GİZLİ TAHRİFAT
Yahudi ve Hıristiyanları insan-ı kamil olmaktan geri bırakan, İslamiyet güneşinden mahrum eden kendi kudsi kitaplarını tahrif edip, son din olan İslamiyet’e teslim olmayışlarıdır.
Bizim zillete düşmemize ve maddeten ecnebilere nisbeten geri bırakan; zihinsel, ruhsal ve kalbi tahrifatlara uğramamızdır. Bu da içtima-i tahrifatı netice vermiş. Diğer bir tabirle “İslamiyet’in usulüne israiliyyatı, akaidine hikayatı, hakaıkına mecazatı” karıştırma gibi bir tahrifat değil midir ki cezasını halen ödüyoruz. Kur’an tahrif edilmedi edilemezde. Fakat ismimiz müslüman kaldı, mahiyetimiz bozuk hristiyanlık, yahudilik ve maddiyyun felsefeyle tahrif edildi. Makamın yüksekliği nisbetinde insana değer verilmesi; dini anlatmanın detayına kadar yaşamanın alimlere münhasır kılınması; derd-i maişet için, günaha girilsede avf edilir; din vicdan işidir, devletle siyasetle alakası olmaz gibi laflar iddiaya birer delildir.
Hakkın batıla mağlubiyeti batılın kuvvet ve taraftarların çokluğundan ziyade; hakkın
hakim olması için gerekli şart ve vesilelerden yaz geçip, umursamama yada batıl formüllerle galip gelme çabasıdır. Parti vb. yollan denemek gibi.
İnsanlık aleminde tekrarlanan tahrifat hadisesi günümüzde daha gizli, planlı ve zararlı bir suret almış. Bu tahrifatlardan biri de Risale-i Nur üzerinde cereyan etmiş ve etmekte olan tahrifattır.
Bilinen tahrifat; Dava Dergisi’ninde üzerinde durduğu tahrifattır. Halbuki ben, bu tahrifat yanında, gizli tahrifata dikkati çekmek istiyorum.
Gizli tahrifat nedir? Denile bilir.
Cevaben derim ki: Risale-i Nur’da kastedilen veya edilebilen bütün zahiri ve batıni (işari) manalara ters düşerek ve insanı birçok zulme şerik edecek anlamlar verme gibi bir tahrifatı ifade ediyorum.
Demek, tahrifatı iki kısma ayırabiliriz. Birincisi: Kelime, cümle ya da kısımlardaki ekleme, çıkarma veya değiştirmelerdir. İkincisi: Söylendiği zamanı, mekanı, konumu nazara almayıp, başka zaman, mekan ve oluşumlara yanlış uygulamak veya hakka aykırı manalar verme gibi bir tahrifattır.
1. tahrifatın 2. den daha kolay düzeltileceği kanaatindeyim. Çünkü; 1. kısım değişiklik zahiridir yani kitaplar üzerindedir. 2. kısım değişiklik zihnidir, gizlidir, hevese göre renk vermedir. Yanlış anlaşılmasın, kolay düzeltilebilir demek ehemmiyetsizdir anlamına gelmesin. Nice cinayetlere reva göstermektir.
Okuyucu kardeşlerimle dertleşme suretinde birer ikişer misalle bahse devam edeceğim.
İslam ümmetinin meselesi olan Kürt meselesinde insani hukuka aykırı hareket edip, zalimlerin zulümlerini vatan savunması diye nitelendirenler elbette üstadın kürtlüğünü hazmedemeyip, türk’tür, seyyid’dir gibi iddiaları olacak.
Divan-ı Harb-i Örfi’nin yarı cinayetinden sonra “Fahr olmasın derim ki:
Biz ki; Kürdüz. Aldanırız fakat aldatmayız.” cümlesini, “Fahr olmasın derim. Biz ki müslümanız. Aldanırız fakat aldatmayız.” şeklinde değiştirilmiş. Böyle bir tahrifattın düzeltilmesi kolaydır. Çünkü dinimiz, övünç kaynağımız ve bizi aldatılmaktan kurtarıp marifede, teyakkuza isal edicidir. Mensuh olduğumuz ırk yaratılış itibarıyla diğer ırklarla eşit olduğundan bizim için gurur kaynağı olmaz.
Saideyn ilişkiside beşeri zaaflardan ve cehaletten netleşmeyen meselelerdendir.
Hayatını veren Said (ra), başını veren Said’i (ra) kiyamdan vazgeçireceğine dair hayali mektubun olmadığı aşikardır(açıktır). (1913 Bitlis Hadisesi’ndeki mükaleme ve yanlış düzmeler hariç.) Diğer bir tabirle vazgeçirici bir nakil yoktur. İşin çözümü tarih seyri, akıl, hikmet ve İslami Hareket esaslarına göre rahatlıkla görülür.
Üstad’ın ümmetçi olduğu aşikardır. Tabi ki, ümmet demek, devletin bir tarafın milliyetçilik damarını okşayıp, diğer tarafı kırdırması veya “Türkiye’de herkes kardeştir”; “Türküyle Kürdüyle bu vatanda hep beraber yaşamışız”; “Türk-Kürt önemli değil...” gibi parlak sözlerden sonra bir tarafın gasp edilmiş haklarını vermemek değildir. On milyonluk milletin devlet, dil, kültür sorunlar yokken, neden kırk milyon civarı bir milletin Is1am dairesinde bu hakları verilmesin? Hakların verilmesiyle gerçek kardeşlik tezahür eder.
Nakilden ziyade, olayı bir kıyasla ibraza çalışacağım.
22 Şubat 1920’de 8273 sayılı ikdam ceridesinde Ermenilerle birleşme akdini imzalayan Şerif Paşa’yı (Kürt-Ermeni ittifakını) protesto eden bir islamiyet’e zarar cihetiyle Ermenilerden muzır olan zamanımızın Amerikası, İngilizlerle Lozan’ın iç yüzünde (Murahhas Heyeti reisi Lord Gürzori’un kabul edilen teklifi (Türkiye İslam alakasını ve İslami temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulus birliği etmiş olur. Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanmış olur, bizde kendisine dilediğini veririz) ile anlaşma yapan bir devlet ve orduyu nasıl protesto etmez? Şeriat için kıyam edeni, nasıl haksız görüp caydırıcı mektup yollar? “Şeriatsız bir Kürdistan düşünmedim.” ifadesiyle; “En mukaddes maksadım şeriatın bütün ahkamını icra ve tatbiktir.” ifadesini kullananı birbirine zıt göstermeye deliler bile cüret etmez.
Türkçülüğü ve devlet ricaline kayıtsız şartsız itaati esas alanlar Osmanlı ve TC’ye haklıda olsa bir başkaldırıyı, kabullenemezler. Hali hazırda Bediüzzaman’ı takip ediyor gözükenlerin çoğu, kendilerine göre konuşturdukları bir Üstad’ı takip ediyorlar. Anadolu’nun bağrından çıkanları faziletli gören, dehayı felsefeden dersini alanlar nerde? Her şeyi Mizan-ı Şeriatla ölçen ve yalnız Kur’an’dan feyiz alan Asrın Beyin mimarı nerde?
Bazı neşriyatlarda Barla Hayatı denen kısma eklenen yazı, üstadın Bitlis Hadisesi ‘ne binaen söylediği sözlerdir. Gözleri açık olan 12 yıllık süreyi ve sistem değişikliğini görecek.
Kezalik, Ş. Said isyan etti, bir kaç ili aldı, isyan bastırıldı söylemleri var. Halbuki Şeyh Said ve halk, müntesibleri oldukları din ve üzerinde yaşadıkları topladıkları muhafaza için kiyam etmişler. Hareket, haksız hücuma karşı bir müdafadır. Yapılması zorunlu ve şart olan bir hareket sorgulanacağına,
İngiliz ortağı bir ordunun Kürdistan’da ne işi var?
Bu milletten ne istiyorlar?
Nereden? Kim hesabına?
Hangi düzene göre halen alimlerden ve halktan asıp kesiyorlar? Sorularına cevap aranmalıdır. Beşeri sistemlerin verdiği derste, güçlüyü haklı görme fikri oluşur. Şeyh Said’ki yenik düştü ya...
Kürdistan’da cereyan eden olaylarda haklı-haksız tesbitlerinden önce; mevcut silahlı güçlerin, devletin kurumlarının ve hükümet teşkilatının Kürdistan’da ne işi var? Bu milleti, ırkçılık kültürüyle yoğrulmuş kaymakamlar, valiler, emniyet müdürleri niçin idare ediyor? Nitekim vekil öğretmenlik için kaymakama müracaat eden gence, kaymakam: “Şu ana kadar kaç kişiyi ihbar ettinde seni öğretmenliğe alayım.” demiş.
Bölge sorunlarını çözmeyi devletten beklemek, hayvanları hastalanan köye aç kurtları göndermeye benzer. Devlet idaresi, milletim dedikleri insanlara saadeti verip, adaleti tesis edemezken başka millete ne verebilir.
Meseleyi yine konumuz için uzattım. Çünkü: Risalelerden gerçek manada istifadenin en önemli cihetlerinden biri ümmetçi oluşumuzdur...
Kelamın ulviyeti ve doğru anlaşılması:
Kim söylemiş?
Kime söylemiş?
Ne zaman söylemiş?
Hangi makamda söylemiş?
Gibi şartlara bağlıdır. Vereceğim misal zikredilen kaideleri esas alma neticesinde doğru anlaşılır.
2.Meşrutiyet’in üçüncü yılında aşiretler için yazan Üstad: “Eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal” kaidesini zikredip muhatapların ezberlemelerini dahi istemiş.
Bu sözü TC’nin kuruluşundan sonra söylenmiş gibi kullanmak, sözün anlamını ya da kastını büsbütün değiştirir. Halbuki “eski hal” l908’den önce ki “Devr-i İstibdat” tabir edilen. Abdulhamit döneminide kapsayan sureye işarettir ki, bunu muhal görüyor. Meşrutiyet-i meşrua kabul ettiği ve alkışladığı 2. Meşrutiyeti” Yeni hal” ile tabir ediyor.
Sistem ile şahıslar zaman olmuş birbirine mütabık olmuşlar, bazen sistem ile idarecilerin icraatları teğalüf edebilir. “Hükümler eksere göre verilir” kaidesini nazara alıp şunu söyeyebilirim: İttihad ve Terakkicilerde genelde şahısları zalim ve zihniyetleri ithaldir. Fakat rejime büsbütün öyle bakamayız. TC. de hem şahısların zihniyetleri hem de rejim ithaldir.(dışardan alınmış, ismarlam)
1.Dünya Hrbininde halk, din ve vatan selameti için ehl-i küfrün defini esas alıp savaşmış. Bu nokta-i nazardan ölenler şehid oluyor. Üstad Lemaat adil eserde: 1. Cihan Harbini Müslümanlar için bir musibet hareketi ise menfi ve ızdırari bir ibadet hükmünde görüp, öldürülenleri, şehid konumunda görmesi inşallah isabetlidir.
***
Müsbet ve menfi hareket tabirleri de su-i istimal edilen tabirlerdir.
İhlas Risalesi’nin düsturlarından ve “Yani beyne! İslam muhabbet imdat ve hıyanet askerini bozmaktır” kaidesinden anlaşılıyor ki, müsbet hareket müslümanlar arasında cereyan etmelidir. Batıl davalara yönelikse zayıf olduğumuz zaman yalnızca hareket itibarıyla kullanacağımız bir harekettir.
Müsbet hareketi, her kesime yönelik muhabbet ve suskunluk şeklinde anlamak, fasık, zalim ve kafirlere şamil kullanmak şuna benzer: Bir müslümana hazırlanan sarık, cübbe, şalvar gibi giysileri ayyaş birisine giydirmektir ki, elbiselere tahkirdir.
***
Cemiyet-i Muhammed’i (a.s.m) zamanın partilerine büsbütün kıyas etmek;
Ehven-i şer hükmünü ele alıp zaruret yokken, kafirlerden kaçalım deyip, münafıkların kucağına düşmek;
Dahili, harici muharebelerde Misak-ı Milli’yi dahil sanmak, Süfyanın nasihatina uyup yurtta sulhu esas almak gibi konuma kişiyi düşürür.
Hassasiyetle üzerinde durulan tahrifat meselesinde, kastedilen şu olsa gerek:
Kur’an’dan tereşşüh eden(çıkan) bu hakikatlardan istifadesine engel olmamak; ehl-i küfrün böyle bir kalenin içinden gözükenlerin açtıkları geldiklerden içeri girip lehlerine kullanmalarına sed çekmektir. Bunlar gibi birçok mesuliyeti istemiyorsak verilecek anlamlar Kur’an ve Sünnet ölçüsüne uygun olsun. Zira Üstad: “Sünnet-i Seniyyeye en kısa yoldan Risale-i Nur düsturları isal ediyor.” diyor. Bu ölçülere vurmaya iktidarımız yetmiyorsa Bediüzzam’ın hedef ve icraatına uygun manalar verelim.
(DAVA DERGİSİ, Haziran / Temmuz 1997, SAYI 80)
Yahudi ve Hıristiyanları insan-ı kamil olmaktan geri bırakan, İslamiyet güneşinden mahrum eden kendi kudsi kitaplarını tahrif edip, son din olan İslamiyet’e teslim olmayışlarıdır.
Bizim zillete düşmemize ve maddeten ecnebilere nisbeten geri bırakan; zihinsel, ruhsal ve kalbi tahrifatlara uğramamızdır. Bu da içtima-i tahrifatı netice vermiş. Diğer bir tabirle “İslamiyet’in usulüne israiliyyatı, akaidine hikayatı, hakaıkına mecazatı” karıştırma gibi bir tahrifat değil midir ki cezasını halen ödüyoruz. Kur’an tahrif edilmedi edilemezde. Fakat ismimiz müslüman kaldı, mahiyetimiz bozuk hristiyanlık, yahudilik ve maddiyyun felsefeyle tahrif edildi. Makamın yüksekliği nisbetinde insana değer verilmesi; dini anlatmanın detayına kadar yaşamanın alimlere münhasır kılınması; derd-i maişet için, günaha girilsede avf edilir; din vicdan işidir, devletle siyasetle alakası olmaz gibi laflar iddiaya birer delildir.
Hakkın batıla mağlubiyeti batılın kuvvet ve taraftarların çokluğundan ziyade; hakkın
hakim olması için gerekli şart ve vesilelerden yaz geçip, umursamama yada batıl formüllerle galip gelme çabasıdır. Parti vb. yollan denemek gibi.
İnsanlık aleminde tekrarlanan tahrifat hadisesi günümüzde daha gizli, planlı ve zararlı bir suret almış. Bu tahrifatlardan biri de Risale-i Nur üzerinde cereyan etmiş ve etmekte olan tahrifattır.
Bilinen tahrifat; Dava Dergisi’ninde üzerinde durduğu tahrifattır. Halbuki ben, bu tahrifat yanında, gizli tahrifata dikkati çekmek istiyorum.
Gizli tahrifat nedir? Denile bilir.
Cevaben derim ki: Risale-i Nur’da kastedilen veya edilebilen bütün zahiri ve batıni (işari) manalara ters düşerek ve insanı birçok zulme şerik edecek anlamlar verme gibi bir tahrifatı ifade ediyorum.
Demek, tahrifatı iki kısma ayırabiliriz. Birincisi: Kelime, cümle ya da kısımlardaki ekleme, çıkarma veya değiştirmelerdir. İkincisi: Söylendiği zamanı, mekanı, konumu nazara almayıp, başka zaman, mekan ve oluşumlara yanlış uygulamak veya hakka aykırı manalar verme gibi bir tahrifattır.
1. tahrifatın 2. den daha kolay düzeltileceği kanaatindeyim. Çünkü; 1. kısım değişiklik zahiridir yani kitaplar üzerindedir. 2. kısım değişiklik zihnidir, gizlidir, hevese göre renk vermedir. Yanlış anlaşılmasın, kolay düzeltilebilir demek ehemmiyetsizdir anlamına gelmesin. Nice cinayetlere reva göstermektir.
Okuyucu kardeşlerimle dertleşme suretinde birer ikişer misalle bahse devam edeceğim.
İslam ümmetinin meselesi olan Kürt meselesinde insani hukuka aykırı hareket edip, zalimlerin zulümlerini vatan savunması diye nitelendirenler elbette üstadın kürtlüğünü hazmedemeyip, türk’tür, seyyid’dir gibi iddiaları olacak.
Divan-ı Harb-i Örfi’nin yarı cinayetinden sonra “Fahr olmasın derim ki:
Biz ki; Kürdüz. Aldanırız fakat aldatmayız.” cümlesini, “Fahr olmasın derim. Biz ki müslümanız. Aldanırız fakat aldatmayız.” şeklinde değiştirilmiş. Böyle bir tahrifattın düzeltilmesi kolaydır. Çünkü dinimiz, övünç kaynağımız ve bizi aldatılmaktan kurtarıp marifede, teyakkuza isal edicidir. Mensuh olduğumuz ırk yaratılış itibarıyla diğer ırklarla eşit olduğundan bizim için gurur kaynağı olmaz.
Saideyn ilişkiside beşeri zaaflardan ve cehaletten netleşmeyen meselelerdendir.
Hayatını veren Said (ra), başını veren Said’i (ra) kiyamdan vazgeçireceğine dair hayali mektubun olmadığı aşikardır(açıktır). (1913 Bitlis Hadisesi’ndeki mükaleme ve yanlış düzmeler hariç.) Diğer bir tabirle vazgeçirici bir nakil yoktur. İşin çözümü tarih seyri, akıl, hikmet ve İslami Hareket esaslarına göre rahatlıkla görülür.
Üstad’ın ümmetçi olduğu aşikardır. Tabi ki, ümmet demek, devletin bir tarafın milliyetçilik damarını okşayıp, diğer tarafı kırdırması veya “Türkiye’de herkes kardeştir”; “Türküyle Kürdüyle bu vatanda hep beraber yaşamışız”; “Türk-Kürt önemli değil...” gibi parlak sözlerden sonra bir tarafın gasp edilmiş haklarını vermemek değildir. On milyonluk milletin devlet, dil, kültür sorunlar yokken, neden kırk milyon civarı bir milletin Is1am dairesinde bu hakları verilmesin? Hakların verilmesiyle gerçek kardeşlik tezahür eder.
Nakilden ziyade, olayı bir kıyasla ibraza çalışacağım.
22 Şubat 1920’de 8273 sayılı ikdam ceridesinde Ermenilerle birleşme akdini imzalayan Şerif Paşa’yı (Kürt-Ermeni ittifakını) protesto eden bir islamiyet’e zarar cihetiyle Ermenilerden muzır olan zamanımızın Amerikası, İngilizlerle Lozan’ın iç yüzünde (Murahhas Heyeti reisi Lord Gürzori’un kabul edilen teklifi (Türkiye İslam alakasını ve İslami temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulus birliği etmiş olur. Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanmış olur, bizde kendisine dilediğini veririz) ile anlaşma yapan bir devlet ve orduyu nasıl protesto etmez? Şeriat için kıyam edeni, nasıl haksız görüp caydırıcı mektup yollar? “Şeriatsız bir Kürdistan düşünmedim.” ifadesiyle; “En mukaddes maksadım şeriatın bütün ahkamını icra ve tatbiktir.” ifadesini kullananı birbirine zıt göstermeye deliler bile cüret etmez.
Türkçülüğü ve devlet ricaline kayıtsız şartsız itaati esas alanlar Osmanlı ve TC’ye haklıda olsa bir başkaldırıyı, kabullenemezler. Hali hazırda Bediüzzaman’ı takip ediyor gözükenlerin çoğu, kendilerine göre konuşturdukları bir Üstad’ı takip ediyorlar. Anadolu’nun bağrından çıkanları faziletli gören, dehayı felsefeden dersini alanlar nerde? Her şeyi Mizan-ı Şeriatla ölçen ve yalnız Kur’an’dan feyiz alan Asrın Beyin mimarı nerde?
Bazı neşriyatlarda Barla Hayatı denen kısma eklenen yazı, üstadın Bitlis Hadisesi ‘ne binaen söylediği sözlerdir. Gözleri açık olan 12 yıllık süreyi ve sistem değişikliğini görecek.
Kezalik, Ş. Said isyan etti, bir kaç ili aldı, isyan bastırıldı söylemleri var. Halbuki Şeyh Said ve halk, müntesibleri oldukları din ve üzerinde yaşadıkları topladıkları muhafaza için kiyam etmişler. Hareket, haksız hücuma karşı bir müdafadır. Yapılması zorunlu ve şart olan bir hareket sorgulanacağına,
İngiliz ortağı bir ordunun Kürdistan’da ne işi var?
Bu milletten ne istiyorlar?
Nereden? Kim hesabına?
Hangi düzene göre halen alimlerden ve halktan asıp kesiyorlar? Sorularına cevap aranmalıdır. Beşeri sistemlerin verdiği derste, güçlüyü haklı görme fikri oluşur. Şeyh Said’ki yenik düştü ya...
Kürdistan’da cereyan eden olaylarda haklı-haksız tesbitlerinden önce; mevcut silahlı güçlerin, devletin kurumlarının ve hükümet teşkilatının Kürdistan’da ne işi var? Bu milleti, ırkçılık kültürüyle yoğrulmuş kaymakamlar, valiler, emniyet müdürleri niçin idare ediyor? Nitekim vekil öğretmenlik için kaymakama müracaat eden gence, kaymakam: “Şu ana kadar kaç kişiyi ihbar ettinde seni öğretmenliğe alayım.” demiş.
Bölge sorunlarını çözmeyi devletten beklemek, hayvanları hastalanan köye aç kurtları göndermeye benzer. Devlet idaresi, milletim dedikleri insanlara saadeti verip, adaleti tesis edemezken başka millete ne verebilir.
Meseleyi yine konumuz için uzattım. Çünkü: Risalelerden gerçek manada istifadenin en önemli cihetlerinden biri ümmetçi oluşumuzdur...
Kelamın ulviyeti ve doğru anlaşılması:
Kim söylemiş?
Kime söylemiş?
Ne zaman söylemiş?
Hangi makamda söylemiş?
Gibi şartlara bağlıdır. Vereceğim misal zikredilen kaideleri esas alma neticesinde doğru anlaşılır.
2.Meşrutiyet’in üçüncü yılında aşiretler için yazan Üstad: “Eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal” kaidesini zikredip muhatapların ezberlemelerini dahi istemiş.
Bu sözü TC’nin kuruluşundan sonra söylenmiş gibi kullanmak, sözün anlamını ya da kastını büsbütün değiştirir. Halbuki “eski hal” l908’den önce ki “Devr-i İstibdat” tabir edilen. Abdulhamit döneminide kapsayan sureye işarettir ki, bunu muhal görüyor. Meşrutiyet-i meşrua kabul ettiği ve alkışladığı 2. Meşrutiyeti” Yeni hal” ile tabir ediyor.
Sistem ile şahıslar zaman olmuş birbirine mütabık olmuşlar, bazen sistem ile idarecilerin icraatları teğalüf edebilir. “Hükümler eksere göre verilir” kaidesini nazara alıp şunu söyeyebilirim: İttihad ve Terakkicilerde genelde şahısları zalim ve zihniyetleri ithaldir. Fakat rejime büsbütün öyle bakamayız. TC. de hem şahısların zihniyetleri hem de rejim ithaldir.(dışardan alınmış, ismarlam)
1.Dünya Hrbininde halk, din ve vatan selameti için ehl-i küfrün defini esas alıp savaşmış. Bu nokta-i nazardan ölenler şehid oluyor. Üstad Lemaat adil eserde: 1. Cihan Harbini Müslümanlar için bir musibet hareketi ise menfi ve ızdırari bir ibadet hükmünde görüp, öldürülenleri, şehid konumunda görmesi inşallah isabetlidir.
***
Müsbet ve menfi hareket tabirleri de su-i istimal edilen tabirlerdir.
İhlas Risalesi’nin düsturlarından ve “Yani beyne! İslam muhabbet imdat ve hıyanet askerini bozmaktır” kaidesinden anlaşılıyor ki, müsbet hareket müslümanlar arasında cereyan etmelidir. Batıl davalara yönelikse zayıf olduğumuz zaman yalnızca hareket itibarıyla kullanacağımız bir harekettir.
Müsbet hareketi, her kesime yönelik muhabbet ve suskunluk şeklinde anlamak, fasık, zalim ve kafirlere şamil kullanmak şuna benzer: Bir müslümana hazırlanan sarık, cübbe, şalvar gibi giysileri ayyaş birisine giydirmektir ki, elbiselere tahkirdir.
***
Cemiyet-i Muhammed’i (a.s.m) zamanın partilerine büsbütün kıyas etmek;
Ehven-i şer hükmünü ele alıp zaruret yokken, kafirlerden kaçalım deyip, münafıkların kucağına düşmek;
Dahili, harici muharebelerde Misak-ı Milli’yi dahil sanmak, Süfyanın nasihatina uyup yurtta sulhu esas almak gibi konuma kişiyi düşürür.
Hassasiyetle üzerinde durulan tahrifat meselesinde, kastedilen şu olsa gerek:
Kur’an’dan tereşşüh eden(çıkan) bu hakikatlardan istifadesine engel olmamak; ehl-i küfrün böyle bir kalenin içinden gözükenlerin açtıkları geldiklerden içeri girip lehlerine kullanmalarına sed çekmektir. Bunlar gibi birçok mesuliyeti istemiyorsak verilecek anlamlar Kur’an ve Sünnet ölçüsüne uygun olsun. Zira Üstad: “Sünnet-i Seniyyeye en kısa yoldan Risale-i Nur düsturları isal ediyor.” diyor. Bu ölçülere vurmaya iktidarımız yetmiyorsa Bediüzzam’ın hedef ve icraatına uygun manalar verelim.
(DAVA DERGİSİ, Haziran / Temmuz 1997, SAYI 80)