B
Çevrimdışı
Polisler, 10 saat bekleyişin ardından gelen tutuklama kararına binaen onu cezaevine teslim etmek üzere harekete geçmişti.
Cezaevine gitmeden önce ''Belki orda mevzuat uzar da aç kalırız!!'' korkusuyla beraber bir lokantaya gidip hep birlikte çorba içmeye karar verdiler.
Genç zanlıyı ekip otosuna kilitleyip kendi başlarına mis gibi işkembe çorbası içecek kadar da acımasız olmadıkları her hallerinden belli olan bu polis memurları araçlarını meşhur işkembecinin önünde durdurup inerken yeni tutuklu genç adama, yaptıkları kıyağın mahiyetini açıklamaktan da geri kalmadılar:
''Belki bir daha içemezsin!''.
MP5leri ceketlerinin içinde koltuk altlarına zulalalı vaziyette lokantaya ilerlediler. Aslında bu insanları alıkoymak yahut tutuklamak en azından gözaltına almak için silah gerekmiyordu, bunun farkındaydılar, hatta o polislerden birisi uzun yolculuk esnasında kendisi itiraf etmişti ''seni bıraksak gene kaçmazsın ibrahim!'' diye. Zira suçsuzken kaçmak isnadı kabul etmekten başka şeye dalalet etmezdi. Suçun olmadığından herkes emin olduğu gibi onun kaçmayacağından da herkes emindi ve bunun verdiği rahatlıkla birer işkembe söylediler. İşkembeler geldi.
Genç adam işkembe çorbasını içerken pek bir şuursuz görünüyordu. Doğranmış kıtır ekmek parçalarını ağızına attıktan sonra hiç çiğnemeden yuttuğu her halinden belliydi. Uzun süren gözaltı sürecinden kalma yorgunluğu ve bitkinliği zaten solgun olan yüzüne ölümcül bir hastalığın tezahürünü aksettirmişti. Saçları dağınıktı, bu dağınıklık buz gibi bir kodeste battaniyesiz uyuma çabalarından ileri geliyordu sanırım ya da aklındaki soru işaretlerinin şahsı manevisi onu bu hale koymuştu bilemiyorum. Fakat normal şartlarda yayıla yayıla içebileceği lezzetli ve dumanı üstünde tüten bu standart üstü mükemmel sıcak işkembeyi de kıtır ekmek parçalarında olduğu gibi gürp gürp içti. Tabağının dibini sünnetledikten sonra ''Haydi artık!'' der gibi geçici yol arkadaşlarının yüzlerine bakmaya başladı. Ağır ağır zevkle ve deruni bir haz alarak çorbalarını hüpürdeten bu taifenin kaç kişi olduklarını hiç saymamıştı, sayma gereği duymamıştı, zira saysa ne yapacaktı, böyle bir istatistik edinmenin lüzumsuzluğunun farkında olarak onları tek tek tahlil etmeye başladı. Kişiliklerini tahlil etmek, sayılarını saymaktan daha makul görünüyordu.
En gençleri tam karşısında oturuyordu, gözü tabağanına odaklanmış, bulunduğu ortamdan soyutlanmış ve belki de hatta karşısında bir suçlu olduğunu dahi unutmuş gibi görünen bu polis en başından beri onunla neredeyse bir kez dahi göz teması kurmamıştı. Birşey demek istediğinde ona yöneliyor fakat gözleri sağa sola ya da onun ayaklarına bakıyordu. Genç adam, aslında bir çok kez onun kendisine baktığını hissetmişti fakat kaç defa gözlerini yakalamaya çalışmışsa da başarılı olamamıştı.
Bu bakış kaçırma oyunu o an İbrahim'de ilkokul anılarını çağrıştırdı. Karşısında işkembe içen polisin bu çocuksu tavrında okuldaki ilk arkadaşı Tuncay'ı görür gibi oldu Genç Adam. Okulun ilk günlerinde İbrahim ne zaman Tuncayın bakışlarını üzerinde hissedip ona yönelse uzaklaşan kaçan bakışlar görürdü, iletişime geçmeleri ve samimiyet sağlamaları uzun zaman almıştı ama sonunda omuz omuza gezen iki dost olup çıkıvermişlerdi, hatta sınıfın ve okulun en hayta, en dinamik en sağlam ikilisini oluşturmuşlardı. Teneffüslerde mutlaka ama mutlaka sıraların üstünde Star Wars'ın ilkel versiyonlarını teşkil edebilecek nitelikte harpler yaparlardı. Bu savaşların ana malzemesi olarak da Hatice öğretmenin dolabın üzerine öğrenci dövmek için sakladığı cetvel ve sopayı kullanırlardı. Hatta bir keresinde bu savaşın tadına doyamamışlar öğretmen zili çalana kadar sıra üstünde savaşmışlar ardından da öğretmene yakalanarak sağlam bir dayak yemişlerdi. Hep beraber takılan bu çift, gün içerisinde yeteri dozajda şiddet alamadılarsa okul çıkışında ciddi bağlamda birbirlerine dalarlardı muhakkak. Şiddet onlar için bir zevkli gelenek olmuştu. Bu güzel günlerin ardından ikinci sınıfta Tuncay okuldan ayrıldı ve o günden sonra hiç görüşemediler. İbrahimin, çorbasını bitirmekte olan polisin yüzüne bakarken bu anıları hatırına getirip gayri ihtiyari gülümsemesi en yaşlı olan ihtiyar kurdun gözünden kaçmadı. Müftü diyorlardı ihtiyar polise. Görünümü çok mülayim, mütevazi ve hatta belki de pasif, yeteneksiz aciz olan bu şahıs yıllardır camilerde müezzinlik yapıyordu. İbrahim ''Sizi şu arabada beni tutuklarken görmesem polis olduğunuza hayatta inanmazdım!'' diyecek kadar şaşırmıştı müftüye.
Cezaevine gitmeden önce ''Belki orda mevzuat uzar da aç kalırız!!'' korkusuyla beraber bir lokantaya gidip hep birlikte çorba içmeye karar verdiler.
Genç zanlıyı ekip otosuna kilitleyip kendi başlarına mis gibi işkembe çorbası içecek kadar da acımasız olmadıkları her hallerinden belli olan bu polis memurları araçlarını meşhur işkembecinin önünde durdurup inerken yeni tutuklu genç adama, yaptıkları kıyağın mahiyetini açıklamaktan da geri kalmadılar:
''Belki bir daha içemezsin!''.
MP5leri ceketlerinin içinde koltuk altlarına zulalalı vaziyette lokantaya ilerlediler. Aslında bu insanları alıkoymak yahut tutuklamak en azından gözaltına almak için silah gerekmiyordu, bunun farkındaydılar, hatta o polislerden birisi uzun yolculuk esnasında kendisi itiraf etmişti ''seni bıraksak gene kaçmazsın ibrahim!'' diye. Zira suçsuzken kaçmak isnadı kabul etmekten başka şeye dalalet etmezdi. Suçun olmadığından herkes emin olduğu gibi onun kaçmayacağından da herkes emindi ve bunun verdiği rahatlıkla birer işkembe söylediler. İşkembeler geldi.
Genç adam işkembe çorbasını içerken pek bir şuursuz görünüyordu. Doğranmış kıtır ekmek parçalarını ağızına attıktan sonra hiç çiğnemeden yuttuğu her halinden belliydi. Uzun süren gözaltı sürecinden kalma yorgunluğu ve bitkinliği zaten solgun olan yüzüne ölümcül bir hastalığın tezahürünü aksettirmişti. Saçları dağınıktı, bu dağınıklık buz gibi bir kodeste battaniyesiz uyuma çabalarından ileri geliyordu sanırım ya da aklındaki soru işaretlerinin şahsı manevisi onu bu hale koymuştu bilemiyorum. Fakat normal şartlarda yayıla yayıla içebileceği lezzetli ve dumanı üstünde tüten bu standart üstü mükemmel sıcak işkembeyi de kıtır ekmek parçalarında olduğu gibi gürp gürp içti. Tabağının dibini sünnetledikten sonra ''Haydi artık!'' der gibi geçici yol arkadaşlarının yüzlerine bakmaya başladı. Ağır ağır zevkle ve deruni bir haz alarak çorbalarını hüpürdeten bu taifenin kaç kişi olduklarını hiç saymamıştı, sayma gereği duymamıştı, zira saysa ne yapacaktı, böyle bir istatistik edinmenin lüzumsuzluğunun farkında olarak onları tek tek tahlil etmeye başladı. Kişiliklerini tahlil etmek, sayılarını saymaktan daha makul görünüyordu.
En gençleri tam karşısında oturuyordu, gözü tabağanına odaklanmış, bulunduğu ortamdan soyutlanmış ve belki de hatta karşısında bir suçlu olduğunu dahi unutmuş gibi görünen bu polis en başından beri onunla neredeyse bir kez dahi göz teması kurmamıştı. Birşey demek istediğinde ona yöneliyor fakat gözleri sağa sola ya da onun ayaklarına bakıyordu. Genç adam, aslında bir çok kez onun kendisine baktığını hissetmişti fakat kaç defa gözlerini yakalamaya çalışmışsa da başarılı olamamıştı.
Bu bakış kaçırma oyunu o an İbrahim'de ilkokul anılarını çağrıştırdı. Karşısında işkembe içen polisin bu çocuksu tavrında okuldaki ilk arkadaşı Tuncay'ı görür gibi oldu Genç Adam. Okulun ilk günlerinde İbrahim ne zaman Tuncayın bakışlarını üzerinde hissedip ona yönelse uzaklaşan kaçan bakışlar görürdü, iletişime geçmeleri ve samimiyet sağlamaları uzun zaman almıştı ama sonunda omuz omuza gezen iki dost olup çıkıvermişlerdi, hatta sınıfın ve okulun en hayta, en dinamik en sağlam ikilisini oluşturmuşlardı. Teneffüslerde mutlaka ama mutlaka sıraların üstünde Star Wars'ın ilkel versiyonlarını teşkil edebilecek nitelikte harpler yaparlardı. Bu savaşların ana malzemesi olarak da Hatice öğretmenin dolabın üzerine öğrenci dövmek için sakladığı cetvel ve sopayı kullanırlardı. Hatta bir keresinde bu savaşın tadına doyamamışlar öğretmen zili çalana kadar sıra üstünde savaşmışlar ardından da öğretmene yakalanarak sağlam bir dayak yemişlerdi. Hep beraber takılan bu çift, gün içerisinde yeteri dozajda şiddet alamadılarsa okul çıkışında ciddi bağlamda birbirlerine dalarlardı muhakkak. Şiddet onlar için bir zevkli gelenek olmuştu. Bu güzel günlerin ardından ikinci sınıfta Tuncay okuldan ayrıldı ve o günden sonra hiç görüşemediler. İbrahimin, çorbasını bitirmekte olan polisin yüzüne bakarken bu anıları hatırına getirip gayri ihtiyari gülümsemesi en yaşlı olan ihtiyar kurdun gözünden kaçmadı. Müftü diyorlardı ihtiyar polise. Görünümü çok mülayim, mütevazi ve hatta belki de pasif, yeteneksiz aciz olan bu şahıs yıllardır camilerde müezzinlik yapıyordu. İbrahim ''Sizi şu arabada beni tutuklarken görmesem polis olduğunuza hayatta inanmazdım!'' diyecek kadar şaşırmıştı müftüye.