilleri bilmek… Sen ise; Allah’ın kullarına verdiğin aceleci hükmünde her iki şarta da riayet etmedin.
Buna binaen derim ki: Kim; kelime-i tevhid namaz … vs. vs. İslam alametlerinden birini izhar ederse, o kimseye İslam hükmünü vermek, arkasında namaz kılmak, kestiği eti yemek vb. Müslümanlara yapılan muameleyi yapmak vaciptir.
Böyle bir kişiye başka türlü muamele yapmak veya Allah’ın kitabı ve Rasulu (sav)in sünnetinden açık delil olan ve muteber şeri manisi olmayan açık bir küfür fiilini göstermediği sürece küfür hükmünü vermek caiz değildir.
Sahih hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:
‘Kim namazını kılar, kıblemize yönelir, kestiğimizi yerse o Müslüman dır. Allah ve Rasulu (s.a.v.)in zimmetine sahibdir.’
(Buhari)
Sahihi Muslim’de şöyle geçer:
‘Peygamber (sav) kendi gazvelerinin birinde iken ‘Allahu Ekber’ ‘Allahu Ekber’ diyen bir adamı işitti.
‘Fıtrat üzerindesin buyurdu.
Adam ‘La İlahe İllallah’ dedi,
Peygamber (sav) ateşten çıktın buyurdu.
Bu Peygamber (sav)in hükmüdür. O’nun hükmüne ve emrine muhalefet etmekten sakın! Yoksa helak olup saparsın!!!
Kimliği tesbit edilemeyen (mesturul hal) olan kişinin arkasında namaz kılmaya gelince; Şeyhul İslam bunu caiz olduğuna dair imamların ittifakını nakletti.
Dedi ki: (4.cilt 542. sayfa) ‘4 imam ve sair imamların ittifakı ile mesturul hal olan her Müslüman ın arkasında namaz kılmaz caizdir. Her kim Batıni akidesini bildiğim kişiler dışında, hiç kimsenin arkasında ne Cumua ne cemaat namazlarını kılmam, derse bu kişi sahabelere, onlara iyilikte tabii olanlara, Müslümanların dört imamlarına ve diğer imamlarına muhalif olan bir bidatçidir.
Son olarak bil ki: senin üzerinde olduğun itikat kuran sünnet sahabenin anlayışı dört imam ve diğer imamların itikadına muhaliftir. Onun başlangıcı şeytan ve onun üflemesinden; sonu uğursuzluk ve dinde fazla aşırılık olan bir sözdür. Belki daha sonra, yeryüzünde senden başka hiçbir Müslüman olmadığına inanabilirsin. Belki de (Senden önce böyle başlayanların olduğu gibi) günde defalarca kendini bile tekfir edebilirsin. Ben seni bundan dolayı Allah tan sakındırıyorum.
Soru: Ülkemizde yaşayıp ne İslam alametini nede ona muhalif olan bir şeyi izhar etmeyen, kimliği tespit edilemeyen kişilere özellikle selam vermek, kestiği eti yemek yönünden nasıl davranırız? Halbuki onların namaz kılmıyor olmaları konusunda galibuzzannımız vardır. Ülkemizde namazı terk etmek sebebiyle mürted olanlar çoğaldı, küçük ve büyük insanlar arasında dine sövmek yaygın hale geldi.
Cevap: Elhamdulillahi Rabbil Alemin. İslam ülkelerinde yaşayan insanların, kati delille İslam a muhalif olan bir fiil gösterdikleri sabit olmadığı sürece, asl olan Müslüman olmalarıdır. Madem ki senin meselen galibuzzan üzerindedir, yani o insanların Müslüman olmamalarını tercih edecek bir zan vardır. Tekfirde yapılacak hatanın sonuçları, insanlara İslam hükmü vermede yapılacak hatanın sonuçlarından daha ağır olduğu için onların kafir olmalarını tercih eden galibuzzan yerine, onların Müslüman olmalarını tercih eden zayıf zanna öncelik vermemizin daha doğru ve sağlıklı olduğunu düşünüyorum ALLAHU A’LEM…..(Ebu Basir; ‘Tekfirin Kuralları’)
Türkiye bu konuda çok farklı değil dediğimiz zaman şunu kast ediyoruz: Türkiye halkının arasında yaygın bir şekilde İslam’dan çıkaran küfür fiilleri diğer İslam ülkelerinin çoğunda işlenen fiiller açısından farklı değildir. Yani Türkiye’de yaygın bir şekilde işlenen küfür fiilleri (oy, askerlik. vs.vs.) diğer İslam ülkelerinin çoğunda mevcuttur. Ancak fesat ve ahlaki bozukluk gibi yönlerden Türkiye ve Tunus gibi ülkeler farklı olabilir ve daha kötüde olabilir. Örneğin: faiz, zina, içki vs. vs. Biz burada küfür olan fiil ve sözlerden bahsediyoruz. Bu sayılan fesatlar ve ahlaki bozukluklar İslam’dan çıkaran fiiller değildir. Yani diyelim ki bir Müslüman ülkenin halkı tümüyle yaz mevsiminde açık saçık giyinipte içki ile birlikte çıktıkları zaman deriz ki: Bu millet sapıktır, bu münkeri bırakmak için mümteni olurlarsa onlarla savaşabiliriz. Fıkıh kitaplarında ezanı bırakan bir şehir mümteni olduğu zaman savaşılır diye geçer.
Nitekim bir hadiste şöyle geçer:
Deylem el-himyeri (ra) den:
Dedim ki “Ey Allah’ın Rasulu biz çok soğuk bir ülkedeyiz, zor işlerde çalışıyoruz. Bu buğdaydan şarap edinip içiyoruz, işimizde güçlü oluyor ve ülkemizin soğuğuna karşı dayanıklı oluyoruz. "
Peygamber (s.a.v.): "Sarhoş ediyor mu?" diye sorunca
Ben "evet" dedim.
Sonra şöyle buyurdu: 'Ondan uzak durun'
'insanlar onu bırakmazlar' dedim.
Peygamber (s.a.v.): “Bırakmazlarsa onlarla savaşın” buyurdu” (Ebu Davud)
Bu gibi insanlar La ilahe illallah diyip İslam’ın aslına sahip oldukları sürece onları sırf bu haram olan fiillerden dolayı tekfir edemeyiz (helal saymadıkları sürece).
Türkiye’nin vakıası farklıdır deyip susmak, yani farklılığın yönlerini anlatmadan bu sözü söylemek cehaletin alametidir. Hâlbuki zamanımızdaki bir takım sapık gruplar bu bahaneyle; sahih bir delille sabit olan İslam’ın bazı hükümlerini reddetmektedirler.
Usul-u fıkıhta zamanın değişmesi sebebiyle ahkâmlarda değişir kuralı vardır. Zaten elimizdeki fıkıh kitapları da farklı zamanlarda yazılmıştır. Mezhep imamları ve diğer âlimler farklı zamanlarda yaşamışlardır. Bunun için fakihin vazifesi hükmün varlığı ve yokluğu kendisine bağlı olan müessir illeti bulmak ve illetin bulunduğu yere hükmü uygulamaktır. İlletin bulunduğu yerde zamanın farklı olması önemli değildir. Çünkü hüküm illete bağlıdır. Misal Allah Teala şarabı haram kılmıştır. şarapta çeşitli vasıflar vardır: kırmızı olması, el yapımı olması, sarhoş edici olması, üzüm ve hurmadan yapılıyor olması, tadının acı olması..vs. vs. Burada fakihin görevi Kur’an ve sünnete bakarak içkiyi haram kılan vasfı bulmaktır ve o vasfa haiz olan her içecek maddesine şarabın hükmünü uygulamaktır. Zamanın değişmesi sebebiyle eski şaraplar bulunmayabilir; viski, votka, bira gibi bazı yeni sarhoş edici içecekler çıkmış olabilir.
Fakihin görevi buradadır. Bu içecekleri haram kılacak müessir illet var mı yok mu araştırır. Müessir illet varsa zamanın değişimine bakmadan haram hükmünü verir.
Türkiye’de yaygın bir şekilde işlenen küfri fiiller diğer İslam ülkelerinin çoğunda işlenmektedir. Bunun için iman küfür yönünden Türkiye halkının diğer İslam ülkelerindeki halktan farklı olmadığını söylemiştik.
Hatta Türkiye halkında cehalet daha da yaygındır. Çünkü ana dillerinin Arapça olmaması nedeniyle çoğunun Arapça bilmemesi, dolayısıyla Arapça eserler ulaşmanın zor olması, cumhuriyetin ilk dönemlerinde başlayan ve izleri hala daha devam etmekte olan Kur'ana, sünnete ve âlimlere karşı yapılan savaş nedeniyle Türkiye halkı cehalet yönünden daha çok mazeretli olabilir. Yani bu konuda bir fark varsa bu Türkiye halkının aleyhine değil lehine olur.
Şeyh Makdisi şöyle der: Şeyhul islam ibn Teymiyye (rh) şöyle der:
" ......Küfür olarak nitelenen sözlerde böyledir. Kişiye hakkı bildiren naslar ulaşmamış olabilir, ulaşmış olsa bile onları sabit görmemiş olabilir veya anlamamış olabilir yada Alla Tealanın mazur göreceği şubheler ile karşılaşmış olabilir. Hak peşinde olup hata yapan müminin hatasını ne olursa olsun Allahu teala bağışlar. Bu hatanın nazari veya ameli konularda olması fark etmez. Rasulullah (sav)in ashabı ve ümmetin imamlarının görüşü budur." (Mecmu’ul Fetava c.23 s.195 )
Ayrıca, sonraki alimlerden bazısının bidat ehlini tekfir etmeleri, bu tekfirin kişiyi dinden çıkaran türden olup olmadığı ve tekfir edilen bu kişilerin ebedi cehennemlik olup olmadıkları konusundaki tartışmalarını naklettikten sonra şöyle der:
"Gerçek şudur ki: imamların mutlak olarak söyledikleri sözler hakkında, öncekilerin mutlak olan şer'i naslar hakkında düştükleri durumun aynısı olan bir duruma düştüler. Onları ne zaman görseler ''Kim şunu söylerse kafirdir'' sözünü duydular. Daha sonra belirtilen o sözü söyleyen herkesin kafir olduğunu zannettiler. Halbuki tekfirin belirli bir kimseye indirgenmesi belli şartların yerine gelmesine ve yine belli engellerin de olmamasına bağlıdır. Mutlak tekfir, şartları bulunmadıkça ve engelleri ortadan kalkmadıkça belirli kişiler için sabit olmaz. İmam Ahmed (rh) ve bu genel hükümleri belirten tüm alimler, cehmiyye fırkasından küfür sözlerini bizzat söyleyenlerin çoğunluğunu tekfir etmediler. Mesela İmam Ahmet (rh) kendisini Kur'an mahluktur demeye ve Allah’ın sıfatlarını nehyetmeye davet eden cehmilerle uğraşmış. onlarda imam Ahmed’i ve çağın sair alimlerine bu fikirleri dayatmışlar ve cehmiyeliği kabul etmeyen mûmin erkek ve kadınları dövme ve hapis fitnesine uğratmışlardır... Ayrıca iktidar sahiplerinin çoğu kendileri gibi cehmiyye olmayan herkesi tekfir etmiş ve onlara kafir muamelesi yapmışlardır. Çünkü bir sözü söylemeye çağırmak onu söylemekten daha büyüktür. Söyleyeni ödüllendirmek ve söylemeyeni cezalandırmak ise bir sözü söylemeye çağırmaktan daha büyüktür.
Bununla birlikte İmam Ahmed (rh) , halifeye ve kendisini hapsedip dövenlere dua etmiştir. Onlar için istiğfar dileyip hakkını helal etmiştir. İslam’dan çıkmış murted olsalardı, onlar için istiğfar dilemek caiz olmazdı. Çünkü kafirler için istiğfar etmek Kuran sünnet ve icma ile caiz değildir.
Onun ve imamların bu sözleri , Kuranın mahluk olduğunu ve ahirette Allah Tealanın görülmeyeceğini söyleyen cehmiyyeden belirli (muayyen) bazı kişileri tekfir ettiğini belirten sözlerde nakledilmiştir. Kendisinden bir konuda iki görüş aktarılmış olmasına bakılır. Yahut mesele tafsilata inilerek ele alınır ve bir takım muayyen kişileri tekfir etmesi, bunun şartların bulunduğu engellerinde ortadan kalktığı için olduğu , muayyen olarak tekfir etmediklerinin ise, gerekli şartların bulunmaması ve engellerin kalmaması sebebiyle tekfir edilmedikleri söylenir. Böyle bir durumda ise tekfir mutlak manadadır.'' (Mecmu'ul fetava c.12 s.261-262)
Sonuç olarak muayyen tekfir ile mutlak tekfir arasındaki farkı göz önünde bulundurmamak, bazı kişilerin yuvarlandıkları bidat uçurumudur. Bu uçuruma yuvarlananlar ancak belli araştırma ve gerekli uyarıdan sonra tekfir edilmeleri helal olan kimi insanları tekfir etmişlerdir. Dolayısıyla hem kendileri sapmış hem de başkalarını saptırmışlardır. ( 30 Risale s.79-80)
La İlahe İllallah’ı telaffuz etmek, namaz kılmak ben Müslüman’ım demek cahillerin kabul etmemesine rağmen, ezelden beri İslam alametleridir. Alimler (kelime-i şahadeti inkar etmek veya namazı inkar etmek hariç) başka bir sebeble murtet olan kişi için, ancak dinden çıkaran o fiilden tövbe ettiği zaman İslam a yeniden döneceğini söylüyorlar. Bu kişi mürtetliğini devam ettirdiği sürece o kişinin La İlahe İllallah demesi, namaz kılması onu İslam'a sokmaz. Ayrıca benzeri bir ayrıntıyı Yahudi ve Hıristiyanlar içinde zikretmişlerdir. Yani Yahudi ve Hıristiyanların La İlahe İllallah demeleri yeterli değildir. ‘Muhammed'un Rasulullah’ıda kabul etmeleri gerekir. Bu tür meseleler de İslam alametlerinin zamandan zamana değiştiğini söylemek bir hatadır. Çünkü yukarıda belirttiğimiz mesele, mürted hakkında geçerlidir. Yani Müslüman olduktan sonra kesin bir şekilde İslam’dan çıkan kişi için geçerlidir. Bu kuralı doğduğundan beri İslam’dan başka bir dine mensup olmayan (başka din tanımayan), ancak küfri bir fiil işleyen kimselere uygulamak büyük bir yanlıştır.
Şeyh Makdisi şöyle der: Sonuç olarak , iki şahadet İslam’ın ifadesi sayılır ve aksini yapmadıkça yahut söylemedikçe onu söyleyen kişi Müslüman olarak kabul edilir ve dünya ahkamında ona Müslüman muamelesi yapılır. Şahadet kelimesini söylediği halde başka sebeb veya sebeblerden dolayı murtet olmuş ise bunlardan vazgeçmediği sürece , şahadet kelimelerini söylemesinin kendisine bir yararı olmaz ve onu mürtet olarak hükmedilmekten kurtarmaz.
İbn Kudame(rh) ‘Kitabu’l Murted bölümünde şöyle der:
‘Kafir olan kişi tek başına veya cemaat ile Darul İslam’da veya Darul kufür'de namaz kılarsa, Müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü namaz , kafirlerin amellerinden farklı bir ameldir ve sadece Müslümanlara mahsustur. Namaz olmadıkça kişinin Müslümanlığı da sabit olmaz. Bu konuda murted ile asli kafir arasında fark yoktur. Çünkü kafirin Müslüman olmasına sebep olan şey , murtedinde Müslüman olmasına sebeb olur.’
Derim ki: Ancak kişinin Mürted olmasının sebebi namazın terki dışında bir sebep ise ; İslam’a dönmesi de sadece namaz kılmakla olmaz. Namazı kılmakla birlikte kendisini İslam’dan çıkaran terk etmiş ve tövbe etmiş olması gerekir. Bu nedenle İbn Kudame (rh) yukarıda aktardığımız sözünden sonra şunu ilave eder :
‘Namazı kılmasına rağmen , bir farzı veya peygamberi veya kitabı inkar etmekle yada kimilerinin işlediği dinden çıkaran bir bidatı işlemekle küfre girmiş ise sadece namaz kıldığı için Müslüman olduğuna hükmedilmez.’
Tagutların ve onların yolunda giden yardımcılarının ve koruyanların durumu da böyledir. Çünkü onların kimileride namaz kılmakta , ancak ona bir fayda sağlamamaktadır. Zira onun kafir olması, namazı inkar etmesi veya terk etmesi sebebiyle değildir. Dolayısıyla Müslüman olduğuna 1hükmedilmesi de namaz kılmasıyla olmaz. Namazı kılmakla beraber , tagutlara dostluk , şirk ve küfür kanunlarını benimsemek , bu kanunları savunmak ve onlara saygı göstereceğine dair yemin etmek gibi kendisinin dinden çıkmasına sebep olan küfür sebeplerinden de uzaklaşması gerekir. Çünkü bunların durumu namaz kılmanın haklarında İslam’a girişlerinin alameti olarak kabul edildiği asli kafirlerin durumu gibi değildir.
Bu kuralı (La İlahe İllallah'ı İslam alameti saymamak) mutlak bir şekilde uygulamak, mutlak küfür ile muayyen küfür arasındaki farkı iptal etmek ve tekfirin manilerinin tümünü geçersiz kılmak demektir. Çünkü manilerine bakmadan her küfür fiili işleyene ‘Bu adamın, küfür fiili işlediği halde La İlahe İllallah demesi İslam alameti sayılmaz’ deyip onu asli kafir veya mürtet saymak, tekfirin kurallarına riayet edilmediğini gösterir.
Zamanımızda tekfir sancağını kaldıran bazı gruplar şöyle derler:
‘La İlahe İllallah demek şirkten beri olmak demektir. Dolayısıyla zamanımızdaki insanlar bu çağın şirkinden (Demokrasi-Laiklik) beri olduklarını göstermedikleri sürece Müslüman sayılmaları için kelime-i şahadeti söylemeleri yeterli değildir.’
Bu gruplara Rasulullah(sav)in zamanında böyle bir şart olmadığı, kelime-i şahadeti telaffuz etmenin yeterli olduğu söylendiği zaman şöyle diyorlar:
‘Onlar Arap idiler ve La İlahe İllallah demenin her türlü şirkten beri olmak anlamına geldiğini biliyorlardı. Bu söz dikkatlice söylenmiş bir söz değildir.
Zamanımızın muteber tevhid ve cihad alimleri bu sözü eleştirmişlerdir. Bu alimlerden olan Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz ‘İman ve Küfür’ adlı eserinde bu sözü eleştirmiş ve bu fikre binaen insanları tekfir edenleri Haricilikle vasıflandırmıştır.
İlk olarak bizim ‘La İlahe İllallah’ dan anladığımızla sahabenin anladığının bir olmadığını beyan etmekte fayda vardır. Ancak bizim burada bahsettiğimiz şey; insanlara Müslüman mı yoksa kafir mi hükmü vermektir. Yani insanların kanlarını ve mallarını helal kılmaktan bahsediyoruz. Bu hükümlerin belli ve sınırlı olan sebepleri vardır. Vaz’i ve hamasi ifadelerle ahkam kesmek ilim ehline yakışmaz. Buna rağmen Peygamber (sav)in zamanında dahi ‘La ilahe illallah’ dedikleri halde şirkin ve ibadetin manasını bilmeyen insanlar vardı. Peygamber (sav) onların La ilahe illallah demelerini İslam'a girmek için yeterli görmüştü.
1) Mekke fethinden sonra La ilahe illallah deyip 2.000 kişi İslam a girdi ve Müslüman olarak kabul edildi. Ondan sonra o kişilerin bir kısmı ‘Zatu Envat’ edinmeyi istediler. Peygamber (sav) kızarak onlara şöyle dedi:
‘Allahu Ekber ben-i İsrail’in Musa(as) a ‘bize bir ilah yap’ dedikleri gibi diyorsunuz.’
Bu insanlar şirki istemişlerdir. Şirki istemek veya şirke niyet etmek de küfürdür. Onları bu talebi önceden La ilahe illallah dedikleri halde şirkin ne olduğunu bilmediklerinin bir göstergesidir. Buna rağmen onların kelime-i şahadeti ikrar etmelerini kabul etti ve zamanımızın aşırılarının yaptığı gibi onları sınava tabii tutmayı gerek görmemiştir.
2) Adiy bin Hatem (r.anh) dan rivayet edilen bir hadiste şöyle geçer:
‘Bayramda boynumda altından bir haç olduğu halde Allah Rasulu (s.a.v.)'in yanına geldim.
Allah Rasulu (s.a.v.) bana: ‘Ey Adiyy, şu putu boynundan at' dedi. Ben onu boynumdan attım. Yanından ayrıldığım esnada Allah Rasulu (s.a.v.)'in şu ayeti okuduğunu duydum: ‘Allah ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler’(Tevbe 31)
Bunu üzerine ben: ‘Biz onlara ibadet etmiyorduk.’ dedim. Allah Rasulu (sav): ‘Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını ise haram sayıyorlar ve sizde bunları helal yada haram kabul etmiyor muydunuz? dedi.
Ben: evet dedim.
Allah Rasulu (s.a.v.): ‘İbadetini budur’ buyurdu.
Adiy bin Hatem Müslüman olmadan önce Hıristiyan’dı.
Hadisten şunlar anlaşılmaktadır:
A) Adiy bin Hatem(r.anh) cahiliye hayatında sıradan biri değildi. Aşiretinin lideriydi. Buna rağmen: zamanımızın halkı gibi kanun koymanın (helal haram yapmanın) ibadetin bir parçası olduğunu bilmiyordu. İbadetin namaz, kurban kesmek ve secde gibi şeyler olduğunu düşünüyordu.
B) Adiy bin Hatem (r.anh) haç takarak Peygamber (s.a.v.)'in yanına geldi. Bunun da şirk olduğunu bilmiyordu. Rasulullah (s.a.v.) ona ‘bu puttur’ diye bahsetti. (Şeyh Ebu Basir bunu söyledi)
3) Sakif aşireti Müslüman olduktan sonra Muğire (r.anh) onların putunu kırmak için Taife gitme hikayesi siyer kitaplarında meşhurdur. Hatta putun Muğire (r.anh) ya zarar vermesinden dolayı Sakif aşiretinde korku bile yaşanmıştır.
4) Peygamber (s.a.v.)in yanında bir cariye def çalarak ‘Yarın ne olacağını bilen bir peygamberimiz var’ dedi.
Peygamber (s.a.v.) onu tekfir etmeden ona; ‘bu sözü bırak önceden söylediğin şiirleri söyle’ (Buhari) dedi.
5) Peygamber (s.a.v.)in gazvelerinin birisinde bir bedevi Rasulullah (s.a.v.)'e gelip Ona ‘Müslüman mı olayım, yoksa seninle birlikte savaşayım mı?’
Peygamber (s.a.v.)‘önce Müslüman ol; sonra savaş’ dedi.
Bu adam o kadar cahildi ki, İslam’ın amellerin kabul edilmesi için ilk şart olduğunu bile bilmiyordu. Buna rağmen Peygamber (s.a.v.) sadece kelime-i şahadeti ikrar etmeyi emretti. İki rekat namaz kılmadan adam şehid oldu. Peygamber (s.a.v.) o zamanın farzı olan cihadı erteleyip Medine‘ye git, dinini akideni öğren demedi.
6) Peygamber (sav) ‘Rabbe’ adlı putu yıkacağını Sakif lideri olan ibni Abdi Yaleyl’e söylediği zaman; ibni Abdi putun bir zarar verebileceğine inanarak Peygamber(sav)e şöyle dedi: ‘Ah Rabbe senin kendisini yıkacağını bir bilse ahaliyi öldürür!’
Ömer(r.anh) ona şöyle dedi: ‘Ey ibn Abdi Yaleyl yazıklar olsun sana o bir taştır yarar ve fayda veremez… '
Peygamber (s.a.v.) buna rağmen onu tekfir etmedi. (Zadul-Mead c.4 s.151)
Örnekler sayılamayacak kadar çoktur. O zaman cehaletleri sebebiyle mescidin ortasına işeyenler bile vardı. Buna rağmen La ilahe illallah’ı telaffuz etmek İslam alameti sayılıyordu.
İmam Ahmed (rahimehullah) zamanında halife, iktidar tabakası, askerler, imamlar, kadılar, müftüler ve halkın büyük bir kısmı ‘Kur'an mahluktur’ diyorlardı. Selefin çoğuna göre bu söz küfürdür.
Şöyle düşünelim; zamanımızın aşırıları gibi düşünen bir adam o zamanda bulunup; ‘Kur'an mahluktur demek küfür bir sözdür. Bu söz asrımızın tagutudur. Dolayısıyla bu zamanda La ilahe illallah demek İslam alameti değildir. Çünkü insanlar La ilahe illallah dedikleri, namaz kıldıkları halde bu küfür sözünü söylemektedirler. Bunun için bu zamanda bir kimse kelime-i şahadeti söylese de namaz kılsa da bu (Kuran mahluktur) beri olduğu açığa çıkmadığı sürece onu Müslüman sayamayız. Dolayısıyla bu toplumda asl olan küfürdür ve ‘Kur'an mahluktur’ sözünden beri olduğunu bilmediğimiz kişiyi tekfir ederiz.' dese imam Ahmed ona nasıl bir cevap verirde acaba!!???
Bir kişi şimdi bize ‘O zamanda ‘Kur'an mahluktur’ diyenlerin tekfir manilerinden olan tevilleri vardı, kimileri cahildi. Selef bu yüzden onları tekfir etmedi.’ dese deriz ki:
‘Bizim zamanımızda oy veren, askere giden, okula çocuğunu gönderen kişilerin arasında cehalet, tevil… gibi manilerden dolayı mazur olanlarda vardır. Bizde selefin yolunu izleyip onları tekfir etmiyoruz.’
Peygamber (s.a.v.) kelime-i şahadeti söyleyene İslam hükmü veriyordu. Kişi bundan sonra küfür fiili işlerse, Rasulullah (s.a.v.) şartlara manilere baktıktan sonra, ya Zatu Envat hadisindeki gibi mazur görüyor yada Museyleme gibi onu tekfir ediyordu..
Muasır âlimlerimiz ve günümüzde cihad eden mucahid liderlerinin arasında görüş ayrılığı olmadan:
İslam ülkelerinde yaşayan halkta asıl olanın İslam olduğu, ayrıntı vermeden Müslüman halkları tekfir etmenin yanlış olduğu ve ayrıntısız tekfir edenlerin aşırı hariciler oldukları açıktır.
Şeyh Makdisi Müslüman ülkelerde yaşayan halkı tekfir edenler hakkında şöyle der:
Önceden Dar'ul İslam olupta sonradan darul küfür olsa bile akidesini bizzat bildikleri kişiler dışında , bütün halkın kafir olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar ilim ve bu ilmin tahsili ile uğraşsalardı, usul ve furu bilgilerini alsalardı, küfre götüren söz ve fiil meydana gelmiş olsa bile, tekfir etmek bir yana, kan ve malın mubahlığını önleyen aşamaların şartlar ve engeller bulunduğunu, özellikle musallat oldukları müstezaflar , davetçiler , tagutların düzen ve kanunlarının koruması altında olmayan müminler hakkında böyle bir hükme varmalarının önünde engeller olduğunu göreceklerdi.
Sözün veya fiilin küfür olarak nitelenmesinin muayyen kişiyi tekfir etmeyi gerektirmediğini , dolayısıyla arzu ettikleri sonuçların ona tereddub etmediğini anlarlardı.
Yine Mısır, Ubeyd el-Kaddah oğullarından Ubeydilerin (Fatimilerin) eline geçtiğinde , halkının çoğu Müslüman idi ve darul İslam iken küfrün egemen olması ile darul küfür oldu. Yaklaşık iki yüz yıl onların egemenliği altında kaldı. (Nitekim ibnu'l cevzi 'en-Nasr ala Mısır' isimli kitabını bundan dolayı yazmıştır.)
Orada her türlü küfür ve isyanı işledikleri halde , muhakkik alimlerden hiçbiri ülke için kullanılan darul küfür isminin oradaki mustezaflar hakkında kullanıldığını söylemedi. O gün Mısır halkı arasında alim ve salih fakihler bulunmaktaydı. Bunlardan bazıları Ubeydilere güç yetiremediği için imanını gizliyor ve öldürülme korkusundan dolayı Rasulullah(sav)in hadislerini dile bile getiremiyordu. (İbrahim bin Said el-Habalın, öldürülmekten korktuğu için hadis rivayet etmekten kaçındığı rivayet edilir. Bkz. Mecmu'ul Feteva c.35 s.85) .... Zehebinin belirttiği gibi Ubeydiler, Müslümanlar için Moğollardan daha kötü idiler. Onlardan bazıları ashaba sövmek bir yana Peygambere bile açıkça sövüyorlardı.
Suyuti, Ebu'l Hasan el-Kabisi den şöyle rivayet eder:
''Ubeydullah ve mensuplarının, insanları ashaba 'Allah onlardan radı olsun' demekten vazgeçirmek için öldürdüğü alim ve insan sayısı dört binden fazladır. Bu insanlar bunu söylemekten vazgeçmeyip ölümü tercih ettiler. Ubeydullah keşke sadece Rafızi olsaydı, Bilakis kendisi zındıktı.’’ (Suyuti Tarihu’l-Hulefa 13)
Görüldüğü gibi o gün Mısır’da fakihler vardı. Ebu Muhammed el-Kayravani el-Keyzani şöyle der:
‘’Müslümanların İslam’ın hükümlerinden uzak kalıp dinlerinden ayrılmamaları için onların aralarında fakihler kalmıştı. Onlardan bazısı gizleniyor , bazısı da dinini açıkladığı için öldürülüyordu.
Kadı Ebu Bekir el-Bakillani bunu şöyle belirtir; ‘ Ubeydullah Batınilerden idi. Ve İslam dinin yok etmek isteyen kötü bir insandı. Halkı saptırmak için alimleri fakihleri idam etti.’ ( Suyuti Tarihu’l-hulefa 12)
Allah Teala nın birliği, Muhammed (sav)in peygamerberliği , namaz oruç gibi İslam’ın temel ilkelerinin açık olması ve kafirliklerine rağmen yöneticilerin kendilerini Müslüman saymaları gibi durumların olduğu bir yerde ikamet edenleri , İbn Hazm (rh) ın İslam’ın dışında görmemesi üzerinde düşünmek gerekir. Bunun İslam ülkelerinin durumuna tıpa tıp benzediğini inatçıların dışında kimse inkar edemez.
Müşrikler arasında ikamet edenler ile ilgili Rasulullah (sav) in hadisi de Darul İslam’ın bulunduğu bir dönemde söylemiştir. Bu Mekke’nin fethinden sonra hicretin vacip olduğu bir döneme rastlamaktadır. Müşrikler arasında ikamet etmelerine ve dokunulmazlıklarının azalması ve velayetlerinin zayıflaması gibi cezalar ile cezalandırılmış olmalarına rağmen , Rasulullah (sav) onları tekfir etmemiştir.
Müslümanların fethettiği ve cizye ödemeleri karşılığında eski sahiplerinin ikamet etmelerine izin verildiği veya fethetmelerine rağmen Müslümanların ikamet etmedikleri beldeler ; bu beldelerde bir tek Müslüman dahi olsa , bulunan ve kimliği tespit edilemeyen buluntu çocuk Müslüman olarak kabul edilir. Müslüman kişi yoksa buluntu çocuk kafir olarak kabul edilir.
Müslümanların önceden ikamet ettiği , ancak daha sonradan kafirlerim galip gelerek işgal ettiği belde; Bu beldelerde ise bulunan bu kişinin Müslüman olduğuna tanıklık yapacak bir kişi çıkmaz ise , buluntu çocuğun kafir olarak kabul edilir. Ebu İshak ise, Müslüman olarak şöhret kazanan bir kişinin olmasından veya İslam’ını gizleyen birinin bulunması ihtimalinden dolayı buluntu çocuğun Müslüman olarak kabul edileceği söylemektedir.
Darul İslam ile ilgili durumlarda işin mahiyeti budur. Aslen Darul küfür olan beldeler hakkında ise şöyle der: ‘ Darul Küfür de Müslüman yoksa buluntu çocuk kafir olarak kabul edilir. Orada ikamet eden Müslüman tacirler varsa beldenin hükmüne binaen kafir olduğuna değil , İslam’ın üstünlüğüne binaen Müslümanlığına hükmedilmesi en doğru olandır’
Aslen darul küfür olan beldelerde bile buluntu çocuğun Müslüman sayılması konusunda alimlerin İslam’ın üstünlüğü ve Müslümanların kanlarının dokunulmazlığı ilkesine ne kadar özen gösterdiğine dikkat edilmelidir. Sonradan Darul Küfür olan beldede bulunan kişiler için bu özen daha öncelikli olarak gösterilmektedir
(30 Risale s.101-04)
Bu risalede bahsettiğimiz konuların bütün yönlerini araştırmadık. Sadece söz konusu âlimlerin bazı fetvalarını aktardık. Gerektiği zaman bazı konuları izah etmeye çalıştık. Genel olarak kendi indimizden bir şey yazmadık. Zaten bizim gibi cahiller kendi başına bu konuda konuşacak değillerdir.
Haddini bilip onu aşmayana Allah rahmet etsin. Doğru yapmışsak Allah tandır. Yanlış ve hata işlemişsek nefislerimizden ve şeytandandır. Allah'tan mağfiret dileriz. Çaba bizden muvaffakiyet Allah'tandır.
(Muhammed Ubeysi) EBU SELEME EŞ-ŞAMİ 09.10.2008
KÂFİRİ TEKFİR ETMEME MESELESİ
Şubhesiz ki küfrü, kuran ve sünnette sabit olan kimseyi tekfir etmek kuran ve sünnetle vaciptir. Çünkü muayyen bir kişiye iman ve küfür hükmü vermek bir sürü hükümleri gerektirir. Başta akidevi konular olmak üzere, vela-bera, iktidar ise ona karşı çıkmak ve onunla savaşmak gibi konular neredeyse dinin her konusuyla ilgili hükümler ortaya çıkmaktadır. Fıkıh kitablarında mürtedin nikâhı mirası boşanması şahitlik gibi konular vardır. Hatta bazı âlimler riddeti abdesti bozan unsurlar arasında zikretmiştir (Hanbeli mezhebi)
Muayyen bir kişiyi tekfir etmek vacib dememizin anlamı bütün ümmetin üzerine vaciptir. Riddet hükmünün ispatı ve onun cezasının uygulanması fertlerin görevi değil ümmetin görevidir. Bu görevi ümmet adına halifeler, kadılar, müftüler ve ehliyet sahibi ilim ehli yapar. Yani riddetin haddi ve sair haddler fertlerin yapacağı iş değildir. Görevlilerin yapacağı iştir. Çünkü riddetin hükmünün ve cezasının uygulanması için bir kişiden küfür fiili veya küfür sözü çıkmak yetmiyor meselenin şartlarını ve manilerini araştırmak gerekir.
(kişiden küfür fiilinin çıktığını ispatlayan araçlar ikrar mıdır, şahitler midir? Dolayısıyla ikrarın şartları, şahitlerin gerekli sayıları, şahitlerde bulunması gereken şartlar vs. vs. gibi şeylerin bilinmesi, aynı şekilde kişiden çıkan fiil ve sözün açık küfür olup olmadığı, ihtimalli olması durumunda kişinin niyetinin sorulmasının gerektiği, fiil ve söz açık küfür ise tekfir manilerinden birisinin bulunup bulunmadığı gibi şeylerin araştırılması....)
Yukarıda zikretmiş olduğumuz konular herkesin bilmesi mümkün olan konular değildir. Aynı şekilde her mükellefin üzerine bilmesi farzı ayn olan konulardan da değildir. Bir muayyeni bu konulara bakmadan tekfir etmek caiz olmadığı gibi riddet hükmü vermek avam üzerinde değil ehliyet sahibi üzerine vacip olduğunu söylemiştik
Peki, kâfiri tekfir etmeyip ona iman hükmü verenin durumu nedir?
Tabi ki tekfir etmeme sebebi işlenilen fiilin küfür olduğunu itiraf etmesiyle birlikte, kişide bir mani ve şubhe olduğunu zannetmek veya tekfir etmeyen kişi murcie olduğundan dolayı küfür olan söz ve fiilleri kalbin inkârı olmadan küfür saymayabilir. Yada işlenen fiilin kendisi ihtilaflı bir konu olabilir.
Bu zamanda kendilerini ilme nispet eden birtakım insanların indinde tartışma kabul etmeyen şu kuralı kullanıp üzerine ahkâm inşa etmektedirler. Bu kural ise 'kâfiri tekfir etmeyen kâfirdir'
Bazıları ise bu kurala şöyle bir ek yapar 'küfrü kat'i olan kâfiri tekfir etmeyen kâfirdir'
Peki, bu kuralın alanı ve hükmü nedir?
Konuya girmeden önce şu bilinmelidir ki bahsettiğimiz bu insanlar bu kuralı çok kötü bir şekilde kullanmaktadırlar. İnsanları toptan tekfir etmek için bu kuralı adeta bir araç olarak kullanırlar.
Bu konuda tek hüccet ise bu insanların falanı veya filanı tekfir etmemeleridir. Umarız ki anlatacağımız şu hikâye ibret verici bir olay olur:
Şeyh Makdisi şöyle der: “Ben, Pakistan’da iken tekfircilerden bir grup bu kuralla amel ediyorlardı. Bin Bazı tekfir ediyorlardı. Bin Bazı tekfir etmeyenlerin etmeyenlerini tekfir ediyorlardı. Aynı şekilde silsileye devam ediyorlardı. Bana, Bin Baz'ın durumunu sordular dedim ki: “Bu gibi muayyenlerin kâfir olup olmama konusunu bırakıyorum. Allah Rasulu (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Onu bırak, insanlar Muhammed, ashabını öldürüyor demesinler” (Buhari)
Bugün insanlara tağutları, ordularını, askerlerini tekfir etmek ağır geliyor ve hazmedemiyorlar. Böyle bir konu ile meşgul olmak (insanlara tevhidi anlatmak) kendilerini dine ve davete güya nispet eden bu hocalarla meşgul olmaktan daha evladır.
Dolayısıyla bu aşamada onlarla meşgul olmamızın gerekli olduğunu düşünmüyorum. Bana düşen; siyaset, bey'at, imaret, tağutlar, tağutun orduları ve dostları konularında sapık fetva ve inançlarından gençleri uyarmaktır.
Allah’tan onlar için hidayet dilerim. Eğer sapıklıklarının üzerinde ısrar ederlerse tek başlarına düşeceklerdir. Allah teala şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın yardımı savaşta mu'minlere yetti.”(Ahzab 25)
Bu sözümü beğenmeyip beni tekfir ettiler. Ben muvahhid bir gruba cuma namazı kıldırdım. Onları da beni tekfir etmiyorlar diye arkamda namaz kılan herkesi tekfir ettiler. Arkamda namaz kılanları tekfir etmeyenleri de tekfir ettiler.....(Husnu'r Refeka s.22-23)
Bu hikâye insanların dinlerini karıştıran bu cahillerin halini gerçek bir şekilde göstermektedir.
Onlar La ilahe illallah deyip şartlarını ve rükünlerini yerine getiren kimsenin imanını (o cahillerin indinde) küfrü sabit olan falanı ve falanı tekfir edene kadar kabul etmemektedirler. Halbuki bu (tekfir etmeyen) insanların çoğu tekfirin şartlarını, usullerini, manilerini, muayyenin tekfir edilme şartlarını bilmeyen insanlardandır. Bundan dolayı ilim ehlinin bile bazen durduğu bu dikenli konulara girmek istememektedirler.
Özellikle bir Müslüman’ı tekfir etmenin tehlikeli olduğu hususu, herkesin Allah’ın dininde zaruretle bildiği bir konudur.
Bu sapık inanç bahsettiğimiz insanların çoğunu bu batıl hüccet ile tekfir etmeye itmiştir.
Müslüman’ı tekfir etme tehlikesi ve bir Müslüman’ı tekfir etmenin, bir kafiri tekfir etmemekten daha tehlikeli olduğu beyanı:
ibn Ömer (r.anh) dan Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Kişi Müslüman kardeşini tekfir ettiğinde o küfür ikisinden birine geçer."
Muslim’in bir rivayetinde ise: “Eğer adam dediği gibi ise kâfirdir, değilse küfür ona döner.” (Buhari-Ebu Davud)
İmam Nevevi (rh) bu hadise şöyle bir başlık atmıştır
Bab: 'Müslüman kardeşine ey kafir diyen kimsenin imanının hali’ devamla diyor ki:
Küfrün dönmesi tevilinde ihtilaf edilmiştir. Denildi ki: Bu dönmek helal kılan hakkındadır. Ve yine denildi ki: Bu müminleri tekfir eden haricilere hamledilmektedir. Kadı İyad (rh) bunu imam Malik (rh) tan nakleder.
Buhari (rh) hadise şöyle bir başlık atmıştır:
'Tevil olmadan Müslüman kardeşini tekfir eden'
bundan anlaşılıyor ki, tevil olmadan Müslüman kardeşini tekfir etmek küfür bir fiildir. Ancak Malikilerin ve hadis ehlinin dışında âlimlerin cumhurunun tekfir etmediği haricilerin durumu gibi tevil bulunduğu zaman Müslüman’ı tekfir eden tekfir edilmez.
Şeyh Ebu Basir diyor ki:Küfür açık olan kâfiri tekfir etmemek bir yanlış ve imanı bozan akidevi bir sapıklık olduğu gibi, bir Müslüman’ı tekfir etmekte bir yanlış ve sonu hiç iyi olmayan akidevi bir sapıklıktır. Şu bilinmelidir ki: Bir Müslüman’ı tekfir etme konusunda hata yapmak bir kâfiri tekfir etmeme konusunda hata yapmaktan daha tehlikelidir.
Sebebleri ise şunlardır:
1) Müslüman’ı tekfir etmek, Allah ve Rasulunü tekzip etmeyi, kuran ve sünnetle gelen şeri nasları reddetmeyi içerir. Çünkü hikmetli Şari (Allah ve Rasulu) bu insanı İslam sıfatıyla vasıflandırmakta ve Müslümanların hak ettiği hürmeti (değeri) ve hakları vermektedir. Onu tekfir eden ise onu küfür sıfatıyla vasıflandırmakta ve onun İslam dairesinden çıktığına dair hüküm vermektedir. Dolayısıyla onun misali Allah Teala nın helal kıldığını haram, haram kıldığını da helal kılan, sırf hevası ve nefsi için bunu yapan kimsenin misali gibidir. Bunun küfür olduğunda ise şüphe yoktur.
2) Bir Müslüman’ı tekfir etmek ve onu küfür ve eğri yolla itham etmek bu kişinin inandığı ve ondan dolayı Müslüman olduğu İslam’ı küfür saymayı içermektedir. Halbuki Şari bu kişiyi Müslüman saymakta ve ona Müslümanların ve müminlerin lehlerine ve aleyhlerine olan her türlü hakkı vermektedir. Dolayısıyla bir Müslüman’ı tekfir etmek bu yönden imanı ve İslam’ı küfür ile vasıflandırdığı için küfür ve sapıklık sayılır.
3) Bir Müslüman’ı tekfir etmek ve onu küfürle itham etmek onu öldürmek gibidir. Çünkü onu tekfir etmek tehlikeli sonuçlar doğuracak ve İslam’ın tanıdığı bütün hak ve hürmetlerini yok sayacaktır.
Bunun için şer’i naslar bir Müslüman’ı tekfir edeni tekfir etmiştir.
Muslim’in sahihinde geçtiği gibi Allah Rasulu (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Bir Müslüman’ı tekfir etmek onu öldürmek gibidir” ve yine; “Müslüman’ın tümü, kanıda, malı da, ırzı da Müslüman’ın üzerinde haramdır”
Müslüman’ı haksız bir şekilde tekfir etmek bütün bu hürmetleri ihlal etmektedir.
Allah Rasulu (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Kim bir mümine kendisinde olmayan bir söz sarf ederse bu sözün gerekçesini getirene kadar cehennemin radğatul habalın da hapsedilecektir.”
(radğatul habal: cehennem ehlinin kan ve irinlerinin toplandığı yedir)
Haksız bir şekilde bir Müslüman’ı küfür ve dinden çıkmakla itham etmekten daha ağır ve şiddetli bir söz var mıdır? Çünkü bu söz tekfir edilen kimsenin öldürülmesini “Kişi kardeşine ey kâfir dediğinde sanki onu öldürmüş gibidir.” “Bir mûmini lanetlemek onu öldürmek gibidir.” (-sahihul camius-sağir s.710-) ve Müslüman’ın bütün hak ve hürmetlerini yok saymak demektir.
Bunun için ey Müslüman kardeşlerim: Acelecilikten, Allah’ın Müslüman kullarını tekfir edilmesi konusunda vera (takva) azlığından sakının
4) Kâfiri tekfir etmeme konusunda hata yapmak bir kulun hakkına karışmadan sadece Allah’ın hakkında yapılan bir hatadır. Çünkü tekfir etmeyen kişi Allah’ın hükmünde isabet etmemiş olur. Ancak Müslüman’ı tekfir etme konusunda hata yapmak iki hatadır. Biri Allah Tealanın hakkıdır, ikincisi ise kulun hakkıdır. Hâlbuki birinci hata bir ictihaddan veya tevilden kaynaklandıysa Allah Teala onu bağışlayabilir. Ancak diğer hata Allah Teala kendi hakkını bağışlasa da: Müslüman’ı haksız bir şekilde tekfir eden gerekçesini açıklayamadığı sürece Allah Teala mazlum için zalimden kısas alacaktır...
Bundan dolayı ilim ehli muayyen bir kişiye küfür hükmünü verirken çok ihtiyatlı ve dikkatli davranmışlardır. Eğer bir kişinin işlediği küfür 99 yönden küfür sayılıyor ve 1 yönden değil ise onlar bu tek yönle amel edip kendi dinleri için ihtiyatlı davranarak bu kişinin haklarını koruyarak tekfir etmemişlerdir.
Aynı şekilde âlimler bir muayyen kişiyi tekfir etme konusunda bir tereddüt veya zan oluşursa yakini ve selameti isteyerek onu tekfir etmede dururlar. Bu şüphesiz ki dışında hak olmayan tek doğru mezhebdir. Açık deliller bunu desteklemekte ve selefin ameli bunun üzerindedir. Bu meselenin beyanı ise açık sarih İslam’ı ancak küfürden başka bir ihtimali olmayan açık bir küfür bozar.
Sahih bir hadiste şöyle geçmektedir:
“...Onun küfür olduğu konusunda elinizde Allah tan bir burhan (hüccet) olduğu sürece...”
Hattabi (rh) diyor ki: 'bevehan' kelimesinin manası açık ve görülen, yaymak ve göstermekten alınmıştır. Ve Burhan kelimesi konusunda Hafız ibn Hacer diyor ki: Tevil ihtimali olmayan ayet ve sahih bir haberdir.
Bu hadisin gereği şöyledir: “Onların fiilinin tevil ihtimali olduğu sürece onlarla savaşmak caiz değildir.'' (Fethul bari c.B.s. 18)
Fetevayı Hindiyyede şöyle geçmektedir ki: ''Meselede küfrü gerektiren yönler ve onu engelleyen tek yön olduğu halde müftünün o yöne meyletmesi gerekiyor. Ancak kişi küfrü gerektiren bir irade ile açıkladığı halde o zaman tevil ona yaramaz.''
Gazali, Feysalut Tefrika'da şöyle diyor:
“Tekfirin her yerde kat’i bir şekilde idrak edilemeyeceği zannedilememelidir. Bilakis tekfir malları helal kılan, kanları döken, cehennemde ebedi kalma hükmü veren şer’i bir hükümdür ve o diğer şer’i hükümler gibidir. Bazen yakinle idrak edilir bazen zanni galible, bazen tereddütle. Ancak bir türlü tereddüt oluştuğu zaman tekfirde durmak daha evladır.”
İbn hacer Fethul Bari'de şöyle diyor (c.12 s.314):
Gazali diyor ki: Başka bir yol bulunduğu sürece tekfirden sakınmak gerekir. Çünkü tevhidi ikrar edip namaz kılanların kanlarını helal kılmak hatadır. Bin kâfiri hayatta bırakma konusunda hata işlemek, tek bir Müslüman’ın kanını dökme konusunda hata işlemekten daha ehvendir (hafiftir)...
Dinde aşırıya gitmek, Müslümanlardan tekfir edilmesi sahih olmayan kimseleri tekfir etmek, Müslümanların haklarını ve hürmetlerini hafife almak; İslam’ın dünyada öldürmekle ve ahirette elim azap vaat ettiği sapık ve aşırı haricilerin sıfatlarından ve ahlaklarındandır.
(Ebu Basir Cehalet Mazerettir Kitabından alıntıdır)
Hariciler hakkında gelen bazı hadisler
Cabir (r.anh) dan Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ''Kuran okurlar ama okudukları boğazlarından geçmez. Okun avdan geçerek çıktığı gibi Kuran’dan (dinden) çıkarlar.'' (Buhari-Muslim-ibn mace-Ahmed)
Ebu Said el-Hudri (r.anh) dan Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ''Şüphesiz bunun soyundan öyle bir topluluk çıkar ki, Kuran okurlar ama okudukları boğazlarından geçmez. Bunlar putçuları bırakıp ta ehli İslam’ı öldürürler. Okun avı delip çıktığı gibi İslam’dan çıkarlar. Eğer o topluluğa erişirsem Semud kavminin toptan silindiği gibi onları da toptan silip öldüreceğim.”
Başka bir rivayette (sahabelere hitab ederek) şöyle buyurdu: “Biriniz onların namazı yanında kendi namazını, onların oruçları yanında kendi orucunu küçük görür. Okun avı delip çıktığı gibi İslam’dan çıkarlar. Okun demir kısmına bakılır ondan bir şey bulunmaz. Sonra okun giriş kısmına bakılır onda bir şey bulunmaz. Sonra okun ağaç kısmına bakılır onda bir şey bulunmaz, sonra okun tüylü kısmına bakılır ondada bir şey bulunmaz. Hâlbuki ok avın karnını delip geçmiştir.” (Buhari-Muslim-Nesai-Ebu Davud)
Başka bir rivayette ''Ummetimin içerisinde ve insanların tefrikaya düştükleri zaman ortaya çıkacak olanlar....Bunlar halkın en şerlilerindendir''
Ali(ra)dan Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Ahir zamanda yaşları küçük, düşünceleri değersiz ve aşağı bir toplum ortaya çıkar. Yaratıkların en hayırlısının sözünü söylerler... Onlarla karşılaşırsanız onları öldürünüz. Çünkü onların öldürülmesi kıyamet günü onları öldüren için Allah katında sevab olur.
Başka bir rivayette ise''Onlarla savaşan ordu, Peygamberlerin (sav) dilinde kendileri için ne gibi güzel vaat verildiğini bilseydi, artık başka amel işlemeyi bırakır buna güvenirdi.
Ebu Zer (r.anh)dan Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu : ''....dinden çıkacaklardır. Sonra dine geri dönmezler. Bunlar halkın ve mahlûkatın en şerlileridirler. (Muslim- ibn Mace-Darimi-Ahmed)
İbn Ebi Evfa (r.anh)'dan Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
''Hariciler cehennemin köpekleridirler."(ibn Mace ravileri güvenilir kimselerdir. Ancak el-Ameş ile sahabe arasında kopuklu vardır der)
Haricilerin Bazı Özellikleri:
Şeyh Makdisi; haricilerden bahsederek onların sıfatlarını anlattı. Biz ise bunu özetleyerek aktarıyoruz….
-Müslümanları tekfir etmek konusunda taşkın ve cesurdurlar. İbn Ömer bunlar için şöyle der:
‘Bunlar insanların en şerlileridir. Kafirler hakkında inen ayetleri almış ve Müslümanlara uygulamışlardır.’
(Buhari muallak olarak ‘İnkarcıların ve Haricilerin öldürülmesi’ babında)
-Tekfir ettiklerinin canlarını mallarını ve namuslarını da helal görürüler. Muhaliflerini öldürür, mallarını ganimet olarak alır ve kadınlarını esir edinirler. Bu ise Rasulullah (s.a.v.) in onlar için söylediği ‘Putperestleri bırakır Müslümanlarla savaşırlar.’ Sözünün doğruluğunu gösterir.
- Müslümanların en hayırlılarına karşı pervasızlıkları, haksızlıkları ve taşkınlıkları, ispat edemeden ve sadece kötü zan ile insanların hatalarını bayraklaştırmaları da temel niteliklerinden. Onların bu durumu ne kadar kibirli olduklarını, nefislerine uyduklarını, Müslümanları nasıl hor gördüklerini ve onlara nasıl tepeden baktıklarını gösterir.
-Şeri delilleri almadan, Şarinin ondan maksadını kavramadan ve nassların neye delalet ettiğini bilmeden hüküm vermeleridir. Anlayışları bozuktur. Nitekim Rasulullah (sav) onları ‘akılca kıt’ (Muslim’in rivayet ettiği hadisten bir bölümdür.) diye nitelemiştir. Sünnetin, kuranı açıklamasından kendilerini mahrum bıraktıkları için bocalamışlar, meselelerde birbirlerini tekfir etmişler, sonra tövbe etmişler ancak daha sonra yaptıkları bu tövbenin de hata olduğunu söylemişlerdir. Bütün bunlar delillendirme yöntemini bilmedikleri ve kavrayışlarını yetersizliği sebebiyle olmuştur.
- Şeri ahkamda katı tutum tutunmaları, Allah Tealanın Müslümanlar için tanıdığı kolaylığı tanımamaları ve ümmetin işini zorlaştırmaları da onların vasıflarındandır.
-Müteşabih ayetlere uyarlar ve muhkem olan ayetleri ölçü almazlar. Taberi, Tahzibu’l-Asar’da , ibn Hacer’in sahih olduğunu belirttiği bir senet ile hariciler hakkında ibn Abbas (ra) tan şöyle rivayet eder:
‘’Kur'anın muhkemlerine iman ederler ancak muteşabihleri ile helak olurlar ‘’ (Fethu’l Bari ‘Mürtetlere istitabenin uygulanması’ babında )
- Batıl görüşlerini yaldızlarlar ve ona hak süsü verirler. Bu nedenle ciddi bilgisi veya derin basireti olmayan kişiler onlara kanar ve peşlerinden giderler. (30 Risale s.405-409)
Müslümanları tekfir eden haricilerin hükmü
İbn Kudame (rh) şöyle diyor: ''Günah nedeniyle tekfir eden; Osman, Ali, Talha, Zubeyri (r.anhum) ve sahabelerin çoğunu tekfir eden ve kendileriyle beraber olanların dışında Müslümanların kanlarını ve mallarını helal kılan hariciler ashabımızda muteahhir (sonra gelen) fakihlerin sözünün zahirine göre bağilerdir. Onların hükmü bağilerin hükmü gibidir. Bu söz Ebu Hanife, Şafii ve fakihlerin cumhurunun sözüdür.
Hadis ehlinin çoğu ve Malik; Hariciler istitabe edilir derler. Tövbe etmedikleri zaman kâfir oldukları için değil, fasit oldukları ve ifsat ettikleri için öldürülürler.
….Hadis ehlinden bir taife haricilerin mürted, kâfir olduklarını söylerler. Onların hükmü mürtetlerin hükmü gibidir derler. Kanları ve malları helal kılınır. Bir yere sığınıp güç sahibi oldukları zaman sair kâfirler gibi harb ehli olurlar ve imamın elinde oldukları zaman mürtetlerin istitabe edildikleri gibi istitabe edilirler. Tövbe etmedikleri zaman öldürülürler ve onların malları fey olur.
(Ganimet: savaştıktan sonra kafir mallarıdır, Fey ise; savaş olmadan Müslüman gücü ve korkusu ile kazanılan mallardır..)
Müslüman varisleri onlarda miras almaz....(delillerini zikrettikten sonra)
.....Fakihlerin çoğu haricilerin kafir olmadıkları ve baği olmadıkları görüşündedirler.
ibn Munzir: Şöyle der: Haricileri tekfir edip onları mürtet ilan etme konusunda hadis ehline muvafık bir kimseyi bilmiyorum. İnşeAllah sahih olan görüş şudur ki: Hariciler savaşa başlamasalar da onların öldürülmesi caizdir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Onları öldürmeyi emretti ve onları öldürene sevap vaat etti. (el-Muğni c.14 s.58 ve sonrası)
Fethu'l Mulhim kitabından alıntılar:
Hafız ibni hacer şöyle der: Hadisten anlaşılıyor ki haricilerle savaşmak ve onları öldürmek ancak onları hakka dönmeye davet ve onların mazeretlerini iptal etmek suretiyle onlara hüccet ikame edildikten sonra caiz olur. Buhari, ayeti başlığında yazmasıyla buna işaret etmiştir. Aynı zamanda hadis, haricileri tekfir edenlerin delillerindendir. Bu görüş Buhari’nin yaptığının gereğidir.
Çünkü onları mulhidlerle (kâfirlerle) beraber zikretmiştir. Sonra onlardan tevil sahiplerini bir başlıkla ayırmıştır.
El Kadı Ebu Bekir İbn'ul Arabî (rh) Tirmizinin şerhinde şöyle der:
Sahih olan görüş kâfir olmalarıdır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) onlar hakkında şöyle buyurdu:
'' İslam’dan çıkarlar, Ad kavminin helakı gibi bir helak ile onları öldüreceğim” başka bir lafızda semud kavmi geçer. Bu iki kavimden her biri ancak küfür sebebiyle helak olmuşlardır. Aynı şekilde şu hadis ''İnsanların en şerlileridirler'' bu vasıfla ancak kâfirler vasıflandırılırlar. ''Allah Tealanın en fazla buğz ettiği insanlardır''
Onlara muhalif olanlara küfür ve cehennemde ebedi kalmakla hükmettikleri için bu hükmü kendileri daha çok hak etmektedirler. Müteahhir âlimlerden bu görüşe meyl edenlerden Şeyh Takiyyuddin es- Subki, fetvalarında şöyle der:
''Haricilerin ve Rafızîlerin gulatlarını tekfir edenler, o iki taifenin sahabelerin meşhur zatlarını tekfir etmelerini delil gösterdiler. Çünkü Peygamber (sav) in söz konusu sahabelere yapmış olduğu cennet tanıklığını yalanlamış durumundadırlar. Daha sonra devamla şöyle dedi: O huccet bana göre sahih bir huccettir.
Hafız Keşmiri şöyle der: Hadiste geçen 'dinden marik' kelimesine gelince Hafız ibn Hacer (rh) bu kelimenin evveli manasının mürtet olduğunu söyledi ve hadislerden bu tefsirine şahitler nakletti. Bu isim yani dinden ve İslam’dan 'marık'lık meşhur hadislerde haricilerin hakkında gelen isimdir. Dolayısıyla onların hükmü riddet olmuştur.
Kurtubi (rh) el-mufhim kitabında şöyle der: ''Ebu Said hadisinde gelen benzetme haricilerin kâfir olduklarına dair olan görüşü te’yid eder. Zira hadisin zahirinden kastedilen ‘Okun hedeften geçerek ondan (yada yaydan) çıktığı gibi onlarda İslam’dan çıkmışlardır.'
Kadi İyaz eş-Şifa kitabında şöyle der: Ümmetin sapık olduğuna veya sahabelerin tekfir edilmelerine ulaştıracak bir sözü söyleyen her kimsenin kâfir olduğunda şüphe yoktur.
İmam Keşmiri (rh) şöyle der: Hak olan görüş 'marık' kelimesinin imandan küfre daha yakın olmasıdır. Bu konuda bulduğum en açık delil, ibn Macede geçen şu hadistir:
“Ebu Umame diyor ki: Bunlar (hariciler) Müslüman idiler sonra kâfir oldular. Dedim ki: ey Ebu Umame bu söz senin söylediğin bir söz müdür? yoksa işittiğin bir söz müdür?
Dedi ki: Hayır bunu Rasulullah (sav)den duydum.
( Hafız Muhammed bin İbrahim el-yemani isarul hak eserinde bu hadisin isnadına hasen dedi. Tirmizide bu hadisin özetine hasen demiştir. )
İbn Hacer (rh) şöyle der: Sünnet ehlinden usul âlimleri, haricilerin fasık oldukları kelime-i şahadeti telaffuz ettikleri ve İslam’ın rükünlerini yerine getirdikleri için İslam’ın hükmünün üzerlerinde cari (geçerli) olduğu. Ancak fasit bir tevile dayanarak Müslümanları tekfir ettikleri için fasık oldukları ve bu tevil onların kendilerine muhalif olanların kanlarını ve mallarını helal kılmalarına ve onlara küfür ve şirk hükmü ile şahidlik etmelerine onları sürüklediği görüşünü seçmişlerdir.
Hattabi şöyle der: İslam âlimleri haricilerin sapık olmalarına rağmen Müslüman fırkalarından bir fırka olmaları onlarla evlenmek ve onların kestiklerini yemenin caiz olduğu ve İslam’ın aslına tutuldukları sürece kafir olmadıkları konusunda görüş birliği içindedirler.
Kadı İyaz şöyle der: Neredeyse bu mesele en çelişkili meselelerden olmuştur. Fakih Abdulhak imam Ebul Meali’ye bu mesele hakkında soru sormuşlar İmam Ebul Meali ise ümmete bir kâfiri sokmak veya ümmetten bir Müslüman’ı çıkarmak dinde tehlikesinin muazzam bir şey olduğunu beyan ederek cevap vermekten özür dilemiştir.
Devamla Kadı İyaz şöyle der: Bundan önce Kadı Ebu Bekir el-Bakillani de bu konuda durdu ve dedi ki: Bu insanlar küfrü açık bir şekilde işlemediler ancak küfre sürükleyen (ulaştıran) sözleri söylediler.
Kurtubi el-Mufhimde şöyle der: Hadisten dolayı kâfir oldukları görüşü daha kuvvetlidir... Tekfir bahsi tehlikeli bir konudur ve biz selamete eşit bir şey saymıyoruz.
( Fethu'l Mulhim kitabından 5.cilt sayfa153 ve sonrasındakiler özetlenerek aktarılmıştır. Araştırmak isteyenler için orada uzun bir bahis vardır. Müellif (rh) bahsin sonunda haricilerin tevili fasit olduğundan dolayı haricilerin kâfir olduğunu söyleyen görüşü tercih eder.)
Şeyh Ebu Basir şöyle der: Derim ki şüpheler güçlü olduğu kadar ve şeri bir dayanağı olduğu kadar sahibini mazur kılar. Şubhelerin gücü ve dayanağı olduğu kadar sahibini mazur kılar. Şüphelerin gücü ve dayanağı yok olduğu, sahibi kafi şeri hüccet gördüğü zaman ona mazeret kalmaz. Dolayısıyla ilim ehli Hariciler ve benzerlerine küfür hükmü verme konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi onların tekfirinde tevakkuf edip onları baği Müslüman saymış kimisi de onları İslam dan çıkaran kafir hükmü vermiştir. Bu ihtilafın sebebi her iki kesimin Haricilerin küfrüne mani olan şühelere bakış açılarının farklılığıdır.
p
İbn Teymiyye (rh) (Feteva c.28 s.5185) şöyle diyor:
’ (alimler haricilerin) tekfirinde ihtilaf etmişlerdir. Malik ve Ahmedin mezhebinde 2 görüş vardır. Şafii mezhebinde de onları tekfir etme hususunda ihtilaf vardır. Ahmedin mezhebindeki iki görüşten biri onların baği olduklarıdır. İkincisi ise murtet kafir olduklarıdır. Dolayısıyla onlarla savaşa başlamamız, onlardan alınan esirleri öldürmemiz ve onlardan kaçanları takib etmemiz caizdir. Onlardan ellerimize esir düşen kimseye mürtet gibi istitabe uygulanır, yoksa öldürülür…’
Sonra şöyle dedi: ‘Ali(r.anh) ve diğer imamların hariciler hakkında söylediği sözlerden anlaşılan, hariciler İslam ın aslından dönen mürtetler gibi kafir değillerdir. Bu görüş Ahmet ve diğer imamların kendi sözleri olarak nakledilen görüştür. Buna rağmen onların hükmü Cemel ve Sıffın'da savaşanların hükmü gibi değildir. Bilakis onlar üçüncü bir çeşittir. Bu görüş onların hakkında nakledilen üç görüşün en sahih olanıdır.’
(Ebu Basir) derim ki: Hariciler ve onlar gibilerin sapıklıkları şubhelerinin hacmi çeşidi, güçlülüğü, zayıflığı yönünden birbirine eşit değildir. Yine onların sapıklıkları ve İslam dan uzaklaşmaları derece olarak bir değildir. Dolayısıyla her durumun farklı hükme sahip olması kaçınılmaz bir şeydir. Onlardan her şahsın, kendi şubhelerinin hacmine ve çeşidine, sapıklığının derecesine bağlı olan, farklı hükmü vardır.
Biz genel olarak deriz ki: kişi ister haricilerden ister başkalarından olsun, tekfirin şartları yerine gelip manileri ortadan kalktığı zaman, o kişinin muayyen olarak tekfir edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Dolayısıyla kişinin hakkında tekfirin şartları bulunduğu zaman kişinin haricilere veya başka sapık fırkalara mensup olması tekfir manilerinden biri sayılmaz. (Tekfir Kuralları s.214)
Tekfirin şartlarını ve manilerine bilmeyen avam veya âlimin, muayyenin tekfirine dalmasının imanın şartlarından olması mümkün olmadığı gibi, bu iş değil vacip, caiz dahi değildir...
Şeyh Ebu Basir’e şöyle soruldu:
Soru:Bazıları şöyle diyor: Sadece alimler muayyen bir şahsı tekfir etmeye kalkışabilirler. Onlardan başka hiç kimsenin (muayyen şahsı) tekfir etmesi caiz değildir. Bu söz ne kadar doğrudur.
Cevap: Elhamdulillahi Rabbil Alemin. Bu söz mutlak anlamda söylenirse doğru değildir. Bir yönden doğru bir yönden yanlıştır.
Tekfir edilmesi istenen muayyen kişinin küfrü muteşabih, ihtimalli, şartlara ve manilere bakılması gereken bir küfür olduğu halde, bu söz doğrudur. Çünkü bu tür tekfirin şüphesiz ki ilme içtihada ve takvaya ihtiyacı vardır. Dolayısıyla avam halkın; vasfı ve hali böyle olan kimselerin tekfirine girmelerini tavsiye etmiyoruz, ilim ehline sormaları gerekir.
Tekfir edilmesi istenen muayyen kişinin küfrü, Yahudiler Hıristiyanlar Mecusiler putperestler komünistler ateistler ve İslam’ın ana temellerini yalanlayanların küfrü gibi açık ve net olduğu halde, bu söz (yani sorulan soruyu kast ediyor) yanlıştır. Zira avam olsun alim olsun herkes bu tür kafirleri tekfir etmelidir. Burada tekfir eden kişinin ilim ve içtihat ehlinden olması şart değildir. Bilakis Müslümanların avamlarından her biri bu tür suçlu kafirleri tekfir etmeli ve onlardan beri olmalıdır.
Zira Müslümanların avamı, kafiri-müminden, şirki-tevhidten ayıramadan, şirkten-müşriklerden ve tüm kafir milletlerden bera akidesini nasıl diriltecebilecekler ki?
Malumdur ki küfrü ve kafiri bilmek; küfürden ve kafirlerden beri olmanın gereklerindendir. Dolayısıyla hak ehli ile batıl ehlini ve tevhidle şirki birbirinden ayırmak gerekiyor. Aksi takdirde bir şeyi bilmeyen o şeyi vermeye güç yetiremez.
Soru: Tekfirciler kimlerdir. Müslüman toplumlarında asl olan İslam mıdır? Yoksa küfür müdür?
Cevap: Elhamdulillahi Rabb'il Alemin. Bu soru yanlıştır. Belki şöyle demek istedin; tekfirde aşırıya gidenler kimlerdir?
İnsanların arasında yaygın olan ‘tekfirci’ kelimesi Muhammed (sav), Sahabe-i kiram (r.anhum) ve onlara güzellikle tabi olanları da kapsar. Çünkü onlar , Allah’ın küfür hükmünü verdiği, tekfir edilmeyi hak eden kimseleri tekfir ediyorlardı. Ancak tekfir de aşırıya kaçanlar, aşırılığa ve ifrata düşmüşlerdir. Dolayısıyla, zanla ve küfür derecesine ulaşmayan günah ile tekfir etmişlerdir. Böylece mutlak (genel) sözlerinde ve verdikleri hükümlerin çoğunda, ilk haricilerin yoluna muvafık olmuşlardır.
Sormuş olduğun sorunun ikinci kısmına (Müslüman toplumlarında asl olan….) gelince;.. eğer insanları kast ediyorsan, İslam'a muhalif bir fiil izhar etmedikleri sürece, evet onlarda asl olan İslam'dır. Yok eğer o toplumlara egemen olan rejimleri ve kanunları kast ediyorsan, onlar cahili-kafir rejimlerdir.
(Ebu Basir ‘Tekfirin Kuralları’ s.219-230 arası özetlenerek aktarılmıştır.)
Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: genel olarak dinin bütün konularında başta tekfir konuları olmak üzere akidevi konularda fıkhi konularda veya dinin en basit konularında konuşmak ancak ilimden sonra caiz olur.
Bunun için İmam Buhari (rh) şöyle bir başlık atmıştır: ''İlim söz ve amelden önce olmalıdır'' Dolayısıyla taharet meselelerinde dahi ilimsizce konuşmak caiz olmadığı gibi; tekfirin şartlarını ikrah, cehalet, tevil, intifaul kast gibi manilerini bilmeden muayyenin tekfir edilmesinin caiz olmaması daha evladır.
Bu görüş Allah’ın dininde kabul etmiş olduğumuz görüştür. Biz deriz ki her insan akidesini ve dinin emirlerini öğrenmelidir. Aynı şekilde imanı bozup küfre sokan her türlü fiilden sakınmalıdır. Bu söz haktır. Ancak bu söz ile muayyen kişilere iman küfür hükmü vermek arasında ne yakından nede uzaktan hiçbir alakası yoktur...
Bir kişi küfür fiili işleyen bir muayyenin hükmünü bilmesine ihtiyaç duyduğu zaman dinin sair hükümlerini öğrenir gibi bu meseleyi ehliyet sahibi bir ilim adamına sormalıdır yada tekfir konusunun bütün usullerini ve feri konularını öğrenmek zorundadır. Bence böyle bir şey kısa zamanda mümkün değildir. Her kişi içinde mümkün değildir. Çünkü böyle meselelerde hüküm vermek için kişi içtihat mertebesine ulaşmış olmalıdır. Zira bu meseleler dinin en zor en tehlikeli ve en kritik konularındandır. Nice âlimler bu meselenin eşiklerinde durmuşlardır. Bundan dolayı İslam devletinde bu meseleler alimlerin müçtehit olmasını şart koştuğu kadının görevlerindendir.
NOT: insanlar arasında küfrü meşhur olan ve mutevatir bir şekilde İslam’a savaş açtığı, İslam’ın ehline buğz ettiği, küfür eylemleri işlediği ve alimlerin onun hakkında küfür fetvaları verdiği kimseyi avamlarda tekfir edebilir.
Ancak insanların imanını sahih saymak için falanı veya falanı tekfir etmelerini şart koşmak açık bir bidattir. Sarih bir delalettir. Nasıl olmasın ki. Bu sözle amel edenlerin bir selefi yoktur.
Akide konularında konuşan hiçbir alim böyle bir şarttan bahsetmemiştir. İşte şeyhul İslam ibn Teymiyye (rh) şeriatı ilk değiştiren tatarların zamanında yaşamıştır. Tatarlar şeriatı bırakıp Yesakkanunu ile hükmedip dinden çıkmışlardır. Ancak şeyhul İslam ibn Teymiyye(rh) o dönemde yaşayan Müslüman avamların imanlarını sahih saymak için Tatarları tekfir etmelerinin şart olduğunusöylememiştir. Halbuki onların zamanındaki Müslümanların büyük bir kısmı hatta bazı alimler bileTatarları tekfir etmemiş ve Tatarlar kelime-i şahadeti telaffuz ettikleri için onlara Müslüman hükmüverenler dahi olmuştur. Buna rağmen ne ibn Teymiyye (rh) nede o zamanda yaşayan ehli sünnetalimlerinden hiç kimse onları tekfir etmemiştir.
Aynı Hafız ibn Kesir (rh) Şeriatı ilk değiştiren tatarların kafir olduklarında icma nakletmiştir. Ancak onları tekfir etmeyenlerin kafir olduklarını söylememiştir.
Kafiri tekfir etmeyen kafir midir!?
Bu kuralı eski alimlerin kitablarında ne küfür çeşitleri nede küfür sebebleri arasında görmedim. Yani küfür olan söz, fiil ve tevhidi bozan unsurlardan bahseden eski alimlerimiz 'kafiri tekfir etmemeyi' küfür sebebi olarak zikretmemişlerdir.
Ancak bazı eski alimlerimiz Yahudi ve Hıristiyanlardan bahsederken şöyle demişlerdir:
''Onlar kafirlerdir. Onları tekfir etmeyen yada kafir oldukları konusunda şüphe eden kimsede kafirdir''
Böyle bir söz Kadı İyaz gibi bazı eski alimlerimizden nakledilmiştir. Ancak inşallah ilerde belirteceğimiz gibi; böyle bir hükmü verme sebebi kafiri tekfir etmemek değil, Kur'anda kati bir nassı yalanlamaktır. Çünkü Yahudi ve Hıristiyan gibilerinin küfrü kuranda kati olan bir nasla sabit olmuş ve dinde zaruretle bilinen konulardandır. Onları tekfir etmeyen ise Kur'anda kati bir nassı yalanlamış olur. Bu şüphesiz ki açık bir küfürdür. Çünkü Kur'anın herhangi bir harfini yalanlamak; bu harfin konusuna bakmadan küfürdür. Bu harfin konusu ister bir Müslüman’ı tekfir etmek, ister bir kafiri tekfir etmemek, isterse daha küçük bir şey olsun önemli değildir. Çünkü meselenin illeti tekziptir.
Örneğin: Kim iftira haddinin 81 sopa olduğunu söylerse, Kur'anda iftira haddini açıklayan ayeti gördükten sonra (ikametul hücce) ısrar ederse kafir olur. Tabi ki bu meselede illetin şartı söz konusu ayetin manasının kati olmasıdır. Yani söz konusu ayet delaleti kati bir ayet olmalıdır. Dolayısıyla söz konusu ayetin manası ihtimallere açık olduğu zaman tekfir etmek söz konusu değildir. Örneğin: "kadınlara dokunduğunuz zaman" (Maide 6)
Muasır cihad alimlerimiz meseleyi bu şekilde beyan ederler. Bu meselede küfrün sebebi kafiri tekfir etmemek değil, Kur'an ve sünneti yalanlamak olduğunu söylerler.
Şeyh Makdisi şöyle der:Tekfir konusunda yapılan en yaygın hatalardan biri de ‘Kafiri tekfir etmeyen kafir olur’ kuralının, gerekli ayırım yapmaksızın herkes için kullanılmasıdır. Bu kuralın kötüye kullanılması gençler arasında genel bir musibet umumi bir bela olmuştur. Öyle ki aşırıların liderliğini kimileri ; bu kuralı dinin aslı ve sıhhatinin şartı saymakta, İslam’ın varlığını veya yokluğunu ona bağlamakta, vela ve bera ilişkilerini bu kurala göre uygulamakta ve bu kuralı mutlak olarak kullanan kişileri Müslüman dostları olarak kabul edip, bu kuralın bazı unsurlarında onlara muhalefet edenleri ise düşman sayarak tekfir etmektedirler…
Böylece anlaşılmaktadır ki, bu kuralı hakikati ve açıklaması şu şekildedir:
Kuran veya sünnetin açık ve kesin olarak kafir olduğunu belirttiği ve tekfirin bütün şartlarının bulunduğu ve engellerin kalkmadığı kişiyi tekfir etmeyen kimse, kuran ve sünneti yalanlamış olacağından, icma ile kafir olur. Delillerini gördükten sonra ve alimlerin görüşlerini öğrendikten sonra bu kuralın gerçeği ve tefsiri budur.
Kişi açık nassı bildiğini ve buna rağmen onu reddettiğini açıklayıp itiraf etmedikçe, onu bundan dolayı sorumlu tutmak, dolayısıyla tekfir etmek doğru olmaz. Bu kuralın gerçeği budur. Çünkü o takdirde mesele dolaylı olarak veya meal yoluyla tekfir etmeye dönüşür. Meal yoluyla tekfir etmenin yanlışlığı ve ancak mezheb sahibinin mezhebinin lüzumunu bilmesi ve kabullenmesi halinde mezhebinin hükmünün onu bağlayacağını ileride belirteceğiz…
İbn Teymiyye (rh)ın ittihat fırkasının küfür sözlerini aktardıktan sonra şöyle der:
‘Bu anlamların hepsi ‘El-Fusus’ isimli kitabın sahibinin sözleridir. Bu kişinin hangi akide üzere öldüğünü Allah telala bilir.’ (Mecmuul Fetava c.2 s.284 ayrıca c.2 s.91 Daru İbn Hazm baskısı)
Bütün bunlar, imamların insanları tekfir etme konusunda, özellikle ihtimalin bulunması veya hangi akide üzere öldüğünün bilinmemesi halinde ne kadar ihtiyatlı hareket ettiklerini göstermektedir…
İbn Teymiyye (rh) tekfir konusunda yapılan hataların sebeplerini (bu mazeretle hakkında daha fazla bilgi için bkz; İbn Teymiyye Raful Melam anil Eimmetil Alam s.20);
1) Delillerin çatışması. Bu ise delillerin tevil edilmesini gerektirir.
2) Kişinin İslam'a yeni girmiş olması yada uzak bir çölde yaşamışolmazı veya buna benzer başka bir sebebten dolayı bazı nassların kendisine ulaşmamış olması
3) Nasların kişinin yanında sabit olmaması
4) Kişinin yeterince ilim sahibi olmaması sebebi ile, kendisine ulaşan nasları anlamada eksik kalması
5) Kişinin doğruyu aramasına rağmen, kendisinin mazur sayılmasına sebep olacak bazı şüphelere kapılmış olması(30 Risale s.195)
Şeyh Makdisi bu kuralın yanlış kullanıldığının örneklerinden birini şöyle aktarır;
Abdullatif bin Abdurrahman bin Hasan Aluş Şeyh (rh) ; ‘Abd bin Abdurrahman bin Hasandan Abdulaziz el-Hatib e’ başlığını kullanarak şöyle der: ……..
64 yılında İhsa da aslen Farisli olan sizin gibi iki kişi gördüm. Bunlar cemaate ve cumaya gitmiyorlar ve o memlekette bulunan Müslümanları tekfir ediyorlardı. Gerekçeleri ise sizin gerekçeleriniz gibi aynı sebeplerdi. Derler ki İhsa halkı İbn-i Feyruz ve benzerleri ile oturup kalkarlar. Ki İbn Feyruz tagutları ve imam Muhammed in davetini kabul etmeyip düşmanlık yapan dedesini tekfir etmemektedir. Dolayısıyla bu halde olan dedesini açıkça tekfir etmeyenler, Allah Tealaya küfretmiş ve tagutu inkar etmiş olurlar. Onunla oturup kalkanlar onun gibidirler. Yalan ve yanlış olan bu iki esas üzerine küfür hükümlerini bina etmişler ve selamı almayı dahi terk etmişlerdir. Durumları bana iletildi, kendilerini çağırdım ve tehdit ettim. Ağır şeyler söyledim.
Önce Muhammed bin Abdulvehab'ın akidesinde olduklarını iddia ettiler. O anda toplantıda olan bilgiler ile şüphelerini ortaya çıkardım ve sapık anlayışlarını çürüttüm. İmam Muhammed in bu akide ve mezhepten beri olduğunu söyledim. Çünkü kendisi küfür olduğunda icma edilen şirk, Allahu Tealanın ayetlerini ve rasullerini inkar gibi konular dışında insanları tekfir etmezdi. Bu tür konularda da öncelikle insanlara hüccet ikamesinde bulunur ve tekfir için gerekli olan araştırmayı yapardı. Ki iman ile ilim ehli de zaten bu konuda icma etmişlerdir.
Adı geçen bu kişi pişmanlık duyarak tövbe ettiler ve hakkı anladıklarını iddia ettiler. Ancak sahile gittiklerinde eski söylemlerine geri döndüler. Daha sonraları ise, mısır hükümdarı ile mektuplaştıklarını gerekçe göstererek Müslümanların imamlarını ve hatta imamların mısır hükümdarı ile yazıştıkları esnada mecliste bulunan diğer kişileri dahi tekfir ettiklerini duyduk. Hidayetten sonra delalete düşmekten Allah Tealaya sığınırız.
Sonuç olarak ve şimdiye kadar aktardığımız ayrıntılı bilgilere dayanarak diyoruz ki: Yönetici konumundaki tagutların, onların yardımcılarının, asker ve ordularının tekfir edilmesi konusunda kendisine göre çelişkili bulduğu nasslardan (burada ‘kendisine göre’ dedik çünkü hiçbir konuda vahyin nassları arasında çelişki olmaz.
Allah Teala şöyle buyurur: ‘Elif Lam Ra! (bu sana indirilen), hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış, sonrada (her yönüyle) açıklanış bir kitaptır.’(Hud suresi 1)
Eksik anlama veya nassları uzaklaştırma ve her birini yerli yerinde kullanma bilgisinin yetersizliğinden dolayı yahut sahih veya sabit olmayan şeyler ile delillendirme yada sahih olduğu halde kişinin eline geçmemesi veya nasih mensuhu bilmeme önce gelen ile sonra gelen nassları seçmeme veya bilinen birleştirme ve tercih yollarını anlamama sebebiyle zihinlerde çelişki ortaya çıkabilir.) veya içinden çıkamayacağı muşkillerden dolayı, onların tekfirinde duraksayan kişileri biz asla tekfir etmiyoruz. (ilimde yeterince derinleşmemiş olan bazıları; La İlahe İllallah dedikleri için veya namaz kıldıkları için yada yukarıda birer birer açıkladığımız başka şüpheler sebebiyle onları tekfir etmekten kaçınmaktadır.)
Sırf bu muhalefetlerinden dolayı Tevhid akidesine sahip oldukları ve duraksamalarının sebebi bilgisizlikleri, bazı şubheleri veya zihinlerinde nassların çelişmesi olduğu sürece onlar hakkında ‘Kafiri tekfir etmeyen kafir olur’ kuralının uygulanmasını da doğru görmüyoruz. Çünkü bu sebeplerden dolayı tekfirde duraksamak, tagutları ve destekçilerini tekfir etmeyi gerektiren açık nassları inkar etmeyi veya reddetmeyi gerektirmez. Yeter ki bu durumları, onları, küfre götüren bir fiili işlemeye sevk etmesin. Onların ordularına katılmak, onlara yardım etmek, küfür kanunlarını desteklemek, yasalaştırılmasına katılmak, uygulamak, korumak ve hakem tanımak gibi açık bir küfre girmemeleri şartıyla duraksamalarını anlayışla karşılıyoruz. Allah ın izni ile bu bölümün sonunda bunlar üzerinde daha da duracağız. Bu söylediklerimiz, ilk defa söylediğimiz sözlerde değildir. Aksine bundan bu sözlerin benzerini söyledik.
İbn Teyniyye (rh) Ubeydilerin insanların en kafirlerinden olduğunu belirtmektedir. Nasıl bir irtidat içinde oldukları ve şeriatı nasıl değiştirdikleri bilinmektedir. Onlardan masum bir imamın bulunduğunu ancak cahil veya bilmeden konuşan bir zındığın iddia edebileceğini söylemektedir. Ancak onların mümin olduğunu söyleyip, tekfir etmeyenin kafir olduğunu söylemediği gibi defalarca mutlak olarak kullandığı ‘kafiri tekfir etmeyen kafir olur’ kuralını da böyle bir kişi için uygulamamaktadır. ( Mecmu’ul Fetava c.35 s.79)
Şöyle der: Bunların (Ubeydilerin) münafıklardan olduklarına, Müslüman olarak görünüp aslen kafir olduklarına ümmet ve bu ümmetin imamları şahitlik etmektedir.onların mümin olduğuna şahitlik yapan kişi, bilmediği bir şeye şahitlik yapıyor olabilir. ( Mecmu’ul Feteva c.35 s.80)
Şöyle devam eder; ‘Durum böyle olunca, onların nesebinin veya imanının sahih olduğuna kim şahitlik ederse, en azından bilmeden şahitlik etmiş olur. Bu ise imamların ittifakı ile haramdır. ( Mecmu’ul Fetava c.35 s.81)
Şeyhul İslam İbn Teymiyye (rh) ın bu sözüne dikkat edilmesi gerekir. Çünkü küfürleri günümüz tagutlarından daha az olmayan Ubeydileri tekfir etmeyenleri kafir olarak saymamaktadır. Sakın ifrat ile tefrite kaçarak bu kuralı dinin temeli ve İslam ın varlığı veya yokluğunu ona bağlayanlardan olma… insanların en kötüleri olsa da tagutları tekfir edenleri yakın dost sayan, cehalet veya içtihat nedeniyle ona muhalefet edenleri düşman hatta Allah’ın düşmanı sayanlardan olma. Beni de senide yanılma ve ayakların kaydığı yerlerden korumasını ve sözü dinleyip en iyisine uyanlardan kılmasını Allah Teala dan dilerim..
İbn Teymiyye nin şu sözünü hatırlatmak isterim; bidat ehlinin ayıplarından biri; birbirlerini tekfir etmeleridir. İlim ehlinin güzel vasıflarından biri; birbirlerini tekfir etmeden hatalarını birbirlerine aktarmalarıdır. Bunu sebebi ise; küfür olmayan bir fiili, birinin küfür zannetmesini engellemektir. Halbuki bu fiil küfürde olabilir. Çünkü kendisi bunun peygamberi yalanlamak ve Allah Tealaya sövmek olduğu kanaatine varmıştır. Ancak bir başkası bu kanaate varmamış olabilir. Kişinin durumunu bildiği kişiyi tekfir etmesi, durumunu bilmediği kişiyi de tekfir etmesini gerektirmez. ( Minhacu's-Sunne c.3 s.63)(30 Risale s.197-202)
Şeyh Makdisi şöyle der: Bu kuralı araştırdım ve birbirine yakin lafızlarla eskiden geldiğini gördüm Alimlerin çoğu bazı küfür söz ve fiillerin tehlikesinin büyüklüğünü göstermek için bu kuralı kullanmışlardır. Şöyle demişlerdir:
''Kim falan sözü söyler veya falan fiili işlerse kafir olur. Onu tekfir etmeyenlerde kafir olur'' Ancak uygulamada bunu zincirli bir şekilde uyguladıklarını görmedim. Yani tekfir etmeyenlerin tekfir etmeyenlerini tekfir etmemişlerdir..
(Husnu'r Refeka s.22)
Şeyh Ebu Basir şöyle der:Hıristiyanlar nerede olurlarsa olsunlar kafirdirler. Allah Teala şöyle buyurmuştur: ''Andolsun ki: Allah ancak Meryem’in oğlu Mesih’tir diyenler kafir oldular.(Maide 72) Hıristiyanları tekfir etmeyen kuranı reddetmiş ve Allah Tealanın ayetini tekzib etmiştir. Bu açık bir küfürdür. Böyle bir konuya ve bunun gibi konulara (kafiri tekfir etmeyen veya küfründe şüphe eden kafirdir) bilinen kuralı hamledilir. (Cehalet Mazerettir)
Buna göre meselede kafiri tekfir etmemenin herhangi bir tesiri kalmamıştır. Bunu fark edip kurala küfrü kati olan kelimesini ekleyen ise kuralı tamamen yok etmiştir. Çünkü dinin kati herhangi bir parçasını inkar etmek (bu parça ister akidede olsun ister fıkıhta olsun ve ne kadar cüzi ve küçük olursa olsun) küfürdür.
Örneğin: fıkıh kitaplarında şöyle geçer: ''svakın (misvak) sünnet olduğunu inkar eden kafirdir''
Çünkü svakın sünnet olduğunu açıklayan hadisler mutevatirdir. Aynı şekilde mestlere meshetme meselesini inkar edende kafirdir ve sebeb svakın aynısıdır.
Dolayısıyla meselenin temeli tekzib olmuştur ve bu mürcielerin bile kabul ettiği bir şeydir (Zaten murcielerde tekzipten başka bir küfür yoktur.) Ancak her kafiri tekfir etmemede kuranı yalanlamak olmayabilir. Özellikle mesele ihtilaflı bir mesele ise (namazın terki gibi). Yada nassın bulunduğu halde muteber bir tevil bulunursa karşı taraf tekfir edilmez. Bu çok önemli bir konudur. Alimlerin çoğu fasit bir tevilden dolayı Müslümanları tekfir eden haricilerin tekfir edilmesinden imtina etmişlerdir. Ve gördüğümüz gibi Müslüman’ı tekfir etmek kafiri tekfir etmemekten daha büyüktür. Dolayısıyla kafiri tekfir etmeyen tevil nedeniyle mazeretli olma konusunda haricilerden daha hak sahibidir. Halbuki hariciler Ali (ra) ve Osman (ra) tekfir etmişler ve bazı alimlerce tevillerinden dolayı tekfir edilmemişlerdir. Dolayısıyla bir tevil nedeniyle kafiri tekfir etmeyen nasıl mazeretli olmasın ki!!!...
Burada başka önemli konulardan biride şudur:
Kâfirin şahsını tekfir etmeyen ile kâfirin fiilinin küfür olduğunu kabul etmeyen arasında fark vardır. Yani küfrü mutlak ile küfrü muayyen arasında fark vardır.
Bu meseleyi şu örnekle izah edebiliriz: Şeriatla hükmetmeyi bırakıp beşeri kanunla hükmetmenin küfür olduğunu kabul eden ancak cehalet tevil vs.vs. küfür manilerinden birisi nedeniyle şeriatı değiştiren muayyen kişiyi tekfir etmeyenin tekfir edilmesi söz konusu değildir. Zaten tekfir manileri çoğu zaman içtihadi konulardır ve alimler arasında ihtilaflı konulardandır.
Tekfir manilerinin içtihadi bir mesele olduğunu göstermek için ikrah konusunu ele alalım:
—Malikilere göre açık küfür sözünün söylenmesine ruhsat veren ikrah ancak öldürmekle tehdit edilen ikrahla olur.
—Hanefilere göre ise öldürmekle ve azaların telef olmasıyla tehdit yada bu ikisinden birisiyle sonuçlanacak işkence ikrah sayılır.
—Şafii ve Hanbelilere göre ise uzun hapis ve malın telefi de ikrahtan sayılır.
—Aynı zamanda bazı Zahiriler bütün bu şartlar kuran ve sünnette zikredilmemiştir. Dolayısıyla lügat anlamıyla ikrah denecek herhangi bir eylem ikrahtan sayılır.
—Akrabaları öldürmek veya hapsetmek konusunun ikrah sayılıp sayılmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir (edebi ikrah)
—Tehdit edilen şeyin uzak veya yakin olması konusunda ihtilaf etmişlerdir.
—Yine kavminde şerefli ve liderlik konumunda olan kişiye yapılan ikrah konusunda da ihtilaf etmişlerdir.
Bu saymış olduklarımız sadece ikrah içindir. Tekfir engellerinin ictihadi olduğunu göstermek için yeterli olacaktır inşallah...
Şeyh Makdisi şöyle der: Allah Teala: Deki: Ben sadece vahiy ile sizi ikaz ediyorum (Enbiya 45) ve ''(ey Müslümanlar) Rabbinizden size indirilene (kitaba) uyun onun dışındakileri dost edinip de onlara uymayın'' (Araf 3) buyurmaktadır.
Bunun için Rabbimizin bize indirdiği bir şey dışında dinimizde hüccet bulunmamaktadır. Vahye bağlı olmayan her kural ve asılda; hüccette yoktur delilde yoktur. Bu kuralın sınırlarını ve uygulamalarını bilmek için onu ayakta tutan delile baktık.
''Ayetlerimizi ancak kâfirler bile bile inkâr ederler''(Ankebut 47) ayetinin dışında başka bir delil bulamadık.
Âlimlerin dediklerine göre inkar ancak ilimden sonra olur. Kalple olduğu gibi dilde de olur veya ikisiyle beraberde olur.
Subuti kati delaleti kati olan bir nas ile Allah Teala nın ve Rasul (s.a.v.)in tekfir ettiği bir kâfiri tekfir etmeyen Allah’ın ve Rasulullah (s.a.v.)'in kelamını inkâr ve reddetmiş olur ve kim Allah ve Rasulunün kelamını inkâr ederse kâfir olur.
İşte bu kaidenin temeli ve alanı budur. Malumdur ki tekfirin şartları ve manileri vardır. Yani: Bir kişi hakkında tekfirin bir şartı bulunmadığı veya manilerden birisinin bulunduğunu zannettiği için bir ilim talebesi bu insanı tekfirde durursa; Böyle birisine kafir denilmez. Çünkü o Allah’ın kelamını reddetmemiş ve hükmünü de inkar etmemiştir. Ancak bu kişi içtihad etmiş olur. Hakka isabet ederse iki ecir vardır. Hata ederse bir ecir vardır. Bu hevaya ve mezhebe taassub eden bir kimse için değil, müçtehit bir ilim talebesi için geçerlidir.
Bu şekilde zahiri çelişkili olan delillerin bulunması nedeniyle; Küfrü muteber ilim ehli arasında ihtilaflı olan bir kimseyi tekfir etmeyen kâfir olmaz. Çünkü burada kâfiri tekfir etmemesinin sebebi; Allah’ı ve Rasulunü yalanlamak değil; (başka bir delilin) delaletinin daha güçlü olması, ibaretinin daha açık olması yada daha sabit olması veya Rasulunün kelamının bazısına tabi olmasından dolayı o kişiyi tekfir etmemiştir Buna en güzel örnek namazı terk eden kimsenin tekfiri meselesi gösterilebilir.
Aynı şekilde bir kimseden kati bir fiil çıkmayıp ihtimalli bir fiil çıkan yada tekfir için açık değil lazımı ile (neticesi ile) küfür sözü söyleyen kimseyi tekfir etmeyen kişi kafir olmaz. Çünkü sahih mezhebe göre “mezhebin lazımı mezheb değildir” ve netice ile tekfir etmek âlimler arasında ihtilaflı bir konudur. (mezhebin lazımı neticesidir demek: mesela bir adam bir fiil işler veya bir söz söyler; o söz veya fiilin kendisi küfür değildir ama netice itibari ile küfre ulaştırır.)
Bu gibi durumlarda kişinin tekfir etmemesi Allahın ve Rasulunün kelamını inkar söz konusu değildir. Nitekim bir insana teslis inancına inanan kişi hakkında soru sorulursa ve Allah Tealanın ''Allah Meryem’in oğlu Mesih’tir diyenler kafir olmuşlardır''(maide 72) ve ''Allah üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kafir olmuşlardır''(maide 73) ayetlerini bildikten sonra, "bu inanca sahib olan insanlar kafir değillerdir" veya "ben bunları tekfir etmiyorum" derse bu sözden dolayı kafir olur. Çünkü bu adam Allah Tealanın kitabındaki kati bir nassı inkar etmiş olur.
Kim Allah Tealanın kati bir nasla tekfir ettiğini tekfir etmezse kâfir olur. Çünkü Allah’ın kelamını inkar etmiş ve ona teslim olmamıştır. Allahın inkar ettiğini dinden saymış olur. Allah Teala şöyle buyurur: ''Allah fasık kavimden radı değildir'' (tevbe 96)
Bu örneğe kıyas ederek doğruya ulaşabilirsin...
Küfrü açık olan ve delaleti kati, subuti kati bir nasla sabit olan kişinin tekfir edilmemesi Allah’ın kelamını inkâr etmeyi küfürden radı olmayı ve bu küfrü Allah’ın dininden saymayı gerektirir. Ancak bu şekilde olmayan, bilakis delaleti zanni yada farklı manalarla ihtimalli olan müteşabih naslardan dolayı tekfir edilen böyle değildir. Çünkü meselede tevil ihtimali olan tefsire ve açıklamaya muhtaç olan çelişkili gibi görünen naslar vardır. Böyle bir durumda bize muhalif olanları tekfir etmeyiz. Ancak tekfir etmemelerinin sebebi kâfirleri dost edinmek onlara yardım etmek onlara sevgi beslemek ve Müslümanlara karşı onlara yardım etmek ise bu açık bir küfürdür. (Husnu'r Refeka s.18 ve sonrası)
Ve önceden belirttiğimiz gibi ister avam olsun, ister alim olsun tekfirin şartlarını yerine getirip maniler olmadıkça muayyenin tekfir edilmesi caiz değildir.
Başka bir yerde şeyh Makdisi şöyle der: Özellikle muayyen hakkında hüküm verirken tekfirin manilerine bakmak kaçınılmaz bir şeydir. Nice insanlardan küfür söz ve amel vuku bulabilir. O zaman o adam hakkında küfür sözü söylemiş veya küfür fiili işlemiş denir. Ancak onun hakkında tekfirin manilerinden biri bulunduğu zaman ona küfür hükmü verilmez. Bu çok büyük bir kuraldır. Şeyhul islam İbni Teymiyye (rh) da bunu delillerini de zikrederek iman adlı kitabında açıklamıştır. Kardeşlerime bu kitabı okumalarını, âlimlerin sözlerine bakmalarını ve Allah Tealanın genişlettiğini daraltmamalarını tavsiye ederim. Çünkü genel olarak sapıklığın sebebi cehalettir.
Çoğu insanlar hakkın dar görüş ve sert mezheb ile olacağını zannederler. Böylece işin sonunda tekfir konusunu geniş tutup Allah Teala ve Rasulullah (s.a.v.)in tekfir etmediğini tekfir ederler. Bilsinler ki hak, müsamahakâr ifrat mezhebi ile olmadığı gibi, sert tefrit mezhebi ile de değildir. Bilakis delillere uyan doğru mezhep iledir.
İbn Kayyim (rh) -igasetul lehfen min mesaidiş şeytan- adlı güzel eserinde selefin bazısının şöyle dediğini nakleder:
''Allah Tealanın emrettiği her emirde şeytanın 2 payı vardır.
1-İfrat ve kusur
2-Aşırılık ve tecavüz. Şeytan hangisini kazanırsa kazansın zafere ulaşmış olur.
(Husnu'r refeka s.16)
Şeyh Ali Hudayr şöyle der: Hükmün bilinmemesi ile vakıa ve halin bilinmemesi arasında ayırım yapmak gerekir. Küfrü gizli ve batın olan, halleri ancak araştırmak ve incelemekle mümkün olan mürtetlerin durumu konusunda kâfiri tekfir etmeyen ile küfür eylemine küfür hükmü vermeyen arasında fark vardır. Sebebi ise muayyen kâfiri tekfir etme işlemleri te'kide ve araştırmaya ihtiyaç duyar. Halin bilinmemesi, küfür eylemini işleyip işlememesi, küfür manilerinden tâli olup olmaması, küfür eyleminde gizlilik ve ihtilafın olup olmaması gibi konular söz konusu olabilir...
Örneğin: Allah’tan başkasına secde eden ve Allah’tan başkası adına kurban kesen kâfirdir. Ve kim Allah’tan başkası adına kurban kesmek küfür değildir derse oda kâfir olur. Sebebi ise hükmün cehaletidir. Bu halin cehaleti gibi değildir.
Dolayısıyla şöyle derse: "Ben sizin bahsettiğiniz muayyen kişiyi tekfir etmiyorum. Çünkü bana göre bu adamın bu fiili işlemesi sabit değildir. Ancak Allah’tan başkası adına kurban kestiği sabit olursa ben onu tekfir ederim'' bu sözü söyleyen kişi hükmü değil şahsın halini bilmemiştir.
Hulasa kâfiri tekfir etmeyen kişi eğer, kâfirin işlediği fiilin küfür olduğunu kabul edip, zannettiği bir mazeretten dolayı kâfirin şahsını tekfir etmiyorsa bu kişinin tekfir edilmesi söz konusu değildir. Eğer işlenen fiilin küfür olduğun uda kabul etmiyorsa; söz konusu fiile bakılır. Eğer küfür olduğu tartışmalı bir konu ise (namazı terki gibi) Bu kişinin tekfir edilmesi de, bidatçilik hükmü verilmesi de söz konusu değildir.
Eğer işlenen fiilin küfür olduğu kesin ise, deliline; bakılır subuti kati, delaleti kati olan bir delil yada küfür olduğu dinde zaruretle bilinen bir eylem ise onu küfür saymamak küfürdür (tekzibtir)
Eğer delil bu dereceye ulaşmamış veya bir tevil söz konusu olursa tekfir etmeyen kişi kâfir değil bidatçi olur.
Bazıları şöyle der: Kâfiri tekfir etmeyen kişi kâfirdir. Çünkü bu adam tağuta küfretmemiştir ve taguta küfretmek imanın sıhhatinin şartlarındandır. Allah Teala diyor ki: ''Kim tagutu inkar edip Allah Tealaya iman ederse.....''(bakara 256)
Bu şüpheye cevab vermeden önce bu konu hakkındaki muasır cihad âlimlerinin görüşlerini naklediyorum:
Şeyh Makdisi şöyle der: ''Bazı kardeşler bana şu şekilde itiraz ettiler. Mücmel imanı haiz olan söz konusu avamlar, yani İslam’ın rükünlerini yerine getirip taguta ibadetten ve yardımdan sakınan avamların çoğu iktidar tagutlarını tekfir etmiyorlar. (tagutu tekfir etmeyen ona küfretmemiştir!!??) Hatta söz konusu avamların bazıları tagutlara sevgi göstermektedir. Bazıları ise tagut kendisine, çocuğuna veya köyüne iyilik yaptığı zaman yada bir hastane inşa etmek gibi onlardan bir zulüm kaldırdığı zaman tagutlara hayır ile dua ederler. Tabiî ki, tagutlar bu gibi şeyleri yaparak insanları kandırmakta ve onların sevgisini kazanmaktadır. Hâlbuki hizmetler için harcanan paralar, o tagutların ne kendi paraları nede babalarının paralarıdır. Bilakis bu harcanan paralar, tagutların ümmetten gasp ettiği paralardır. Ve bazen insanlardan kaldırmış oldukları bu zulüm; Kanun koymalarıyla ve insanları şirke sürüklemeleriyle ortaya çıkan yeni zulmün yanında hiçbir şey değildir. Tagutlar ısrarla bu zulmü sürdürürler.
Buna cevap olarak şöyle deriz (Şeyh Makdisi devam ediyor):
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen ve Allahın izin vermediği kanunlar çıkartan iktidar tagutlarını tekfir etmemek büyük bir çelişki ve cehalettir. Bunun kaynağı ise cehmiyye akidesidir. Bu akide ise bugün Müslümanlar arasında yayılan mürcie akidesinin etkilerindendir. Biz bunu başka yerde açıklamıştık.
Bu cehalete düşenler söz konusu tagutlara İslam hükmü vermek için tagutların namaz kılmalarını, La ilahe illAllah kelimesini telaffuz etmelerini ve bunlar gibi mürcielerin yaymış olduğu şüpheleri huccet (delil) olarak göstermektedirler.
Bu şüpheler avam halka ve yaşlılara mahsus değildir. Bilakis bu zamanda ilme ve davete mensup olan kişilerin çoğu bu şüpheleri nakleder ve yayarlar. Biz onlar hakkında sapık ve cahildirler deriz. Onların çoğu mürcie akidesini ve hatta farkında olmadan cehmiyyenin akidesinden bazı şeyleri benimsemektedirler
Bütün bunlara rağmen tevhid ehliyle bu gibi kimseler arasındaki ihtilaf tagutlara iman- küfür ismini vermek babında kaldıkları sürece biz onları tekfir etmeyiz. Ancak bizim onlarla olan ihtilafımız tevhid ve şirk konularına taşındığında yani; Onların tağutları tekfir etmemeleri; tagutları dost edinmelerine, onlara yardım etmelerine, onlara ibadet etmelerine, kanun koymakta onlara yardım etmelerine sebep olursa; o bidat onları küfre ulaştırmış olur. Allah’tan selamet ve afiyet dileriz.
Ancak bu ilginç zamanın çelişkilerindendir ki, bahsettiğimiz tagutu tekfir etmeyen insanların bazıları küfür kanunlarından beri olurlar. Hatta tagutun kendilerinden de beri olup onlara buğz edenlerde bulunmaktadır. Hatta bunlardan taguta karşı çıkıp savaşan bile gördük. Buna örnek olarak Cuheyman ve cemaatini örnek verebiliriz. Onların çoğu ne Suudi rejimini, nede kralı tekfir etmiyorlardı. (bu onların cahilliği ve yüzeyselliğindendir) Buna rağmen, onlara buğz edip devletin işlediği münkere karşı çıkmışlardır ve bunun sonunda da onlarla savaşmışlardır.
Bu gibi insanların çoğu, tagutu tekfir etmedikleri halde onlara yardım etmeyip onlara buğz eder, onlardan ve kanunlarından beri olurlar. Bu hiç şüphesiz bir çelişkidir. Çünkü tekfir etmemek dostluğun bir kısmını gerekli kılacaktır. Dolayısıyla tagutları tekfir etmedikleri için onları imani dostluk çerçevesi içine katmış olacaklardır. Buna muhalif olan ise ya cahildir yada beynel menzileteyn (iki derece arasında olan bir şeydir, yani Müslüman’dır dost edinilmez) sözü ile amel etmiş olur.
Ancak bu adam; çelişkili, vela-bera konusunda cahil, tevhidi iyi bir şekilde anlamamış, kâfirlerin yolunu iyi bir şekilde idrak edememiş bir kişidir demek ile o adamı mezhebinin lazımı (neticesi) ile tekfir etmek arasında büyük bir fark vardır. Çünkü sahih söze göre mezhebin lazımı mezhep değildir. Tabiî ki mezhebin sahibi lazımı (neticeyi) bilip kabul edene kadar.
Velhasıl ''tagutu tekfir etmeyen onu inkâr etmemiştir'' sözünü söyleyenler doğru söylememiş ve dikkatli olmamışlardır. Çünkü taguta küfretmek; tagutun uluhiyyetinden beri olmayı, ibadetinden sakınmayı, teşri konusunda ona itaat etmekten yüz çevirmeyi, onun şirkini ve dostlarını red etmeyi içerir. Dolayısıyla bir şüpheden dolayı tagutu tekfir etmeyen ve bunların (saydıklarımızın) hepsini gerçekleştiren kişi cahil bir mürcie dahi olsa taguta küfretmiştir (inkâr etmiştir). Aksi takdirde tagutu tekfir eden kişi, bu saydığımız şeylerden birisini işlerse taguta küfretmemiş olur. (el-Mesabihul Munira s.5-6)
Şeyh Makdisi şöyle der:Bazıları ise şöyle açıklamaktadır; ‘Tagutu inkar etmek imanın şartı ve yarısı olduğuna göre, tagutları tekfir etmeyenler tagutu inkar etmiş olmazlar. Dolaysıyla Allah Tealanın kullar üzerindeki hakkı olan ve kurtuluşu kendisine bağladığı kopmaz ip niteliğindeki Tevhidi gerçekleştirmemiş olular.
Allah Teala şöyle buyurur: ‘ O halde kim tagutu inkar edip Allah’a iman ederse, sağlam kulpa yapışmıştır ki o hiçbir zaman kopmaz.’(Bakara 256)
Kim tagutu inkar etmez ve ondan beri olmazsa; Tevhidi gerçekleştirmemiş, kurutuluşun sebebi olan sağlam kulpa tutunmamış ve dolayısıyla da helak olanlardan olmuş olur.’
Aslında her iki yorumda aynı şeye varmaktadır. Bu ise tagutlardan birinin Müslüman olarak görülmesinin, kişinin tagutlardan beri olmadığı ve onlara dostlukta bulunduğu sonucunu gerektirmesidir.
Doğal olarak bu dolaylı sonuca binaen insanları tekfir etmeleri, günümüzde avam Müslümanları kitleler halinde İslam’ın dışında saymalarına sebep olmaktadır. Hatta günümüz yönetimleri ile diyalogları bulunan ilim ehlinden bazı kişileri tekfir etmemeleri sebebi ile, öğrencilerden, davetçi ve mucahidlerden de tekfir ettikleri bulunmaktadır. Bu ise Tevhidi gerçekleştirmenin bir şartı olarak inkar edilmesi vacib olan tagut teriminin manasın geniş tutmalarının bir sebebidir.
Çünkü her tagut kafirdir ama her kafir tagut değildir. İlim ehlinden olan bu tür kişilerin salt delaletleri ve bu tür yönetimlerle olan bazı irtibatları, sapıklığın önderleri konumunda olsalar veya küfür sebeblerini işliyor olsalar dahi, onları tagut olmalarını da gerektirmez.
Sonuç olarak ancak şeriatın tagut tanımına uyan ve o vasıfları taşıyan kişiye tagut denir. Şeriatta ise, Allah Tealadan başkasına yapılması küfür olan her hangi bir , ibadet şekli ile kendisine ibadet edilen ve kendisinin de bu durumdan radı olduğu kişiye tagut denir. Allah Tealanın izin vermediği konularda yasa çıkarmak veya Allah Tealanın indirmediği hükümler ile hükmetmek bu şer’i tanımın kapsamına giren işlerdendir. Ancak bu şer’i tanımın içerisine, asiler veya zalimler gibi tagut teriminin sözlük manasının kapsamının içerisinde olanlar ve yine bazı aşırıya kaçan kişilerin hevalarına göre belirledikleri şeyler dahil değildir.
Bu söylediğimiz şeylerin açık bir misali; Cuheyman ve arkadaşlarının durumudur. Bir müddet onun cemaatinde bulundum bütün kitaplarını okudum, onlarla beraber oturup kalktım ve yakından tanıdım. Allah Teala ona rahmet etsin. Cuheyman günümüz yöneticilerinin kanun ve küfürlerini yeterince kavramadığı için onları tekfir etmiyordu…
Bununla birlikte Cuheyman, onların amansız bir düşmanı ve hasımıydı. Onları tekfir edenlerin çoğundan daha fazla düşmandı. Onlara beyat etmeyi reddeder ve geçersiz sayardı. Onların işledikleri ve açık olan kötülüklerine karşı sessiz kalmazdı. Nihayet kendisi ve beraberindekiler hicri 1400 yılında onlara karşı ayaklandı ve savaştı…. Cuheyman onları tekfir etmemekle beraber onları ne sevmiş ve ne de dost edinmişti. Aksine onlara buğz etmiş, düşmanlıkta bulunmuş, beyatlarını geçersiz saymış, kendisi ve taraftarları Suudi devletinde görev almayı bırakmışlardır… Hatta okul ve üniversitelerini da bırakıp, kimlik ve pasaportlarını da atarak, sonunda onlarla savaşmışlardır. Bu savaştan önce zaten yönetim tarafından aranıyor ve gizlice dolaşıyorlardı. Daha sonra O’nu Harem'de ele geçirdiler ve öldürdüler. Cuheyman ve arkadaşlarının bu durumu, tagutu tekfir etmemenin gerektirdiği dolaylı sonuçları, tagutu tekfir etmeyen herkes hakkında uygulamanın hatalı olduğuna dair canlı ve açık bir örnektir
(30 Risale s.205-208)
Şeyh Makdisi devamla şöyle der: Tagutları tekfir etmeyen kişi ancak onları tekfir etmemesi yüzünden onlara yardım etmez, onların dinine girmez, onları dost edinmez veya onların küfür yasalarına katılmaz ise; Onsuz kişinin Müslüman olamadığı imanın aslını elde etmiş olur. Biz bu gibi kimselerin kâfir olduğunu söylemiyoruz. Hatta tagutlardan elde ettiği bir iyilikten dolayı onlara dua etse de kafir olduğunu söylemeyiz.
Dolayısıyla bu konuda ikametul hucce kaçınılmaz bir şeydir ve tekfir hükmü verme konusunda acele etmemek gerekir. ( el-mesabihu'l munira s.7)
Deriz ki: Bu sözün (tagutu tekfir etmeyen onu inkar etmemiştir) fasit olduğunu ispatlamak için kuran, sünnet ve hadis kitaplarına bakmaya gerek yoktur. Bir lügat sözlüğüne bakmak yeterlidir.
Sözlükte ''kefera'' ile ''keffera'' arasındaki fark ortaya çıkacaktır. ''Kefera'' kelimesinin manası: İnkâr etmek, reddetmek, kabul etmemek, dost edinmemek, ondan beri olmak, ona buğz etmektir.
''Keffera'' kelimesinin manası ise: Muayyen bir kişinin dinden çıktığına ve küfre girdiğine dair hüküm vermektir. Zaten her kâfir tağut değildir. Çünkü tagut Allah’tan başka ibadet edilen her şeydir. Mesela namazı bırakan bir kimse tagut değildir, alimlerin bir kısmına göre kafirdir.
Bundan dolayı bu iki kelimenin manasını birbirine karıştırmak hayret verici bir şeydir. Lakin ilmin büyük meselelerinde 2 günlük bir civciv konuştuğu zaman, ancak bu kadar ilim çıkar. Yine tagutu inkâr etmekten bahseden ayetlerin manasını açıklayan tefsirlere bakanlar; Tefsirlerde muayyen kişinin tekfirine değindiğini göreceklerini zannetmiyorum.
Bu zamanın trajikomik şeylerinden biride şudur:
Çağımızda tagutu inkâr etmek ve ona buğz etmenin en büyük göstergesi taguta karşı durmak ve onu izale etmek için kanı ve malı Allah yolunda vermektir. Yani tagutu ortadan kaldırmak için Allah yolunda cihad etmeyi kast ediyoruz. Dolayısıyla mucahidler gerçek manada tagutu inkâr eden ilk insanlardır.
Ancak tagutu inkâr etme sancağını kaldıran tekfir cemaatlerinin çoğunun az bir kısmı dışında cihad sahalarından uzak olduğunu görüyoruz. Bu cemaatler cihad sahalarından uzak kalıp, tagutu inkar etmenin asıl manasının dilde söylenmesi kolay olan bir kelime (tekfir) olduğunu söylemektedirler. Hatta bazıları küstahlık yapıp hayatlarını tagutu yok etmek için adayan ancak bir şüphe veya bir ilmin eksikliğinden dolayı yada ben alim değilim, tekfir işini ehline bırakırım diye, muayyen bazı kişileri tekfir etmeyen mucahidlere dil uzatmaktadırlar. Yardım ancak Allah’tan istenir. Ey Mucahid kardeşlerim üzülmeyin, siz iyi olun, sizin cihadınızda iyi olsun ve Allah ayaklarınızı sabit kılsın. AMİN
Şeyh Makdisi şöyle der:Taguttan uzak durmayı ve onu inkar etmeyi sadece tekfir ile açıklamak bunları İslam'ın sıhhati için birer şart yapmak, doğru değildir ve yerinde olmayan bir açıklamadır. Çünkü tagut olmamalarına rağmen, İsa (as), melekler ve bazı Salih kimseler gibi Allah Tealadan başka kendisine ibadet edilen her şeye ibadeti reddetmek ile emrolunmamıza rağmen, onları tekfir etmekle emrolunmamaktayız.
Putlarda böyledir. Onlarda taguttur ve Allah Tealadan başka onlara da ibadet edilmektedir. onlardan sakınmak, uluhiyyetinden beri olmak ve onları inkar etmek gerekir. Ancak putlar tekfir edilmemektedir. Çünkü putlar cansız varlıklar olup aklı veya sahip olma gibi yetenekleri yoktur ki kafir olsun veya tekfir edilsin…
İslam ın aslına sahib olan veya onun niteliklerini ve temellerini yerine getirip bunu izhar eden ve İslam'ını bozacak herhangi bir şeyi de açığa vurmayan kişinin, muayyen tagutlar hakkında imtihana tabi tutulmadan ve tagutları tekfir edip etmediği sorulmadan, İslam’ının kabul edilmeyeceğini söylemek caiz değildir. Tagutların isim listesi, aşırıya kaçan bu kişilerin tagut tanımlarına göre uzayıp gidebilir….
Çünkü bu konularda acele ile konuşan bazıları, usullerini belirlememekte, konuşmalarını sınırlandırmamakta, istidlal yollarını bilmemekte ve delilleri kullanırken adalet yönlerini anlamamatadır. Onlar sadece süslü genel sözler kullanmakta ve tetkik ve tahkik edildiğinde hemen yıkılacak olan çürük temelleri üzerinde genellemelerini kurmaktadırlar.
Muhammed bin Abdulvahhab’ın tabiilerinden olan Abdullah bin Abdurrahman Eba Batin şöyle der:
‘…kendini bilen bir kişinin yeterli bilgi ve uygun delil olmadan bu konuda konuşmaması gerekir. Sırf kendi anlayışı ve aklının istihsanı ile Müslüman bir kimseyi İslam ın dışına çıkarmaktan sakınmalıdır. Çünkü bir kişiyi Müslüman saymak veya İslam dan çıkarmak dinin en önemli işidir….. Alimlerin küfür olması hakkında birbirleri ile ihtilaflı oldukları meselelerde, tevakkuf etmek ve hatalardan korunmuş olan Rasulullah (s.a.v.) den açık bir nass olmadığı sürece konuşmamaktır.
Şeytan bir çoklarını bu meselede yoldan çıkarmıştır. Bir kısım; kitap, sünnet ve icmanın kafir olduğunu bildirdiği kişinin Müslüman olduğunu söyledi. Diğer kısım ise; kitap, sünnet icmanın Müslüman olduğunu söylediği kişiyi tekfir etti. Ne tuhaftır ki bunu yapanlardan birine taharet, alışveriş veya benzeri bir şey sorulacak olsa, sırf kendi anlayışı ve aklının istihsanı ile fetva vermeyip, alimlerin söylediklerini araştırır ve onların verdiği fetvayı verirken, dini en önemli ve en tehlikeli meselesinde sadece kendi anlayış ve aklına dayanmaktadır. Bu iki kesimden dolayı İslam ın başına gelen musibetler ve çektiği mihnet hayret edici boyuttadır. Allah ım; bizi, sapıtanların ve kendilerine gadap ettiklerinin yoluna değil, sırat-ı müstekime ilet! Allah’ın salat ve selamı Muhammed in üzerine olsun.’(Ed-Dererus-Saniye c.8 s.217, Hükmü’l-Murted’ Kitabı)
…Özellikle tekfir edilip edilmemeleri konusunda ihtilaf edilen bu tagut ve onların destekçilerinin çoğu, İslam dan beri olduklarını açıkça söylememekte, namaz kılmakta hacca gitmekte ve şahadet kelimelerini ikrar etmektedirler. Onların bu durumu, bir çok insan için, onların tekfirleri konusunda probleme sebep olmaktadır. Dolayısıyla bunların küfrü, İslam dan ayrılıp başka bir dine geçtiğini açıkça söyleyen mürtedin küfrü gibi veya avamdan hiçbir Müslüman’ın tekfirleri konusunda tevakkuf ettiğini görmediğimiz Hıristiyanların küfrü gibi açık değildir. Bu nedenle bunların durumları, açıklamaya muhtaçtır. (30 Risale sf: 363-366 ve 379)
Şeriatı değiştirme konusuna gelince, bu zamanın murcielerinin sözüne göre amel edip ''kalbi inkâr olmadan şeriat değiştirme eylemini dinden çıkaran bir eylem görmeyen'' kişide tekfir edilmez. Bu kişi bidatçi, sapık bir kişi olsa da murcie’lerin öne sürmüş olduğu tevilleri sahiplenmiş olması nedeniyle tekfir edilmez. Nitekim kuran ve sünnete yapılan her muhalefet küfür değildir. Muhalefet edilen hükmün delillerine bakarken o delillerin kati’lik, sübutluk, delalet dereceleri ve selef âlimlerinin bu konuda muhaliflere nasıl baktıkları ve muhalif olan kişinin tevil sahibi olup olmaması muhalife; iman, küfür, bidatçilik, hatalılık payı veya tek ecir sahibi olan hatalı bir muçtehit olma hükmünü belirtir.
Elbani gibi bu çağın mürcielerinin, şeriat değiştirme konusu başta olmak üzere küfür- iman konularında sapma sebepleri bir takım ayet ve hadisleri yanlış bir şekilde anlamış olmalarındandır. Örneğin ibn Abbas hadisi ''Bu sizin bildiğiniz küfür değildir. Bu küçük küfürdür.'' Başka tevilleri de vardır. Bütün bu teviller onlara küfür hükmü değil de bidatçilik hükmü vermemizi sağlar.
Şeyh Makdisi şöyle der: ''Biz tağutları ve destekçilerini şüphelenmediğimiz yakini delillerle tekfir diyoruz. Bu konuda bizim herhangi bir kuşkumuz veya şüphemiz yoktur. Ancak bizim hasımlarımızın, muhaliflerimizin ve aynı şekilde avam insanların ellerinde kendilerine göre zahiri çelişkili ayet ve hadisler vardır.
Onların çoğu Allah Tealanın ''Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridirler'' “Maide 40) ayetini reddederek tagutun ve taraftarlarının küfrünü inkar etmezler. Aynı şekilde ''Ey iman edenler Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin onlar birbirlerinin dostudurlar. Kim onları dost edinirse oda onlardandır.''(Maide 51) ayetini de inkâr etmezler.
Bunun için onlar hakkında; “kâfir olmuşlardır. Çünkü Allah ve Rasulullah (s.a.v.)in tekfir ettiğini tekfir etmediler. Allah ve Rasulunü yalanladılar” demek söz konusu değildir.
Bunlar gerçekten Allah ve Rasulu (s.a.v.)i tekzib etmemişler ve Allah ve Rasulunün kelamını inkâr etmemişlerdir. Bilakis tekfir eden naslarla beraber onlara göre ellerinde çelişkili naslar bulunduğundan dolayı tagutun ve taraftarlarının tekfirinde tereddüt edip durmuşlardır.
Bu naslardan bazıları şunlardır: ''Kim La ilahe illallah derse cennete girer”- Usame b. zeyd hadisi-
Namazı kıldıkları sürece onlarla savaşmayın hadisi-kart hadisi vs. gibi murcielerin delil gösterdiği hadislerdir. Bunlar murcielerden varid olanlardır. Bu hadisleri alıp onları tefsir eden veya açıklayan başka naslardan ayırmışlardır. Bunları mürcie diye isimlendirebiliriz. Bunlar hakkında sapık ve cahilde diyebiliriz. Bunlar kendilerine tabi olunan kişiler ise sapmış saptırmış ve cahil başlarda diyebiliriz.
Ancak sırf söz konusu tağutları tekfir etme konusunda bize muhalif oldukları için onları tekfir etmeyiz.
Onlarla olan ihtilafımız ellerinde şer’i nasların oluşturduğu şüphelerden dolayı sadece tagutlara iman küfür ismini verme konusunda kaldıkları sürece (başka meselelere geçmedikleri tekdirde) onları tekfir etmeyiz. Bunlarla vacip olan hak mezhebi beyan etmek ve onlara hüccet ikame etmektir.
Bunun için selef; ehli sünnetle ihtilafı lâfzî olup namaz ve onun gibi amelleri sadece isim olarak imanın tanımından çıkaran murcie ile tevhidle beraber farzları terk etmek bir zarar vermez diyen gulat-ı mürcie arasında ayırım yapmıştır.
Bu meselenin bilinmesi gerekir. Ancak bütün murcieler gulatı murcie gibi değildir. Zira sırf heva ve asabiyetten dolayı muhaliflerin tekfir edilmesinden sakınmak gerekir. Tabiî ki bu mesele onlarla olan ihtilafımız ellerindeki şer’i delilden dolayı tagutlara iman küfür ismi vermede kaldıkları sürece ve tağutlara yardım etmedikleri sürece böyledir. (Husnu’r Refeka)
Derim ki; Bu ümmetin tarihinde şeriatı kaldırıp beşeri kanunları getiren ilk insanlar Tatarlardır. O dönem Şeyhulislam İbn Teymiyye ve İzz İbn Abdisselam başta olmak üzere dev muhakkik âlimlerle dolu idi. Tatarların küfrü ise cehaletin kanser gibi yayıldığı bu dönemin tağutlarının küfründen daha açıktır. Zira o zamanın insanları ilim seviyesi açısından bizim halkımızdan daha ilimliydiler. Ona rağmen Şeyhu'l islam İbn Teymiyye nin yaşadığı o dönemin âlimlerinden tatarları tekfir etmeyenlerde bulunmuştur. Tatarları baği ve harici diye isimlendirenlerde olmuştur. Hatta kelime-i şahadeti telaffuz ettikleri için onlarla savaşmanın haram olduğunu söyleyenlerde dahi olmuştur.
İbn Teymiyye (rh) onlara reddiyeler yazmış bütün şüphe ve hüccetlerini iptal etmiş ve onları çok sert bir dille eleştirmiştir. Ancak -Allah ona rahmet etsin- hiç kimse ibn Teymiyyenin Tatarları tekfir etmediler diye onları tekfir ettiğini nakletmemişlerdir. Yine İbn Teymiyye(rh)’nin o zamanki insanların imanlarını tatarları tekfir edene kadar geçersiz saydığını nakletmemiştir. Bundan emin olmak isteyenler ise İbn Teymiyye’nin ''Fetevalar'' kitabının 28. cilt 514. sayfasına bakabilirler. Orada şeyhulislam İbn Teymiyye ye kelime-i şahadeti telaffuz edip kendilerini İslam’a nispet eden Tatarların halini bilmeyen ve Tatarların Müslüman olduğunu iddia edenlerin hali sorulmuştur. Oda bu konuda kendi görüşünü açıklamıştır.
Aynı şekilde ibn Teymiyye (rh) avamlardan ibn Arabî ve taifesinin halini bilmeyen ve hüsnü zan ile davranıp onlara İslam hükmü veren kişileri de, “ibn Arabinin küfür eylemlerini işlemedikleri sürece onları tekfir etmemiştir.
Şeyhülislam İbn Teymiyye her bidatçiyi tekfir eden konusunda şöyle demiştir:
''Rasulullah (sav)e tabi olmayı kasteden tevil sahibi tekfir edilmez ve ictihad edip hata ettiği takdirde ona fasıklık hükmü de verilmez. Bu ise insanlar arasında ameli (fıkhi) meselelerde meşhurdur. İtikad meselelerine gelince insanların çoğu hata işleyenleri tekfir etmektedir. Ancak bu görüş ne sahabeden ne tabii'inden nede Müslümanların imamlarından geldiği bilinmemektedir. (Mihacus-Sunne c.3 s.60)
Yine Şeyhulislam İbn Teymiyye şöyle der:
Rehin olan (ipotek) bir cariyeye karşı borç veren kişi, borçlunun iznin alıp, bunun caiz olduğunu zannederek cariyeyle bir münasebette bulunursa şüphe nedeniyle doğacak olan çocuk köle değil hür hükmünü alır. Çünkü imamların ittifakıyla, itikat ve mülkiyet konularında oluşan şüpheler haddi kaldırır (sakıt eder).
(İbn Teymiyye Fetvaları c.31 s.279)
Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Ebu Leheb gibi subuti kati, delaleti kati delille tekfir edilen bir muayyen söz konusu olmadığı sürece; bir muayyenin tekfir manilerinden biri nedeniyle mazur olduğunu görüp onu tekfir etmeyen kişi tekfir edilmez. Ebu Leheb gibi bir insanı tekfir etmeyen ise ''kafiri tekfir etmediği'' için değil kati olan bir nassı yalanladığı için tekfir edilir.
Küfür söz ve fiillere gelince aynı şeyleri söyleyebiliriz.
''Mesih Allah’ın oğludur'' sözü gibi kati bir nassla küfür olduğu sabit olan, küfür sözünün küfür olduğunu kabul etmeyen kişi hüccet ikame edildikten sonra ısrar ederse kâfiri tekfir etmediği için değil, kati bir nassı yalanladığı için tekfir edilir.
Delili kati bir dereceye ulaşmayıp yada bir tevil söz konusu olduğu zaman küfür eyleminin küfür olduğunu kişi tekfir edilmez ama bidatçi sayılır. Tabiî ki bu konuda selefin böyle kişilere nasıl davrandığına bakmak gerekir. Örneğin önceden belirttiğimiz gibi şeriat değiştirmenin küfür olduğunu kabul etmeyen murcieler gibi.
Küfür olduğu zanni olan, selefin arasında ise küfür olduğu tartışmalı olan eylemin küfür olduğunu kabul etmeyen kâfir değildir. Fasıkta değildir. Tek ecirli bir ictihad sahibidir. Örneğin namazı terk etmenin küfür olup olmadığı meselesi.
Bu konuda söyleyeceğimiz en son söz şudur ki: Allah’a imanı tekfir üzerine değil tevhid üzerine inşa etmek gerekir. Tekfiri dinin esasından saymak vela, bera, buğz etme iplerini ona (tekfire) bağlamak büyük bir hatadır. Böyle bir görüş İslam ümmetini tekfir eden, haksız bir şekilde kanlarını ve mallarını helal kılan aşırı haricilerin görüşlerindendir.
Şeyh Makdisi şöyle der: Tevhid daveti sadece tekfirle sınırlıdır demek doğru değildir. Allahu teala; ''Kim tagutu inkâr eder Allaha da iman ederse kopması bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.” (Bakara 256) buyuruyor. Tevhid davetinin 2 ana rüknü vardır. Onlar: Allah’a iman etmek ve tagutu inkâr etmektir.(Husnu’r Refeka s.15)
Kadı İyad ''eş-şifa'' isimli kitabında şöyle der: ''İslam’dan başka bir dine mensup olanları tekfir etmeyenleri, onların tekfiri konusunda duraksayanları, bundan şüphe duyanları veya onların yollarının doğru olduğunu söyleyenleri tekfir ederiz.
Sufyan bin Uyeyne (rh) şöyle der: Kuran Allah’ın kelamıdır. Onun mahlûk olduğunu söyleyenler kâfir olur. Bu kişinin küfründe şüphe edende kâfir olur.
Küfrün Sebebi ve Küfrün Çeşidi arasındaki fark
İslam dininden çıkartan söz ve fiillere küfür sebebi denir.
Bir söz veya fiilin küfür olduğunu kabul etmek için Kuran ve sünnetten açık bir delil gerekir. Aslında kalpte küfür itikadı da küfür sebeplerindendir. Ancak bu itikat söz veya fiil suretiyle açığa çıkmayıp kalpte kaldığı sürece onun sebebine dünyada küfür hükmü verilmez, sahibi münafıktır.
Şeyh Makdisi şöyle der: La İlahe İllallah kelimesinin şartları alimlerin kitaplarında belirtmiş oldukları İslam ı bozan şeylerden bazıları hakiki iman ile ilgilidir. İhlas ve zıddı olan gizli şirk, doğruluk ve zıddı olan kalbi yalanlama, yakin ve zıddı olan şüphe gibi ancak Allah Tealanın bilebildiği bu gizli haller bu kabildendir. Bu türden olup sadece Allah Tealanın bildiği sebeplere binaen insanları tekfir etmek doğru değildir. Çünkü bu sebepler dünya hükümleri açısından, ancak açık ve net olan şartlar ve bu şartları bozan hallere itibar edilir. Kişi hakkında hükmi İslam, açık olan sebeplere binaen verilir ve ona Müslüman muamelesi yapılarak kanı ve canı dokunulmaz hale gelir. Kişinin gizledikleri ise Allah Teala ya havale edilir. (30 Risale s.228)
Küfür çeşitleri küfür söz veya fiilin çıkmasına sebep olan nedenlerdir. Bunun sayısı ise çoktur Örnek: İnkâr, tekzip, itaat, taklit, kibir ve yüz çevirme küfürleri...
Küfür çeşitleri küfür hükmünü verme illeti değildir ve küfür hükmü verilirken onlara bakılmaz. Ancak işlenen fiil veya söze bakılır. Mesela küfür çeşitlerinden itaat küfrü vardır. Ancak itaat bir küfrün bir illeti değildir. Yani kâfire yapılan her türlü itaat küfür değildir. Küfür hükmünü vermek için itaat edilen eyleme bakılması gerekir. Dolayısıyla itaat nedeniyle işlenen eylem küfür ise sahibi kâfir olur. Günah ise sahibi günahkâr olur. Bidat ise sahibi bidatçi olur.
İbni Teymiyye (rh), haham ve rahiplerine tabi olup onlara itaat edenleri iki kısma ayırarak şöyle der:
1.Kısım: Allah Tealanın dinini değiştirdiklerini bildikleri halde, değiştirenlere uyanlardır. Peygamberlerin dinine muhalefet ettiklerini bile bile büyüklerinin haram ve helal kararlarına inanırlar ve uyarlar. İşte bu küfürdür. Uydukları kişiler için namaz kılmasa ve secde etmeseler bile, Allah Teala ve Rasulu (sav) onlara uymalarını şirk saymıştır.
2.kısım: helal ve haramı değiştirdiklerine inandıkları halde sadece Allah Tealaya masiyette (günahta) onlara itaat etmiş olanlardır. Müslüman’ın masiyet olduğunu bildiği halde haramı işlemesi gibi. Bunların hükmü, diğer günahkarların hükmü gibidir. (Mecmu’ul Feteva c.7 iman bahsi)
Bu konuda âlimlerin görüşlerini sunuyorum:
Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz şöyle der: Tekfir konusunda yaygın hatalardan biri küfrün sebebi ile küfrün çeşidi arasındaki farkı karıştırmaktır. Küfrün sebebine gelince gerçek anlamda 4 sebeptir; Küfür sözü, küfür fiili, küfür itikadı ve küfür şekki’dir. Dünya hükümlerinde ise küfrün sebepleri üçüncüsü olmayan sadece iki sebeptir. Küfür söz ve küfür fiilidir. Küfrün çeşitleri çoktur.
Kalbi nedenlere bakılırsa tekzip, inkâr, kibir, şek, taklit ve cehalet küfürleridir. Küfrün açıklığına ve gizli olma ihtimaline bakılırsa açık küfür ve gizli küfür (nifak) olarak ikiye ayrılır. Aynı şekilde asli küfür, riddet küfrü, mücerret küfür, mezid küfür, mutlak küfür, muayyen küfür, rububiyette şirk, ulûhiyette şirk, küfrü ekber, küfrü esgar vs. vs. gibi küfür çeşitleri vardır... Bütün bu bölümler ve çeşitlerin şerri delilleri vardır ve âlimler kaleme almış oldukları eserlerinde bunları yazmışlardır.
Zikrettiğimiz küfrün çeşitleri kâfirin kalbinde oluşup onu küfre sürükleyen nedendir.
Kibir, haset, şek gibi nedenler. Bu kalbi ameller güçlenebilir ve sahiplerini küfre sokabilir.
Onlar küfrün sebebinden farklı bir şeydir ve dünyada sahiplerine küfür hükmü verme ile
Hiçbir alakaları yoktur.
Meseleyi daha iyi açıklamak için şöyle bir misal verebiliriz: Bir kişi kasıtla birini öldürdü. Öldürme nedeni ise düşmanlık, miras almak, kiralık katil olduğu için, adam yaralı olduğundan dolayı acı çekmesin diye de öldürmüş olabilir veya başka nedenlerde olabilir. Daha sonra kadı, katile kısas olarak ölüm cezası verdi. Kadının verdiği hükmün sebebi nedir. Yani kadı hüküm verirken neye bakmıştır. Şüphesiz ki kadı ancak fiile bakmıştır (öldürme olması ve kasten olması) Kadının verdiği hükmün sebebi budur. Kadı zikrettiğimiz öldürme nedenlerinden hiçbirisine bakmamıştır. (el-camii s.512 ve sonrası)
Hatta iki kişi aynı anda küfür eylemi işleyebilir. Ancak küfrün çeşidi her birinde farklı olabilir. Bu konuda şeyh Abdulkadir şöyle bir misal vermiştir: Bir Müslüman ve Hıristiyan
Mesih Allah’ın oğludur derlerse (Hâşâ) ikisi de küfür sözünü söylemiştir. Ancak her birinde olan küfür çeşidi farklıdır. Müslüman hakkında küfür çeşidi tekzib küfrüdür. Çünkü kuranı tekzip etmiştir. Hıristiyan hakkında küfrün çeşidi ise taklit küfrüdür. Çünkü bu sözü babalarını taklit ederek söylemiştir.
Şeyh Ebu Katade şöyle der:
Müslümanların çoğu küfrün sebebi ile küfrün çeşidi arasındaki farkı birbirine karıştırmaktadırlar. Küfrün sebebi tekfirin kendisine bağlı olduğu nedendir. Küfrün çeşidi ise kişiyi o küfre iten muharrik unsurdur. Müslüman’ın vazifesi tekfir hükmünü küfrün çeşidine değil, onda aklın rolü olmayan şer’i delile bağlanan küfrün sebebine bağlamaktır. (el-cihad vel-ictihad s.99)
Küfrün sebebi ile küfrün çeşidini birbirine karıştırmak, hem murcienin hem de haricilerin hata işleme sebeplerinden olmuştur. Murcie’lerin indinde tekzip ve inkârdan başka bir küfür çeşidi olmadığına göre; herhangi bir küfür söz veya fiili işleyene kalbin inkârı olmadığı sürece küfür hükmü vermezler. Bazı hariciler ise, küfrün çeşitlerini tek başına küfrün illeti olarak görürler.
Dolayısıyla kuran ve sünnette küfür olduğuna dair hüküm olmayan söz ve fiilleri işleyenlere küfür hükmü verirler.
Mesela askeri üniformayı giyen herkesi tekfir edenler, buradaki illetin benzeme küfrü olduğunu söylediler. Askeri komutana itaat eden herkesi itaat edilen eyleme bakmaksızın tekfir edenler, buradaki illetin itaat küfrü olduğunu söylediler.
Şeyh Makdisi bu gibi konularda şöyle der: Biliyoruz ki: Sırf ordunun elbisesini giymek ve onların şiarlarını takmak tek başına tekfir için yeterli veya sınırları belli olan bir illet değildir.
Bazıları ayrıntı vermeden mutlak bir söz ortaya attı dedi ki; “Onların elbisesini giyen veya şiarlarını takan herkes kâfirdir...” Sonuç olarak giyim konusunda sırf kafirlere benzeyen kişi gerçekten onlardan yani onların şirk dinlerinin üzerinde veya onların dostu ve yardımcısı olmadığı sürece bize göre yeterli bir illet değildir. Evet önceden belirttiğimiz gibi haram olduğunu söyleyebiliriz. Hatta onların dostluğuna ve sevmelerine ulaştırdığı takdirde küfre ulaştıran bir vesile olur. Aynı şekilde devletlerin edindiği bayraklar ve şiarlar hakkında da konuşabiliriz. Her ne kadar söz konusu şiarlar, küfrün alametleri olsa da -çünkü kâfir rejimin simgesidir- ve her ne kadar genel şekilde onları takanların takma sebebi rejimin tabiilerinden ve dostlarından olduğunu hissettirse de sırf onları takmak tekfir için yeterli bir illet değildir. Çünkü bizim bahsettiğimiz sebepler geneldir.
Ancak muayyenler hakkında konuştuğumuz zaman tekfirin şartlarına ve manilerine bakmak zorundayız. Böyle bir durumda sormak ve hüccet ikamesi yapmak gerekir. Yine hükmün varlığı ve yokluğu kendisine bağlı olan müessir(etkili) illetle, hükmün işareti ve alameti olup insanlarda başka manalara ve delaletlere ihtimalli olan fiiller arasında fark vardır... Bu şiarların söz konusu küfre delaleti açık değildir. Bilakis insanların çoğu bu şiarları kendi ülkelerinin simgeleri olarak görürler. Bunları rejimin veya sistemin simgesi olarak görenler azdır. Mesela insanların çoğu kâfir olan yada olmayan, temsil edilen herhangi bir rejim bulunmadığı halde, işgal edilmiş kendi ülkelerinin bayraklarını kaldırdığını görüyoruz. Şüphesiz ki cahillerin bazıları dinin kisvesini onlara giydirse de bu cahili bir adettir. Ancak burada bizim konumuz cahili ve ulusal olup olmaması değil, onların taşıyan, kaldıran veya takan kimsenin kâfir olup olmamasıdır. Malumdur ki: Allah düşmanlarının çoğu bunların manalarını insanlara yanlış anlatmıştır. Cahili ulusal şiarlar ve bayraklarla, İslam’a ve dine isabet eden şiarlar ve simgeleri birbirine karıştırmışlardır. Bazıları hilal, hurma ağacı ve kılıç gibi bidat, bazıları ise tekbir ve tevhid kelimesi gibi dinden olan şeylerdir.
Şüphesiz ki bu durum insanlara karışık gelecektir. Söz konusu şiarlara saygı duydukları veya kaldırdıkları halde onların maksatlarının bilinmesi problemli olacaktır. Bize göre tekfirin temeli şek, zan ve ihtimal üzerinde değil yakin üzerinde inşa edilir. Dolayısıyla bu gibi konuları soruşturmak ve beyan etmek gerekir. (el-işraka s.34 ve sonrası)
Vaaz İbaretleri Kullanmak, Lazım ile veya Delaleti İhtimalli Olan Fillerle Tekfir Etmek
İmam Keşmiri (rh) şöyle der: Bil ki dinde iki vazife vardır.
Birincisi: vaizin ve hatırlatıcının vazifesidir. Bu durumda olan kimse amele teşvik eder. Kelimeler ve ifadelerden amelin işlenmesine en sürükleyici ve en itici olanları seçer. Meselenin tahkikine şartlarına ve manilerine bakmaz. Açık ve genel sözleri kullanır. Mutlak bir şekilde vaat eder, tehdit eder, teşvik eder, kokutur, emreder, nehy eder ve meselenin ayrıntılarıyla ilgilenmez.
İkincisi ise: Muallimin ve fakihin vazifesidir. Bu adam ilmi telkin etmeyi, meseleyi beyan etmeyi amele bakmadan açıklar. Bunu için tahkikli bir şekilde beyan eder. Şartları ve manileri tam bir şekilde söyler. Dikkatle ve titizlikle ifadeleri seçer. İbarelerden kastedilen mananın dışında başka bir mana anlaşılmaması için dikkatli olan ifadeler kullanır. Yani manaya en yakın olan ifadeler kullanır. Havada kalan bir söz söylemez. Bilakis şartları beyan ederek vaat eder, tehdit eder, teşvik eder ve korkutur. Şeriatın vazifesi sadece öğretmek değildir, vaaz ve hatırlatmakta vardır. Yani aynı zamanda hem öğretmen hem de vaizdir. Bunun için amele iten ve tembellikten sakındıran bir üslup kullanır ve bu fıtrata uyan bir öğretimdir.(Feyzul Bari c.1 s.280)
Şeyh Osman şöyle der: Rasulullah (s.a.v.)'in [kim bize karşı silah kaldırırsa bizden değildir.] hadisi konusunda Sufyan b. Uyeyne bizim amelimize yada bizim ahlakımıza muvafık değildir şeklinde tevil edilmesinden hoşlanmıyordu ve diyor ki ne kadar kötü bir sözdür, yani şunu kast ediyor: Bu hadisin nefislerde daha korkutucu ve daha caydırıcı olması için tevil edilmemesi daha iyidir. (Fethul Mulhim 2.cilt s.64)
Fakih ile vaiz in görevlerini birbirine karıştırmak ve bu meseleyi gözetmeksizin nasları değerlendirmek; Bu zamanda tekfir sancağını kaldıran cemaatlerin en önemli sorunlarındandır. Sebebi ise ilmin zafiyeti, selef ve usul kitaplarından uzak kalmalarıdır. Çoğu zaman duygusal, tesirli ve usul ölçülerinden uzak ibareleri kullandıklarını görürüz. Onların hedefi muhatabı etkilemektir. Kim ilim ve tahkik gözüyle bu ibarelere bakarsa tekfiri gerektirecek hiçbir neden bulamayabilir ve söylenen hükümlerin çoğunun lazım ile tekfir, küfrü asgar veya ihtimalli fiillerle tekfir kapsamına girdiğini görecektir.
Allah teala izin verirse bunlardan bazı misalleri açıklayacağız.
Şeyh Makdisi: Kâfir rejim şemsiyesi altında çalışmak ve onun parçası olmak bahanesiyle kâfir rejim de memur olan herkesi tekfir edenlere karşı cevap vererek şöyle dedi:''Hükümetlerin, orduların küfür illeti bize göre farklıdır. Bizim sözümüzü bilmeyen ve yazılarımızı okumayan bazı aceleciler buradaki illetin rejimin şemsiyesi altında çalışmak olduğunu söylerler. Biz ise bunu kabul etmiyoruz.
Çünkü buna her memur ve hükümette çalışan her kişi girebilir. Biz böyle mutlak ifadeleri kullanmayız ve ona itibarda etmeyiz. Bilakis onu kullananların cahil olduğunu görürüz Çünkü bu mutlak ifadeler sınırları belli, ilmi veya şer’i bir söz değildir. Boş, yüzeysel geniş ve duygusal laflardır. (el-İşraka s.32)
Bu açıklama insanların, mezhebinin gerektirdiğinin, bizzat mezhep olup olmadığı konusunda ki ihtilafıdır. Bu ihtilaf bunlardan birisi üzerinde karar kılmalarından daha iyidir. Böylece söylediği açığa kavuşturulduktan sonra, sözünün gerektirdiği sonuçlardan radı olan kişiye bu sonuçlar izafe edilir. Ancak bu sonuçlardan radı değilse, çelişkiye düşmüş olsa bile, bunlar o kişiye izafe dilmez’ (Mecmu’ul Feteva c. 29 sf: 25-26)
Sonuç olarak, sözlerin gerektirdiği dolaylı manalar ve meal yolu ile yani dolaylı olarak yapılan tekfir, alimlerin belirttiği gibi doğru olmayan bir yoldur. Şevkani (rh) şöyle der: ‘Bir şeyin gerektirdiği ile tekfir etmek en büyük yanlışlardandır. Dinini tehlikeye atmak isteyen kişi, böyle bir yönteme başvurması halinde, kendi nefsinin cinayetini işlemiş olur.’(Es-Seylul Cerrar c.4 sf: 580) (30 Risale sf: 210-211)
Şeyh Makdisi şöyle der: Tekfir konusunda yaygın olan hatalardan biride, mükellef açıkça küfür olan bir şeyi söylemediği halde, sözlerinin gerektirdiği ile veya meal yoluyla onu tekfir etmektir. (Bkz: İbn-i Rüşd el-Hafid , El-Bidayetul-Muctehid ve Nihayetul-Muktasid c.2 sf: 492)
Kişi bu sözleri söylerken dolaylı olarak doğacak manayı ve sonucu bilmemekte, hatta ve bu mana ve sonuç aklına hiç gelmemektedir. Sözü söyleyen kişi, söylediğinden dolayı sonucunu bilmiyor ve onu kabullenmiyorsa, ondan dolayı onu tekfir etmek veya dolaylı olan manayı kast etmiş ve söylemiş gibi kabul etmek caiz değildir. Dolayısıyla kişileri, sözlerinin gerektirdiği ile tekfir etmek caiz olmaz. (30 Risale s.202)
Lazım ile tekfiri şöyle açıklayabiliriz:
Bir söz veya fiil bizatihi küfür değildir ama netice olarak küfür ortaya çıkabilir. Bu söz ve fiili işleyen kimse sahih söze göre bu söz ve fiilden dolayı tekfir edilmez. Çünkü onun lazımını (neticesini) kast etmiş olmayabilir ve intifaul kast (kasıtsızlık) küfür manilerindendir.
Önceden belirttiğimiz gibi usulde raci söze göre 'mezhebin lazımı mezheb değildir' Söz konusu kişi sözün veya fiilin lazımını (neticesini) bilip onu kabul ettiği takdirde kâfir olur.
Lazım ile tekfire şu örneği verebiliriz:
Ebu Hurayra (r.anh) dan Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ”Allah azze ve celle diyor ki: Âdemoğlu dehre (kadere) söver ve dehr benimdir. Çünkü gece ve gündüzü çeviririm”
Başka bir rivayette, Âdemoğlu Bana eziyet eder diye geçer. (Buhari-Muslim-Ebu Davud)
Hadisten anlaşılıyor ki kişinin dehre sövmesi netice itibari ile Allah’a sövmek demektir. (Bundan Allah’a sığınırız)
Buna rağmen kadere söven kişi kâfir olmaz. Lazımını (neticesini) bilip kabul ederse kâfir olur.
Şeyh Makdisi şöyle diyor: Bir kabrin başında sesi duyulmayacak şekilde dua eden kişinin durumu da bunun gibidir. Ona ne yaptığı sorulur. Kabirdeki ölüyü bağışlaması için Allah Tealaya dua ettiğini söylerse , kabirdeki ölü Müslüman ise adam iyi etmiş olur. Ancak ölü kafir ise kötü yapmış olur. Müşriklere istiğfar etmeyi Allah Teala'nın yasakladığını biliyor ve buna rağmen onlara dua ediyorsa , bu kişi günahkar olur , ama kafir olmaz. Kabul edilmesini umarak kabrin yanında dua ettiğini söylerse , yaptığı iş kendisin küfre götürmeyen bir bidat olur ve şirke kapı açacağı için bundan sakındırılır. Ancak ihtiyaçlarını gidermesi için kabirde bulunan kişiye dua ettiğini söylerse , bununla küfre girer. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki maksadı bilmek, delaleti muhtemel olan lafızdan neyin kastedildiğini belirler ve tekfir sebebi olup olmadığını ortaya çıkarır. (30 Risale sf: 151)
Lazım ile tekfir etmek: Küfre delaleti açık olmayan çeşitli manalara ihtimalli olan söz ve fiillerden dolayı tekfir etmektir. Böyle söz veya fiilleri işleyenlerin niyetini sorup öğrenmeden tekfir etmek tehlikelidir.
Bu meselenin birçok misalleri vardır:
Biz ise imam Şevkani (rh) ın gösterdiği şu örnekle yetiniyoruz:
''Ondan (ihtimalli fillerden olan) Allah’tan başkasına secde etmektir. Bunu yapanı tekfir etmek için secde ettiği kimsenin rububiyetini kast etmesi gerekir. Çünkü böyle bir fiil ile (secde etmekle) Allah Tealaya ortak koşmuş ve O’nun la birlikte başka bir ilah tanımış olur. Ancak acem krallarının yanına girenlerin çokça yaptıkları gibi; kralın önündeki yeri öpmek suretiyle sadece saygı ve tazimi kast ederek secde edenlerin filleri küfürden değildir. Âlimlerden meşhur olan her kimse ilzam (lazım) ile tekfir etmenin ayakların kaydığı en önemli yerlerden olduğunu bilirler. Dinini tehlikeye atmak isteyenler ise ancak kendi aleyhlerine bir cinayet işlemiş olur. (es-seylul cerrar c.4 sf: 580 )
Allah, imam Şevkani’ye rahmet etsin tekfir konusunda ne kadar ihtiyatlı davrandığına bakın. Halbuki böyle bir mesele bugünün âlimlerinin indinde tartışma kabul etmeyen bir meseledir. Hatta secde eden kişiyi tekfir etmeyeni de tekfir edebilirler. Acizliğimizi ve cehaletimizi Allah’a şikâyet ediyoruz.
NOT:
Secde meselesinde sadece şüphe olasılığı bulunduğu halde imam Şevkani’nin sözüne göre fetva verilebilir. Mesela bir adam puta secde ettiğinde İmam Şevkani’nin sözü geçerli sayılmaz. Çünkü böyle bir durumda selamlama şüphesi yoktur. İbadetten başka bir mana düşünülemez. En doğrusunu bilen Allah tır.
Prof. Dr. Vehbe Zuhayli şöyle der: Bir kişi sultana secde ederse kastı namaz değil selamlama ve tazim ise tekfir edilmez. Çünkü Allah meleklere Âdem(as) a secde etmelerini emretmiş ve Yusuf(as)’ın kardeşleri ona secde etmişlerdir. (el-fıkhul islami ve edilletuhu c.1 s.160)
Şeyh Makdisi şöyle der: Buna göre bazı kişiler, insanlara zulüm ve haksızlıklarını biraz azalttıkları veya halkın hakkı olan bazı hizmetleri yerine getirdikleri için yahut kat kat fazlasını götürdükleri servetlerden kırıntı mesabesinde bazı şeyleri onlara da verdikleri için; tagut yöneticilerin bazısını övse , bu yaptığının sebebi tagutların ve mucrimlerin durumunu tam olarak tanımama , hak ile batılı birbirine karıştırma veya kişiyi delalete götüren cehaleti ise , salt olarak bu övgüsü nedeniyle kişi küfre girmiş olmaz. Ancak böyle bir şeyin ilim ve davet erbabı tarafından yapılması , gafil halktan birileri tarafından yapılmasından daha çirkin ve kötüdür. Çünkü ilim ve davet erbabı olan kişiler bun yaparken , hak ile batılıda birbirine karıştırmakta ve halkı saptırmak için ellerinden geldiği kadar çalışmaktadırlar. Ancak bütün bunlara rağmen tekfir ayrı bir şekilde ele alınmalıdır.
Kaldı ki günümüzde kadın erkek , yaşlı bir çok Müslüman tagutların gerçeğini ve mahiyetini bilmemektedirler. Etraflarında olup bitenlerden haberleri bulunmamakta ve tagutların hangi komplolar düzenlediklerini de anlayamamaktadırlar. Bu insanlar, mescit inşa etmeleri, bazen camiye gitmeleri ve bazen zaman zaman Allah ve Rasulullah (sav) in isimlerini anmaları sebebi ile tagutların ne büyük düşman olduklarını ve bunları kendilerini aldatmak için yaptıklarını kavrayamamaktadırlar. Bunlar tagutların şirk ve şirk ve küfür hükümlerinden uzak ve beri olduklarını düşünürler. Ama küfürlerini ve şirk hükümlerini fark edecek durumda da değildirler. Zaman zaman tagutların yaptıkları iyi ve düzel işlere bakarak aldanırlar ve bazı hizmetleri sebebi ile onları överler veyahut dışı hayr ama içi zehir olan kimi başarılarından dolayı onlara teşekkür ederler. Aktardığımız bu durumda olan kişileri , tevhid akidesine sahip oldukları sürece , sadece bu övgüleri sebebi ile aşırıya kaçan ve sözünün nereye varacağını bilmeyecek kadar ahmak olan kişiler dışında kimse tekfir etmez. Hatta bu insanlar , tagutların başarılarının devamı için onlara uzun ömür ve başarı gibi şeyler ile dua etseler yine tekfir edilmezler. Aslında bu tür dualar, onların küfür işlerinde daha fazla devam etmeleri anlamına gelebilir. Ancak bundan dolayı tekfir etmek , sonuç ve meal itibari ile tekfir olur. Kaldı ki onlar için dua eden adam onları nasıl bir küfür içinde olduğunu ve sözlerinin nereye varacağını da bilmeyebilir. Onların küfür ve şirklerini kast etmeden sadece iyi gördüğü ve aldandığı bazı hizmetlerinin devamı için dua ediyor olabilir. Böylelerini ancak tagutların ve hükümlerinin durumunu belirttikten ve onlar için dua etmenin ne demek olduğunu anlattıktan sonra , hala onlara dua etmesi halinde tekfir edebiliriz.
Kişiyi küfre götürebilecek bu tür duayı yapanları , cehaletleri sebebi ile mazur sayılmaları gerekir. Çünkü şahısların bizzat kendilerine yapılan dua ile , küfür ve küfür kanunlarına yapılan dua arasında fark bulunmaktadır. Üstelik bu tagutlar sürekli olarak halkın kafasını çelen ve hak ile batılı birbirine karıştıran yaldızlı konuşmalar yapar ve insanları aldatırlar.
Buradan da anlaşılmaktadır ki duadan maksat daima küfrün devamı olmayabilir. Ancak kafirlerin açık olan küfrünü veya şirk olan kanunlarını övmek , onların üstünlüğü ve devamlılığı maksadı ile dua etmek şüphe götürmeyen açık bir küfürdür.
Sonuç olarak kişinin şahsına dua etmek ile açık olan küfrüne dua etmeyi birbirinden ayırmak ve ihtimal olan yerlerde ayrı ayrı değerlendirme yapmak gerekir.
İmam veya vaaz veren hatibin , yönetimdeki bazı tagutlar için dua etmesi de , ihtimal taşımayan amellerdendir ve ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir. Çünkü her dua küfre düşürücü olmayabilir. Özellikle imamların yöneticilere dua etmelerinin zorunlu olduğu ülkelerde bu durum daha da önemlidir. Bu tür imaların arkasında namaz kılmanın caiz olup olmaması da yapmış olduğu duasının özel olarak değerlendirilmesine ve bu değerlendirilmeden sonra ulaşılan sonuca bağlıdır.
Kendimi de bundan beri görmüyorum. Bende zaman zaman hiddet ve şiddete kapılmışımdır. Öğüt hepimiz için gereklidir. Allahu Teala şöyle buyurur: ‘şubhesiz öğüt mûminlere fayda verir’ (Zariyat 55) (30 Risale s.112-127)
Lazım ile tekfir ve delaleti ihtimalli olan eylemlerden dolayı tekfir etme meselesinin daha çok açığa kavuşması için şöyle bir misal verebiliriz:
Bir kişi Hıristiyanlığın akidesini öğrenmek için bir rahibin evine veya kiliseye gidiyor.
Hıristiyanlığı sevmek, onu kabul etmek veya ona radı olmaya delalet eden fiil veya sözler bu adamdan çıkmadığı sürece bu kişinin hükmü nedir?
Tek başına kiliseye gidip Hıristiyanlığı öğrenmek küfür bir fiil değildir. Çünkü gitmek ihtimalli olan bir fiildir.
A) Bu kişi Hıristiyanların şüphelerini iptal etmek için akidelerini öğrenmek istiyorsa veya rahiple yada tanıdığı bazı Hıristiyanlarla diyalog fırsatını bulmak ve onların akidesinin fasit olduğunu beyan etmek için uğraşıyorsa bu kişinin küfrü söz konusu değildir. Hatta ecirli bile olabilir.
B) Bu kişi kendi ilmini arttırmak için veya rahipten beklediği bir dünyevi menfaat için bunu yapıyorsa yaptığı iş günahtır veya haramdır. Ama yaptığı bu iş küfür derecesine ulaştırmaz. Delili ise Ömer (r.anh)’in Tevrat sayfalarını Peygamber (s.a.v.)’e getirmesi hadisidir.
C) Bu kişi, Hıristiyanlığı sevdiği, kabullendiği veya radı olduğu için bunu yapıyorsa bu kişi kâfir olur. Ancak unutulmamalıdır ki, onun küfrünün sebebi kiliseye gitmek değil küfrü kabullenmek sevmek ve radı olmaktır. Yani kiliseye veya rahibin yanına gitmese de kafir olur.
1. Bölüm