Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Hadis, Kuran ile Eş Değer midir?

H Çevrimdışı

hamdi

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Selamu aleykum

Hadis, vahiy gibi midir, Kur'an ile eş değer midir?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Âleykum selam we rahmetullah ;

Kur'ân ve sünnetin vahye mustenid olmalarına rağmen her ikisi arasında fark olduğuna şubhe yoktur. Kur'ân, manâ ve lafız olarak vahyedilmiştir. Bu sebeple onun manen rivayeti veya nakli caiz değildir. Peygambere gönderilişinden bugüne kadar, nasıl tebdîl, tağyir ve tahriften korunmuş ise, kıyamete kadar da o şekilde korunacaktır. Çünkü onun korunmasını Allahu Ta'âlâ bizzat tekefful etmiş ve "Kur'ân'ı biz, evet biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz." [Hicr 9] buyurmuştur.
Lafzı ve manâsı ile mu'ciz olan Kur'ân, beşer kelâmı ile kıyaslanamayacak kadar üstün vasfa sahibdir. Hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muktedir olamaz. Allahu Ta'âlâ bu gerçeği açık ve kesin bir ifade ile şöyle açıklamıştır:
"(Ey Muhammedi) De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere biraraya gelseler, biribirlerine de yardım etseler, onun bir benzerim yine getiremezler." [İsra 88]

İşte bu vasıflarıyle Kur'ân-ı Kerîm, namazda ve namaz dışında okunması ibadet hükmünde olan bir kitabdır.
Vahye mustenid olduğuna işaret ettiğimiz söz, fiil ve takrirlerden ibaret olan sünnete gelince; Onu Kur'ân-ı Kerîm'den ayıran en büyük özellik, lafzan vahyedilmiş olmamasıdır. Bu sebebledir ki, sünnetin lafızları Kur'ân lafızları gibi mu'ciz değildir; bu lafızlara ve manâlarına hakkı ile vâkıf olanlarca manen rivayet edilmesi caizdir; okunması ibadet hükmünde sayılmaz.
(Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulu, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, sf: 2-3)

Sunnetin Önemi

İslam Dininin iki ana esasa, yani Kur'an ve Sunnete, dayandığı hususu İslam'ın açık ve kesin ilkelerindendir. Cenab-ı Hakk her iki kaynağı koruması altına alarak muhafaza etmiştir. Dolayısıyla Allah Rasûlu, Kur'an'ın korunub, ezberlenmesini emir ve teşvik ettiği gibi, sunnete de önem verilmesini emir ve teşvik etmekle görevliydi.
Nitekim Peygamber (s.a.v.) kadın-erkek, küçük-büyük, hür-köle demeden bütün ashabına sünnetini talim ve telkin etmiştir. Ancak Peygamber (s.a.v.) bununla yetinmemiş, ashabını buna teşvik ettiği ve bu doğrultuda çok açık direktifler ve sözlü emirler verdiği sabittir. Konuyla ilgili rivayetlerin bazısı konuyu açıkça (sarahaten) bildirirken, bazısı dolaylı olarak (delâleten) ifade etmektedir. Mesela, ilmi öğrenmek ve dinde derinleşmek (tefakkuh) ile ilgili hadisler bu kabildendir. Çünkü özellikle Peygamber (s.a.v.) döneminde ilim öğrenmek ve dinde derinleşmek ancak hadislere gereken önemi vermek ve onlardan hüküm çıkarmakla mümkün olabiliyordu.

Kaldı ki, İslam öğretim tarihinde birkaç asır boyunca "ilim" kelimesi hadisleri, hadislerin araştırılmasını ve hadislerle ilgili mevzuları ifade için kullanılmaktaydı. Selef uleması hadis öğrenimi (tahammulu'l-hadis) için tahammulu'l- ilm" ifadesini kullanıyordu. Nitekim sunnet kaynakları bu konuyu kitabu'l-ilm" başlığı altında incelemişlerdir. Hatib el-Bağdadî kitabına "Takyidu't-İlm" adını vermiş, İbni Ebi Hayseme eserini "Kitabu'l-İlm" şeklinde adlandırmıştır. İbn-i Abdilberr de kitabı için "Camiu Beyan'ul-Ilm ve Fadlihi" ismini seçmiştir.


Dini Kaynak Olarak Sunnetin Derecesi:

Sunnet-i seniyye Kur'an'dan sonra gelmekte ve İslâm'ın ikinci kaynağını teşkil etmektedir. Çünkü:
a. Genellikle hadisler Kur'an-ı Kerim'i açıklar mahiyettedir. Bu itibarla birinci kaynak Kur'an-ı Kerim, ikinci kaynak ise onu açıklayan Sünnet'dir.
b. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiğinde aralarında geçen şu karşılıklı konuşma, Sünnet'in ikinci kaynak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Muaz b. Cebel, Rasulullahla aralarında şu konuşmanın geçtiğini rivayet eder: Rasulullah:
- "Bir mesele ile karşılaştığında ne yaparsın?" buyurdu. Muaz:
- 'Allah'ın Kitabında olanlarla hüküm veririm" dedi. Rasulullah:
- "Şayet Allah'ın Kitabında bulunmazsa..."Muaz:
- "Allah Rasulunun Sünneti ile.." Rasulullah:
- "Allah'ın Rasulunün sünnetinde de bulunmazsa" Muaz:
- "Görüşümle ictihad ederim. Elimden gelen gayreti harcamadan geri kalmam."
Muaz der ki; Rasulullah göğsüme vurdu ve şunları söyledi:
"Allah'ın Peygamberinin elçisini Allah ve Rasulünün razı olacağı şeylere muvaffak kılan Allah'a hamd olsun."[37]

Sünnette Kur'an-ı Kerim'de Zikredilmeyen Hükümler Var mıdır?

Kur'an-ı Kerim ile karşılaştırıldığında Sünnet'in hükümlerinin üçe ayrıldığı görülür.
1.Kur'an-ı Kerim'de Bulunan Hükümlerin Aynısını İfade Eden Hadisler. Bunlar, Kur'andaki hükümleri pekiştirme mahiyetindedir. Namaz, oruç, zekat ve haccın farz olduğunu açıklayan hadisler bu türdendir.

2. Kur'an-ı Kerim'in Getirdiği Hükümleri Açıklar Mahiyetteki Hadisler.
a. Mucmel olan âyet-i celileleri açıklayanlar. Namazın şeklini öğreten ame-sünnetler bu kabildendir.
b. Genel olan bir hükmü özelleştiren hadisler. Mesela; "Biz Peygamberler topluluğu miras bırakmayız, bıraktıklarımız sadakadır."[38] hadis-i şerifi Nisa Sûresi 11, 12 ve 176. âyetlerde zikredilen miras hükümlerine Peygamberler için bir özellik getirmektedir.
c. Mutlak olan bir hükmü kayıtlayan hadisler: "Vasiyet malın üçte biri için geçerlidir. Üçte biri de çoktur”[39] hadis-i şerifi "Bu paylar ölenin borçları ödenip vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir...”[40] Âyet-i celiledeki mutlak vasiyyete üçte bir kaydını getirmektedir. Böylece terekenin üçte birinden fazlasını vasiyyet etmek geçersizdir. Ancak mirasçı kabul ederse; üçte birinden fazlasını yerine getirir.

3. Kur'an-ı Kerim'de Bulunmayan Yeni Hükümleri Kapsayan Hadisler.

Bu husus âlimler arasında ihtilaflıdır.
A. Bir kısım âlimler; hadis-i şeriflerin Kur'an-ı Kerim'de bulunmayan yeni hükümler getirdiği kanaatindedir. Buniar, delil olarak şu meseleleri ileri sürmüşlerdir.
a. Vahşi olmayan eşeklerin etinin haram oluşu.
Enes (r.anh) der ki; Peygamber Efendimiz (s.a.v.) geceleyin Hayber'e geldi. O, geceleyin bir kavme varınca sabah olmadan savaşı başlatmazdı. Sabaha kadar beklerdi. Hayberlİler, omuzlarında kürekler olduğu halde evlerinden dışarı çıktılar. Rasulullah'ı görünce; "İşte Muhammed (s.a.v.) ve beşli ordusu" dediler. Sonra da kalalanna sığındılar. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ellerini kaldırarak; "Allahu Ekber, Hayber harab oldu. Biz bir topluluğun mıntıkasına indiğimizde uyarılanların sabahı ne kötü olur" dedi. Biz eşekler yakaladık, onların etini pişirdik. Peygamber efendimizin bir davetçisi şöyle bağırdı: "Allah ve Rasulü eşek etlerini yemeyi size yasaklıyor" Bunun üzerine kaplar dökülerek içindekilerle beraber kırıldı."[41]
Hadis-i şerifin ifade ettiği bu hüküm yeni bir hükümdür. Çünkü Kur'an'da eşek etleri ile ilgili herhangi bir hüküm yoktur.

b. Her yırtıcı hayvanın ve leş yiyen pençeli kuşun etinin haram olması hükmü:
Rasulullah (s.a.v.) "Her köpekdişi olan yırtıcı hayvanın yenilmesini yasakladı.”[42]
Diğer bir rivayette; "Rasulullah (s.a.v.) köpekdişi olan her yırtıcı hayvanın ve leş yiyen pençeli kuşun yenilmesini yasaklamıştır"[43] buyurmuştur.
Görüldüğü gibi bunların haram olması, hadis-i şerif ile beyan edilmiştir.

c. Altın ve ipeğin erkeklere haram oluşu:
Ali (r.anh) der ki: Rasulullah (s.a.v.) sol eli ile ipeği sağ eli ile de altını tuttu. Ellerini bunlarla birlikte yukarı kaldırdı ve şöyle buyurdu: "Bu iki şey ummetimin erkeklerine haram, kadınlarına helaldir,"[44] Altın ve ipeğin haram olduğuna dair birçok rivayetler mevcuttur.[45]

d. Tek bir şahid ve davacının yemin etmesiyle hüküm verme:
Mesela, Allah Kur'an-ı Kerimde "Ey iman edenler! Belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın... Erkeklerinizden iki de şahid tutun" [46]buyuruyor. Sünnet, tek bir şahidin şehadetiyle birlikte yemin etmesinin Kur'an-ı Kerim'de zikredilen iki şahidin yerini tutacağını beyan etmiştir.

B. Diğer bir kısım âlimler ise; hadislerin getirdiği her hükmün aslının Kur'an'da mevcut olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar, hadislerin getirdikleri ve yeni oldukları zannedilen hükümlerin;

a. Kur'an-ı Kerim'de aslı bulunan hükümlerin neticeleri ve teferruatı mahiyetinde olduklarını belirtmişler ve: "Bu teferruatın Kur'an'daki asıl hükümlere tabi oldukları gizlidir" demişlerdir. Mesela Kur'an-ı Kerim'de "...Süt anneleriniz ve süt kız kardeşleriniz size haram kılındı"[47] asıl hüküm zikredilmiş, Peygamber efendimiz de bunun detayı mahiyetindeki "soydan dolayı haram olanlar süt emmeden dolayı da haramdırlar”[48] hadis-i şerifini bu-vurarak evlenmenin haram oluşu bakımından soy, yakınlık derecesiyle süt emme yakınlığı derecesinin aynı olduğunu bizlere bildirmiş ve yukarıda geçen âyetteki asıl hükmün teferruatını beyan etmiştir.

b. Yahut, hadislerde zikredilen ve yeni oldukları zannedilen hükümler, Kur'an-ı Kerim'de aslı bulunan iki hükümden birinin kapsamına giren ve girdiği açıkça belli olmayan hükümlerdir.
Mesela Allah Teala: "Peygamber onlara temiz şeyleri helal, murdar şeyleri ise haram kılar"[49] buyurmuş. Sünnet ise yabani olmayan eşekleri, yırtıcı hayvanları, leş yiyen pençeli kuşları murdar olan şeylere ilave etmiş, kertenkele ve toy kuşunu da helal şeylere dahil etmiştir.


İslâm'da Sünnetin Yeri (Sünnetin Delil Oluşu)

İslâm dininin temel iki kaynağından birincisi Allah Teala'nın Cebrail aracılığıyla Muhammed (s.a.v.)'e gönderdiği Kur'an-ı Kerim, ikinci kaynağı ise, Kur'an'ı bize açıklayan Rasulullah'ın sünnetidir.
İslâm Ummeti, Kur'an'ın birinci, sünnetin de ikinci kaynak olduğu hususunda ittifak etmiştir. Ancak bir kısım şaz mezhebler ve marjinal fırkalar, Rasulullah'ın sünnetinin İslâm dininin ikinci kaynağı olması hususunda ortaya bazı tutarsız şubheler atmışlardır. İslâm düşmanları da bu şüpheleri değerlendirerek islâm ummetinin düşünce ve inançlarını bulandırmaya çalışmışlardır.
İslâm'ın devlet nizamı olduğu zamanlarda, bu yüce dini iyi bilen, ona yöneltilen saldırılara cevab verecek yetenekte olan alimler, sünnetin İslâm'ın ikinci kaynağı olduğuna gölge düşürmek isteyenlere kafi derecede cevabb vermişler ve kalpleri hasta olan bu insanlara gereken ilmî delilleri zikretmişlerdir.
Ne yazık ki, birinci dünya savaşından sonra müslümanlar tamamen mağlub olmuşlar ve İslâm dini yürürlükten bütünüyle kaldırılmıştır. İslâm alimleri, darağaçlarına çekilmiş, hapishanelere doldurulmuş, çeşitli terör ve despotluklarla susturulmuşlardır. İşte böyle bir dönemde tekrar şaz görüşler yeniden hortlamış, marjinal kalan fırkalar meydanları boş bulmuşlardır. Bunların eski hastalıkları yeniden depreşmiş ve bunlar, çeşitli yollarla cahil kalan müslümanlar peygamberlerine ve onun hadislerine karşı kışkırtmaya girişmişlerdir.
Bu gibi kimselerin halini muşahade eden alimler, İslâm ümmetinin birlik ve beraberlik içinde olmasına şiddetli bir ihtiyaç bulunduğu bir çağda bu gibi kimselere cevap vermekten ise vermemeyi tercih ettikleri olmuştur. Fakat onlar, bunu idrak edememiş, bu husustaki iddialarına yenilerini de ilave etmekten geri durmamışlardır. Bu insanlar, şunu iyi bilmelidirler ki. bu davranışlarıyla önce müslümanlar nezdinde Rasulullah'ın itibarını silmeye, daha sonra da ona gelen vahyin değerini düşürmeye hizmet etmektedirler. Diğer taraftan bunlar müslümanlar arasında ayrılıklara, sebeb olacak meseleleri gündemde tutmaya çalışan ve emperyalist emeller doğrultusunda ilmîlik kisvesi altında faaliyet gösteren oryantalistlerin amaçlarına, belli bir oranda da olsa, katkıda bulunmaktadırlar.
İslâm'ın çerçevesi dışına çıkan kadîyanilik, behailik, dürzilik, nusayrilik, raftzilik ve benzeri fırkalar da önce hadislere şüphe sokarak işe başlamışlar, daha sonra ise haşa Allah'ın bir beşere hulul edeceği (gireceği) İnancına kadar varmışlardır.
İşte İslâm'dan ayrılan bu gibi mezhep ve fırkaların durumuna düşmemek için, sorumsuzca davranışlarımızdan vazgeçmemiz, bir şey hakkında konuşuyorsak onu iyice incelememiz ve insaf ölçülerini elden kaçırmadan onun hakkında fikir beyan etmemiz gerekir. Zaten tarih boyunca da sünnete gölge düşürmek isteyen fırkalar ya tamamen İnkıraza uğramışlar veya kabuklarına çekilerek felsefi tartışmalarla kendilerini tatmine çalışmışlardır. Pratikte İslama ve müslümanlara herhangi bir şey sunmamışlardır. Bu söylenenler bir iddia değil yaşanan bir gerçektir. Sağımıza, solumuza baktığımızda bunu görmemiz mümkündür.
Hadislerin delil oluşuna şüphe sokmak isteyenlere bir hatırlatma olmak üzere şunların kaleme alınması uygun görülmüştür.

Sünnet Şeriatin İkinci Kaynağıdır:

Kur'an, sünnet, sahabelerin davranışları ve aklı selim, sünnetin, İslâm'ın ikinci kaynak olduğunu ifade etmektedir.

1. Kur'an-ı Kerim'de Sünnetin Şer'i Delil Olduğuna Dair Beyanlar:

Kur'an'da bir çok âyet Rasulullah'a itaat edilmesini emretmekte, O'na karşı gelmeyi yasaklamaktadır. Bir kısım âyetler, Allah'a ve Rasulüne itaati birlikte İfade buyururken, diğer bir kısım ayetler Rasulullah'a itaat etmeyi yalnız olarak zikretmişler, böylece Rasulullah'a İtaatin ayrı bir özelliği olduğunu beyan etmişlerdir.
Diğer bir kısım âyetler de Rasulullah'ın sünnetinin vahy olduğuna işaret etmişlerdir.
Konu ile ilgili olan âyetleri şöylece sıralamak mümkündür:

a. Allah'a ve Peygamberine İtaati Birlikte Emreden Ayetler:

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. Sizden olan idarecilere de. Eğer aranızda herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Peygamberine götürün. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız (bunu böyle yapın) Bu daha hayırlıdır. Netice olarak daha güzeldir.”[50]

Görüldüğü gibi âyetin başında "Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin" buyrularak "itaat edin" emri iki defa zikredilmiştir. Aslında Allah'a itaat peygambere itaat demektir. Buna rağmen itaat emrinin iki kez zikredilmesi, "Kur'an'da zikredilmeyip sadece sünnette zikredilen hükümlere uymak gerekmez" şeklindeki vehim ve kuruntuları bertaraf etmek ve Rasulullah'ın hiçbir kimse için sabit olmayan müstakil ve özel bir İtaat edilme hakkına sahip olduğunu beyan etmek içindir. Bu nedenledir ki müslümanlardan olan idarecilere itaat etme emri tekrarlanmamışım Çünkü onların Allah'a ve Peygambere itaat dışında ayrı bir itaat edilme haklan yoktur. Kur'an gibi veciz bir kitapta itaat emrinin tekrarı, gözden kaçırılmamalıdır.
Yine âyet-i kerimenin devamında:
"Eğer aranızda herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onun hükmünü Allah'a ve Peygamberine götürün" buyurulmaktadır.
Elbetteki anlaşmazlık konusu olan meseleyi Allah'a götürmekten maksad, Allah Teala'nın kitabı olan Kur'an'a başvurmaktır. Akıl sahibi hiç bir kimse, "Bundan maksat meseleyi bizzat Allah'ın kendisine götürmektir" diye bir iddiada bulunamaz. Meselenin hükmünü Rasulullah'a götürmekten maksat ise, Rasulullah hayatta iken bizzat kendisine götürmek, vefatından sonra da sünnetine başvurmaktır. Rasulullah'ın vefatından sonra "sünnetinin hakemliğini kabullenmemek" âyetin geniş kapsamlı manasını delilsiz olarak daraltmaktır, ilmi olmayan ve İslâm'ın ruhuna ters düşen bir davranıştır. Çünkü bu iddiaya göre, Kur'an'm bu emri, sadece Rasulullah'ın yirmiüç yıllık peygamberliği dönemi için geçerli olur ki, bu da "Kur'an'ın hükümlerinde esas olan kıyamete kadar baki olmasıdır" esasına ters düşmekte ve Rasulullah'ın Kur'an'ı uygulama pratiği olan sünnet hazinesini hiçe saymaktır. Böylece âyetin cümle ve kelimelerinden sünnetin şer'î bir delil olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yeter ki onu düşünüp anlayacak akıllar bulunsun.
Başka bir âyette: "Ey Muhammed! De ki: "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse Peygamber sadece kendisine yüklenilen yükümlülükten sorumludur. Sizler de size yüklenilen yükümlülükten sorumlusunuz. Eğer Peygambere itaat ederseniz, hidâyete kavuşmuş olursunuz. Peygambere düşen, ancak tebliğ etmektir"[51] buyurulmaktadır.
Görüldüğü gibi bu âyette de peygambere İtaat ayrı bir emir olarak zikredilmiş ki, Peygamberin de özel bir itaat hakkı bulunduğu vurgulansın. Ayrıca Peygambere itaatin hidâyete eriştireceği zikredilmiş ve böylece Rasulullah'ın zatının ve sünnetinin mu'minlerin rehberi olduğu beyan edilmiştir.
Bu âyette dikkati çeken diğer bir husus da şudur:
"Peygambere itaatin insanları hidâyete ulaştıracağı" vadiyle "peygambere düşen ancak tebliğ etmektir" fermanının yanyana zikredilmesidir. Bu da göstermektedir ki, "Peygambere düşen ancak tebliğ etmektir" ifadesinden maksad:
"Peygamber, sapanların ve isyankârların yaptıklarından sorumlu değildir" demektir. Yoksa bundan maksad "Peygamber ancak Allah'ın emirlerini tebliğ eden bir postacı niteliğindedir. Onun sünnetinin şer'î hiçbir değeri yoktur" demek değildir. Eğer böyle olsaydı Allah'a itaatin emredilmesi yeterli olurdu. Ayrıca Rasulullah'a itaat etme emri yersiz ve anlamsız bir uzatma sayılır ve Rasulullah'a itaatin hidâyete ulaştıracağı vadi gerçek dışı bir vaad olurdu. Haşa Allah Teala böyle bîr vâdden munezzehtir.
Diğer bir âyette "Allah ve Rasulü, bir şey hakkında hüküm verdiği zaman herhangi bir mümin erkeğin ve mumin bir kadının kendi işlerinde başka hükmü seçme hakları yoktur. Kim Allah'a ve Rasulune isyan ederse, şubhesiz ki o açıkça sapmıştır"[52] duyurulmaktadır. Bu âyetteki: "Allah'ın verdiği hükümden" maksat O'nun bize gönderdiği Kur'an'daki hükümlerdir. "Rasulullah'ın verdiği hükümlerden maksat ise, "Hayatta iken hakemlik yapıp verdiği hükümler ve beyan ettiği emir ve yasaklardır."
"Rasulullah'ın bu hükümlerine sadece o hayatta iken uymak gereklidir. Vefatından sonra onun hükümleri bizî bağlamaz" diyebilir miyiz? Bunu söylemekle delilsiz bir iddiada bulunmuş olmaz mıyız? Böyle bir iddia ne derece doğru olur? Bugün Rasulullah'ın sünnetini kabul etmeyen bir insan onun hangi hükmünü kabullenmiş olur?
Allah Teala birçok âyetinde, kendisiyle birlikte Peygamberine itaat edenleri övmekte onların mertebelerinin yüksek olacağını ve kurtuluşa ereceklerini belirtmektedir. "Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, İşte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar”[53]
Şayet Rasulullah'a itaatin bir anlamı olmasaydı, onu Allah'a itaatle birlikte zikretmenin manası ne olurdu? Rasulullah'a itaat, sünnetini almamızı gerekli kılmaz mı? Rasulullah'ın sünnetini reddederek ona itaati hiçe sayanlar, bu âyetler karşısında ne cevap vereceklerdir?
Yine şu âyetlerde:
"Kim Allah'a ve Rasulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'ndan çekinecek olursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. "[54] "Aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne davet edildikleri zaman müminlerin sözü ancak "işittik ve itaat ettik" olur. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir."[55]
"Allah'a ve Peygambere İtaat edin ki merhamet oiunasınız"[56] buyurulmaktadır.

Âyetlerde Allah'tan korkmanın; Allah'a ve Rasulü'ne itaatle olacağı, muminlerin Allah'ın ve Rasulü'nün hükmüne çağırılmaları halinde "işittik ve itaat ettik" diyecekleri belirtiliyor. "Ben sadece Kur'an'a İtaat ederim, hadisler beni bağlamaz" diyenler, takvaya nasıl erişebilirler ve mümin olma sıfatını nasıl muhafaza edebilirler?
Allah Teala diğer bir çok âyet-i kerime'de de kendisiyle birlikte Peygambere itaat etmeyenleri kınamakta ve onları küfürle vasıflandırmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin. Davetini işittiğiniz halde peygamberden yüz çevirmeyin."[57]
"De ki Allah'a ve Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şubhesiz ki Allah kâfirleri sevmez."[58]
Peygamberin sünnetini reddedenler bu âyeti çok iyi düşünmeli ve felsefi cedellerden vazgeçmelidirler.
"Ey iman edenler! Allah'ın Rasulü sizi kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah'ın ve Rasulünün davetini kabul edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve O'nun huzurunda toplanacaksınız. "[59]

b. Yalnız Rasulullah'a İtaat Etmeyi Emreden Âyetler:
"Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Peygambere itaat edin ki, merhamet edilesiniz."[60] Sünneti red eden, bu itibarla Peygambere itaati hafife alan insanlar, bu âyeti düşünüp kendilerine acısınlar ve nasıl bir tavır takındıklarını iyice gözden geçirsinler.
"Eğer Peygambere itaat ederseniz hidâyete erişmiş olursunuz..."[61] "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın..."[62] Âyetin ifadesine göre Allah'ın sevgisine erişmek, Peygambere uymakla tahakkuk ediyor. Temelsiz felsefelere ve akli cedellere uymakla değil.
"Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi de yasakladıysa ondan da kaçının. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki, Allah azabı pek şiddetli olandır. "[63] Her ne kadar bu âyet ganimet mallan hakkında inmişse de âyette geçen "ne verdiyse" ifadesi genel bir anlam taşıdığından Rasulullah'ın ümmetine verdiği her emir ve yasağı kapsamakta ve sünnetin delil olduğunu göstermek için yeterli görülmektedir. Çünkü Rasulullah'ın ummetine bahşettiği en değerli hediyesi sünnettidir.
Nitekim İbn Cureyc ve Abdullah b. Mes'ud, bu âyeti umumi manada tefsir etmişler, emir ve yasağının müslümanları bağladığını söylemişlerdir.
Bir gün Abdullah b. Mes'ud: "Allah Teala dövme yapan (ben yapan) dövme yaptıran, tüylerini alan, güzellik için dişlerinin arasını törpületen ve Allah'ın yaratma şeklini değiştiren kadınlara lanet eder" demiştir. Onun bu sözü, Esedoğullarından Ummu Yakub isimli Kur'an'ı çok iyi okuyan ve anlayan bir kadına ulaşmış kadın da İbn Mesud'a gelerek "İşittiğime göre sen şöyle ve şöyle olan kadınlara lanet okumuşsun" demiştir. Abdullah bin Mesud da o kadına şu cevabı vermiştir:
"Niçin ben, Rasulullah tarafından lanetlenen ve Allah'ın kitabında da hükmü bulunan kimseleri lanetlemeyeyim" Kadın: "Ben Kur'an'ın iki kapağının arasında bulunan bütün âyetleri okudum. Böyle bir lanetleme bulamadım." demiş, Abdullah bin Mes'ud da "Eğer okumuş olsaydın onu bulurdun. Sen Allah Teala'nın "Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasak-ladiysa ondan da kaçının" âyetini okudun mu? diye sormuş, kadın: "Evet okudum" demiştir. Bunun üzerine Abdullah: "Kadınların bunları yapmalarını Rasulullah yasaklamıştır" demiştir.[64]
Görüldüğü gibi İbn Mes'ud, bu âyeti "umum İfade eden bîr âyet" olarak genel anlamda tefsir etmiştir. Ve Rasulullah'ın buyurduğu veya yasakladığı her şeyin âyetle zikredilmiş gibi hüküm İfade edeceğini söylemiştir.
"Ayetlerimize İman edenler o kimselerdir ki, okuyup yazması olmayan ve Allah'ın elçisi olan Peygambere uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder, kötülüğü men eder. Temiz şeyleri onlar için helal, murdar şeyleri de haram kılar. Onların üzerlerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır... "[65]
Ayette zikredilen temiz şeyleri helal kılma ve murdar şeyleri haram kılma fiilleri Rasulullah'a izafe edilmiştir. Elbetteki bunun bir anlamı vardır. O da sünnete uymanın gerekliliğini belirtmektedir.
"... o Peygambere uyun ki doğru yola eresiniz."[66] Peygambere uyma, sünneti kabullenme dışında nasıl mümkün olacaktır. Bundan başka bir yol var mıdır?
Allah Teala diğer bazı âyetlerinde de Peygambere itaat etmenin son derece önemli olduğunu beyan ederek ona itaatin Allah'a İtaat sayılacağını, onun hakemliğini kabul etmeyenin mu'min olamayacağını bildirmiştir. "Kim Peygambere itaat ederse şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu olarak göndermedik"[67]
Peygamberin söylediklerine uymadan ve yaptıklarını yapmadan ona itaat edilmesi hiç mümkün müdür? Bu da sünnetin şer'î bir hüccet olduğunun açıkça bir delili değil midir?
"Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem, seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar."[68]
Bu âyette, Rasulullah'ı hakem seçmeyenin mü'min olamayacağı beyan edilmiştir. Rasulullah'ın hakemliğini sadece sağlığına tahsis etmek, bu âyeti dar bir çerçevede yorumlamak olmaz mı? Sırf sünnete karşı çıkmak için bir zorlama sayılmaz mı?
Rasulullah'a uymayı emreden diğer âyetler de göz önünde bulundurulduğunda şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Rasulullah'ın hakemliği hem hayatta iken hem de ölümünden sonra geçerlidir. Vefatından sonra sözleri ve fiilleri alınarak hakemliği kabul edilmiş olur. Âyette Rasulullah'ın hakemliğinin sadece hayatı boyunca geçerli olduğuna hiçbir işaret olmadığı gibi, Kur'an'ın genel İfadesi, onun hakemliğinin ölümünden sonra da devam ettiğini gerektirmektedir. Bu da ancak sünnetine uymakla olur.
Kur'an-ı Kerim mücmel bir kısım farzlar ve genel kaideler getirmiştir. Bu mucmel farzların tafsilatını ve genel kaidelerin detayını ancak Rasulullah'ın açıklamasıyla bilmek mümkündür.
Mesela Allah Teala; "Ey iman edenler! Oruç size farz kılındı..."[69] "Namazı kılın, zekatı verin..."[70] "Ey iman edenler! Sözleşmeleri yerine getirin..."[71] buyuruyor. Allah Teala bunların nasıl yapılacağını öğretmeyi Peygamber efendimize bırakmıştır. O halde Peygamber'in sünneti olmadan bu emirlerin nasıl yapılacağını bilmek mümkün değildir. Nitekim Allah Teala; "... Sana da Kur'an'ı indirdik ki, insanlara vahy edilenleri açıklayasın..."[72] buyurmuştur.
Ayetler Rasulullah'ın sünnetinin de Allah tarafından bir vahiy olduğuna işaret etmektedirler. "O arkadaşınız (Rasulullah) kendi arzu ve hevasından konuşmaz. Onun konuştuğu gönderilen vahiyden başka bir şey değildir. "[73]
"... Allah sana kitab ve hikmeti indirmiş, ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfü büyüktür."[74]
"... Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah bununla size öğüt verir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah her şeyi çok İyi bilendir."[75]
Bu iki âyette, indirildiği ifade edilen "Kitap"tan maksadın Kur'an-ı Kerim olduğu muhakkaktır. "Hikmet"ten maksat ise, birçok alime göre Rasulullah'ın sünnetidir. Bu itibarla sünnetin de "vahy-î gayri metluv" olduğu beyan edilmiştir. Zira hikmetin lügat manası, bir şeyi tam yerine koymak ve bir işi İcap ettiği gibi yapmaktır. Rasulullah'ın sünneti de bizlere dinin nasıl tatbik edildiğini öğrettiği için ona hikmet denilmiştir.
"... Şubhesiz ki sen, dosdoğru bir yola iletiyorsun."[76] Âyette doğru yola iletme işi Rasulullah'a isnad ediliyor. Bu da gösteriyor ki Rasulullah'ın söz ve fiillerinin İslâm şeriatında önemli bir yeri vardır. Şayet Rasulullah'ın sözü dinlenmeyecek ve fiilleri işlenmeyecek olursa, onun insanlara doğru yolu göstermesi nasıl gerçekleşmiş olabilir?


[37] Ebû Dâvûd, Kit. Akdiye, bab: 11, hn. 3592; Nesei, Kit. Kudah, bab: 11; Tirmizî Kit. Ahkâm bab: 3, hn. 1327; Darimi, Kit. Mukaddime bab: 30; Musned İmam Ahmed c. 5, sh. 230, 236, 242

[38] Buhârî Kit. Hums, bab: 1, Kit. Fedail, bab: 12, Kit. Meğazi bab: 14, 17. Kit. Nefe-kat bab: 3, Kit. Feraid bab: 3, Kit. îtisaın bab: 5; Müslim Kit. Cihad bab: 49, 52, 54, 56 hn. 1757, 1758; Ebu Dâvûd Kit. İmara bab; 19, hn. 2963, 2967; Tirmizî, Kit. Siyer bab: 44, hn. 1608, 1610; Nesei Kit. Fey'İ bab: 9, 16; Muvatta İmam Malik Kit. Kelam bab: 27; Müsned İmam Ahnıed, c. I, sh. 4, 6, 9, 10, 35, 47, 48, 49

[39] Buharı Kit. Cenaiz bab: 37. Kit. Vesaya bab: 2, 3 Kit. Menakıb bab: 49, Kit. Nefa-kat bab: 1, Kit. Marad bab: 13, Kit. Deavat bab: 43, Kit. Feraid bab: 6; Müslim Kit. el-Vasiyye bab: 5, 7, 8, 10 hn. 1628; Ebû Dâvûd Kit. Vesaya bab: 2, hn. 2864. Tirmizî Kit. Cenaiz bab: 6, hn. 975, Kit. Vesaya Bab: 1, Nesâî Kit. Vesaya bab: 3; îbn Mace Kİt. Vesaya bab: 5, hn. 2708; Muuatta İmam Malik Kit. Vasiyye bab: 5

[40] Nisa, 11

[41] Buhârî Kit. Cihâd bab: 130. Megazi bab: 38; Kit. Zebaih bab: 28. Ayrıca bakınız Muslim Kit. Sayd bab: 23, 25, 26, 27, 30, 31, 34, 37. hn. 1407, 1937, 1939, 1940, 1802, 56l, Kit. Nikah bab: 30; hn. 1407; Neşet Kit. Sayd bab: 31; İbn Mace Kit. Zebaih bab-. 13, hn. 3192, 3193, 3194, 3196; Darimi Kit. Edahi bab: 21, 22. Ayrıca bkz. Tirmizî Kit. Nikah bab: 29, hn. 1121. Müsned İmanı Ahmed c. II, sh. 21, 102, 143.

[42] Buharı, Kıt. Zebayih bab: 29, Kit. Tıb bab: 57; Müslim, Kit. Sayd bab: 12, 15, hn. 1932, 1933: Ebû Dâuûd Kit. Er'mıe bab; 32, hn. 3802; Nesei Kil. Buyu, bab: 79: Tir-mizîKit. Sayd bab: 11, hn. 1474; İbn Mace Kit. Sayd bab: 13, hn. 3232, 3233; Muvatta İmam Malik, Kit. Sayd, bab: 13

[43] Muslim, Kit. Sayd, bab: 16; hn. 1934; Ebû Dâvûd, Etime bab: 32 hn: 3803, 3804, 3805, 3806; İbn Mace Sayd bab: 13; hn. 3234

[44] İbn Mace Kit. Libas, bab: 19, hn. 3595, 3596; Nesei Kit. Zineh bab: 40

[45] Bkz. Baharı, Kit. Libas bab: 30; Müslim Kit. Libas 3-23, hn. 2066, 2067, 2068, 2069, 2070, 2071, 2072, 2073, 2074, 2075; Tirmizî, Kit. Libas, bab: 1, hn. 1720; Nesei; Kit. Zineh, bab: 40

[46] Bakara, 282

[47] Nisa, 23

[48] Buharı Kir. Şahadat bab: 7, Kit. Nikah, bab: 117, Kit. Hımış, bab: 4;Müslim Kİt. Rıdaa, bab: 2, hn. 1447; EbûDâuâd, Kit. Nikah bab: 4, hn. 2055; Tirmizî, hn. 1147; İbn Mace Nikah bab: 34, hn. 1937; Darimi, Nikah bab: 48; Muvatta Kit. Rıdaa bab: 1, 2; Müsned İmam Ahıned, c. I, sh. 275, 290...

[49] Araf, 157

[50] Nisa, 59

[51] Nur, 54

[52] Ahzab, 36

[53] Nisa, 69

[54] Nur, 52

[55] Nur, 51

[56] Ali İmran, 132

[57] Enfal, 20

[58] Ali İmran, 32

[59] Enfal, 24

[60] Nur, 56

[61] Nur, 54

[62] Ali İmran, 31

[63] Haşr, 7

[64] Buhârl, Kit. Libas, bab: 82, 84, 85, 87; Müslim, Kit. Libas: bab: 120 hn. 2125; Ebû Dâvûd; Kit. Terecciil bab: 5, hn. 4169; Tirmizi, Kit. Edeb, bab: 33 İm. 2782; İbn Mace, Kit. Nikah, bab: 52 hn. 1989

[65] Araf, 157

[66] Araf, 158

[67] Nisa, 80

[68] Nisa, 65

[69] Bakara, 184

[70] Bakara, 43

[71] Maide, 1

[72] Nahl, 44

[73] Necin, 3-4

[74] Nisa, 113

[75] Bakara, 231

[76] Şura, 52
Şeyh Hasan Karakaya, Fıkıh Usulu






SUNNETİN HUCCET DEĞERİ VE DİNDEKİ YERİ

I. Kur'an'a Göre Sunnetin Huccet Değeri

A- Cenab-ı Hakk, Peygamberi Muhammed (s.a.v.)'ı Kur'an'in Açıklayıcısı, İtaat Edilmesi Gereken Bir Örnek ve Ahkamı Teşri' Eden Bir Merci Olarak Gönderdi.
Sunnet-i nebevîyenin İslam'daki konumunu tesbit etmek istiyorsak, öncelikle sunnet-i nebevîyenin ve Rasûl-u Ekram (s.a.v.)'in Kur'an'a göre haiz oldukları konumu anlamak gerekir.
Kur'an-ı Kerim'i incelediğimizde Cenab-ı Hakk'ın hikmeti gereği Peygamber (s.a.v.)'e onun risaletiyle mutenasib birtakım sıfatlar ve özellikler bahşettiğini görmekteyiz. [335]


Kur'an'a Göre Peygamber'in Haiz Olduğu Özellikler:

1. Bunlardan biri Cenab-ı Hakk'ın Peygamberi, İnzal ettiği Kitab'ın açıklayıcısı kılmasıdır. Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: "Biz zikri sana indirdik ki, İnsanlara kendileri İçin İndirileni beyan edesin. Umulur ki, düşünürler.[336]
Bu ayet-i kerime, Kur'an-ı Kerim'de insanlara muşkil gibi görünen ilahî muradı açıklama ve mucmel olarak varid olan hükümleri -ki bunlar Kur'an ahkamının önemli bir kısmını oluşturmaktadır- tafsil ederek beyanda bulunma ameliyesinin Peygamberin görevleri arasında olduğunu açıkça göstermektedir. Ayetteki "beyan" tilavetten ayrı bir şeydir. Bununla sözü daha. açık bir ibareyle veya başka bir dille ifade etme kastedilmemektedir. Zira muhatablar fasîh Arabca konuştuklarından Kur'an'i gayet iyi anlıyorlardı. Kur'an, onların diliyle ve onların kullandığı uslûb ve ifade teknikleriyle inmişti. Onlar bu anlamda bir beyana muhtaç değillerdi. Kur'an, ihtiva ettiği manalara açıkça delâlet ettiğinden ifade zaafı ve girifttik gibi belagata aykırı hususlardan uzaktır. Peygamber (s.a.v.) de Arabca dışında bir dil bilmediği İçin ayetteki beyan ile tercümenin kastedildiğini söylemek de mümkün değildir. Dolayısıyla beyan ile kastedilen şey tercümedir, denemez. Bilakis ayetteki beyan ile kastedilen şey, insanların ihtiyaç duyduğu türden bir beyan olmalıdır. Bu da iki kısımdır:
a. Kur'an'da muşkil görünen murad-ı ilaht'yi açıklama anlamındaki beyan (beyanu'\-murad)dır. Zira bir söz belagatın zirvesinde olduğu halde irade olunan mana bakımından muşkil olup, insanlann çoğuna kapalı gelebilir. Böyle durumlarda izah ve beyana ihtiyaç duyulur.
b. Namaz, zekat, oruç ve hac gibi ahkama ilişkin konularda Kur'an'da varid olan mucmel ifadeleri tafsil etme anlamındaki beyan (ta/sî/u7-mucme/)dir. Bu da sözkonusu mucmel hükümleri keyfiyet, zaman, adet, miktar, rükün, şart, âdâb ve diğer noktalar açısından açıklığa kavuşturmakla olur.
Bu ayet-İ kerimeyle sunnetin önemli bir kısmının yani muşkil ayetleri beyan ve mucmel hükümleri tafsil eden kısmının huccet oluşu kesinlik kazanmış olmaktadır.[337]
Beyan, Cenab-ı Hakk'm Peygamber'e tevdi ettiği bir vazife ve emanet ettiği bir görevdir. Binaenaleyh Peygamber (s.a.v.)'i bu görevden ve bu emanetten soyutlamak mümkün değildir. Keza -önemli bir kısmı- Kitab'ın beyanı: niteliğinde olan sunneti reddetmek, Kitab'a iman vasfıyla bağdaşmaz. Bu, aynı zamanda Kitab'ı da reddetmektir.
2. Peygamber'e bahşedilen bir diğer özellik, onun bütün müslümanlar için uyulması zorunlu olan örnek insan (usvetun hasene) olmasıdır.
"Sizler için, Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı uman kimseler için Allah Rasûlu'nde güzel örnekler vardır.[338]
Cenab-ı Hak, Peygamber'in kayıtsız şartsız bir şekilde güzel örnek olduğunu belirtmiştir. Bu, müslümanlann söz, fiil ve davranışlardan oluşan bütün işlerde Peygamberi örnek edinmek ve ona uymakla emrolunduğunu gösteriyor. Ayrıı zamanda bu, sunnetin bütün kısımlanyla Huccet olduğunun bir delilidir.
3. Peygamber'e verilen özelliklerden bir diğeri ona itaatin Allah'a itaat gibi vacib kılınması ve Allah'a yapılan itaâttan bağımsız olarak ayrıca zikredilmesidir,
"Biz her Peygamberi, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik. [339]
"Ey İman edenler, Allah'a ve Rasûlu'ne itaat ediniz. [340] "Kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. [341]
"Kim Allah'a ve Rasûlu'ne itaat ederse (bilmiş olun ki) onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği Peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salih kimselerle birlikte olacaktır. Onlar ne güzel arkadaştır.[342]
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Rasûlu'ne itaat edin ve sizden olan emir sahiblerine de... Şayet herhangi bir şeyde ayrılığa düşerseniz, Allah'a ve Ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûlu'ne havale ediniz. Bu daha hayırlı ve akıbet itibariyle daha güzeldir. Sana ve senden önce indirilene iman ettiklerini sanan o kimseleri görmedin mi? Onlar tağutun vereceği hükümle muhakeme olmak istiyorlar. Halbu ki onlar, onu inkar etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları derin bir sapıklığa düşürmek istemektedir. [343]
Bu ayetler, Peygamberlerin sadece tebliğ ve ikna için gönderilmediğini bununla birlikte Allah'ın izni sayesinde itaat olunmak için gönderildiklerini açıkça göstermektedir. Bu ayetler, aynı zamanda yerine getirilmesi gereken iki tür bağımsız itaatin olduğunu; bunlardan birinin Kur'an'da yer alan ilahî emirlere itaat olduğunu, diğerinin ise Kur'an'da yer almayan ancak Peypamber tarafından tebliğ edilen emirlere itaat olduğuna da delâlet etmektedir.
Keza bu ayetler, insanların muhakeme ve çözüm için Peygamberin hayatında nebevi hüküm ve emirlerde ifadeye kavuşan, onun vefatndan sonra da Kitab ve Sunnette varlığını sürdüren ilahî şeriata başvurmadıkça iman etmiş olamayacaklarını göstermektedir.
Bunlar, İslam'ın bedahetle bilinen açık esaslarındandır.
"Hayır, Allah'a yemin olsun ki onlar aralarında vuku bulan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkça sonra da vereceğin hükmü gönül huzuruyla kabul edip teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar. [344]
4. Cenab-ı Hakk'ın Peygambere bahşettiği özelliklerden biri de teşrî' yetkisidir.
"Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ummî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte O Peygamber, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygambere inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nur'a uyanlar var ya işte kurtuluşa erenler onlardır. De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize gönderilmiş olan göklerin ve yerin sahibi Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve ummî Peygamber olan Rasûlu'ne -ki O, Allah'a ve Onun sözlerine inanır- iman edin ve Ona uyun ki doğru yolu bulaşınız.[345]
Bu ayetler Allah ve Rasûlu'ne imanı içermekte, bununla beraber bu imanın gereği olan emir ve teşrî'de Peygambere ve sunnet-i nebevîyeye itaatin lüzumunu da ihtiva etmektedir. Zaten insanların nebevî davete ittiba etmeden hidayet bulmaları umulacak bir şey değildir.
Mezkur ayetler, ayrıı zamanda Allah Teâla'nın Peygamber'e bahşettiği teşrî' yetkisini de kapsamaktadır. Ayet-i kerimedeki "O Peygamber, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar." ifadesi de bu manayı teyid eder. Allah'ın helal ve haram kılması ile Peygamber'in helal ve haram kılması arasında itaatin gerekliliği açısından hiçbir fark olmadığı halde yukarıdaki ayette "helal ve haram kılma" eylemleri Peygamber'e isnad edilmiş ve bu husus Peygamberin gerçekleştirdiği ameller cümlesinden addedilmiştir, Bundan dolayı bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
"Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. [346]
Bu ayet-i kerime, .şeriatın tek bir-kaynaktan, yani Peygamber (s.a.v.)'in ummetine getirdiklerinden, alındığına işaret eder. Bunun Kurban veya Sunnet şeklinde olması bir şeyi değiştirmez. Zira ikisi de vahiy 'kaynaklıdır,[347]
"O (Peygamber) arzusuna göre konuşmadı; o (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir. [348]
Pek çok örneğinden sadece birkaçını aktardığımız bu ayetleri gözönüne aldığımızda gerçek ortaya çıkmaktadır: Ne Allah Rasûlu'nün sunnetinden mustağni kalmak mümkündür ne de Kitabı, onun hamili ve taşıyıcısı olan Peygamber'den ayırmak mümkündür. Bundan defayıdır ki, îmam Şafiî şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın Kitabında yer alan farzları, Allah'ın emri olarak kabul eden, Allah'ın Peygamberinin sünnetlerini de kabul, etmiştir. Çünkü Allah, kullan için, Peygamberine itaati farz kalmış ve onun hükmüne başvurmalarını istemiştir. Kim Peygamberin hükmünü kabul ederse Allah'ın emrini kabul «imiş olur, Zira Allah, ona itaati faiz kılmıştır. [349]
Bu -ayetlerin tetkikinden vardığımız kesin sonuç şudur: Allah Rasûlu (s.a.v.)'ne itaat vacibtir. Zira Allah'a itaat, Allah Rasulu'ne yapılan itaate bağlıdır. Vefatından sonra Allah Rasûlu'ne itaat, onun sunnetine ittiba etmekle mümkündür. Bundan dolayı ummet fiilî olarak sunnetle amel etme konusunda fikir 'birliği (icma) etmiştir. Bu, kelam ummetinin ilk günden itibaren anladığı bir husustur. Bundan dolayı İslam ummeti, Peygamber (s.a.v.) döneminden beri, yaptığı teşrî' faaliyetlerinde ve çözdüğü -problemlerde , Cenab-ı Hakk tarafından vaz'edilen bu rabbani metodu takib etmiştir.[350]


B. Kur'an-ı Kerîmi» Vahyini İki Kısmına Delâleti[351]

Kur'an-ı Kerim, iki tür vahyin .varlığına delâlet etmektedir; vahy-i metlûv ve vahy-i gayr-a metlûv
Ahkamın bir kısmı vahy-i metlûvden (Kur'an) bağımsız'bir şekilde vahy-i gayr-i metlûv vaz'olunmuştur.
Acaba Cenab-ı Hakk'ın Peygamberine indirdiği vahiy, sadece Kur'an-ı Kerim'den mî ibarettir, yoksa bununla benler Peygamber'e vahyedilen ancak Kuran gibi tilâvet olunmayan (gayr-i metlûv) bir vahiy de mi var?
Şubhesiz doğru olan yaklaşım ikinci şıkta belirtilen yaklaşımdır. Zira Kur'an-ı Kerim'in kendisi bu tür vahyin varlığına açıkça delâlet etmektedir. Şimdi buna delâlet eden ayetlerden bazı örnekler verelim.[352]


Örnek-1

"İnsanlardan bir kısım beyinsizler: Dönmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler. De ki: Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir.
İşte böylece sizin insanlığa şahidler olmanız, Rasûlun de size şahidolması için sizi mutedil bir millet kıldık. Sen (arzulayıb şu anda) yönelmediğin kıbleyi (ka'beyî) biz ancak Peygambere uyanları, ökçeleri üzerinde gerisin geriye dönenlerden ayırd etmek için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi' edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
(Ey Muhammedi) Biz, senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklemekte olduğunu) görüyoruz. İşte şimdi seni razı olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.[353]
Bu ayetler iki önemli konuyu içermektedir:
a- Müslümanların ilk sıralarda yönelmekte oldukları bir kıblesi bulunmaktaydı. Sonra Peygamber (s.a.v.) başka bir kıbleye yönelmekle emfolundu. Peygamber, birinci kıbleyi sevdiği ve temenni edip gözetlediği halde ikinci olan Beytu'l-Mukaddes'e yöneliyordu. Bu, ancak Peygamberin Allah'tan gelen ilahî bir emirle hareket etmesi durumunda mümkün olabilir. Nitekim Bakara-142. ayet te buna işaret etmektedir.
b- Birinci kıble de -ikinci kıble de olduğu gibi- Cenab-ı Hakk tarafından belirlenmiş ve farz kılınmıştır.
"Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (kabeyi) biz ancak Peygambere uyanları, ökçeleri üzerinde gerisin geriye dönenlerden ayırdetmek için kıble yaptık. [354]
Görüldüğü gibi Cenab-ı Hakk, bu ayetle birinci kıbleyi belirleme işini kendisine izafe etmiştir.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda birinci kıblenin belirlenmesiyle ilgili tek bir ayet-i kerimeye rastlamamaktayız. Binaenaleyh bu emir, vahy-i gayr-i metlûv ile nazil olmuş bir emirdir. Bundan dolayı bu hususu Kur'an-ı Kerim'de bulamamaktayız.[355]


Örnek-2

"Her hangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üstünde dikili bıraktınızsa işte (bunlar hep) Allah'ın izniyledir.[356]
Cenab-ı Hakk, kesme işinin kendi izniyle yapıldığını bildirmektedir. Bilindiği gibi bu ayet-i kerime, hurma ağaçlarının kesiminden sonra nazil olmuştur. Ayette zikredilen "kestiniz" ve "kökleri üstünde dikili bıraktınız" fiillerinde kullanılan geçmiş zaman kipi de buna delâlet etmektedir.
Cenab-ı Hakk, kesmeye ilişkin iznin bilfiil kesme eyleminden önce olduğunu bildirmektedir. Ancak biz, Kur'an'da hurmaların kesimine dair her hangi bir ayet bulamamaktayız. Burada sözkonusu edilen izin, kesme eyleminden sonra gelen izin olamaz. Zira, bir eyleme ilişkin izin, ancak o eylemden önce olabilir. [357]


Örnek-3

"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bîr söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygambere açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Peygamber: Bilen, herşeyden haberdar olan Allah bana haber verdi. [358]
Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk, Peygamber eşlerinden bazılarının söylenen gizli sözü başkalarına aktardığı hususunu Peygambere açıkladığını bildirmektedir. Cenab-ı Hakk'ın, Peygamberi hanımının ifadesinden haberdar kılması, Kur'an yoluyla gerçekleşmiş değildir. Çünkü Kur'an'da ne Peygamberin hanımına söyledikleri zikredilmiştir, ne de sözkonusu hanımının (r. anh) başkalanna aktardığı söz yer almışür. Dolayısıyla bu bildirimin bir vahy-i gayr-i metlûv vasıtasıyla yapılmış olduğu kesinlik kazanmaktadır. [359]


Örnek-4

"Şubhesiz ki, onu (Kur'an'ı) toplamak ve onu okutmak bize aittir.[360]
"Kur'an'ı toplamak" onu dağınık ve düzensiz bir durumdan koruyacak düzenli bir şekle kavuşturmak demektir. Bu ise bir nevi tertible mümkün olabilir. Zira Kur'an Peygamber (s.a.v.)'e bir defada inmiş değildir. Bu husus, bizzat Kur'an'ın şehadetiyle sabittir. Kur'an ayetlerinin tertibinde nuzul tarihine bakılmamıştır. Aksine Peygamber (s.a.v.) "falan ayeti falan yere koyun" diyerek ayetlerin yerlerini bildiriyordu. Nitekim Cenab-ı Hakk, Kur'an'ın cem'ini kendi zatına isnad etmektedir. Ancak Kur'an'da bu tertibi belirten ve tayin eden herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Dolayısıyla Kur'an tertibinin vahy-i gayr-i metlûv ile yapılmış olduğu hususu kesinlik kazanmaktadır. Bu tertibin Peygamber (s.a.v.)'in içtihadıyla yapılmış olduğu iddiası ayetin sarîh delâletine aykırıdır. Zira ayet-i kerimede toplama (cem') işi Cenab-ı Hakk'a izafe edilmiştir. Öte yandan böyle bir iddia hasmımızın bile kabul edebileceği bir iddia değildir. Zira onlara göre Kur'an dışında kalan sunnet ister içtihadı olsun, ister gayr-i içtihadı olsun huccet olmaktan uzaktır. [361]


Örnek-5

"Allah sana Kitabı ve Hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lutfu sana gerçekten büyük olmuştur. [362]
"ummîlere İçlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onlan temizleyen, onlara Kitabı ve Hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen odur. Şubhesiz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. [363]
"Andolsun ki, içlerinden kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan (kötülüklerden) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab ve Hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mu’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.[364]
İmam Şafiî, Hikmet kelimesinin izahına ilişkin şunları kaydeder:
"Razı olduğum Kur'an alimlerinin şöyle dediklerini duydum: Hikmet, Allah Rasûlu'nün sunnetidir. [365]
Görünen o ki, ayetteki Kitab ve Hikmet kelimesi ayrıı manayı ifade etmemektedir. Nitekim Şafiî, ilk dönem sunnet inkar cılanna karşı bu ayete dayanarak istidlalde bulunmaktadır. Şafiî, hasmına hitab ederken şöyle demektedir:
Şafiî: Sözün tekrar olabileceği görüşünü tercih ettiğiniz taktirde [yani Kitab ve Hikmet kelimesinin ayrıı şeyi ifade edebileceğini savunduğunuz zaman] bunlardan hangisi daha uygun olur; Kitab ve Hikmetin iki ayrı şey olması mı yoksa tek şeyden ibaret olması mı?
Dedi ki: Bunların belirttiğiniz şekilde Kitab ve Sunnet gibi iki ayrı şey olması mümkün olduğu gibi tek şeyden ibaret olması da mümkündür.
Dedim: Bunların en doğrusu birinci şıktır. Nitekim Kur'an-ı Kerim de belirttiğimi teyid eden ve sizin söylediğinize aykın düşen delâletler bulunmaktadır. Dedi: Nerede?
Dedim: Cenab-ı Hakk'in şu sözü "Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti tilavet ediniz. (Ahzab, 34) [366]
Şafiî, bu ayet-i kerimeye dayanarak hikmetin de ayetler gibi okunan bir şey olduğunu söylemek istiyor. [367]
Bu söylediklerimizden ayrı olarak vahy-i gayr-i metlûvun varlığına delâlet eden iki delil daha aktarmak istiyoruz.
Bunlardan biri nubuvvetin varlığıdır. Şöyle ki: Nubuvvet, peygamberin (nebf) mucizeleri izhar ederek "ben peygamberim" demesiyle sabit olur. Yoksa nubuvvet iddiası olmadan sadece mucize izhar etmekle sabit olmaz. Zira harikuladelikler peygamberde olduğu gibi velî ve büyücülerde de olabilir. Peygamberin "ben peygamberim" sözü, nubuvvetin, vahy-i metlûvun ve bütün bir İslam'ın medarı olan bir vahy-i gayr-i metlûvdur.[368]
İkinci delil, Kur'an'ın kelamullah oluşudur. Zira bu, ancak Peygamber (s.a.v.)'in nubuvvete delâlet eden mucizeleri eşliğinde Kur'anın kelamullah olduğunu bildirmesiyle sabit olabilir. İşte bu bildirim de vahy-i gayr-i metlûv kısmındandır. [369] Ve-bununla vahy-i gayr-i metlûvun varlığı ve buna iman etmenin gerekliliği kesinlik kazanır. Ayrıı zamanda bu söz, Kitâb'ın subûtunun dayandığı ve sunnetin teşride mustakil olduğunu gösteren bir sunnet örneğidir.
Binâenaleyh nubuvvetin subûtu, Kur'an'tn kelamullah oluşu ve bütün bir İslam'ın varlığı, vahy-i gayri metlûvu kabule dayanmaktadır. Kur'an'ın hücciyeti, vahy-i gayri metlûvun huccciyetine bağlıdır. Dolayısıyla vahy-i gayri metlûvün olmaması durumunda ne nubuvvetten, ne Kur'an'dan ne de İslam'dan söz etmek mümkün olacaktır.
Kur'an'ın i'cazına gelince bu, ancak Peygamber (s.a.v.)'in onun kelamullah olduğunu bildirmesinden sonra Kur'an ilahî kelam oluşuna delil olabilir. Aksi taktirde aklî bakımdan Cenab-i Hakk'ın adetine aykırı olarak İ'cazlı kelamını bazı İnsanların eliyle izhar etmesi caizdir.
Bizim kanaatimize göre bu aklî bakımdan caizdir. Zira bu, şer'î açıdan caiz değildir. Ancak bu, Kur'anın nazil olup onunla tehaddi yapıldıktan sonra olması durumunda söz konusudur. Zira Kur'an ile tehaddî, Cenab-ı Hakk'ın benzer bir kelamı hiç kimsenin eliyle izhar etmemesini gerektirir.
Kur'an nazil olup onunla tehaddî yapılmadan önce bunun olması şer'î açıdan caizdir. Fakat bunun vaki' olduğu sabit değildir. Zira aklî ve şer'î açıdan caiz olan herşeyin vaki' olması gerekli değildir.
Buraya kadar kaydettiklerimizden, Cenab-ı Hakk'ın Peygamberine Kur'an dışında da vahiyde bulunduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Bu nevi vahye, vahy-i gayr-i metlûv denmektedir. Teşri' bakımından müstakil olan sunnet de bu kabildendir.
Bu aktardıklarımızdan, şu da anlaşılmış olmalı: Bazı oryantalistlerin vahyin metlûv ve gayr-i metlûv şeklindeki taksimini Yahudilikten İslam'a geçmiş bir düşünce olarak lanse etmeleri ya ayetleri ve ayet delâletlerini bilmemekten kaynaklanan bir durumdur ya da İslam'ı temelden silmeyi hedefleyen Yahûdî ve musteşrikçe bir emeldir.
Evet, bazıları şöyle bir mazeret ileri sürebilirler: "Sunnetin kısmen vahiy olduğu ve Allah katından indirildiği doğrudur. Ancak sunnetin bazı kısımları Peygamber (s.a.v.)'in içtihadlarına dayanmaktadır. Peygamber'in içtihadında hata bulunma ihtimali mevcuttur. Dolayısıyla sunnetin içtihadî olan bu kısmıyla istidlalde bulunmak caiz değildir. Bu durumda sunnetin içtihadî olmayan diğer kısmıyla istidlalde bulunmak imkansız hale gelmektedir. Zira içtihadî olmayan kısımla istidlalde bulunmak için her iki kısmın ayırdedilmesi gerekmektedir. Ancak hiç kimse bu ayrımı yapamaz. Çünkü hiç kimsenin elinde bunu sağlayacak araçlar ve edatlar mevcut değildir. Dolayısıyla sunnete başvurmaktan ve sunnetle istidlalde bulunmaktan söz edilemez."
Bu iddiaya karşı cevabımız şudur: Bu mantığa göre Cenab-ı Hakk, ebedî dininin, daha önce tahrife uğramış dinlerde olduğu gibi yanlış ve batıl unsurlarla karıştırılmasına ve tanınmaz hale gelmesine musaade ederek onu orta yerde bırakmış olmaktadır. Halbuki Cenab-ı Hakk, geçmiş din mensuplarını bu konuda şiddetle kınamaktadır: "Ey Kitab ehli! Neden hakkı batıla karıştırıyorsunuz.[370]
Öte yandan bu iddia, İslam'la amel etme imkanını ortadan kaldırmakta ve dinin gönderilişini anlamsız kılmaktadır. İslam'a aidiyet hissi taşıyan hiçkimse İslam'ın bu tür yıkıcı kargaşalardan münezzeh olduğu konusunda en ufak bir şubhe duymaz. Yukarıda kaydettiğimiz ayet-i kerime de bu hususu teyid etmektedir. Zira önceki muharref dinlerin böyle bir nakısayla malûl gösterilmesi İslam'ın bundan beri ve uzak olmasını gerektirir. Saniyen, bu mesele peygamberlerin masumiyeti konusuyla İlişkilidir. Giriş kısmında ele aldığımız bu konuya tekrar atıfta bulunmak gerekirse: Alimler, Peygamber (s.a.v.)'in içtihadda bulunup bulunmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Peygamber'in İçtihadda bulunabileceğini savunanlar, Peygamber'in içtihadında hata olup olamıyacağı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Peygamber'in, içtihadında hataya düçâr olabileceğini söyleyenler, Peygamber'in hatalı içtihad üzere onaylanmayacağı konusunda görüşbirliği etmişlerdir. Zira hata üzre onaylanma durumu kat'î delillerle sabit olan peygamber masumiyetine aykırı olmakla beraber, bi'setin hikmet ve maksadına aykırıdır.
Binâenaleyh "Nebevî Sunnetin ya tamamı vahiydir, ya da bir kısmı vahiy bir kısmı da nebevî içtihada dayanıyor" deriz. Bu ikinci kısım da ya hatasızdır ya da Peygamberin vukuu muhtemel hata üzere onaylanması mümkün değildir, demek durumundayız.
Bu açıklamalar ışığında Sunnetin tamamının kat'î derecede huccet olduğu ve sabit olan bütün sunnetlerle amel etmenin vacib olduğu sonucu ortaya çıkar. [371]


II. Sunnetin Huccet Oluşuyla İlgili Sunnetten Deliller

1. Ebu Hurayra (r. anh), Allah Rasûlu (s.a.v.)'nün şöyle buyurduğunu naklediyor: "Sizi kendi halinizle başbaşa bıraktığım sürece beni bırakın. Zira sizden öncekiler çok soru sorduklarından ve peygamberleri hakkında anlaşmazlığa düştüklerinden helak oldular. Sizi bir şeyden sakındırdığımda ondan kaçının. Size bir şeyi emrettiğimde, gücünüz oranında onu yerine getirin.[372]
Ebu Hurayra (r. anh) Allah Rasûlu (s.a.v.)'nün şöyle dediğini rivayet ediyor.
"Yüzçevirenler hariç ummetimin tümü cennete girecektir." Bunun üzerine "yüzçevirenler kimlerdir Ey Allah'ın Rasûlu?" diye sorulunca Peygamber şöyle buyurdu: "Bana itaat edenler, cennete girecektir; bana İtaat etmeyenler yüzçevirenlerdir. [373]
2. Cabir (r. anh), Peygamber (s.a.v.)'den naklen O'nun rüyada gördüğü meleklerin şöyle dediğini rivayet ediyor:
"Muhammed'e itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur; Ona isyan eden Allah'a isyan etmiş olur. Muhammed insanlan [mu’min ile kafiri veya hakk ile batılı] ayıran bir kıstastır.[374]
3. Aîşe naklediyor: Allah Rasûlu (s.a.v.) bir gün biraz serbest davranarak bir şeyler yapt. İnsanlardan bazıları bunu yapmaktan kaçındı. Durum Peygamber'e ulaşınca Peygamber, minbere çıkıp Allah'a hamdederek şöyle buyurdu: "Bazılarına ne oluyor da benim yaptığım bir şeyden kaçınıyorlar. Allah'a yemin olsun ki ben, Allah'ı onlardan daha iyi biliyor ve ondan daha çok korkuyorum. [375]
4. Enes, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu naklediyor: "Kim benim sunnetimden yüz çevirirse benden değildiı. [376]
5. İbni Mesud (r. anh) Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini naklediyor: "Cenabı Hakk'ın benden önceki ummetlere gönderdiği hiçbir peygamber yoktur ki, onun, ummetinden havarileri ve sunnetine uyup emrine tabi olan arkadaşları (ashâb) olmuş olmasın. Daha sonra dediklerini yapmayan ve emir olunmadıkları şeyleri işleyen nesiller iş başına geldiler. Onlara eliyle karşı koyup cihad eden mu’mindir. Diliyle karşı koyup cihad eden mu’mindir. Kalbiyle karşı koyup cihad edendir. Bunun dışındakilerde hardal tanesi kadar iman yoktur. [377]
6. İrbâd b. Sâriye anlatıyor: Allah Rasûlu (s.a.v.) günün birinde namaz kıldırdıktan sonra yüzünü bize döndü ve gözleri yaşartan, kalpleri ürperten belîğ bir vaaz verdi. Adamın biri "Ey Allah'ın Rasûlu bu, vedalaşmak üzere olan birinin sözlerine benziyor. Öyleyse bize tavsiyede bulun" dedi. Allah Rasûlu de bize öğütte bulunup şöyle dedi: "Size Allah'tan sakınmayı, Habeşli bir köle de olsa [sizden olan emir sahiblerini] dinleyip itaat etmeyi tavsiye ediyorum. Zira benden sonra yaşayacak olanlar bir çok ayrılığa şahidolacaklar. Size sunnetimi ve hakk ve hidayet üzere bulunan halifelerimin sunnetini salık veriyorum. Bunlara tutunub sımsıkı sanlın. Sonradan çıkan türedi şeylerden uzak durun. Şubhesiz sonradan çıkan herşey bidattir. Her bidat dalâlettir.[378]
7. Malik b. Enes'ten mursel olarak Allah Rasûlu (SAV.)'nün şöyle dediği rivayet edilmektedir: " Size, iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız sürece dalâlete düşmezsiniz. Onlar Allah'ın Kitabı ve Rasûlu'nün Sunnetidir. [379]
8. Ebu Râfi' (r. anh), Allah Rasûlu (s.a.v.)'nün şöyle buyurduğunu naklediyor: "Sizden birinin, koltuğuna yaslanıp, kendisine emir veya nehiylerimizden bir şey ulaştığında 'bilmiyorum, biz Allah'ın Kitabında bulduklarımıza tabi oluruz' dediğini görmeyeyim. [380]
9. Mikdâd b. Ma'dîkerib (r. anh) Allah Rasûlu'nün şöyle dediğini rivayet ediyor: "Dikkat edin, bana Kur'an'la birlikte bir misü daha verildi. Karnı tok bazı kimselerin koltuklarına yaslanıp, 'Kur'an'a sarılın. Onda bulduğunuz helalleri helal; haramları da haram sayın' diyecekleri zaman pek yakındır. Dikkat edin, Allah Rasûlu'nün haram kıldığı şeyler de Allah Teâlâ'nın haram kıldığı şeyler gibidir. Dikkat edin evcil merkepler, köpek dişli yırtıcı hayvanlar ve anlaşmalı olduğunuz gayri lere ait buluntular size helal değildir. Ancak sahibinin ihtiyaç duymadığı bu-luntujar müstesna. Her kim, bir topluluğa misafir olursa, o topluluk onu ağırlamak zorundadır. Şayet onu ağırlamazlarsa, o kimsenin ağırlanabileceği kadar almaya hakkı vardır. [381]
10. Irbâd b. Sâriye (r. anh)'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Allah Rasûlu (s.a.v.) kalkıp şöyle buyurdu: Sizden biri koltuğuna yaslanıp Cenab-ı Hakk'ın sadece Kur'an'da yasaklananları mı haram kıldığını sanır? Dikkat edin! Allah'a yemin olsun ki ben de bazı şeyleri emrettim, öğütledim ve yasakladım. Bunlar Kur'an'daki kadardır ya da daha fazladır. İzinsiz olarak ehl-i kitabın evlerine girmeniz, kadınlarına vurmanız ve üzerlerine düşen[cizyey]i verdikleri sürece meyvelerinden yemeniz helal değildir.[382]
11. Aişe'den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlu (s.a.v.) birilerini Osman b. Maz'ûn'a gönderip şöyle dedi: "Benim sunnetime yüz mü çevirdiniz?" Osman cevaben : "Allah'a yemin olsun ki hayır, ey Allah'ın Rasûlu, ancak ben senin sunnetine uymak istiyorum." dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlu şöyle buyurur: "Muhakkak ki ben hem uyurum, hem namaz kılarım. Bazı günlerde oruç tutar, bazı günlerde oruç tutmaz iftar ederim. Kadınlarla evlenirim. Allah'tan kork ey Osman! Muhakkak ki, ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Misafirinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Hem oruç tut, hem namaz kıl, hem uyu. [383]
Ruzeyn'in varyantına göre Aişe, Osman'ın bütün geceyi ibadetle geçirip gündüzleri oruç tutmak ve kadınlarla evlenmemek üzere yemin ettiğini söyler.
12. Ebu Musa (r. anh) Allah Rasûlu'nden merfu olarak şu hadisi aktarır:
"Cenab-ı Hakk'ın benimle birlikte gönderdiği hidayet ve ilmin misali yere düşen yağmura benzer. Bazı yerler güzel olup yağmuru emer ve bol miktarda ot bitirir. Bazı yerler kurak olup suyu tutar,. İnsanlar bundan yararlanıp su içer ve bunu sulamada kullanırlar. Bazı yerler de çorak olduğundan ne su tutar ne de ot bitirir. Bu, dinde ince idrak (jıkh) sahibi olup Allah'ın benimle gönderdiği ilm ve hidayetten yararlanan kimse ile buna icabet etmeyip benimle gönderilen ilahî hidayeti kabul etmeyen kimsenin misâlidir.[384]
13. İbni Mesud (r. anh)'un şöyle dediği rivayet edilir: "Sözlerin güzeli en Allah'ın Kitabı, yolların en güzeli Muhammed (s.a.v.)'in yolu ve işlerin en kötüsü türedi olanıdır. [385]
14. Aişe, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini nakleder: "Allah, şu beş kişiye lanet etsin -ki her Peygamberin duası mustecabtır- : Allah'ın Kitabına bir şey sokuşturmaya çalışana, Allah'ın kaderini yalanlayana, Allah'ın haram kıldığını helal sayana, Allah'ın soyumdan (itret) haram kıldıklarını helal sayana ve Sunnetimi terkedene. [386]


III. Bir Şubhenin Defi Ve Peygamber (s.a.v.)'in Nubuvvet Ve İsmetinden Hareketle Sunnetin Huccet Değerini İsbatlama

Bazıları, sunnetten harekede sunnetin huccet oluşunu İsbatlamaya itirazda bulunup bunun bir kısır döngü (ed-Deuru'l-Mumteni') olduğunu söyleyebilir.
Bizim diyeceğimiz şudur: Allah Rasûlu (S.AV.)'nün risaletinin dayandığı deliller onun dini tebliğ sadedinde îrâd ettiği haberlerde (eI-Ahbâru'l-Belâğiye) masum ve yanılmaz olduğuna delâlet etmektedir. Bu haberlerden biri de Peygamber'in emir ve nehiylerine itaatin gerekliliğini ve Kur'an'in Allah kelamı olduğunu bildiren nebevî haberlerdir. Zira risalet, vahyolunan ilahî hükümleri kullara tebliğ etmek üzere Allah ile kul arasında yapılan bir elçiliktir. Şayet Peygamber tebliğe dair haberlerde doğru sözlü ve güvenilir olmazsa mucizenin delâleti geçersiz olur ve risaletle amaçlanan gaye ortadan kalkar. Binaenaleyh Peygamber'in risaİeti, onun tebliğe ilişkin verdiği haberlerde güvenilir olduğunun delilidir.
Biz nebevî emir, nehiy, fiil ve takrirlerin Huccet oluşunu da kapsayan Peygamberin tebliğe ilişkin haberlerine dayanarak nebevî emir, nehiy, fiil ve takrirlerin Huccet olduğunu isbatlıyoruz.[387] Sözkonusu tebliğe ilişkin haberlerde Peygamberin yalan ve gerçek dışı gibi vasıflardan masumiyetine gelince daha önce bu hususun nubuvvet delilleriyle sabit olduğunu belirtmiştik.
Başka bir ifadeyle biz burada sunnetin özel bir türüne dayanarak, bu mesabede olmayan ve zaman zaman muhatabımızın itirazına uğrayan diğer sunnet türlerini isbatlamaya çalışıyoruz. Dayandığımız kısım, hasmımız nezdinde de tartışmasız olarak kabul edilen sunnettir. Aksi taktirde muhatabımız ilmî delillere karşı hiçbir gerekçesi olmadan büyüklenmiş olur. Zira belağî haberlerde Peygamberin masumiyeti, nebevî risalete i-nanan herkes nezdinde gayet açık olan bir gerçektir.
Keza biz, Kur'an'a dayanarak sunnetin huccet olduğunu İsbatlıyoruz. Halbuki dayandığımız ayet-i kerimenin Kur'an'dan olup kelamuliah vasfı taşıdığı nebevî haberle [nebevî emirler değil] sabit olan bir husustur. Ayrıı şekilde be!âğî haberlerle huccet olduğu sabit olan nebeuî emirlere dayanarak Peygambere ait fiil ve takrirlerin huccet olduğunu İsbatlıyoruz. Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Peygamber (s.a.v.)'in nubuvveti ve tebliğe ilişkin verdiği haberlerde yalandan masum olduğu gerçeği, onun daha önce zikri geçen ve sunnetin bütün kisımlarıyla huccet olduğunu bildiren hadislerde doğru sözlü ve güvenilir olduğunun delilidir. Binaenaleyh Peygamberin tebliğe ilişkin haberlerde masumiyeti tek başına sunnetin bütün kısımlarını isbata yetecek müstakil bîr delildir.
Ancak, risaletin bir gereği olan Peygamberin masumiyeti sadece tebliğe ait haberlerle sınırlı değildir. Nitekim ulemâ, Peygamber (s.a.v.)'in tebliğe halel getirecek bütün şeylerden masum olduğu konusunda icma etmiştir. Zira tebliğ, sözlü bir haberle yapılabildiği gibi; fiil, takrir, emir ve nehiyle de yapılabilir. Bütün bunlar tebliğ türlerinden sayılır.
Peygamberin tebliğe halel getirecek şeylerden masum oluşu -ki bu tebliğe ilişkin bir haber değildir- belâğî herhangi bir haberin aracılığına ihtiyaç duymadan doğrudan tebliğ fonksiyonlu bütün nebevî fiil, takrir, emir ve nehiylerin huccet olmasını gerektirir.[388]

IV. Sunnetin Huccet Oluşuyla İlgili Sahabe Tatbikatından Deliller Ve Sunnete Başvurmadan Kuranla Amel Etmenin İmkansızlığı

Sahabe, dinî hükümleri bazan Kur'an-ı Kerim'den alıyordu. Ancak çoğu kez Kur'an ayetleri uzak bir şekilde mucmel olarak ve takyîcfe gitmeden mutlak bir şekilde nazil oluyordu. Mesla Kur'an'da namazı emreden ayetler mucmel olarak varid olmuştur. Bu ayetlerde namazın rekat sayısı, şekli ve vakti açıklanmış değildir. Keza zekatı emreden ayetler de mutlak olarak nazil olmuştur. Zekatın hangi mallarda vacib olduğu, vacib olduğu malın alt sınırı ve hangi miktar ve şartlarda vacib olduğu beyan edilmemiştir.
Kur'an-ı Kerim'de varid olan ahkamın çoğu bu kabildendir. Bunları izah eden şart ve rükünlere bakmadan, bunlarla amel etmek mümkün değildir. Bu açıklayıcı bilgiler Kur'an'da yer almamaktadır.
Kur'an, bu emirlerle ilgili detaylı bilgi edinmek ve amel etmek için Peygamber (s.a.v.)'i referans gösterir.
"İnsanlara, kendilerine indirileni beyan etmen için ve düşünüp anlasınlar diye sana bu zikri (Kur'an'ı) indirdik[389] gibi pekçok ayet bu manaya delalet etmektedir.
Allah Rasûlu (s.a.v.) de ayetteki "tebyin"i kendi sözleri şeklinde tefsir etmiştir.
"Benim namaz kıldığım şekilde namaz kılınız. [390]
"Hac ibadetlerinizi benden alınız. [391]
Kur'an-ı Kerim, insanlar arasında vuku bulan bütün anlaşmazlıklarda -Peygamber (s.a.v.)'in hükmünde İfadeye kavuşan- ilahî hükme başvurmalarını gerekli görmektedir.
"Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hük-medesin diye sana kitabı hak ile indirdik. [392]
"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar. [393]
Cenab-ı Hakk, ilahî hükümler haricinde başka hükümlere başvurmaktan sakındırmış ve bunu şirk addetmiştir.
"Tağuta inanmamalan kendilerine emrolunduğu halde, tağutun önünde mahkemeleşmek istiyorlar. Halbuki, şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor. [394]
"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var? [395]
Bir başka ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk, Allah'ı bırakıp rahiplerin ve hahamların vaz'ettiği dine uyan müşrikler hakkında şöyle buyurmaktadır:
"[Onlar] Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabbler edindiler.[396]
Zira onlar, din adamlarının helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını haram sayıyorlardı.
Cenab-ı Hakk, müslümanların bütün anlaşmazlıklarda ilahî şeriata başvurmaları gerektiğini belirtmektedir. Söz konusu anlaşmazlıklann muamelât, mîras, vasiyet, evlenme veya ceza hukukuyla ilgili olması sonucu değiştirmez.
Öte yandan kesin olarak biliyoruz ki, Kur'an'da bu konulara ilişkin ayetler, konuya dair hükümlerden pek azına yetebilecek orandadır. Bunun da ötesinde bunların önemli bir kısmı detaylandırılmaya ihtiyaç duyan mucmel ayetlerden oluşmaktadır. Bu nedenle Cenab-ı Hakk, Kur'anî vecibeleri yaşayabilmeleri için mukellef kimseleri Kur'an ahkâmının tafsilatını öğrenmek üzere kendi Rasûlu'ne havale etmiştir. Ona tabi olmayı vacib kılmış; ona yapılacak itaati kendisine itaatla özdeşleştirmiştir.
"Ey iman edenler, Allah'a ve Rasûlu'ne itaat ediniz. [397] "Andolsun ki, Rasûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler İçin güzel bir örnektir. [398]
"De ki eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. [399]
"Kim Rasûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince seni onların başına bekçi göndermedik. [400] Peygamber (s.a.v.) de ayrıı muhtevayı bir önceki bölümde bir kısmını naklettiğimiz hadisleriyle teyid buyurmuştur.
Dolayısıyla müslümanın ilahî emir ve nehiyleri yaşayabilmek için Peygamber (s.a.v.)'in sunnetine başvurmaktan başka bir çaresi yoktur.
Burada sunnetin hucciyetini isbatlayan başka bir delil daha ortaya çıkmaktadır: Sunnete başvurmadan Kur'an'la amel etmenin imkansızlığı.[401]
Allah Rasûlunün çevresinde bulunan sahabîler, konuyu böyle anlamış ve konuya böyle inanmışlardır. Onlar, Peygam-ber'in emir ve nehiylerine bağlanmış ibadât, muamelât ve diğer bütün işlerde onu izlemişlerdir. Ancak Peygamberin şahsına münhasır olduğunu bildikleri hususları müstesna tutmuşlardır. Bu bağlılık öyle bir düzeye varmıştı ki sebebini bilmeden veya illet ve hikmetini sormadan Peygamber'in yaptıklarını yapıyor ve terkettiklerini de terkediyorlardı.
İbni Ömer anlatıyor: "Allah Rasûlu (s.a.v.) altından bir yüzük edindi. Bunun üzerine insanlar da altın yüzük edinmeye başladı. Sonra Allah Rasûlu (s.a.v.) 'Ben artık bunu ebediyen takmayacağım' diyerek onu attı. Bunun üzerine insanlar da yüzüklerini attılar. [402]
Ebu Said el-Hudrî şöyle der: Allah Rasûlu (s.a.v.) asha-bıyla namaz kıldığı bir esnada ansızın nalînlerini çıkanp soluna bıraktı. Diğerleri bunu görünce onlar da nalinlerini çıkarıp attılar. Allah Rasûlu (s.a.v.) namazı bitirince "sizi nalinleri çıkarıp atmaya sevkeden neydi?" diye sordu. Ashab "senin nalinleri çıkarıp attığını görünce biz de nalinlerimizi çıkarıp attık."diye cevap verdi. Allah Rasûlu (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Cibril gelip nalinlerîmde pislik veya rahatsız edici bir şeyin olduğunu söyledi.[403]
Sahabenin Peygamber'e ait söz ve davranıştan izleme arzusu o kadar ileriydi ki, bazılan nöbetleşerek gün aşın Peygamber'in meclisine devam etmeye çalışıyordu. Mesela Ömer b. el-Hattab, Buharî'nin kendisinden aktardığı bir rivayette şöyle der: "Ben ve Ensardan bir komşum Benî Umeyye b. Zeyd denen semtte idik. Nöbetleşerek Peygamber (s.a.v.)'in yanına varıyorduk. Biı gün o gidiyordu, bir gün ben. Ben gittiğimde o güne ait haberleri naklederdim. O gittiğinde ayrıısını o yapardı. [404]
Ayrıı şekilde Medine'den uzak olan kabileler İslamî hükümleri öğrenip, kavimlerine tebliğ etmek ve onları irşad etmek üzere bazı elemanlarını Peygamber (s.a.v.)'e gönderiyorlardı. Hatta sahabeden bîri sadece nazil olan bir meseleyi veya şer'î bir hükmü sormak için uzun mesafeler katedip Allah Rasûlu'ne gelebiliyordu.
Ukbe b. el-Haris'ten nakledildiğine göre kadının biri Ukbe İle hanımını emzirdiğini söyler. Bunun üzerine Mekke'de oturmakta olan Ukbe, bineğine atlayıp Medine'ye doğru yola çıkar. Allah Rasûlu (s.a.v.)'ne vanp: "süt kardeşiyle bilmeden evlenip daha sonra emziren kadının haber vermesiyle bunu öğrenen kişi hakkında Allah'ın hükmü nedir?" diye sorar. Allah Rasûlu (s.a.v.) bunun, verilen bir haber olduğunu [ve gereğiyle amel etmek gerektiğini] söyleyerek cevap verir. Ukbe'nin bu kadından ayrılması üzerine kadın başka biriyle evlenir. [405]
Öte yandan kadınlar, Allah Rasûlu'nün eşlerine, zaman zaman da Allah Rasûlu'ne gidip gelmek suretiyle ve sormak istedikleri hususlan sorarak dinlerini öğreniyorlardı. Kadına açık-Ça söyîenemeyen bir durum olduğunda Peygamber (s.a.v.) zevcelerinden birini sözkonusu meseleyi açıklamakla görevlendirirdi. Hayızdan nasıl temizlenilmesi gerektiğini anlatan Aişe hadisini buna örnek olarak zikredebiliriz.[406]
İşte, en hayırlı dönemin insanlarının sunnet-i mutahharaya gösterdiği hassasiyet bu tarzdaydı. Sahabe, Peygamber (s.a.v.)'e tam olarak itaat edip onun emir ve nehiylerine uymuş, onun hükmüne teslim olup onun davranış ve hayat tarzına bağlı kalmış ve onun sunnetini öğretme konusunda son derece istekli ve hırslı davranmıştır.
Bu hassasiyet Peygamberin hayatıyla sınırlı kalmamış, vefatından sonra da devam etmiştir. Bunun devam ettiğini gösteren birkaç örnek vermek yerinde olacaktır: [407]


A. Peygamber (s.a.v.)'in Sunneti ve Ebubekr es-Sıddık (r. anh)

Kabîse b. Zueyb anlatıyor: Ninenin biri Ebubekir'e gelip mirastan pay istedi. Ebubekr "Allah'ın Kitabı'nda sana ait bir pay yoktur. Peygamberin sunnetinde de senin durumunla ilgili bir şey bilmiyorum. Sen dön git. Ben bunu insanlardan sorayım" deyip konuyu insanlara sordu. Muğire kalkıp şöyle dedi: "Ben Allah Rasûlu (s.a.v.)'nün nineye altıda bir verdiğine şahidoldum." Ebubekr: "Bu konuda sana eşlik edecek kimse var mı?" diye sordu. Bunun üzerine Ensar'dan Muhammed b. Seleme kalkıp Muğîre b. Şu'be'nin söylediklerine benzer şeyler söyledi. Ebubekr, söylenen hükmü uygulayıp nineye altıda bir pay verdi. [408]
Ebubekir' "Peygamberin sunnetinde seninle ilgili bir şey bilmiyorum" demesi ve Peygamber (s.a.v.)'in nineye altıda bir verdiğini öğrendikten sonra onun da nineye altıda bir vermesi sunnetin Ebubekr nezdindeki Huccet değerini isbat açısından yeterli bir örnektir.
Buharî, Muslim ve Ebu Davud'un naklettiği bir rivayette Ebubekir şöyle buyurmaktadır: "Allah Rasûlu (s.a.v.)'nün kendisiyle amel ettiği hiçbir şeyi terketmedim. Peygamberin e-mirlerinden herhangi birini terketme durumunda haktan ayrılıp sapmaktan korkarım." [409]


B. Peygamber (s.a.v.)in Sunneti ve Ömer b. el-Hattâb (r. anh)

Ömer, şehid edilmeden birkaç gün evvel kalkıp şöyle der: "Allahım, Ensardan olan yöneticiler (umerd) konusunda seni şahid tutuyorum. Ben onları, sadece insanlara dini ve Peygamberin sunnetini öğretip, ganimetleri insanlann arasında paylaştırmak ve adaletle hükmetmek üzere gönderdim. Kimin bir muşkili olduysa bana getirdi.[410]
Ömer'in Kadı Şurayh'a gönderdiği mektup meşhurdur. Bu mektup, sunnetin Huccet olduğunu ve insanlar arasında yargıda bulunurken ona başvurmak gerektiğine dair birtakım konular içermektedir.
Nesâî der ki: Bize Ahmed b. Muhammed b. Beşşâr, o Abbastan, o Süfyandan, o da Şeyban aracılığıyla Şureyh'ten naklettiğine göre Şureyh, Ömer'e bir mektup yazıp ona birtakım şeyleri sorar. Karşılığında Ömer şunları yazar: "Allah'ın Kitabı'ndakilerle hükmet. Şayet Allah'ın Kitabı'nda yoksa, Allah Rasûlu (s.a.v.)'nun sunnetiyle hükmet. Şayet Allah'ın Kitabı ve Rasûlu'nün sunnetinde yoksa salih kimselerin verdiği hükümlerle hükmet. Şayet Allah'ın Kitabı ve Rasûlu'nun sunnetinde olmayan ve salih kimselerin hakkında hüküm vermediği bir konuysa, dilersen öne geçip hüküm verebilirsin, dilersen hüküm vermekten çekinebilirsin. Ben şahsen hüküm vermekten huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sunnet çekinmeni daha uygun görüyorum. Allanın selamı üzerine olsun.[411]
Nitekim Ömer birkaç olayda Peygamber (s.a.v.)'in sunnetine vakıf olduktan sonra görüşünü değiştirmiştir.
Örnek olarak Şafiî'nin kendi senediyle aktardığı şu olayları zikretmek mümkündür:
Bize Sufyân, o Zuhrî'den, o da Said b. Museyyeb'ten Ömer b. el-Hattâb'ın şöyle dediğini nakletti: "Diyet, âkileye düşer. Kadın, kocasının diyetinden bir şey alamaz." Dahhâk b. Sufyân, Allah Rasûlu (s.a.v.)'nün Eşyem b. ed-Dibâbî'nin diyetinden eşine pay verilmesi emrini yazılı olarak kendisine gönderdiğini söyleyinceye kadar Ömer, bu görüşteydi. Dahhâk'ın rivayeti üzerine Ömer, kendi görüşü bırakıp buna yöneldi. [412]
Bu gerçeği pekiştiren bir olay daha zikredelim.
Sufyân b. Amr, Becâle'nin şöyle dediğini duyduğunu nakleder: Abdurrahman b. Avf, Peygamber'in Hecer Mecûsîlerinden cizye aldığını haber verinceye kadar Ömer, mecûsîlerden cizye almıyordu. [413]


C. Selef-i Sâlihînin Sözlerinde Sunnetin Huccet Değeri

1. Hasan Basrî'nin aktardığına göre İmrân b. Husayrı arkadaşlarıyla oturduğu bir sırada içlerinden biri şöyle der:
"Bize sadece Kur'an'dan bahsediniz." İmrân, adama: "Yaklaş" der. Adam yaklaşınca şunları söyler: "Söyle bakayım, şayet seni ve arkadaşlarını Kur'an'la başbaşa bırakırsak onda öğle ve ikindi namazlarının dört, akşamın üç rekat olduğunu ve sadece ilk iki rekatında kıraatin bulunduğu şeklinde bir bilgiye rastlayabilir misiniz? Şayet seni ve arkadaşlannı Kur'an'la başbaşa bırakırsak onda Ka'be tavafının yedi olduğunu, Safa ve Merve'yi tavaf etmeye dair bilgi bulabilir misiniz?" İmrân şöyle devam eder: "Ey insanlar, bizden [hadis] alınız. Allah'a yemin olsun ki, böyle yapmazsanız dalâlete düşersiniz.[414]
2. Muhammed b. Kesîr, Evzâî aracılığıyla Hassan b. Atiyye'nin şöyle dediğini nakleder:
"Cibril, Peygamber (s.a.v.)'e Kur'an'ı indirdiği gibi Sunneti de indiriyordu. [415]
3. Eyyûb es-Sahtiyânî'den nakledildiğine göre adamın biri Mutarrif e şöyle der: "Bize sadece Kur'an'da yer alan şeylerden bahsediniz." Bunun üzerine Mutarrif şunları söyler: "Allah'a yemin olsun Kur'an'a bir alternatif (bedel) aramıyoruz. Ancak Kur'an'ı bizden daha iyi bilen bir zatın beyanlarını arıyoruz...
4. Evzâî, Eyyûb es-Sahtiyânî'nin şöyle dediğini nakleder: Bir adama Sunnetten bahsettiğiniz zaman, şayet adam "bunu bırak, bize Kur'an'dan bahset" diyorsa bilmiş ol ki o, [hakktan] sapan ve saptıran bir kimsedir. [416]
5. Evzâî, Mekhûl, Yahya b. Ebi Kesîr ve daha pek çok kimse şöyle söylemiştir:
"Kur'an'ın Sunnete olan ihtiyacı, Sunnetin Kur'an'a olan ihtiyacından daha fazladır. Sunnet, Kitab'a hükmeder ama Kitab, Sunnete hükmetme'z. [417]
6. Fadl b. Ziyâd der ki: Ebu Abdillah'a yani Ahmed b. Hanbel'e "Sunnet, Kitaba hükmeder" sözü sorulduğu zaman onun şöyle dediğini işittim: "Ben bu ifadeyi kullanmaya cesaret edemem. Ancak şunu söyleyebilirim: Sunnet, Kitabı tefsir edip tanıtır ve onu beyan eder.[418]
İmam Ahmed'in kaçındığı husus mezkur ifadeyi kullanmaktır. Yoksa ayrıı ifadedeki manayı (sunnetin Kur'an'ı açıkladığı hususu) kendisi de açıkça belirtmektedir.[419]


D. Sunnetin Huccet Değerinin Icmâ' ile Subûtu ve Dinin Bedahetle Bilinen Esaslarından Oluşu

Raşid Halifeler döneminden günümüze kadar selef ve halef alimlerinin eserlerine baktığımızda kalbinde zerre kadar iman ve bir nebze İhlas olduğu halde Sunneti, Sunnet olması İtibariyle inkar eden; Sunnetle istidlalde bulunmayı inkar eden ve onun gereğiyle amel etmeyi reddeden hiçbir imama rastlayamayız. [420] Aksine hepsinin Sunnete bağlı, Sunnetle amel etmeyi teşvik eden, ona muhalefet ermekten sakındıran, gerek kendi nefsi için gerek başkası için Sunneti delil kabul eden, ona karşı çıkmayı ve onu hafife almayı yadırgayan, onu Kur'an'ın tamamlayıcı ve açıklayıcısı olarak addeden kimseler olduğunu görürüz. Rivayet edilen herhangi bir hadis onların ileri sürdüğü sıhhat şartlarını taşıyan muteber bir hadis ise kendi kişisel içtihadları sonucu vardıkları görüşten vazgeçerlerdi. Nitekim "hadis sahih ise benim mezhebim odur. [Hadise aykırı] görüşlerimi duvara çarpın.[421] şeklindeki ifade meşhurdur. Bu ibarenin mana itibariyle Şafiî'ye nisbeti tevatürle sabittir. Bir çok müçtehitten buna yakın ifadeler aktarılmıştır.
Onlar, hadisin değerini yüksek tutar ve hadis meclislerinde edebe son derece dikkat ederlerdi. Hadîs ehline saygı ve tazimde bulunup onlardan övgüyle bahsederlerdi. Onların varlığını, din için en büyük yardım ve dinsiz çevrelerin saldırılannı püskürten en güçlü amil olarak görüyorlardı. Sadece bidatçı ve facir kimselerin ya da ilhad ve küfür ehli olanların onlardan buğzedebileçeklerine inanıyorlardı. Onların rivayetlerine büyük bir ihtimam gösterip bu uğurda ömürlerini tüketmişlerdir. İşinden, yuvasından, arzu ve isteklerinden, yurdundan, mal ve evladlanndan ayrılarak memleket memleket dolaşmışlardır. Bütün bunları hadisleri rivayet edip derlemek, tahkik edip muhafaza altına almak, hadis tarihini öğrenip sahihini zayıf ve mevzu olanından ayırmak için yapıyorlardı. Şubhesiz bu, önemi büyük ve sonuçları yüce olan bir şey uğruna; yani İslam'ın esaslarından biri olan Kur'an'ın anlaşılmasına ve ahkamın genelinin subûtuna esas teşkil eden bir kayrıak (sunnet-i nebevîyye) uğruna yapılıyordu. Onlar, sunnetin huccet değeri konusunda fikirbirliği halindedirler. Aralannda vuku bulan ihtilaf sadece İki alana münhasırdır:
a. Hadisin Peygamber'e isnadının sahih olup olmadığı
b. Hadisin sözkonusu edilen hükme delâlet edip etmediğidir.
Şafiî (r. anh) der ki: "Kendisine Allah Rasûlu (s.a.v.)'nün Sunneti ayan olduktan sonra herhangi bir kimsenin sözünden ötürü o Sunneti terketmenin caiz olmadığı konusunda bütün insanlar ittifak halindedir. [422]
"İnsanların âlim saydığı ya da kendisini ilme nisbet edenlerden hiçbirinin Cenab-ı Hakk'ın, Rasûlunün emrine İtaati farz kıldığı konusunda muhalefet ettiğini duymadım[423]
"Sahabe ve tabundan olup Allah Rasûlu (SAV.)'nden haber verdiğinde haberi kabul edilmeyen, kendisine başvurulmayan ve verdiği haber Sunnet olarak tesbit edilmeyen kimseyi bilmiyorum. [424]
"Eğer Peygamber'den sabit olan bir hadise [farkında olmadan] muhalefet edersek, umarım bundan dolayı muaheze edilmeyiz inşaallah. Kimsenin (bilerek) bunu yapmaya hakkı yoktur; fakat insan bazen sunnete muhalefet kasdı taşımadığı halde sunnetten haberdar olmaz ve ona muhalif söz söyler. Bazen de gaflet sebebiyle tevilde hata eder. [425]
Şeyhu'l-İslâm İbni Teymiyye (rahimehullâh) şöyle der: "Şu husus iyice bilinmelidir ki, ummetin genel kabulüne mazhar olmuş hiçbir imam, küçük veya büyük herhangi bir konuda bilerek Sunnete muhalefet etmiş değildir. Zira müçtehidler Allah Rasûlu'ne itaatin gerekliliği ve Peygamber dışında herkesin sözünün alınıp terkedilebileceği konusunda müttefiktir. [426]
Şayet birinden hadise aykırı bir söz varid olmuşsa bu, mutlaka bir mazerete ve gerekçeye dayanmaktadır. Konuyla ilgili gerekçeleri üç şıkta toplamak mümkündür:
a- Peygamber (s.a.v.)'in o hadisi söylemiş olabileceğine inanmama
b- Peygamber (s.a.v.)'in o hadisle sözkonusu meseleyi kasdettiğine inanmama
c- Sözkonusu edilen hükmün mensuh olduğuna inanma. [427]


İlgili Konu:

Mutevatir Hadisleri İnkar Edenin Hukmu?

https://www.islam-tr.org/konu/mutevatir-hadisleri-inkar-edenin-hukmu.21612/

[335] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 137.

[336] Nahl, 44

[337] Bu açıklamalar ışığında "Ayetlerde geçen Peygamber (S.A.V)'e itaâttan maksat Kur'an'da yer alan ilahî emirlere itaattir." şeklindeki iddianın geçersizliği de anlaşılmış olmalıdır. Bu iddianın geçersizliğine dair deliller pek çok olmakla beraber biz bir kaç hususu aktarmakla yetineceğiz:
1-Böyle bir yaklaşım, Kur'an dili olan Arabcanın uslûb ve özelliğine aykırıdır. Zira Kur'an'da [ısrarla] iki müstakil merciye, Allah'a ve Rasulüne, itaat emredilmektedir.
2- Bu yaklaşım, genelde peygamberlere özelde . Muhammed (S.A.V)'e itaati emreden ayetlerin ruhuna aykırıdır. Zira ilgili ayetler sadece Allah'a itaati emretmemekte [bunun yanısıra] bizzat peygamberlere itaatin de emrediidiğine delalet etmektedir.
3- Şayet iddia edildiği gibi ayetler, Peygamber'e ve nebevî sünnete itaati emretmeksizin sadece Kur'an'a itaati emretmekle yetinmiş olsaydı -Sünnetin bağlayıcılık vasfını kaybetmesi nedeniyle- Kur'an, uygulanması imkansız bir kitap haline gelirdi. Kur'anî emirlerin önemli bir kısmı anlamını ve hikmetini kaybedip zayi olurdu. Zira hiç bir mükellefin bu [kapalı] emirleri uygulama imkanı olmayacaktı.

[338] Ahzab, 21

[339] Nisa, 165

[340] Enfal,20

[341] Nisa, 80

[342] Nisa, 69

[343] Nisa, 58-60

[344] Nisa, 65

[345] A'raf, 157-158

[346] Haşr,7

[347] Sünnet'in vahye dayanmayan (içtihadı) kısmı da vahyin onayına mazhar olduğu için vahye dayanan Sünnet mesabesindedir. Nitekim bu espiriden hareketle Hanefî usûlcüler Sünnetin bu kısmına "vahy-i bâtın" demişlerdir. [Bkz. İbni Hümam, et-Tahrîr, (İbni Emîr el-Hâc'ın şerhiyle birlikte) Beyrut, 1983, 3/295] Hatta Peygamberin tebliğe ilişkin konularda hataya maruz kalabileceğini söyleyen alimler bile Peygamberin hata üzere onaylanmayacağını belirtmişlerdir. Aksi takdirde başta Kur'an olmak üzere Peygamberin tebliğ ettiği bütün hususlar ve icra ettiği tasarruflar hatalı olma şüphesine maruz kalırlar. Bunun ise dinin ibtâliyle eşanlamlı olduğu izahtan varestedir, -çev.-

[348] Necm, 3-4

[349] er-Risâîe, 23

[350] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 137-143.

[351] Burada vahy-i metlûvden maksat, tilavetiyle ibadet olunan ve hadis-i şerifte belirtildiği üzre okuyucunun her harfine karşı on hasene kazandığı vahiy, yani Kur'an'dır.
Gayr-i metiûv vahiy ise tilavetiyle İbadet olunmayan vahiydir ki bu da sünnettir. Yoksa [kelimenin sözlük anlamını esas alıp bu ıstüahî çerçevenin dışından baktığınız zaman] sünnet de tilavet olunan (metlûu) bir kaynaktır. "Evlerinizde okunan (tilavet olunan) Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın." Ahzab-34
[Ayetteki] hikmet ise İmam Şafiî'nin belirttiği ve kendisinden öncekilerden naklettiği üzre sünnet demektir. Nitekim selef-i salihîn de hikmeti, sünnet şeklinde tefsir etmiştir. Bu izaha göre mezkur ayet-i kerîme sünnetin de Kur'an gibi Allah katından inzal edildiğine dair kat'î bir delil olmaktadır. Zira her iki inzal aynı bağlamda (sıyâfc: ) ve aynı lafızlarla zikredilmiştir. Binaenaleyh hikmetin inzalinin, "demiri indirdik" (Hadîd-25) ayetinde geçen inzal kabilinden olduğunu söylemek doğru değildir. Sonuç itibariyle ayet-i kerimenin vahy-i gayri metlûve dair kat'î bir delil olduğunu söyleyebiliriz.

[352] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 143.

[353] Bakara, 142-144

[354] Bakara, 143

[355] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 143-144.

[356] Haşr,5

[357] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 145.

[358] Tahrim,3

[359] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 145.

[360] Kıyame, 17

[361] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 146.

[362] Nisa, 113

[363] Cuma, 2

[364] Al-i İmran, 164

[365] Şafiî, er-Risate, 78

[366] el-Umm, 7/251

[367] İmam Şafiî burada iki hususa dikkat çekmektedir:
1-Kur'ân'ın genel siyakı ve bütünlüğü çerçevesinde bakıldığında Kitapla birlikte zikredilen Hikmetin Sünnet olması gerekir. Cenab-ı Hakk, Kur'an'ın bir çok yerinde kendisine ve Rasûlü'ne itaati emretmektedir. Allah'a itaatin zikredildiği her yerde onun hemen akabinde Rasûlü'ne itaat zikredilmiştir. Hiç bir yerde sadece Allah'a itaat tek başına zikredilmemiştir. Buradan ha reketle diyebiliriz ki Kur'an'da kendisine itaatin Allah'a itaat gibi farz kılındığı yegane merci Allah Rasûlüdür. Allah Rasûlü haricinde hiç bîr merci bu konumu haiz değildir.
Kitapla birlikte zikredilen Hikmet kelimesine gelince Arapçanm üslûp ve özelliği birbirine atfedilen İki kelimenin ayrı ayrı anlamlar ifade etmesini gerektiriyor. Buna göre normal durumda Hikmetin Kur'an'dan farklı bir şey olması gerekir. Kur'an'ın bütünlüğünü gözonüne aldığımızda Kur'an'da Kitapla birlikte ele alınan ve Kur'an gibi herkesten itaat edilmesi istenen tek kaynak Peygamber ve onu temsil eden Nebevî Sünnettir. 2-İmam Şafiî'nin bu açıklamalarını doğru anlamak için bunları hangi bağlamda îrâd ettiğine bakmak gerekir. Bu açıklamalar, Kitab'la birlikte zikredilen Hikmetten muradın Sünnet olduğunu; Peygambere inen vahyin Kur'an'la sınırlı olmadığını; Kur'an dışında da bir vahyin bulunduğunu ve bunun Sünnet/Hikmet ile temsil edildiğini ispat sadedinde yapılmaktadır. Başka bir ifadeyle İmam Şafiî, burada vahy-i gayri metiûvü ispat etmeye çalışıyor. Ancak o dönemlerde "vahy-i gayr-İ metlûv" tarzında bir terim-leşme henüz gerçekleşmiş değildir. Nebevî Sünnet bünyesinde İfadeye kavuşan vahiylerin bu ıstılahla ifade edilmesi daha sonraki dönemlere ait bir olaydır. İmam Şafiî birçok ayette Kitapla birlikte indirilip öğretildiği haber verilen Hikmetin, Nebevî Sünnet kapsamına girdiğini ve indirilen bu hikmetin de Kur'an gibi tilavet olunan bir şey olduğundan hareketle bunun da vahiy olması gerektiği sonucuna varıyor. Başka bir ifadeyle belirtmek gerekirse İmam Şafiî burada Hikmet/Sünnet için kullanılan "tilâvet" kelimesini onun da Kur'an gibi vahiyle indirildiğine dair bir karine olarak ele almaktadır. Tabii buradaki "tilavet"in sonraki dönemlerde terimleşen ve sadece Kur'an'a tahsis edilen tilavetten farklı olduğu gözardı edilmemelidir. Daha önce de belirtildiği gibi Kur'an haricinde vahyin varlığı nüzul döneminden itibaren bilinen ve kabul»edilen bir husustur. Ancak bunun vahy-i gayr-i metlûv ismiyle isimlendirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiştir. Yanlış anlamaya meydan vermemek için bir hususa daha değinmek gerektiğini düşünüyorum. Sünnetin kısmen vahiy; kısmen vahyin onayından geçen nebevî içtihad olduğundan hareketle İmam Şafiî'nin buradaki açıklamalarına itiraz edilebilir. Ancak bu düşünce doğru değildir. Zira bu ifadelerde genel anlamda Sünnet kapsamına giren şeylerin tamamının vahiy olduğu belirtilmemektedir. Kitapla birlikte indirilen ve tilavet olunan sünnetin vahiy olduğu belirtilmektedir. Başka bir ifadeyle Kitapla birlikte zikredilen ve bir çok ayet-i kerimede Peygamber tarafından ta'lim edilmek üzere inzal edildiği haber verilen Hikmetin Sünnet olduğunu ve bunun da aynen Kur'an gibi vahye dayandığı belirtilmektedir. Dolayısıyla Şafiî burada Sünnetin vahiyle İnzal edilen kısmından bahsetmekte ve bunun hikmetle ifade edildiğini belirtmiş olmaktadır. Vahiyle inen bu kısma Sünnet demek ayrı; Sünnetin tamamına vahiy eseri demek ayrıdır. Nitekim Şafiî' usûlüne dair telif edilen eserlerde de bu doğrultuda açıklamalar yer almakta ve bu görüş Şafiî mezhebinin genel görüşü olarak kaydedilmektedir. Bkz. Ebu İs hak eş-Şirâzî, Şerhu'l-Luma', thk. Abdulmecid Türkî, Beyrut, 1988, 2/1091 -Çeviren

[368] Bunu daha net anlamak için vahyin ilk dönemlerine bakmak yeterlidir. İlk inen Kur'an ayetlerinde Peygamber (S.A.V)'in nübüvvetine dair bir beyan bulunmamaktadır. Ancak buna rağmen O, kendisinin Peygamber, kendisine nazil olan bazı vahiylerin de Kur'an vahyi olduğunu biliyordu. Bu hususlar, hadislerden de anlaşıldığı üzre Kur'an vahyi haricinde başka bir vahiyle -sonraki dönemlere ait bir ıstılahla belirtmek gerekirse- vahy-i gayri metlûv ile bildirilmiştir. -Çeviren-

[369] Peygamber (S.A.V)'in bütün beyan ve telkinleri Kur'an'la sınırlı değildi. Kur'an kapsamına girmeyen ve Kur'an olarak tescil edilmeyen beyanları da bulunmaktaydı. Kur'an vahyi olarak nazil olan iiahî hitaplar, Peygamber (S.A.V) tarafından ayrı tutuluyor ve Kur'an olarak kayda geçiriliyordu. Tabii bu da, inen sözkonusu ayetlerin Kur'an'dan olduğu şeklinde bir açıklama eşliğinde oluyordu. Yani Peygamber (S.A.V), Kur'an'da yazılacak olan vahiyleri, diğer vahiylerden ve beşerî tasarruflardan ayrı tutarak "onların Kur'an'dan olduğunu ve o çerçevede kayda geçirilmesi gerektiğini" açıklayarak Kur'an kapsamına dahil ediyordu. Tabii ki Peygamber (S.A.V), bu ayırımı yaparken yine bir vahye dayanarak hareket ediyordu. Yoksa Peygamber (S.A.V) veya sahabenin iiahî bir bildirim olmadan bir şeyin Kur'an'dan olup olmadığını bilmeleri mümkün değildir. İşte Kur'an'daki bütün sûre ve ayetler bu tarzda Kur'an dışı bir vahiyle (vahy-i gayr-i metlûv ile) Kur'an kapsamına dahil edilmişlerdir. Bunu bariz bir örnekle açıklamak gerekirse: Mesela Alak sûresinin nazı! olan ilk beş ayetinin Kur'an vahyi kapsamına girip girmediği Kur'an'da yer almayan nebevî bir beyanla olmuştur. Peygamber ise bu durumu kendisine Kur'an haricinde gelen bir vahiyle bilmekteydi. -Çeviren-

[370] Âl-i İmran, 71

[371] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 146-152.

[372] Buharî, İ'tisâm, 2, hadis nr: 7288; Müslim, Hac, 73, hadis nr: 1337; Tirmizî, ilm, 17, hadis nr: 2819

[373] Buharı, i'tisâm, 2, hadis nr: 7280

[374] Buharı, İ'tisâm,.2, hadis nr: 7281

[375] Buharî, İ'tisâm, 5, hadis nr: 7301; Müslim, Fezâil, 35, hadis nr: 6064

[376] Buharî, Nikah, 1, hadis nr: 5063; Müslim, Nikah, 1, hadis nr: 1401

[377] Müslim, îman, 20, hadis nr: 177

[378] Ahmed, el-Müsned, 4/126; Ebu Davud, Sünne, 5, hadis nr: 4594; Tirmizî, İim, 16, hadis nr: 2815; İbni Mace, Mukaddime, 2, hadis nr: 42 Ancak Tirmizî ve İbni Mace namazdan bahsetmemişlerdir.

[379] Muvatta

[380] Ahmed, el-Müsned, hadis nr: 23922; Ebu Davud, Sünne, 5, hadis nr: 4592; Tirmizî, İlm, 10, hadis nr: 2663; İbni Mace, Mukaddime, 2, hadis nr: 13; Beyhakî, Deiâih'n-Nübûuue, 6/549

[381] Ebu Davud, Sünne, 5, hadis nr: 4591; Ahmed, el-Müsned, 4/131; Benzer bir hadisi Darimî rivayet etmiştir. Darİmî, Mukaddime, 49/586; İbnî Mace Allah'ın haram kıldığı şeyler gibidir" cümlesine kadar rivayet etmiştir. Bkz. İbni Mace, Mukaddime, 2, hadis nr:12

[382] Ebu Davud, Harâc, 33, hadis nr: 3048 Hadisin senedinde Eş'as b. Şu'be vardır. Bu zat, bazıları tarafından tenkit edilmiştir.

[383] Ebu Davud, Kıyâmu'1-Leyl, 314, hadis nr: 1366

[384] Buharî, İlm, 20, hadis nr: 79: Müslim, Fezâil, 5, hadis nr: 5912

[385] Buharî, İ'tisâm, 2, hadis nr: 7277

[386] Taberânî, el-Mucemu'l-Kebîr Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 152-156.

[387] Bu ifadelerde kısmen bir kapalılık hissettiğimiz için bunları açıklamak istiyoruz:
Sünnetin hüccet değerini sünnete dayanarak ispat ederken aşamalı bir istidlal gerçekleşmektedir. Bu aşamaları ayırarak sırasıyla zikredelim: Birinci Aşama: Peygamber (SAV)'in nübüvvet ve risaletini ispat eden bütün mucizeler ve bütün nebevî hasletler aynı zamanda onun, ilahî mesajın tebliğine ilişkin verdiği haberlerde (el-ahbâru'l-belâğiye) yalandan ve yanlıştan masum olduğunu gösterir. Bu masumiyet mucizenin delaletinin tabiî bir sonucudur. Aksi taktirde mucizenin delalet ettiği mana; risaletle amaçlanan maksat ortadan kalkar. Mucizenin bu manaya nasıl delalet ettiği, giriş bölümünde bir örnek zımnında İzah edilmişti. İstidlalin bu aşamasında Peygamber (S.A.V)'in tebliğe ilişkin verdiği haberlerde yalan ve yanlışa düşmekten beri olduğunu öğreniyoruz. Bu nebevî haberlerden özellikle konumuzla ilgili olan haberlerden örnek vermek gerekirse: Mesela, Peygamber'in emir ve yasaklarına itaat etmenin vacip olduğu ("Muhammed'e itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur; Ona İsyan eden Allah'a isyan etmiş olur." Buharı; "Dikkat edin, bana Kur'an'la birlikte bir misli daha verildi."Ebu Davud, İbni Mâce) ve Kur'an'ın ilahî kelam olduğuna dair hadisler/haberler bu cümledendir. Bu iki örnek bazında söylemek gerekirse yani Peygamber (S.A.V)'den sadır olan emir ve nehiylere riayet etmek gerektiği ve Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğu konusundaki haberler, Peygamber (SAV)'den sadır olan belâğî haberlerdir. Ve mucizenin delaletinin bir gereği olarak peygamberler bu haberlerin bildiriminde yanlış ve yalana maruz kalmaktan uzaktır. Aksi taktirde Cenab-ı Hakk'ın onlara ihsan ettiği mucizelerin bir anlamı kalmayacaktır. Zira mucize Cenab-ı Hakk'ın "falanca şahıs ileri sürdüğü elçilik davasında doğru söylüyor, bana isnad etttiği şeyler doğrudur, ben de onu teyid ediyorum" sözü mesabesinde bir fiildir.
İkinci Aşama: Peygamber (S.A.V)'İn verdiği haberlere göre onun inşâî bildirimleri ve bu cümleden olarak emir ve nehiyleri ümmet için bağlayıcıdır. Bu emir ve nehiylere riayet etmeyenler hakkında tehditler varid olmuştur.
Başka bir ifadeyle Peygamber (S.A.V)'den varid olan sünnet ve hadisleri iki gurupla sınırladığımızda birinci gurup hadisler haber suretinde olup Peygamber (S.A.V)'in verdiği haberleri ve bildirimleri içerir. "Bana itaat etmeniz gerekir", "Bana Kur'an'la birlikte bir misli daha verilmiştir" meâlindeki hadisleri buna örnek vermek mümkündür. İkinci gurup hadisler, emreden ya da nehyeden inşâî nitelikteki hadislerdir. "Bana itaat edin" mealindeki hadisleri (örneğin bkz. Buharı, İ'tisam, 2/7288} buna örnek vermek mümkündür.
Sonuç itibariyle iki gurup hadis ortaya çıkmaktadır. Muhatabımız bunlardan ikinci gruptaki hadislerin delaletini kabul etmediğinden onun nezdinde müsellem olan haber içerikli birinci gurup hadislerle istidlalde bulunuyoruz. Yani birinci gurup hadislere dayanarak emredici hadislerin bağlayıcı olduğunu ispatlamak İstiyoruz. Dolayısıyla ispatlayan ve isbatlanan, aynı şey olmadığı için bir kısır döngüden bahsedilemez.
Sünnetin hüccet değerini izah ederken bunun yerine tek aşamalı bir yöntem İzlemek de mümkündür. Şöyle ki: Peygamber (S.A.V)'in mutlak masumiyeti, onun sözlü, fiilî ve takriri bütün tasarruflarının hüccet olduğunu gösterir. Zira bilindiği gibi Peygamber (S.A.V)'in masumiyeti sözlü ifadelere münhasır değildir. O; sözlü, fiilî ve takrirî konularda da günaha ve yanlışa düşmekten masumdur. Dolayısıyla Ondan, dinin beyanına dair sadır olan her şey yalan ve yanlıştan beridir. Sadır olan hususların haber veya emir içerikli olması farketmez. İster haber olsun ister emir, her türlü tasarruf onun masumiyetinin gereği olarak hüccet değeri haizdir. -Çeviren-

[388] Geniş bilgi için bkz. Hucciyyetu's-Sünne, 279-283 Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 156-159.

[389] Nahl, 44

[390] Buharı, Ezan, 18, hadis nr: 631; Fethu'1-Bârî, 3/11

[391] Muslim, Hac, 51, hadis nr: 3124

[392] Nisa, 105

[393] Nisa, 65

[394] Nisa, 60

[395] Şura, 21

[396] Tevbe, 31

[397] Enfal, 20

[398] Ahzab, 21

[399] Al-i İmran, 31

[400] Nisa, 80

[401] Bu açıklamalar ışığında "Ayetlerde emredilen Peygamber (S.A.V)'e itaâtian maksat Kur'an'da yer alan ilahî emirlere itaattir." şeklindeki iddianın geçersizliği de anlaşılmış olmalıdır. Bu iddianın geçersizliğine dair deliller pek çok olmakla beraber biz bir kaç hususu aktarmakla yetineceğiz:
1-Böyle bir yaklaşım, Kur'an dili olan Arapçanın üslûp ve özelliğine aykırıdır. Zira Kur'an'da [ısrarla] iki müstakil merciye, Allah'a ve Resulüne, İtaat emredilmektedir.
2- Bu yaklaşım, genelde peygamberlere özelde Hz. Muhammed {S.A.V)'e itaati emreden ayetlerin ruhuna aykırıdır. Zira ilgili ayetlerin sadece Allah'a itaati emretmemekle [bunun yamsıra] bizzat peygamberlere itaatin de em-redildiğine delalet ermektedir.
3- Şayet iddia edildiği gibi ayetler, Peygamber'e ve nebevi sünnete itaati emretmeksizin sadece Kur'an'a itaati emretmekle yetinmiş olsaydı -Sünnetin bağlayıcılık vasfını kaybetmesi nedeniyle- Kur'an, uygulanması imkansız bir kitap haline gelirdi. Kur'anî emirlerin önemli bir kısmı anlamını ve hikmetini kaybedip zayi olurdu. Zira hiç bir mükellefin bu [kapalı] emirleri uygulama imkanı olmayacaktı.

[402] Buharî, Libâs, 46-47, hadis nr: 5866-7; Fethu'l-Bâri, 10/318

[403] Ebu Davud, Salât, 88, hadis nr: 646; İbni Sa'd hadisi bir kaç tarikle rivayet etmektedir. Bkz. İbni Sa'd, Tabakat, 1/480

[404] Buharî, İlrn, 27, hadis nr: 89; Fethu'1-Bârî, 1/185

[405] Buharî, İlm, 26, hadis nr: 88; Fethu'1-Barî, 1/184

[406] Buharı, Hayz 13, hadis nr: 314; Fethu'1-Bârî, 1/414

[407] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 159-164.

[408] Malik, Muuatta; Tirmizî, Ferâiz, 10, hadis nr: 2182

[409] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 164-165.

[410] Darimî, Sünen, 1/72; Mervezî, es-Sünne, 8

[411] Nesâî, 8/204; Ayrıca bkz. Darimî, Sünen, 1/60; Vekf, Ahbâru'l-Kudât, 2/189-190; Hilyetu'l-Evliya, 4/136; es-Sünenu'1-Kubra, 10/115; İ'iâmu'I-Muvakkiîn, 1/65-90

[412] Şafiî, er-Risâle, 426

[413] Şafiî, er-Risâie, 430-431 Şafiî der ki: Becâle'nin hadisi mevsûldur. Bccâle yetişkin biri olarak Ömer b. ei-Hattâb'ı görmüş ve onun valilerinden bazılarına katiplik yapmıştır. er-Risâle, 432 Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 165-166.

[414] Beyhakî, Delâil (Giriş kısmı), 1/25; Hafîb ve İbnİ Abdilber bu hadisi birkaç kanaldan rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Hatîb, el-Kifâye, 48; İbni Abdilber, el-Cami', 2/191

[415] Darimî, es-Sünen, es-Sünnetu Kâdiyetun aiâ Kitâbullâh, 1/117, hadis nr. 594; Hatîb, el-Kifâye, 48; İbni Abdilber, el-Câmi', 1/191

[416] Beyhakî, Delâil (Giriş kısmi); Hucciyyetu's-Sünne, 331; İbni Abdilber, el-Câmi1, 1/191

[417] Beyhakî, Delâii (Giriş kısmı); Hucciyyetu's-Sünne, 332; Hatîb, e/-Kıfâye, 49

[418] el-Hatîb, el-Kifâye, 47; İbni Abdilber, el-Câmi' 2/191-192

[419] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 166-168.

[420] İlk dönem alim ve İdarecilerinin Kur'an yorumunda çok serbest davrandıkları, lıncak İmam Şafiî'nin buna tepki olarak ortaya çıkıp yorum için İçtihad ve kıyas yerine genel olarak hadislerin temel alınması gerektiğini savunduğu iddiası, tarihî gerçeklere tamamen aykırı bir iddiadır. Özellikle oryantalistler tarafından ileri sürülen hadis hareketinin İmam Şafiî'yle başladığı tezi tamamen kurgusal olup hilaf-ı hakikattir. (Geniş bir değerlendirme için bkz. M. Mustafa el-A'zamî, islam Fıkhı ue Sünnet)
Sünnetin Kur'an'dan sonra ikinci kaynak olarak görülmesi istisnasız bütün müçtehid imamların içtihad usûlünde karşılaştığımız bir vakıadır. Hatta Şafiî'nin mezhebini tedvin etmeden önce İmam Malik'ten Muvatta dinlediği Irak'a gidip İmam Muhammed'den bir deve yükü ilim aldığı kaynaklarda geçmektedir. Şafiî'den daha önce yaşayan İmam Ebu Yusuf ve Leys b. Sa'd'ın elimize ulaşan beyanlarından mevcut hadis anlayışının ilk dönemlerden itibaren var olduğu ve Şafiî'nin belirleyiciliğinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır.-Çeviren-

[421] Bu sözün izahı için Takiyyuddin es-Subkî'nin Mecmûatur-Resâili'l-Mumriyye içinde basılan açıklamalarına bakılabilir. Bu eser, çok değerli ve nadir bulunan açıklamalar içermektedir.

[422] Bkz. İ'lâmu'l-Muvakiîn, 2/361

[423] Bkz. İ'Iâmu'I-MuvaJtiîn, 2/364

[424] Bkz. Suyûtî, Miftâhu'lCenne, 24

[425] er-Risâle,219

[426] İbni Teymiyye, Refu'l-Melâm ani'l-Eimmeti'i-A'lâm, 22-23

[427] Hucciyyetu's-Sünne, 341-343 Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 168-170.


 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt